İNCİL HAKKINDA
Abdülkerim El-Cîlî kaddesellâhü sırrahu’l âli “İnsân-ı
Kâmil” isimli eserinde buyurdu ki:
Cenâb-ı
Hakk, İncil'i Hz. İsâ'ya Süryânî lügatiyle inzal etti ve İncil, onyedi lİsân
üzerine okundu. Kur'an'ın evveli "Bismillâhirrahmanirrahîm" olduğu gibi, İncil'in evveli de "Bi-ismi'l-Eb ve'l-üm
ve'l-ibn"dir.
Hz.
İsâ'nın kavmi, bu besmeleyi zâhirine atf ederek, 'baba, ana, oğul’
denilen "Rûhu'l-kuds, Meryem ve İsâ"dan ibarettir zannettiler. Onun
için "Allah, için üçüncüsüdür"
dediler.
Bilmediler ki, "Eb" ile murâd ismullâh; "Üm"
ile murâd "mâhiyet-i hakâik" ta'bîr olunan künh-i zât "İbn"
ile murâd kitab, yâ'nî vücûd-l mutlaktır.
Çünkü
Vücûd-ı mutlak, künh-i zâtın fer'i ve neticesi olduğundan "ibn"
demektir. Kur'an'da وعنده ام الكتاب
(Ra'd 39) denilmesi, bu zikrettiğimize İşârettir. Bunun tafsili mahallinde
geçmiş idi. Hz. İsâ'nın cevâb olarak Cenâb-ı Hakk'a, "Ya rabbi, ben kavmime senin
tebliğ hakkında emrin ne ise onu söyledim"
dediği buna İşârettir. Hz. İsâ’nın tebliğ ettiği ان اعبدو الله ربي و ربكم
(Maide 117) âyetidir. "Ya rabbi ben onlara benim ve sizin rabbiniz olan Allah'a
İbâdet edin dedim." Hz.
İsâ'nın bu sûretle cevâbından besmelenin zâhiri üzerine hami olunmayıp, belki o
besmelenin ma'nâsını beyân ve İzâhta kavl-i mezkûrU ziyâde etmesinden kavminin
tevehhumünü nefyettiği ma'lûm olur. Kavminin tevehhüm ettiği, şimdi söylediğim
vechile besmelenin zâhirine atf ile İbn. Um, rûhu'l-kuds'dan İbâret olduğuna
zâhib olmalarıdır. Hz. İsâ’nın bu beyân ve izâhtaki ziyâdesi İnd-i İlâhîde
kendinin berâetini hâs'ıl etmiştir. Çünkü İsâ kavmine hakîkâtı beyân ve İzâh
etti. Fakat kavmi, İsâ'nın izâhı üzerinde tevakkuf etmeyerek, Allah'ın
kelâmından kendi anladıkları ne ise, ona zâhib oldular.
Şu
halde Hz. İsâ'nın makâm-ı cevapta "Ya rabbi! ben onlara senin emrini teblîğ ettim"
demesi, kavmi için beyân-ı özürden İbâret olmuş olur. Yâ'nî Hz. İsâ,
"Evvelâ besmele-i mezkûreden İbâret olan İncil ile beni kavmime gönderen
sensin. Ve ben onlara senin emrini teblîğ edince, senin kelâmından zâhir olan
ne ise, ona zâhib oldular. Bunların bu zehâbları kendilerinde hâsıl olan ilmin
neticesidir. Onları levm ve ta'yîb eyleme, ya rabbi!" tarzında beyân-ı
ma'zeret etmiştir. Bu izâha göre onların şirkleri, ayn-ı tevhidden İbâret olmuş
olur. Çünkü İsâ’nın kavmi, nefislerinde vuku' bulan ihbâr-ı İlâhî ile
kendilerinde hâsıl olan ilmin îcâbı ne ise, onu işlediler. Binâenaleyh ictihâd
edip de, içtihadında hata eden müctehid gibidirler. Ictihâdında hata eden
müctehid İçin, yine ictihâd ecri vardır.
Hz.
İsâ'ya Cenâb-ı Hakk أَأَنتَ قُلتَ لِلنَّاسِ اتَّخِذُونِي
وَأُمِّيَ إِلَـهَيْنِ مِن دُونِ اللّهِ
(Maide 116) yâ'nî, "Sen Allalı'ı bırakın da, beni ve validemi İlâh olarak
ittihâz edin diye nâs'a söyledin mi?" diye, suâl -i İlâhî vııkû' bulunca,
Hz. İsâ bâİâdaki ma'zereti der-meyân etti. Bunun içindir ki,اعبدو
الله ربى و ربكم
cevâbını verdikten sonra وان تغر لهم فانك انت العزيزالحكم
kelâmını da ilave etti. "Ya rabbi onları mağfiret edersen, muvafıktır. Çünkü sen
aziz ve hakimsin" demektir. Böyle demeyip de,
"Onlara azâb edersen, sen şedîdü'l- İkâbsın" demedi. Yâlnız buna
benzeyen diğer bir şey söylemedi. Belki mağfireti zikretti ve mağfireti
zikretmekle Hakk'tan onlara mağfiret taleb etmiş oldu. Bundan anlaşılır ki, Hz.
