Print Friendly and PDF

İNANÇ SAPMALARI


Hzl: Salih TİMUR

BİRİNCİ BÖLÜM

YAHUDİLERİN İNANÇ SAPMALARI

1-       YAHUDİLİK

Yahudiler tarih boyunca farklı karakterleri ve insanlarla olan sorunlu ilişkileri sebebiyle sürekli gündemde kalmışlardır. Kur’ân-ı Kerim’de en fazla bahsi geçen dini cemiyet Yahudilerdir. Bu nedenle biz de öncelikle çalışmamıza, Yahudiler’de meydana gelmiş ve Kur’ân-ı Kerim’de belirtilmiş olan inanç sapmalarını irdelemeye çalışacağız. Hedefimiz doğrudan herhangi bir dini veya o dinin mensupları arasındaki dini tezahürleri araştırmak olmadığından, sadece Kur’ân-ı Kerim’in belirttiği inanç sapmalarını irdelemeye çalışacağız. Kur’ân-ı Kerim’de belirtilen bazı inanç sapmaları bugün olmayabilir, ancak bu sapmalar kesin olarak yaşanmış ve tekrar yaşanması muhtemeldir.

1.1-                      YAHUDİLİĞE GENEL BİR BAKIŞ

Yahudilik İbrahimi bir gelenekten gelen tek tanrılı (monoteist) bir dindir. Kurucusu olarak kabul edilen Hz. Musa’ya[1] izafeten Yahudiliğe Musevilik de denir. Musevi geleneğine göre Allah, Hz. Musa’ya ahlak, din, ekonomi, hukuk gibi konuları ihtiva eden “Tora”yı vermeden önce İsrail’in ataları ve onların torunları ile ittifak (antlaşma) yapmıştır.[2] Yapılan bu anlaşma Kur’ân-ı Kerim’de şu şekilde geçmektedir:

“Sizden misak almış ve Turu üstünüze yükseltmiştik (ve demiştik ki:) "Size verdiğimize sımsıkı yapışın ve onda olanı (hükümleri sürekli) hatırlayın ki sakınasınız. " [3]

Bu nedenle Yahudi geleneğinde bu ahdin özel bir önemi vardır. Yahudi inanışa göre başlarına gelen her türlü felaketin sebebi bu ahde uymamalarıdır.

Yahudilik, Bâbil sürgününden sonra millî bir din haline getirilmiştir. Ancak bu din, tek Tanrı inancına sahip olması ve mukaddes kitaba ve peygamberlere yer vermesi sebebiyle millî dinlerden; millileştirilip bir ırka tahsis edilmesi sebebiyle de ilâhî dinlerden farklı bir mahiyet arz etmektedir. Aslında bugünkü Yahudiliğin bir din mi, ırk mı, yoksa millet mi olduğu pek net değildir. Tartışmaya girmeden önce onun kendine has nitelikleri bulunan bir din olduğu, benzerinin bulunmadığı ve bu yüzden de tanımının zor olduğu söylenebilir. Çünkü Yahudilik’te din ve ırk iç içe girmiş olduğundan birini diğerinden ayırmak güçtür.[4] “Ahid”, Yahudilik tarihinde çok önemli bir yere sahiptir. Bu “Ahid”, Tanrı-İsrail-Torah üçlü bağı olup, hiçbir şekilde çözülmez olduğuna inanılan bir bağdır.[5] Bu anlamda Yahudiliğe “Ahid Dini” de denmektedir. Bu Ahid çerçevesinde Yahudiler kendilerini Allah nezdinde üstün kılınmış, “imtiyazlı bir millet” olarak görürler. İleride açıklayacağımız gibi bu imtiyazın belli şartlara bağlı olarak bir dönem vuku bulduğu Kur’ân-ı Kerim tarafından da desteklenmektedir:

“Ey İsrailoğulları, size bağışladığım nimetimi ve sizi (bir dönem) âlemlere  üstün kıldığımı hatırlayın . [6]

Yahudilik ilâhî kaynaklı dinler arsında mensubu en az olan bir dindir. Mensuplarının çokluğu itibariyle ancak dünyanın 11. dini olabilmiştir. Günümüzde başta İsrail olmak üzere dünyanın çeşitli yerlerinde yaklaşık 15-24 milyon Musevi vardır. Bunun başlıca sebebi Yahudilerin kendilerini seçilmiş bir millet olarak görmeleri ve dinlerini milli bir din haline getirmiş olmalarıdır.[7] Bu anlayış aynı zamanda İsrail oğullarının kendilerini diğer milletlerden üstün görmelerine de sebep olmuştur. Bunun için Yahudilik, Yahudiler tarafından bir risalet olarak insanlığa sunulmamıştır.[8]

İsrailoğullarına ait bir din olarak kabul edilen Yahudiliğin tarihi, aslında Yahudilerin tarihinden başka bir şey değildir. Konumuzla doğrudan bir ilgisi olmadığı için bu konuya detaylı olarak girmeyeceğiz. Ancak şunu söylemek gerekir ki, Yahudilerin gerek esaret dönemlerinde ve gerekse egemen olduğu dönemlerde ciddi olarak dinlerini de mevcut koşullar çerçevesinde[9] şekillendirmişlerdir. Başka bir ifadeyle Yahudilik ve onun evrimi, bu insan gurubunun maruz kaldığı zilletle ve aşağılanmışlıkla[10] dolu tarihindeki değişikliklere kesin olarak bağlı kalmıştır.[11]

1.2-                      YAHUDİLERİN ALLAH İNANCI

Yahudiler genel anlamda Allah’a iman etmekle beraber, tarih boyunca imanlarında samimiyetsiz ve ciddiyetsiz bir tavır takınmışlardır. Yüce Allah’ın kendilerine verdiği nimetlere[12] ve gösterdiği onca mucizelere rağmen başta âlimleri olmak üzere Yahudilerin kahir ekseriyeti Yüce Allah’a karşı isyan içeren sorgulayıcı ve pazarlıkçı[13] bir tavır takınmışlardır. Yahudilerin Yüce Allah hakkındaki genel tutumları, onların Allah’a iman etmek istemediklerini[14] ve onun emirlerine boyun eğmediklerini gösteriyor. Bu bağlamada Yahudilerin Yüce Allah hakkındaki saplantılarını âyetler ışığında şu şekilde sıralayabiliriz:

1.2.1-                      PUTA TAPMALARI

İsrailoğullarının ilk sapmaları şirke olmuştur. Onlar taştan, tahtadan ve benzeri şeylerden yapılmış putlara tapmayı adet haline getiren bir kavmin putperest dinine meyletmişlerdir.[15] Hz. Ali kerremallâhü veche’nin ifadesiyle ayaklarında (mucizevî bir şekilde geçtikleri, Kızıldeniz'in) suyu kurumadan, peygamberine: "O Mısırlıların ilahları gibi, bize de ilahlar yap" [16] demişlerdir.

“İsrailoğullarını denizden geçirdik, orada kendilerine mahsus birtakım putlara tapan bir kavme rastladılar, Bunun üzerine: Ey Musa! Onların tanrıları olduğu gibi, sen de bizim için bir tanrı yap! dediler, Musa: Gerçekten siz cahil bir toplumsunuz, dedi, [17]

Hz. Musa, Firavun'a ve onunla birlikte olanlara mesajını iletip İsrailoğullarını Mısır'dan çıkarıp denizden geçirinceye kadar yirmi üç sene geçmişti.[18] Bir toplumun dönüşümü için kısa olmayan bunca zamana ve peygamberleri tarafından eğitilmelerine rağmen İsrailoğulları özgün ve öncü bir toplum olmayı becerememişlerdir. Putperestliğin tortularını kalplerinde taşıdıkları ve firavunların hâkimiyetleri altında geçirdikleri kölelik hayatının etkilerinden kurtulamadıkları her hallerinden belliydi.[19] Nitekim Hz. Musa (aleyhisselâm) içlerinden ayrılır ayrılmaz İsrailoğulları hemen puta tapmışlardır:

“Musa'ya kırk gece (vahyetmek üzere) söz vermiştik. Sonra haksızlık ederek buzağıyı (tanrı) edindiniz ”[20]

Böylece Hz. Musa’nın uyarısı ve nehyetmesi nedeniyle gerçekleştiremedikleri[21]niyetlerini, Hz. Musa’nın gıyabında gerçekleştirmişlerdir. Yüce Allah küfürleri sebebiyle kalplerine buzağı sevgisini koyarak onların basiretlerini köreltmiştir. Çünkü onlar “işittik ve itaat ettik” demeleri gerekirken, “işittik ve isyan ettik” demeyi tercih ettiler.[22]

Firavun tarafından erkeklerin öldürülmesine engel olamayan bu insanlar Hz. Harun (aleyhisselâm)ın uyarılarına rağmen buzağıyı ilah edindiler ve bunun Hz. Musa’nın ilahı olduğunu iddia edecek kadar ileri gittiler:

“Hakikaten Harun, onlara daha önce şöyle demişti: Ey kavmim! Siz bunun yüzünden sadece fitneye uğradınız. Sizin Rabbiniz şüphesiz çok merhametli olan Allah'tır. Şu halde bana uyunuz ve emrime itaat ediniz. Onlar: Biz, dediler, Musa aramıza dönünceye kadar buna tapmaktan asla vazgeçmeyeceğiz.”[23]

Yahudilerin şirke olan yönelimi sadece Hz. Musa’nın dönemiyle sınırlı değildir. Hz. Süleyman’ın vefatından sonra, altından iki buzağı heykeli yapmışlar ve; “ bizi Firavun’un zulmünden kurtaran ilahlar bunlardır” deyip insanları onlara tapmaya çağırmışlardır. Çok az bir kısmı hariç, Yahudilerin büyük bir çoğunluğu buzağı heykeline tapmışlardır.[24]

Yahudiliğin tarihteki durumu, insanlığın İslâmi tecrübesinin önemli bir kesitini teşkil etmektedir.[25]Yahudiler tutum ve davranışlarıyla doğrudan veya dolaylı olarak kendilerinden sonraki ümmetleri de etkilemiştir ve etkilemektedirler. Özellikle Hıristiyanların İsa(aleyhisselâm)ı “hâşâ” Yüce Allah’ın oğlu olarak telakki etmelerinde ve bilginlerini ilahlar edinmelerinde Yahudilerin büyük bir etkisi olmuştur.[26] Bu sebeple Hz. Peygamber (sallallâhü aleyhi ve sellem) Yahudileri sürekli gündemde tutmuş ve ümmetini onların tavırlarına benzer tavırlardan sakındırmıştır. Günümüzde yaşanan birçok savaşın körükleyicileri Yahudilerdir. Aynı zamanda birçok materyalist fikirlerin de öncüleri Yahudi bilginleridir.[27] Dolayısıyla Rasûlullah (sallallâhü aleyhi ve sellem)’in bu uyarısının ne denli önem arz etiğini günümüzde daha iyi anlıyoruz.

Rasûlullah (sallallâhü aleyhi ve sellem) ve beraberindeki mü’minler, Hayber Seferi’nde müşriklerin silahlarını astıkları ve yanında ibadet ettikleri “Zat el-Envat” denilen bir ağaca rastladılar. Müslümanlardan bazıları bunu gördüklerinde: “Ey Allah’ın Elçisi; onların Zat el-Envat’ları olduğu gibi bize de bir Zat el-Envat yap” dediler. Bunun üzerine Allah elçisi: “Allah’a yemin olsun ki, siz Hz. Musa’ya: ‘Ey Musa! Onların tanrıları olduğu gibi, sen de bizim için bir tanrı yap’ diyenlerin dediklerini söylüyorsunuz. Muhakkak ki siz, sizden öncekilerin yolundan gidiyorsunuz.”[28] diyerek, ümmetini inanç konusundaki muhtemel sapmalara karşı sürekli uyarmıştır.

1.2.2-                      ALLAH’I AÇIKÇA GÖRMEK İSTEMELERİ

Yahudilerin Allah’a iman noktasındaki samimiyetsizliklerinden bir diğeri de Allah’ı açıkça görmek istemeleridir. İsrailoğullarının bu istekleri samimiyet içermiyordu. Amaç peygamberi güç durumda bırakmaktı. Hz. Musa (aleyhisselâm) da Yüce Allah’tan aynı şeyi istemişti.[29] İsteklerin gerisindeki niyetleri bilen Yüce Allah, benzer talebe farklı bir şekilde cevap vermişti:

“Bir zamanlar: ‘Ey Musa! Biz Allah'ı açıkça görmedikçe asla sana inanmayız, ’ demiştiniz de bakıp durur olduğunuz halde hemen sizi yıldırım çarpmıştı.”[30]

Taberî şöyle der: İsrailoğulları, buzağıya tapmalarından dolayı Allah'a tevbe edince, Allah kendisinden özür dilemek üzere buzağıya tapanlardan bir grup erkeği seçip huzuruna getirmesini Hz. Musa'ya emretti. Bunun üzerine Hz. Musa İsrailoğullarının ileri gelenlerinden yetmiş kişiyi seçti. Nitekim Yüce Allah bu hususu şöyle açıklamıştır:

“Musa, tayin ettiğimiz vakitte kavminden yetmiş adam seçti. ,[31]

Musa (aleyhisselâm) onlara, oruç tutmalarını, bedenlerini ve elbiselerini temizlemelerini emretti. Onlar da bu emri yerine getirdiler. Hz. Musa onları Tur-ı Sina'ya götürdü. Onlar, Hz. Musa'ya: “Bizim için, Rabbimizden O'nun kelâmını işiteceğimiz şekilde hitap etmesini iste.” dediler. O da: “İsteyeyim” dedi. Hz. Musa dağa yaklaşınca üzerine bir bulut çöktü, her tarafını kuşatacak şekilde dağı sardı. Bu seçkin grup gelerek bulutun içine girdiler ve secdeye kapandılar. Hz. Musa' ya emir ve nehiyler veren Yüce Allah'ın kelamını işittiler. Bulut dağılınca Hz. Musa onlara döndü. Onlar Hz. Musa'ya: [32]

“Ey Musa, biz Allah'ı açıkça görmedikçe sana asla inanmayacağız.”[33] dediler.

1.2.3-                       ALLAH’A OĞUL İSNAT ETMELERİ

Yahudilerin Allah konusundaki inanç sapmalarından biri de Yüce Allah’a oğul isnat etmeleridir:

“Yahudiler: "Üzeyir Allah'ın oğludur" dediler; Hıristiyanlar da: "Mesih Allah'ın oğludur" dediler. Bu, onların ağızlarıyla söylemeleridir; onlar, bundan önceki inkâr edenlerin sözlerini taklid ediyorlar. Allah onları kahretsin; nasıl da çevriliyorlar? ”[34]

Yahudilerin bunu söylemelerinin sebebi, Tevrat ile amel etmeyi terk etmeleri, peygamberlerini de öldürmeye başlamalarıdır. Yüce Allah Tevrat’ı aralarından kaldırmış ve sinelerinden silmişti.[35] Tevrat'ı bilen kalmamış; Tevrat'ı bilenlerin kimi ölmüş, kimi öldürülmüş, kimi de unutmuş gitmişti. Nihâyet Tevrat ve Tabut (kutsal emanetlerin bulunduğu sandık) ortadan kaldırılmıştı. Daha sonra Üzeyir (aleyhisselâm) yüz senelik ölümden sonra Allah'a yalvarmış ve Tevrat kendisine ilham edilmiştir. Üzeyir (aleyhisselâm), İsrailoğullarına gelerek, Tevrat'ı yeniden yazmıştır.[36] Yazılan bu Tevrat, orijinaliyle olanıyla ayni çıkınca Yahudiler bunu yapanın ancak Allah’ın oğlu olabileceğini iddia ettiler.[37] Ancak Tevrat’ın vahiy veya ilham yoluyla, orijinal haliyle tekrar yazıldığı iddiası sadece Yahudilere aittir.[38] Genel kanaat ise, Üzeyir (aleyhisselâm)’ın İsrailoğulları tarihinde çok önemli bir yeri olan müceddid bir şahsiyet olduğu ve Tevrat’ı hafızasına dayanarak yazdığıdır.[39] Onun yazdığı Tevrat da, daha sonra

Suriye-Selevkos Krallığı döneminde Antiokhosn denilen zorba zamanında yok olmuştu.[40]

Hz. Musa’dan sonra İsrailoğulları için en önemli şahsiyet Üzeyir (aleyhisselâm)’dır. Üzeyir (aleyhisselâm)’ı Allah’ın oğlu olarak kabul edenler Yahudilerin sadece bir kısmıdır. Bazı rivâyetlere göre bunu söyleyen sadece “Fenhas” ismindeki bir Yahudi’dir. "Şüphesiz ki Allah fakirdir. Biz ise zenginiz” diyen de bu kişidir.

Abdullah b. Abbas'a göre ise, Üzeyir(aleyhisselâm)’in, Allah’ın oğlu olduğunu söyle­yen kişi sadece bir Yahudi değil, bir kaç Yahudi’dir. Bunlar da Selam b. Mişkem, Numan b.Evfa, Şa's b. Kays ve Malik b. Sayf’dır. Bunlar, Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellemin yanına gelip ona: “Biz sana nasıl tâbi olalım? Çünkü sen, bizim kıblemiz olan Kudüs'ü bıraktın. Üzeyir’in, Allah’ın oğlu olduğu inancını da kabul etmiyorsun.” demişler ve bunun üzerine bu âyet nazil olmuştur.[41]

Yahudi teolojisine yöneltilen tartışmalı eleştirilerden bir tanesi de, Yahudilerin Allah’a çocuk isnat etmeleridir. Çünkü Yahudiler bunu kabul etmedikleri gibi, bu noktada Hıristiyanları da eleştirirler. Kur’ân-ı Kerim’de Hıristiyanlara paralel olarak Yahudilerin de Allah’a oğul isnat ettikleri belirtildiğine göre, Kur’ân’ın bu ifadesini nasıl yorumlamak gerekir? Elbette ki, başka kaynaklarda yer almadığı için Kur’ân’ın bu ifadesinin doğruluğunu tartışmak söz konusu olamaz. Kur’ân-ı Kerim de, tüm zamanlarda ve bütün Yahudilerin bunu iddia ettiklerine dair bir ifade kullanmaz.[42] Genel Yahudi din tarihinde Yahudilerin Allah’a oğul isnat ettiklerine ilişkin bir bilgi olmamakla birlikte, tarihte iz bırakmamış bir Yahudi grubunun böyle bir inanca sahip olduğunu söylemek, salt Kur’ân’ı doğrulama amacıyla girişilmiş bir çaba olarak görülmemelidir. Bilindiği gibi Kur’ân, indiği çevredeki dinî grupların inanç ve davranışlarından söz eder ve onları eleştirir. Kur’ân’ın geçmişteki İsrail peygamberleri döneminde yaşayan Yahudilerden söz eden âyetlerinin dışındaki âyetler, Hz. Muhammed sallallâhü aleyhi ve sellem zamanındaki Hicaz bölgesi Yahudilerini muhatap alır. Hicaz Yahudileri ise, dinî kültür bakımından oldukça ileri seviyede olan Irak (Babil) ve Filistin Yahudileriyle mukayese edildiği zaman, Yahudi tarihinde yok sayılacak kadar önemsizdirler. İslâm kaynaklarının dışında onlardan bahseden başkaca kaynak yoktur. Yahudi tarihinde pek fazla önemi olmayan Hicaz Yahudileri Yahudi kaynaklarında hiç yer almamıştır[43]

İşte Yahudilerin bir kısmı tarafından benimsenen Allah’a çocuk isnat etme inancı, Kur’ân-ı Kerim’de kesin bir şekilde reddedilmekte ve Allah’a karşı büyük bir iftira olarak telakki edilmektedir:

"Allah çocuk edindi" dediler. Hâşâ; O, bundan münezzehtir. Göklerde ve yerde olanların hepsi O'nundur, hepsi O'na boyun eğmiştir. " [44]

Yahudilerin bu iddiaları birçok yönden batıldır:

Yüce Allah’ın dışında kalan bütün varlıklar muhdes olup, muhdes olan bir varlığın ise vacibu'l-vücud olan bir varlığın çocuğu değil ancak mahlûku ve kulu olur. Ayrıca çocuğun babasının cinsinden olması gerekir. Buna bağlı olarak da bazı yönlerden babasına benzemesi ve bazı yönlerden de ayrılması gerekir. Bu sebeple çocukta hem muhdes hem de murekeb iki yönünün olması gerekir ki bu benzerlik Allah için söz konusu değildir. Ayrıca Çocuk, babanın kendi işlerini yerine getirmede âciz kaldığı durumlarda, onun yardımı umulduğu ve yaşlılıkta kendisine ihtiyaç duyulacağı için istenir. Buna göre, çocuk yapmak ancak kendisine fakirlik, acizlik ve ihtiyaç arız olacak kimseler için düşünülür. Bütün bunlar Cenâb-ı Hakk için muhal olunca, Allah'ın çocuk edinmesi de muhal olur.[45]

Netice olarak Yüce Allah “De ki: O Allah birdir. "[46] âyeti ile zatında ve hakikatinde tek olduğu gibi, terkibin ve çokluğun bütün çeşitlerinden münezzeh olduğunu bildirmiştir.[47] Bu sebeple, bir insanı konumu ne olursa olsun yarı-tanrısal bir konuma yüceltmek ve mecazî anlamda da olsa Allah'a nispetle onu “oğul” yerine koymak, Allah’a iftira olacağından Yüce Allah onu affedilemez biçimde “şirk" kabul[48] etmekte ve bir inanç sapması olarak telakki etmektedir.

1.2.4-                       ALLAH’I CİMRİLİKLE İTHAM ETMELERİ

Yahudilerin Allah inancı konusundaki sapmalarından bir diğeri de Yüce Allah’ı cimrilikle itham etmeleridir. Yahudilerin bu sapması Kur’ân’ı Kerim’de şöyle ifade edilmektedir:

“Yahudiler: "Allah'ın eli bağlıdır. " dediler. Onların elleri bağlandı ve söylediklerinden dolayı lanetlendiler. Hayır; Onun iki eli açıktır, nasıl dilerse infak eder. Andolsun, Rabbinden sana indirilen, onlardan çoğunun taşkınlıklarını ve inkârlarını arttıracaktır. Biz de onların arasına kıyamet gününe kadar sürecek düşmanlık ve kin salıverdik. Onlar ne zaman savaş amacıyla bir ateş alevlendirdilerse Allah onu söndürmüştür. Yeryüzünde bozgunculuğa çalışırlar. Allah ise bozguncuları sevmez. "[49]

Yahudilerin “Allah’ın  eli bağlıdır " ifadesiyle neyi kastettikleri ve bu ifadeyi neden kullandıkları konusunda şu görüşler öne sürülmüştür:

“Elin bağlı olması ” ifadesi her şeyden önce mecazi olarak cimriliği ifade eden bir tabirdir. Buna karşın “elin açık olması " tabiriyle de cömertlik ifade edilir:

“Elini boynunda bağlanmış olarak kılma, büsbütün de açık tutma. Sonra kınanır, hasret (pişmanlık) içinde kalakalırsın. ’[50]

Yahudiler bununla Yüce Allah’ın cimri olduğunu söylemek istemişlerdir. Çünkü Yüce Allah’ın kendilerine verdiği nimetleri her zaman az görmeleri ve onlara şükretmeyerek daha fazla istemeleri[51] Yahudilerin karakteristik özelliklerindendir. Yüce Allah Yahudilere verdiği nimetlerin sayısız olduğunu hatırlatarak, [52] onlara söyledikleri bu çirkin söz nedeniyle beddua etmektedir. Çünkü cimrilik Yüce Allah’ın sevmediği ve kulları için de büyük bir ahlâkî kusur olarak telakki ettiği bir tutumdur.[53]

Bu sözü söyleyen Yahudilerin bir kısmı olduğu halde tüm Yahudilere nispet edilmiştir. Bunun sebebi ise, Yahudi toplumunda sokaktaki adamın dahi bu sözü cahilce tekrarlar hale gelmiş olmasıdır. Genel bir ifadenin kullanılmasının başka bir sebebi de, Yahudi halkının kendisine itibar ettiği bir din adamı veya lider (rivâyete göre Finhâs b. Âzûrâ) tarafından söylenmesi[54] ve bunun adeta bir ümmetin genel kanaati haline gelmiş olmasıdır.[55]

Yahudilerin bu ifadeyle kastettikleri başka bir anlam ise, Yüce Allah’ın sınırsız bir güce sahip olmadığıdır. Onlar içerisinde, bunu iddia eden bilginlerin görüşlerini benimseyen kimselerin olması muhtemeldir. Bu bilginlere göre, Allah mucip liz-zât(zatından dolayı bir şeyi gerekli kılan)tır. Dolayısıyla sonradan meydana gelen varlıkların meydana gelişi ancak tek bir tarz ve tek bir şekilde mümkün olur. Yüce Allah o şeyleri meydana geldikleri şeklin dışında başka bir şekilde meydana getirmeye kadir değildir. Binaenaleyh bu bilginlerin görüşünü benimseyen Yahudiler, Allah'ın varlıkları değişik bir şekilde yaratmaya muktedir olmadığı yolundaki görüşlerini, "elinin bağlı olması" olarak ifade etmişlerdir.

Başka bir görüşe göre de, Yahudilerin bu sözü söylemelerinin sebebi Hz. Peygamber’in gönderildiği dönemde, Yahudiler ekonomik olarak en ileri topluluk iken İslâm karşısında prestij kaybına uğrayıp ekonomik olarak sıkıntıya düşmeleridir. İşte bu ekonomik sıkıntıları, onları hidâyete yöneltmesi gerekirken Yüce Allah hakkında kötü zanda bulunarak onu cimrilikle itham etmelerine neden oldu.

Bir diğer görüşe göre ise Yahudilerin bu sözü söylemelerinin sebebi, o gün Müslümanların yaşadıkları maddi sıkıntılardır. Bu sözü söylemekle hem Müslümanlara olan teveccühü kırmayı, hem de Müslümanları alaya alarak morallerini bozmayı amaçlamışlardır.[56]

1.2.5-                       ALLAH’I FAKİRLİKLE İTHAM ETMELERİ

Yahudilerin inanç konusundaki sapmalarından bir diğeri de Yüce Allah’a izafe ettikleri fakirlik sıfatıdır.

“Andolsun; ‘Gerçek, Allah fakirdir, biz ise zenginiz’ diyenlerin sözlerini Allah işitmiştir. Onların bu sözlerini ve peygamberleri haksız yere öldürmelerini yazacağız ve: "Yakıcı olan azabı tadın" diyeceğiz ”[57]

Bu hususta Abdullah b. Abbas diyor ki: “Ebubekir es-Sıddik, Yahudilere ait olan ve “Beytü’l-Makdis” diye adlandırılan, Yahudilerin içinde kitap okudukları medreseye girdi. Yahudilerden birçoğunun, âlimleri ve hahamları olan "Finhas" isimli birinin etrafında toplandıklarını gördü. Onun yanında yine, hahamların ileri ge­lenlerinden biri olan “Eşya” da bulunuyordu. Ebubekir, Finhas’a: "Vay haline ey Finhas, Allah’tan kork ve Müslüman ol. Allaha yemin olsun ki siz, Muhammed sallallâhü aleyhi ve sellemin Allah’ın peygamberi olduğunu ve Allah katından size, doğru olanı getirdiğini biliyorsunuz. Siz onun, yanınızda bulunan Tevrat’ta ve İncil’de yazılı olduğunu görüyorsunuz." dedi. Finhas da Ebubekir’e: "Vallahi ey Ebubekir, bizim Allah’a bir ihtiyacımız yoktur. Biz fakir değiliz. O bize muhtaçtır. Bize göre o fakirdir. O’nun bize yalvardığı gibi biz O’na yalvaramayız. Bizim O’na ihtiyacımız yoktur. O ise bize karşı ihtiyaçsız değildir. Şâyet O’nun bize ihtiyacı olmasaydı, arkadaşınız Muhammed’in zannettiği gibi biz O’na mallarımızı ödünç olarak vermezdik. O, (Allah) size faizi yasaklarken, bize faiz veriyor. Şâyet O’nun bize ihtiyacı olmasaydı bize faiz vermezdi.” dedi. Bunun üzerine Ebubekir hiddetlendi ve Finhas’ın yüzüne dehşetli bir tokat indirdi ve şöyle dedi: "Hayatım kudret elinde olan Allah’a yemin olsun ki, eğer bizimle sizin aranızda anlaşma olmasaydı ey Allah düşmanı, elbette ki senin boynunu vururdum." Bunun üzerine Finhas, Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve selleme gitti ve ona : "Ey Muhammet! Bak, arkadaşın bana ne yaptı?" dedi. Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem  Ebubekir’e: "Seni bunu yapmaya sevk eden sebep nedir?" diye sordu. Ebubekir de dedi ki: "Ey Allah’ın Rasulü, bu Allah düşmanı aşırı bir söz söyledi. Bu zannediyor ki Allah fakir de kendileri zengin. İşte böyle söyleyince sözlerinden dolayı kızdım ve yüzüne vurdum." Finhas bunu inkâr etti. "Ben böyle bir şey söylemedim." dedi. İşte bunun üzerine Yüce Allah Finhas’ı yalanlayıp Ebubekir’i tasdik ederek bu âyeti indirdi.[58]

Bu konudaki başka bir rivâyette ise şöyledir:

“ Allah'a karşılığını çok arttırma ile kat kat arttıracağı güzel bir borcu verecek olan kimdir? Allah, daraltır ve genişletir ve siz O'na döndürüleceksiniz. "  [59] âyetinin nazil olması üzerine buradaki zarif ifadeyi anlamayan veya anlamazlıktan gelen Yahudiler bu âyetle alay etmiş ve "Allah servetini kaybetti, şimdi de kullarından borç istiyor" demişler, bunun üzerine bu âyet inmiştir. Başka bir rivâyete göre ise Bakara suresindeki âyet inince, Yahudiler Hz. Peygamber'e gelerek: "Ey Muhammed! Rabbin fakir mi ki kullarından borç istiyor?" diyerek âyeti hicvetmeye başladılar.[60]

Yahudiler Yüce Allah’ın fakir olduğuna inanmadıkları halde, Yüce Allah’ı alaya almak, fakir mü’minleri şüpheye düşürmek ve yaldızlı sözlerle alt tabakadakileri etkilemek için bunu söylemişlerdir.[61] Âyette her ne kadar Yahudilerden açıkça söz edilmemişse de, peygamberleri haksız yere öldürenler[62] âyetinin bağlamında düşünüldüğünde, bundan kastedilenlerin Yahudiler olduğu anlaşılıyor. Peygamberi açıkça öldürenlerin bunu söylemekten de çekinmeyecekleri açıktır.[63] Bu sözü söyleyen Yahudilerin bir kısmı olmasına rağmen, diğerlerinin de buna rıza göstermeleri sebebiyle bu söz tümünü şamil olacak şekilde ifade

edilmiştir.[64]

Sonuç olarak, Yahudilerin bu inanç sapmasının tarihi bir olgu olarak sınırlandırılamayacağı açıktır. İnsanların sebep olduğu menfi durumların faturasını Allah’a kesenler her dönemde olacaktır. Bu psikolojik bir hastalıktır. Esasında Allah’tan başkasına karşı duyulan korkunun kendisi bir hastalık iken, özellikle fakirlik korkusu şeytanın kışkırtmasından kaynaklanan çok ciddi davranış ve tutum bozukluklarına da sebep olan ruhi bir hastalıktır. [65] İnsanların kendi ellerinin kazandığı dolayısıyla, karada ve denizde ortaya çıkan fesat,[66] onları tefekküre ve Allah’a yöneltmesi gerekirken bunun faturasını Allah’a kestiler. Ehl-i Kitap olması dışında, müşriklerle ruhi benzerlikleri tıpa tıp aynı olan Yahudiler, tutum ve davranışlarıyla müşriklerle aynı tavrı sergilemişlerdir. Bütün değerlendirmelerinde maddiyatı ölçü kabul eden, maneviyatta yer bırakmayan psikolojik bir ruh hali.. ,[67]

“Ve onlara: "Size Allah ın rızık olarak verdiklerinden infak edin" denildiği zaman, o inkâr edenler iman edenlere dediler ki: " Allah'ın, eğer dilemiş olsaydı  yedireceği kimseyi biz mi yedirecekmişiz? Gerçekten siz, apaçık bir şaşkınlık içindesiniz. ’[68]

Bu sadist ruh, kâfirin ruh yapısıdır. Allah’ı fakirlikle itham edenlerin ruhu gibi. Müminin ruh yapısı ise, kendileri zaruret içinde bulunsalar bile başkalarını kendilerine tercih eden ve nefislerinin cimriliğinden kendilerini koruyan ruh yapısıdır.[69]

1.2.6-                       ALLAH’I YORGUNLUKLA İTHAM ETMELERİ

Yahudilerin Allah inancı konusundaki sapmalarından bir diğeri de kudreti sonsuz ve sınırsız olan Yüce Allah’ı yorgun düşmek, istirahat etmek gibi sıfatlarla nitelendirip, yaratılmışların mahkûm olduğu seviyeye düşürmeleridir. Bu inanç sapması Yahudiler içerisinde en çok kabul edilen ve tezahürü en çok olan sapmadır. Bu sapma bu günkü muharref Tevrat’ta da yerini almıştır.[70]

Hz. Peygamber Medine’ye geldiğinde bunu iddia eden ve bu konuda Hz. Peygamberle tartışan Yahudiler olmuştur. İbn-i Abbas'tan gelen bir rivâyette, Yahudiler Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve selleme gelip ona göklerin ve yerin yaratılmasını sordular. Bunun üzerine Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem şöyle buyurmuştur: "Allah Tealâ yeryüzünü pazar ve pazartesi günleri yaratmıştır. Salı günü dağları ve dağlardaki faydalı şeyleri, çarşamba günü ağaçları, suyu, şehirleri, medeniyetleri ve harabeleri, perşembe günü ise gökyüzünü yaratmıştır. Cuma günü yıldızları, güneşi ve ayı yaratmış, geriye son üç vakit kalmıştır. Birinci vakitte ölümlü olan mahlûkların ölünceye kadarki ecellerini takdir etmiş, ikinci vakitte insanların istifade edeceği her şeyden afeti kal­dırmış, üçüncü vakitte ise Âdem (aleyhisselâm)’ı yaratıp cennete koymuş ve şeytana Âdem (aleyhisselâm)’a secde etmesini emretmiş, en son vakitte de onu cennetten çıkarmıştır. “Yahudiler ‘Sonra ne oldu, ya Muhammed!’ deyince Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem: ‘Sonra Allah arşa istiva etmiştir. (arşı kuşatmıştır) ’ buyurdu. Yahudiler: "Doğru söyledin, ama tamamını söyleseydin ya! Sonra da Allah dinlenmiştir." demeleri üzerine Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem buna çok kızdı. Bunun üzerine:

“Andolsun ki gökleri, yeri ve bu ikisi arasında bulunanları altı günde yarattık. Bize yorgunluk da dokunmadı. ”[71] âyeti nazil oldu.[72]

Hasen ve Katade'den gelen başka bir rivâyette ise; Yahudiler Allah mahlûkatı altı günde yaratmış yedinci günde dinlenmiştir deyince, Allah Tealâ söz konusu âyeti indirmiştir. Bu yedinci gün cumartesi günüdür. Yahudiler bu günü dinlenme günü diye isimlendirmektedir.[73]

Yüce Allah birçok âyette; göklerin ve yerin yaratılışından bahsetmektedir. Ancak bunların hiç birisinin kendisi için zor olmadığını, bir şeyin var olması için “ol” demesinin yeterli olduğunu[74] ve her şeyin isteyerek veya istemeyerek O’na boyun eğdiğini[75] belirtmiştir. Yaratma konusunda Yüce Allah’ın kudretinde herhangi bir eksiklik veya kaos düşünülemeyeceği[76] gibi, yaratıklara arız olan yorgunluk gibi herhangi bir zaafla da nitelendirilemez.[77]

1.2.7-                      ALLAH’I KİŞİLEŞTİRMELERİ

Yahudilerin Yüce Allah’ı kişileştirerek beşerin seviyesine indirgemesi bu günkü muharref Tevrat’ın birçok âyetinde açıkça zikredilmiştir. Bu saplantının başında Yüce Allah’ın (hâşâ) bir insanla güreşmesi iddiası gelir. Bu iddiaya göre Hz. Yakup(aleyhisselâm) Allah ile güreşmiştir:

“Ve Yakub yalnız başına kaldı ve seher sökünceye kadar bir adam onunla güreşti. Ve onu yenmediğini görünce, uyluğunun başına dokundu ve onunla güreşirken Yakub’un uyluk başı incindi. Ve dedi: Bırak gideyim, çünkü seher vakti oluyor. Ve dedi: Beni mübarek kılmadıkça seni bırakmam. Ve ona dedi: Adın nedir? Ve o dedi: Yakub. Ve dedi: Artik sana Yakub değil ancak İsrail denilecek; çünkü Allah ile insanlarla uğraşıp yendin. Ve Yakub sorup dedi: Rica ederim, adını bildir. Ve dedi: Adımı niçin soruyorsun? Ve orada onu mübarek kıldı. Ve Yakub o yerin adını Peniel koydu; çünkü Allah’ı yüz yüze gördüm ve canım sağ kaldı, dedi.” [78]

Yüce Allah bu mantıksız iddiayı cevap vermeye bile değer bulmamıştır. Musa (aleyhisselâm)’ın Yüce Allah’ı görmek istemesi üzerine, Yüce Allah’ın dağa tecelli etmesi ve dağın param parça[79] olması elbette Yahudilerin muttali olduğu bir gerçekti. Bu gerçeğe rağmen Yahudiler böyle bir saplantıdan kendilerini koruyamamıştır.

Yahudilerin diğer bir saplantıları ise Yüce Allah’ın yaptıklarından pişman olduklarını iddia etmeleridir. Bu iddia muharref Tevrat’ta da yerini almıştır:

“Ve Rab gördü ki, yeryüzünde adamın kötülüğü çoktu ve her gün yüreğinin düşünceleri ve kuruntuları ancak kötü idi. Ve Rab yeryüzünde adamı yarattığına pişman oldu ve yüreğinde acı duydu. Ve Rab dedi; Yarattığım adamı ve hayvanları, sürünenleri ve göklerin kuşlarını toprağın yüzü üzerinden sileceğim; çünkü onları yarattığıma pişman oldum”[80]

Yahudilerin bu inancı, ilmi ve kudreti sınırsız olan Yüce Allah’a karşı ne kadar cahil davrandıklarının bir göstergesidir. Zira Yüce Allah’ın, yaratıkları üzerindeki hükümranlığı devamlı olduğu gibi, dilediğini yok etmeye de he zaman kadirdir.

