İLM-İ ÂTÎ İLE İLMİ LEDÜN İLİŞKİSİ
İlm-i Âtî tarih ilminin bir simetrisidir.
Biri geçmişe, diğeri geleceğe bakar. Tarih, geçmişe yolculuk etmemizi sağlarken İlm-i Âtî de
ise geleceğin bir bölümünü keşf etmemizin imkanlarını zorlamamızı sağlar. Lakin
İlm-i Âtî ile kehânet arasında dağlar kadar fark vardır. Falcılık icabında
İlm-i Âtî’nin bir şubesi sayılabilirse de İlm-i Âtî ise kesinlikle falcılık
değildir.
Geçmişi analiz etmek, somut olaylardan dolayı
daha kolaydır. Lâkin bugünün verileriyle geleceği okumak da mümkündür. Zira
Allah Teâlâ’nın koyduğu işleyiş kanunları vardır. Yanılma payı olmakla
birlikte, bu kanunlar çerçevesinde geleceği okuyabiliriz. Bunu pekâlâ herkes
biraz gayret göstererek yapabilir.
Geleceği okumanın kâhinlikle bir irtibatı
olduğu gibi, kâhinliğin ötesinde müspet ve pozitif ilimlerle de bir alakası
vardır. İbni
Haldun, tarihçi ve medeniyet ilmi uzmanı olduğundan dolayı, tarihten çöküş ve
yükseliş kanunlarını çıkarmıştır. Dolayısıyla geleceği okumak
anlamında fütüroloji (İlm-i Âtî) nin çok büyük bir fezası ve gök kubbesi
vardır. Bu nedenle kimileri ilm-i âtiye falcılık ve astrolojiyi de katarken,
kimileri de tarih gibi ilimler üzerinden ilerlerler.
İlm-i Âtî, geleceği düşünme yöntemi belirsiz
bir geleceğe hazırlık yapmak, yarının ne olacağını Allah Teâlâ kader kanunları
ile anlamaya çalışmaktır. Bu ise hem zor hem kolaydır. Çünkü Allah Teâlâ
dilerse bu ilmin hakikate çıkmasını sağlar. Fakat bu ilim gaybî tarafa
düşmesinden dolayı ancak zuhur edince fark edilir. Bu ise bilmemek ile eşdeğer
duruma döner. Yani bilmek, sanki bilmemek olur. Bazen öyle bir duruma döner ki
alay edilen bir gerçek durumuna dönüşür. Rasüllerin hakikat olmasına rağmen
uzun vadelerdeki bilgileri, mesela ölüm sonrası bilgileri hep alay konusu
olmuştur.
İlm-i âtî mensuplarının gelecek ile ilgili
öngörüleri dinî, sosyal ve pozitif bilimlerin kullanılması ile olsa da, bu her
zaman haklı çıkacaklarını anlamına gelmez. Aksine tarih, bu ilim sahiplerinin
yaptığı, bir çok hatalı tahminlerle doludur.
Gelecek ilmi olan İlm-i âtî, bir çeşit öngörü
olduğu için, içinde daima küçük veya büyük yanılgıları da barındırır. Neticede
ise çoğunlukla bilimsellikten uzaklaşma görebilir. İlm-i Âtî’de dinimizin iki
önemli esası olarak Kur’ân-ı Kerim ve Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellemi
beraber ele alırız. Bunun dışındaki şeylerin “Ön yargı” olmasının önüne geçilmediği zaman, yanılgıya
düşmeden kurtulamama kaçınılmazdır. Çünkü İlm-i âtî geleceğe dönük yönüyle
kehanete benzer bir durumu çağrıştırır. Çalışmaya başlarken, tahmin edilmeye
çalışılan konu ile ilgili ‘beklenilen’
sonucu baştan doğru kabul etmek hatanın
gerçekleşmesi ihtimalini artıracaktır. Bahsettiğimiz
iki esasın dışındaki sebepler için bilinçaltında veya bilinçli olarak yanlı
bakma durumu, istenilen sonucun gerçeğin yerine geçmesine yol açacaktır.
Aslında, yapılmak istenen geleceği anlamaktır,
planlamak değildir. Bu ilim
mutlak analiz olmayıp, değişik ilmî usullerle ulaşılmaya çalışılan ‘sebep-sonuç’ analizidir. Yani 50 yıl sonra nasıl olacağız
sorularının cevabı kehanetle değil ancak İlm-i âtî ile cevap verilebilir. Bu
ilimde yanılabiliriz, fakat en azından ‘bir şeyler’ yapmış
oluruz. Ancak geleceğe her bakışta bilinen şey onu hep
değiştirmemize de sebep olur. Çünkü her bakışta gördüğümüz, aslında bir
değişimin oluşmasını isteyişimizdir.
