İNSAN HÜRRİYETİ AÇISINDAN ALLAH TEÂLÂ’NIN ÖN BİLGİSİ VE KULDAKİ MECBURİYET
[İnsanın özgür olup olmadığı en eski
zamanlardan beri gizemini koruyan bir sorundur. Özgür iradeye sahip bir failin
yaptığı eylemlerden nereye kadar sorumlu olacağı, hangi eylemleri sonucunda
mükâfat veya cezaya maruz kalacağı konusunda birçok soru cevaplanmayı
beklemektedir. Her hangi bir fiil tabiat kanunları veya geçmişin geleceği
belirlemesinden dolayı zorunluluktan yapılıyorsa, o zaman ortaya çıkan sonucu
özgür bir fiil olarak telakki etmemiz mümkün olmayacaktır. Bunun aksine eğer
fail yaptığı eylemi kendisinden önce zorunlu bir neden olmaksızın en
nihayetinde kendi yapıyorsa, failin fiillerinden sorumlu olacağı yargısına
varılacaktır.
Dini inançları olan bir kimsenin özgürlük
sorununa bakış açısı da farklı bir boyut kazanacaktır. Bir yandan inanmış
olduğu Allah Teâlâ’nın kendisinin yaptığı her şeyi önceden bildiğini varsayması
gerekecek, diğer yandan da, fiillerinin nihayetinde Allah Teâlâ tarafından
cezaya ve mükâfata çarptırılacağını kabul ederek, Allah Teâlâ’nın önceden
bilmesine karşın insanın özgür bir varlık olduğunu varsaymak zorunda olacaktır.
Bilindiği gibi klasik teistik anlayış Allah
Teâlâ’nın bilgisinde her hangi bir eksiklik görmez. Mükemmel Varlık Teolojisi
Allah Teâlâ’yı bilgisi, kudreti, iradesi ve iyiliği bakımından mükemmel kabul
eder. Diğer yandan da yaratılmış olan insanın iyi ve kötüyü seçmede sorumlu
olduğunu, bunun sonucunda insanın eylemlerine göre ceza ve mükâfat elde
edeceğini ileri sürer. Dolayısıyla bir yandan Allah Teâlâ’nın insan eylemleri
konusundaki bilgisinde her hangi bir eksikliğinin olmaması gerektiği
varsayılmak zorunda iken, diğer yandan da insan eylemlerinin özgür kabul
edilmesi gerekmektedir. Çünkü Allah Teâlâ’nın yaratıcısı olduğu insanın
eylemlerini önceden bilmesinden daha makul bir iddia olamayacağı, hem rasyonel
düşüncenin bir gereği, hem de teizmin en temel varsayımıdır. Dolayısıyla Klasik
teizm bir yandan, Allah Teâlâ’nın gelecekte olacak olan insan fiilleri
hakkında, o fiiller meydana gelmeden önce bir bilgiye sahip olduğunu iddia
ederken, diğer yandan insanın yapıp ettiklerinde özgür olduğunu ve
yaptıklarının sonunda mükâfat veya cezaya maruz kalacağını varsaymaktadır.
Fakat mesele hem Allah Teâlâ’nın önbilgisi
hem de özgür irade gibi iki unsurun bir arada olması gerektiği şeklinde
konulmasına karşın, bir takım problemler hemen kendini göstermektedir. Mesela;
ön bilgi insan için söz konusu edildiğinde, insanın dahi gelecek hakkındaki
bazı olayları bilebileceği ifade edilebilir. Dolayısıyla bir anne, örneğin,
oğlunun meyve suyunu sevdiğini bildiğinden dolayı, ertesi gün kahvaltısında
oğluna sormadan portakal suyunu koyabilir ve oğlu da buna itiraz etmeyebilir.
Diğer bir ifadeyle anne öngörüsünde haklı çıkabilir. Fakat çocuğun meyve suyu
içmesi annenin öngörüsünden kaynaklanan bir nedenden dolayı değildir.
Dolayısıyla burada annenin öngörüsü ile çocuğun meyve suyu içmesi arasında
nedensel bir ilişki yoktur.
Durum insan bilgisi açısından böyle olmasına
karşın, Allah Teâlâ söz konusu olunca mesele farklı bir boyut kazanmaktadır.