İsâ kavminin hak'tan dışarıya çıkmadığına hükmetti. Çünkü enbiyâdan hiç birisi,
müstehak-ı ukubet olan bir kimse İçin mağfiret talebini Hakk'tan istememiştir.
Hz. İbrahim hakkında وما كان استففار ابراهيم لابيه الا عن موعدة وعدها ايا، فلما تبين له اند عدو لله تبرأ منه
(Tevbe 114)
âyeti bu bâbta delil-i kat'idir. Ma'nâsı: İbrahim'in babası hakkındaki
İstiğfarı, mukaddemen babasına karşı sebk etmiş olan bir va'dinin neticesi idi.
Babasının aduvullâh olduğu kendisi İçin tebeyyün edince, babasından teberri
etti." demektir. Enbiyânın kâffesi
bdyledir. Müstehâk-ı ukûbet olan kimse İçin mağfiret taleb etmemişlerdir.
Binâenaleyh
Hz. İsâ'nın kavmine mağfiret taleb etmesi, onların bu mağfirete İstihkâkını
bildiği içindir. Çünkü, kavmi hakîkât-ı emrde bâtıl üzerine olsalar da, kendi
nefislerinde hâsıl olan ittilâa göre hak üzerinedirler. Binâenaleyh hakîkât-ı
emirlerinin icâbı vechile bâtıl üzerinde oldukları için, ukubete giriftâr
olsalar da, kendilerine mahsûs İ'tikâdda hak üzerine oldukları İçin, nihâyet-i
emirleri İ'tikâdları vechile zuhûr eder. Onun İçin Hz. İsâ ifadeyi gâyet güzel
yaparak ان تعذبهم فانهم عبادك
(Maide 117) dedi. "Ya rabbi onlara azâb edersen onlar senin kullarındır." Yâ'nî sana İbâdet ediyorlardı ve
sana karşı inatları yoktu ve mevlâsı olmayan kafirler gibi, mevlâsı
olmayanlardan değillerdi. Çünkü hakikâtte onlar, haklidir. Zîrâ Hakk, İsâ'nın,
validesinin, Rûhu'1-kuds'un hakikâtidir; belki Hakk, her şeyin hakikâtidir.
İşte Hz. İsâ'nın ان تعذبهم فانهم عبادك dediğinin manâsı budur.
Hz.
İsâ kavminin İbâdullâhtan olduğuna şelıâdet etti. Bu
şelıâdet de bir şehâdet-i kâfiyedir. Yine bunun içindir ki, Cenâb-ı Hakk sebk
eden âyetlerin alt tarafında هَذَا يَوْمُ يَنفَعُ الصَّادِقِينَ
صِدْقُهُمْ (Maide 119) buyurdu. Yâ'nî "Kıyâmet gününde sâdık
olanların sıdkı, rablerinin indinde kendilerine menfaat-bahş olur. Kıyâmet günü
böyle bir gündür" demektir. Bu âyet, Hz. İsâ'nın
taleb ettigi şeyi, Cenâb-ı Hakk'ın İncâz ettiğine İşârettir. Bundan anlaşılıyor
ki, Hz. İsâ "Kavmim hakikât-ı emre nisbetle muhalefette iseler de, benim
kelâmımı te'vîl husûsunda kendilerine zâhir olan şeyde ve bu itibâr ile
nefislerinde sâdık oldukları İçin bu Sıdkları Allah'ın indinde kendilerine
mûcib-i menfaat olur" demek istiyor. Şu kadar var ki, bu
sûretle menfaata nâil olmaİarı, rablerinin indindedir, başkasının indinde
degildir. Çünkü biz, zâhir hâle ve hakîkât-ı emre nazaran onların dalâlette
olduğuna hükm ederiz. Bunun İçin "azâba giriftardırlar" deriz.
Hülâsa,
kavm-i İsâ'nın kendi nefislerindeki İ'tikâdlarının hakîkâti, netice i'tibâriyle
Allah ile berâber bir nev'i hak üzerine olduğu İçin, onların bu i'tikâddaki
sadakatleri İnd-i İlâhîde kendilerine menfaati mûcib olarak, hükümlerinin
neticesi rahmet-i ilâhiyyeye müncer olmuştur.
Netice:
Cenâb-ı Hakk, onlara nefislerinde İsâ hakkındaki İ'tikâdları vechile tecelli
etmiş ve İ'tikâdları bu sûretle zâhir olmuş olduğundan, bu nokta-i nazardan
Hakk üzerine oldukları anlaşılmıştır.
Hülâsa:
Hakk, onlara İ'tikâdları vechile tecelli etmiştir. Çünkü, Cenâb-ı Hakk
abdinin kendine zannı ne vechile ise, ona göredir. Izahât-ı mezkûre
neticesinden şu anlaşılır ki, İncil esmâ-i zâtın tecelliyâtmdan ibârettir.