İlm-i Âtî’nin gelecek hakkında yorumlar
getirmesi ile İlm-i ledün sınıfına dâhil olduğunu söyleyebiliriz. Çünkü sonuçta
verilerin neticeleri birbirleri ile çözülmez düğümler halinde olduğu
görülecektir. Kaderin çizgilerinin olması gerekene doğru hareket ettiği, geçmiş
ve geleğin birbiri içinde karmaşık bir sisteme dönüştüğü “gelecek bugünü mü
etkiliyor? Yoksa geçmiş mi geleceği?” sorusunun hala cevap
bulamadığı, ancak geçmişin geleceği etkilediği düşüncesi hâkim düşünce olduğu
ön plana çıkacaktır. Anthony Giddens’ın da belirttiği gibi, “geleceğe bakış her zaman geçmişe bakış
üzerinden temellendirilmelidir”. [1]
[İnsanların birçoğu hayatlarında rüya,
ilham ve önsezi ile bir şekilde karşılaşırlar. Etkisinde kaldıkları bir rüyanın
dahi doğruluğuna inanmasalar bile yorumunu öğrenmeye çalışırlar. Bu nedenle
insanlar, kritik kararlarında haricî verilerin dışında içsel bilgilerine de değer
verirler. Bu kişisel bilgiler, sahibi için kimi zaman büyük önem arz edebilir.
İçsel (Dahilî) bilgiyi bütünüyle reddetmek ya da onu yegâne bilgi olarak
görmek, doğru bir tutum değildir. Çünkü insan, hem maddî hem de manevî boyutu
olan bir varlıktır. Bu boyutlardan biri ihmal edildiği zaman insan tanımında
ciddi bir eksiklik söz konusu olur. Maddî boyutun öne çıkarıldığı günümüzde
insanın manevî boyutunun önemli unsurlarından olan ilm-i ledünnî bir giz olarak
kalmaya devam etmektedir.
Beşerî bilginin her zaman doğru bir sonuç
ortaya çıkardığı söylenemez. Hakikate
ulaşmada insan aklı yetersizdir.
Kendi çevresini bile tam olarak ihata edemeyen insan aklının, gaybî hakikatlere
nüfuz etmesi imkânsızdır. İnsan aklı, yanılgı, gaflet ve unutmaya açıktır.
İnsan, hakikat arayışında vahyin yol göstericiliğine muhtaçtır ve onsuz
hakikate ulaşması mümkün değildir. Bundan dolayı Allah Teâlâ, gerek rasüller
gerekse de bu bilgiye mazhar olmuş kişiler aracılığıyla insanların bu
ihtiyacını gidermektedir. Tarihin çeşitli dönemlerinde Allah Teâlâ'nın
gönderdiği rasüllerin görevleri, insanları hidayete ulaştırmada yol gösterme
ile yararlı ve zararlı şeyleri onlara öğretmek olmuştur. Bu gerek vahiy,
gerekse ilham gibi bazı yollarla olmaktadır. Böylece insanlar aklen yetersiz kaldığı
zamanlarda bu desteklerle ayakta kalabilmişlerdir. Bu durum kıyamete kadar
devam edecektir. Çünkü insanlar vahyi desteğe her zaman muhtaçtırlar. Ancak “filozoflar, ilm-i ledünnînin (dolayısıyla
gelecek tahmini) bilgi kaynağı olamayacağı hususunda görüş birliği
içindedirler.” Bu ilme daha çok değer veren ve onu bir
bilgi kaynağı olarak kabul edenler mistiklerdir. Mistiklerden bir kısmı bu ilme
sahip olmanın büyük bir erdem olduğunu ve bu ilmin, sahibi açısından bağlayıcı
olduğunu belirtmiştir.
Kur’ân-ı Kerim’de bu ilimle ilgili olarak Hz.