“Allah, yedi göğü ve yerden de onların benzerini yarattı. Emir, bunların arasında durmadan iner; sizin gerçekten Allah'ın her şeye güç yetirdiğini ve gerçekten Allah 'ın ilmiyle her şeyi kuşattığını bilmeniz, öğrenmeniz için. ”[81]

Bu sapma, adeta Yüce Allah’ın yarattıkları üzerinde hükümranlığının kalmadığına ilişkin bir inanç sapmasıdır. Oysa Yüce Allah dileseydi bütün insanlar iman ederdi:

“Eğer Rabbin dileseydi, yeryüzündekilerin tümü, topluca iman ederdi. Öyleyse, onlar mümin oluncaya kadar insanları sen mi zorlayacaksın?” [82]

Ama hikmetine binaen insanlara iyiliği ve kötülüğü ilham edip[83] hidâyeti veya sapıklığı seçmeyi insanların seçimine bırakmıştır. Yüce Allah dilediğini yok etmeye ve onun yerine başka kimseleri getirmeye elbette kadirdir:

“Eğer dilerse, ey insanlar, sizi giderir (yok eder) ve başkalarını getirir. Allah, buna güç yetirendir”. [84]

Yüce Allah’ın, kullarının günah işlemesine rıza göstermediği ve onların hayır işlerinden dolayı zatının bildiği şekliyle sevindiği gerçektir. Ancak bu gerçekle beraber Yüce Allah’ın yarattıklarından dolayı pişmanlık duyması her şeyden önce işin sonucunu kestirmeyen bir zaaf olacağından, Yüce Allah için bu söz konusu olamaz.

1.3-                                                                        YAHUDİLERDE MELEK İNANCI

Melek inancı, başta semavi dinler olmak üzere birçok inançta vardır. Yahudiler meleklerin Allah’ın emrinde olan manevi varlıklar olduklarına inanırlar. Görevleri itibariyle onları, İslâm inancıyla uygunluk arz eden bir takım kategorilere ayırırlar.[85]Ancak gaybi konular olması ve mahiyetleri hakkında sınırlı bilgi verilmiş olması nedeniyle melek inancı konusunda birçok yanlış telakkiler ortaya çıkmıştır. İnanç sapması olarak belirttiğimiz bu yanlış telakkilerin en önemlisi Yahudilerde meydana gelmiştir. Çünkü Yahudiler bu inancı vahyi inkâr etmelerinin bir sebebi olarak ileri sürmüşlerdir. Zira onlar meleklerin önde geleni olan ve Allah’ın övgüsüne mazhar olan Cebrail(aleyhisselâm)’ı düşmanları olarak kabul etmişler ve kendileri de ona düşman olmuşlardır.[86]

Bu hususta Şehr b. Havşeb, Abdullah b. Abbas’ın şunları söylediğini rivâyet etmektedir:

Bir gün Yahudilerden bir topluluk Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve selleme geldi ve ona: "Ey Ebu’l Kasım, sana, Peygamber olmayanın bilemeyeceği bazı hususlar soracağız, sen onları bize bildir" dediler. Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem da: "Dilediğinizi sorun fakat siz bana, Allah'ı şahit tutarak yemin edin ve Yakup(aleyhisselâm)’ın oğullarından aldığı ahdî verin ki, eğer ben sizlere doğru olduğunu bildiğiniz şeyleri söyleyecek olursam, Müslüman olup bana uyacaksınız." dedi. Yahudiler: "Sana bu sözü veriyoruz," dediler. Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem: "Şimdi dilediğinizi sorun." dedi. Yahudiler: "Sana soracağımız şu dört hususu bize bildir: Tevrat inmeden önce Yakub’un kendisine haram kıldığı yemek hangisidir? Söyle bize, erkeğin suyu (menisi) nasıl, kadının suyu nasıldır? O sudan erkek çocuk nasıl olur? Yine söyle bize, ümmi olan Peygamberin, meleklerden velisi kimdir?" dediler. Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem: "Şâyet ben size bu şeyleri bildirecek olursam bana uyacağınıza dair Allah'a ahd ve misak eder misiniz? dedi. Onlar da Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellemin istediği kadar ahd u misakta bulundular. Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem: "Musa (aleyhisselâm)’a Tevrat’ı indiren Allah hakkı için söyleyin. Yakup(aleyhisselâm)’ın ağır bir şekilde hastalandığını, hastalığının uzun sürdüğünü, bu yüzden Allah'a yemin ederek, eğer Allah onu bu hastalığından kurtaracak olursa yiyeceklerin ve içeceklerin en sevimli olanını kendisine yasaklayacağına dair bir adakta bulunduğunu, Yakub'a yiyeceklerin en sevimlisinin deve eti olduğunu içeceklerin en sevimlisinin de deve sütü olduğunu biliyor musunuz?" dedi. Onlar da: "Allah için evet, biliyoruz." dediler.

Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem tekrar sordu: "Musa’ya Tevrat’ı indiren Allah hakkı için söyleyin. Sizler, erkeğin suyunun beyaz ve katı, kadının suyunun ise sarı ve ince olduğunu, bu sulardan hangisi diğerine galip gelirse çocuğun, Allah'ın izniyle onun cinsinden ve benzerinden olduğunu, eğer erkeğin suyunun kadının suyuna galip gelirse; Allah'ın izniyle çocuğun erkek, kadının suyu erkeğin suyuna galip gelirse, Allah'ın izniyle çocuğun kız olacağını biliyor musunuz?" Yahudiler: "Allah için evet, biliyoruz" dediler.

Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem da buyurdu ki: "Ey Allah’ım! Sen bunlara şahit ol." Yine Musa’ya Tevrat’ı indiren Allah hakkı için söyleyin bana, sizler bu ümmi peygamberin gözlerinin uyuduğunu, kalbinin ise uyumadığını biliyor musunuz?" dedi. Yahudiler: "Allah için evet, biliyoruz." dediler.

Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem buyurdu ki: "Ey Allah'ım sen şahit ol." Yahudiler: "Şimdi sen, meleklerden kimin senin samimi dostun olduğunu söyle. İşte o zaman seninle beraber oluruz veya senden ayrılırız." dediler. Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem: "Şüphesiz ki benim meleklerden en yakın dostum Cebrail’dir. Allah, hiçbir peygamber göndermemiştir ki onun yakın dostu Cebrail olmamış olsun." buyurdu. Yahudiler: "İşte şimdi o melek hususunda senden ayrılıyoruz. Şâyet senin meleklerden olan dostun ondan başka birisi olsaydı elbette ki sana uyar ve seni tasdik ederdik, dediler. Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem: "Sizin, Cebrail’i tasdik etmenize mani olan nedir?" dedi. Onlar da: "O bizim düşmanımızdır." dediler.[87]

Konuyla ilgili başka bir rivâyette ise Hz. Ömer(r.a)'in Medine'nin yukarı tarafında bir tarlası vardı ve yolu Yahudilerin dersanelerinin önünden geçerdi. Hz.

Ömer ara sıra onların yanına oturur ve onları dinlerdi. Bir gün onlar: "Ya Ömer! Seni sevdik. Senin hakkında çok ümitliyiz" dediler. Hz. Ömer de: "Allah'a yemin ederim ki, sizi sevdiğim için yanınıza gelmiyorum ve dinim hakkında şüphelendiğim için size soruyor değilim. Ben sizin yanınıza Hz. Muhammed (sallallâhü aleyhi ve sellem)’in peygamberliği hususunda basiretim artsın ve O'nun alâmetlerini sizin kitabınızda göreyim diye geliyorum" dedi ve sonra onlara Cebrail (aleyhisselâm)'i sordu. Onlar: "O, bizim düşmanımızdır. Hz. Muhammed’i bizim sırlarımızdan haberdar ediyor. O, her türlü azap ve zelzelenin sahibidir. Mikail (aleyhisselâm) ise bolluk ve barış getirir" dediler. Bunun üzerine Hz. Ömer onlara: "Bu iki meleğin Allah katında dereceleri nedir?" diye sorunca onlar: "Bu ikisi Allah'a en yakın makamdadırlar. Cebrail Allah'ın sağında, Mikail ise solundadır. Mikail Cebrail'in düşmanıdır." dediler. Hz. Ömer de: "Şâyet sizin dediğiniz gibi ise o ikisi birbirine düşman olmaz ve siz eşekten daha ahmaksınız. Onlardan birine düşman olan diğerine de düşman olmuş olur. Onların ikisine düşman olan da Allah'a düşmanlık beslemiş olur" dedi. Sonra Hz. Peygamber (s.a.s)'in yanına döndü ve Cebrail (aleyhisselâm)'in kendisinden önce şu âyetleri indirdiğini gördü.

“De ki: "Cibril'e kim düşman ise, (bilsin ki) gerçekten onu (Kitabı), Allah'ın izniyle kendinden öncekileri doğrulayıcı ve müminler için hidâyet ve müjde verici olarak senin kalbine indiren O'dur. Her kim Allah'a, meleklerine, elçilerine, Cibril'e ve Mikail'e düşman ise, artık şüphesiz Allah da kâfirlerin düşmanıdır. "[88]

Bunun üzerine Hz. Peygamber (sallallâhü aleyhi ve sellem); "Allah'a yemin olsun ki, ya Ömer, Rabbin sana muvafakat etti" dedi. Hz. Ömer de: "Yemin olsun ki bundan sonra sen beni din hususunda taştan daha kuvvetli göreceksin" dedi.[89]

Yahudilerin Cebrail(aleyhisselâm)’a düşman olmalarının başka bir sebebi olarak da şunu ileri sürerler: Allah Teâlâ, Peygamberimize, Buhtunnâsır adında bir kralın zamanında Beyt-i Makdis'in yıkılacağını vahyetmiş ve o adamın vasıflarını bize bildirmişti. Biz onu araştırdık ve (bir çocuk olarak onu) bulduk. Onu öldürmek için adamlar gönderdik. Bunun üzerine Cebrail (aleyhisselâm): "Eğer Allah sizi bunu öldürmeye musallat kılmış ise, Beyt-i Makdis'i harab edeceğini haber verdiği adam bu olmamış olur. Ki o zaman bunu öldürmede bir fayda yoktur" dedi. Sonra o çocuk büyüdü, kuvvetlendi, kral oldu, bize karşı savaştı, Beyt-i Makdis'i yıktı ve birçoğumuzu öldürdü. İşte bundan ötürü biz, Cebrail'i düşmanımız sayarız. Mikail’e gelince, o da Cebrail'in düşmanıdır" dediler.[90]

Ancak Yahudilerin Cebrail’(aleyhisselâm)’a olan bu düşmanlığın asıl sebebi, onun aracılığıyla vahyin Yahudilerden olmayan Hz. Muhammed (sallallâhü aleyhi ve sellem)’e gönderilmiş olmasıdır.

Meleklerin varlığına inanmak İslâm’ın temel esaslarından biridir.[91] Kur’ân-ı Kerim’de mümin olmanın en önde gelen niteliklerinin başında gayba iman zikredilmiştir.[92]Meleklerin varlığını inkâr etmek Allah’ı, elçisini ve kitaplarını inkâr etmekle birlikte zikredilmiştir:

“Ey iman edenler, Allah 'a, elçisine, elçisine indirdiği kitaba ve bundan önce indirdiği kitaba iman edin. Kim Allah'ı, meleklerini, kitaplarını, elçilerini ve ahiret gününü inkâr ederse, şüphesiz uzak bir sapıklıkla sapıtmıştır. [93]

Netice olarak meleklere düşmanlık gütmek, melek inancında küfür derecesinde bir sapmadır. Peygamberlerin arasını ayırmak nasıl ki küfür ise[94] meleklerin arasını da ayırmak küfürdür. Melekler Allah’ın emri olmadan hiçbir davranışta bulunmadıkları gibi[95] Allahın izni olmadan kimseye de vahiy indirmezler.[96] Hangi sebeple olursa olsun meleklerin arasını ayırmak suretiyle bazısını dost, bazısını düşman olarak telakki etmek Kur’ân-ı Kerim’de küfür olarak ifade edilmiştir:

“Her kim Allah'a, meleklerine, elçilerine, Cibril'e ve Mikail'e düşman ise, artık şüphesiz Allah da kâfirlerin düşmanıdır.”  [97]

1.4-                      YAHUDİLERİN KİTAP İNANCI

İslâm’ın temel esaslarından birisi de gerek Kur’ân-ı Kerim’e, gerekse Kur’ân- ı Kerim’den önce indirilen kitaplara iman etmektir.[98]Yahudiler de Tanah olarak isimlendirdikleri Tevrat’ı ve hahamların nesilden nesile naklettikleri Talmud’u kutsal kitap olarak kabul ederler. Yahudiler sahip oldukları kutsal kitaplar sayesinde İslâm’ın doğduğu ilk yıllarda, çevresindeki müşriklerin nezdinde daha bilgili ve daha itibarlı insanlardı. Ancak Kur’ân-ı Kerim’in nüzulüyle beraber onların kitap inancı konusundaki sapmaları da ortaya çıkmaya başladı. Yahudiler, her ne kadar kitap ehli olsalar ve bu sebeple kendilerine farklı bir konum atfetseler de, Kur’ân-ı Kerim’in sert eleştirilerine maruz kalmışlardır.

Yahudiler, tarihi süreç içerisinde kitaplarına karşı gösterdiği yanlış tutumu Kur’ân-ı Kerim’e karşı da göstermişlerdir. Sahip oldukları bilgileri kendilerini hakka yöneltmek için kullanmamışlardır. Kendi yanlışlarını düzelten ve gizlediklerini açıklayan Kur’ân-ı Kerim’e karşı inkârcı bir tavır sergilemişler ve içinde bulundukları duruma razı olmuşlardır.[99] Bu anlamda Yahudilerin kitap inancı konusunda birçok sapmaları olmuştur.

1.4.1-                      ALLAH’IN ÂYETLERİNİ İNKÂR ETMELERİ

Yahudiler başta Kur’ân-ı Kerim olmak üzere, diğer bazı peygamberlere verilen ilâhî kitapları inkâr ederler.[100] Bununla beraber, inandıkları kitapların da kendi nefislerine uymayan kısımlarını çarpıtmak suretiyle inkâr etmişlerdir. Dolayısıyla Yahudilerin peygamberimize karşı takınmış oldukları olumsuz tutum, bu türden tutumlarının ne ilki, ne de sonuncusudur. Onlar hakka karşı çıkmayı ve Yüce Allah'a verdikleri sözlerden dönmeyi, Yüce Allah'ın dinini bir yana bırakarak nefislerinin arzularını ilah edinmeyi, sürekli günah işlemeyi, hakka çağıranlara saldırmayı, hak çağrısına düşmanca karşılık vermeyi huy ve gelenek haline getirmişlerdir:[101]

“Hani îsrailoğulları ’ndan, “Allah'tan başkasına kulluk etmeyin, anneye-babaya, yakınlara, yetimlere ve yoksullara iyilikle davranın, insanlara güzel söz söyleyin, namazı dosdoğru kılın ve zekatı verin " diye misak almıştık. Sonra siz, pek azınız hariç, döndünüz ve (hâlâ) yüz çeviriyorsunuz. Hani sizden “Birbirinizin kanını dökmeyin, birbirinizi yurtlarınızdan çıkarmayın " diye misak almıştık. Sonra sizler bunu onaylamıştınız, hâlâ (buna) şahitlik ediyorsunuz. Sonra (yine) siz, birbirinizi öldürüyor, bir bölümünüzü yurtlarından sürüp-çıkarıyor ve günah ve düşmanlıkla aleyhlerinde ittifaklar kuruyor ve size esir olarak geldiklerinde onlarla fidyeleşiyordunuz. Oysa onları çıkarmanız, size haram kılınmıştı. Yoksa siz, Kitabın bir bölümüne inanıp da bir bölümünü inkâr mı ediyorsunuz? Artık sizden böyle yapanların dünya hayatındaki cezası aşağılık olmaktan başka değildir; kıyamet gününde de azabın en şiddetli olanına uğratılacaklardır. Allah, yaptıklarınızdan gafil değildir"[102].

Yahudiler sıhhatine inandıkları Tevrat’ın hükümlerinden bir kısmını inandıkları halde, arzularına uymadığı gerekçesiyle uygulamamışlardır.[103] Kur’ân’ı Kerim’in inkâr olarak ifade ettiği âyetlerin hükmünün uygulanmaması yaklaşımı, Yahudilerin en büyük sapmalanndandır. Yahudiler bu sapma neticesinde bireysel ve toplumsal hayattın hiçbir aşamasında samimiyetle Allah’ın kitabının hükmüne başvurmamıştır.

1.4.2-                      ALLAH’IN ÂYETLERİNİ TAHRİF ETMELERİ

Yahudilerin dini sapmalarının başında âyetleri tahrif gelir. Bu sapma neticesinde Yahudiler âyetleri gerek mana, gerekse metin yönünden tahrif etmeye yeltenmişlerdir. İnandıkları Tevrat’a karşı sorumluluklarını yerine getirmemiş olan Yahudilerden, İncil ve Kur’ân karşısında farklı bir tutum sergilemeleri beklenemez. Zira Hz. Musa (aleyhisselâm) döneminde Tevrat yazılmıştı ve Yahudiler onu korumak ve ezberlemekle mükelleftiler. Ancak Yahudilerden hiç kimse Tevrat’ı ezberlemediği gibi onun yazılı nüshalarını da koruyamamıştır.[104] İleride açıklayacağımız gibi Hz. Musa (aleyhisselâm)’dan asırlar sonra sıhhati tartışılır bir şekilde Tevrat yeniden yazılmıştır. Dolayısıyla düşmanlarının eliyle tahrif edilmiş olan Tevrat, Yahudilerin eliyle de tahrif edilmeye devam edilmiştir. Kendi kitaplarında bu tahrifi meydana getirmiş olan Yahudiler, diğer kutsal kitaplara karşı da benzer bir tavır sergilemişlerdir. Bu tahrifin Kur’ân-ı Kerim’e yönelik olanının başında; müspet mâna ve değer ifade eden kelimeler alınarak, ya ses benzerliğinden veya kelimelerin diğer mânalarından yararlanılıp olumsuz, kötü, aşağılayıcı maksatlarla kullanılması gelir. Meselâ "râinâ" kelimesi Arapça’da "Bizi gözet, durumumuzu göz önüne alarak konuş..." manasına gelir. Müminler bu kelimeyi olumlu bir manada kullanmışlardır. Hz. Peygamber'den, onun söylediklerini iyi anlamaları ve yerine getirebilmeleri için durumlarını gözeterek konuşmasını, açıklamalarını buna göre yapmasını istirham etmişlerdir. Yahudiler ise, İbrânîce'de ses itibariyle bu kelimeye benzeyen ve "ahmak, kalın kafalı" gibi mânalara gelen "râûnâ" kelimesinin mânasını kastederek "râinâ" demektedirler. Tahrifin diğer şekilleri kelimelerin yerlerini değiştirmek, kelimeleri başkalarıyla değiştirmek ve lafızla alâkası olmayan veya kastedilme ihtimali çok uzak bulunan manalar vererek sözü asıl manasından saptırmak suretiyle yapılmaktadır:

“ Yahudilerden bir kısmı kelimeleri yerlerinden değiştirirler, dillerini eğerek, bükerek ve dine saldırarak (Peygambere karşı) "îşittik ve karşı geldik", "dinle, dinlemez olası", "râinâ" derler. Eğer onlar "îşittik, itaat ettik, dinle ve bizi gözet" deselerdi şüphesiz kendileri için daha hayırlı ve daha doğru olacaktı; fakat küfürleri gerçeği kabul etmemeleri) sebebiyle Allah onları lânetlemiştir. Artık pek az inanırlar.”[105]

“Onlardan öyleleri vardır ki, dillerini kitaba doğru eğip bükerler, siz onu (bu okur göründüklerini) kitaptan sanasınız diye. Oysa o kitaptan değildir. "Bu Allah katındandır" derler. Oysa o, Allah katından değildir. Kendileri de bildikleri halde Allah 'a karşı (böyle) yalan söylerler. ”[106]

Bir kısım Yahudiler ve Hıristiyanlar tahrifin bütün şekillerini yapmışlardır. Kitapların metnini değiştirdikleri gibi metinden kastedilen anlamı da değiştirmişlerdir.[107] Böylece icat ettikleri dini icatlara ve teorilere uygun olmayan kelime ve cümleleri değiştirerek, insanları zihni hatalara ve yanlış inançlara yöneltmişlerdir.[108]Böylece hem kendilerini aldatmışlar, hem de başkalarını saptırmak istemişlerdir. Kötü niyetle davranan, hidâyet karşısında sonuna kadar direnen kâfirler, akıl ve iradelerini böyle kullandıkları için ilâhî lanete müstehak olmuşlardır, lanetlenmişlerin ise inanmaları beklenemez.[109] Bu tahrifler neticesinde başta Yüce Allah olmak üzere, O’nun gönderdiği peygamberlere birçok iftiralar atmışlardır. Bu iftiraların başında Yüce Allah’ın (hâşâ) eşler edinmesi,[110] Hz. Nuh (aleyhisselâm)’ın kızlarıyla zina etmesi,[111] Hz. Harun’un put yaptığı iddiaları[112] gelir.

Yahudiler kasten Allah'ın Tevrat'taki kelamını değiştiriyor ve onu, Allah'ın kast ettiğinin dışında tefsir ediyorlar. Yüce Allah’ın söylemediklerini Allah’a isnat ediyorlar.[113]Nitekim Hz. Muhammed (sallallâhü aleyhi ve sellem)'in kendi kutsal kitaplarındaki vasıflarını, recim hükümlerini ve daha başka şeyleri değiştirmişlerdir.[114]

“Sözleşmelerini bozmaları nedeniyle, onları lanetledik ve kalplerini kaskatı kıldık. Onlar, kelimeleri konuldukları yerlerden saptırırlar. (Sık sık) Kendilerine hatırlatılan şeyden (yararlanıp) pay almayı unuttular. îçlerinden birazı dışında, onlardan sürekli ihanet görür durursun. Yine de onları affet, aldırış etme. Şüphesiz Allah, iyilik yapanları sever”. [115]

Dünyayı ahirete tercih etmek Yahudilerin en belirgin vasfıdır. Dünya tutkusu ruhlarını o derece sardı ki, Allah katındaki sorumluluklarını unuttular. İstediklerini yapabilmek için Tevrat’taki haramı helal, helâlı haram kabul ederek Allah’ın kelâmını tahrif etmeye, değiştirmeye ve keyiflerince yorumlamaya başladılar.[116] Böylece kalpleri katılaştı ve Allah’ın lanetine müstahak oldular.

1.4.3-                      ALLAH’IN ÂYETLERİNİ GİZLEMELERİ

Yahudilerin kitap inancı konusundaki diğer bir sapmaları da Tevrat’ta zikredilen birçok gerçekleri gizlemeleridir. Yahudi din adamları kendi konumlarını korumak ve insanları özellikle İslâm dininden alıkoymak için bildikleri birçok hakikati gizlemişlerdir. Bunların başında, öz çocuklarını tanıdıkları gibi tanıdıkları Hz. Muhammed (sallallâhü aleyhi ve sellem.)’in peygamberliğini inkâr etmeleri gelir:

“Kendilerine kitap verdiklerimiz, onu (peygamberi), çocuklarını tanır gibi tanırlar. Buna rağmen içlerinden bir bölümü, bildikleri halde gerçeği gizlerler.” [117]

Yahudiler Tevrat’ta zikredilen Hz. Muhammed’in ismini ve sıfatlarını gizlemişlerdir. Bununla beraber recim cezası gibi işlerine gelmeyen ahkâmın bir kısmını da gizlemişlerdir.[118]

Yahudiler Hz. Muhammed’in peygamberliğinin ne kadar gerçek olduğunu ve insanlara tebliğ ettiği emirlerin ne kadar doğru olduğunu ellerindeki kutsal kitabın verdiği bilgilere dayanarak kesinlikle biliyorlardı.[119] Çünkü Kur’ân onların yanındaki birçok gerçekle uyum arz ediyordu. Fakat böyle olmasına rağmen Yüce Allah'ın kutsal kitaplarında kendilerine açıklamış olduğu gerçekleri gizliyorlardı. Gerek onlar ve gerekse tarihin herhangi bir dönemindeki benzerleri, Yüce Allah tarafından indirilen gerçeği, çeşitli sebeplerle gizli tutarlar. İnsanlar böylelerine çeşitli dönemlerde ve çeşitli yerlerde rastlıyorlar. Bunların ortak tutumu şöyle özetlenebilir: Bunlar bile bile hakkı, gerçeği söylemezler; gerçeği anlatan sözleri, belgeleri, kesinliklerinden emin olmalarına rağmen saklı tutarlar; Yüce Allah'ın kitabında yer alan kimi âyetlerden uzak dururlar, onları gün yüzüne çıkarmazlar, tersine onları sessizce geçiştirirler, dikkatlerden saklarlar:

“Peki) Onlar, Allah'ın gizli tuttuklarını da, açığa vurduklarını da bildiğini bilmiyorlar mı ?"[120]

Bunu, söz konusu âyetlerin içerdiği gerçekleri saptırmak, onu insanların kulaklarından ve diğer duyu organlarının algısından gizlemek için yaparlar. Bu tutumlarının temelinde mutlaka dünyalarına dönük bir menfaat yatar. Bu tutumu biz birçok durumda ve bu dinin birçok gerçekleriyle ilgili olarak sık sık görüyoruz:[121]

“Gerçekten, apaçık belgelerden indirdiklerimizi ve insanlar için Kitapta açıkladığımız hidâyeti gizlemekte olanlar; işte onlara, hem Allah lanet eder, hem de (bütün) lanet ediciler. ”[122]

Allah’ın indirdiği âyetlere inanmak beraberinde bir takım sorumluluklar getirir. Bu sorumlulukların başında inandıkları gerçekleri başkasına da ulaştırmak gelir. Özellikle peygamberlerin varisleri olan âlimlerin bu noktada ağır sorumlulukları vardır. Allah’ın âyetlerini gizlemek, onları her ne sebeple olursa olsun insanlara tebliğ etmekten kaçınmak; Allah’ın, insanların, cinlerin ve bütün canlıların lanetine sebep olan çok ağır bir suçtur. Bu konuda Hz. Peygamber(sallallâhü aleyhi ve sellem); “dini bir konuda sorulan soruya bildiği halde cevap vermeyen kişinin, kıyamet gününde ateşten bir gem ile gemleneceğini” bildirmiştir.[123] Kendisine hidâyet ulaştırılmayan insanlar, bu hidâyeti gizleyenlerden hesap soracaklardır. Aynı çağda yaşayan insanların birbirlerine hakkı tebliğ etme sorumlulukları olduğu gibi, kendilerinden sonra gelen nesiller için de bu noktada iyi bir miras bırakma mükellefiyetleri vardır. Çünkü önce gelen her nesil, bir sonraki neslin öncüsü ve örneğidir.[124]

1.4.4-                                ALLAH’IN ÂYETLERİNİ DÜNYA KARŞILIĞINDA SATMALARI

Bu tutum aslında Yahudilere özgü bir tutum değildir. Her dönemde dini kendine tehdit olarak gören çevreler, bu tehdidi bertaraf etmek için dini kullanmışlardır. Çoğunlukla da bunu yapanlar, sözüne itibar edilen din âlimleri olmuştur:

“Artık vay hallerine; kitabı kendi elleriyle yazıp, sonra az bir değer karşılığında satmak için "Bu Allah katındandır" diyenlere. Artık vay, elleriyle yazdıklarından dolayı onlara; vay kazanmakta olduklarına. Dediler ki: "Sayılı günlerin dışında, ateş asla bize değmeyecektir." De ki: "Allah katından bir ahid mi aldınız? -ki Allah asla ahdinden dönmez- Yoksa Allah 'a karşı bilmediğiniz bir şeyi mi söylüyorsunuz? "[125]

Bu âyetin işaret ettiği anlam bakımından âlimlerin mesuliyetini Fazlur Rahman şu çarpıcı ifadelerle dile getirir: “Hidâyetin ve manevi gücün kaynağı olması beklenen din adamlarının bozulması, bir toplumun bozulmasındaki son adımdır. Bozulmanın takip ettiği tabii yol, bunların gevşek bilinçleri vasıtasıyla hakikatin ya zenginlerin ya da genel olarak toplumun huysuz “arzuları” ile uzlaştırılmasıdır. Her iki durumda da din adamları önce baskı altında kalır ve taviz verirler. Bu verilen tavizlerle beraber bilinçleri körelir. Para veya şöhret sebebiyle uzlaşmaya giderler ve bu nedenle halkın da gözünden itibar kaybederek düşerler ve artık ıslah edici olma vasıflarını yitirirler:”[126] Yüce Allah, dini bir söylemin her zaman samimiyetten kaynaklanmadığını kimi zaman dünyevi bir menfaat sebebiylede kullanılabileceğini belirtmiştir:

“Onların ardından yerlerine kitaba mirasçı olan bir takım 'kötü kimseler' geçti. (Bunlar) Şu değersiz olan (dünya)ın geçici-yararını alıyor ve: "Yakında bağışlanacağız" diyorlar. Bunun benzeri bir yarar gelince onu da alıyorlar. Kendilerinden Allah'a karşı hakkı söylemekten başka bir şeyi söylemeyeceklerine ilişkin Kitap sözü alınmamış mıydı? Oysa içinde olanı okudular. (Allah'tan) Korkanlar için ahiretyurdu daha hayırlıdır. Hâlâ akıl erdirmeyecek misiniz? ”[127]

Ayette açıkça anlaşılıyor ki kitaba ilişkin sorumluklarını söz vermelerine rağmen dünyevi kaygılar sebebiyle yerine getirememişlerdir.

1.5-                      YAHUDİLERİN PEYGAMBER İNANCI

Yahudiler Eski Ahid’de yer alan peygamberlere inanmakla beraber en önemli değeri Hz. Musa(aleyhisselâm)’a atfederler.[128] Ancak gerek Hz. Musa(aleyhisselâm)’a karşı, gerekse diğer peygamberlere karşı takındıkları tutum nedeniyle Kur’ân-ı Kerim’in sert eleştirilerine muhatap olmuşlardır.[129]

Peygamberler, itaat ve ittiba[130] edilmesi gereken Allah elçileridir. Onlara karşı gösterilen olumsuz bir tavır sıradan bir insana karşı gösterilen olumsuz tavırla kıyaslanamaz.[131]Bu nedenle peygamberlerin peygamber olduklarına iman etmek, beraberinde onlara itaat etme ve onlara karşı belli bir saygı çerçevesinde hareket etme mükellefiyetini de gerektirir. Kuşkusuz peygamberlik makamı edep, terbiye, nezaket, vakar, ciddiyet, sevgi ve saygı makamıdır. Çünkü Onlar, Allah'ın elçileridirler. Onlara karşı saygı, Allah'a saygıyı ifade eder. Onlara hürmetsizlik de Allah'a hürmetsizlik sayılır.[132] Bu anlamda hiçbir peygamber diğerinden ayırt edilemez.[133]

1.5.1-                      PEYGAMBERLERE İSYAN ETMELERİ

Kur’ân-ı Kerim’de belirtilen Yahudi sapmalarının başında Allah’ın elçilerine karşı gösterdikleri olumsuz tavır gelmektedir.

Yahudiler inandıkları peygamberlere hiçbir zaman koşulsuz olarak itaat etmemişlerdir. Siyasi ve ırki asabiyet gibi nedenlerle peygamberlere[134] karşı sürekli şüpheli ve isyankâr bir tavır takınmışlardır.[135] Bunun en açık örneği kendilerini Firavun’un zulmünden kurtaran Hz. Musa (aleyhisselâm)’a ve peygamber olan kardeşi Hz. Harun’a karşı gösterdikleri menfi tavırlardır.

Hz. Musa (aleyhisselâm) aralarından ayrılır ayrılmaz Hz. Harun’a isyan ederek buzağıyı ilah edindiler. Hz. Harun’un uyarılarına uymak şöyle dursun, neredeyse onu öldüreceklerdi:

“Bunun üzerine Musa, kavmine oldukça kızgın, üzgün olarak döndü. Dedi ki: "Ey kavmim, Rabbiniz size güzel bir vaadde bulunmadı mı? Size (verilen) söz (ya da süre) pek uzun mu geldi? Yoksa Rabbinizden üzerinize kaçınılmaz bir gazabın inmesini mi istediniz de bana verdiğiniz sözden caydınız? Dediler ki: "Biz sana verdiğimiz sözden kendiliğimizden dönmedik, ancak o kavmin (Mısır halkının) süs eşyalarından birtakım yükler yüklenmiştik, onları (ateşe) attık, böylece Samiri de attı." Böylece onlara böğüren bir buzağı heykeli döküp çıkardı, "İşte, sizin ve ilahınız, Musa'nın ilahı budur; fakat (Musa) unuttu" dediler. Onun kendilerine bir sözle cevap vermediğini ve onlara bir zarar veya fayda sağlamaya gücü olmadığını görmüyorlar mı? Andolsun, Harun bundan önce onlara: "Ey kavmim, gerçekten siz bununla fitneye düşürüldünüz (denendiniz). Sizin asıl Rabbiniz Rahman (olan Allah)dır; şu halde bana uyun ve emrime itaat edin" demişti. Demişlerdi ki: "Musa bize geri gelinceye kadar ona (buzağıya) karşı bel büküp önünde eğilmekten kesinlikle ayrılmayacağız." (Musa da gelince:) "Ey Harun" demişti. "Onların saptıklarını gördüğün zaman seni (Onlara müdahale etmekten) alıkoyan neydi? Niye bana uymadın, emrime baş mı kaldırdın? Dedi ki: "Ey annemin oğlu, sakalımı ve başımı tutup-yolma. Ben, senin: "İsrailoğulları arasında ayrılık çıkardın, sözümü önemsemedin" demenden endişe edip korktum.[136]

Hz. Musa (aleyhisselâm), kendilerinden bir kurban kesmelerini emrettiğinde “işittik ve itaat ettik” demeleri gerekirken çok lakayt bir tavır takındılar:

“Hani Musa kavmine: "Allah, muhakkak sizin bir sığır kesmenizi emrediyor" demişti.[137]

Bu emir, bu biçimi ile içeriğini onaylayıp yerine getirmeleri için yeterli idi. Çünkü sözü söyleyen peygamberleri, aynı zamanda kendilerini Yüce Allah'ın rahmeti, gözetimi ve direktifi ile onur kırıcı bir işkence hayatından kurtarmış olan liderleridir. Üstelik bu peygamber, bu direktifin kendi emri, kendi görüşü olmadığını, bu emrin kendilerini hidâyeti doğrultusunda ilerletmek isteyen Yüce Allah’tan geldiğini belirtiyor. Bu emre karşı verdikleri cevap, küstahlıktan ve şanlı peygamberlerini alaycılıkla, dalgacılıkla suçlamaktan ibaret oldu. Sanki Yüce Allah'ı tanıyan sıradan bir insanın bile Yüce Allah'ın adını ve emrini alay ve maskaralık malzemesi yapması düşünülebilirmiş gibi, peygamberlerine şöyle soruyorlar:[138]

"Bizi alaya mı alıyorsun? dediler." Hz. Musa(aleyhisselâm) insanlarla alay etmeyi cehaletle eş tuttuğu için bu fiilden Allah’a sığınıyor:

" Cahillerden olmaktan Allah 'a sığınırım" dedi ve İsrailoğullarına:

"Haydi, (artık) size emredileni yapıverin "[139] diyerek işin ciddiyetinin farkında olmayı kavramalarına çalışıyor.

Hz. Musa(aleyhisselâm) hakkında kötü zan besleyerek, ona bedeni bir kusur atfedip bu suretle onu incittiler:

"Ey inananlar! Siz de Musa'yı incitenler gibi olmayın. Allah onu, onların dedikleri şeyden temize çıkardı. O Allah'ın yanında gözde, itibarlı bir kul idi. "[140]

Konuya ilişkin rivâyetlerde, Hz. Musa (aleyhisselâm’ın edepli, terbiyeli, vücudunu örten, utanıp hayâ duyduğu için de bedeninden herhangi bir yeri açık tutmayan bir kimse idi. O yüzden İsrailoğullarından bir kısmı; “Musa'nın kendini bu kadar örtmesi, sırf tenindeki alacalıktan veya debbelikten, ya da bir dertten dolayıdır” diyerek ona eziyet ediyorlardı. Ancak Yüce Allah, bir vesileyle onlara Hz. Musa’nın vücudunda herhangi bir kusurun olmadığını gösterdi.[141] Konuya ilişkin diğer bir rivâyette ise; "Musa ile Harun birlikte dağa çıkmışlardı. Harun orada vefat etmiştir. İsrailoğulları Musa’ya : "Onu sen öldürdün. O, bizi senden daha çok seviyor ve bize senden daha yumuşak davranıyordu." dediler. Böylece Musa (aleyhisselâm)’a eziyet etmiş oldular.[142]

Aynı şekilde Yahudiler Hz. İsa(aleyhisselâm)’ı da babası olmadığı gerekçesiyle -hâşâ- gayri meşru bir doğumdan olmakla itham etmişlerdir. Aynı şekilde Hz. İsa (aleyhisselâm)’ı, mucizelerinden dolayı sihirbazlıkla itham etmişlerdir[143] ve onu öldürmeye çalışmışlardır. Annesi Hz Meryem’e de iftira ederek onu iffetsizlikle suçlamışlardır. Onların bu iftiralarını Yüce Allah Kur’ân-ı Kerim’de “büyük bir bühtan” olarak nitelendirerek ilâhî lanete uğramalarının sebepleri arasında zikreder:

“Onların kendi sözlerini bozmaları, Allah 'ın âyetlerine karşı inkâra sapmaları, peygamberleri haksız yere öldürmeleri ve: "Kalplerimiz örtülüdür" demeleri nedeniyle (onları lanetledik.) Hayır; Allah, inkârları dolayısıyla ona (kalplerine) damga vurmuştur. Onların azı dışında, inanmazlar. (Bir de) înkâra sapmaları ve Meryem'in aleyhinde büyük bühtanlar söylemeleri, Ve: "Biz, Allah'ın Resulü Meryem oğlu Mesih İsa'yı gerçekten öldürdük" demeleri nedeniyle de (onlara böyle bir ceza verdik.) Oysa onu öldürmediler ve onu asmadılar. Ama onlara (onun) benzeri gösterildi. Gerçekten onun hakkında anlaşmazlığa düşenler, kesin bir şüphe içindedirler. Onların bir zanna uymaktan başka buna ilişkin hiç bir bilgileri yoktur. Onu kesin olarak öldürmediler. ”[144]

Yahudiler, isyankâr tavırlarını nefislerine ağır gelen her emir karşısında sürdürmeye devam ettiler. Nitekim Hz. Musa(aleyhisselâm) kendilerine Allah’ın verdiği nimetleri hatırlatarak savaşmayı emrettiği halde, onun emrine uymayarak ona isyan ettiler:

“Hani, Musa kavmine (şöyle) demişti: "Ey kavmim, Allah'ın üzerinizdeki nimetini anın; içinizden peygamberler çıkardı, sizden yöneticiler kıldı ve âlemlerden hiç kimseye vermediğini size verdi. "Ey kavmim, Allah 'ın sizin için yazdığı (girmenizi emrettiği) kutsal yere girin ve gerisin geri arkanıza dönmeyin; yoksa kayba uğrayanlar olarak çevrilirsiniz. Dediler ki: "Ey Musa, orda zorba bir kavim vardır, onlar çıkmadıkları sürece biz oraya kesinlikle girmeyiz. Şâyet oradan çıkarlarsa, biz de muhakkak gireriz. Korkanlar arasında olup da Allah 'ın kendilerine nimet verdiği iki kişi: "Onların üzerine kapıdan girin. Girerseniz, şüphesiz sizler galipsiniz. Eğer müminlerdenseniz, yalnızca Allah 'a tevekkül edin." dedi. Dediler ki: "Ey Musa biz, onlar durduğu sürece hiç bir zaman oraya girmeyeceğiz Sen ve Rabbin git, ikiniz savaşın. Biz burada duracağız. Bizimle fasıklar topluluğunun arasını Sen ayır." dedi. ” [145]

Nihâyetinde Hz. Musa(aleyhisselâm) kendinden ve kardeşinden başkasına hâkim olamadığını belirterek, “fasıklar” olarak nitelendirdiği bu toplumdan Yüce Allah’a sığınıyor. Hz. Musa bu şekilde davranan topluma “fasık” sıfatını vermektedir. Çünkü onlar, Allah'ın emrine ve O'nun peygamberine en ufak bir saygıyı göstermeksizin karşı koyan insanlardır.