Yâ'nî, zâtın esmâdaki tecellîsi demektir. Binâenaleyh İsâ da Meryem de
Rûhu'1-kuds de, Cenâb-ı Hakk'm kavm-i İsâ'ya vâhidiyetle tecellîsi,
tecellîyât-î mezkûredendir. Yâ'nî esmâ-i zât tecelhyâtındandır. Kavm-i İsâ,
Hakk'ı bu mezâhirden her mazharda gördüler. İşte bu tecellî i'tibâriyle, kavm-i
İsâ zehâblarında hakli olsalar da, hataya ve dalâlete de düşmüşlerdir. Hataları
şundan dolayıdır ki, Hakk'ın İsâ, Meryem ve Rûhu'1-kuds'de inhisârına zâhib
oldular.
Dalâletleri
şundan dolayıdır ki, İzâh edilen vâhidiyette tecessüm-i mutlak'a ve teşbîh-i
mukayyed'e kâil oldular. Halbuki vâhidiyette bu nev'i takyîd câiz değildir.
İşte hata ve dalâletlerinin menşei budur. Bunu anla!
İncil'de
en esaslı zikrolunan düstûr-i İlâhî, nâmûs-i lahutiyyenin vücûd-ı nâsûtte
kıyâmı düstûrüdür. Bu da, Hakk'm halkta zuhûrunun muktezâsından başka bir şey
değildir. Fakat Nâsâra, bu mes'elede tecsîme ve ulûhiyetin hasrına zâhib
oldukları İçin, İncil'de bulunan düstûr-i mezkûre muhalefet etmişlerdir.
Hakikâtte İncil ahkâmıyla hareket eden "Muhammedîyyûn"dur.
Çünkü İncil, bütün kemâliyle hülasa olarak Kur'an âyetlerinden bir âyette
münderictir. o âyet de ونفخت فيه من روحي
âyetidir. "Adem'e rûhumdan nefhettim" demektir. Allah'ın rûhu ise,
Allah'tan başka bir şey değildir., Cenâb-ı Hakk, bu âyetle Adem'de zuhûrunu
ihbâr etmiştir. Bu İhbârını سنريهم آياتنا في الآناق وفي انفسهم حتي يتبين لهم انه الحق
âyetiyle de te'yîd etmiştir. Yâ'nî "âfâk" ta'bîr olunan âlemin
kâffesinde ve kendi ne fişlerinde Hakk olan O'dur. Sonra da o ihbâr-ı sabıkı ان الذين يبايعونك انما يبايعون الله
âyetiyle ve ومن يطع الرسرل ففد اطاع الله
(Nisa 80) âyetinde sarâheten söylemiştir. Birinci âyet, peygambere hitâb olarak
"Sana bey'at edenler Allah'a bey'at etmişlerdir";
ikinci âyet, "Rasûle itaat eden Alİah'a itaat etmiş olur" demektir. İşte
Sûret-i meşrûhâ vechile Muhammed Ümmeti, hakîkât-ı emre İttilâ' husûsunda
nâli-i hidâyet olmuşlardır ve vücûd-ı hakkîyi yalnız Adem'e hasr etmemişlerdir.
Vâkıaa, ونفخت
âyeti, yalnız Adem'i ta'yîn etmişse de, lâkin ümmet-i Muhammed teeddüb ederek,
Adem ile murâdın nev-i insânî efrâdından her ferd olduğunu bilmişler ve Hakk'ı
eczâ-i vücûdun her cüz'ünde kemâliyle müşâhede etmişlerdir. Ve bu sûretle,
Cenâb-ı Hakk’ın حتي بيي لهم انه الحق
emr-i ilâhîsine İmtisâl etmişlerdir. İşte Hz. Muhammed sallallâhü aleyhi ve
sellem ve ona tâbi' olan müslümanlar, bu sûretle hakk-ı tâm üstündedirler. Eğer
bu âyet, İncil'de nâzil olsa idi, İsâ'nın kavmi de bu hakikâte vâkıf olurİardı.
Fakat böyle olamaz, yâ'nî İncil'de nâzil olamaz. Çünkü Cenâb-ı Hakk, İnzâl
ettiği her kitab ile, bir çoklarını İdlâl ve bir çoklarını da ihdâ etmiştir.
Nitekim, Kur'an-ı Azim'de buna dâir âyet vardır. Ulemâi riisûmii görmüyor musun
ki, sebk eden iki âyetin te'vilinde nasıl daİâlete düştüler de, zâhib oldukları
yola zâhib oldular? Vâkıaa onlarm zehâbı da vücûh-ı hak'tan bir vecih ise de,
Ulemâ-i rüsûm indinde muhkem olan usûl-ı zâhire icâbıyla kendileri Allah'tan ve
Allah'ı bilmekten uzak düşmüşlerdir. Fakat erbâb-ı hakikât, yine bu iki âyet
ile ma'rifetullâha nâil olmak hidâyetine mazhar olmuşlardır, öbürleri İçin
bâis-i dalâlet olan şey, bunlar İçin bâis-i hidâyettir.
Cenâb-ı
Hakk, Kur'an'da يُضِلُّ بِهِ كَثِيراً وَيَهْدِي بِهِ
كَثِيراً وَمَا يُضِلُّ بِهِ إِلاَّ الْفَاسِقِينَ (Bakara
26) buyurmuştur. "Cenâb-ı Hakk, bununla bir çoklarını İdlâl ve bir
çoklarını İhdâ eder ve Allah'ın İdlâl eylediği fasıklardan başkası
değildir."