Musa aleyhisselâm ile Hızır aleyhisselâm arasında geçen olaylardan anlaşılan
şey Hızır aleyhisselâmın sahip olduğu ilmin, bizim ilmimizden farklı olduğu
olgusudur. Öncelikle mahiyet ve kaynağı bakımından farklı bir ilim olduğu
gerçeğidir. Bu bilgi, sebepten sonuca giden değil,
sonuçtan sebebe akan bir bilgidir. Zaten bu ilme sahip olan Hızır aleyhisselâm, kıssada geçen fiilleri
kendi ilmiyle yapmadığını ifade etmiştir. Zira bu olayla Allah Teâlâ, Hz. Musa
aleyhisselâma beşer ilminin ne kadar yetersiz olduğunu göstermeyi amaçlamıştır. Kıssada geçen Hızır aleyhisselâm, sadece
kendisine verilen rolü yerine getirmek zorunda olan semboldür. Bu kıssa, gayba
ilişkin meselelerin Allah Teâlâ'ya özgü kılma noktasında birleştiğidir. Kuşkusuz
Yüce Allah Teâlâ, olayları sonsuz bilgisi uyarınca bir hikmete göre planlar.
İnsanlar ise bu plânı kavrayamazlar. Burada gaybı bilemeyeceğimizin teyidi
vardır. İnsanlar gayba ait sırları ancak O’nun öğrettiği oranlarda
öğrenebilirler. O halde bu ilim Allah Teâlâ’nın ilmidir.][2]
Buradan anlaşılan geçmiş ile gelecek arasında
bir berzah olduğudur. Berzah ise,
sözlükte iki şey arasında bulunan engel, anlamına gelmektedir. Berzah Kur’ân-ı Kerim’de
“Nihayet onlardan birine ölüm geldiği zaman;
Rabbim beni geri döndür ki terk ettiğim dünyada yararlı bir iş yapayım der.
Hayır, bu onun söylediği, (olmayacak) bir lâftır. Önlerinde tâ dirilecekleri
güne kadar bir berzah (engel) vardır” [3]şeklinde kullanılmaktadır. Bu ayetin işareti
ile berzah, gaib olanla varlık sahası arasında bir engel olarak
anlatılmaktadır. Yani berzah; insanın geçmiş ve gelecek bilgisinde varlık
sahasından gâib sahasına girmesine engel vardır. Bu engeli aşmak için ilm-i
ledün sahibi olan kişilere mahsustur. Bu ilim sahiplerinin İlm-i Âtî’ye vukufu
da mükemmeldir. Bu ilimde ise sürekli üstünlükler bulunur. Unutulmaması gereken
ise “külli iradenin” bilgiyi fiiliyata geçirip geçirmeyeceğidir.
TOPLUMLARIN KIYAMETİ
Mükemmel bir Hükümet adamını sevindirmek
isterseniz tenkit ediniz
Basit bir Hükümet adamını memnun etmek
isterseniz methediniz
İnsanların en büyük düşüncesi rahat bir hayat
yaşayıp nefsinin isteklerine kavuşmada zirveyi bulmak olmadığı bilinmelidir. Bu
durum bazen o kadar ileri gider ki, insanı insanlıktan çıkarak ilâhî bir
statüye kavuşması için gayret göstermeye başlar. Aslında bu durum yıkılışın
temellerini getirecek köleliğin tekrar kazanılmasına yardımcı olmaktır.
Teknolojinin ve kazanımların hızı karşısında
insanın yetişme hızını hala bulamadığı bir gerçektir. Vaktiyle gelmeyen
ilerlemeler psikolojik, sosyolojik ve ahlakî yıkımlar oluşturmuştur. Bu nedenle
insanları mutsuz olarak görmekteyiz. Bu yok oluşun habercisidir.
Geleceğin hızı karşısında yetişemeyen insanın
buhranı sonunda köleleştirmek isteyen kuvvetleri azdırırken, ezilenleri isyana
tahrik eder. Bu hareket yıkılışın habercisidir. Çünkü kaybedecekleri
kalmayanların hedefi kaybedeceği olanlar için şiddet unsuru olur ve sevgi
kaybolur.
Sevginin kaybolması aşkın kırılması veya bulanmasıdır.
Aşkın kırılması kıyametin kopmasıdır.
Kırılmada arzular ve hedefler “bütüncül=küllî
irâde” yi aşmak veya kontrol etmek seviyesine gelince “kıyamet”i
kopartmış olurlar.
Aşkın bulanması ise kırılmadan daha
tehlikelidir. Düşünün bir kere geceyi gündüzden ayırmak mümkün müdür?
Ayrılmaz denir. Fakat bugünlerde bu ayrılma
olmamışsa da bulanmış gitmiştir.
Suyu akıtmadan bekletirsen zamanla kokar.
Tenkit etmeden çocuk yetiştirirsen, ham kalır. Ancak bu işleri kırılmadan,
bulanmadan ve ayırmadan yapmak gerekir.
Toplumların
çöküşünü hazırlayan kırılmalar ve bulanmalarla iç, dış, maddî ve manevi
sebeplerden biri oluşur. Tetikleme etkisiyle uzun ve kısa vadede kıyamet kopar.