“(Musa:) "Rabbim, gerçekten kendimden ve kardeşimden başkasına malik olamıyorum. Öyleyse bizimle fasıklar topluluğunun arasını Sen ayır." dedi ”[146]

Bu olayla kıyaslandığında İslâm ümmetinin Bedir’de Hz. Peygamber (sallallâhü aleyhi ve sellem)’e karşı gösterdiği tavır İslâm ümmeti ile Yahudi toplumu arasındaki karakteristik farkı belirtme açısından son derece önemlidir:

Bedir savaşında Müslümanlarla müşrikler arasında büyük bir güç dengesizliği vardı. Peygamber (sallallâhü aleyhi ve sellem) Müslümanlarla bunu istişare ederken; Mikdad b. Amr kalktı ve:"Yâ Rasûlallah! Allah'ın emrettiği şeyi yerine getir! Biz senin yanındayız! Vallahi, biz sana, İsrailoğullarının Musa(aleyhisselâm)’a dediği gibi: 'Sen ve Rabbin gidip savaşın! Biz muhakkak burada oturucuyuz!' demeyiz. Fakat, 'Sen ve Rabbin gidip savaşın! Biz de sizinle birlikte savaşıcılarız!' deriz. Seni hak din ve hak kitapla peygamber gönderen Allah'a yemin ederiz ki, sen bizi Birkü'l-Gımad'a kadar yürütecek olsan, oraya varıncaya kadar seninle birlikte gider, senin önünde savaşırız!" dedi. Peygamberimiz(sallallâhü aleyhi ve sellem):"Hayra eresin!" diyerek Mikdad için hayır diledi”

Daha sonra Sa'd b. Muaz ayağa kalkarak şöyle dedi:

"Biz sana iman etmiş, seni doğrulamış, bize getirdiklerinin hak ve gerçekliğine şahadet getirmiş, bu yolda dinlemek ve itaat etmek üzere sana kesin sözler de vermiş bulunuyoruz! Ya Rasûlallah! Sen, istediğini yap! Seni hak peygamber gönderen Allah'a yemin ederim ki, sen bize şu denizi gösterip dalsan, seninle birlikte biz de dalarız, içimizden hiç kimse geri kalmaz! Senin, yarın bizi düşmanımızla karşı karşıya getirmenden de hoşnutsuzluk göstermeyiz. Savaşta sabır ve sebat göstermek, düşmanla karşılaşınca da sadakatten ayrılmamak, bizim şiarımızdır. Umulur ki Allah, sana bizden, gözünü aydın edecek şeyler gösterecektir! Yürüt bizi Allah'ın bereketine doğru!" dedi.[147]

1.5.2-                      PEYGAMBERLERİ İNKÂR ETMELERİ

Yahudilerin peygamber konusundaki diğer bir sapmaları da peygamberlerin arasını ayırmak suretiyle onlardan bir kısmına inanıp bir kısmını inkâr etmeleridir. Yahudiler başta peygamberimiz olmak üzere birçok peygamberin Allah’ın elçisi olduğunu bildikleri halde, nefsi hırslarından ve ırki asabiyetlerinden dolayı peygamberleri inkâr etmişlerdir. Örneğin Hz. Davud’un ve Hz. Süleyman’ın sadece hükümdar olduklarını kabul ederler ve kendi ırklarından olmadıkları gerekçesiyle, Hz. Salih, Hz. Nuh, Hz. Şuayb, Hz. İsmail[148] ve Hz. Muhammed(sallallâhü aleyhi ve sellem)’in da peygamberliğini inkâr ederler.[149]

“Kendilerine kitap verdiklerimiz, onu (peygamberi), çocuklarını tanır gibi tanırlar. Buna rağmen içlerinden bir bölümü, bildikleri halde gerçeği gizlerler. ”[150]

Yahudiler, Hz. Muhammed’in peygamber olduğunu ve getirdiği dini ahkâmın Allah’tan olduğunu çok iyi biliyorlardı. Konuya ilişkin rivâyet edilen en çarpıcı örnek, Abdullah bin Selam’ın Müslüman olurken, çocuğunun kendisine aidiyetinden daha fazla Hz. Muhammed’in peygamberliğinden emin olduğunu ifade etmesidir.[151] Yahudi bilginleri Hz. Muhammed’in peygamber olduğunu çok iyi bildikleri halde sudan bahanelerle Hz. Peygamberin risaletini inkâr ederek İslâm’ın en azılı düşmanları oldular.[152]

1.5.3-                            BAZI PEYGAMBERLERİ ALLAH’IN OĞLU OLARAK NİTELENDİRMELERİ

Tüm peygamberler kendilerini Allah’ın kulu ve elçileri olarak ifade etmelerine rağmen, Yahudilerin peygamberlere karşı gösterdiği diğer bir sapmaları da, peygamberlerden kimilerini aşırı yücelterek Allah’ın oğlu olduğunu ifade etmeleridir:

“Yahudiler: "Üzeyir Allah'ın oğludur" dediler; Hıristiyanlar da: "Mesih Allah'ın oğludur" dediler. Bu, onların ağızlarıyla söylemeleridir; onlar, bundan önceki inkâr edenlerin sözlerini taklid ediyorlar. Allah onları kahretsin; nasıl da çevriliyorlar? ”[153]

Bahsi geçen sebepten dolayı tüm Yahudiler değilse de, Yahudilerden bir kısmının bu inançta olduğu ve geri kalanlarının da buna karşı çıkmadıkları bilinen bir gerçektir. Bu nedenle hitap ve kınama tüm Yahudilere yöneliktir.

1.5.4-                       PEYGAMBERLERİ ÖLDÜRMELERİ

Yahudiler gerçeği bildikleri halde Allah’ın elçilerine karşı söz ve davranışlarıyla isyana ve inkâra dayalı bir tavır takınmakla yetinmeyerek, onlardan bir kısmını da acımasızca katletmişlerdir:[154]

“Siz şöyle demiştiniz: "Ey Musa, biz bir tek yemeğe asla dayanamayız; bizim için Rabbine dua et de bize yerin bitirdiklerinden, baklasından, acurundan, sarmısağından, mercimeğinden, soğanından çıkarıversin. "Musa şöyle demişti; "Siz daha aşağı bir nimete daha üstün bir nimeti mi değişmek istiyorsunuz? İnin bir kasabaya; istediğiniz sizin olacaktır. "Ve üzerlerine zillet, eziklik ve yoksulluk damgası vuruldu, Allah'tan bir gazaba çarpıldılar. Bu böyle oldu, çünkü onlar Allah'ın âyetlerini inkâr ediyor ve haksız yere peygamberlerini öldürüyorlardı. İsyan ettikleri için böyle oldu. Sınır tanımıyor, azgınlık yapıyorlardı. ”[155]

Mevdudi’nin bu âyetin tefsirinde Kitab-ı Mukaddes’ten getirdiği örneklerle işaret ettiği gibi İsrailoğulları’nın tarihi, peygamberlerini öldürme vakalarıyla doludur:

Kitab-ı Mukaddese bakıldığında İsrailoğulları’nın tarihi, peygamberlerini hapsetme ve öldürme vakalarıyla dolu olduğu şu örneklerde açıkça görülmektedir:

1-                                            Yahuda       kralı Asa (mö. 911-870) kendisini Allah’tan başkasına güvenmekle suçlayan dönemin peygamberi olan Bilici Hanani’yi ve onunla beraber bir çok kişiyi hapsetmesi:

“O sırada Bilici Hanani Yahuda Kralı Asa'ya gelip şöyle dedi: "Tanrın RAB'be güneceğine Aram Kralı'na gündin.” “Asa biliciye öfkelenip onu cezaevine attırdı. Çünkü söyledikleri onu kızdırmıştı. Halktan bazı kişilere de baskı yaptı.”[156]

2-                       Îlyas peygamber(aleyhisselâm) İsrailoğullarını Asurluların putu olan Baal'e taptıkları için suçlayıp onlardan bir tek Allah'a ibadet etmelerini istediğinde, İsrailoğulları onun azılı düşmanları oldular. Samarra'nın kralı Ahad onu ölümle tehdit etti:[157]

“Îlyas, "Her Şeye Egemen RAB Tanrı'ya büyük bir istekle kulluk ettim" diye karşılık verdi, "Ama İsrail halkı senin antlaşmanı reddetti, sunaklarını yıktı ve peygamberlerini kılıçtan geçirdi. Yalnız ben kaldım. Beni de öldürmeye çalışıyorlar."[158]

3-                          “Kral Ahab, hakkı söylediği için bir peygamberi daha, Mikaya'yı hapsetmiştir. Bunun üzerine İsrail Kralı, "Mikaya'yı kentin yöneticisi Amon'a kralın oğlu Yoaş'a götürün" dedi,"Ben günlük içinde dönünceye dek bu adamı cezaevine atmalarını, ona su ekmekten başka bir şey vermemelerini söyleyin! "[159]

Yahudilerin tarihi peygamberlere karşı işlenen cinayetlerle dolu bir tarih olduğu Yeni Ahide de açıkça ifade edilmektedir:

“Vay halinize ey din bilginleri ve Ferisiler, ikiyüzlüler! Peygamberlerin mezarlarını yaparsınız, doğru kişilerin türbelerini donatırsınız. Atalarımızın yaşadığı günlerde yaşasaydık, onlarla birlikte peygamberlerin kanına girmezdik' diyorsunuz. Böylece, peygamberleri öldürenlerin torunları olduğunuza siz kendiniz tanıklık ediyorsunuz. Haydi, atalarınızın başlattığı işi bitirin.”[160]

4-                       Yahya(aleyhisselâm) Yahuda kralı Herod'un sarayında açıkça işlenen ahlaksızlıklara karşı çıktığı için önce hapsedildi daha sonra başı kesildi:

Hirodes bunları duyunca, “Başını kestirdiğim Yahya dirilmiştir!” dedi. Hirodes'in kendisi, kardeşi Filipus'un karısı Hirodiya'nın yüzünden adam gönderip Yahya'yı tutuklatmış, zindana attırıp zincire vurdurmuştu. Çünkü Hirodes bu kadınla evlenince Yahya ona, “Kardeşinin karısıyla evlenmen Kutsal Yasa'ya aykırıdır” demişti.[161]

5-                         Yahudi âlimlerinin ve sahiplerinin kötü düzenlemelerinin son kurbanı, onları ikiyüzlülükleri ve günahları yüzünden azarlayan, doğru yola gelmelerini tavsiye eden İsa Mesih'ti. Bu "suç"u nedeniyle ona bir tuzak kurup öldürmeyi planladılar. Onun on iki havarisinden biri olan Yahuda'yı (ihanet etmesi için para rerek) satın aldılar ve Hz. İsa(aleyhisselâm)’ı yakalamak ve başrahibin evine götürmek üzere, kılıçlar ve sopalarla büyük bir kalabalık gönderdiler. Onu bağladıktan sonra götürüp Roma valisi Pontius Pilate'ye teslim ettiler. Ona ölüm cezası verdirebilmek için hakkında yalan deliller öne sürdüler. O kadar ileri gittiler ki, Pilate'den festivalde lütuf göstererek bir katil olan Barabba’yı serbest bırakıp, Hz. İsa (aleyhisselâm)’ı çarmıha germelerini istediler.[162]

İsa'yla birlikte, biri sağında öbürü solunda olmak üzere iki haydut da çarmıha gerildi. Oradan geçenler başlarını sallayıp İsa'ya sövüyor, “Hani sen tapınağı yıkıp üç günde yeniden kuracaktın? Haydi, kurtar kendini! Tanrı'nın oğluysan in çarmıhtan diyorlardı. Baş kâhinler, din bilginleri ve ihtiyarlar da aynı şekilde O’nunla alay ederek, “Başkalarını kurtardı, kendini kurtaramıyor” diyorlardı. “İsrail'in Kralı imiş! Şimdi çarmıhtan aşağı insin de O'na iman edelim. Tanrı'ya güveniyordu; Tanrı O'nu seviyorsa, kurtarsın bakalım! Çünkü Ben Tanrı'nın Oğluyum' demişti.” İsa'yla birlikte çarmıha gerilmiş olan haydutlar da O'na aynı şekilde hakaret ettiler.[163]

Peygamberlere karşı sürekli olumsuz bir tavır takınan Yahudiler hiçbir zaman erdem ve fazilet sahibi insanların önderliğini kabul etmemişlerdir. Bu sebeple birçok musibetlerle imtihan edildiler:

“Onların üzerine horluk ve yoksulluk (damgası) vuruldu ve Allah 'tan bir gazaba uğradılar. Bu, kuşkusuz, Allah'ın ayetlerini tanımazlıkları ve peygamberleri haksız yere öldürmelerindendi. (Yine) bu, isyan etmelerinden ve sınırı çiğnemelerindendi. ”[164]

Kur’ân-ı Kerim bu âyette, İsrailoğulları'nın tarihindeki en utanç verici bölüme değinir ve onların Allah'ın lânet ve gazabını hak ettiklerini bildirir. Onlar, aralarından kanuna ve ahlâka en aykırı kişileri seçmişler, onları önder ve başkan yapmışlar, en iyi insanları ise ya zindana, ya da darağacına göndermişlerdir.[165]

Yahudilerin peygamber inancı konusundaki sapmaları, tarihin her döneminde benzer olduğu için, Yüce Allah, Hz. Peygamberin çağdaşları olan Yahudileri de kendilerinden yedi yüz yıl öncesindeki dindaşları tarafından peygamberlere karşı işlenen cinâyetlerden dolayı muhatap almakta[166]ve onlar da aynı şekilde bu cinâyetlere gösterdikleri rıza sebebiyle kınanmaktadır.[167] Nitekim Medine’deki Yahudiler başta olmak üzere, Hz. Peygamber’in dönemindeki Yahudilerin de Hz. Muhammed’e defalarca suikast girişiminde bulundukları bilinen bir gerçektir.[168]

"Allah bize ateşin yiyeceği bir kurban getirmedikçe hiçbir elçiye inanmamamız konusunda and verdi," diyenlere de ki: "Şüphesiz, benden önce nice elçiler, apaçık belgeler ve söylediklerinizle geldi; eğer, siz doğru idiyseniz, o halde onları ne diye öldürdünüz?"[169]

Sonuç olarak, kendilerine en çok peygamber gönderilen kavim olan İsrailoğulları değişik sebeplerle peygamberlere karşı isyan, inkâr, onları katletme ve aşırı yüceltme şeklinde tavırlar takınarak, peygamberlere iman noktasında sapmalar göstermişlerdir.

1.5.5-                       HZ. İBRAHİM’İN YAHUDİ OLDUĞUNU İDDİA ETMELERİ

Kur’ân-ı Kerim’de peygamber inancı konusunda Yahudilere yöneltilen eleştirilerden bir diğeri de Hz. İbrahim’in Yahudi olduğunu iddia etmeleridir:

“Ey Kitap ehli, neden İbrahim hakkında tartışıyorsunuz? Oysa Tevrat da, İncil de ondan sonra indirilmiştir. Düşünmüyor musunuz? Haydi, siz, biraz bilginiz olan şey hakkında tartıştınız; ama hiç bilginiz olmayan şey hakkında neden tartışıyorsunuz? Allah bilir, siz bilmezsiniz. (Yahudiler, Hz. İbrahim’i Yahudi, Hıristiyanlar da onu Hıristiyan kabul ediyor ve bu yüzden tartışıyorlardı. Kur’ân, İbrahim’in Yahudi ve Hıristiyan değil, bir Müslüman olduğunu vurguluyor.) İbrahim ne Yahudi, ne de Hıristiyan’dı; dosdoğru bir Müslüman'dı. Müşriklerden de değildi. ”[170]

Tevrat, Hz. İbrahim’den iki bin yıl sonra, İncil de bin yıl sonra nazil olmasına rağmen,[171]Yahudiler ve Hıristiyanlar adeta Hz. İbrahim’le meşruiyet kazanmak istercesine her biri dayanaktan yoksun olarak onun Yahudi ve Hıristiyan olduğunu iddia etmeye çalışmışlardır.[172] Yüce Allah, Ehl-i Kitab’ın içinde bulunduğu inanca gönderme yaparak Hz. İbrahim’in müşrik olmadığını, tam aksine Müslüman olduğunu vurguluyor.[173]

1.6-                      YAHUDİLERİN AHİRET İNANCI

Yahudilerin ahiret ile ilgili inançları net değildir. Ahiret konusuyla ilgili Kitab-ı Mukaddes’te üstü kapalı birkaç ifadeden başka net bir bilginin olmaması ve amellerin karşılığı olarak ceza ve mükâfattan bahsedilmemiş olması da Yahudilik’te ahiret inancının olmadığı kanaatini kuvvetlendirmektedir. Yahudilerin içinde Ferisiler[174] ve Eseniler gibi bazı mezheplerin ahiret, cennet ve cehennem inancına sahip olmasına karşın, Sadukiler bunun Kutsal Kitap’ta olmadığı gerekçesiyle reddederler. Sadukiler, ahireti inkar ettiklerini Hz. İsa döneminde bile ifade ediyorlardı.[175] Ancak Yahudiler’de gerek ilk dönemlerden kalma inançların, gerekse de etkileşim içinde olduğu milletlerin etkisiyle olsun, ahiret inancının yaygın olduğu söylenebilir. [176] Buna rağmen Yahudilerin sahip olduğu ahiret inancı, mükâfat ve ceza inancı hiçbir zaman ilâhî risalete uygun bir inanç olmamıştır.[177]

Yahudiler mükâfatın ve cezanın daha çok bu dünyada gerçekleştiğine inanırlar. Mükâfatı daha çok maddi zafer ve uzun yaşam olarak değerlendirirler. Bu anlamda MÖ. II. yüzyılda Vaaz Kitabı’nda şunlar yazılır: “Yaşayan bir köpek, ölmüş bir aslandan daha üstündür. Çünkü yaşayanlar öleceklerini bilirler, ölüler ise hiçbir şeyi bilmezler.” Bu anlayışta olan Yahudiler, ölümün bir yokluk olduğuna inanırlar.[178] Bu sebeple dünyaya aşırı bağlılıkları vardır:

“Oysa onlar, önceden ellerinin takdim ettiklerinden dolayı onu (ölümü) hiçbir zaman kesin olarak dilemiyeceklerdir. Allah, zalimleri bilendir. Andolsun, onları hayata karşı (diğer) insanlardan ve şirk koşanlardan (bile) daha ihtiraslı bulursun. (Onlardan) Her biri, bin yıl yaşatılsın ister; oysa bunca yaşaması onu azabtan kurtarmaz. Allah, onların yapmakta olduklarını görendir. ”[179]

Yahudilerin tarih boyunca sergiledikleri tutum ve davranışlarına baktığımız zaman, ahiret konusuyla ilgili ne ortak bir inançları, ne de sahih bir inançları olmuştur. Bu bağlamda Yahudilerin sahip olduğu ahiret inancı da Kur’ân-ı Kerim tarafından sert bir dille eleştirilmiştir.

Yahudiler diğer birçok inanç konularında olduğu gibi ahiret inancı konusunda da sapmalar göstermişlerdir. Kendilerine gönderilen peygamberler onlara sahih bir ahiret inancını tebliğ etmişlerdir. Çünkü ahiret inancı tebliğ edilmesi gereken temel inanç esaslarından biridir. Zira peygamberler bu inanç temelinde insanları ilâhî emir ve yasaklara davet etmişlerdir. Yüksek ahlâkî davranışların kazandırılması için, kişide ahiret inancının olması şarttır.[180] Hz. Musa (aleyhisselâm)’a da peygamberliğin verildiği ilk andan itibaren ahiret inancı, kesinlikle inanılması gereken bir iman esası olarak bildirilmiştir:

“Muhakkak ki ben, yalnızca ben Allah 'ım. Benden başka ilâh yoktur. Bana kulluk et; beni anmak için namaz kıl. Kıyamet günü mutlaka gelecektir. Herkes peşine koştuğu şeyin karşılığını bulsun diye neredeyse onu (kendimden) gizleyeceğim.. Ona inanmayan ve nefsinin arzularına uyan kimseler sakın seni ondan (kıyamete inanmaktan) alıkoymasın; sonra mahvolursun! ”[181]

Hz. Musa (aleyhisselâm)’ın tebliğ ettiği bu inanca binaen sihirbazlar Firavun’un karşısında haykırabilmişlerdir:

“Dediler ki: "Bize gelen apaçık delillere ve bizi yaratana seni asla 'tercih edip-seçmeyiz." Neyde hükmünü yürütebileceksen, durmaksızın hükmünü yürüt; sen, yalnızca bu dünya hayatında hükmünü yürütebilirsin. Gerçekten biz Rabbimize iman ettik; günahlarımızı ve sihir dolayısıyla bizi kendisine karşı zorlayarak-sürüklediğin (suçumuzu) bağışlasın. Allah, daha hayırlıdır ve daha süreklidir. "[182]

Mü’min kadınlara örnek olarak gösterilen Firavun’un karısı da ahirete kesin olarak inandığını şu ifadelerle dile getiriyordu:

“Allah, iman edenlere de Firavunun karısını örnek verdi. Hani demişti ki: "Rabbim bana kendi katında, cennette bir ev yap; beni Firavundan ve onun yaptıklarından kurtar ve beni o zalimler topluluğundan da kurtar."[183]

Bu âyetlerden açıkça anlaşılıyor ki, Musa (aleyhisselâm) kendisine iman edenlere bu inancı tebliğ etmiştir, ki ona gerçekten iman edenler koşulsuz olarak dünyevi her türlü beklentinin ötesinde mükâfatlarını ahirette göreceklerini ümit etmişlerdir. Yahudilerin bir kısmında ahirete ilişkin inanç olmasına rağmen, bununla birlikte bir sapmanın da olduğunu bu şekilde saptadıktan sonra, şimdi de Kur’ân-ı Kerim bağlamında sapmanın hangi noktalarda olduğunu tespite çalışacağız:

1.6.1-                          CENNETE SADECE YAHUDİLERİN GİRECEĞİNİ İDDİA ETMELERİ

Yahudilerin ahiret konusundaki en büyük sapmalarından biri de, sadece kendilerinin cennete gireceklerini iddia etmeleridir. Bu, Yahudilerin Müslümanları dinlerinden döndürmek için cenneti istismar ettiklerinin bir göstergesidir. Oysa bir dine inanmak ve o dinin öğretilerini yerine getirmekle gözetilen en önemli amaçlardan biri de, cennete girmeyi hak etmektir:[184]

“Dediler ki: "Yahudi veya Hıristiyan olmayan hiç kimse kesin olarak cennete giremez." Bu, onların kendi kuruntularıdır. De ki: "Eğer doğru sözlüyseniz, kesin- kanıtınızı (burhan) getirin. "[185]

Yahudilerin bu konuda hiçbir delilleri olmadığı gibi, hak etmedikleri halde sadece zanna dayanarak[186] cennet konusunda da bencil ve milliyete dayalı bir anlayış içinde olmuşlardır. Kendilerini Allah’ın çocukları ve sevgilileri olarak kabul etmişler, imana ve amele dayalı bir mükâfat ve ceza anlayışının dışında milliyet eksenli bir karşılık beklentisi içerisinde olmuşlardır. Bu konuda kendilerini diğer milletlerden ayrıcalıklı bir konumda kabul etmişlerdir. Bu kuruntu Yahudilerin inancı haline geldiği için, kendilerini dünyanın efendileri olarak görmüşler; Allah'ın, diğer milletleri Yahudilerin emrine verdiğine inanmışlardır.[187] Yüce Allah onların bu iddialarını kesin bir dille reddetmektedir:

“Yahudi ve Hıristiyanlar: "Biz Allah'ın çocuklarıyız ve sevdikleriyiz" dedi. De ki: "Peki, ne diye sizi günahlarınızdan dolayı azablandırıyor? Hayır, siz Onun yarattığından birer beşersiniz. O, dilediğini bağışlar, dilediğini azaplandırır. Göklerin, yerin ve bunların arasındakilerin tümünün mülkü Allah'ındır. Son varış O'nadır. "[188]

Kendilerini Allah’ın çocukları olarak kabul ettikleri şeklindeki sapmalarının, İsa (aleyhisselâm) ve Zekeriya (aleyhisselâm) konusundaki sapmanın bir uzantısı olması kuvvetle muhtemeldir. Buradaki temel sorun, sadece inançtaki sapma değildir. Sorun aynı zamanda, tümüyle bu sapmaya dayalı hayat tarzının yozlaşmasıdır. Yahudiler ve Hıristiyanlar, Allah'ın oğulları ve sevdikleri olduklarına dair iddialarının yanısıra, "Allah'ın, onları günahları yüzünden asla cezalandırmayacağını", "onları asla cehenneme sokmayacağını, girseler bile orada sadece bir kaç gün kalacaklarını" söylemişlerdir. Bu ise; Allah'ın adaletinin yerine gelmeyeceği, O'nun kendi kullarından bir grubu kayırdığı, onları yeryüzünde bozgunculuk yapmakta serbest bıraktığı, diğer bozgunculara vereceği azabı da onlara vermeyeceği anlamına gelir.[189]

“De ki: "Eğer Allah katında ahiret yurdu, başka insanların değil de, yalnızca sizin ise, (ve) doğru sözlüyseniz, öyleyse hemen ölümü dileyin." Oysa onlar, önceden ellerinin takdim ettiklerinden dolayı onu (ölümü) hiç bir zaman kesin olarak dilemeyeceklerdir. Allah, zalimleri bilendir. Andolsun, onları hayata karşı (diğer) insanlardan ve şirk koş anlardan (bile) daha ihtiraslı bulursun. (Onlardan) Her biri, bin yıl yaşatılsın ister; oysa bunca yaşaması onu azaptan kurtarmaz. Allah, onların yapmakta olduklarını görendir. ” [190]

Yahudiler her ne kadar kendilerini Allah’ın sevgili kulları[191] olarak görseler de, onlar peygamberleri öldürdüklerinden, Hz. Muhammed(sallallâhü aleyhi ve sellem)’in peygamberliğini bildikleri halde inkâr ettiklerinden ve Allah ile olan bağlarını kestiklerinden dolayı ölümü asla temenni etmezler. Çünkü Yahudiler kâfir olduklarını ve yaptıkları kötü ameller sebebiyle cennetten paylarının olmayacağını çok iyi biliyorlardı. Zaten bu inançlarında samimi olsalardı dünya hayatına karşı gösterdikleri şiddetli arzu yerine hemen cennete girmek için ölümü temenni ederlerdi. Oysa Yahudiler bu inançlarında samimi olmadıkları gibi cennete girmek için de ciddi bir çaba içinde olmamışlardır.

Yüce Allah adildir. Bütün kullarına, amellerinin dışında kalan her durum için, aynı mesafededir. Hiçbir günahkârın diğerinden ayrıcalıklı bir durumu yoktur:

“Sizin kâfirleriniz onlardan daha mı hayırlıdır? Yoksa sizin için Kitaplarda bir beraat mı var? ”[192]

1.6.2-                                    ATEŞİN SAYILI GÜNLERDE KENDİLERİNE DOKUNACAĞINI İDDİA ETMELERİ

Yahudilerin diğer bir saplantıları ise yaptıkları günahlar nedeniyle cehenneme atılmayacakları, atılsalar bile Yahudi olmaları sebebiyle cehennem azabının kendileri için sayılı birkaç günden ibaret olduğu zannıdır:[193]

“Dedilerki: "Sayılıgünlerin dışında, ateş asla bize değmeyecektir"[194]

Yahudileri bu düşünceye sevk eden temel etken, kendilerini seçilmiş bir millet olarak görmeleridir.[195] Tefsirciler, bu sayılı günlerin adedi hakkında onlardan çeşitli sözler de rivâyet etmişlerdir ki, bunların en belli başlısı kırk gündür. Bu sayılı günler de, buzağıya taptıkları günlerle sınırlı olan kırk gündür. Nitekim, Allah'ı bırakıp da buzağıya tapanların ateşe atılacağını bildiren âyetin nazil olması ve Yahudiler tarafından duyulması üzerine Yahudi halkının kuruntuları kırılmış ve İslâm dinine girmek temayülünü göstermeye başlamışlardı. Bunu gören Yahudi bilginleri, telaşa düşüp: "Buzağıya ibadet, Hz. Musa'nın yokluğunda ancak kırk gün sürmüştü. Şu halde biz Yahudiler cehennemde nihâyet kırk günden fazla kalmayacağız." şeklinde teselli ve müjde vermişlerdi.[196]

İbn Abbas ve Mücahid'den rivâyet edildiğine göre; Yahudiler "Dünyanın ömrü yedi bin senedir, biz de her bin sene için bir gün azap göreceğiz." demişler. Diğer bir rivâyette de Yahudiler, "Cehennemin bir tarafından zakkum ağacına kadar kırk senelik yoldur ve onlar bir senelik yolu bir günde alarak kırk günde tamam edeceklerdir." diye Tevrat'ta zikredilmiş bulunduğu iddiasını ileri sürmüşlerdir”.[197]

Onların bu iddialarının ilmi hiçbir dayanaklarının olmadığını Yüce Allah açıkça bildirmektedir:

" De ki: "Allah katından bir ahid mi aldınız?-ki Allah asla ahdinden dönmez- Yoksa Allah 'a karşı bilmediğiniz bir şeyi mi söylüyorsunuz? ”[198]

Zemahşeri’nin ifade ettiği gibi; “sayılı günlerde ateş bize dokunur” iddiasına verilen cevapta, ateşin Yahudilere ve günahı kendisini kuşatanlara ebedi olduğu anlamı da bulunmaktadır. Günahı kendisini kuşatanlar, işledikleri günahlardan dolayı tevbe etmeyenlerdir.[199]

Sonuç olarak her ne sebeple olursa olsun, ahirette görülecek hesaba karşı korku içinde olmamak, ciddiyetten ve ilmi dayanaktan yoksun bir tavır içinde olmak, ona gerçek anlamda iman edilmediğinin de bir göstergesidir.[200] Herhangi bir millete, mezhebe ve dine mensup olduğunu iddia etmek, cennete girmenin garantisi değildir.[201] Bu gerçeğe rağmen, hakkı bile bile inkâr eden ve iman edenleri de saptırmaya çalışan Yahudilerin bu iddiası, boş bir kuruntudan ve bir sapmadan başka bir şey değildir





İKİNCİ BÖLÜM

HIRISTİYANLARIN İNANÇ SAPMALARI

2-HIRISTİYANLIK

Kur’ân-ı Kerim’de kitap ehli olarak ifade edilen ikinci dini topluluk ise Hıristiyanlardır. Hz. İsa(aleyhisselâm)’ın öğretilerine karşı gösterilen sapmalardan dolayı, Yahudilere yöneltilen eleştiriler kadar sert olmasa da, Hıristiyanlar da birçok yönden Yüce Allah’ın sert eleştirilerine muhatap olmuşlardır. Bu bağlamda, Kur’ân-ı Kerim’de geçen Yahudilere ilişkin sapmaları belirttikten sonra, şimdi de Kur’ân-ı Kerim’de yer alan Hıristiyanlara ilişkin sapmaları irdelemeye çalışacağız.

2.1 -HIRİSTİYANLIĞA GENEL BİR BAKIŞ

Hıristiyanlık kelimesi kökü itibariyle Grekçe olup “khristos” kelimesine dayanmaktadır. İbranice’deki “meşiah”ın karşılığı olarak Hz. İsa’nın sıfatı olan “Mesih” anlamını ifade etmektedir. Mesih’e bağlı olanları ifade etmek için ise “khristianos” kelimesi kullanılır. “Khristianos” batı dillerine “christian” olarak geçmiş ve “Mesih’e bağlı olanlar” anlamında kullanılmıştır.[202]

İslâmi literatürde ise Hıristiyanlar, Nasranî, Mesihi ve İsevi kelimeleri ile ifade edilmiştir. Kur’ân-ı Kerim, Hıristiyanları ifade etmek için on dört yerde “Nasârâ” kelimesini kullanır.[203] Nasara kelimesinin niçin kullanıldığı konusunda ise farklı görüşler ileri sürülmüştür.

İbn Abbas’a ve Katade’ye göre, Hıristiyanlara “Nasârâ” denmesinin sebebi, Kudüs yakınlarındaki “nasıra” adındaki bir kasaba sebebiyledir. Hz. İsa(aleyhisselâm) bu kasabada konakladığı için, kendisine “Nasıralı İsa” denmiştir. Ona iman edenlere de, Hz. İsa'ya nisbet edildiği için, “Nasârâ” ismi verilmiştir.

Cevheri’ye göre ise, Hıristiyanlara “Nasranî” denmesinin sebebi, adı nasıra olan, Suriye’deki bir kasaba sebebiyledir. Bu kasabaya “Nasıra” denmesinin sebebi, kasaba halkının bütün işlerini yardımlaşarak yapmalarıdır.

Bir diğer görüşe göre, Hıristiyanlara Nasranî adının verilişi, Hz. İsa(aleyhisselâm)’ın:

"Allah yolunda benim yardımcılarım (ensârım) kim olacak, demiş, havariler de Allah'ın yardımcıları (ensarı) biziz demişlerdi. ”[204] âyetinde geçen ifade sebebiyledir.[205]

Hz. İsa(aleyhisselâm), İsrailoğullarının içinden seçilmiş bir peygamberdir. İsa (aleyhisselâm) döneminde Hıristiyanlık kelimesi kullanılmamıştır. İhtida edenler için genellikle şakirtler, kardeşler, inananlar gibi isimler kullanırdı. Resullerin işlerinde geçen Hıristiyan ibaresi “Khristianos” isminin ilk defa Antakya’da kullanıldığı ve bunun da mil’adi 60. yıllara denk geldiği anlaşılmaktadır:[206]

“ Ve onu bulunca(Tarsusa Saulu) Antakya’ya getirdi ve vaki oldu ki, bütün bir yıl kilise ile bir arada toplandılar ve çok kimselere öğrettiler ve şakirtlerin Hıristiyan diye çağrılması önce Antakya’da oldu.”[207]

Hz. İsa(aleyhisselâm) kendisinden önce gönderilen Hz. Musa (aleyhisselâm)’ın şeriatını ıslah etmek için gönderilmiştir.[208] Hz. İsa’nın getirdiği temel prensiplere baktığımız zaman, bu prensiplerin dünyevi olan her şeyi öteleyen bir karakterde olduğunu görüyoruz. Hz. İsa(aleyhisselâm)’ın bu karakterde olması, Yahudilerin aşırı derecede dünyevileşmesinin etkisi olduğu söylenebilir. Başka bir ifade ile Ahdi Kadim’in aşırı gerçekçiliğinin hakkından, Ahdi Cedid’in aynı şekilde aşırı idealizmi ile gelinebilmiştir.[209]

Hz. İsa(aleyhisselâm) aynı zamanda Hz. Musa(aleyhisselâm)’ın şeriatının uygulanmasında ortaya çıkan bazı güçlükleri gidermekle de görevlendirilmiştir:

“İsa, açık belgelerle gelince, dedi ki: Ben size bir hikmetle geldim ve hakkında ihtilafa düştüklerinizin bir kısmını size açıklamak için de. Öyleyse Allah 'tan sakının ve bana itaat edin. Şüphesiz Allah, O, benim de Rabbim, sizin de Rabbinizdir; şu halde O'na kulluk edin. Dosdoğru yol budur. "[210]

“İsrailoğullarına elçi kılacak. (O, İsrailoğullarına şöyle diyecek:) "Gerçek şu, ben size Rabbinizden bir âyetle geldim. Ben size çamurdan kuş biçiminde bir şey oluşturur, içine üfürürüm, o da hemencecik Allah'ın izniyle kuş oluverir. Ve Allah'ın izniyle doğuştan kör olanı, alaca hastalığına tutulanı iyileştirir ve ölüyü diriltirim. Yediklerinizi ve biriktirdiklerinizi size haber veririm. Şüphesiz, eğer inanmışsanız bunda sizin için kesin bir âyet vardır. Benden önceki Tevrat'ı doğrulamak ve size haram kılınan bazı şeyleri helal kılmak üzere size Rabbinizden bir âyetle geldim. Artık Allah 'tan korkup bana itaat edin. "[211]

Yahudiler, İsa(aleyhisselâm)’ın öğretilerini kabul etmek yerine, bu öğretilere inkârla karşılık verdiler. Bu inkârın sebebi ise, İsa(aleyhisselâm)’ın niteliklerinin Yahudilerin beklediği Mesih’in niteliklerinden farklı olmasıydı.

Yahudiler, Mesih’in kendilerini düşmanlarına karşı zafere ulaştıracak güçlü bir hükümdar olmasını beklerken, Mesih Yahudilerin bu beklentisinin aksine halktan bir insan olunca onu inkâr edip öldürmeye çalıştılar.[212]

Hz. İsa(aleyhisselâm)’ın üç yıl süren tebliği, sadece Yahudilere yönelikti. Hz. İsa(aleyhisselâm)’ın tebliği, sadece Yahudilere yönelik olması, onun misyonunun evrensel olmadığı veya kendisinin bundan kaçındığı anlamına gelmez. Hz. İsa(aleyhisselâm)’ın üç yıl ile sınırlı olan tebliğ sürecinde, tebliğin alanını genişletmeye fırsat bulamaması ve yalnızca çekirdek bir cemaatin teşekkülüne yönelik bir gayret içinde olması kuvvetle muhtemeldir. Hz. İsa(aleyhisselâm)’ın vefatından sonra ona iman edenler, diğer milletlere de Hıristiyanlığı yaymaya çalıştılar.[213] Bu aynı zamanda Hıristiyanlığın, milli bir din haline getirilmiş Yahudilikten de ayrılması demektir.