Araplar,
yumurta büzülüp de yavru çıkarmağa sâlih olmadığı zaman derler.فسقت ابة
"Yumurta büzüldü" demektir. Burada "fasıkin" ile
murâd, "tecelli-i İlâhîyi kabulden kâbiliyetleri fâsid olan kavim"
demektir. Çünkü bu nev'iden olan kimseler indinde, "Allah, halkta zâhir
olamaz" tasavvuru sâbittir. Hakk, halkta zâhir olamaz değil, belki
o nev'i adamlarda zâhir olmaz.
Bahsimiz,
Ulemâ-i rusûmde idi. Ulemâ-i rüsûm, kendi zehâbları vechile zât-ı İlâhî
ahkâmından olan tenzihe âit usûl ve kavâidden böyle bildikleri te'yîdât ile
hareket ederek, umûr-ı ayniyyeyi terk ve evsâf-ı hükmiyyeyi ahz etmişlerdir.
Biliyorlar ki, o evsâf-ı hükmiyye ayniyle, kemâliyle, umûr-ı ayniyye ve vücûd-ı
halkiyye-i hakkiyye içindir. Cenâb-ı Hakk, Kur'an-ı Kerim'in müteaddit yerlerinde
bu hakikâti nefsinden haber vermiştir. فاينما تولوا فثم وجه الله
(Bakara 115) ve وفي انفكسم افلا تبصرون
(Zariyat 21) ve وما خلقنا السموات والارض وما بينهما الا بالحق
(Hicr 85)وسخر لكم ما في السموات وما في الارض جميعا منه
âyetleri bu bâbta edille-i kâtia'dandır. "Yüzünüzü nereye
çevirirseniz, Allah'ın son tecellisi oradadır; Hakk'ı kendi nefislerinizde
görmüyor musunuz? Yerde gökte ve bunların arasında yarattığımız ne var ise,
hepsi hak iledir, Hâk'tır. Yerde ve gökte mevcûdat nâmına ne varsa, hepsi
Hakk'tan sizin İçin müsahhârdır"
demektir.
Bundan
başka Hz. Peygamber'in "Allah, kulunun sem'i, kulunun basarı, kulunun
yed'i ve lisânidir" ma'nâsında olan hadîsi de, bu bâbta delildir. Ta'dâdı
mümkün olmayan bunlara benzeyen deliller de vardır. Bunu anla.
Allah
hakkı söyler ve yolu gösterir.
Sh:
235-240
Kaynak: Abdülkerim El-Cîlî-Insan-ı
Kâmil, Tercüme: Abdülazîz Mecdi Tolun, Yayına Hazırlayanlar: Yrd. Doç. Dr.
Selçuk Eraydın, Ekrem Demirli, Abdullah Kartal, İzYayınları, 2. Baskı , 2002
İstanbul
Cenâb-ı
Hak, İncil'i Îsâ (a.s)'a Süryânî lügatıyla indirdi ve İncil, onyedi lisân
üzerine okundu.
Kur'ân'ın
başının "Bismillâhirrahmanirrahîm" oluşu gibi, İncil'in başı da
"Bi- ismi'l-Eb ve'l-Üm ve'l-İbn"dir. Îsâ (a.a)'ın kavmi, bu besmeleyi
zâhirine bağlayarak, baba, ana, oğul denileni "Rûhu'l-Kuds, Meryem ve
Îsâ"dan ibârettir zannettiler. Onun için "Allah, üçün
üçüncüsüdür" dediler. Bilmediler ki;
- "Eb ya'nî baba" ile kasıt
"Allah" ismi;
- "Üm ya'nî ana" ile kasıt
"hakikatlerin mâhiyeti" ta'bîr edilen zâtın özü;
- "Ibn ya'nî oğul ile kasıt ise
"Kitâb", yâ'nî mutlak vücûddur. Çünkü mutlak vücûd, zâtın künhünün
ya'nî özünün fer'i ve neticesi olduğundan "ibn" demektir. Kur'an'da
"ve indehu ümmül kitâb" ya'nî "Ümmü'l Kitâb O'nun
indindedir" (Ra'd, 13/ 39) buyrulması, bu bahsettiğimize işârettir.
Bunun
ayrıntıları "Ümmü'l Kitâb" bahsinde geçmiş idi.
Îsâ
(a.s)'ın kavminin yaptıklarına karşı cevâb olarak Cenâb-ı Hakk'a;
- "Mâ kultu lehüm illâ mâ emertenî
bihî" ya'nî "Ya Rabbi, ben kavmime senin (teblîğ hakkında) emrinden
başka bir şey söylemedim" (Mâide, 5/117) demesi buna işârettir. Îsâ
(a.s)'ın teblîği ise;
- "eni'budûllâhe rabbî ve
rabbeküm" ya'nî "Benim ve sizin Rabb'ınız olan Allah'a ibâdet
edin" (Mâide, 5/117) demesidir.
Îsâ
(a.s)'ın bu şekildeki cevâbından besmelenin zâhiri üzerine yüklenmemesinden ve
bahsedilen âyet-i kerîmedeki sözü ilâve etmesinden de belki o besmelenin
ma'nâsını beyân ve izâhta kavminin vehmettiği şeyi kaldırdığı anlaşılır.