Allah Teâlâ’nın bilgisi sadece pasif bir bilgi değildir. Allah Teâlâ’nın ezeli
ve zorunlu olması, aynı zamanda kendisinin dışındaki varlıkların nedeni olması,
bilgisinin de nedensel bir karaktere sahip olduğu anlamına gelir. Bu varsayımın
teolojik ifadesi, Allah Teâlâ’nın yaratmış olduğu âlem hakkında mutlak anlamda
ilahi inayete ve hükümranlığa sahip olması anlamına gelir. Dolayısıyla Allah
Teâlâ’nın bilgisi, insan bilgisinin aksine, objesi hakkında nedensel bir
karaktere sahip olup onu var kılan bir bilgidir.
Klasik teizme vurgu yapılma nedeni, modern
teoloji olarak adlandırılan süreç ve açıklık teolojisi, mükemmellik kavramını farklı
bir şekilde yorumladığı için, Allah Teâlâ’nın kudretinin ve bilgisinin sınırlı
olması nedeniyle insan eylemlerini zorunlu kılmadığı konusunda açık bir inanca
sahip olmasındandır.
Doğal olarak klasik anlayış, Allah Teâlâ’nın
mükemmelliği ile insanın özgür iradesinin bir arada var olacağını iddia
etmektedir. Dolayısıyla temel meseleyi yeniden Allah Teâlâ’nın zorunlu bilgisi
ile insan iradesinin bir arada savunulup savunulamayacağı olarak formüle etmek
daha uygun olacaktır. Genel anlamda problemi şu şekilde formülleştirmek
mümkündür:
1. Zorunlu olarak, eğer Allah Teâlâ x’i
önceden biliyorsa, o takdirde x olacaktır.
2. Allah Teâlâ x’i önceden biliyor.
3. Öyleyse, x olacaktır.
Bu şemalandırmayı sembolik bir şekilde
yapacak olursak,
1. p→ q
2. p
3. q
Burada temel problem zorunluluk kavramının ne
şekilde değerlendirileceğiyle ilgilidir. Allah Teâlâ’nın bilgisinin zorunlu
olması, bildiği şeylerin de zorunlu olmasını gerektirmeyeceği temel çözüm
olarak ortaya konmuş olmakla birlikte, birçok başka sorun hemen kendini
göstermektedir. Zorunluluk kavramının geçişken olup olmadığı bu meselinin
çözümünde en temel sorunların başında gelir.
‘Eğer Allah Teâlâ yarın İstanbul’a gideceğimi
biliyorsa, zorunlu olarak yarın İstanbul’a gideceğim’ gibi, p →q, p, q şeklinde ifade edilebilecek
olan zorunluluğun geçişken olması gerektiği, teolojik fatalizmin [1]
zorunlu olarak çıktığını varsaydığı sonuçtur.
Dolayısıyla Allah Teâlâ’nın bilgisinin
zorunlu olması nedeniyle, bildiği şeyin de zorunlu olmasının gerektiği,
teolojik fatalizmin temel iddiası olarak zikredilebilir. Fakat bu çıkarsamaya [2]
klasik anlayışın cevabı hazırdır; şartlı bir önermenin zorunlu olması
sonucun zorunluluğunu gerektirmez. Diğer bir ifadeyle zorunlu varlığın
zorunlu bilgisinin içeriği kontenjan olabilir. De dicto [3]
zorunluluk de re zorunluluğu gerektirmediğinden, “zorunlu
olarak yarın İstanbul’a gideceğim” gibi bir çıkarsama yanlıştır. “yarın
İstanbul’a gideceğim” cümlesinin başına getirilen zorunlu model kavramı
bu cümleyi mutlak anlamda zorunlu kılacağından dolayı, “yarın İstanbul’a
gideceğim” cümlesinin bütün mümkün dünyalarda doğru olmasını
gerektirmektedir. Fakat bu cümlenin bütün mümkün dünyalarda doğru olduğunu
söylemeyiz. Dolayısıyla mutlak anlamda zorunluluktan kastedilen bir şeyin bütün
mümkün dünyalarda doğru olması ise, o takdirde “yarın İstanbul’a
gideceğim” gibi bir cümle yarından sonra doğru olmayacağı gibi, dün de
doğru olmadığını söylemek yanlış bir akıl yürütme olmayacaktır. [4]
Diğer yandan ezelilik konusundaki farklı
anlayışlar, ilahi ön bilgi ve insan hürriyeti konusunda merkezi bir unsur
teşkil eder. Genel olarak iki türlü ezelilik anlayışının olduğu
varsayılmaktadır.