Hz. İsa(aleyhisselâm)’ın vefatının dördüncü yılında, Hıristiyanlığı kabul eden Pavlus, Hıristiyanlığın putperestler arasında da yayılmasına öncülük etti. Ancak putperestlere tebliğ edilen din, Hz. İsa(aleyhisselâm)’ın getirdiği din olmaktan ziyade Pavlus’un yorumlarıyla oluşturduğu yeni bir dindi. Pavlus, Hz. İsa(aleyhisselâm)’ın getirdiği dinde istediği gibi tasarruf edebiliyordu. Hıristiyanlığın en büyük sapması olan “teslis”, bu süreçte dine sokulmuştur. Pavlus, yine bu süreçte sünnet olmayı yasaklamış ve domuz etini serbest bırakmıştır.[214]

Pavlus bu tahrifin gerekçesini şu şekilde açıklar:

“Ve Yahudileri kazanayım diye Yahudiler gibi davrandım. Kendim şeriat altında olmadığım halde, şeriat altında olanları kazanayım diye şeriat altında olanlara şeriat altında gibi davrandım; Allah’a karşı olmayanlardan değil, ancak Mesih’in şeriatı altında olarak şeriatı olmayanları kazanayım diye, şeriatı olmayanlara şeriatı olmayan gibi davrandım”[215]

Pavlus Yahudilerin ve putperestlerin memnuniyetini kazanma adına dinden tavizler verdiğini açıkça itiraf etmektedir. Hıristiyanlık dininin teşekkülünde çok etkin olan Pavlus hakkında İngiliz tarihçi Wells şöyle demektedir:

“O sırada büyük bir muallim ortaya çıktı. Pek çok kişi onu Hıristiyanlığın gerçek kurucusunun çağdaşları arasında, güvenilir kimselerden biri olarak değerlendirmektedir. Bu kişi Tarsus’lu Saul yahut Paul’dur. Yahudi olan bazı hocalara öğrencilik yaptığı herkes tarafından kabul edilmekle beraber, bazı Yahudi yazarlar onun Yahudi olmadığını ifade etmektedir. Diğer taraftan Pavlus, Helenistik İskenderiye ilâhîyatında bir derya idi. Ayrıca Helenistik felsefi ekollerin ifadelerinden de etkilenmişti.[216] Böyle bir şahsiyetin düşünceleriyle şekillenen Hıristiyanlık, İsa(aleyhisselâm)’ın getirdiği dinden farklı olarak, Yahudi Mesihçiliğin, Yunan düşüncesinin ve Roma putperestliğinin bir harmanlaması olarak ortaya çıkıyordu. Dolayısıyla bugünkü Hıristiyanlık, Pavlus'un yorumlarına dayanır. Hıristiyanlığın aslî şekli ve kutsal kitapları tahrifata uğramıştır. Artık Hıristiyanlık muharref bir dindir. Bunun içindir ki, günümüz Hıristiyanlarının benimsediği Hıristiyanlık ile Kur’ân-ı Kerim’in bize bildirdiği Hıristiyanlık birbirinden tamamen farklıdır.[217]

Tahrif edilen Hıristiyanlık, bünyesinde şirkin birçok unsurlarını barındırmakla beraber, monoteist bir din olarak kabul edilmektedir. İleride ayrıntılı bir şekilde izah edeceğimiz gibi Hz. İsa(aleyhisselâm) Allah’ın oğlu olarak kabul edilmekte ve Hz. İsa(aleyhisselâm) ile Allah anlayışları iç içe kabul edilmektedir.[218] Hıristiyanlıkta en büyük figür İsa(aleyhisselâm)’dır. Bu anlamda Hıristiyanlık İsa merkezli bir dindir. İsa(aleyhisselâm) tanrılaştırılan bir insan olmaktan ziyade, insanlaştırılan bir tanrı konumuna getirilmiştir.[219] Bu sapmaya rağmen Hıristiyanlık, vahye dayanan ilâhî kaynaklı bir din olup buna bağlı olarak Müslümanların Hıristiyanlarla olan ilişkileri putperestlerle olan ilişkililerinden farklı bir durum arz etmektedir. Örneğin Putperestlerin kadınları ile evlenmek ve onların kestiklerini yemek Müslümanlara yasak iken;

Müslümanların, Hıristiyanların ve Yahudilerin kadınları ile evlenmesine ve onların kestiklerini yemesine bir yasak getirilmemiştir.[220]

Hıristiyanlık, günümüzde en çok müntesibi bulunan dindir. İnsanlara Hıristiyanlık öğretilerini anlatmayı ve dünyanın her yerine Hıristiyanlığı götürmeyi dini bir vecibe olarak kabul eden bir dindir. Hıristiyanlar yaptıkları misyonerlik faaliyetleriyle dünyanın her yerine tebliği götürmektedirler. Son zamanlarda açtıkları kiliselerle, dağıttıkları neşriyatlarla, yürüttükleri sosyal yardım faaliyetleri ile İslâm ülkelerinde de Hıristiyanlık propagandasına hız vermişlerdir. Hıristiyan misyoner faaliyetlerinin yoğunluk kazandığı günümüzde, Kur’ân-ı Kerim bağlamında Hıristiyan sapmalarını irdelemek farklı bir önem arz etmektedir.

2.2-                      HIRİSTİYANLARIN ALLAH İNANCI KONUSUNDAKİ SAPMALARI

Hıristiyanlar Yüce Allah’ın varlığına inanırlar. Ancak Hıristiyanların Allah tasavvuru Müslümanların inancından çok farklıdır. Yahudilerde olduğu gibi Hıristiyanlar da Allah inancı konusunda Tevhid dışı bir yola sapmışlardır. Bu sapmanın boyutlarını şu şekilde sıralayabiliriz:

2.2.1-                       YÜCE ALLAH’A ŞİRK KOŞMALARI

Hıristiyanlar; Hz. İsa(aleyhisselâm)’ı ve annesi Hz. Meryem’i başta olmak üzere rahiplerini Allah’a ortak koşmuşlardır. Böylece Hıristiyanlar tüm peygamberlerin ortak ve evrensel daveti olan tevhidi çizgiden sapmışlardır. Bu gerçek Kur’ân-ı Kerim’in birçok yerinde zikredilmiştir:

“Onlar, Allah'ı bırakıp bilginlerini ve rahiplerini rabler (ilahlar) edindiler ve Meryem oğlu Mesih, 'i de. Oysa onlar, tek olan bir ilah 'a ibadet etmekten başka bir şeyle emrolunmadılar. O'ndan başka ilah yoktur. O, bunların şirk koştukları şeylerden yücedir.”[221]

Âyette zikredilen hahamlardan maksat, Yahudilerin din âlimleridir. Papazlardan maksat ise, Hıristiyanların manastırlara çekilen ve dini konularda içtihatta bulunabilen âlimleridir. Yüce Allah, bu âyet-i kerimede Yahudilerin ve Hıristiyanların, din adamlarını rabler edindiklerini zikretmiştir. Ancak bu ifadeden maksat onların din adamlarını ilah edinerek onlara tapmaları değildir. Nitekim

Hıristiyanlığı terk edip Müslüman olan Adiy bin Hatem başta olmak üzere birçok Hıristiyan bunu reddetmişlerdir. Ancak “rabler edindiler” ifadesinden maksat, Alla­h’ın emir ve yasaklarını bırakıp, din adamlarının koydukları emir ve yasaklara uymalarıdır.[222] Küfürde, isyanda ve şeriatın koyduğu hükümlerde, onların yaptıkları tasarruflarda koşulsuz olarak onlara itaat etmektir.[223]

Müslüman olmadan önce Hıristiyan olan Adiy b. Hatem diyor ki: “Ben Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellemin yanına gittim. Boynumda altından bir haç bulunuyordu. Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem bana dedi ki: ‘Ey Adiy, bu putu çıkarıp at.’ Ben onun, Tevbe suresinin "Onlar, hahamlarını, papazlarını ve Meryem oğlu İsa Mesihi, Allah'tan başka rabler edindiler." âyetini okuduğunu işittim. Dedim ki: ‘Ey Allahın Resulü biz onlara ibadet etmiyorduk ki. Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem da buyurdu ki: Dikkat edin, Yahudi ve Hıristiyanlar, din adamlarına tapmıyorlardı. Fakat onlar, hahamlar ve papazlar kendilerine bir şeyi helal kılınca onu helal sayıyorlardı, bir şeyi haram kılınca da onu haram kabul ediyorlardı.”

Abdullah b. Abbas da demiştir ki: Hahamlar ve papazlar, Yahudi ve Hıristiyanlara, kendilerine secde etmelerini emretmemişlerdi. Fakat onlar, Allah’ın emirlerine aykırı emirler vermişler, onlar da bu emirleri tutmuşlardır. Bu sebeple Allah, hahamları ve papazları "edinilen rabler" diye ifade etmiştir."

Reb'i b. Enes diyor ki: "Ben, Ebu’l-Aliye’den; "Yahudiler ve Hıristiyanlar, hahamlarını ve papazlarını rabler edindiler." âyetinin manasını sordum ve dedim ki: "Îsrailoğullarının bu rab edinme olayı nasıldı?" O da dedi ki: "Hahamlar bize ne emrettiyse ona uyduk. Neyi de yasakladıysa, sözlerini dinledik. Hâlbuki bunların emrettikleri ve yasakladıkları şeylerin hükmü, Allah’ın kitabında mevcuttu. İnsanlar din adamlarının telkinlerini nasihat kabul edip aldılar ve Allah’ın kitabını arkalarına attılar. Böylece Allah’ı bırakıp din adamlarını rabler edinmiş oldular.[224] Hz. Peygamber onları bu sapmadan, tekrar tevhidi istikamete davet etmiştir. Bu çağrı aynı zamanda Hz. İsa (aleyhisselâm)’ın da çağrısıdır. Hz. İsa (aleyhisselâm) kıyamet günüde ümmetine bu çağrıyı yaptığını ifade edecektir:[225]

“Allah: "Ey Meryem oğlu İsa, insanlara, beni ve anneni Allah'ı bırakarak iki ilah edinin, diye sen mi söyledin?" dediğinde: "Seni tenzih ederim, hakkım olmayan bir sözü söylemek bana yakışmaz. Eğer bunu söyledimse mutlaka sen onu bilmişsindir. Sen bende olanı bilirsin, ama ben Sen'de olanı bilmem. Gerçekten, görünmeyenleri (gaybleri) bilen Sen. 'sin Sen. Ben onlara bana emrettiklerinin dışında hiç bir şeyi söylemedim. (O da şuydu:) 'Benim de Rabbim, sizin de Rabbiniz olan Allah 'a kulluk edin.' Onların içinde kaldığım sürece, ben onların üzerinde bir şahidim. Benim (dünya) hayatıma son verdiğinde, üzerlerindeki gözetleyici Sen 'din. Sen her şeyin üzerine şahid olansın. "[226]

Kur'an-ı Kerim, içine düştükleri şirke rağmen Hıristiyanları yumuşak bir üslupla tevhide davet ediyor:

“De ki: "Ey Kitap Ehli, bizimle sizin aranızda müşterek (olan) bir kelimeye (tevhide) gelin. Allah'tan başkasına kulluk etmeyelim, O'na hiç bir şeyi ortak koşmayalım ve Allah 'ı bırakıp bir kısmımız (diğer) bir kısmımızı Rabler edinmeyelim." Eğer yine yüz çevirirlerse, deyin ki: "Şahid olun, biz gerçekten Müslümanlarız. ”[227]

Bu çağrı, aynı zamanda bütün peygamberlerin çağrısıdır. Müslümanların eğitimine yönelik bir çağrı olarak da düşünülebilir. Diğer ümmetlerde meydana gelmiş sapmaların İslâm ümmeti içerisinde de meydana gelme tehlikesi her zaman vardır:

“Ey iman edenler, Allah'ın ve Resulü'nün huzurunda öne geçmeyin ve Allah'tan sakının. Şüphesiz Allah, işitendir, bilendir”[228]

Sözlü ve fiili olarak, dini konularda belirleyici tek unsur kitap ve sünnettir. Peygamberlerin evrensel daveti olan tevhit konusunda Seyyid Kutub şu çarpıcı açıklamayı yapmaktadır:

“Müslümanlarla Allah'a rağmen birbirlerini Rabler edinenler arasındaki bu karşılaştırma, Müslümanların kimliğini net ve kesin olarak ortaya koymaktadır. Müslümanlar yalnız Allah'a ibadet edenler, kendisine kul olmaya yalnız Allah'ı lâyık görenler ve Allah'a rağmen birbirini Rabler edinmeyenlerdir. Müslümanları diğer uluslardan ve inançlardan ayıran temel nitelik budur.

İslâm, insanları kullara kulluktan kurtaran tam bir özgürlüktür. İslâm nizamı da diğer düzenler arasında özgürlük hareketini gerçekleştiren biricik düzendir. Yeryüzü kaynaklı düzenlerin hepsinde, İnsanlar birbirini Rabler edinirler. Bu birbirini rab edinme olayı en katı dikta rejimlerinde göze çarptığı gibi, en ileri demokrasilerde de ortaya çıkmaktadır. İlahlığın en başta gelen özelliği, insanları kendisine taptırma ve kurumlarını, sistemlerini, yasalarını, kanunlarını, değer yargılarını ve ilkelerini benimsetmedir. Bu, yeryüzü kaynaklı bütün düzenlerde şu veya bu şekilde birtakım insanların tekeline girmiştir. Şu veya bu konumda insanlardan bir topluluğa havale edilmiştir. Geniş halk kitlelerinin kendisinin belirlediği yasalara, değer yargılarına, ilkelerine ve düşüncelerine boyun eğdiği bu topluluk Kur’âni tanımlamaya göre, edinilmiş yeryüzü ilahlarıdır. İnsanların ilahlık ve rububiyet özelliklerini kendilerinde görmelerine izin vermeleri ve Allah'a rağmen birbirlerini rabler edinmelerinin tipik örneğidir. İnsanlar, bu ilahları böyle kabul etmekle, onlara secde etmeseler de, önünde eğilmeseler de Allah'a rağmen onlara kulluk etmiş olurlar. Zira kulluk Allah'tan başkasına yönelme imkânı olmayan bir ibadettir. İşte ancak İslâm nizamında insan bu boyunduruktan kurtulur. Özgürlüğe kavuşur. Düşüncelerini, düzenlerini, yaşam biçimlerini, yasalarını, kanunlarını, değer yargılarını ve ilkelerini yalnız Allah'tan alan bir özgürlüğe kavuşur. Bu konuda onun konumu diğer tüm insanların konumu gibidir. O ve diğer bütün insanlarla eşit konumdadır. Hepsi aynı düzeydedir. Hepsi Allah'ın emrindedir. Allah'a rağmen birbirlerini Rabler edinmezler. İşte bu anlamıyla İslâm, Allah katında kabul gören tek dindir.[229] Tüm Peygamberlerin Allah katından getirmiş olduğu tek din budur. Allah, peygamberleri bu din ile gönderdi ki, insanları kullara kulluktan kurtarıp Allah'a kul etsinler. Kulların zulmünden Allah'ın adaletine kavuştursunlar.”[230]

Hıristiyanların özellikle din adamlarını ilah edinmeleri yahut din adamlarının kendilerini ilah olarak telakki etmeleri ciddi bir sapmaydı. Bu anlamda ilahlaştırılan din adamları, dini tekellerine alarak adeta köleleştirilmiş halka, kutsal kitabın okunmasını dahi yasaklamışlardı. 1870’te Vatikan Kurulu papanın yanılmaz olduğunu ilan etmiştir.[231]13.yüzyılda inananlara kutsal kitabın izinsiz okunması yasaklanırken,[232] zamanla kilisenin söylediklerini koşulsuz olarak kabul etmek imanın bir şartı haline getirilmişti. Ondan kuşku duymak veya onu tartışmak küfür sayılırdı. Artık Hıristiyan din adamları kendilerini ilâhî yetkilerle donatılmış, yanılmaz bir otorite, halkı ise kendilerine itaat etmeleri gereken kul konumunda görüyorlardı. İnsanların cennete girmeleri dahi papazların elindeydi. Hıristiyan din adamları insanların vicdanlarını tehdit ediyorlardı. Bu yolla kilise insanları manen ve madden sömürüyorlardı. Kilisenin ortaçağda, sadece İngiltere’de arazilerinin üçte birine sahip olması ve haftada bir gün, insanları bu arazilerde ücretsiz çalıştırmayı ön görmesi insanları ne derece tahakkümü altına aldıklarının bir göstergesidir.[233] Tarih kilisenin din adıyla sayısız cinâyetler işlediğine şahit olmuştur. Kilise bu cinâyetleri putperestlere, Yahudilere, mezhep ayrılıkçılarına, bilginlere ve filozoflara karşı en acımasız işkencelerle, engizisyon mahkemelerinde uygulamıştır. Artık teslisi kabul etmek, Hıristiyan olmanın ve dolayısıyla hayatta kalabilmenin ilk şartıydı. 16.yüzyılda teslisi kabul etmedikleri için insanlar kilisenin emriyle diri diri yakılmıştır.[234]

2.2.2-                      YÜCE ALLAH’I BEŞER SEVİYESİNE İNDİRGEMELERİ

Hıristiyanlığın ayırt edici en temel özelliği teslistir. Bu inanç, tevhid diniyle Hıristiyanlık arasındaki ayrılığın temelini oluşturur.[235] Hıristiyanlığa teslis inancını ilk sokan kişi Pavlus olmuştur.[236] Ancak kavram olarak ilk defa miladi 180 yılında Antakyalı Theophilus tarafından kullanılmıştır. Teslis inancının dayandığı temeller Yeni Ahit’te mevcuttur. Özellikle Yuhanna incili, sanki bu doktrini yerleştirmek için yazılmış bir İncil’dir. Bu inanca binaen Hıristiyanlar, yıllarca Yüce Allah’ın içkinliği ve aşkınlığı konusunda tartışmışlar. Bu tartışmalarda teslisin unsurları olan Baba, Oğul ve Kutsal Ruhun konumlarını belirlemeye çalışmışlardır.

Hıristiyan inancına göre teslisin birinci unsuru babadır. Her şeyin yaratıcısı ve sahibidir. Her şeyi görür. Her ne kadar baba tanrı, oğul tanrı ve kutsal ruh tanrı olarak görünse de O özünde birdir. Bölünmez bir özdür, cevherdir. Bu cevher ruhtur. Ruhta bölünme kabiliyeti yoktur. Bu nedenle tanrı birdir ve mukaddes üçlüktür.[237] Her ne kadar tanrı birdir demeleri ile bir birleme (tevhid) görünse de, aslında bu birlikten kastedilen Mesih’tir.[238] Dolayısıyla baba dedikleri tanrı, İsa(aleyhisselâm)’da içkindir. Bu anlayış çerçevesinde Yüce Allah Hz. İsa’nın şahsında insanlaştırılmıştır.

Teslisin ikinci unsuru oğuldur. Hıristiyanlar Hz. İsa (aleyhisselâm)’ın tanrının gerçek oğlu olduğunu, tanrıdan doğma tanrı olduğunu kabul etmişler. Miladi 325 yılında İznik I. Konsülünde alınan kararla, bu inanç resmen kabul edilmiştir. Konsül bu karara karşı çıkan Aryos’u tekfir etme kararı almıştır.[239] Zira Hıristiyan inanışa göre Hz. İsa (aleyhisselâm) çeşitli mucizeleriyle tanrı olduğunu ispatlamıştır. Günümüz Hıristiyanların yüzde doksan beşi bu inancı kabul ederler.[240]

Aslında Hıristiyanları bu anlayışa götüren en önemli sebep, Yahudilerin kurtarıcı Mesih beklentisi ve Yunanlıların tanrının büyük adam yetiştirmek için ölümlülerle birleştikleri inancıydı. Böylece Hıristiyanlık, teslis inancı sayesinde kendisine ihtida eden müntesiplerinin eski dinlerinden kaynaklanan tereddütlerini de tatmin ediyordu.[241]

Teslisin üçüncü unsuru ise Kutsal Ruhtur. Birçok Hıristiyan perspektifine göre Kutsal Ruh, Tanrı'nın kendisi, Tanrı’nın bir yansıması ya da Tanrı’nın bir tezahürüdür. Kutsal Ruh, Tanrı'nın kendi varlığını insanda hissettirmesidir. Hıristiyanlığa göre insanın kendi içinde hissettiği iman gücü, inanç ve Tanrı'yla konuşma vb. duygular Kutsal Ruh sayesinde gerçekleşmektedir. Baba, Oğul ve Kutsal Ruh, tek bir cevherde toplanmış, üç ayrı uknumdur ve bu uknumların hepsi de ebedidir. Baba tanrı, yaratıcı; Oğul tanrı, kurtarıcı ve Kutsal Ruh da takdir edicidir.[242] Bu üçlü uknumun ikincisi birinciden; üçüncüsü ilk ikisinden kaynaklandığı halde, üçü de bir tek tabiat içinde eşittir ve bölünme kabul etmezler. Bu üçlü unsur yaratma ve tabiatüstü düzeye yükselmelerde birlik içinde hareket ederler.[243] Hıristiyanların bu farklı üç unsurdan, özellikle birlik unsurunu vurgulaması politeizmin engellenmesi amacını gütmektedir.[244]

Hıristiyan teologları, teslis doktrinini farklı şekillerde izah etmişlerse de hepsinin ortak noktaları Hz. İsa’nın ilâhî sıfatlarla mücehhez bir tanrı veya tanrının kendisinde müşahhaslaştığı ve bizzat tanrının kendisi olduğudur.

Bu, kendisine kitap ve peygamber gönderilen ümmetler içerisinde meydana gelmiş en büyük sapmadır. Bu sapma neticesinde itikatlarındaki şirk özelliği o kadar açıktır ki, müşrikler kendi şirklerini onların şirkleri ile kıyaslayarak kendilerinkine meşruiyet kazandırmaya çalışmışlardır:[245]

"Bizim tanrılarımız mı hayırlı, yoksa o mu? dediler. Bunu sadece tartışma için sana misal verdiler. Doğrusu onlar, kavgacı bir toplumdur. O, sadece kendisine nimet verdiğimiz ve Israiloğullarına örnek kıldığımız bir kuldur.[246]

Zira putperestler bile tanrı edindikleri meleklere ve sanemlere Allah demiyorlardı. Putları Allah’a yaklaştıran aracılar olarak görüyorlardı:

“Allah'ı bırakıp kendilerine zarar vermeyecek ve yararları dokunmayacak şeylere kulluk ederler ve: "Bunlar Allah katında bizim şefaatçilerimizdir" derler. De ki: "Siz, Allah 'a, göklerde ve yerde bilmediği bir şey mi haber veriyorsunuz? O, sizin şirk koştuklarınızdan uzak ve yücedir. "[247]

Bu nedenle Hıristiyanların teslis inancı, putperestlerin şirkinden bile daha koyu bir şirktir:

“Andolsun, "Şüphesiz, Allah Meryem oğlu Mesih'tir." diyenler küfre düşmüştür. De ki: "O, eğer Meryem oğlu Mesih'i, onun annesini ve yeryüzündekilerin tümünü helak (yok) etmek isterse, Allah'tan (bunu önlemeye) kim bir şeye malik olabilir? Göklerin, yerin ve bunlar arasındakilerin tümünün mülkü Allah'ındır; dilediğini yaratır. Allah her şeye güç yetirendir. Andolsun, "Şüphesiz Allah, Meryem oğlu Mesih'tir" diyenler küfre düşmüştür. Oysa Mesih'in dediği (şudur:) "Ey Israiloğulları, benim de Rabbim, sizin de Rabbiniz olan Allah 'a ibadet edin. Çünkü O, kendisine ortak koşana şüphesiz cenneti haram kılmıştır, onun barınma yeri ateştir. Zulmedenlere yardımcı yoktur. Andolsun, "Allah üçün üçüncüsüdür" diyenler küfre düşmüştür. Oysa tek bir ilahtan başka ilah yoktur. Eğer söylemekte olduklarından vazgeçmezlerse, onlardan inkâr edenlere mutlaka (acı) bir azab dokunacaktır. ”[248]

Yüce Allah Kur’ân-ı Kerim’de Hz. İsa (aleyhisselâm)’ın ve annesi Hz. Meryem’in kişiliklerini ve beşer oluşlarını belirterek, Hıristiyanlara bu sapmadan tevhide dönmelerini emreder. Zira Haç’ta eziyet çekmek,[249] ana rahminde cenin olarak kalmak, uyumak, susuzluk, açlık ve yorgunluk çekmek, konuşmak gibi insan tabiatının gerektirdiği şeyleri şahsında toplamış bir kişiye ilahlık atfetmek apaçık dalalettir. Hz. İsa(aleyhisselâm) için sayılan bu beşeri özelliklerin bir kısmı hem Kur’ân-ı Kerim’de hem de İncil’de yer almıştır:

“Meryem oğlu Mesih, yalnızca bir elçidir. Ondan önce de elçiler gelip geçti. Onun annesi dosdoğrudur, ikisi de yemek yerlerdi. Bir bak, onlara âyetleri nasıl açıklıyoruz? (Yine) bir bak, onlar ise nasıl da çevriliyorlar.”[250]

Hz. İsa (aleyhisselâm)’ın acıktığı İncil’de ise şöyle geçmektedir:

“Ertesi gün, Beytanya’dan çıktıkları zaman, acıktı. Uzaktan yapraklı bir incir ağacı görüp belki ondan bir şey bulurum diye geldi; yanına varınca üzerinde yapraklardan başka bir şey bulamadı; çünkü incir mevsimi değildi.”[251]

Hz. İsa (aleyhisselâm)’ın sıra dışı yaratılışı, Yüce Allah’ın kudretine delalet etmektedir. Onun ve annesinin mucizeleri ise peygamberliğine ve Yüce Allah’a olan sadakatlerine işaret eder. Dolayısıyla Hz. İsa(aleyhisselâm)’ın ve annesinin Allah katındaki konumları peygamberliğin ötesinde değildir.[252]

“Hani Melekler, dediler ki: "Meryem, doğrusu Allah kendinden bir kelimeyi sana müjdelemektedir. Onun adı Meryem oğlu Isa Mesih, 'tir. O, dünyada ve ahirette 'seçkin, onurlu, saygındır' ve (Allah'a) yakın kılınanlardandır. Beşikte de, yetişkinliğinde de insanlarla konuşacaktır. Ve O Salihlerdendir. Rabbim, bana bir beşer dokunmamışken, nasıl bir çocuğum olabilir?" dedi. (Fakat) Allah neyi dilerse yaratır. Bir işin olmasına karar verirse, yalnızca ona "ol" der, o da hemen oluverir. Ona kitabı, hikmeti, Tevrat’ı ve Incili öğretecek. Israiloğulları’na elçi kılacak. (O, Israiloğulları ’na şöyle diyecek:) "Gerçek şu, ben size Rabbinizden bir âyetle geldim. Ben size çamurdan kuş biçiminde bir şey oluşturur, içine üfürürüm, o da hemencecik Allah 'ın izniyle kuş oluverir. Ve Allah 'ın izniyle doğuştan kör olanı, alaca hastalığına tutulanı iyileştirir ve ölüyü diriltirim. Yediklerinizi ve biriktirdiklerinizi size haber veririm. Şüphesiz, eğer inanmışsanız bunda sizin için kesin bir âyet vardır. "Benden önceki Tevrat'ı doğrulamak ve size haram kılınan bazı şeyleri helal kılmak üzere size Rabbinizden bir âyetle geldim Artık Allah 'tan korkup bana itaat edin. "Gerçekten Allah, benim de Rabbim, sizin de Rabbinizdir. Öyleyse O'na ibadet edin. Dosdoğru olan yol işte budur. "[253]

Hz. İsa (aleyhisselâm)’ın yaratılışı, mucizeleri ve misyonu ilk günden ortaya konmuşken, Yahudilerden ve putperestlerden Hıristiyan olanlar, önceki inançlarından kaynaklanan bir anlayış ile Yüce Allah’ın kudretine delalet eden Hz. İsa (aleyhisselâm)’ın sıra dışı yaratılışını ve onun peygamberliğine delalet eden mucizelerini onun ilahlığına yorumladılar. Oysa Hz. İsa (aleyhisselâm)’ın yaratılışı, Hz. Âdem’in yaratılışından farksızdı:

“Şüphesiz, Allah katında Isa'nın durumu, Adem’in durumu gibidir. Onu topraktan yarattı, sonra ona "ol" demesiyle o da hemen oluverdi. ”[254]

Hz. İsa (aleyhisselâm)’ın annesi belli iken ve her ikisi de, Hz. Âdem’in çocukları olduğu halde nasıl ilah olabilirler. Hz. İsa (aleyhisselâm)’ın bu sıra dışı yaratılışı ilahlığa bir dayanak yapılıyorsa, bu daha çok Hz. Âdem için söz konusu olabilirdi. Çünkü Âdem(aleyhisselâm)’ın ne annesi ne de babası vardır.[255]

Sonuç olarak, Hıristiyanlar ilâhî bir dine sahip olmuş ümmetler içerisinde en büyük sapmayı göstermişlerdir. Felsefi olarak farklı yorumlar yapılsa da Hıristiyanların teologları bile “teslis”i izah etmekte yetersiz kalmışlardır. Bu konunun bizim açımızdan önemi ise, bizzat Kur’ân’da yer alması ve Yüce Allah’ın bu konuyu kesin bir ifadeyle sapıklık olarak belirtmesidir. Zira Yüce Allah, Hz. İsa (aleyhisselâm)’ı sadece bir kul ve bir peygamber olarak kabul etmemizi emrediyor:

“O, yalnızca bir kuldur; kendisine nimet verdik ve onu Israiloğulları ’na bir örnek kıldık. ” [256]

2.2.3-                       ALLAH’A ÇOKLUK İZAFE ETMELERİ

Hıristiyanların Allah inancı konusundaki diğer bir sapmaları ise O’na sıfatlarında olduğu gibi, bizzat zatına ilişkin de çokluk izafe etmeleridir. Hıristiyanlar teslisin her bir unsurunu ilah edindikleri gibi, bu unsurlara bizzat Allah da demişlerdir. Teslis inancının anlaşılmasındaki güçlük, Hıristiyanlar arasında bu konuda ortak bir fikrin oluşmasını engellemiştir. Teslis inancı konusunda ortak bir fikrin oluşmasını engelleyen diğer bir husus da, kimilerine göre teslisin unsurlarını konumlandırmada monoteizm inancının açıkça ihlal edilmesidir.[257]

Kur’ân-ı Kerim’in belirttiği sapmaların bazılarında ittifak bazılarında ihtilaf olmakla beraber bu sapmaların hepsi Hıristiyanlar arsında olmuştur ve halen devam etmektedirler.

Hıristiyanlardan, "Şüphesiz Allah, Meryem oğlu Mesih'tir" diyenlerin Ya’kubiyye; “Allah üçün üçüncüsüdür” diyenleri ise Nasturiyye ve “Mesih Allah’ın oğludur” diyenlerin de Melkaniler olduğu belirtilmiştir.[258]

“Ey Kitap Ehli, dininiz konusunda taşkınlık etmeyin, Allah'a karşı gerçek olandan başkasını söylemeyin. Meryem oğlu Mesih Isa, ancak Allah'ın elçisi ve kelimesidir. Onu ('ol' kelimesini) Meryem'e yöneltmiştir ve O'ndan bir ruhtur.

Öyleyse Allah'a ve elçisine inanınız; "üçtür" demeyiniz. (Bundan) kaçının, sizin için hayırlıdır. Allah, ancak bir tek ilahtır. O, çocuk sahibi olmaktan yücedir. Göklerde ve yerde her ne varsa O’nundur. Vekil olarak Allah yeter. ”[259]

“Andolsun, "Şüphesiz Allah, Meryem oğlu Mesih'tir" diyenler küfre düşmüştür. Oysa Mesih'in dediği (şudur:) "EyIsrailoğulları, benim de Rabbim, sizin de Rabbiniz olan Allah'a ibadet edin. Çünkü O, kendisine ortak koşana şüphesiz cenneti haram kılmıştır, onun barınma yeri ateştir. Zulmedenlere yardımcı yoktur. Andolsun, "Allah üçün üçüncüsüdür" diyenler küfre düşmüştür. Oysa tek bir ilahtan başka ilah yoktur. Eğer söylemekte olduklarından vazgeçmezlerse, onlardan inkâr edenlere mutlaka (acı) bir azab dokunacaktır. ”[260]

Yazır bu âyetin tefsirinde şöyle der:

“Hıristiyanlar, "Allah" ismi yerine, Meryem’in oğlu İsa'nın lakabı olan "Mesih" vasfını, "ehad-i ekmel" (eksiksiz tek) in bir ifadesi olmak üzere almışlardır. Bunun için kanaatlerinde "ilâh üçtür, fakat Mesih birdir." Her biri bir ilâh farz edilen ekânîm-i selâse (üç esas)de Yesu yalnız oğuldur. Fakat (Yesu' Mesih) hepsidir. Baba, kelime ve oğul kendi zatlarında farklı oldukları halde (Yesu' Mesih) de birbirlerini tasdik ederler ve " en mükemmel tek" bu sayılır. Bundan dolayıdır ki Hıristiyanlar, Yesu Mesih'ten önce âlemlerin kelime ile yaratılmış olduğunu ve her şeyin yaratıcı ve sahibi bir "baba ilâh" bulunduğunu kabul etmekle beraber, henüz âlemlerin sağlam olmayıp, bu sağlamlığın cesetlenmesi "kelime" üzerine Yesû-i Mesih eliyle meydana geldiğini ilk İznik konsülünden beri inançlarının başına yazmışlardır. Demek ki bunlara göre "üçlü esas", birinci ve ikincisiyle değil, üçüncüsüyle en mükemmeldir. Üçünün oluşturduğu tek ilâh ve en mükemmel, tek baba değil, Ruhu'l- Kudüs değil, hepsi olan Yesû-i Mesih'tir, üçün üçüncüsüdür. Buna göre bunların nazarında bir olan Allah mutlak üçün biri değil, üçün üçüncüsüdür, kelimenin cesetlendiği Mesih'tir.

"Muhakkak Allah üçün üçüncüsüdür" demek, hem selâse (üç) kelimesi, hem de sâlis (üçüncü) kelimesi itibariyle olmak üzere iki yönden küfürdür. Birisi gerçekten bir ilâhtan başka ilâh olmadığı halde, üç ilâh farz etmek ve bunların her birine "hak ilâh" demektir ki katıksız şirktir. Birin hakkı olan ilâhlığı onunla beraber ikiye vermektir, yalandır, zulümdür. Allah'ın hakkını inkârdır. "Allah üç" demek gibi bir çelişkidir. Birisi de bu şirk ve çoğalma içinde yalan bir tevhid davasıyla Allah'ı bu üçün üçüncüsü farz etmek, Allah'tan başkasına Allah demektir ki, bu da Allah'ı ve

Allah'ın önceliğini inkâr etmektir. Hâlbuki Yüce Allah’a "yok" demekle yok olmayacağı ve yalan inanç ile hak ve hakikat değişmeyeceği için, bu da hadd-i zatında diğer bir şirktir. Ve gerçekte Hıristiyanlığın üçlemesinin böyle, biri şirk, biri tevhid görünen iki yüzü vardır ki, hakikatte ikisi de şirktir. Ve bu şirk aslında Allah'ın önceliğini inkâr etmeyen ve bununla birlikte açıktan şirk iddia eden bariz müşriklerin şirkinden daha ileri gitmiş olmakla beraber, onlarınki kadar açık değil kaçamaklıdır.”[261]

Sonuç itibariyle, tevhidin gerçekliğine ve açık bir ilah fikrine ulaşmaktan uzak olan[262] Hıristiyanların, Hz. İsa (aleyhisselâm)’ın şahsı etrafında oluşmuş birçok sapmaları olmuştur. Bu sapmaların en akıl almazı ise Hz. İsa (aleyhisselâm)’ın ve teslisin diğer uknumlarının -hâşâ- Allah olduğunu iddia etmeleridir. Oysa Hz. İsa (aleyhisselâm)’ın bir zamanlar hiç var olmadığı ve var olduktan sonra da normal insanlar gibi bir gelişim ve yaşam sürdürdüğü bilinen bir gerçektir. Hz. İsa (aleyhisselâm)’ın çarşılarda dolaştığı, yemek yediği gerçeğinin Kur’ân-ı Kerim tarafından ifade edilmesi, yemek yemeye mecbur olan birinin hacet yoluna da gitmeye mecbur olduğu ve dolayısıyla beşeri gereksinimlerin her türlüsüne mecbur olduğunu insanın zihninde çağrıştırması bakımından son derece önemlidir.[263]

2.2.4- ALLAH’A OĞUL İSNAT ETMELERİ

Kur’ân-ı Kerim’de Hıristiyanların belirtilen diğer bir sapmaları ise Yüce Allah’a çocuk isnat etmeleridir. Hıristiyanların, Yahudi kültürünün etkisiyle oluşan bu sapması, Kur’ân-ı Kerim’in birçok yerinde ifade edilerek yerilmiştir:

“Yahudiler: "Üzeyir Allah'ın oğludur" dediler; Hıristiyanlar da: "Mesih Allah'ın oğludur" dediler. Bu, onların ağızlarıyla söylemeleridir; onlar, bundan önceki inkâr edenlerin sözlerini taklit ediyorlar. Allah onları kahretsin; nasıl da çevriliyorlar?” [264]

Hıristiyanları bu inanca sevk eden birçok neden öne sürülmüştür. Bu nedenlerin başında, Hıristiyan inancının teşekkülünde Yahudi ve Yunan düşüncesinin çok belirleyici bir rol oynaması gelir. Âyette açıkça ifade edildiği gibi Hıristiyanlardan önce, Yahudiler Yüce Allah’a çocuk isnat etmişlerdir. [265] Bunun dışında Hıristiyanlığın Hinduizmden de etkilendiğini görüyoruz. M.Ö. I.yüzyıldan itibaren, Hıristiyanlığın ortaya çıktığı Filistin’de Helen kültürü hâkim olmuştu. Bilindiği gibi Helen kültürü Anadolu’dan Hindistan’a kadar olan kültürlerin bir senteziydi.[266] Özellikle Hıristiyan teslisi ile Hinduizm teslisinin benzer olması bu düşünceyi desteklemektedir. Hint teslisinde Brahma, Narayana ve Mahadeva uknumları, fiilleri farklı da olsa kökleri birdir ve bunlar birbirlerinden ayrılmazlar. Bunların üçüne de birden “Vişnu” derler. Bunları bir kökte birleştirmekle kalmaz, ilk iletende ayrılmazlar. Bu üç şahsı tek cevherde toplayan Hıristiyanların baba, oğul ve kutsal ruh inancıyla tam bir benzerlik arz eder.[267] Bundan anlıyoruz ki Hıristiyanlar Hint inancından etkilenmişlerdir.