Kavminin vehmettiği şey ise, yukarıda söylediğim şekilde besmelenin zâhirine
bağlamakla "ibn, üm ve rûhu'l-kuds"dan ibâret olduğu şeklinde yanlış
bir zanna kapılmalarıdır.
Îsâ
(a.s)ın bu beyân ve izâhtaki ilâvesi Allah indinde kendinin berâatini
sağlamıştır. Çünkü Îsâ (a.s) kavmine hakikati beyân ve izâh etti, fakat kavmi,
Îsâ (a.s)'ın izâhı üzerinde durmayarak, Allah'ın kelâmından kendi anladıkları
ne ise, o şekilde yanlış bir zanna kapıldılar.
Şu
halde Îsâ (a.s)'ın cevâb makamında;
-
"Mâ kultu lehüm illâ mâ emertenî bihî" ya'nî "Ya Rabbi, ben
kavmime senin (teblîğ hakkında) emrinden başka bir şey söylemedim" demesi,
kavmi için özür beyânından ibâret olmuş olur. Yâ'nî Îsâ (a.s);
"Önce
bahsedilen bu besmeleden ibâret olan İncil ile beni kavmime gönderen Sensin. Ve
ben onlara Senin emrini teblîğ edince, senin kelâmından zâhir olan ne ise, onun
zannına kapıldılar. Onların bu zannları kendilerinde oluşmuş olan ilmin
neticesidir. Onları azarlama ve ayıplama, yâ Rabbi!" tarzında bir ma'zeret
beyân etmiştir.
Bu
izâha göre onların şirkleri, tevhidin aynından ibâret olmuş olur. Çünkü Îsâ
(a.s)'ın kavmi, kendilerinde vukû' bulan ilâhî haber ile kendilerinde oluşmuş
olan ilmin gereği ne ise, onu işlediler. Bundan dolayı onlar ictihâd edip de,
ictihâdında hatâ eden ictihâd verici gibidirler. İctihâdında hatâ eden ictihâd verici
için, yine de ictihâdı için mükâfat vardır.
[Cenâb-ı Hakk Kur'ân-ı Kerîm'i Rabçadan Arapçaya tercüme
ederken ma'nâsını da o kelimelere yüklemiştir. İşte burada da aynı olay vardır,
îsevîlerin besmelesinin içine Cenâb-ı Hakk ma'nâsını da yükledi, ancak onlar bu
kelimelerin içinde yüklü olan ma'nâyı anlayamadılar. Nasıl ki Mûsâ (a.s)'ın
hakîkatini Îsâ (a.s) açtıysa, Îsâ (a.s)'ın hakîkatini ve âyetler ve sûretler
dediğimiz âlemin hakîkatini ise Efendimiz (s.a.v) açmıştır.]
Îsevîler
tarafından zâhire bakılarak anlaşılan bu husûsların yanlış olduğunu belirtmek
için Kur'ân-ı Kerîm'de İhlâs sûresi gelmiştir.
Îsâ
(a.s)'a Cenâb-ı Hakk'tan:
- "e ente kulte lin nâsittehizûnî
ve ummiye ilâheyni min dûnillâhi" (Mâide, 116) yâ'nî, "Sen Allah'ı
bırakın da, beni ve vâlidemi ilâh olarak edinin diye insanlara söyledin
mi?" diye, ilâhî soru sorulunca, Îsâ (a.s) yukarıdaki ma'zereti öne sürdü.
Bunun içindir ki,
- "eni'budûllâhe rabbî ve
rabbeküm" yanî "Benim ve sizin Rabb'ınız olan Allah'a ibâdet
edin" (Mâide, 5/117) cevâbını verdikten sonra;
- "ve in tagfir lehüm fe inneke
entel azîzul hakîm" ya'nî "ve eğer onları mağfiret edersen, o zaman
muhakkak ki Sen Azîzü'l-Hakîm'sin" sözünü de ilave etti.
Böyle
demeyip de, "Onlara azâb edersen, Sen şedîdü'l-ikâbsın" veyâ buna
benzer başka bir şey söylemedi. Belki mağfireti zikretti ve mağfireti
zikretmekle Hak'tan onlara mağfiret taleb etmiş oldu. Bundan anlaşılır ki, Îsâ
(a.s) kavminin haktan dışarıya çıkmadığına hükmetti. Çünkü nebîlerden hiç
birisi, azâbı haketmiş olan bir kimse için mağfiret talebini Hak'tan
istememiştir. İbrâhîm (a.s) hakkındaki:
- "Ve mâ kânestigfâru ibrâhîme li
ebîhi illâ an mev'ıdetin vaadehâ iyyâhu, fe lemmâ tebeyyene lehû ennehuaduvvün
lillâhi teberre'e minhu" ya'nî "İbrâhîm ona olan vaadinden dolayı
babası hakkında mağfiret vaad etti, ne zaman ki onun Allah düşmanı olduğu belli
oldu, ondan uzaklaştı" (Tevbe, 9/114) âyeti bu konuda kesin delîldir.
Nebîlerin
hepsi böyledir. Azâbı haketmiş olan kimse için mağfiret taleb etmemişlerdir.