Bu gerçekleşen kıyamette suçlu ve suçsuz aranmasına da gerek duyulmaz. Çünkü
toplumun kıyameti kopmuştur.
Tarihte
millet ve devlet kıyametleri çoktur. Günümüzde ise kimliğinin değişimi ile
görülmektedir. Kıyamet sonucu erime ve asimile olarak yeni bir
oluşum içine düşüş gerçekleşir. Artık çıkışta kaybolmuştur. Mecrasını kaybeden
ırmaklar ancak erezyona tabi kalır. Barikatları seviyeli kılmadan atılan
adımlar sonuçta kıyameti koparacaktır.
Vaktini
kaybeden istekler sonuçta kıyamete sebep olmaktadır. Küçük beyinleri sevgiden
yoksun bırakanlar yerlerini onlara bırakmak istemediklerini açıkca ifade
etmektedir. Gelişme çağındaki beyne şok uygularsan onu yok etmek istiyorsun
demektir. Allah Teâlâ rasülünü dahi kırk yaşına gelince tebliğe vazifeli
kılarken bazı gençlerin vakitsiz öten horozlara dönüşmesi bir yok oluşun
hikâyesini yazmak gibidir.
Son
söz olarak, tarihte benzeri olmayanı tekrar istemek aptallık ve ahmaklıktır.
Olmayan, bir daha olmayacaktır.
GELECEK İSLÂM’IN
[Din insanlığın bir parçası gibi her zaman
var olan bir olgudur. Bu yüzden fertler ve toplumlar için din, en büyük bir
ihtiyaçtır. Nasıl ki hava bizim için vazgeçilmez bir ihtiyaç ise din de iç
dünyamızı saran öyle vazgeçilmez bir ihtiyaçtır. Bu açıdan bakıldığında dinin
hem bireysel hem de toplumsal yapılanmada büyük etkinliği vardır. Fakat din bu
yapılanma içerisinde sihirli bir formül gibi insanlığın tüm sorunlarını çözen
bir olgu olarak düşünülmemelidir. Din insanlara genel ilkeler koyarak
yardımcı olur. Bu genel ilkeler de kişiler için birer yük olarak
düşünülmemelidir. Bilakis bu ilkeler insanın dünya hayatında ve ahiret
düşüncesinde çıkmaza düşmesini engeller, altından kalkamayacağı iş ve
davranıştan kişiyi alı kor, yükünü hafifleten düzenlemeler getirir. Bu durumda
her insanda dini inanç ve tutumların etkisini görmek mümkündür denilebilir.
Fakat her insanın dini emir ve yasaklar karşısındaki tutumunun farklı olacağı
unutulmamalıdır. Kimileri dindardır ve ibadetlerini tam tamına yapar, kimileri
inançlıdır ama emir ve yasaklar konusunda çok hassas değildir. Kimilerinin ise
bu konular ile ilgili tereddütleri olabilir. Ancak her insan yaşadığı sıkıntılı
anlarda bundan kurtulmak için çeşitli çözümler arar. Bazen bunu birileri ile
paylaşır, bazen içine atar, bazen bastırır. İsyan edebilir, başkalarını
suçlayabilir. Bu kişiden kişiye, zamandan zamana ve yaşanılan durumdan duruma
değişebilir. Bu açıdan bakıldığında kişiler sıkıntılarını dini faktörlere
havale ederek rahatlamaktadırlar. Dünyada yaşanılan üzüntüler, adaletsizlikler
karşısında dini inancı insanlar üzerinde etkili olmaktadır. Yaratıcıya kavuşma,
onu görme, ilahi adaletin gerçekleşeceği düşüncesi insanlara mutluluk
vermektedir. Aynı zamanda ölümden korkmamalarına neden olan en önemli şey de
asıl huzur ve mutluluğun ahirette olacağı inancıdır. Fakat bu düşüncelerin yanı
sıra ilahi adalet, cehennem, Allah Teâlâ’ya karşı görevlerini tam yapamama
düşüncesi bir yandan da kaygı oluşturmaktadır. Öyleyse ahirete inanmak bir
açıdan mutluluk sebebi iken başka bir açıdan ise kaygı nedenidir.][5]
[Din faktörü dönem dönem değişse de her zaman
etkili olmasına rağmen, zamanımızda gerekli ilgiyi görmeyerek ihmal
edilmektedir. Bu zamanımızdaki olguların Batı merkezli olması temel belirleyici
etken olmuştur.