Bunlardan ilki, Allah Teâlâ’nın tamamen
zamanın dışında olduğu, zamansal olaylarla hiçbir şekilde ortak bir paydaya sahip
olmadığı, mutlak anlamda ilahi zamansızlık anlayışıdır. Bu anlayışa
göre, Allah Teâlâ’nın âlem hakkında ön bilgisinden bahsetmek yerine, bütün
zamanı kuşatan ezeli bilgisi söz konusu edilebilir. Mutlak anlamda zaman dışı
ezeliliğin savunulmasının temel nedeni olarak, Allah Teâlâ’nın zamanla herhangi
bir ilişkisinin olmadığı varsayılmak suretiyle, mutlak anlamda Allah Teâlâ’nın
basitliğinin ve değişmezliğinin korunmak istenmesinden kaynaklandığını
söyleyebilir. Bu bakış açısına yöneltilen en temel itiraz olarak, tamamen
zamanın dışında telakki edilen bir varlığın, zamanın içindeki olguları
zamansal olarak bilemeyeceğinden, her şeyi bilen olma temel niteliğini muhafaza
edemeyeceği konusundadır. Dolayısıyla, Allah Teâlâ hakkında ifade
edilmiş olan bütün sıfatlar nihayetinde Allah Teâlâ’nın zatına irca edilerek,
varlığıyla özdeş kabul edilir. Allah Teâlâ’nın sıfatlarından bahsetmek, bu
sıfatların Allah Teâlâ’nın varlığından ayrı niteliklere sahip olduğu anlamına
gelmez. Bunlar sadece dilsel ifadeler olup, metaforik [5]
anlama sahiptirler.
Diğer bir ezelilik yaklaşımı olarak da Allah
Teâlâ’nın insanla aynı zamansal çerçevede var olduğunu söyleyebiliriz.
Buna göre Allah Teâlâ’nın ezeli olması bütün zamanlarda var olması anlamına
gelir. Bu anlayışa göre Allah Teâlâ zamanlı olarak ezelidir (everlastingly),
o daima var olmuştur şu anda vardır ve var olacaktır. Bu anlayış Allah
Teâlâ’nın basitliğini ve değişmezliğini genelde farklı bir şekilde
yorumlamaktadır. Allah Teâlâ’nın basit olması demek, Onda her hangi bileşik bir
unsurun bulunmamasına karşın, Allah Teâlâ’nın sıfatlarının zatına irca edilmesi
de mümkün görünmemektedir. Allah Teâlâ’nın sıfatları sadece dilsel ifadeler
olmayıp, Allah Teâlâ’nın zatından ayrı bir anlam ve işlevleri vardır. Bununla
birlikte Allah Teâlâ’nın zatından ayrı olarak telakki edilen bu sıfatların
zamanla olan ilişkisi Allah Teâlâ’nın zatında her hangi bir değişikliğe neden
olmamaktadır. Sadece özsel olmayan bir değişikliğe neden olmaktadır ki, bu
sayede Allah Teâlâ’nın özsel olarak basitliği, değişmezliği ve mükemmelliği
korunmuş olmaktadır. ] [6]
Sonuç olarak [İnsanın özgür olup olmadığı
tarihin ilk çağlarından beri cevaplandırılmaya çalışılan bir sorudur.
“İNSAN DETERMİNİST BİR DÜNYADA MI
YAŞAMAKTADIR YOKSA, FİİLLERİNİ ÖZGÜR BİR ŞEKİLDE Mİ YAPMAKTADIR?”
Bu soruya cevap vermek, meseleye teizmin
temel varsayımları girince daha da zor bir hal almaktadır.
Mükemmel varlık teolojisi Allah Teâlâ’nın
kudretinde ve bilgisinde her hangi bir eksiklik görmez. Dolayısıyla Allah Teâlâ kendisinin dışındaki
varlıkların yaratıcısı olduğundan dolayı, onlar hakkında tam ve eksiksiz bir
bilgiye sahiptir. Allah Teâlâ’nın insanın fiillerini o fiiller meydana gelmeden
önce bilmesi teizmin en temel varsayımıdır. Bu yüzden buradaki en temel
soru,
“ALLAH TEÂLÂ’NIN BİLGİSİNİN NEDENSEL
KARAKTERİ VASITASIYLA ÖNCEDEN BİLDİĞİ İNSAN EYLEMLERİNİ ZORUNLU KILIP
KILMADIĞIDIR.”
Mutlak anlamda mükemmel bir Allah Teâlâ’nın
bilgisinde herhangi bir eksiklik kabul edilemeyeceğinden dolayı, zamanda
meydana gelen olayların Allah Teâlâ tarafından nasıl bilindiği, bu anlayışın
temel sorunlarından birisidir. Zamansal olguların zamansız bir şekilde ifade
edilmesi Allah Teâlâ’nın mutlak anlamda değişmez bir varlık olması düşüncesiyle
tutarlı olmakla birlikte, Allah Teâlâ’nın mutlak anlamda her şeyi bilen
olmasının savunulması, bazı sıkıntılar doğurmaktadır.