Bundan dolayı Îsâ (a.s)'ın kavmine mağfiret taleb etmesi, onların bu mağfireti
hakettiklerini bildiği içindir. Çünkü, kavmi işin hakîkatinde bâtıl üzerine
olsalar da, kendi nefislerinde oluşan vâkıf olmaya göre hak üzerinedirler.
Bundan
dolayı işlerinin hakîkati gereği yönünden bâtıl üzerinde oldukları için, azâba
uğramaya tutulsalar da, kendilerine mahsûs inanışlarında hak üzerine oldukları
için, işlerinin nihâyeti inanışları yoluyla zuhûr eder.
Onun
için Îsâ (a.s) ifâdeyi gâyet güzel yaparak "İn tuazzibhüm fe innehüm
ibâduke" (Mâide, 5/118) ya'nî "Eğer azâb edersen muhakkak onlar senin
kullarındır" dedi.
Yâ'nî
sana ibâdet ediyorlardı ve sana karşı inatları yoktu ve Mevlâ'sı olmayan
kâfirler gibi, Mevlâ'sı olmayanlardan da değillerdi. Şu da var ki hakîkatte
onlar haklıdır. Çünkü Hak, Îsâ (a.s)'ın, vâlidesinin ve Rûhu'l-kuds'ün
hakîkatidir; belki Hak, her şeyin hakîkatidir. Işte Îsâ (a.s)'ın dediğinin
ma'nâsı budur.
Îsâ
(a.s), kavminin Allâh'ın kulları olduğuna şâhidlik etti. Bu şâhidlik ise
yeterli bir şâhidliktir. Yine bunun içindir ki, Cenâb-ı Hak sonrasında gelen
âyette "hâzâ yevmu yenfeus sâdikîne sıdkuhüm" ya'nî "Bu o gündür
ki, sâdıklara sadâkatları fayda verir" (Mâide, 5/119) buyurdu.
Bu
âyet, Îsâ (a.s)'ın taleb ettiği şeyi, Cenâb-ı Hakk'ın kabûl ettiğine işârettir.
Bundan anlaşılıyor ki, Îsâ (a.s) "Kavmim işin hakîkatine göre muhâlefette
iselerde, kendilerine zâhir olan şey ile benim sözümü te'vîl etme husûsunda ve
bu i'tibâr ile nefislerinde sâdık oldukları için bu sadâkatları Allah'ın
indinde kendilerine menfâat sağlar" demek istiyor.
Şu
kadar var ki, bu şekilde menfâat sağlamaları, Rabb'larınrn indindedir,
başkasının indinde değildir. Çünkü biz, zâhire ve işin hakîkatine göre onların
dalâlette olduğuna hükmederiz. Bunun için "azâba tutulmuşlardır"
deriz.
Îsâ
kavminin kendi nefislerindeki inanışlarının hakîkati, netîce i'tibâriyle Allah
ile berâber bir tür hak üzerine olduğu için, onların bu inanışlarındaki
sadâkatları Allah indinde kendilerine menfâati gerektirmiş olarak, hükümlerinin
netîcesi de ilâhî rahmet ile neticelenmiştir. Cenâb-ı Hak, onlara nefislerinde
Îsâ (a.s) hakkındaki inanışları yönüyle tecellî etmiş ve inanışları bu şekilde
gözükmüş olduğundan, bu bakış açısından hak üzerine oldukları anlaşılmıştır.
Sonuç
olarak; Hak, onlara inanışları yönüyle tecellî etmiştir. Çünkü, Cenâb-ı Hak
kulunun kendine zannı ne yönde ise, ona göredir.
Îsevîler "baba, ana ve oğul" hükmünde
zâhirinde de olsa ne kadar samîmi iseler, onlara bir yön ile ya'nî Rabb'larının
indindeki yönüyle bir faydası olur, bu samîmiyetin dışındaki bütün yönlerde
kendilerine bu şekilde dahi bir fayda yoktur.
Bahsedilen
bu izâhlardan netîce olarak şu anlaşılır ki, Incil zât isimlerinin
tecellîlerinden ibârettir. Yâ'nî, zâtın isimlerdeki tecellîsi demektir. Bundan
dolayı Îsâ da, Meryem de, Rûhu'l-kuds de Cenâb-ı Hakk'ın Îsâ kavmine
vâhidiyyetle tecellîsidir ve bu tecellî bahsedilen tecellîlerdendir. Yâ'nî zât
isimlerinin tecellile- rindendir.
Îsâ
kavmi, Hakk'ı bu zuhûr yerlerinden her zuhûr yerinde gördüler. Işte bu tecellî
i'tibârı ile, Îsâ kavmi zanlarında haklı olsalar da, hatâya ve dalâlete de
düşmüşlerdir. Hatâları şundandır ki;
- Hakk'ın Îsâ'da, Meryem'de ve
Rûhu'l-kuds'de sınırlandığını zannettiler.
Dalâletleri
şundandır ki;
- Izâh edilen bu vâhidiyyette mutlak
cisimlenmeye ve kayıtlı teşbîhe inandılar. Oysa vâhidiyyette bu şekilde
kayıtlamak câiz değildir.
Işte
hatâ ve dalâletlerinin kaynağı budur. Bunu anla!