Özellikle Soğuk Savaş sonrası dünya
sisteminde ve uluslararası politikada meydana gelen ciddi değişimler sonrasında
din genel anlamda canlanma yaşadı. Artık Batı-merkezli bakış açısı sorunların
çözümlemeleri için yeterli olmamaktadır.
Seküler değerler üzerine kurulan komünist
devlet sisteminin ve Orta Doğu’da Arap milliyetçiliğinin başarısız olmalarını
üstü örtülmüş olan dinin geniş bir coğrafyada tekrar canlanmasına ve ciddi bir
alternatif olarak ortaya çıkmasına sebep olmuştur.
Bugün din, yerel ve küresel düzeyde çok
etkili ve ana belirleyici unsurlardan biri haline gelmiştir. Bundan dolayı dinin
rasyonel bir şekilde bütün ilişkilere eklendiği görülmektedir. Bu durum din
etkisinin anlaşılmasında ve yapıcı rol oynamasını sağlayacaktır. Böyle bir
yaklaşımın doğması dünyanın dindar olması, din kurallarının yaygınlaşması
anlamına gelmemektedir. Böyle bir yaklaşım, dinin etkisinin ve yerinin sağlıklı
bir şekilde anlaşılmasını sağlayacaktır.][6]
Dine dayalı hayat Allah Teâlâ’nın istediği
gelecektir. Bu dinin gerçek manada en güzel şekilde anlaşılacağı dönem
demektir. Allah Teâlâ’nın kulları hakkında takdir ettiği tevhid inancı mükemmel
şekilde bütün insanlar hakkında gerçekleşmesidir. Tam manada bu gelecek dini
hayat Mehdi aleyhisselâmın geldiği dönemin olması öngörülmektedir. Hz. İsâ
aleyhisselâmın nüzulü ile Hıristiyanların İslâm’a geçmeleri Yahudilerin
azgınlıklarının kontrol altına alındığı dönemdir. Bu gelecek tipinde ideolojik
sistemler ve ulus devlet modelleri yok olup din devletinin oluşmasıdır. Bu
devletin ismi “İslam Devleti” olarak anılacak ırklar ve kültürler
bu devletin içinde silik durumda bulunacak ve yok olacaktır. Bazılarınca “Altın
Çağ” olacağı kabul edilen bu devlet “İslâm Devleti” dir.
HUKUK MU, EĞİTİM Mİ?
Zamanımızda hukuk savaşları artınca birde
alıntı yaptığımız bu parçayı bir okuyun. Fikirlerinizde yeni eylemler
oluşacağını düşünüyoruz.
[Devlet bir eylemi ‘kanunlaştıramaz’
yalnızca kanunla yasaklayabilir ya da kendi halinde bırakır.
***
Geleneksel adalet, doğru ve yanlış
kavramlarına dayanır; modern adaletse akıl sağlığı ve akıl hastalığı
kavramlarına.
Hz. Süleyman aleyhisselâm, aynı çocuğun
annesi olduğunu iddia eden iki kadınla konuştu, onları dinledi ve elde ettiği
verilerle gerçek anne olduğunu hükmettiği kadını ödüllendirdi.
Zamanımızda ise bir Amerikalı hâkim aynı
konuyla ilgili olarak pek farklı bir süreç izledi. Böylesi iki kadının
davasına bakan hâkim, içlerinden birinin hezeyanlı olduğu sonucunu çıkarır ve
her iki kadının da psikiyatristlerce muayene edilmesine karar verdi. Tabii
psikiyatristler de, çocuğun yarısını filan değil de tümünü canlı olarak
isteyen ve aksi takdirde hakkından feragat etmeye razı olan kadının bağnaz;
uzlaşma yanlısı olan ve çocuğun yarısını kabul eden kadının daha mantıklı
bulup 'hak sahibi' olduğu sonucuna vardılar. Böylece de
psikiyatristler gerçek annenin şizofreniden mustarip olduğuna karar verip,
çocuğun sahtekâr kadına verilmesini tavsiye ettiler. Tıp uzmanlarının
bulgularına saygılı olarak hâkimin düşünmeden onaylayacağı bir tavsiye…
***
Eski bir atasözü geleceğin kanun
koyucularını, uygulayamayacakları yasakları çıkarmama konusunda uyarır.[7]
Günümüzün Amerikalı kanun koyucularıysa, uygulayamayacakları yasakları çıkarma
konusunda azami ölçüde gayretkeştir.
***
Kanunu çiğneyen şahıs cezalandırılmazsa
kanuna itaat eden aldatılmış olur.
Kanunları çiğneyenlerin cezalandırılması gerekir. Nedeni ise; kanuna uygun
davranışları faydalı diye teşvik etmek ve erdemli diye de tasdik etmek için.