Özgür iradeli yaratılmış insan açısından
temel sorun, Allah Teâlâ’nın hem özgür irade sahibi olarak yaratıp hem de onun
daima doğru yapmasını sağlaması mümkün olup olmadığı sorusunda düğümlenmiş
görünmektedir.
Bu nedenle, ilahi ön bilgi ve insan hürriyeti
problemine farklı bakış açıları bulunmaktadır. Bu farklı bakış açılarının her
birisinin diğerine göre daha rasyonel ve tutarlı olduğu noktalar mevcuttur.
İnsan, Allah Teâlâ’nın mutlak anlamda
inayetini ve insanın özgür iradesini bir arada ön gören bakış açısıyla, teizmin
temel varsayımları ile yalnız Allah Teâlâ’ya bırakan bakış arasında sürekli
gidip gelmektedir. ][7]
[1]
Kaderciliğin
[2] Sonuç
çıkarma, anlam, sonuç
[3] De
dicto “önerme ile ilgili” anlamında olup de re
“şeyle ilgili” anlamındadır. De dicto zorunluluk önermeye atfedilen
bir zorunluluk iken de re zorunluluk şeye atfedilen bir zorunluluktur. Buna
örnek olarak Stephen Hawking’in 2 sayısını düşündüğünü varsayalım. 2 sayısı
özsel olarak veya zorunlu olarak çift sayıdır. Böylece şu de re önerme
doğru olmuş olacaktır; “Stephen Hawking’in hakkında düşünmüş olduğu şey zorunlu
olarak çift sayıdır”. Fakat bunun aksine “Zorunlu olarak, Stephen Hawking’in
düşünmüş olduğu şey çift sayıdır” yanlış olmuş olacaktır. Çünkü Stephen
Hawking’in 2’nin çift sayı olduğunu düşünmesi zorunlu değildir, başka şey de
düşünebilirdi. bkz. Michael J. Loux, Metaphysics, Routledge,
London,1998, s. 173–174
[4] Konuyla ilgili olarak üç türlü zorunluluktan
bahsedebiliriz;
Mutlak anlamda/metafiziksel zorunluluk: bütün mümkün dünyalarda zorunlu olan, bir mümkün dünyadan
öbürüne göre değişmeyen zorunluluktur.
Arızi/geçici/zamansal zorunluluk: Mutlak anlamda zorunluluğun aksine arızi zorunluluk,
geçici zorunluluk da diyebiliriz, bir şekilde zamanla kayıtlı bir zorunluluktur.
Belli bir zamanda doğru olmasına karşın ondan önce doğru olmadığı için mutlak
anlamda zorunlu olamaz, diğer bir ifadeyle bütün mümkün dünyalarda zorunlu
değildir.
Nedensel zorunluluk: Bir sonucun meydana gelmesi için nedenin şart olmasını
gerektirir. Sonuç, neden ön şartı olmaksızın meydana gelmez. Bu yüzden nedenle
sonuç arasında zorunlu bir ilişkinin var olduğundan söz edilebilir.
[6] (YAVUZ, 2006) ,s.1-9
[7] (YAVUZ, 2006) ,
s. 175-182
KAYNAKÇA
YAVUZ Zikri İnsan Hürriyeti Açısından Tanrı’nın Ön
Bilgisi [Kitap]. - Ankara : Ankara Üniversitesi Sosyal Bilimler
Enstitüsü Felsefe Ve Din Bilimleri (Din Felsefesi) Ana Bilim Dalı Doktora
Tezi-191407 , 2006.
HAREKET İNSANI OLMAK
Gündemi sürekli değişen bir ülkede yaşıyor
olmak bizim için büyük bir lutuf olduğunu bilmemiz gerekir. Sürekli yeni bir
şeylerin olması için gayret gösterilmesinin kaçınılmaz sonucu sürekli akan su
gibi içini temizler. Sonuçta ise istenilen bir şeye doğru gidildiği görülür.
Çünkü hedefe varmak için gayret etmek gerekir. Hedefe varanlarda gayret edenler
içinden çıkmıştır.