Hıristiyanları bu inanca sevk eden diğer bir unsur ise, önceki nesillerin Yüce Allah’a nispetle baba ve oğul kelimelerini mecaz anlamlarıyla kullanmalarıdır. Baba kelimesi ile şefkat, merhamet ve sahiplik anlamı kast edildiği gibi, bütün varlıkların mucidi ve bütün kâinatın yöneticisi olarak da ifade edilirdi. Zira bütün Sami dillerinde “baba” meyve veren anlamına geldiği ve Yüce Allah’a yaratıcı ve kâinatın mucidi olduğu inancıyla da baba tabiri ile hitap edilirdi.[268] Oğul kelimesiyle de Allah katındaki şerefi ve sevgiyi ifade etmek istiyorlardı. Yahudi düşüncesinde ‘Tanrının oğlu’ ifadesi Allah ile olan güçlü ahlâkî bağı ifade ederdi.[269] Ancak Hıristiyanlar zamanla, yukarıda izah ettiğimiz gibi özellikle Hint putperestliğinden etkilenerek oğulla, hakiki manasını kastettiler. Allah'ın oğlu tabiriyle, Allah'ı ve Ruhu'l-Kudüs'ü anlar oldular. Bu üç unsur, birbirine girdi ve gerçekten birmiş gibi kabul edildi. Bunu ilk olarak, miladî 325'te toplanan İznik konsülü ilân etti. Baba, oğul ve Ruhu'l- Kudüs'ten ibaret bu üç varlık için -ki bunlar ilâhlıkta birleşmişlerdir- ‘teslis’ kelimesi kullanılır oldu. İnciller İsa (aleyhisselâm)’ın vefatından sonraki 1-3. yüzyıllar arasında değişen zaman içinde yazıldı. İsa (aleyhisselâm)'a inen İncil'in aslı kaybolmuş, yeniden yazılan İnciller de Roma putperestliğinden etkilenenler tarafından yazılmıştır.[270]

Oğul kelimesinin İsa (aleyhisselâm)’ın dışındaki insanlar için de kullanıldığını Kitab-ı Mukaddes’te de görüyoruz. Baba kelimesinin kullanılması da sadece İsa (aleyhisselâm)’a özgü değildir. Kutsal metinlerden de açıkça anlaşılıyor ki, oğul kelimesi Yüce Allah’a nispetle seçilmişlik anlamının dışında başka bir anlamda kullanılmamıştır:[271]

“Ve Firavun’a diyeceksin: Rab şöyle diyor: İsrail, oğlum ve ilkimdir. Ve sana dedim: Oğlumu salıver ki, bana ibadet etsin ve onu göndermek istemedin; işte ben senin oğlunu, senin ilkini öldüreceğim.”[272]

“O beni çağıracak: sensin babam, Allah’ım ve kurtuluşu kayası. Ben de onu ilk oğlum, dünya krallarının en yükseği kılacağım.”[273]

Kur’ân-ı Kerim özellikle İsa (aleyhisselâm)’ı beşer, kul ve tevhidin davetçisi olan bir peygamber olarak tanıtır. Sıradışı yaratılışını ve mucizelerini ise ilâhî kudretin ve İsa (aleyhisselâm)’ın peygamberliğinin bir delili olarak ifade eder.

Yüce Allah çocuk sahibi olmaktan münezzehtir. Yüce Allah, kendisine çocuk isnat edenlerin, bu iddialarında hiçbir delile dayanmadıkları gibi aynı zamanda bu iddiaları sebebiyle kâfir olduklarını da açıkça belirtmiştir:

"Rahman çocuk edinmiştir" dediler. Andolsun, siz oldukça çirkin bir cesarette bulunup-geldiniz. Neredeyse bundan dolayı, gökler paramparça olacak, yer çatlayacak ve dağlar yıkılıp göçüverecekti. Rahman adına çocuk öne sürdüklerinden (ötürü bunlar olacaktı.) Rahman (olan Allah)a çocuk edinmek yaraşmaz. Göklerde ve yerde olan (herkesin ve her şeyin) tümü Rahman (olan Allah)a, yalnızca kul olarak gelecektir. Andolsun, onların tümünü kuşatmış ve onları sayı olarak saymış bulunmaktadır. “[274]

“Rahman’a çocuk isnat etmelerinden dolayı neredeyse gökler çatlayacak, yer yarılacak ve dağlar yıkılıp çökecek” mealindeki âyet, iftiranın korkunç boyutunu ifade etmesi bakımından çok önemlidir. Bu ifadeyi dört ayrı yorumla açıklamak mümkündür:

a)                         Böylesine çirkin ve ölçüsüz bir iddia, kevniyattaki mükemmel düzeni reddeder. Çünkü bu mükemmel düzeni yaratanın mutlaka her şeyden müstağni olması gerekir.

b)                       Allah'ın insanlara karşı rahmeti ve hilmi olmasaydı, bu sözün dehşetinden gökler parçalanır, yer yarılır ve dağlar yerinden kayardı. Çünkü evrendeki düzeni sağlayan ilâhî kanundur.

c)                        Bu gibi deyimler daha çok sözün ölçüsüzlüğünün, ilimden uzaklığının, ölçülüp tartılmadan şuursuzca söylendiğinin bir işaretidir.

d)                       Gökler, yer ve dağlar, eğer akledebilselerdi, tevhid inancına böylesine ters düşen çirkin bir iddiadan dolayı parçalanırlardı.[275]

Hz. Peygamber (sallallâhü aleyhi ve sellem) da bu iftiranın hemen cezalandırılmamasını Yüce Allah’ın merhametinin bir eseri olarak belirtir:

“Duyduğu eziyete karşı Allah'tan daha sabırlı kimse yoktur. O'na ortak koşuluyor, evlât isnat ediliyor. Oysa O, o iftira ve isnatçıların hem rızıklarını verir, hem de onlara afiyet bahşeder.”[276]

Yüce Allah, insanların bu yakışıksız isnatlarından münezzeh olduklarını belirterek bu konudaki isnatların her türlü delilden yoksun olduğunu belirtiyor:

"Allah çocuk edindi" dediler. O, (bundan) yücedir; O, hiç bir şeye ihtiyacı olmayandır. Göklerde ve yerde ne varsa O ’nundur. Kendinizde buna ilişkin bir delil de yoktur. Allah'a karşı bilmeyeceğiniz bir şeyi mi söylüyorsunuz? De ki: "Allah hakkında yalan uydurup iftira edenler, kurtuluşa ermezler. "[277]

Bu âyetten kastedilen kesimin Mekke müşrikleri olduğu söylense de, âyetin bu inanca sahip olan herkese hitap ettiği açıktır. İsa (aleyhisselâm) insanları Allah’ın kulluğuna davet ettiği gibi, kendisinin de bir kul olduğunu açıkça ifade etmiştir:

“Allah'ın çocuk edinmesi olacak şey değil. O yücedir. Bir işin olmasına karar verirse, ancak ona: "Ol" der, o da hemen oluverir. Gerçek şu ki Allah, benim de Rabbim, sizin de Rabbinizdir. Öyleyse O'na kulluk edin. Dosdoğru yol budur. ”[278]

Kur’ân-ı Kerim’de belirtilen çirkin inanç sapmalarından biri de, Yüce Allah’a çocuk isnat etmeleridir. Özellikle Hıristiyanlar, bunu temel inanç esasları arasında kabul etmişlerdir. Hz. İsa (aleyhisselâm)’da sadece ilahlık unsurunun bulunduğu, başka bir ifadeyle, kendisinde insani bir unsur bulunmayan bir ilah olduğuna inanılmıştır. Konsüller tarafından bu yönde birçok karar alınmış ve aksi inançta olanlar aforoz edilmiştir.[279]

2.3-                       HIRİSTİYANLARIN MELEK İNANCI

Meleklerin varlığına inanmak, Yüce Allah’ın temel inanç esasları arasında kabul ettiği bir konudur. Bu anlamda Allah inancı, peygamber, vahiy ve ahiret inancı, meleklere iman etmekle doğrudan ilintilidir:

“Ey inananlar, Allaha, Elçisine, Elçisine indirdiği Kitaba ve daha önce indirmiş bulunduğu Kitaba inanın. Kim Allah’ı, meleklerini, Kitaplarını, elçilerini ve âhiretgününü inkâr ederse o, uzak bir sapıklığa düşmüştür.[280]

Melekler; gayb âlemine ilişkin varlıklar olduğundan, ilâhî vahiyden bağımsız olarak nitelendirilemez. Meleklerin insanlar açısından en önemli yönünün, gönderilen peygamberlerle Allah arasında elçilik ile görevlendirmiş olmalarıdır.[281] Bununla beraber melekler, Yüce Allah’a isyan etmeyen, O’na sürekli kulluk eden [282] ve gerektiğinde inananlara yardım [283] ve istiğfar eden [284]varlıklar olarak tanımlanıyor. Melekler peygamberlerle beraber anıldığı gibi arş ile de anılmaktadır. Yüce Allah’ın, cennet ve cehennem sahnelerinden bahsederken, meleklerden de söz ettiğini görüyoruz.[285] Dolayısıyla bir müminin inanç dünyasında melekler çok önemli bir yer tutar.

Bütün peygamberler meleklerin varlığını vurgulamış olmalı ki, bütün toplumlarda melek inancı veya melek inancına benzer bir inanç bulunmaktadır. Ne yazık ki ilâhî mesajın diğer inanç esaslarında gösterilen sapmalar, melek inancında da olmuştur. Bu anlamda gerek Yahudilerin gerekse Hıristiyanların kutsal metinlerinde, meleklerin varlığına ilişkin bilgiler mevcuttur. Ancak buna rağmen Protestanlar gibi kimi Hıristiyan mezhepleri, meleklerin varlığına inanmayı temel inanç esasları olarak kabul etmezler.[286] Hıristiyan inancında vahiy meleği anlayışı yoktur.[287] Buna bağlı olarak vahiy telakkileri de İslâm’dan farklıdır. Bu sebeple Hıristiyan teolojisine göre en mükemmel vahiy, İncil’de değil İsa(aleyhisselâm)’da meydana gelmiştir.[288]

Kur’ân-ı Kerim, Cebrail(aleyhisselâm)’a düşmanlıkları sebebiyle Yahudileri; meleklere cinsiyet atfetmeleri ve onları yakışıksız bir şekilde Yüce Allah’a nispet etmeleri sebebiyle de müşrikleri kınadığı gibi, Hıristiyanları da, Cebrail(aleyhisselâm)’ı teslisin bir unsuru olarak kabul etmeleri nedeniyle kınamaktadır:

“Ey Kitap ehli, dininizde taşkınlık etmeyin ve Allah hakkında gerçek olmayan şeyleri söylemeyin! Meryem oğlu Isâ Mesih, sadece Allah'ın elçisi, O'nun Meryem'e attığı kelimesi ve O'ndan bir ruhtur. Allah'a ve elçilerine inanın, (Allah) "Üçtür" demeyin. Kendi yararınıza olarak buna son verin. Çünkü Allah, yalnız bir tek tanrıdır. Hâşâ O, çocuk sâhibi olmaktan yücedir. Göklerde ve yerde olanların hepsi o ’nundur. Vekil olarak Allah yeter. Ne Mesih, Allah 'a kul olmaktan çekinir, ne de (Allah'a) yaklaştırılmış melekler. Kim O'na kulluktan çekinir ve büyüklük taslarsa bilsin ki O, onların hepsini kendi huzurunda toplayacaktır. ” [289]

“Andolsun, Musa’ya Kitabı verdik, arkasından peygamberler gönderdik. Meryem oğlu Isa’ya da açık deliller verdik ve onu Ruh'ül-Kudüs (Cebrâil) ile destekledik. Ne zaman ki, bir peygamber, size canınızın istemediği bir şey getirdiyse büyüklük taslamadınız mı? Kimini yalanladınız, kimini de öldürüyordunuz?"[290]

“Allah demişti ki: "Ey Meryem oğlu Isa, sana ve annene olan ni'metimi hatırla, hani seni Ruhu'l-Kudüs ile desteklemiştim... ”[291]

“Onlarla kendisi arasına bir perde çekmişti. Biz de ruhumuzu (Cebrâil'i) ona gönderdik. (O) ona düzgün bir insan şeklinde göründü. (Meryem) dedi ki: "Ben senden, çok esirgeyen(Allah)a sığınırım. Eğer (Allah'tan) korkuyorsan (bana dokunma)." (Ruh): "Ben, dedi, sadece Rabbinin elçisiyim. Sana tertemiz bir erkek çocuğu hediye edeyim diye (geldim). "[292]

Ruh'ül-Kudüs, Hz. İsa (aleyhisselâm) ve Hz. Meryem ile beraber zikredildiği gibi, başka peygamberlerle beraber de zikredilmiştir. Bundan kastedilen de meleklerin efendisi Cebrail (aleyhisselâm)’dır. Bu sebeple Ruh'ül-Kudüs’ün Allah’ın bir sıfatı veya tapınılacak bir merci olmadığı açıktır.[293]

Yüce Allah vahyi Ruh'ül-Kudüs vasıtasıyla göndermiştir:

nBiz bir âyetin yerine başka bir âyet getirdiğimiz zaman, Allah ne indirdiğini bilirken "Sen (Allah 'a) iftira ediyorsun (bu sözleri kendin uydurup Allah ’ın üstüne atıyorsun)" derler. Hayır, onların çokları bilmiyorlar. De ki: "Inananları sağlamlaştırmak ve Müslümanlara yol gösterici ve müjde olmak üzere onu, Ruhu'l- Kudüs Rabbinden gerçek (bilgi) olarak indirdi." Biz onların, "Ona bir insan öğretiyor!" dediklerini biliyoruz Hak'tan saparak kendisine yöneldikleri adamın dili a’cemi (yabancıdır, açık değildir), bu ise apaçık Arapça bir dildir. Allah’ın âyetlerine inanmayanları Allah doğru yola iletmez, onlar için acı bir azâb vardır.» Yalanı ancak Allah ’ın âyetlerine inanmayanlar uydurur; yalancılar, işte onlardır”[294]

Ruh'ül-Kudüs olarak zikredilenin Cebrail (aleyhisselâm) olduğu açıktır:

“De ki: Cebrail'e kim düşman ise şunu iyi bilsin ki Allah'ın izniyle Kur’ân'ı senin kalbine bir hidâyet rehberi, önce gelen kitapları doğrulayıcı ve müminler için de müjdeci olarak o indirmiştir. Kim, Allah'a, meleklerine, peygamberlerine, Cebrail'e ve Mikail’e düşman olursa bilsin ki Allah da inkârcı kâfirlerin düşmanıdır. ”[295]

Kur’ân-ı Kerim ruh tabirini Cebrail (aleyhisselâm) için kullandığı gibi diğer melekler için de kullanmıştır. Hz. Peygamber (sallallâhü aleyhi ve sellem)’a inen Ruh’un Musa (aleyhisselâm)’a inen ruh olduğunu, Varaka bin Nevfel Hz. Hatice’ye ifade etmiştir.[296]

Mukatil (v. 150 h.) ruhun; rahmet, semada bulunan bir melek, Cebrail, vahy ve Hz. İsa olmak üzere beş anlamda kullanıldığını belirtir.[297]

Kısaca Hıristiyanların Cebrail(aleyhisselâm)’ı melek statüsünden çıkartıp, onu ilah olarak telakki etmelerini ve melek inancını temel inanç esasları arasında saymamalarını, Hıristiyanların melek inancı konusundaki sapmaları arasında sayabiliriz.

2.4-                                                                                     HIRİSTİYANLARIN KİTAP İNANCI

Peygamberlere indirilen kitaplara fark gözetmeksizin inanmak İslâm’ın temel inanç esaslarından biridir:

“Ve onlar, sana indirilene, senden önce indirilenlere iman ederler ve ahirete de kesin bir bilgiyle inanırlar.[298]

Bu kitapları korumak,[299]onlara saygı duymak,[300]onların hükümleriyle amel etmek[301] ve kitapların ihtiva ettikleri gerçekleri insanlara açıklamak,[302]kitaplara iman etmenin gerektirdiği mükellefiyetlerdir.

Hıristiyanların kitap inancının sahih bir inanç olmadığını ve Hıristiyanların kitaba iman etmenin gerektirdiği mükellefiyetleri yerine getirmediklerini görüyoruz. Hıristiyan inancına göre tanrı kelamı, yazıya ve kitaba değil, Hz. İsa’nın şahsında ete ve kemiğe dönüşmüştür.[303] Bunun da Tevrat’ın bir tefsiri ve Hıristiyan inancının bir yorumu olarak ortaya çıktığını görüyoruz.[304]

Bugün ittifakla kabul edilen bir gerçek var ki, o da bugünkü İncil’in, peygamberimizi müjdeleyen,[305] insanlar için hidâyet ve nur olarak Hz. İsa’ya verilen İncil ile bir ilgisinin olmadığıdır. Başka bir ifade ile, Müslümanların tasavvurundaki İncil ile bugünkü Hıristiyanların elindeki İncil birbirinden tamamen farklıdır. Müslümanların tasavvurundaki İncil şu âyetlerde ifade edilen İncil’dir:

“Onların ardından, yanlarındaki Tevrat’ı doğrulayıcı olarak Meryem oğlu Isâ'yı gönderdik ve ona, içinde yol gösterme ve nur bulunan, önündeki Tevrât'ı doğrulayan, korunanlar için yol gösterici ve öğüt olan Incil'i verdik”[306]

“O, sana Kitabı Hak ve kendinden öncekileri doğrulayıcı olarak indirdi. O,” Tevrat'ı ve Incil'i de indirmişti.” [307]

 “Ona kitabı, hikmeti, Tevrat’ı veIncili öğretecek."[308]

“Onlar ki, yanlarındaki Tevrat'ta ve Incil'de (geleceği) yazılı bulacakları ümmi haber getirici (Nebi) olan elçiye (Resul) uyarlar; o, onlara marufu (iyiliği) emrediyor, münkeri (kötülüğü) yasaklıyor, temiz şeyleri helal, murdar şeyleri haram kılıyor ve onların ağır yüklerini, üzerlerindeki zincirleri indiriyor. Ona inananlar, destek olup savunanlar, yardım edenler ve onunla birlikte indirilen nuru izleyenler;işte kurtuluşa erenler bunlardır. ” [309]

“Incil sahipleri Allah'ın onda indirdikleriyle hükmetsinler. Kim Allah'ın indirdiğiyle hükmetmezse, işte onlar, fasık olanlardır”[310]

Bu âyetlerde ifade edilen İncil, Hz. İsa(aleyhisselâm) ve onun arkadaşları dönemindeki İncil’dir. Bu İncil, Hz. İsa’nın getirdiği tevhid mesajını içeren ve henüz tahrif edilmeyen İncil’dir. Ancak sonradan eklendiği açık olan teslis gibi fikirler, bu İncil’e zaman içinde dâhil edildi. Matta, Markos, Luka birinci yüzyılın sonlarına doğru, bu ilk İncil’den yararlanarak kendi İncillerini yazdılar. Ancak bunlardan her biri kendi fikirleri doğrultusunda önceki metinleri çarpıttılar. Ve nihâyetinde Hz. İsa (aleyhisselâm)’ın İncil’i kaybolup yerini muharref İnciller aldı.[311] Bu İncillerin tenkidi de asırlar boyu günah sayılmış ve bunların öğrenilmesi imtiyazlı din âlimlerine bırakılmıştır.[312] Âyetlerde bahsi geçen İncil, günümüzde mevcut değildir. Bugünkü İncil’i meydana getiren kitaplar ise, Hz. İsa(aleyhisselâm) ve onun havarilerinden asırlar sonra, meçhul kişiler tarafından yazılmıştır.[313]

Hz. İsa’nın konuştuğu dil olan İbranice ile yazılmış İncil’in, bugün dünyada hiçbir nüshası mevcut değildir. Elimizdeki İnciller ise çelişkilerle doludur. Hz. İsa(aleyhisselâm) Hz. Musa’nın şeriatını tamamlamak için geldiğini ifade etmesine rağmen,[314] bugünkü İncil bunun aksini yerleştirmeyi hedeflemektedir. Elimizdeki İncil’de, edebe aykırı birçok şey mevcuttur. Saydığımız bu ve buna benzer sebeplerden dolayı birçok Hıristiyan âlimin de itiraf ettiği gibi İncil’in tahrif edildiği açıkça ortadadır.[315]

Hıristiyanlar kendilerine verilen kitabı koruyamadıkları gibi onu tahrif etmişlerdir:

“Onlardan bir grup var ki, Kitapta olmayan bir şeyi, siz Kitaptan sanasınız diye dillerini Kitapla eğip büker(sözlerini, Kitabın sözü imiş gibi göstermek için kelimeleri dillerinde bükerek okur, onları, Kitabın sözlerine benzetmeğe çalışır)lar ve: "O, Allah katındandır." derler. Oysa o, Allah katından değildir. Bile bile Allah 'a karşı yalan söylerler. ”[316]

“Kelimeleri dillerinde bükerek okurlar. ” bu ifadeyi, Mücahid, Şa’bi, Hasan, Katade, Rebi gibi âlimler, “tahrif ederler” şeklinde tefsir etmişlerdir.[317] Bazı müfessirler, âyetin Yahudileri işaret ettiğini iddia etseler de, bu âyetin sibakından anlaşılıyor ki muhatap hem Yahudiler hem de Hıristiyanlardır:

“Beşerden hiç kimsenin, Allah kendisine Kitabı, hükmü ve peygamberliği verdikten, sonra insanlara: "Allah'ı bırakıp bana kulluk edin." deme (hakkı veyetki)si yoktur. Fakat o, "Öğrettiğiniz ve ders verdiğiniz Kitaba göre Rabbaniler olunuz" (deme görevindedir.) O, melekleri ve peygamberleri rabler edinmenizi emretmez. Siz, müslüman olduktan sonra, size küfrü mü emredecek? ”[318]

Tahrif, metnin çarpıtılması şeklinde olduğu gibi, aynı zamanda bir ibareye, orijinal olarak kastedilen anlamdan başka bir anlam yüklemekle de olabilmektedir.[319] Yahudiler bu tahrifin iki şeklini de yapmışlardır. Kitabın anlam bakımından tahrif edilmesi bir ölçüde Müslümanlar için de söz konusu olmuştur.[320]

Hıristiyanların diğer bir sapmaları ise kendilerine indirilen kitabın hükümlerini uygulamamalarıdır. Tüm ilâhî kitapların indiriliş gayesi, hükümlerin bireysel ve toplumsal hayatta uygulanmasıdır. [321]

“De ki: "Ey Kitap Ehli, Tevrat'ı, Incil'i ve size Rabbinizden indirileni ayakta tutmadıkça hiçbir şey üzerinde değilsiniz." Andolsun, Rabbinden sana indirilen, onlardan çoğunun tuğyanlarını ve inkârlarını arttıracaktır. Sen de kâfirler topluluğuna karşı üzüntüye kapılma. ”[322]

Seyyid Kutub’un bu âyetin tefsirinde dediği gibi: "Din; dille söylenen birtakım kuru sözler, okunan ve törenlere çeşni katan kitaplar, miras olarak devralınan ya da yakıştırma yolu ile sahip çıkılan bir takım sıfatlar ve yaftalar demek değildir. Din, hayat sistemidir, yaşama biçimidir. Kalplere işlemiş inancı, ibadetlerde somutlaşmış bir kulluk yaklaşımını ve hayatın tüm yönlerine yansıyan bir uygulama çabasını içeren bir hayat sistemidir.”[323] Kısacası Allah’ın dini, pratik hayatta yeri olmayan bir takım kutsallardan ibaret olmadığını Kur'an-ı Kerim bize açık ve net olarak bildirmektedir:

“Incil sahipleri Allah'ın onda indirdikleriyle hükmetsinler. Kim Allah'ın indirdiğiyle hükmetmezse, işte onlar, fasık olanlardır.[324]

Yüce Allah, bu gerçeğin, hiçbir tepkiden kaçınmadan, açıkça tebliğ edilmesini emrediyor.[325]

Hıristiyanların diğer bir sapmaları ise, kendilerine indirilen kitabın bazı hükümlerini, özellikle Hz. Muhammed(sallallâhü aleyhi ve sellem)’in peygamberliğine ilişkin haberleri, gizlemeleridir.[326]

“Ey Kitap Ehli, Kitaptan gizlemekte olduklarınızın çoğunu size açıklayan ve birçoğundan geçiveren elçimiz geldi. Size Allah'tan bir nur ve apaçık bir Kitap da geldi. ”[327]

“Hatırla ki, Meryem oğlu Isa: Ey Israiloğulları! Ben size Allah 'ın elçisiyim, benden önce gelen Tevrat'ı doğrulayıcı ve benden sonra gelecek Ahmed adında bir peygamberi de müjdeleyici olarak geldim, demişti. Fakat o, kendilerine açık deliller getirince: Bu apaçık bir büyüdür, dediler. ” [328]

Hıristiyanların diğer bir sapmaları ise kendilerine indirilen Allah’ın âyetlerini inkâr ettikleri gibi,[329]diğer peygamberlere indirilen ilâhî kitapları da inkâr etmeleridir:

“Ey kendilerine kitap verilenler birtakım yüzleri silip de arkalarına çevirmeden ya da cumartesi adamlarını (o gün yasağı çiğneyenleri) lanetlediğimiz gibi onları da lanetlemeden evvel, yanınızdakini (Tevrat ve Incil'i) doğrulayıcı olarak indirdiğimize (Kur’ân'a) iman edin. Allah'ın emri yapıla gelmiştir. ”[330]

Hıristiyanların diğer bir sapmaları ise kitapta olmayan bazı şeyleri ihdas edip dini bir mükellefiyet olarak telakki etmeleridir:

“Sonra onların izleri üzerinde elçilerimizi birbiri ardınca gönderdik. Meryem oğlu Isa'yı da arkalarından gönderdik; ona Incil'i verdik ve onu izleyenlerin kalplerinde bir şefkat ve merhamet kıldık. (Bir bid'at olarak) Türettikleri ruhbanlığı ise, Biz onlara yazmadık (emretmedik). Ancak Allah'ın rızasını aramak için (türettiler) ama buna da gerektiği gibi uymadılar. Bununla birlikte onlardan iman edenlere ecirlerini verdik, onlardan birçoğu da fasık olanlardır.[331]

Sonuç itibariyle Hıristiyanlar, kitabın manasında ve metninde tahrif yapmak, hükümlerini uygulamayıp gizlemek, bir kısmını inkâr etmek, kitapta olmayan mükellefiyetlerin dışında kendilerine dini vecibeler ihdas etmek şeklinde kitap inancında sapmalar göstermişlerdir.

2.5-                       HIRİSTİYANLARIN PEYGAMBER İNANCI

Hıristiyanlar Eski Ahit’te ve Yeni Ahit’te zikredilen peygamberlere inanırken, Hz. Muhammed (sallallâhü aleyhi ve sellem)’in peygamberliğini inkâr ederler.[332] Hz. İsa (aleyhisselâm)’ı ise peygamberliğin ötesinde bir tanrı olarak kabul ederler. Bu çerçevede konuya baktığımız zaman Hıristiyanların peygamber inancı hiçbir zaman sahih bir inanç olmamıştır.

2.5.1-                       PEYGAMBERİ İLAHLAŞTIRMALARI

Hıristiyanlar, Yahudilerin peygamberlere karşı gösterdikleri aşağılayıcı tavrın aksine, aşırı yüceltici bir tavır ve inanç içinde olmuşlardır. Bunu da en açık bir şekilde Hz. İsa (aleyhisselâm)’a ve onun annesi Hz. Meryem’e karşı göstermişlerdir. Özellikle Hz. İsa (aleyhisselâm)’ı bir insan olmaktan çıkartıp -hâşâ- Allah olarak telaki etmişlerdir. Hz. İsa’nın ulûhiyetini kabul etmeyen birisi kilise açısından asla Hıristiyan olamaz.[333] Günümüzde bile Hıristiyanlar, peygamberin şahsında oluşturdukları şirk sebebiyle tek Allah inancına hala ulaşmaktan çok uzak bir noktada durmaktadır.[334]

Kur’ân-ı Kerim Hıristiyanların bu sapmasına açıkça işaret etmektedir:

“Allah: "Ey Meryem oğlu Isa, insanlara, beni ve anneni Allah 'ı bırakarak iki ilah edinin, diye sen mi söyledin?" dediğinde: "Seni tenzih ederim, hakkım olmayan bir sözü söylemek bana yakışmaz. Eğer bunu söyledimse mutlaka sen onu bilmişsindir. Sen bende olanı bilirsin, ama ben Sen'de olanı bilmem. Gerçekten, görünmeyenleri (gaybleri) bilen Sen. 'sin Sen. "[335]

Daha önce izah ettiğimiz gibi, Hz. İsa (aleyhisselâm) mucizelerini peygamberliğinin ispatı olarak insanlara sunmuştur. Hz. İsa (aleyhisselâm) insanları tevhide davet ederken, aynı zamanda kendi kulluğunu da vurgulamıştır:

"Ben onlara bana emrettiklerinin dışında hiç bir şeyi söylemedim. (O da şuydu:) 'Benim de Rabbim, sizin de Rabbiniz olan Allah'a kulluk edin.' Onların içinde kaldığım sürece, ben onların üzerinde bir şahidim. Benim (dünya) hayatıma son verdiğinde, üzerlerindeki gözetleyici Sen'din. Sen her şeyin üzerine şahid olansın. "[336]

Âyettin işaret ettiği gibi Hz. İsa (aleyhisselâm) ve Hz. Meryem ilahlaştırılmıştır. Hz. Meryem’in ilahlaştırılması Hz. İsa (aleyhisselâm)’ın vefatından yaklaşık üç asır sonra olmuştur. 431 yılındaki Efes konsülünde, Hz. Meryem için -hâşâ- “Allah’ın annesi” ifadesi resmen kullanılmıştır.[337]

Hz. Peygamber (sallallâhü aleyhi ve sellem) gerek Hıristiyanların ve gerekse önceki ümmetlerin peygamberleri ve salih kişileri aşırı yüceltici tecrübesine binaen,[338] kendisi için

Allah’ın kulu ve resulü denmesini emretmiş [339]ve kabrinin mescit edinilmesini yasaklamıştır.[340]

2.5.2-                        PEYGAMBERLERİ İNKÂR ETMELERİ

Hıristiyanların diğer bir sapmaları ise, Hz. Muhammed (sallallâhü aleyhi ve sellem)’in peygamberliğini inkâr etmeleridir. Hz. İsa(aleyhisselâm), peygamberimizin geleceğini haber verdiği gibi, Hıristiyanların bazı bilge kişileri de bundan haberdardı:

“Meryem oğlu Isâ da: "EyIsrâil oğulları, ben size Allah'ın elçisiyim, benden önce gelen Tevrât'ı doğrulayıcı ve benden sonra gelecek, Ahmed adında bir elçiyi müjdeleyici olarak gönderildim" demişti. Fakat (Isa’nın müjdelediği elçi) onlara apaçık deliller getirince: "Bu, apaçık bir büyüdür" dediler. ”[341]

Kuşkusuz bu gerçek, tüm Hıristiyanlarca bilinmiyordu.[342] Ancak tetkik edildiğinde, her insaf sahibi kişinin kabul edeceği gibi, resmi olarak kabul edilen bugünkü dört İncil’den hiç birisi, tümüyle ne Allah’ın, ne de Hz. İsa’nın sözüdür.[343] Bu durumda âyetin işaret ettiği gerçeğin Hıristiyanların elindeki farklı metinlerde olduğu ve bunun da konsüllerin kararıyla yasaklanarak gün yüzüne çıkarılmasının kasıtlı olarak engellendiği kuvvetle muhtemeldir.[344] Ehl-i Kitap bilginlerinin peygamberimizi öz çocuklarını tanır gibi tanıdıklarına Kur’ân-ı Kerim şahitlik ettiği gibi Ehl-i Kitaptan Müslüman olan şahsiyetler de şahitlik etmektedir:

“Kendilerine Kitap verdiklerimiz, onu, oğullarını tanıdıkları gibi tanırlar,ama yine de onlardan bir grup, bile bile gerçeği gizlerler. [345]

“Kendilerine Kitap verdiklerimiz, oğullarını tanıdıkları gibi onu tanırlar (onun Allah tarafından vahyedildiğini bilirler), ama kendilerini ziyana sokanlar inanmazlar."[346]

Rivâyete göre Hz. Ömer, Abdullah b. Selam'a şöyle demiş: Sen gerçekten oğlunu tanıdığın gibi Muhammed (s.a)'ı tanıyor musun? O da şu cevabı verir: Evet, hatta bundan da öte. Allah, semasındaki eminini yeryüzündeki eminine niteliklerini belirterek gönderdi ve ben de onu bu nitelikleriyle tanıdım. Oğluma gelince annesinin neler yaptığını bilemiyorum.[347]

Ehl-i Kitab’ın peygamberimizin risaletinden emin ve haberdar olduklarına dair bundan başka birçok örnek vardır. Bunlardan biri de peygamberimize ilk vahiy geldiğinde, kendisine danışılan Varaka bin Nevfel’dir. Varaka bin Nevfel, başta İncil olmak üzere, kutsal kitaplardan haberdar olan biriydi. Bu zat Hz. Hatice’nin anlattıklarını duyduğu an, Hz. Muhammed (sallallâhü aleyhi ve sellem)’in peygamberliğini tasdik etmiştir.[348]

Hz. Muhammed (sallallâhü aleyhi ve sellem)’in peygamberliğinin bilindiğine dair diğer bir olay da, Habeş Kralı Necaşi ve onun yanındaki din adamlarının kendilerine okunan Kur’ân-ı Kerim karşısındaki tavırlarıdır. Ki bu olay mütevatir derecesinde bize şu şekilde nakledilmiştir:

Necaşi, Habeşistan’a sığınan Müslümanları, Mekke’ye geri götürmek ümidiyle giden müşrik heyete teslim etmeden önce Müslümanları dinleme gereğini duymuştur. Müşrik heyetinde bulunan Abdullah ibn Ebî Rebî’a ve Amr ibn el-As memnun olmadıkları halde Müslümanlar Necaşi’nin huzuruna çıkar ve Hz. Cafer söz alarak şöyle der:

“Ey Hükümdar! Biz cahil bir millettik. Putlara tapardık. Leşleri yerdik. Her kötülüğü işlerdik. Akrabalarımızla münasebetlerimizi keserdik. Komşularımıza kötülük yapardık. Kuvvetli olanlarımız, güçsüz olanlarımızı ezerdi. Yüce Allah, bize kendimizden soyunu, doğruluğunu, eminliğini, iffet ve nezahetini bilip tanıdığımız bir peygamber gönderinceye kadar, biz bu durumda ve bu tutumda idik. O peygam­ber, bizi Allah'a, Allah'ın birliğine inanmaya, O'na ibadete, bizim ve atalarımızın Allah'tan başka tapınageldiğimiz taşlar ve putları bırakmaya davet etti. Doğru sözlü olmayı, emanetleri yerine getirmeyi, komşularla güzel geçinmeyi, günahlardan ve kan dökmekten sakınmayı bize emretti. Her türlü ahlâksızlıktan bizi nehyetti. Biz de onu tasdik ve ona iman ettik. Onun Allah'tan getirip, tebliğ eylediği şeylere tâbi olduk. Bu yüzden kavmimiz bize düşman kesildi, zulmetti. Bizi dinimizden döndürmek, Allah'a ibadetten vazgeçirip tekrar putlara taptırmak için türlü işkencelere ve mihnetlere uğrattılar. Bizi perişan edip çeşitli zulüm ve işkencelere uğratıp, iyice sıkıştırınca biz de senin ülkene sığındık. Seni başkalarına tercih ettik. Senin himayene ve komşuluğuna can attık. Senin yanında zulme, haksızlığa uğramayacağımızı ummaktayız” dedi.

Bu sözler üzerine, Necaşî, Ca'fer'den Hz. Peygamber'in Allah katından getirdiği Kur’ân'dan bir şeyler okumasını istedi. Hz. Ca'fer (r.a.), Meryem suresinin başından bir miktar okudu. Ümm-ü Seleme’nin ifadesiyle Necaşi kendisini tutamayıp, sakalı ıslanıncaya kadar ağladı.[349] Sonra onlara şöyle dedi: “Gerçekten bu, İsa(aleyhisselâm)’ın getirdiği ile ayni kandilden fışkırmış bir nurdur” dedi. Kureyş elçilerine dönüp: “Gidiniz, vallahi ben ne onları size teslim ederim, ne de onlara bir kötülük düşünürüm” dedi.[350]

Bu durum üzerine Amr yeni bir hamle yaparak Müslümanların İsa-Mesih konusunda sahip oldukları inanç yüzünden güya kendisinin hafife alındığını göstermek üzere tekrar Necâşî’nin huzuruna çıktı. Kral ile yapılan bu ikinci görüşme, Müslümanlar arasında endişeye neden oldu. Ama yine de yalan söylememeye karar verdiler. Ca’fer tekrar söz alarak, İslâm anlayışına göre Hz. İsa’nın Allah’ın kulu ve elçisi olduğunu, bakire Meryem’den dünyaya gelmiş, Allah’ın ruhu ve kelimesi olduğunu açıkladı. Necâşî böylece Mekkelilerin kurduğu tuzağın farkına vararak, kendisine yapılan hediyeleri onlara iade ettirdi ve Müslüman sığınmacılara tanıdığı hakları yineledi. Necâşî, Hz. Peygamberin: “İsa, bir hurma çekirdeğinin zarı kadar bile olsa, bir taşkınlık göstermemiştir.” şeklindeki sözlerini onaylayıp kabul etti. Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem onun bu tutumundan, İslâm’ı kabul ettiği sonucunu çıkarmış, Necâşî öldüğünde de, Medine’de gıyabi bir cenaze töreni düzenlemiştir.[351]

Buna benzer birçok olaydan, Ehl-i Kitab Hz. Muhammed’in Allah tarafından gönderilen hak peygamber olduğuna ilişkin kesin bilgilerinin olduğunu anlıyoruz:

“Artık sana gelen bunca ilimden sonra, onun hakkında seninle 'çekişip- tartışmalara girişirlerse' de ki: "Gelin, oğullarımızı ve oğullarınızı, kadınlarımızı ve kadınlarınızı, kendimizi ve kendinizi çağıralım; sonra karşılıklı lanetleşelim de Allah'ın lanetini yalan söyleyenlerin üstüne kılalım." [352]

Hakkında bu âyet nazil olan Necran heyetinin emiri ve kendisine danışılan bir kişi olan Akib, peygamberin kendilerini âyetin çağrısına icabet etmeye çağırması üzerine, kavmine şöyle diyerek bundan kaçınmalarını istedi:

“Ey Hıristiyanlar topluluğu! Siz muhakkak biliyorsunuz ki Muhammed Allah tarafından gönderilmiş bir peygamberdir. Hz. İsa’nın haberi konusunda kesin hüküm ortaya koydu. Biliyorsunuz, hiçbir kavim yoktur ki peygamberi ile lanetleşmiş olsun da büyükleri kalsın, küçükleri yetişsin. Eğer bunu yaparsanız kökünüz kazınır...”[353]

Hıristiyanlar, gerek önceden sahip oldukları bilgileri gerekse Kur’ân-ı Kerim’in ispatlayıcı delilleri karşısında peygamberimizin gerçekliğine kesin olarak inandıkları halde onu inkâr ettiler. Peygamberimiz, halen de kilise tarafından inkâr edilmekte ve kendisine asgari düzeyde de olsa saygı gösterilmemektedir. Bugün dinlerarası diyalog adı altında gösterdikleri göstermelik saygı ve tolerans Müslümanlar arasında yürütülen misyonerlik faaliyetlerinin zemin bulmasına yönelik bir amaç taşımaktadır.