Ceza hukukunun amacı ıslah olamaz ve
olmamalıdır da; söz konusu amaç yalnızca kanunlar düzenin korunması olabilir
ve olmalıdır da.
***
Cezalandırma şimdilerde revaç dışı. Neden?
İnsanlar arasında demokratik aklın iğrenç
bulduğu ayrımlar meydana getirdiğinden. Anlamsız bir ortak suçluluğu anlamlı
bir bireysel sorumluluğa tercih ediyoruz.
***
Cezalandırma ıslah adıyla perdelendiği
müddetçe beşeri bir cezabilim (penoloji) olamaz. Hiçbir şahıs ya da topluluğun
bir başka yetişkini ıslah etme hakkı yoktur. Yalnızca Allah Teâlâ ıslah eder.
Fakat şahısların ve toplulukların cezalandırma yoluyla kendilerini koruma
hakları vardır. Bu cezalandırmalar kınama ya da küçük para cezası ödemek kadar
hafif, hayat boyu mahkûmiyet ya da ölüm cezası kadar da sert olabilir.
***
Biyolojik psikiyatristler akıl
hastalıklarının, gizli bedensel hastalıkların sonucu ya da tezahürü olduğunu
iddia ederler. Tabi onlara göre bu gizli hastalıklar henüz keşfedilmemiştir
ama tıp bilimindeki ilerlemeler sayesinde keşfedilmeyi beklemektedir. Şayet bu
yargının bütün ya da bazı akıl hastalıkları için doğru olduğu kanıtlanırsa,
hastaların tedaviyi reddedebileceği organik hastalıkların mevcut listesine yalnızca
birkaç madde daha eklenmiş olur. Dolayısıyla, sözde akıl hastalığının organik
kökenli olduğunu gösteren deliller zorlamacı psikiyatrinin ikilemlerini
dağıtmaktan çok, ifşa etmeye yarayacaktır.
***
Clarence Darrow'un,[8] cinayet
karşıtı olduğundan, boşanma yanlısı olduğunu söylediği düşünülür. Gerçekten de
karı kocanın birbirine karşı cinayet işlemektense boşanması daha doğrudur. Aynı
şekilde, psikiyatrist ve akıl hastasının birbirine karşı cinayet işlemektense
boşanması daha doğru olmaz mıydı?
Diğer bir deyimle, hastaya yükümlülük yükleme
yoluyla hastayı incitebilen psikiyatrist ve yanlış teşhisten dolayı dava açma
yoluyla psikiyatristi incitebilen hasta örneklerine yol açmaktansa, ayrı ayrı
her biri diğeriyle ilişkisini kesebilmelidir. Böyle bir düzenleme;
psikiyatristin, 'tedavi' diye adlandırdığı ama hastanın saldırı olarak tecrübe
ettiği şeyin, yanısıra da hastanın “nefsi müdafaa” diye adlandırdığı şeyin
önüne geçecektir.
***
Psikiyatral mahpusluğun daima ve zorunlu
olarak insan hakları ihlali olduğunu iddia ediyorum. Neden?
Psikiyatral gardiyanın, cezabilimsel
(penolojik) gardiyanın aksine, hastayı kendinden (ya da akıl hastalığından),
toplumu da hastadan koruyan, çift işlevli bir görevli olduğunu iddia etmesinden
ve buna içtenlikle inanmasından. Psikiyatristin, hastanın çıkarlarına hizmet
ettiği kabul edildiği müddetçe hasta, psikiyatristin tedavisine yönelik
hoşnutsuzluğunu meşrulaştırmaktan mahrum kalır; toplumun çıkarlarına hizmet
ettiği kabul edildiği müddetçe de psikiyatrist, hastayı özgürlüğünden mahrum etmesine
yönelik meşru eleştiriden korunur.
***
Bir mahkeme ancak şu işe yarayabilir….
Zorlamayı meşrulaştırmaya.
Mahkeme, etkin katılım yanlısı hâkimlerin ve
onları destekleyenlerin olmasını istediği şey, yani içtimai yardım ya da
adalet aracı olamıyor. Bundan
ötürü, içtimai hastalıklara yönelik
istem dışı hastaneye yatırılmış akıl hastalarını tedaviye zorlamak gibi
mahkeme emri kaynaklı çareler, sözüm ona ıslah etmeyi hedeflediği sorunları
çözemez, yalnızca kızıştırır.
***
‘Akıl hastalarının medeni haklarını
korumaktan söz etme işi aslında onların medeni haklarını yaralar.’