Incil'de
en esaslı bir şekilde bahsedilen ilâhî kâide, lâhutî nâmûsun nâsût vücûdda
kıyâmı kâidesidir. Bu da, Hakk'ın halkta açığa çıkışının gereğinden başka bir
şey değildir.
Fakat
Nâsâra, bu mes'elede cisimlendirmeye ve ulûhiyyetin belirli bir yer ile
sınırlanması gibi yanlış bir fikre kapıldıkları için, Incil'de bulunan
bahsedilen bu kâideye muhalefet etmişlerdir.
Hakîkatte
ise Incil hükümleriyle hareket eden "Muhammedîyyûn"dur. Çünkü Incil,
bütün kemâliyle öz olarak Kur'ân âyetlerinden bir âyette bulunmaktadır. O âyet
de "ve nefahtü fîhi min rûhî" ya'nî "ve ona rûhumdan
üfledim" (Hicr, 15/ 29) âyetidir. Allah'ın rûhu ise, Allah'tan gayrı bir
şey değildir.
Cenâb-ı
Hak, bu âyetle Âdem'de açığa çıkışını haber vermiştir ve bu haberini "Se
nurîhim âyâtinâ fîl âfâki ve fî enfüsihim hattâ yetebeyyene lehüm ennehül
hakk" yanî "Âyetlerimizi âfâkta ve enfüste onlara göstereceğiz. O'nun
hak olduğu onlara belli olsun diye" (Fussilet, 41/53) âyetiyle de te'yîd
etmiştir. Yâ'nî "âfâk" denilen âlemin tamâmında ve
"enfüste" ya'nî kendi nefislerinde hak olan O'dur. Sonra da o
geçmişteki haberi;
- "Innellezîne yubâyiûneke innemâ
yubâyiûnallâhe" yanî "Muhakkak ki sana bîat edenler Allah'a bîat
ederler" (Fetih, 48/10) ve;
- "Men yutiır resûle fe kad
atâallâhe" ya'nî "Kim Resûl'e itâat ederse Allah'a itâat etmiş
olur" (Nisâ, 4/ 80) âyetleriyle açık bir şekilde söylemiştir.
Işte
açıklanan bu şekil yönüyle ümmet-i Muhammed, işin hakîkatine vâkıf olma
husûsunda hidâyete nâil olmuşlar ve Hakk'a âit vücûdu sâdece Âdem (a.s) ile
sınırlamamışlardır.
Her
ne kadar, "ve nefahtü fîhi min rûhî" ya'nî "ve ona rûhumdan
üfledim"
(Hicr,
15/29) âyeti, yalnız Âdem'i belirtmişse de, ümmet-i Muhammed edeb göstererek,
Âdem ile kastedilenin insânî türün ferdlerinden her ferd olduğunu bilmişler ve
Hakk'ı vücûd cüz'lerinin her cüz'ünde kemâliyle müşâhede etmişlerdir. Ve bu
şekilde, Cenâb-ı Hakk'ın "hattâ yetebeyyene lehüm ennehül hakk" yanî
"tâ ki hak olduğu onlara belli olsun" (Fussilet, 41 / 53) ilâhî
emrine uymuşlardır.
Işte
Muhammed (s.a.v) ve ona tâbi' olan müslümanlar, bu şekilde tam olarak hak
üstündedirler. Eğer bu âyet, Incil'de inmiş olsaydı, Îsâ (a.s)'ın kavmi de bu
hakîkate vâkıf olurlardı. Fakat böyle olamaz, yâ'nî Incil'de nâzil olamaz.
Çünkü Cenâb-ı Hak, indirdiği her kitâb ile bir çoklarını dalâlette bırakmış ve
bir çoklarını da hidâyete ulaştırmıştır. Nitekim, Kur'ân-ı Azîm'de buna dâir
âyet-i kerîme vardır.
Kur'ân-ı Kerîm'de Îsâ (a.s) hakkında geçen bütün âyetler
incilî âyetlerdir ve İncil'in hakîkatleridir. Aynı şekilde Mûsâ (a.s)'dan
bahseden âyetlerin tamâmı da gerçek Tevrât'tır. Ve diğerleri de aynı şekilde
olunca, Âdem (a.s)'dan i'tibaren gelmiş olan bütün suhuflar ve kitaplar
Kur'ân-ı Kerîm'de mevcût olmuş olur.
Bütün
bu âlemlerde Cenâb-ı Hakk bâtından Hak esmâsıyla zâhire çıkmıştır ama bu çıkma
yine kendi varlığıyla ve zâtıyladır.
Resmî
âlimleri görmüyor musun ki, yukarıda geçen iki âyetin te'vîlinde nasıl dalâlete
düştüler de, kendi zannlarına kapıldılar. Her ne kadar onların kapıldıkları
zann da Hakk'ın vecihlerinden bir vecih ise de, resmî âlimler indinde muhkem
olan zâhir usûl gereğince kendileri Allah'tan ve Allah'ı bilmekten uzak
düşmüşlerdir. Fakat hakikat erbâbı, yine bu iki âyet ile ma'rifetullâha nâil
olma hidâyetine mazhar olmuşlardır. Öbürleri için dalâlet sebebi olan şey,
bunlar için hidâyet sebebidir. Cenâb-ı Hak, Kur'ân'da "yudıllu bihî
kesîran ve yehdî bihî kesîrân ve mâ yudıllu bihî illel fâsıkîn" ya'nî
"Cenâb-ı Hak, bununla bir çoklarını dalâlette bırakır ve bir çoklarını
hidâyete erdirir ve dalâlette bıraktıkları fâsıklardan başkası değildir"
(Bakara, 2/ 26) buyurmuştur.