2.5.3-                             HZ. İBRAHİM’İN HIRİSTİYAN OLDUĞUNU İDDİA ETMELERİ

Hıristiyanların peygamberler konusundaki diğer bir saplantıları ise, Hz. İbrahim’in Hıristiyan olduğunu iddia etmeleridir:

“Ey Kitap ehli, neden Ibrahim hakkında tartışıyorsunuz? Oysa Tevrat da, Incil de ondan sonra indirilmiştir. Düşünmüyor musunuz? Haydi, siz, biraz bilginiz olan şey hakkında tartıştınız; ama hiç bilginiz olmayan şey hakkında neden tartışıyorsunuz? Allah bilir, siz bilmezsiniz. Ibrahim ne Yahudi, ne de Hıristiyan dı; dosdoğru bir müslümandı. Müşriklerden de değildi. Doğrusu, insanların Ibrahim ’e en yakın olanı, ona uyanlar, bu peygamber ve müminlerdir. Allah ’da mü 'minlerin dostudur. ”[354]

Bu âyette Yüce Allah, Hz. İbrahim’in gerçekliğini ortaya koyarak, Yahudilerin ve Hıristiyanların, bazı Müslümanları kendi dinlerine davet ederken, Hz. İbrahim’i bir figüran olarak göstermenin mantıksızlığını ortaya koyar. Yahudiler Hz. Musa’nın öğretilerini tahrif ettikleri gibi, Hıristiyanlar da Hz. İsa’nın öğretilerini tahrif etmişlerdir.[355] Yahudilik ve Hıristiyanlık Hz. İbrahim’den sonra ortaya çıkmıştır.[356] Dolayısıyla bunların hiçbir şekilde Hz. İbrahim’le kendi aralarında bir bağ kurmaya hakları yoktur.[357] İbrahim(aleyhisselâm) için söz konusu olan bu durum aynı zamanda İsa(aleyhisselâm) ve Musa(aleyhisselâm) başta olmak üzere diğer bütün peygamberler için de geçerlidir:[358]

"Yahûdi veya hıristiyan olun ki, doğru yolu bulasınız." dediler. De ki: "Hayır, biz dosdoğruIbrâhim dinine (uyarız). O, (Allah'a) ortakkoşanlardan değildi.Allah'a, bize indirilene, Ibrâhim'e, Ismâ'il'e, Ishak'a, Ya'kub'a ve sıbt (torun kabile)lere indirilene, Mûsâ ve Isâ'ya verilene ve (diğer) peygamberlere Rabbleri tarafından verilene inandık, onlar arasında bir ayırım yapmayız, biz Allah 'a teslim olanlarız." deyin[359]

Getirdikleri öğretilerin ortak olması sebebiyle, gerek Hz. İbrahim’e ve gerekse diğer peygamberlere en yakın olanlar, Hz. Muhammed(sallallâhü aleyhi ve sellem) ve O’na iman edenlerdir.[360]

2.6-                      HIRİSTİYANLARIN AHİRET İNANCI

Hıristiyanlar ahiret âleminin var olduğuna inanırlar. Buna göre İsa-Mesih dünyaya dönüp kutsal devleti kurduktan sonra 1000 yıl sürecek bu saltanatın sona ermesiyle tüm insanlar için mahşer gerçekleşip hakemliğini İsa’nın yaptığı hesap günü gelecektir.

Hıristiyan teolojisine göre, suçlu Hıristiyanlar cezalarını çektikten sonra cennete girerlerken, Hıristiyan olmayanlar ise ya hayvanlar gibi dirilmemek üzere yok olacaklar veya ebedi olarak cehennemde kalacaklar.[361]

Hıristiyanlar cennet ve cehennemin ebediliğine[362] ve yapılan davranışların karşılık bulacağına inanırlar. Bu inançla beraber kendilerini diğer insanlardan farklı görerek, cennete sadece kendilerinin gireceklerine inanırlar. Bu cennet, Hz. İsa’nın geldiği ve tekrar döndüğü yerdir. Ahirette tanrının bir nizamı olduğuna ve bunun da cennet veya cehennem şeklinde insana yansıyacağına inanırlar.[363]

Kur’ân-ı Kerim’in ahiret inancıyla ilgili olarak Hıristiyanlara yönelttiği eleştirilere geçmeden önce, Hıristiyanlık tarihinde “endülüjans” olarak ifade edilen, “mağfiret belgeleri” maskaralığına değinmekte fayda var. Kilise, Hıristiyanlığı tarih boyunca tekellerine alarak, müntesiplerinin her türlü dini duygularını istismar ettiği gibi, ahirete ilişkin inançlarını da kendi çıkarları doğrultusunda istismar etmiştir. 1215 yılında toplanan Latiran konsülü, aldığı bir karar ile günahların bağışlanma yetkisini kiliseye vermiştir. [364] Kilisenin kendisine verdiği bu yetki, Hıristiyanların asli günah anlayışı ile birlikte düşünüldüğünde, ne derece baskı unsuru oluşturduğu daha iyi anlaşılacaktır.

Kur’ân-ı Kerim bağlamında düşünüldüğünde, her şeyden önce bu inancın bir sapma olduğu apaçık ortadadır. İslâm inancına göre, Allah’tan başka hiç kimse, peygamberler de dâhil olmak üzere, bir başkasının günahını affetme yetkisine sahip değildir.

“Onlar için ister af dile, ister dileme, onlar için yetmiş defa af dilesen, yine Allah onları affetmez. Böyledir, çünkü onlar Allah ’ı ve Elçisini tanımadılar; Allah, yoldan çıkan kavmi yola iletmez.” [365]

Kur’ân-ı Kerim’in, ahiret anlayışı ile ilgili olarak Hıristiyanlara yönelttiği eleştirilerden biri de, ilmi dayanaktan ve gerçeklikten yoksun olarak cennete sadece kendilerinin gireceklerini iddia etmeleridir.

“Yahudi yahut Hıristiyan olandan başkası cennete girmeyecek," dediler. Bu, onların kuruntusudur. De ki: "Doğru iseniz, delilinizi getirin." Hayır, kim işini güzel yaparak özünü Allah 'a teslim ederse, onun mükâfatı, Rabbinin yanındadır. Onlara korku yoktur ve onlar üzülmeyeceklerdir.” [366]

Kur’ân-ı Kerim, Yahudilerden ve Hıristiyanlardan bu konudaki iddialarını, doğruluğunda asla kuşkuya yer olmayan bir burhan ile ispatlamalarını istiyor.[367] Abduh, bu âyetin tefsirinde bu kuralın aynı zamanda Müslümanlar için de geçerli olduğunu, Müslümanların da iddialarında kesin delile dayanmaları gerektiğini belirtir.[368] Çünkü Kur’ân kendi tabiriyle, burhana veya basirete önem vermiştir:

“De ki: "Işte benim yolum budur: Allah'a basiretle davet ederim. Ben ve bana uyanlar... Allah'ın şanı yücedir, ben ortak koş anlardan değilim."[369]

“Onlar, sizin ve babalarınızın, (tanrı) diye isimlendirdiğiniz (boş, kavramsız) isimlerden başka bir şey değildir. Allah, onlara hiçbir güç (tanrı oldukları hakkında hiçbir delil) indirmemiş tir. O(putlara tapa)nlar zanna ve nefislerin hevesine uyuyorlar. Oysa kendilerine, Rableri tarafından yol gösterici gelmiştir.” [370]

Bir iddianın doğruluğunu, burhanla kanıtlamak şeklindeki ilke, görüldüğü gibi Kur’ân’ın da vazgeçilmez saydığı evrensel bir ilkedir. Bu âyet dolaylı olarak Müslümanların da dinî, fikrî ve bilimsel görüşlerini savunurken, duygusal hükümlerden, taklitten sıyrılmaları; görüşlerini ve inançlarını doğruluğu kuşkulu delillere değil, kesin kanıtlar üzerine temellendirmeleri, dindarlıklarını bu düzeye yükseltmeleri gerektiğine işaret etmektedir. Nitekim bu durum her vesileyle Kur’ân-ı Kerim’in üzerinde durduğu bir öğreti ve mesajdır:[371]

“(Iş) Ne sizin kuruntularınızla, ne Kitap ehlinin kuruntularıyla olmaz. Kötülük yapan, onunla cezalandırılır ve kendisine Allah 'tan başka ne dost, ne de yardımcı bulamaz (Allah ’ın vereceği cezâyı hiç kimse ondan savamaz). Erkek veya kadından her kim inanarak güzel işler yaparsa, işte öyle kimseler cennete girerler ve zerre kadar haksızlığa uğratılmazlar. ''[372]

Yahudiler ve Hıristiyanlar "Biz Allah'ın oğulları ve sevgilileriyiz"[373] diyorlardı. "Sayılı günlerden başka katiyen bize ateş dokunmayacak." [374]iddiasında bulundukları gibi, bazı Müslümanlar da kendilerini överek, insanlar arasında seçilmiş ümmet olmaları düşüncesinden hareketle, Müslüman olmalarından dolayı Yüce Allah'ın, kendilerinden kaynaklanan hataların hesabını sormayacağını düşünmüş olabilirler.[375]Dolayısıyla Yüce Allah gerek Müslümanlar olsun gerekse diğer kitap verilenler olsun vekâleten bir kefaret inancının[376] sapma olduğunu belirterek belirleyici unsurun iman ve amel olduğunu belirtmiştir.

2.7-                                                                                 HIRISTİYANLARIN GÜNAH ANLAYIŞI

Hıristiyan inancında, sapma olarak ifade edebileceğimiz diğer bir konu ise “asli günah” anlayışıdır. Bu anlayışa göre, Hz. Âdem’den ve Havva’dan kaynaklanan hata sebebiyle, doğan her çocuk günahkâr olarak dünyaya gelir. Bu günahtan kurtulmak için, kişinin vaftiz edilmesi gerekir. Bundan dolayı vaftiz Hıristiyan teologlarca birinci sakrament olarak kabul edilmiştir.[377]

Hıristiyanların bu anlayışı, Kur’ân-ı Kerim’de bir sapma olarak ifade edilmiştir. Bunun insanlara karşı bir baskı unsuru olarak kullanılmasının gerçekle bağdaşmadığını vurgulamıştır.

“Allah’ın boyası (ile boyan). Allah’ın boyasından daha güzel boyası olan kimdir? Biz ancak O'na kulluk ederiz. ”[378]

Âyette ifade edilen “Allah’ın boyası” Yüce Allah’ın şeriatı, sünneti ve insanları üzerinde yarattığı fıtratıdır.[379] Allah’ın boyası aynı zamanda İbrahim’in milleti olarak da ifade edilmiştir.[380] Asıl ön plana çıkartılması gereken, kişinin Kur’ân’ın ahlakı ile ahlaklanması ve Allah’ın boyası ile boyanmasıdır. Bu da kişinin kendi benliğini şirkten ve küfürden koruyup[381] üzerinde yaratıldığı İslâm’a uygun olan fıtratını korumasıdır.[382]

“Sen yüzünü, Allah 'ı birleyici olarak doğruca dine çevir: Allah 'ın yaratma yasasına (uygun olan dine dön) ki, insanları ona göre yaratmıştır. Allah ’ın yaratması değiştirilemez. Işte doğru din odur. Fakat insanların çoğu bilmezler."[383]

Dolayısıyla insanın günahkâr olarak yaratıldığını kabul etmek, Yüce Allah’ın “Kişi, akıl ve irade ile sorumlu olur.” hükmünden bir sapmadır.

2.8-                                                                                     HIRİSTİYANLARIN TEVBE ANLAYIŞI

Hıristiyanlığın önemli sakramentlerinden biri de tevbedir. Kişi asli günahından vaftiz edilerek kurtulurken, fiili günahlarından ise ancak tevbe ile kurtulur.[384] Ancak bir Hıristiyan’ın ferdi olarak tevbe etme yetkisi kilise tarafından elinden alınmıştır. Tevbe eden kişi, rencide de olsa, günahlarını bu konuda yetkili kılınmış papaza itiraf etmek zorundadır. Bu anlamda günahların affedilme yetkisi papaza verildiğinden,[385] inanan Hıristiyanlar günahlarını papaza çıkartmak zorundadırlar.

Bu anlayışın, ilâhî dinin tevbe anlayışından bir sapma olduğu açıkça ortadadır. Yüce Allah, hiç bir insana günahları affetme yetkisi vermediği gibi,[386] kişinin günahlarını itiraf etmek suretiyle rencide olmasını da dini bir zorunluluk kılmamıştır.

İslâm’da esas olan, kişinin gerek kendisinin gerekse başkasının, kul hakkına taalluk etmediği müddetçe, günahını gizlemesidir. Esas olan kişinin günahları için Allah’tan dileyerek[387] kendisini ıslah edip[388] sadece Yüce Allah’a sığınmasıdır. Zira kullarından gerçek anlamda haberdar olan[389] ve kullarının günahlarını affeden ancak Allah’tır.[390]

2.9-                                                                               HIRİSTİYANLARIN RUHBANLIK ANLAYIŞI

Ruhbanlık, kelime kökü itibariyle korkmak ve sakınmak anlamlarını ihtiva eder.[391] Ancak günümüzde ruhbanlık, rahiplerin teşkilatlı bir şekilde çalışabilmelerini sağlamak için, Hıristiyanlarca oluşturulmuş kurumu ifade eder. Bu teşkilatta yer alan din adamlarına da ruhban denir.[392]

Kur’ân-ı Kerim’de ruhbanlık, Allah’tan korkmak ve sakınmak yönüyle müspet anlamda kullanılmıştır.[393] Ancak Hıristiyanlar tarafından ibadette tahammül sınırlarını aşacak derecede aşırı gitmek[394] ve dünya hayatının hiçbir değerinin olmadığını iddia etmek şeklinde bir anlayışa dönüştürüldüğü için de yerilmiştir.[395]

Kur’ân-ı Kerim’de Hıristiyanlara yöneltilen eleştirilerden biri de, ruhbanlığı ihdas etmeleridir. Ruhbanlık, Yüce Allah’a bir yakınlık vesilesi olması gayesiyle ortaya çıkartılmıştır. Kimi Hıristiyanlar, Allah’a rağmen bunu dini bir erdemlilik sayıp, kendilerini bununla mükellef kılmışlar, ancak bu durum zamanla ıslah edici olmaktan çıkıp, ifsat edici bir hal almıştır:

"Sonra bunların peşinden ardarda elçilerimizi gönderdik. Meryem oğlu Isâ'yı da onların ardına kattık; ona Incil'i verdik ve ona uyanların kalblerine şefkat ve merhamet koyduk. Icat ettikleri ruhbanlığı, biz onlara yazmamıştık, yalnız Allah 'ın rızâsını kazanmak için kendiliklerinden uyguladılar ama ona gereği gibi uymadılar. Biz de onlardan imân edenlere mükâfâtlarını verdik. Fakat onlardan birçoğu da yoldan çıkmıştır. ,[396]

Hz İsa’nın vefatından sonra, Hıristiyanların yaptıkları dini tahrifat, dinin bidatlere karşı çıkma direncinin kaybolmasına sebep olmuştur. Ruhbanlık da böyle bir dönemde bir bidat olarak Hıristiyanlığa girmiştir.

Ruhbanlık Hıristiyanlar arasında yaygınlaşan gayri ahlaki duruma karşı ortaya çıkmış aşırı bir tepkidir. Gayri meşru ilişkilere meşru ilişkiler yasaklanarak karşı çıkılmıştır.

Ayrıca dini sınırları net olarak belirleyen sahih dini kaynaklardan yoksun olan Hıristiyan uleması halkın beğenisini kazanmak içinde her türlü bidate rıza gösteriyorlardı. İşte bu çeşitli bidatlerden biri de kuşkusu ruhbanlıktır.”[397]

Ruhbanlık insan vücuduna zarar vermekle, fıtri olan temizliği ve evlenmeyi yasaklamakla insan tabiatına adeta savaş açmıştır. Ayrıca ruhbanlık anlayışı çerçevesinde, evlilik anlamında her türlü meşru beraberlikte dahi gayri ahlaki olarak telaki edilmiştir. Özelikle bu günkü Avrupa’nın içine düştüğü ahlaki sefalet bu baskının bir sonucudur.[398]

Netice itibariyle ruhbanlık, dini yaşantıda insan fıtratına aykırı olan ve İslâm’ın kesin olarak yasakladığı bir inanç sapmasıdır. Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem dinden bıktırıcı bir dini yaşantıyı ve gereksiz yere kişinin kendine eziyet etmesini yasaklayarak[399] vasat, kolaylaştırıcı ve süreklilik arz eden bir dini yaşantıyı önermiştir.[400]

ÜÇÜNCÜ BÖLÜM

MÜŞRİKLERİN-PAGANLARIN İNANÇ SAPMALARI

3.1-    MÜŞRİKLERİN İNANCINA GENEL BİR BAKIŞ

Bu başlık altında sapmalarını irdeleyeceğimiz müşriklerden kasıt, Hz. Peygamber(sallallâhü aleyhi ve sellem)’in dönemindeki Arap müşrikleridir. Hz. peygamberin gönderildiği toplumun, İslâm öncesi durumunu bilmek, bu toplumun dini, sosyal, siyasi ve kültürel yönden İslâm düşüncesinin teşekkülünde ve anlaşılmasında menfi veya müspet yönüyle etkin rol oynamış olması sebebiyle büyük bir önem arz etmektedir. Zira İslâm’ın gerçekleştirdiği toplumsal değişim, özgün olmakla beraber bu değişimi müşrik toplumuna karşı kullanılan argümanlar ile aktarmıştır. İslam her ne kadar kullanılan terimlere, anlam itibariyle farklı bir hüviyet kazandırmışsa da, İslâm öncesi toplumun terimleriyle ifade etmiştir.[401] Bununla beraber cahiliye toplumunun sapmalarını bilmek İslâm’ın mükemmelliğinin daha iyi kavranmasını sağlayacaktır. Nitekim Hz. Ömer “Cahiliyeyi bilmeyen kişi İslâm’ı da bilemez.” sözüyle cahiliyeyi bilmenin, İslâm’ın anlaşılmasında ve içselleştirilmesinde ne derece önemli rol oynadığını vurgulamıştır.[402]

Ferdi, ailevi ve toplumsal yaşamın değer yargılarını vahyin yol göstericiliğinden yoksun olarak belirleyen İslâm öncesi Arap toplumunu Kur’ân-ı Kerim “cahiliye toplumu” olarak tanımlar.[403] İslâm öncesi dönemin cahiliye dönemi olarak nitelendirilmesinin, İslâm’ın ilk yıllarında Müslümanlar tarafından da kullanıldığını, Cafer b. Ebu Talib’in Necaşi karşısında “ey Kral biz cahiliyye mensuplarıydık” diye başladığı konuşmasından anlıyoruz.[404]

Cehaletle nitelendirilen bu toplum için sıkça kullanılan diğer kavaramlar ise şirk ve müşrik kavramlarıdır. Bu sebeple bu kavramların da bilinmesinde yarar vardır.

Şirk; "Şe-ri-ke" fiilinin masdarı olup ortak olma demektir. “Eş-şirketü vel müşareketü    - ki malın birbirine karıştırılmasıdır. Şirk kökünden gelen şirket ise ister maddi ister manevi olsun bir şeyin birden fazla kişiye ait olmasıdır.[405] Kur’ân-ı Kerim’de ve hadislerde şirk ortaklık anlamıyla şöyle geçer:

Hz. Musa, Hz. Harun’un kendisine destekçi kılınmasını Yüce Allah’tan talep ettiğinde “Onu da işime ortak yap. ” [406] ifadesini kullanılmıştır. Birbirlerini kötü yola sevk etmeleri sebebiyle azapta ortak olanlar için:

“(Böyle söylemeniz) Bugün size bir yarar sağlamaz; çünkü zulmettiniz. Siz, azâb (çekme)de ortaksınız. , [407]ifadesi kullanmıştır.

Hz. Peygamber (sallallâhü aleyhi ve sellem), insanların merada, ateşte ve suda ortak olduklarını ifade ederken “ ifadesini kullanmıştır. [408]

İnsanın ortak koşması ise dinde, ileride ayrıntılı olarak ifade edeceğimiz gibi, büyük şirk ve küçük şirk olmak üzere iki şekilde ifade edilir. Büyük şirk; Allah’tan başkasının ilahlığını kabul etmektir. Küçük şirk ise bazı ibadetlerde Allah’la beraber başkasının da hoşnutluğunu beklemektir.[409]

Kur’ân-ı Kerim’de Yüce Allah: “Allah, kendisine ortak koşulmasını bağışlamaz, bundan başka herşeyi dilediğine bağışlar. Allah 'a ortak koşan da uzak bir sapıklığa düşmüştür. ”[410]

Hz. Peygamber (sallallâhü aleyhi ve sellem), müminler için gizli şirkin, karıncanın ayak sesleri gibi gizli olduğunu ifade etmiştir.[411]

3.1-                                                                MÜŞRİKLER İN ALLAH İNANCI

Yapılan bilimsel araştırmalar neticesinde, Allah inancının ilkel dinler de dâhil olmak üzere bütün inanç sistemlerinde var olduğu gerçeğinden hareketle politeizmin bir sapma olduğu ve insanların en eski inancının monoteist bir inanç olduğu anlaşılmıştır.[412] İslâm öncesi Arabistan’da tevhid inancının var olduğu, putperestliğin sonradan edinilen bir sapma olduğu herkesçe kabul edilen bir gerçektir.[413] İslâm öncesi Hicaz bölgesindeki Arapların, putperest olmalarına rağmen, Yüce Allah’ın varlığına inandıklarına ilişkin, başta Kur’ân-ı Kerim olmak üzere, elimizde birçok kaynak vardır. Müşriklerin putlara verdikleri sıfatlardan daha üstün sıfatlarla Yüce Allah’ı sıfatlandırmaları bunun en açık kanıtıdır.

Mekke müşrikleri[414] tevhidi bilince ulaşmamalarına rağmen göklerin ve yerin yaratıcısı olarak Allah’ı kabul ettikleri gibi kevniyattaki düzenin koruyucusu ve yönlendiricisi olarak da Yüce Allah’ı kabul ettiklerini itiraf ediyorlardı:

“Andolsun, onlara: "Gökleri ve yeri kim yarattı, güneşi ve ayı kim (sizin yararınıza) boyun eğdirdi?" desen; "Allah", derler. O halde nasıl Allah’ın (birliğinden) döndürülüyorsunuz? '[415]

“Onlara: "Kim gökten suyu indirip de ölmüş olan yeri onunla diriltti?" diye sorsan; "Allah", derler. De ki "Hamd (övgü), Allah 'a lâyıktır." Doğrusu çokları düşünmezler. ”[416]

“Andolsun onlara: "Gökleri ve yeri kim yarattı?" diye sorsan elbette diyecekler ki: "Onları, çok üstün, çok bilen (Allah) yarattı. '[417]

“Eğer kendilerine bir mu cize gelirse ona mutlaka inanacaklarına olanca güçleriyle Allah 'a yemin ettiler. De ki: "Mu cizeler ancak Allah 'ın yanındadır." Hem bilir misiniz o (mucize) gelmiş olsa da onlar yine inanmazlar? ’[418]

Müşriklerin Allah adına yemin etmeleri Allah’a gösterdikleri saygının başka bir ifadesidir:

“(Onlar), yeminlerinin bütün şiddetiyle: "Allah ölen kimseyi diriltmez!" diye Allah'a yemin ettiler. Hayır diriltecektir, bu, O'nun gerçek olarak verdiği sözdür. Ama insanların çoğu bilmezler. ’[419]

Müşrikler çaresiz kaldıkları zamanlarda yalnız Allah’tan yardım isterlerdi:

“De ki: "Düşündünüz mü kendinizi hiç? Size Allah'ın azâbı gelse, ya da o (Duruşma) sâ 'at(i) gelse, Allah 'tan başkasına mı yalvarırsınız? Doğru (sözlü) iseniz (söyleyin).Hayır, yalnız O'na yalvarırsınız; O da dilerse (kaldırmasını) istediğiniz belâyı kaldırır ve o zaman ortak koştuğunuz şeyleri unutursunuz."[420]

“Sizi karada ve denizde yürüten O'dur. Gemide olduğunuz zaman(ı düşünün): Gemiler, içinde bulunanları hoş bir rüzgârla alıp götürdüğü ve (yolcular) bununla sevindikleri sırada, birden gemiye, şiddetli bir kasırga gelip de, her yerden gelen dalgalar onları sardığı ve artık kendilerinin tamamen kuşatıldıklarını (bir daha kurtulamayacaklarını) sandıkları zaman, dini, yalnız Allah 'a hâlis kılarak O'na şöyle yalvarmağa başlarlar: "Andolsun, eğer bizi bundan kurtarırsan, şükredenlerden olacağız”[421].

Dinin Allah’a has kılınması ifadesi üzerinde duran Izutsu bunun geçici bir tevhid inancı olarak da kabul edilebileceğini ifade eder:[422]

“Allah’ı bırakıp kendilerine ne zarar, ne de yarar veremeyen şeylere tapıyorlar ve: "Bunlar Allah katında bizim şefâatçilerimizdir!" diyorlar. De ki: "Allah’ın, göklerde ve yerde bilmediği bir şeyi mi Allah'a haber veriyorsunuz?" O, onların koştukları ortaklardan uzak ve yücedir. ”[423]

“İyi bil ki, halis din yalnız Allah’ındır. O'ndan başka veliler edinerek: "Biz bunlara, sırf bizi Allah’a yaklaştırmaları için tapıyoruz," diyenler(e gelince): Şüphesiz ki Allah, onlar arasında, ayrılığa düştükleri konuda hükmünü verecektir. Allah, yalancı, nankör insanı doğru yola iletmez. ”[424]

Bu âyetler bağlamında, müşriklerin Allah inancına sahip olmalarından ziyade bu inancın hayret verici bir şekilde İslâm inancıyla benzerlikler arz ettiğini de görüyoruz. Müşrikler Hz. Peygamberin risaletinden şüphe etmeleri sebebiyle, Yüce Allah’tan risaletin gerçekliğini ispatlamak için üzerlerine taş yağdırmasını istemişlerdir:

“Hani (o kâfirler) bir zaman da: Ey Allah 'ım! Eğer bu Kitap senin katından gelmiş bir gerçekse üzerimize gökten taş yağdır, yahut bize elem verici bir azap getir! Demişlerdi ”[425]

Zikredilen bu âyetlerle beraber, müşriklerin Yüce Allah’a inandıklarının en güçlü kanıtlarından bir diğeri de, cahiliye dönemindeki Arapların dualarında, deyim, şiir ve atasözlerinde, Allah kelimesini sıkça kullanmalarıdır. Müşrikler hac ve umre sırasında telbiyelerinde: “Buyur Allah’ım! Buyur! Senin ortağın yoktur. Bir ortağın varsa o da sana aittir. Sen ona ve onun sahip olduğuna da sahipsin.”[426]derlerdi. Kâbe’yi de “Allah’ın evi”[427] olarak kabul eden müşrikler, Allah’ı putlarından üstün kabul ederlerdi. Cahiliye şairlerinden olan Evs b. Hacer bir şiirinde şöyle der: “Lat’a Uzza’ya ve onlara ibadet edenlere and içerim. Allah’a da; çünkü Allah onlardan daha üstündür” Abdulmuttalib Ebrehe’nin Kâbe’ye saldırması sırasında Kâbe kapısının halkasını tutarak: “Ey Allah’ım, şüphesiz sen kendi yükünü korursun, o halde kendi beytinin metaını koru” diye dua etmiştir.[428] Bununla beraber müşriklerin Allah inancı, karmaşık ve gerçekle bağdaşmayan bir hal almıştı.

3.1.1-                                                      PUTLARA TAPMALARI

Arap müşriklerin Allah inancı konusundaki en büyük sapmaları, Hz. İbrahim’den birçok hatıranın olduğu bir bölgede olmalarına rağmen onun getirdiği ilkelerden uzaklaşarak, putlara tapmalarıdır. Genel anlamda Arabistan’da putperestliğin ve putçuluğun bu derece yaygın bir hal almasının arka planında yatan dini, psikolojik, sosyal ve ekonomik birçok neden sayılabilir.

İslâmi kaynaklar Araplardaki putperestliğin yabancı kaynaklı olduğunu belirtirler.[429] Konuyla ilgili olarak anlatılan rivâyette; Kâbe’nin Huzaa’nın eline geçmesinden sonra, başkanları Amr b. Luhay Suriye’ye gider ve orda insanların putlara taptıklarını görür. Amr putlara tapmanın sebebini sorunca da onlar, bu putların insan suretinde yapılmış yüce tanrılar olduğunu ve kendilerinden istendiğinde yağmur yağdırdığını söyleyince, Amr Mekke’ye götürülmek üzere onlardan bir put ister. Belkalılar da onlara “Hübel” isminde bir put verdiler. Amr b. Luhay, Hübel putunu Mekke’ye getirir ve herkesin buna ibadet etmesini ister. Halk da ona ibadet ederek Hacer-i Esvet kadar Hübel putuna hürmet gösterir.[430] Hübel putuyla ilgili anlatılan rivâyetlerde, bu put İsrailoğullarının da taptığı[431] ve Kur’ân-ı Kerim’de “Baal” adıyla zikredilen puttur.[432] Sami dillerinde rab, mülk sahibi, efendi manalarına gelen “Baal,”[433] Araplarda “Hübel” ismini almıştır.[434]

Arapların taptıkları belli başlı diğer putlar ise; Lat, Menat, Uzza,[435] Nesr, Suva, Ved, Yeük ve Yeğüs[436] putlarıdır. Bu putlardan başka, Araplarda putperestlik o denli yaygın bir duruma gelmişti ki, her kabilenin yanısıra her evin bir putu vardı. Kimileri de putlar için özel evler yaparlardı. “Tağut” denilen bu evlere Kâbe gibi saygı duyulurdu. Bu tağutların görevlileri vardı. Bunlar tağutlar adına kesilen kurbanları ve verilen hediyeleri kabul ederlerdi.[437] Ayrıca Araplar arasında fetişizm olarak tanımlanabilen bir inanç da doğmuştu. Bu inanca binaen, Araplar yolculukları sırasında kendilerini koruyacak bir ruhu barındırdıkları gerekçesiyle bazı taşlara da taparlardı. Çölün uçsuz bucaksız ve korkunç sessizliği bu inancın psikolojik sebebi olarak zikredilir.[438]

3.1.2-                       GÖK CİSİMLERİNE SECDE ETMELERİ

Müşriklerin diğer bir sapmaları ise aya ve güneşe secde etmeleridir:

“Gece, gündüz, güneş ve ay O'nun âyetlerindendir. Eğer Allah'a tapıyorsanız, güneşe ve aya secde etmeyin; onları yaratan Allah'a secde edin. ”[439]

Güneşi ve Ay'ı ilahlaştırmak ve bu ikisine ibadet etmek, Arap Yarımadası'nın Yemen ülkesinde, ona komşu Mısır, Şam ve Irak ülkelerinde eski zamanlarda yaygındı. Buralardaki eski nüfusun çoğu bu yarımadadan gelmişti. Hz. Peygamber dönemindeki bazı Araplar, Abduşşems (Güneşin kulu) adını kullanıyorlardı.[440]

İbni Abbas’tan gelen bir raveyette, Sabilerin yıldızlara ibadet ettikleri gibi bazı insanlar da aya ve güneşe secde ederek bununla Allah’a secde etmiş olduklarını iddia ediyorlardı. Onların bu iddialarının batıl olduğunu Yüce Allah Kur’ân-ı Kerim’de belirtmiştir:[441]

“Eğer Allah'a tapıyorsanız, güneşe ve aya secde etmeyin. ”[442]

Müşriklerin taptıkları diğer bir nesne ise gökte en parlak yıldız olarak bilinen Şi’ra yıldızıdır. Bu yıldız “büyük köpek” olarak da adlandırılırdı.[443] Müşrikler bu yıldıza Nil nehrinin bereketini artırdığı gerekçesiyle taparlardı. Özellikle Kureyş’in komşu kabilesi olan Huzaa, bu yıldıza tapmakla bilinirdi.[444] Bu yıldıza ilk tapanın Huzaa kabilesinin reisi olan Ebu Kepşe olduğu rivâyet ediliyor. Müşrikler de Hz. Peygamber (sallallâhü aleyhi ve sellem)’a kavminin putlarına muhalif davrandıkları gerekçesiyle, Ebu Kepşe derlerdi.[445]

Yüce Allah müşriklerin bu inancının batıl olduklarını belirterek Şi’ra yıldızının rab değil merbub olduğunu belirtmiştir:

“Ve şüphesiz Şi'râ'nın Rabbi O'dur. ”[446]

Bu ifadeyle Yüce Allah bir anlamda evrenin yaratıcısının ve destekçisinin kendisi olduğunu mecazi bir anlatımla anlatmaktadır.[447]

Gök cisimlerinin ilah edinme anlayışının sadece Mekke müşriklerine özgü olmadığını Kur’ân-ı Kerim, Seba melikesi ile ilgili kıssada bize nakletmektedir:

“Çok geçmeden (hüdhüd) geldi: "Ben, dedi, senin görmediğin bir şey gördüm ve Sebâ 'dan sana gerçek bir haber getirdim. "Ben onlara hükümdarlık eden bir kadın buldum, kendisine her şey verilmiş ve büyük bir tahtı var." "Onun ve kavminin, Allah ’ı bırakıp güneşe secde ettiklerini gördüm Şeytan onlara işlerini süsleyip onları doğru yoldan çevirmiş, bu yüzden yola gelmiyorlar." "Göklerde ve yerde gizleneni açığa çıkaran ve gizlediklerini ve açığa vurduklarını bilen Allah'a secde etmeleri gerekmez mi ?,[448]

Rivâyetlerde Sebelilerin atası olan Seba, Abduşşems unvanı taşıyan biriydi.[449] Bu açıdan Abduşşems unvanının Arap müşriklerince de kullanılması, bu inancın eskiden devam edegelen bir inanç olduğu anlaşılıyor.

3.1.3-                        MELEKLERE VE CİNLERE TAPMALARI

Müşrikler ayrıca meleklere ve cinlere de tapmışlardır. Müşrikler taptıkları putları melek suretinde düşünürlerdi. Yüce Allah meleklere, müşriklerin bu iddiaları hakkında soru sorup meleklerin ise bunu reddedeceğini bildirmiştir:

“O gün, onların hepsini bir araya toplar, sonra meleklere: "Bunlar size mi tapıyorlardı?" der. (Melekler) derler ki: "Sen yücesin, bizim velimiz (koruyucumuz) onlar değil, sensin. Hayır, onlar cinlere tapıyorlardı. Çokları onlara inanıyorlardı.”[450]

Müşriklerin, kendilerinin meleklere taptığını sanmaları ise sadece kendi kuruntularıydı. Zira onların melek tasavvurları, meleklerin gerçekliği ile bir ilgisi yoktu. Müşrikler, gerçekte kendilerini saptıran şeytanlardan başkasına tapmıyorlardı:

“O(Allah'a ortak koşa)nlar, O'nu bırakıp birtakım dişilerden başkasına çağırmıyorlar ve onlar, (hayırsız) âsi şeytândan başkasına yalvarmıyorlar. ”[451]

3.1.4-                       ALLAH’A ÇOCUK İSNAT ETMELERİ

Müşrikler, kulluk anlamındaki bu sapmalarının dışında Yüce Allah’ın zatı hakkında da zanna dayalı birçok sapmalar göstermişlerdi. Bu sapmalardan biri de Yüce Allah’a çocuk isnat etmeleridir:

“(Müşrikler:) "Allah çocuk edindi" dediler. Hâşâ! O bundan münezzehtir. O'nun (çocuğa) ihtiyacı yoktur. Göklerde ve yerde ne varsa O'nundur Bu hususta yanınızda herhangi bir delil yoktur. Allah hakkında bilmediğiniz bir şeyi mi söylüyorsunuz? De ki: Allah hakkında yalan uyduranlar asla kurtuluşa eremezler. ”[452]

Müşrikler, meleklerin Allah’ın kızları olduğunu iddia etmişlerdir:

“Yoksa biz melekleri, onların gözleri önünde dişi mi yarattık (ki meleklerin dişi olduğunu söylüyorlar)? Iyi bilin, onlar iftirâları yüzünden diyorlar ki: Allah doğurdu." Onlar elbette yalancıdırlar. (Allah) Kızları seçip oğlanlara tercih mi etmiş? Size ne oldu, nasıl hüküm veriyorsunuz? Hiç mi düşünmüyorsunuz? Yoksa sizin, (meleklerin, Allah ’ın kızları oldukları hakkında) açık bir deliliniz mi var? Eğer doğru iseniz Kitabınızı getirin. ” [453]

Kureyş’in ve Araplar’ın kökü sayılan Cüheyne, Ben-i Seleme, Huza’a ve Ben-i Müleyh kabileleri meleklerin Allah’ın kızları olduğunu iddia etmişlerdir.[454] Yüce Allah, bu iddianın her türlü bilgi kaynağından yoksun, çirkin bir iftira olduğunu belirtmiştir. Bu iddiayla müşrikler, Yüce Allah’a iftira attıkları gibi, Yüce Allah’ın mükerrem kıldığı[455] meleklere de iftira ediyorlardı. Zira müşrikler melekleri, yüz kızartıcı[456] ve basit yaratılışlı kızlar olmakla nitelendirmeleri onların meleklere olan bakış açılarını da ifade etmektedir. [457] Ayrıca bu iddia, müşriklerin kendilerine layık görmediklerini Yüce Allah’a layık görmekle[458] Allah’a karşı ne denli saygısız olduklarının bir başka göstergesidir.[459]

Allah’a çocuk isnat etmek insanların yaratana karşı yaptığı iftiraların en büyüdür:

“Ama onlar, kullarından bir kısmını, O'nun bir cüzü kıldılar. Gerçekten insan apaçık bir nankördür”[460]

3.1.5-                       ALLAH’I GÖRMEK İSTEMELERİ

Müşriklerin Allah inancı konusundaki diğer bir sapmaları ise dünya gözüyle Yüce Allah’ı görmek istemeleri ve Yüce Allah’ın kendileriyle konuşması talebinde bulunmalarıdır:

“Bize kavuşmayı ummayanlar, dediler ki: "Bize meleklerin indirilmesi ya da Rabbimizi görmemiz gerekmez miydi?" Andolsun, onlar kendi nefislerinde büyüklüğe kapıldılar ve büyük bir azgınlıkla baş kaldırdılar. ”[461]

“Bilmeyenler dediler ki: "Allah bizimle konuşmalı, ya da bize bir âyet (mucize) gelmeli değil miydi?" Onlardan öncekiler de onların dedikleri gibi demişlerdi. Kalpleri birbirine benzedi. Gerçekleri iyice bilmek isteyenlere âyetleri açıkladık. ”[462]

Arap müşriklerinin bu talebi ile Yahudilerin Hz. Musa (aleyhisselâm)’dan talebinin benzer olması,[463] sapmanın aynı karaktere sahip olması açısından da dikkat çekicidir.