Kölelerin medeni haklarından söz etmenin,
kölelerle özgür insanlar arasındaki ayrımı dolaylı olarak meşrulaştırması ve
böylece köleleri özgür insanların keyfini çıkardığı özgürlük ve itibardan
mahrum bırakması gibi, akıl hastalarının medeni haklarından söz etmek akıl
hastalarıyla akıllı vatandaşlar arasındaki ayrımı dolaylı olarak
meşrulaştırır. Böylece de akıl hastalarını özgür insanların keyfini çıkardığı
özgürlük ve itibardan mahrum bırakır.
Özgür bir topluluk medeni hakların,
psikiyatral ölçütlerden de bağımsız olmasını kabul edinceye ve bunları talep
edinceye ve kanun koyucularla hukukçular, hekimleri özellikle de
psikiyatristleri yarı tıbbî yaptırımlarla toplumsal denetim uygulama gücünden
mahrum edinceye kadar akıl hastalığıyla
itham edilen bireylerin medeni hakları koruyor olmayacaktır.
***
Amerikan sağlık otoriteleri hem AİDS hem de
istenmeyen hamilelikten korunmak amacıyla 'güvenli cinsellik' uygulaması
olarak prezervatif kullanımını yıllardır teşvik eder.[9]
Ne var ki, Birleşik Devletler'deki birçok yerel kanun (örneğin Syracuse ve New
York'taki kanunlar), satış otomatlarından ve yetkili hekim ya da eczacı hariç
herhangi bir kimseden prezervatif satın almayı yasaklar. Kanuna uymayanlar 150
$ ceza ödeyecek ve azami 150 güne kadar hapiste kalabilecektir. Bu kanunlar uygulanamıyor
tabii.][10]
Sonuç olarak Kanun koymakla, yargılamakla ve
cezalandırmakla bir yere varılmadığı,
sadece insanı iyi bir şekilde yetiştirmek ile bir sonuca varılabileceği
artık görülmektedir.
Kur'ân-ı Kerim'de on küsürü geçmeyen cezanın
bulunduğu, büyük kısmının ahlak ve insanlık hakları hakkında olması, yaptırım
gücü olan yargıya verilen kuvveti sınırlayışı görülmektedir. Önemli olan insan
yetiştirmek ve yetişmesi için çalışmaktır. Eğitimi her üç senede bir allak
bullak olan ülkemizde, eğitimli, olgun ve karakterli insanın yetişmeyişini
görmezlikten gelmek, eğitim kalitesini sürekli aşağılara çekerek, bunu para
kazanılacak bir sektör haline dönüştürüp başka yerlerde akla hayale gelmez
şeyler ile uğraşmak, abesle iştigalden başka bir şey değildir. Bugün terörden çekiyorsak hep eğitimin
zayıflığındandır. Düşünün bir kere, bir insan yaptığı işin sonucunu evvelden
görebilirse hangi hatalı davranışı yapmak ister ki. Tabii ki biz
öğretebildiysek…
Öğretmeden, öğrenmeden bir yerlere gelebilen
ülkeyi, ben duymadım, bilmiyorum. Kitapları çok pahalı satılan, eğitime az para
aktarılan, promosyon olarak ajanda dağıtılan bir ülkede ancak kaos çiçekleri
yetişir. Kütüphanelerindeki kitaplarına ancak para vererek veya bin bir rica
ile ulaşılan ülkede cehaletin önüne TV dizilerindeki aldatma ve zina
hikâyelerinin sonucu beklemekle geçileceğini sanıyorsak, aldanıyoruz demektir.
Halkımızın büyük zamanını alan TV dizileri ile yetişen ülkemiz ileride bir
Arjantin ve Brezilya olacağı kaçınılmaz olacaktır. Arjantin kısa zaman önce
bunalıma girip ekonomik sıkıntı geçirdiği dönemde, milletimizin bu işi kolay
atlatabilmesi geçmişten gelen bir deneyiminin sonucu sayesinde olmuştur. Şimdi
ise bakıyoruz ki, artık o kalıntıda yok oluyor. Ne zaman bu işe dur denilir,
bilemiyorum. Fakat şu kesin ki, ötekilerini kaybetme yolunda hızla ilerleyen
ülkemizin gelecekte hangi konumda olacağı hakkında hangi varsayım geçerlidir,
bunu kestirebilmenin oldukça zor olduğudur….