Araplar,
yumurta büzülüp de yavru çıkarmaya elverişli olmadığı zaman "fesekatü'l
beyza" ya'nî "yumurta cılk oldu" derler. Burada
"fâsıkîn" ya'nî "fâsıklar"dan kasıt, "ilâhî tecellîyi
kabûlden yana kâbiliyyetleri cılk olmuş olan kavim" demektir. Çünkü bu tür
kimselerin indinde, "Allah, halkta zâhir olamaz" düşüncesi sâbittir.
Hakk, halkta zâhir olamaz değil, belki o tür kimselerde zâhir olmaz.
Şerîat mertebesinde ikilik gereği olduğundan bu
âyetlerdeki birlik anlaşılamamıştır. Hakk'ın ma'rifeti hangi hadîslerle hangi
âyetlerle elde edilecekse onun talebinden bulunmak lâzımdır yoksa şerîat
mertebesi talebinde değil. Şerîat sırât-ı müstâkîme götürür ancak sırâtullâh'a
götürmez, ancak tabiîdir ki sırât-ı müstâkîm olmadan da sırâtullah olmaz, ancak
bütün ömrümüzü sâdece fıkıh ilmi öğrenmekle geçirirsek, o zaman onun kuralları
içerisinde yaşarız ve ipek böceğinin kendi kozasından çıkamayıp, içerisinde
kalması misâli kalır gideriz.
Yumurtanın cılk çıkması üretimin olmamasına işârettir ve
bir şeyin üretimi yoksa eldeki de tükenmeye mahkûmdur. Bunların ölçüleri ve
kıstasları değiştiği için ya'nî ikilik üzere olduğu için kâbiliyyetleri cılk
olmuştur. Dînimiz tevhîd dîni olduğu halde, mes'elelere bu şekilde değilde
ikilik üzere baktıklarından üretimleri olmamaktadır.
Tenzîh mertebesi i'tibârıyla Allah ötelerde, kul
buralarda anlayışı sürüp gider ve bu anlayışla buralarda güzel iş yapan kul
kendisini ona sevdirmeye çalışır. Bu anlayış ile milyarlarca yıl ömrümüz olsa
da Allah'a ulaşmamız mümkün değildir.
Resmî
âlimlerden bahsediyorduk. Resmî âlimler, kendi kapıldıkları zannın yönüyle
"ilâhî zât" hakkındaki hükümlerden olan tenzîhe âit usûl ve
kâidelerden bu şekilde bildikleri te'yîdler ile hareket ederek, aynî husûsları
terk etmişler ve hükmî vasıfları almışlardır. Bilmiyorlar ki, o hükmî vasıflar
ayniyle ve kemâliyle, aynî husûslar ve Hakk'a âit halka dönük vücûd içindir.
Cenâb-ı
Hak, Kur'an-ı Kerîm'in bir çok yerlerinde bu hakîkati kendinden haber
vermiştir.
- "fe eynemâ tuvellû fe semme
vechullâh" ya'nî "Artık ne tarafa dönerseniz dönün, Allah'ın vechi
oradadır" (Bakara, 2/115) ve;
- "Ve fî enfüsiküm, e fe lâ
tubsirûn" yanî "Ve kendi nefslerinizde de vardır. Hâlâ mı görmüyor
musun?" (Zâriyât, 51/21) ve;
- "Ve mâ halaknes semâvâti vel
arda ve mâ beynehumâ illâ bil hakkı" yanî "Biz semâları ve yeryüzünü
ve o ikisinin arasındakileri ancak hak olarak halk ettik" (Hicr, 15/85);
- "Ve sahhare leküm mâ fîs
semâvâti ve mâ fîl ardı cemîan minhu" yanî "Ve göklerde ve yerde
olanların hepsini kendinden size amâde kıldı" (Câsiye, 45/13)âyetleri bu
konuda kesin delîllerdendir.
Bunları insana amâde kıldı çünkü insanda zât tecellîsi
olduğundan bu belirtilen esmâ ve sıfat tecellîlerini bize amâde kıldı.
Bundan
başka Hz. Peygamber'in "Allah, kulunun kulağı, gözü, eli ve
dilidir" ma'nâsında olan hadîsi de, bu
konuda delîldir. Bunlardan başka sayılması mümkün olmayan bunlara benzee
delîller de vardır.
Bunu
anla!
Allah
hakkı söyler ve yolu gösterir.
Sh:283-289
Kaynak: El-İnsân’ül Kâmil
-Abdülkerîm Cîlî Giriş-Terzi Baba
Gönülden Esintiler Sohbetlerden Şerh -Necdet Ardıç, İrfan Sofrası ,Tasavvuf
Serisi (90)
Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.
Yorumlar