3.1.6-                       ALLAH İLE ARALARINDA ARACI TAHAYYÜL ETMELERİ

Müşriklerin diğer bir sapmaları da Yüce Allah’a ancak şefaatçiler vasıtasıyla ulaşabileceklerini iddia etmeleridir:

“Allah'ı bırakıp kendilerine ne zarar, ne de yarar sağlamayan şeylere tapıyorlar ve: "Bunlar Allah katında bizim şefâ'atçilerimizdir!" diyorlar. De ki: "Allah'ın, göklerde ve yerde bilmediği bir şeyi mi Allah'a haber veriyorsunuz?" O, onların koştukları ortaklardan uzak ve yücedir. ”[464]

Bu inanç, Yüce Allah’ın insanlara şah damarından daha yakın olduğu ve kendilerine yapılan duaları işittiği ve kabul ettiği inancından bir sapmadır:

“Kullarım, sana benden sorar(lar)sa (söyle): Ben (onlara) yakınım. Du'â eden, bana du 'â ettiği zaman onun du 'âsına karşılık veririm. O halde onlar da bana karşılık versin(benim çağrıma uysun)lar, bana inansınlar ki, doğru yolu bulmuş olalar. ” [465]

3.1.7-                       ALLAH’I SEVER GİBİ BAŞKA NESNELERİ DE SEVMELERİ

Müşriklerin diğer sapmaları ise, bazı unsurları Yüce Allah’a ibadet noktasında ortak koştukları gibi sevgide de ortak koşmalarıdır:

“İnsanlardan kimi, Allah'tan başka eşler tutar, Allah’ı sever gibi onları severler. İnananlar ise en çok Allah ’ı severler. Zulmedenler, azabı gördükleri zaman bütün kuvvetin Allah'a ait olduğunu ve Allah’ın azâbının çetin olduğunu anlayacaklarını keşke bilselerdi. ”[466]

Allah gibi sevilen unsur kimi zaman peygamber, melek, cin olabileceği gibi kimi zaman da bir kahraman, bir fikir adamı veya bir ideoloji olabilir. Bu âyetin açıklamasında Elmalılı müşriklerin bu sapmasına değinmekle beraber Allah için sevilmesi gereken peygamberlerin, meleklerin, velilerin Allah gibi sevilmemesi gerektiği noktasında Müslümanların uyanık olması gerektiğini belirtir.[467]

3.1.8-                       ALLAH’A İFTİRA ATMALARI

Arap müşrikleri gök cisimleriyle beraber melekleri ve cinleri Yüce Allah’a ortak koşarak tabiattaki birçok nesneye değişik şekiller ve manalar vermek suretiyle, onları bir mahluk olduğu gerçeğinden çıkartarak tapınılacak bir konumda telakki etmişlerdir. Bu sapmaların dışında Kur’ân-ı Kerim’de yer alan müşriklerin diğer olumsuz tavırları ise; Yüce Allah’ı inkâr etmeleri,[468] O’na iftira atarak yakıştırmalarda bulunmaları,[469] Yüce Allah hakkında bilgiden yoksun olarak zan ile hareket etmeleri,[470] insanları Allah’ın yolundan alıkoymaları[471] Allah’a şirk koştukları varlıkların ve nesnelerin amacına hizmet etmeleri;[472] özetle Yüce Allah’ı hakkıyla takdir edememeleridir.[473]

3.2-                                                                   MÜŞRİKLERİN MELEK İNANCI

İslâm’ın temel inanç esaslarından biri[474] olan melek inancı Âdem (aleyhisselâm)’ın yaratılmasıyla beraber insanda var olmuştur. Yüce Allah, Âdem (aleyhisselâm)’ın İblis’e aldanma gerekçelerinden biri olarak, Âdem (aleyhisselâm)’ın melek olma arzusunu zikreder:

“Derken şeytan, birbirine kapalı ayıp yerlerini kendilerine göstermek için onlara vesvese verdi ve: Rabbiniz size bu ağacı sırf melek olursunuz veya ebedî kalanlardan olursunuz diye yasakladı, dedi. ”[475]

Yüce Allah meleklerin varlığına inanmayı temel inanç esasları arasında kabul etmiştir. Bu anlamda melek inancı sapma haliyle de olsa Kur’ân-ı Kerim’in bahsettiği tüm toplumlarda var olmuştur.

İnsanlığın ikinci atası olarak kabul edilen Nuh (aleyhisselâm), kavmini tevhide davet ederken, onlar Nuh (aleyhisselâm)’ın bir beşer olduğunu gerekçe göstererek kendilerine melek bir peygamberin gönderilmesi gerektiğini belirtmiştir:

“Andolsun ki, Nuh'u kavmine gönderdik ve o: Ey kavmim! Allah'a kulluk edin. Sizin için O'ndan başka bir tanrı yoktur. Hâla sakınmaz mısınız? dedi. Bunun üzerine, kavminin inkarcı ileri gelenleri şöyle dediler: "Bu, tıpkı sizin gibi bir beşer olmaktan başka bir şey değildir. Size üstün ve hâkim olmak istiyor. Eğer Allah (peygamber göndermek) isteseydi, muhakkak ki melekler gönderirdi. Biz geçmişteki atalarımızdan böyle bir şey duymadık. ,[476]

Ad ve Semud kavimleri de Nuh (aleyhisselâm)’ın kavmine benzer gerekçeler ileri sürerek peygamberlerinin getirdiği daveti reddetmişlerdir:

“Eğer onlar yüz çevirirlerse de ki: İşte sizi Ad ve Semûd'un başına gelen kasırgaya benzer bir kasırgaya karşı uyarıyorum! Peygamberler onlara: Önlerinden ve arkalarından gelerek Allah'tan başkasına kulluk etmeyin, dedikleri zaman, "Rabbimiz dileseydi elbette melekler indirirdi. Onun için biz sizinle gönderilen şeyleri inkâr ediyoruz" demişlerdi. ”[477]

Ad ve Semud kavimleri meleklerin gönderilmemesini, içinde bulundukları şirk inancının sahih olduğuna dayanak kabul ederek peygamberlere karşı çıktılar.[478]

Peygamberlere karşı dile getirilen aynı kuşkuyu[479] Firavun da öne sürmüştür:

“Ona altın bilezikler verilmeli veya yanında ona yardımcı melekler gelmeli değil miydi?" Firavun kavmini aldattı; onlar da kendisine boyun eğdiler. Onlar yoldan çıkmış bir kavimdir. ”[480]

Önceki putperest toplumların öne sürdükleri gerekçelerin aynısını Mekke putperestleri de öne sürerek Hz. Peygambere karşı çıktılar.

Bu örnekler gösteriyor ki, tevhidi davetin temel esaslarından olan melek inancı, peygamberlerin gönderildiği tüm toplumlarda mevcuttur. Ancak peygamberlerin getirdiği birçok ilkeden sapmalar olduğu gibi melek inancında da sapmalar olmuştur. Kur’ân-ı Kerim’de zikredilen bu sapmaları şu şekilde sıralayabiliriz:

3.2.1-                                                                  MELEKLERE TAPMA

Yüce Allah’a ibadet etmekten usanmayan ve çekinmeyen bu mükerrem[481] varlıklara karşı insanların gösterdikleri en büyük sapma, onları ilahlaştırmak olmuştur:

“Allah bir gün onların hepsini diriltip toplar, sonra meleklere: "Bunlar mı size tapıyordu?" der. ”[482]

Müşrikler, taptıkları putların bir kısmını melek olarak tahayyül edip, onları Allah katında kendilerine şefaatçi olarak kabul ederlerdi. Araplardaki bu inanç Mısırlıların melek inancıyla benzerlik arz eder. Eski Mısırlılarda dokuz tanrıdan meydana gelen üçlü grubun üçüncü grubu dini metinlerde melek olarak geçmektedir. Mısırlılar bunları tanrı olarak kabul etmişlerdir.[483]

Yüce Allah, İsa (aleyhisselâm)’a yönelttiği sorunun[484] aynısını meleklere yöneltmek suretiyle müşriklerin içinde bulundukları saplantıyı meleklere ikrar ettirmiştir. Melekler kendilerinin de birer kul olduklarını, dolayısıyla Yüce Allah’tan başka kimsenin kulluk edilmeye layık olmadığını tasdik etmiştir:[485]

Melekler; “Seni tenzih ederiz, bizim velimiz sensin. Onlar değil. Hayır, onlar cinlere kulluk ediyorlardı. Çoğu onlara inanıyordu, derler. ”[486]

Meleklerin bu beyanı, müşriklerin asla kendilerine tapmadıklarını değil buna razı olmadıklarını, buna karşılık cinlerin kendilerine tapılmasını istediğini belirtmek içindir.[487] Bu âyetin tefsirinde bazıları, cinlerin putların içine girmek suretiyle kendilerine tapınılmaya razı olduklarını söylemişlerdir:[488]

Yüce Allah’ın seçilmiş kulları olan melekleri ve peygamberleri aşırı yücelterek rab edinmek Tevhid diniyle hiçbir şekilde bağdaşmaz.

“Size melekleri, peygamberleri Rab olarak benimsemenizi emretmesi de yaraşmaz. Siz Müslüman olduktan sonra, size inkâr etmeyi mi emredecek? ”[489]

Bu âyet Allah’tan başkasına yapılan ibadetin hiçbir şekilde Allah tarafından kabul edilmeyeceğinin açık delilidir. Bu sebeple buna yönelik herhangi bir emrin sahih dini metinlerde yer alması da söz konusu olamaz. [490]

Netice itibariyle gerçekte olmasa da, Arap müşriklerinin bazı nesneleri melek olarak telakki edip onları melek diye tapınılacak bir konumda gördükleri, bir sapma olarak Kur’ân-ı Kerim’de belirtilmiştir.

3.2.2-                                                                  MELEKLERE CİNSİYET ATFETME

Arap müşriklerinin melek inancı konusundaki diğer bir sapmaları ise onlara cinsiyet atfetmeleridir:

“Doğrusu ahirete inanmayanlar, melekleri dişi olarak isimlendiriyorlar. ”[491]

“Rahman ’ın kulları olan melekleri dişi saydılar. Onların yaratılışlarına mı şahit oldular? Onların bu şahitlikleri yazılacak ve onlara sorulacaktır. ”[492]

Müşriklere yöneltilen bu soru, aslında cevap talep eden bir soru olmayıp kınama ve tehdit içeren bir sorudur.[493]

Müşriklerin, her türlü delilden yoksun olarak meleklere cinsiyet atfetmeleri kınandığı gibi, müşriklerin hor gördükleri melekleri dişilikle nitelendirmeleri de kınanmaktadır:

“Ve Allah 'a kızlar isnad ediyorlar, (haşa) O yücedir. Hoşlandıkları (erkek çocuklar) da kendilerinindir. Onlardan birine bir kız çocuğu müjdelendiği zaman, kederlenerek yüzü simsiyah kesilir. Kendisine verilen kötü müjdeden dolayı halktan gizlenmeye çalışır. Utana utana onu tutsun/yaşatsın mı; yoksa toprağa mı gömsün? Dikkat et, verdikleri hüküm ne kötüdür/”[494]

Meleklere herhangi bir şekilde cinsiyet atfetmeleri İslâm’ın melek inancıyla çelişen bir durum arz etmektedir. Melekler herhangi bir cinsiyete sahip değildir.[495] Kur’ân-ı Kerim İnsanların ve cinlerin neyden yaratıldığını haber verirken meleklerin hangi şeyden yaratıldığına ilişkin herhangi bir bilgi vermemektedir. Ancak hadislerde meleklerin nurdan yaratıldığı bildirilmiştir.[496]

3.2.3-                                                                         MELEKLERİ NESEP YÖNÜYLE ALLAH’A NİSPET ETMELERİ

Melek inancı konusundaki diğer bir sapma ise onları nesep yönden Allah’a nispet etmeleridir:

“Rabbiniz, oğulları size ayırdı da meleklerden kız mı edindi? Siz, çok büyük söz söylüyorsunuz. ”[497]

İslâm öncesi Arapların kızlara olan bakış açıları dikkate alındığında, bunun ne denli anlamsız ve kendi içinde çelişkili bir durum olduğu anlaşılmaktadır.[498]

Meleklerin Allah’ın kızları olduğunu iddia eden müşrikler, kendi kızları sebebiyle zillet duygusuna kapılırlardı:

“Onlardan birine bir kız çocuğu müjdelendiği zaman, kederlenerek yüzü simsiyah kesilir. Kendisine verilen kötü müjdeden dolayı halktan gizlenmeye çalışır.

Utana utana onu tutsun/yaşatsın mı; yoksa toprağa mı gömsün? Dikkat et, verdikleri hüküm ne kötüdür/”[499]

“Onlara sor, kızlar Allah’ın da, oğlanlar onların mı? Yoksa bizim melekleri dişi olarak yarattığımıza mı şahitlik ettiler? Bak, onlar nasıl da uydurarak, “Allah’ın oğlu oldu” diyorlar. Gerçekten onlar yalancıdırlar. (Güya) Allah, kızları erkeklere tercih etmiş. Size ne oluyor? Nasıl hüküm verebiliyorsunuz? Hiç düşünmüyor musunuz? Yoksa sizin çok açık bir belgeniz mi var? Eğer doğru söylüyorsanız, haydi kitabınızı getirin. ”[500]

Yüce Allah melekleri rab edinmenin ve onlara herhangi bir şekilde cinsiyet atfetmenin bir sapma olduğunu bildirmekle beraber, meleklerin Allah ile olan ilişkilerinin, yaratan ve yaratılan ilişkisinin bir sonucu olarak “abd” ve “mabud” ilişkisinden öteye geçemeyeceğini bildirmektedir.[501]

3.3-                                                                       MÜŞRİKLERİN KİTAP İNANCI

Müşrikler, gerek Hz. Peygamberin şahsından, gerekse Kur’ân-ı Kerim’in bizzat kendisinden kaynaklan sebeplerle, Allah’ın kelamı olduğunu bildikleri halde, Kur’ân-ı Kerim’e karşı birçok olumsuz tavırlar takınmışlar ve iftiralar atmışlar. Müşriklerin Kur’ân-ı Kerim’e karşı gösterdikleri olumsuz yaklaşımların, günümüzde de devam ediyor olması, üzerinde önemle durulması gereken bir konudur. Bu olumsuz yaklaşımlara Kur’ân-ı Kerim bizzat kendisi cevap vermiştir. Müşriklerin kitap inancı konusundaki sapmalarını şu şekilde sıralayabiliriz:

3.3.1-                                             İNKÂR ETME

Müşriklerin Kur’ân-ı Kerim’e karşı en olumsuz tavrı onu inkar etmeleridir. Bu inkâr sebebiyle gerçekle bağdaşmayan birçok şey ortaya atmışlardır:

“Onlara hak geldiği zaman: Bu bir aldatmacadır, biz onu tanımıyoruz. Dediler. Bu Kur’ân iki şehrin büyüklerinden bir adama indirilmeli değil miydi? Dediler. ”[502]

İnsanlar tarih boyunca vahye karşı iman veya inkâr şeklinde iki zıt tavır takınmışlardır. İnanmayanlar, her zaman kendi değerler bütününe uygun bir tepki göstermişlerdir. Onlara göre değerli olan soy-sop, zenginlik, iktidar, sosyal itibar gibi maddî, dünya ile ilgili geçici şeylerdi; insanları ancak bu değerler büyük kılardı. Peygamberlik değerli bir şey idiyse Muhammed'e değil, kendilerine göre Mekke ve Tâif’in büyüklerinden birine gelmeliydi. Bu gerekçe, küfrün değer yargılarının her çağda aynı olduğunu gösterir. Nitekim aynı gerekçeyle Nuh(aleyhisselâm) da inkâr edilmişti.[503] Bu mantığa Kur’ân'ın verdiği cevap, aynı zamanda İslâm'ın hedeflediği sosyal ve ahlâkî değişimin nirengi noktalarına ışık tutmaktadır. Allah, dünyada geçerli olan ve orada kalan nimeti, imtihan gereği herkese verir. Peygamberlik gibi, Allah nezdinde değerli ve bu yüzden rahmet olan manevî nimetini ise herkese değil, üstün meziyetleri sebebiyle seçtiği mümtaz kullarına verir ve bu rahmet, müşriklerin değer verdiği asaletten, servetten, iktidardan çok daha iyidir, hayırlıdır, insanlar için kurtuluş ve mutluluk vesilesidir.[504]

Müşrikler bu şuura ulaşamadıkları için, onların hakka karşı en başta gelen tavrı inkâr olmuştur.

Müşriklerin diğer bir tavrı ise gerçek olduğunu bildikleri halde Kur’ân-ı Kerim’i yalanlamalarıdır:

“Onlardan öncekiler de yalanlamıştı. Onlara verdiğimizin onda birine bile ulaşamadılar. Buna rağmen peygamberlerimi yalanladılar. Buna karşı benim cezam nasıldı? ”[505]

Müşrikler, Kur’ân’ın ihtiva ettiği gerçekler üzerinde düşünemedikleri için, ondaki hakikatlerin doğru olduğuna akıl erdiremiyorlardı. Bu sebeple Kur’ân’ın yalan olduğunu iddia ederek şaşkın bir halde şirkin karanlıkları içinde kalmaya

devam ediyorlardı:[506]

“Onların söylediklerinin seni üzdüğünü elbette biliyoruz. Fakat onlar seni yalanlamıyorlar, o zalimler, bile bile Allah ’ın âyetlerini tanımazdan geliyorlar. ”[507]

Müşrikler Kur’ân-ı Kerim’in gerçek olduğunu kalpleriyle kabul etmelerine rağmen dilleriyle onu yalanlıyorlardı.[508]

3.3.2-                                               ALAYA ALMA

Müşriklerin Kur’ân-ı Kerim’e karşı gösterdikleri olumsuz tavırlardan bir diğeri ise onu alaya almalarıdır. Peygamberlerle ve onlara verilen mucizelerle alay etmek inkârcı toplumların genel karakteridir:[509]

“Onlara hak geldiği zaman onu hemen yalanlamışlardır. Alaya aldıkları şeyin haberleri yakında onlara gelecektir. ”[510]

Yüce Allah, inkârcıların genel karakteri olan peygamberlerle alay etmeyi kınarken, Müslümanların da dinle alay edilen bir ortamda, seyirci kalmamalarını emretmektedir:

“O, size Kitapta: "Allah'ın âyetlerinin inkâr edildiğini ve onlarla alay edildiğini işittiğinizde, onlar bir başka söze dalıp geçinceye kadar, onlarla oturmayın, yoksa siz de onlar gibi olursunuz" diye indirdi. Doğrusu Allah, münafıkların ve kafirlerin tümünü cehennemde toplayacak olandır.[511]

İslâm’ı ve İslâm’ın şiarlarını alaya almak nifakın en belirgin özelliğidir:

“Münafıklar, kalblerinde olanı kendilerine haber verecek bir sürenin aleyhlerinde indirilmesinden çekiniyorlar. De ki: "Alay edin. Şüphesiz, Allah kaçınmakta olduklarınızı açığa çıkarandır." [512]

“Sonra, Allah ’ın âyetlerini yalanlayarak ve onu eğlence edinerek kötülükler yapanların akibeti de kötü olmuştur.”[513]

“Peygamberleri onlara apaçık belgelerle geldiği zaman, kendi bilgileri ile şımardılar ve alay ettikleri şey onları çepeçevre kuşatıverdi.”[514]

Müşriklerin, peygamberleri alaya alma nedenlerinden bir tanesi de sahip oldukları yanlış bilgidir. Vahiyden uzak bir bilginin ne sahibine ne de insanlığa hayrı yoktur. İnsanın ulaştığı bilgi, eğer vahyin terbiyesinden yoksun olursa insanlığın başına bela olacak bir hal alır.[515]

3.3.3-     ÇARPITMA

Müşriklerin vahye karşı diğer bir sapmaları ise, vahyi çarpıtmaya çalışmalarıdır. Bunun için müşrikler, Hz. Peygamberin davetinde bazı değişiklikler yapmasını talep ettiler:

“Onlar, senin kendilerine yaranmanı (uzlaşmanı) arzu ettiler; o zaman onlarda sana yaranıp-uzlaşacaklardı.

“Sana vahyettiğimizden başka bir şeyi bizim hakkımızda uydurarak neredeyse seni fitneye düşüreceklerdi. işte o zaman seni dost edineceklerdi’” [516]

Bu, benzeri her zaman görülebilen bir durumdur. Batıl inanç ve ideoloji sa­hipleri doğru olan düşüncenin ve ahlaka dayalı hayat tarzının güçlenip yaşamasından rahatsız olurlar. Bu nedenle Hz. Peygamberin çağdaşları da Resûlullah'ı kendi çizgilerine çekmeye çalıştılar.[517][518] Bunun için de Hz. Peygamber’den putlara karşı hoşgörülü olmasını, fakir Müslümanların dışlanmasını talep ettiler.[519]

Hz. Peygamber Mekke'de en zor şartlarda bile dinini pazarlık konusu yapmamıştır. Daveti dört bir yandan kuşatıldığı ve bir avuç arkadaşı da Allah yolunda dayanılmaz eziyetlere, işkencelere uğratılmak üzere yakalanıp zincirlere vurulduğu halde, güçlü zorbaların yüzüne karşı söylenmesi gereken sözü gizlemeye yeltenmemiştir. Kalplerini İslâm’a ısındırmak veya müşriklerin baskı ve işkencelerini savmak için böyle bir manevraya gerek duymamıştır. Aynı şekilde, inanç sistemi ile ilgili olan herhangi bir gerçeği de açıklamaktan geri durmamıştır.[520]

İlahi daveti çarpıtıp iç dinamizmini yok etmek, İslâm karşıtlarının her zaman başvurduğu bir metottur.

3.3.4-                                             KERİH          GÖRME

Müşriklerin diğer bir tavrı ise, Allah’ın indirdiklerini kerih görmeleridir. Allah’ın indirdiklerini kerih görmek, yapılan salih amellerin boşa gitmesine sebep olmaktadır:

“inkârcılar ise, mahvolacak ve (Allah) çalışmalarını boşa çıkaracaktır. Bu, onların, Allah’ın indirdiğini kötü görmeleri sebebiyledir. Bu sebeple yaptıklarını iptal etmiştir .”[521]

Müşrikler, Kur’ân’ın içerdiği tevhid, peygamberlik ve ahiret gibi yüce değerleri kerih görerek İslâm’a buğz etmişler ve Müslümanlara karşı düşmanca bir tavır takınmışlardır.[522]

3.3.5-                                          SİHİR OLMAKLA İTHAM ETME

Müşriklerin Kur’ân-ı Kerim’e karşı iftiralarından biri de sihir ve büyü olduğunu iddia etmeleridir. Ancak gösterdikleri yüce hedefler ve işlendiği ana tema açısından bakıldığında Kur’ân-ı Kerim, bir kahin sözü olmadığı gibi, sihir ve şiir de değildir:[523]

" Onlara açık açık âyetlerimiz okunduğu zaman kendilerine gelen hakkı inkâr edenler: "Bu, apaçık bir büyüdür" dediler. ”[524]

Müslümanların İslâm’a gösterdikleri samimi bağlılık, dinleri uğruna annelerini, babalarını ve evlatlarını bırakmaları sebebiyle, müşrikler bunun ancak sihirle olabileceğini iddia etmişlerdir:[525]

“ Ve şöyle dedi: Bu sadece öğretile gelen bir sihirdir.”[526]

Bu âyetin nüzul sebebi, İbn Abbas’tan şöyle rivâyet edilmektedir: “Velid b. Muğire, Ebubekir b. Ebi Kuhafe'nin yanına gitti. Ona Kur’ân’dan sordu. Ebubekir ona Kur’ân okuyunca Velid onun yanından çıkıp Kureyş’in yanına gitti. Ve onlara şöyle dedi: "İbn-i Eb-i Kebşe'nin (Muhammed'in) söylediklerine şaşılır. Vallahi o ne şiirdir, ne de sihir. Ne de delilikten kaynaklanan saçmalık. Şüphesiz ki onun söylediği, Allah kelamıdır." Bunları işiten Kureyşliler aralarında toplandılar ve "Vallahi şâyet Velid dinini değiştirecek olursa bütün Kureyşliler dinlerini değiştirirler." dediler. Ebu Cehil bu meseleyi işitince "Vallahi ben ona yeterim. Bu meseleyi bana bırakın." dedi. Gidip Velid'in yanına vardı ve ona: "Kavmin sana sadaka topladı görmüyor musun?" dedi. Velid: "Ben onların mal ve evladı en çok olanı değil miyim?" diye cevap verdi. Ebu Cehil: "Senin, İbn-i Ebi Kuhafe'ye (Ebubekir'e), onun yemeğinden faydalanmak için gidip geldiğini söylüyorlar." dedi.

Velid: "Benim kabilem bunu mu söyledi? Onlar artık diğer Kusayoğulları hakkında da bir şeyler söylemekten geri durmazlar. Ben artık ne Ebubekir'e, ne Ömer'e ne de İbn-i Eb-i Kebşe'ye yaklaşırım. İbn-i Eb-i Kebşe'nin sözleri başkalarından alınan sihirli sözlerden başka bir şey değildir." dedi.[527]

Aynı ithamı Firavun da Hz. Musa’ya yapmıştı. Gerçek sihirbazlar ise Hz. Musa’ya iman etmişlerdi.[528] Netice itibariyle müşriklerin tavırları, tarih boyunca aynı olmuştur. Küfrün elebaşları ilâhî davetin etkisini kırmak için hiçbir ahlâkî ilkeye riâyet etmeden her türlü iftiraya başvurmuşlardır.

3.3.6-                                             BEŞER         SÖZÜ OLMAKLA İTHAM ETME

Müşriklerin diğer bir iddiaları ise, Kur’ân-ı Kerim’in bir insan tarafından Hz. Peygambere öğretidiğini söylemeleridir:[529]

“Bu insan sözünden başka bir şey değil. ”[530]

Müşriklerden bazıları da Kur’ân-ı Kerim’in Hıristiyan bir köle tarafından Hz. Peygambere öğretildiğini iddia etmişler:

“Onların, “Muhammed’e bir insan öğretiyor” dediklerini elbette biliyoruz. Kastettikleri kimsenin dili yabancıdır. Kur’ân ise apaçık Arapça'dır. ”[531]

Zikredilen kişinin, Arab olmayan bir köle olduğu rivâyet edilmiştir. Bu rivâyet daha güçlü olmakla beraber, bu kişinin Hz. Peygambere vahiy yazan ve daha sonra mürtet olan biri olduğu da rivâyet edilmiştir.[532]

Ancak Kur’ân-ı Kerim’in belagat, içerik, ahenk ve yaptığı etki bakımından bir beşer sözü olmadığı açıktır.

3.3.7-                                     ŞİİR       OLMAKLA İTHAM ETME

Bilindiği gibi Hz. Peygamberin gönderildiği dönemde şiir ve edebiyat çok yaygındı. Yazılı kültürden yoksun olan Arab cahiliyesi, şiirleriyle meşhurdu. Panayırlarda şiir yarışmaları düzenlenirdi. Birinci olan şiir, altın harflerle yazılıp Kâbe duvarına asılırdı.[533] Muallaka-ı Seb’a bunların en meşhurlarıydı.[534]

Araplar arasında şiir kılıçtan daha etkileyiciydi. Bu bağlamda Kab b. Eşrefin şiirleri sebebiyle öldürüldüğünü hatırlarsak şiirin Araplar arasında ne denli bir etkiye sahip olduğu daha iyi anlaşılacaktır.[535]

Müşrikler, Kur’ân’ın insanlar üzerindeki etkisine binaen onun bir şiir olduğunu söylediler. Ancak Hz. Peygamberin şair olmadığı herkesçe bilindiği gibi Kur’ân-ı Kerim’in terkibi, üslubu ve diğer birçok özelliği de şiirden farklıdır.[536]

“Ona şiir öğretmedik, ona yakışmaz da. Bu, yalnızca bir hatırlatma ve apaçık Kur’ân’dır. ”[537]

Kur’ân-ı Kerim’in şairlerin ve kâhinlerin secisi olmadığını herkes biliyordu.[538] Böyle olması durumunda benzerinin meydana getirilmesi mümkün olabilecekti.

3.3.8-                                                MASAL OLMAKLA İTHAM ETME

Müşrikler, Kur’ân-ı Kerim’i içerdiği güzel ve etkileyici[539] kıssalar sebebiyle “eskilerin masalları” olmakla nitelendirmişlerdir. Ancak bu kıssaların gerçekliği, anlatmadaki hedefleri ve amaçları düşünüldüğünde hikâyeden farklı olduğu gibi[540]masallardan da tamamen farklı olduğu görülür:

“İçlerinden seni dinleyenler vardır. Biz onların kalpleri üzerine, anlamamaları için örtüler, kulaklarına da ağırlık koyduk. Her mucizeyi görseler de ona yine inanmazlar. Seninle tartışmak için sana geldiklerinde, o küfredenler: “ Bu, öncekilerin masallarından başka bir şey değildik derler.”[541]

“Esâtîru'l-Evvelîn” Türklerin masal, Yunanlıların “misus” Frenklerin “mit” dedikleri eski kahramanlık öyküleri, efsaneleri, destanları gibi hurafeler manasında kullanılmıştır. Müşrikler "Esâtîru'l-Evvelîn" demekle Kur’ân’ın vahiy olmadığını, bunun ilham kaynağının eskiden yazılmış birtakım metinler olduğunu

kastediyorlardı.[542]

Bu iddianın benzerini günümüzdeki bazı müsteşrikler de ileri sürerler. Onlara göre Hz. Peygamber bu bilgileri başkasından öğrenmiştir.[543] Richard Bell ve C. C. Torrey gibi bazı müsteşrikler de Hıristiyanlığı ve Yahudiliği Kur’ân’ın kaynağı olarak göstermeye çalışmışlardır.[544]Ancak Hz. Peygamberin hayatının en ince ayrıntısına kadar hem dostları hem de düşmanları tarafından araştırıldığını ve bilindiğini düşünecek olursak, bu iddianın herkesçe bilinmesi gerekirdi. Kaldı ki Kur’ân’ın icaz yönleri düşünüldüğünde böyle bir şeyin mümkün olamayacağı da apaçık ortadadır.

Kur’ân-ı Kerim’e karşı gösterilen bu sapmaların dışında, Kur’ân’a karşı duyarsız olmak,[545] ondan yüz çevirmek,[546] onun duyulmasını engellemek,[547] insanları onun gösterdiği hayat tarzından alıkoymak,[548] Kur’ân’ın ortaya koyduğu hükümleri içtenlikle kabul etmemek[549] birer sapma olarak kabul edilmektedir.

Ne yazık ki müşriklere yöneltilen eleştirilerden bir kısmı günümüz Müslümanları için de söz konusu edilebilir. Müşrikler gibi Kur’ân açıkça inkâr edilmese de yüklenilen anlam ve biçilen rol itibariyle müşriklerin Kur’ân anlayışı ile benzerlik arz eden yorum ve yaklaşımlar görülebilmektedir. Peygamber (sallallâhü aleyhi ve sellem)’in “Ya Rabbi, kavmim, bu Kur’ân'ı terk edilmiş bıraktılar. ”[550] şikâyetinin muhatabının müşriklerle beraber Kur’ân’a muhatap olup da gereğini yerine getirmeyen herkes olduğu kesindir.

3.4-                                                                       MÜŞRİKLERİN PEYGAMBER İNANCI

Peygamberlere iman etmek, daha önce de izah ettiğimiz gibi, İslâm’ın temel inanç esaslarından biridir.[551] Yüce Allah dinini seçilmiş ve korunmuş peygamberler vasıtasıyla insanlara iletir. Peygamberler getirdikleri vahiyle insanların var oluş sebeplerini kendilerine hatırlatan, insanlara dünya ve ahiret saadetinin yolunu gösteren seçkin insanlardır. Bu sebeple peygamberler rahmeti sonsuz olan Allah’ın insanlara bir lütfudur.[552] Yüce Allah bu lütfunu hiçbir milletten esirgememiştir.[553]

Peygamberlik müşriklerin yabancı olduğu bir olay değildi. Her şeyden önce Mekke, Hz. İbrahim’in hatıralarıyla dolu bir yerdi. Araplar Hz. İsmail’in soyundan geldiklerini, dolayısıyla ataları peygamber olan bir millet olmakla övünürlerdi. Bu durumun Mekkelilere ticaret ve güven açısından sağladığı birçok avantaj vardı. Yüce Allah bu nimeti Mekkelilere hatırlatarak gereğini yapmalarını emretmektedir.[554]

Arabistan’ın genelinde bir peygamber beklentisi vardı. Özellikle Yahudiler bu peygamberin kendilerinden çıkacağını ve bununla Araplara karşı üstünlük sağlayacaklarını dile getirirlerdi. Ancak beklenen peygamber geldiğinde ne yazık ki başta Yahudiler olmak üzere peygamberin akrabaları dâhil içinde yaşadığı toplumun geneli kendisine karşı en sert muhalefeti sergilediler. Hz. Peygamberi ve onun mesajını ortadan kaldırmak için her yola başvurdular.

Kur’ân-ı Kerim insanların kahir ekseriyetinin peygamberlere karşı değişik sebeplerle, olumsuz tavırlar sergilediklerini belirtmektedir. Bu anlamda peygamberimizin muhatap olduğu müşriklerin kendisine karşı sergilediği olumsuz tavırları Kur’ân-ı Kerim bağlamında irdelemeye çalışacağız. Şunu da ifade etmek gerekir ki insanlar, söz konusu müşriklerin öncesinde ve sonrasında şaşırtıcı bir şekilde benzerlik arz eden bir tutum içinde olmuşlardır. Yeri geldiğinde bunlara da değineceğiz.

3.4.1-                                                                     PEYGAMBERİ İNKÂR ETMELERİ

Bilmenin ve tanımanın zıddı olan inkâr insanların peygamberlere karşı gösterdiği ilk tepkidir.

“Biz hangi ülkeye bir uyarıcı gönderdiysek mutlaka oranın varlıkla şımarmış kimseleri: "Biz, sizin gönderildiğiniz şeyi inkâr ediyoruz" dediler. ”[555]

İnkârın temel sebebi cehalettir. Ancak Yüce Allah gösterdiği akli ve enfüsi delillerle insanların böyle bir mazereti ileri sürmelerinin kabul edilemez olduğunu belirtmiştir.[556] İnsanlar akıl yetisini kullandığı takdirde peygamberliğin akli olduğunu ve getirdiği ilkelerin de akla en uygun ilkeler olduğunu fark edecektir. Ancak gerçeği görmeye engel olan akli ve ruhi körelme peygamberlik gerçeğini de görmeye engel olmuştur. Zira insan, aklını kullanmayıp işlevsiz hale getirince, diğer duyuların sağlam olması, gerçekleri görme noktasında yetersiz kalmaktadır.[557]

Hz. Peygamber’in içinde bulunduğu toplumun inanç ve tutumlarına bakıldığında akletme yetilerini tamamen yitirdiklerini görüyoruz. Bu sebeple akli mucize olan Kur’ân-ı Kerim’e rağmen, Hz. Peygamber’e inkârla karşılık verdiler. Gerek Kur’ân-ı Kerim’de gerekse Hz. Peygamber’in şahsında peygamberliğinin ispatına ilişkin çok güçlü deliller vardı. Ancak bu deliller, düşünme melekesini kullananlara fayda sağlayabildi:

“İnkâr edenlere gelince, onları uyarsan da, uyarmasan da, onlar için birdir; inanmazlar. Allah, onların kalplerini ve kulaklarını mühürlemiş tir, gözlerine de perde inmiştir. Onlar için büyük bir azâb vardır. ”[558]

Bu akli körelme sebebiyle müşrikler Hz. Peygamber’i inkâr ettiler:

“Söyleneni hiç düşünmediler mi? Yoksa onlara, önceki atalarına gelmemiş bir şey mi geldi? Yoksa peygamberlerini tanıyamadılar da bunun için mi inkâr ediyorlar? ”[559]

Burada Kur’ân-ı Kerim’e ve Hz. Peygamber'e inanmayı gerekli kılan üç nokta üzerinde durulmaktadır:

a)                         Kur’ân, iyi niyetli insanların kabul edebileceği bir makullük taşır; insanların aklına, sağduyusuna, vicdanına hitap eder; dolayısıyla art niyetli ve önyargılı olmayan her normal insan, Kur’ân üzerinde sağlıklı ve yeterli ölçüde düşündüğünde, incelediğinde onun ortaya koyduğu iman esaslarını ve hayat programını rahatlıkla kabul edebilir. Bu sebeple âyette putperestler Kur’ân üzerinde düşünmemekle suçlanmışlardır.

b)                          Kur’ân, insanlığın o güne kadar hiç bilmediği, duymadığı şeyler söylemiyor; aksine o, önceki peygamberlere bildirilen evrensel gerçeklerden söz edip geçmiş peygamberlere dair bilgiler veriyordu;[560] Arabistan’da insanları tevhide davet eden birçok peygamber biliniyordu. İbrahim, İsmail, Hud, Salih ve Şuayb bilinen peygamberlerdendi.[561]

c)                       Hz. Peygamber’in çocukluğu dâhil bütün hayatı herkesin gözü önündeydi. Güvenilirlik başta olmak üzere bütün erdemli özellikleri şahsında toplamış bir insanın Allah’a karşı yalan söylemesi nasıl mümkün olabilir? [562] Dolayısıyla peygamberi inkâr etmelerinin sebebi, getirdiği ilkelerin tutarlı ve inandırıcı olmamasından kaynaklanmadığı gibi Hz. Peygamber’in şahsından da kaynaklanmıyordu. İnkârın temel sebebi cehalet ve insan aklını körelten nefsi istek ve arzulardı.