Bunu bilecek birini arıyorum, buldum diyorum,
bakıyorum o da beni aldatıp dipsiz bir kuyuya sallıyor.Son sözümüz gençlere…! ,
Sizin için her türlü fedakârlıktan kaçınmayan ve sizleri çok seven anne ve
babalarınızı üzmeyin. Ailenizle birlikte her şekilde mutlu olmaya gayret
gösterip huzuru bulma adına, iyi ve faydalı bireyler olarak yetişebilme adına
ebeveynlerinize yardımcı olun. Önce Allah’a sonra sizlere güvenmekten başka
çaremiz kalmadı.
[1] Anthonny
Giddens, Beyond Left and Right-The Future of Radical Politics,
(Cambridge and Oxford: Polity Press and Blackwell Publishers, 1996), 26.
[2] (BARDAK, 2006) ,
s.112-114
[3] Müminûn,
99-100.
Kaynakça
BARDAK
Ahmet Kur`an`da İlm-i Ledünni [Kitap]. - Van: Yüzüncü Yıl Üniversitesi,
Sosyal Bilimler Enstitüsü Yüksek Lisans Tezi 187223 , 2006.
[4] Benjamin Disraeli, (d. 21 Aralık 1804 – ö. 19 Nisan 1881) İngiliz politikacı ve 19. yüzyıl'da birçok
kez İngiltere başbakanı olmuş devlet adamı. Yahudi asıllıdır.
19. yüzyıl'ın ikinci
yarısında İngiliz siyasetinin, Liberal Partili William Gladstone ile birlikte en önemli ismiydi. Muhafazakâr Parti'nin önde
gelen liderlerinden biriydi. 1870 ve1880 yılları
arasındaki başbakanlığı döneminde İngiliz aristokratlarını da arkasına alarak İngiltere siyasetini kontrolü altına almıştır. Kraliçe
Victoria'nın en çok değer verdiği siyasetçiydi. Seçimlerde ezeli
rakibi Gladstone tarafından yenilgiye uğradıktan sonra siyaset sahnesinden
silindi. Sınıf
savaşı ve işçi
sınıfı hakkındaki düşünceleri,1950'li yılların İngiltere'sindeki pragmatik ve merkezci
ekonomi politikaları üzerinde etkili olmuştur.
[5] (ACABOĞA, Ocak–2007) ,
s. 56-57
[6] (ŞAHİN, 2007) ,
s. 175-178
ACABOĞA Asiye ı Din-Mutluluk İlişkisi [Kitap]. - Kahramanmaraş :
Sütçü İmam Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Felsefe ve Din Bilimleri
Anabilim dalı Yüksek Lisans Tezi-204569, Ocak–2007.
ŞAHİN Mehmet Din-Dış Politika İlişkisi: Abd Örneği [Kitap]. -
Ankara : Gazi Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Uluslararası
İlişkiler Ana Bilim Dalı Doktora Tezi-207534 , 2007.
[7] Hz. Ömer radiyallâhü anhın vâli seçiminde, halka kolaylık
açısından ilginç kabul edilebilecek bir prensibi vardı. Halife Ziyad b. Ebu
Sufyan’ı Irak valiliğinden azledince, vali:
-- Ya
Emire’l-müminin, beni niçin görevden uzaklaştırdın? Aciz olduğum için mi, yoksa hain olduğum için mi? diye sormuş, Hz. Ömer de:
-- Azil
sebebi bunların hiç biri değil, lakin aklının fazla olan kısmını ve dehanı halka yüklemeni
istemiyorum, diye cevap vermişti. (İbn Haldun, Mukaddime,C. I, s. 419)
[8] Clarence Darrow (1857-1938): Amerikalı hukukçu,
medeni haklar (civıl rights) savunucusu ve John T. Scopes (1900-1970) adlı bir
lise öğretmeninin 1925 yılında evrim kuramını öğretmekten Ötürü yargılandığı
(ve sonunda suçlu bulunup bilahare beraat ettiği) "Scopes-Monkey"
davasının savunma avukatı
[9] Bazı
tarikatlerde oral yolla cinselliği savunarak dini yaptırımlardaki hadlerden
(cezalardan) kurtulmayı hedefleyerek, müridlerinin nefislerini tatmin ederek
aldatıp, güçlerine güç katarlar. Bu ise onların zararı aza indirme için
düşünülmüş hile-i şeriyyeleridir. Bu şekilde Allah Teâlâ’yı aldatmaya
çalışırlar.
Bilmezler mi ki Allah Teâlâ aldatanların
aldatmasından ve tuzaklarından emindir.
[10] Thomas SZASZ trc: Mehmet ATALAY Vahşi Dil [Kitap]. - İstanbul : Kaknüs,
2006, s.91-95
Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.
Yorumlar