3.4.2-                                    PEYGAMBERİ YALANLAMALARI

Müşriklerin Hz. Peygamber’e karşı gösterdikleri olumsuz davranışlardan bir diğeri de onu yalanlamalarıdır. Yalanlamak tasdik etmenin zıddıdır. Yalanlamak insanların peygamberlere ve hakka karşı gösterdikleri en yaygın tavırdır. Birçok kavim bu sebeple Allah’ın gazabını hak etmiştir:

“Eğer seni yalanlıyorlarsa, onlardan önce de Nuh, Ad ve Semud kavmi de yalanlamıştı. İbrahim’in kavmi, Lut’un kavmi de. Medyen halkı da. Musa da yalanlanmış tı. Kâfirlere süre tanıdım; sonra da onları yakaladım. Beni inkâr nasılmış ? ”[563]

Yüce Allah önceki kavimlerin de peygamberlerini yalanladıklarını ve bu sebeple kavimlerin helak olduklarını haber vererek Hz. Peygamber’i ve müminleri teselli etmektedir.[564]

3.4.3-                                    PEYGAMBER’İ MECNUN VE DELİ OLMAKLA İTHAM ETMELERİ

Müşriklerin inkâr ve yalanlamayla başlayan peygamber karşıtı tutumları, iftiralarla devam etmiştir. Bu iftiraların başında peygamberi mecnun ve deli olmakla itham etmeleridir:

“Nitekim şöyle demişlerdi: Ey kendisine zikir indirilen, kesinlikle sen delisin! ”[565]

Bu iddia peygamberin davetini etkisiz kılmaya yönelik bir iftiradır. Zira peygamberlerin getirdikleri şeyler müşrik toplumundaki avam tabakasının yabancı olduğu şeylerdi. Dolayısıyla bu iddia halkın peygambere olan teveccühünü engellemek için ortaya atılmıştır.[566] Peygamberin insanlarla olan iletişimini kesmek için müşrikler Hz. Peygamber’in mecnun olduğu propagandasını yaparak insanların onunla görüşmelerini engellemeye çalışıyorlardı. Zira Hz. Peygamber bütün güçlüklere rağmen, özellikle hac mevsiminde, insanlara daveti götürmeye çalışıyordu.[567]

“Yoksa: “Onda bir delilik var” mı diyorlar? Hayır! O, onlara hakkı getirdi. Ama onların çoğu haktan hoşlanmıyorlar. ”[568]

Yüce Allah bu iftiranın hiçbir şekilde gerçekle bağdaşmadığını ve müşrikleri bu iddiaya sevk eden şeyin yalnız haktan hoşlanmamaları olduğunu bildiriyor.

"(Habibim) de ki: 'Ben âncak size bir şeyle öğüt veriyorum. Allah'a halis olarak buradan ikişer, teker teker kalkınız. Ve iyice düşününüz ki, arkadaşınızda divanelik yoktur. O, ancak sizin için bir nezirdir. Sizi önünüzdeki şiddetli azaptan korkutur. "[569]

"Düşünmediler mi ki, sahiplerinde delilik ve cinnet yoktur. O, apaçık bir nezir (korkutucu) den başka bir şey değildir."[570]

Netice itibariyle Hz. Peygamber (sallallâhü aleyhi ve sellem) Mekke'de doğmuştu ve Mekkeliler arasında doğup büyümüştü. Rasûlullah (sallallâhü aleyhi ve sellem) Mekkelilerin çok iyi bildiği ve tanıdığı bir kişi idi. Peygamberliğini ilân etmesinden önce Mekke ahalisi ve diğer Araplar kendisinin akıllı ve zeki bir kişi olduğunu biliyorlardı. Ama ne zaman ki peygamberlik payesine yükseldiğini ve Allah’ın kelâmının kendisine indiğini açıkladı, o zaman Mekkeliler onun bir mecnun ve divane olduğunu iddia etmeye başladı. Demek ki, bu delilik yakıştırması peygamberliğinden önce söylendiği sözler ve yaptığı hareketlerle ilgili değil, peygamberlikten sonraki söz ve davranışlarıyla ilgiliydi. Bu sebeple, burada deniliyor ki, bunlar hiçbir zaman düşünmeye zahmet et­mişler midir? Rasûlullah (sallallâhü aleyhi ve sellem)'in söyledikleri sözler ve yaptığı tebliğlerden hangisi tutarsız ve şuursuzdur. Bunlardan hiçbiri bir deli veya çılgının sözleri olabilir mi? Bu ebedi parçalar, bu hikmet dolu sözler akli dengesi bozuk olan bir kişinin ağzından çıkabilir mi? Rasûlullah (sallallâhü aleyhi ve sellem)’in söyledikleri inkâr edilmez bir gerçektir. Kendisine karşı olanlar yerle göğün kuruluşu, işlemesi, Allah'ın yarattığı mahluklar ile eşya ve kevniyattaki diğer sayısız alâmeti görür ve onları tarafsızca incelerlerse, şirkin reddi, tevhidin ispatı ve Hz. Peygamber’in hak olduğu bilincine ulaşacaklardır.

3.4.4-                                                                     PEYGAMBERİ       SİHİRBAZ OLMAKLA İTHAM ETMELERİ

Müşriklerin diğer bir iftiraları ise Hz. Peygamber’in (hâşâ) sihirbaz olduğu iddiasıdır.

“İşte bunlar hikmetli kitabın âyetleridir. İçlerinden bir adama:-İnsanları uyar, iman edenlere Rab’leri katında yüksek makamlar olduğunu müjdele! diye vahyetmemiz insanların tuhafına mı gitti ki, kafirler:-Bu açıkça bir büyücüdür, dediler. ”[571]

Peygamberleri sihirbaz olmakla itham etmek genel olarak bütün inkârcıların ortak tavrıdır.

“İşte, böyle... Onlardan öncekilere de bir elçi gelmedi ki ona sihirbaz veya mecnun dememiş olsunlar. Bunu birbirlerine mi tavsiye ettiler? Hayır, onlar, taşkın bir toplum idiler. ”[572]

Ancak Kur’ân-ı Kerim özellikle Hz. Musa (aleyhisselâm) ve Hz. Muhammed (sallallâhü aleyhi ve sellem)’a yakıştırılan sihirbazlık ithamını ifade eder:[573]

“Biz, onların seni dinlerken ne maksatla dinlediklerini ve gizli konuşmalarında zalimlerin ”Siz büyülenmiş bir adama uyuyorsunuz. ” dediklerini de çok iyi biliyoruz.”[574]

Müşrikler Hz. Peygamber’in yemekten ve içmekten müstağni olmadığını, onun da kendileri gibi bir insan olduğunu, bu sebeple sözlerinin bu derece etkili olmasının sebebini (hâşâ) Hz. Peygamber’in sihirbaz olmasına bağlıyorlardı. Böylece insanların Peygamber’in davetinden etkilenmelerini engellemeye çalışıyorlardı.[575]

3.4.5-                                                                   PEYGAMBER’        İ KÂHİN OLMAKLA İTHAM ETMELERİ

Müşriklerin Peygamber aleyhindeki diğer bir propagandaları ise Hz. Peygamber’i kâhin olmakla suçlamalarıdır. Kâhinler, ilimden yoksun ve zanna dayalı olarak geçmişten haber verdiğini iddia eden kişilerdir.[576] Bunların özel kıyafetleri ve halkın konuşmalarından farklı bir üslupları vardı. Kendileri müşteri aradıkları gibi bazen müşteriler ayaklarına gelirlerdi. Verdikleri bilgi karşılığında insanlardan ücret alırlardı. Kâhinlere genellikle inançları zayıf olanların gittiklerine inanılırdı.

Müşrikler, Hz. Peygamber(sallallâhü aleyhi ve sellem)’e verilen vahiy ile kâhinlerin verdikleri yalan haberler arasında bir benzerlik kurarak Rasûlullah’a kâhin demeye başladılar. Ancak Rasûlullah ile kâhinler arasında birçok yönden ciddi farklar vardı. Her şeyden önce kâhinler yaptıkları işi belli bir menfaat karşılığında yapıyorlardı. [577] Bu kâhinlerin ahlaka, erdeme, bireysel ve sosyal hayata ilişkin bir söylemleri yoktu. Hz. Peygamber’e kâhin yaftasını Mekke’nin mele takımı (ileri gelenler) atmışlardı. Yüce Allah Hz. Muhammed sallallâhü aleyhi ve sellemin bir kâhin olmadığını ve Kur’ân-ı Kerim’in de kâhin sözü olmadığını bildirerek bunu yalanlamıştır.[578]

"O halde (ey habibim) sen öğüt ve nasihate devam et. Sen Rabbinin nimeti sayesinde ne kâhinsin ne de bir mecnun." [579]

Hz. Peygamber(sallallâhü aleyhi ve sellem) da: “Kâhine ve arraf’a müracaat ederek onların söylediklerini tasdik eden kesinlikle Muhammed’e indirileni inkâr etmiştir.” [580] buyurmuşlardır.

3.4.6-                                                                   PEYGAMBER’ İ ŞAİR OLMAKLA İTHAM ETMELERİ

Müşrikler, Hz. Peygamber’in şair olduğunu iddia edip Kur’ân’ın da şiir olduğunu dile getiriyorlardı:

“Hayır, dediler. Bunlar rüya saçmalıkları. Hayır, onu o uydurmuştur. Hayır, O şairdir! Haydi, önceki peygamberler gibi bize bir mucize getirsin! ”[581]

Yüce Allah müşriklerin bu iddialarının yalan olduğunu belirterek Hz. Muhammed’in şairlikle hiçbir ilgisi olmadığı gibi, kendisine inen vahyin şairlere ilham veren şeytanlarla da bir ilgisi olmadığını belirtmiştir:[582]

“Şeytanların kime indiğini size haber vereyim mi? Onlar, her günahkâr, sahtekârlara inerler. Onlar (şeytanlara) kulak verirler, çoğu zaten yalancıdır. Ve şairler, onlara da azgınlar uyar. Bilmez misin ki onlar her vadide şaşkın şaşkın dolaşırlar Ve yapmadıkları şeyleri söylerler. ”[583]

Bu âyetin tefsirinde Mevdudi, Hz. Muhammed’in şair olmadığını ve kendisine iman edenlerin de şairlere kulak verenlerden birçok yönüyle farkını belirtirken şu değerlendirmeyi yapar:

“Yani, şairlerin peşinden gidenler, Hz. Muhammed(s.a)’in peşinden gidenlerden karakter, davranış ve ahlâk bakımından bütünüyle farklıdırlar. Bunlar arasındaki fark öylesine açıktır ki, biri diğerinden kolaylıkla fark edilir. Bir tarafta ciddi, medenî ve kibar davranışlı, doğru, dindar, muttaki, sorumluluk duygusu sahibi, başkalarının haklarına saygılı, ilişkilerinde adaletli ve haksızlık yapmaktan uzak, iyilik ve ıslah dışında söz sarf etmeyen, sadık ve inançları ve amaçları uğruna tüm enerji ve yeteneklerini kullanan insanlar; karşı tarafta ise, işleri güçleri şehveti tahrik edici aşk ve içki sahneleri tasvir etmek, eğlenmek, alay etmek, gülünçleştirmek ve övmek ya da başkaları aleyhinde kin, nefret ve düşmanlık duyguları uyandırmak, ya da halkı memnun etmek, alkış ve beğenilerini kazanmak için genelevlerdeki fahişelerle, evlerinde oturan iffetli kadınların çekiciliklerini tanımlamak olan insanlar... Şiir toplantılarına katılan ve "ünlü" şairlerin peşinden giden kalabalıkların, hiçbir ahlâkî sınır tanımayan, hayatta hayvanlar gibi şehvet ve tutkularını doyurmaktan başka amaç taşımayan ve hayatta yüce ve soylu idealler nedir bilmeyen kişiler olduğu sonucuna varmaktan insan kendini alamaz. Bu iki insan türü arasındaki açık farkı görmeyen ancak kör birisidir. Görüp bilmediğinden değil, ancak hakka engel olmak amacıyla Hz. Muhammed'in (s.a) ve ashabının şairlerden ve izleyicilerden farkı olmadığını söyler; böylesi yalnızca yalancı değil, aynı zamanda bütün namus ve edep sınırlarını aşan birisidir.”[584]

Dolayısıyla müşriklerin kast ettiği türden bir şiir Hz. Muhammed’e ve ona tabi olanlara yakışmadığı gibi, Yüce Allah da Hz. Peygamber’e şiir öğretmemi ştir.[585]

3.4.7-                                                                    PEYGAMBERİ DERS ALMAKLA İTHAM ETMELERİ

Müşriklerin diğer bir ithamları ise Hz. Peygamber’in bir başkasından ders aldığını iddia etmeleridir:

“İnkâr edenler: “Bu, uydurduğu bir iftiradan başka bir şey değildir. Bu hususta bir topluluk da ona yardım etmiştir. ” dediler de zulüm ve yalanı seçtiler.

“Öncekilerin masalları. Onu birisine yazdırmış, sabah akşam kendisine okunuyor, ” dediler. ”[586]

Müşrikle bu iddiaları ile Hz. Peygamber’in bazen görüştüğü ve Ehl-i Kitap’tan oldukları rivâyet edilen birkaç köleyi kast ediyorlardı.[587] Ancak kastedilen köleler Arapça’yı doğru düzgün bilmeyen acem insanlardı:

“Onların, “Muhammed’e bir insan öğretiyor” dediklerini elbette biliyoruz. Kastettikleri kimsenin dili yabancıdır. Kur’ân ise apaçık Arapça ’dır.”[588]

Ancak bu iddianın her çağda ortaya atılma ihtimali olduğunu dikkate alan İslâm âlimleri, Kur’ân’ın icaz yönlerini ortaya çıkartmaya çalışmışlardır. Bu anlamda Kur’ân-ı Kerim’in dil ve üslup, telif, ihtiva ettiği konular, haber verdiği gaybi bilgiler ve ortaya çıkmış ilmi gerçeklere uygunluk bakımından, insanlar tarafından öğretilemeyeceği ve benzeri bir kitabın meydana getirilemeyeceğini açıkça ortaya koymuşlardır.[589]

3.4.8-                                                                           PEYGAMBERLE ALAY ETMELERİ

Müşriklerin diğer bir olumsuz tavrı ise Hz. Peygamber(sallallâhü aleyhi ve sellem)ile alay etmektir:

“İnkâr edenler seni gördüklerinde, seni yalnızca alay-konusu ediyorlar (ve:) "Sizin ilahlarınızı diline dolayan bu mu?" (derler.) Oysa Rahman (olan Allah)ın sözünü (Kitabını) inkâr edenler kendileridir. ”[590]

Hz. Peygamber’le alay etmenin temel sebebi, vurgulanan tevhid inancıdır. Tevhid inancı ve bu inancın müntesipleri her zaman müşriklerin alay konusu olmuştur. Müşrikler mal, mülk, makam konusunda kendilerini müstağni gördüklerinden, müminleri ve onların inancını alay konusu yaparlar. Yüce Allah bunu kınadığı gibi, müşriklerin karakteristik özelliği olan alaydan, müminlerin de sakınmalarını emretmiştir.[591] Çünkü başkasını alaya almak bir kişilik zaafiyetidir.

Alay etmek, genel olarak bütün peygamberlere karşı müşriklerin sergilediği bir tavırdır. Alaylı tavır, müşriklerin hakka karşı sürdürdüğü psikolojik bir mücadeledir. Bu nedenle peygamberler ve onlara tabi olan müminlerle, hangi yönüyle olursa olsun yapılan alay, birçok kavmin helakına sebep olmuştur:

“Zaten, senden önceki Resullerle de alay edilmişti de alay ettikleri şey, onlardan alay edenleri çepeçevre kuşatmıştı” [592]

3.4.9-                                                                          PEYGAMBERİN  İNSAN OLMASINI YADIRGAMA

Müşriklerin diğer bir tutumu ise Hz. Peygamber’in insan olmasını yadırgamalarıdır. Onlar kendileri gibi yiyen, içen, çarşılarda dolaşan, evlenen, çocuk sahibi olan bir insanın peygamber olmasını tuhaf karşılamışlardır:

“Dediler ki: "Bu elçiye ne oluyor ki, yemek yemekte ve pazarlarda dolaşmaktadır? Ona, kendisiyle birlikte uyarıcı olacak bir melek indirilmesi gerekmez miydi? ”[593]

İnkarcılar her zaman peygamberlerin insan olmasına itiraz etmişlerdir:

“Kendilerine hidâyet geldiği zaman, insanları inanmaktan alıkoyan şey, onların: "Allah, elçi olarak bir beşeri mi gönderdi?" demelerinden başkası değildir. De ki: "Eğer yeryüzünde (insan değil de) tatmin bulmuş yürüyen melekler olsaydı, biz de onlara gökten elçi olarak elbette melek gönderirdik. "[594]

Müşriklerin bu itirazda bulunmalarının temel sebebi, peygamberlerin davetini, kendileri açısından bir tehdit olarak görmeleridir. Zira bir insanın tebliğ ettiği ve yaşadığı din, herkesçe yaşanabilir bir dindir. Yaşanabilir bir din, mevcut yaşam tarzına ve kurulu sisteme bir alternatif olarak, mazlumların ve mustazafların umudu olmuştur. Dolayısıyla peygamberin bir melek olması, dinin hayattan kopması için yeterli bir sebep teşkil edecekti. Çünkü bir meleğin insanlar için model olması düşünülemez. Oysa Hz. Peygamber, Allah tarafından bir örneklik olarak gönderilmiştir.[595] Hz. Peygamber, örnek olması sebebiyle dini mükellefiyetler açısından müminlerden farksızdır.[596]

3.4.10-                                                                     PEYGAMBERİ     SÜRGÜNE ZORLAMAK

Müşriklerin peygamberlere karşı takındıkları diğer bir tavır ise, onları yurtlarından çıkartmaktır. Peygamberleri sürgün etmek de, tarih boyunca inkârcıların ortak uygulaması olmuştur:

“Kâfir olanlar peygamberlerine dediler ki: "Elbette sizi ya yurdumuzdan çıkaracağız, ya da mutlaka dinimize döneceksiniz!" Rableri de onlara: "Zalimleri mutlaka helâk edeceğiz!" diye vahyetti. ”[597]

Allah’ın izni olmadan peygamberlerin kendi yurtlarını terk etme yetkileri yoktur. Yüce Allah, Hz. Yunus(aleyhisselâm)’ın kahırla kendi kavmini terk ettiğini, bu sebeple sıkıntıya uğradığını ve “Senden başka ilah yoktur, sen yücesin, gerçekten ben zulmedenlerden oldum'[598] şeklinde dua ettiğini bildirmektedir:

“Şimdi sen, Rabbinin hükmüne sabret ve balık sahibi (Yunus) gibi olma; hani o, içi kahır dolu olarak (Rabbine) çağrıda bulunmuştu. Eğer Rabbinden bir nimet ona ulaşmasaydı, mutlaka yerilmiş ve çıplak bir durumda (karaya) atılmış olacaktı. Fakat Rabbi onu seçti ve onu salih olanlardan kıldı. ”[599]

Müslümanların geneli Medine’ye hicret etmelerine rağmen, Hz. Peygamber(sallallâhü aleyhi ve sellem) Yüce Allah’ın iznini beklediğini Hz. Ebubekir’e söylemiş ve kendisine izin verildikten sonra hicret etmiştir.[600]Hz. Peygamber(sallallâhü aleyhi ve sellem)’ın her peygamber gibi yurdundan çıkarılacağını, Varaka bin Nevfel daha risaletin ilk günlerinde kendisine söylemiştir.[601] Nitekim Hz. Peygamber’in davetini etkisiz hale getirmek için toplanan müşrikler, sürgünü de Peygamber’e ve davetine karşı bir seçenek olarak ortaya atmışlardır:

“Hani o inkâr edenler, seni tutuklamak ya da öldürmek veya sürgün etmek amacıyla, tuzak kuruyorlardı. Onlar bu tuzağı tasarlıyorlarken, Allah da bir düzen (bir karşılık) kuruyordu. Allah, düzen kurucuların (tuzaklarına karşılık verenlerin) hayırlısıdır. ” [602]

“Yeminlerini bozan, peygamberi sürgüne göndermeye azmeden ve savaşa evvela kendileri başlayan bir toplumla savaşmanız gerekmez mi? Onlardan korkar mısınız? Eğer mümin iseniz kendisinden korkulmaya Allah daha layıktır.”[603]

Hz. Lût’un ve Hz. Şuayb’ın kavimleri de aynı şekilde kendilerini sürgünle tehdit etmişlerdir:

Kavminin cevabı: Onları (Lût'u ve taraftarlarını) memleketinizden çıkarın; çünkü onlar fazla temizlenen insanlarmış! Demelerinden başka bir şey olmadı. ”[604]

“Kavminden ileri gelen kibirliler dediler ki: "Ey Şuayb! Seni ve seninle beraber inananları memleketimizden kesinlikle çıkaracağız veya dinimize döneceksiniz" (Şuayb): İstemesek de mi? dedi. ”[605]

Müşriklerin peygamberleri ve müminleri sürgüne zorlamalarının temel sebebi, tevhid inancını kendi otoritelerine bir tehdit olarak görmeleridir:

“Eğer Allah'ın, insanların kimini kimiyle defetmesi (yenilgiye uğratması) olmasaydı, manastırlar, kiliseler, havralar ve içinde Allah 'ın isminin çokça anıldığı mescidler, muhakkak yıkılır giderdi. Allah kendi (dini)ne yardım edenlere kesin olarak yardım eder. Şüphesiz Allah, güçlü olandır, aziz olandır. ”[606]

3.4.11-                                                                     PEYGAMBERİ     ÖLDÜRMEYE ÇALIŞMAK

Yüce Allah, insanlara olan merhametinden dolayı sayıları binleri aşan peygamberler göndermiştir. Ne yazık ki peygamberlerin birçoğu, onlara iman etmeyenler tarafından acımasız bir şekilde öldürülmüşlerdir. Günümüzde ise bu durum peygamberlerin varisleri konumundaki âlimler için geçerlidir. Bu anlamda Mekke müşrikleri de defalarca Hz. Peygamber’i öldürmeye çalışmışlardır:

“Hani o inkâr edenler, seni tutuklamak ya da öldürmek veya sürgün etmek amacıyla, tuzak kuruyorlardı. Onlar bu tuzağı tasarlıyorlarken, Allah da bir düzen (bir karşılık) kuruyordu. Allah, düzen kurucuların (tuzaklarına karşılık verenlerin) hayırlısıdır. ”[607]

Hz. Peygamber’e yönelik en meşhur suikast girişimi hicret ettiği gecede olmuştur. Bunu başaramayan müşrikler Hz. Peygamber’in başına ödül koymak süratiyile onu öldürmeye çalışmışlar.[608] Ancak her defasında Yüce Allah, müşriklerin planlarını boşa çıkartmıştır. Yine de birçok peygamber ve onlara iman eden müminler acımasız bir şekilde şehit edilmişlerdir.[609]

3.4.12-                                                                    DAVASINDAN      VAZGEÇİRMEYE ÇALIŞMAK

Müşriklerin yürüttükleri yöntemlerden bir tanesi de, Hz. Peygamber’i davasından vazgeçirmeye çalışmalarıdır. Bunun için müşrikler Hz. Peygamber’e değişik öneriler de sundular.

Ancak peygamberlerin kendilerine gelen vahyi, ne pahasına olursa olsun tebliğ etmeleri gerekir:

“Ey Peygamber! Rabbinden sana indirileni tebliğ et, eğer bunu yapmazsan, peygamberlik görevini yapmamış olursun. Allah seni insanlardan korur. Allah, kâfir topluma yol göstermez. ”[610]

Müşrikler, Hz. Peygamber’in davetinin yayılmasına engel olamayınca, onunla diyalog kurarak, putperestliğin meşru görülmesi karşılığında, kendisine mal, makam, kadın gibi teklifler sundular. Ancak Hz. Peygamber: “Ne isterseniz yapın, zira bu iş benim halledebileceğim bir şey değildir.”[611] şeklinde cevap vererek, müşriklerin bu konudaki beklentilerini boşa çıkarmıştır.

3.4.13-                                                                     PEYGAMBERİ TAVİZ VERMEYE ZORLAMAK

Hz. Peygamber’in daveti karşısında çaresiz kalan müşrikler, karşılıklı taviz vermek için önerilerde bulundular:

“Onlar, senin kendilerine yaranmanı (uzlaşmanı) arzu ettiler; o zaman onlar da sana yaranıp-uzlaşacaklardı. ”[612]

Müşriklerin Hz. Peygamberin davetine karşı bu derece direnmelerinin sebebi dinlerine olan samimi bağlılıklarından ziyade, putperestliğin kendilerine sağladığı dünyevi menfaatlere dayanıyordu. Bu konuda bazı Müslümanların da kaygılandığı bilinmektedir. Müşrikler, itibarı kaybolan putların Hz. Peygamber tarafından tanınmasını veya putlara saygı noktasında tolerans tanınması karşılığında geçici dönemlerle sınırlı da olsa İslâmiyet’e girmeyi kabul ediyorlardı.[613] Ancak Yüce Allah, hakkın herhangi bir şekilde müşriklerin arzuları doğrultusunda değiştirilmesinin mümkün olamayacağını bildirmiştir:

“Onlara âyetlerimiz açık açık okunduğu zaman (öldükten sonra) bize kavuşmayı beklemeyenler: Ya bundan başka bir Kur’ân getir veya bunu değiştir! dediler. De ki: Onu kendiliğimden değiştirmem benim için olacak şey değildir. Ben,

bana vahyolunandan başkasına uymam. Çünkü Rabbime isyan edersem elbette büyük günün azabından korkarım. ”[614]

3.5-                                                                        MÜŞRİKLERİN AHİRET İNANCI

İslâmiyet’in geldiği dönemde Araplar arasında herhangi bir konuda ittifak olmadığı gibi, inanç konusunda da bir birlik yoktu. Daha önce izah ettiğimiz gibi her bir kabile kendi putuna tapardı. Aynı şekilde ahiret inancı konusunda da Araplar ortak bir inanca sahip değillerdi. Ahiret inancı konusunda müşriklerin üç farklı eğilime sahip olduğunu söylemek mümkündür.

Arapların bir kısmı Yüce Allah’a inanmadıkları gibi ahiret gününe de inanmıyorlardı:

“Dediler ki: ‘Ne varsa dünya hayatımızdır, başka bir şey yoktur. Ölürüz, yaşarız. Bizi zamandan başkası helâk etmiyor. ’ Fakat onların bu hususta hiçbir bilgileri yoktur. Onlar sadece zannediyorlar. ”[615]

Günümüzün materyalistleri ile benzerlik arz eden bu kişiler, İslâm tarihinde “dehriyye” olarak bilinir.[616]Bunlara göre dünyada olan her şey tabiattaki döngünün doğal bir sonucudur. Dolayısıyla herhangi bir failin müdahalesi söz konusu değildir.[617]Âyetin işaret ettiği kesim, aynı zamanda ölüm meleğine ve ruhların Allah’ın izni ile alındığına da inanmıyorlardı. Ölüme sebep olan şeyin sadece gece ve gündüz şeklinde cereyan eden zamanın akışı olduğu inancına sahiptiler. Bu döngü içinde insanlardan bir kısmının ölüp, bir kısmının ise yaşama devam ettiğini iddia ederlerdi.[618]

Müşriklerden diğer bir grup ise, Yüce Allah’a inanmakla beraber ahirete inanmıyorlardı:

“İnkâr edenler dediler ki: Biz de babalarımız da toprak olduktan sonra mı, biz mi (diriltilip) çıkarılacağız? Bu tehdid, bize de; önceden atalarımıza da yapıldı. Bu, öncekilerin masallarından başka bir şey değildir. "[619]

Ahiretin olmadığına dair müşriklerin Allah adına yemin etmeleri, inançlarının ne kadar yüzeysel olduğunu ve hayatta bir işlevinin olmadığını göstermektedir:

“(Onlar), yeminlerinin bütün şiddetiyle: ‘Allah ölen kimseyi diriltmez!’ diye Allah'a yemin ettiler. Hayır diriltecektir, bu, O'nun gerçek olarak verdiği sözdür. Ama insanların çoğu bilmezler. ”[620]

Günümüzün seküler anlayışına benzeyen bu anlayış, dinin terbiye edici boyutunu tamamen ortadan kaldıran, insanı nefsi tutkuların esiri haline getiren hazcı bir anlayıştır.[621]Nitekim ahiret inancına sahip olmayan müşriklerin, Allah’a olan inançları kendilerini hiçbir ahlâkî erdeme yöneltmemi ştir. Dolayısıyla Allah inancı ancak ahiret inancıyla beraber kişiye fayda sağlar.

Müşriklerin diğer bir kısmı Allah’a inandığı halde ahirete ilişkin inançları belirsizdr. Ancak Arapların bir kısmı, ölen kişilerin mezarı başına bir deve bağlayıp deve ölünceye kadar o şekilde aç ve susuz bırakırlardı. Ölünün bu deveye binerek mahşere gideceğine inanırlardı.[622]

Sonuç olarak; Kur’ân-ı Kerim’e baktığımız zaman, Allah müşriklerin ahiret inancına ilişkin, olumlu herhangi bir ifade kullanmamıştır. Tam aksine onların içinde bulundukları inanç ve bu inancın bireysel ve toplumsal hayatlarına yansımaları, müşriklerin ahirete inanmadıklarının açık bir göstergesi olarak ifade edilir:

“Dediler ki: Biz kemikler haline geldikten, ufalanıp toprak olduktan sonra mı sahiden biz mi yeni bir yaratılışla diriltileceğiz? De ki: İster taş olun, ister demir, İster gönlünüzde büyüyen, (aklınıza tuhaf gelen) herhangi bir yaratık, (ne olursanız olun, Allah sizi mutlaka diriltecektir). Bizi kim tekrar (hayata) döndürebilir? Diyecekler. Sizi ilk defa yaratan (döndürür) de. Sana alaylı alaylı başlarını sallayacaklar ve: ‘Ne zaman o?’ diyecekler. ‘Pekyakın olabilir’ de. ”[623]

Ahirette iman etmeden yapılan iyiliklerin de kişiye hiç bir faydası yoktur:

“Ayetlerimizi ve ahirete kavuşmayı yalanlayanlar, onların amelleri boşa çıkmıştır. Onlar yaptıklarından başkasıyla mı cezalandırılacaklardı? ”[624]

Amellerin “salih amel” niteliği kazanıp Allah katında bir değer ifade edebilmesi için, sahih bir iman şarttır. Ahrete iman bütün peygamberlerin önemle vurguladığı temel inanç esaslarından biridir.

SONUÇ

Sapma hidayetin karşıtıdır. Sapma için kullanılan dalalet sözcüğü lügatte “doğru yoldan sapma” ifade edilir. Dalalet, vahiyden habersiz olmak, bilmemek, şaşmak, kaybolmak, boşa gitmek, inkâr etmek gibi ifadeler için kullanılır. İnsanlar arasında sapma kelimesi kullanıldığında genelde olarak “doğru yoldan yanlış bir yola sapma” kastedilir.

İnsanların sapmasına sebep olan pek çok iç ve dış etken olabilir. Ancak vahiyin yol göstericiliğinden mahrum olmak ve aklını kullanmamak insanların sapmasına sebep olan temel faktörlerdir.

Konu edindiğimiz inanç sapmaları mahiyet itibariyle, toplumların içinde bulundukları psikolojik, ekonomik, sosyal ve siyasi şartlara bağlı olarak şekillenir.

Bu anlamda Yahudiler özgür kaldıkları dönemlerde, esaret ve kölelik dönemlerinde şekillenen karakterlerinin etkisiyle, yeryüzünde ifsat edici bir rol oynamışlar ve bütün inanç değerlerine karşı lakayt bir tavır takınmışlardır. Yahudiler genel olarak dini değerleri dünyaya tercih etmemişler ve haktan yana olmamışlardır.

Yahudiler Allah’ın belirttiği temel inanç esaslarını kabul etmekle beraber onlara karşı duyarsız ve samimiyetsiz olmuşlardır. Kur’ an-ı Kerim’de ifade edilen Yahudi üslubu bunun en açık kanıtıdır. Örneğin Allah için “Allah, rabbimiz” gibi ifadeler yerine “Musa’nın rabbi, sen ve rabbin” gibi ifadeler kullanılması, aynı şekilde Allah'ın resulü olan Hz. Musa içinde öteleyici ifadelerin kullanılması onların duyarsızlıklarının ve samimiyetsizliklerinin bir göstergesidir.

Bu duyarsız tavır sebebiyle Yahudiler Allah'a karşı pek çok yakışıksız ithamlarda bulunmuşlardır. Yüce Allah'a şirk koşmakla beraber O’na fakirlik, cimrilik, yorgunluk, unutkanlık gibi sıfatlar atfetmişleridir.

Yahudiler Yüce Allah'ın gönderdiği peygamberlerden kimilerini inkâr etmişler kimilerini de acımasızca öldürmüşleridir. İnandıkları peygamberlere karşıda isyankâr bir tutum sergilemişlerdir.

Yahudileri meleklere inanmakla beraber Cebrail (a.s)’a karşı uydurma haberler sebebiyle kin ve nefret duymaktadırlar.

Ahirete ilişkin inançları net olmayan Yahudilerin dünyayı önceledikleri tutum ve davranışlarından açıkça anlaşılmaktadır.

Hıristiyanların durumu Yahudilerinkinden farklı olmamıştır. Hıristiyan din adamları, dini bir sömürü aracı olarak kullanmışlar. İnsanların beğenisini kazanmak ve insanlar üzerinde etkinliklerini artırmak için dinde her türlü tasarrufta bulunmuşlardır.

Hıristiyanların sapmalarının en açık ve izah edilemez olanını “teslis” doktrini teşkil etmektedir. Bu çerçevede Allah'ı bir insan seviyesine indirgemektirler. Kimi Peygamberleri ise, hayranlık uyandıran durumlarını sebebiyle ilahi edinmelerine ve Allah'ın oğlu olarak telakki etmişler. Bu aşırı yüceltmeci inancın dışında Hıristiyanlar başta Hz. Muhammed (sallallâhü aleyhi ve sellem) olmak üzere birçok peygamberi de inkâr etmişler asgari düzeyde bile onlara saygı duymamışlar.

Hıristiyanlar sahip oldukları kutsal kitabı da hem metin olarak hem de anlam olarak tahrif etmişler ve gönderilen son kitap Kur'an-ı Kerim’i de inkâr etmişlerdir. Vahyi getiren Cebrail(aleyhisselâm)’ı da teslisin bir unsuru olarak telaki etmişler.

Hıristiyanlar ahirete inanmakla beraber cennete sadece Hıristiyan olanların girebileceğini iddia ederek, doğan herkesi günahla dünyaya geldiğini ve affedilmeleri de kilisenin yetkisinde olduğunu bir inanç olarak insanlara dayatmışlar.

Arab müşrikleri ise Hz. İbrahim’in hatıralarıyla dolu bir coğrafyada yaşamalarına rağmen, tevhidin bir şiarı olarak inşa edilmiş olan Kabe’yi putlarla doldurmuşlardı. İçinde bulundukları şirk sebebiyle her türlü ahlaki meziyetlerini kaybetmişlerdi.

Nitekim Kur’ân-ı Kerim’in indiği M.VI. Yüzyılda Arabistan’da, Ehli Kitap ve putperestler olmak üzere etkin olan iki kesim vardı. Bunlar Hz. Peygamber’in tebliğ ettiği temel inanç esaslarının büyük bir kısmından haberdar insanlardı. Ancak bu kesimlerin inanç dünyasında kazandıkları anlam sebebiyle, var olan bu inançların İslâm’ın belirlediği inançlar arasında isim benzerliğinden öte ortak bir noktaları kalmamıştı.

Kur’ân-ı Kerim içerdiği kıssalar ile toplumların hak dinde gösterdikleri sapmaları bize aktarmıştır. Yaptığımız bu çalışmada da görüldüğü gibi gerek Ehli Kitap olsun gerekse putperestler olsun, sahip oldukları bir takım inançlar esas itibarıyla ilâhî dinde menşei olan inançlardır. Ancak yanlış telakkiler sebebiyle bu inançlar sapma olarak kabul edilir.

Bu sapmaya rağmen örneğin gayba ilişkin bir konu olan meleklerin varlığına inanmak, ilâhî dinin bir esası olmakla beraber, bu inancın müşriklerde de olduğunu gördük. Ancak müşriklerin melek telakkileri ile İslâm’ın melek inancı bir birinden tamamen farklıdır. Bu durum Ehli Kitabın ve putperestlerin, Allah, ahiret, peygamber ve kitap konusundaki diğer inançları için de geçerlidir.

Kur’ân-ı Kerim bireyin ve toplumun inanması gereken temel konuları belirtmekten ziyade bunlara nasıl inanması gerektiği üzeride durur. Bunun temel sebebi bu konuların bir şekilde insanların inanç dünyalarında zaten var olmasıdır. Bu bağlamda Kur’ân-ı Kerim’in Allah’ın varlığını ispatlamaktan ziyade rububiyyetinin ve ulûhiyetinin ortaksız olduğu üzerinde ısrarla durur

Hz. Peygamber, hak yola gelmeleri için hem Ehli Kitaba karşı hem de putperestlere karşı büyük bir çaba harcamıştır. Peygamber (sallallâhü aleyhi ve sellem)’in azimli çabaları sonucu insanların büyük bir kısmı şirk içeren inançlarını terk edip tevhid dinine girdiler. Ancak buna rağmen bu sapmaların Kur’ân-ı Kerim’de geniş bir şekilde yar almış olması ve Hz. Peygamber’in bu konu üzerinde hassasiyetle durması konunun önemini açıkça ortaya koymaktadır.

Sonuç olarak; Yahudiler, Hıristiyanlar ve Arab müşrikleri Allah, melek, ahiret, peygamber gibi ilâhî dinlerde yer alan birçok inançlara sahip olmalarına rağmen bu inançlara ilişkin yanlış telakileri sebebiyle inançları Allah katında bir değer ifade etmemiştir. Dolayısıyla inanması gereken konuların ilâhî vahye dayanmaları gerektiği gibi bu konulara inanma biçimi de vahye dayanması gerekir. Vahiyle belirlenmiş dini ilkelerin, kültürün etkisiyle farklı bir mahiyet kazanmaları dini sapmaların en büyük sebebidir.


Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.

Benzer Yazılar

Yorumlar