“Hareket önce sahibi olan insandan başlar,
sonsuz imkânlarla yüklü kâinata çevrilir. Hareketin safhalarını meydana
getirir. Hedefi sonsuzluktur. Meyvesini sonsuzlukta verir.” [1]
Buna göre
“İnsanın cevheri olan hareket sonsuzluğa bir
çağrı ve yankısıdır. Oradan yani Allah Teâlâ’dan gelir, yine ona gider.” [2]
“Hareketin bulunmadığı yerde Allah Teâlâ
yoktur. O, nerede görülürse Allah Teâlâ oradadır.” [5]
[Maurice Blondel’in hareket
felsefesini ülkemizde temsil eden Nurettin Topçu’ya göre, âlem üç şeyin
bütünüdür:
Varlık, düşünce ve hareket.
Varlık,
hareket noktası;
Düşünce, kılavuz ve iş;
Hareket ise, hayatın amacıdır.
Hareketsiz yaşanamaz. Düşünce bile varlığın
dışına çıkmayarak bizzat kendi üzerine katlanan içsel bir hareketten başka bir
şey değildir. Bu hedef içerisinde hareket, kendi kendini ortaya koyar ve kendi
halini kendinde bulur. Bu süreçte hareket, “kendi halini, kendisini yaşayan
insana uzattığı ışıkla, onda doğurduğu sonuç ve ıstırap egzersizleriyle ve yine
insan iradesine sunduğu zaruretlerle ortaya koymaktadır.”
Nurettin Topçu Beyefendinin dilinden
düşürmediği
[Kant’ın “iki büyük evren beni kendine
hayran bırakıyor: Üstümdeki yıldızlı evren ve içimdeki vicdan” anlayışı
içerisinde hareketin içinde bulunmak gerekir. Yine onun Mevlana dolayısıyla
söylediği bir söz vardır:
“Büyük mezarlar üstünde büyük vatanlar
vardır. Büyük ölüleri olmayan milletler, ebedi olamazlar.”
Bu sözü ışığında baktığımızda gerçekten bu
millet Yunus’ları, Mevlana’ları, Akif’leri, Topçu’ları sayesinde var
olmaktadır, diyebiliriz.][6]
Devletini milletini seven kimselerin özelliği
olan “hareket düşüncesi” üzüntüleriyle beraber kalıcı eserler bıraktığı
muhakkaktır.
[5] M. Blondel, “Hareket
Felsefesi”, (Özet Çeviri: Nurettin Topçu), Hareket, Sayı: 1,
Şubat 1939, s.28.
[6] Hüseyin AYDOĞDU, Ahlâk Filozofu Ve
“Hareket” Adamı Olarak Nurettin Topçu, Atatürk Üniversitesi İlahiyat
Fakültesi, Türk-İslam Düşünce Tarihinde Erzurum Sempozyumu,
s. 637-655
KAYNAKÇA
TOPÇU Nurettin Hazırlayanlar: Ezel Erverdi-Ismail Kara Yarınki Türkiye [Kitap]. -
İstanbul : Dergâh Yayınları, 1999.
TOPÇU Nurettin: trc: Mustafa Kök-Musa Doğan İsyan Ahlâkı —Conformisme et Revolte [Kitap]. - İstanbul : Dergah Yayınları, 1995.
TOPÇU Nurettin: trc: Mustafa Kök-Musa Doğan İsyan Ahlâkı —Conformisme et Revolte [Kitap]. - İstanbul : Dergah Yayınları, 1995.
BU İNSAN NEYİ İSTİYOR?
Dermân arardım derdime derdim bana dermân imiş,
Bürhân sorardım aslıma aslım bana bürhân imiş.
Bürhân sorardım aslıma aslım bana bürhân imiş.
Sağ u solum gözler idim dost yüzünü görsem deyü,
Ben taşrada arar idim ol cân içinde cân imiş.
Ben taşrada arar idim ol cân içinde cân imiş.
Öyle sanırdım ayriyem dost gayrıdır ben gayriyem,
Benden görüp işiteni bildim ki ol cânân imiş.
Benden görüp işiteni bildim ki ol cânân imiş.
Savm u sâlât u hac ile sanma biter zâhid işin,
İnsân-ı Kâmil olmaya lâzım olan irfân imiş
İnsân-ı Kâmil olmaya lâzım olan irfân imiş
Kande gelir yolun senin ya kande varır menzilin,
Nerden gelip gittiğini anlamayan hayvân imiş.
Mürşid gerektir bildire Hakk’ı sana Hakk’al-yakîn,
Mürşidi olmayanların bildikleri gümân imiş.
Her mürşide dil verme kim yolun sarpa uğratır,
Mürşidi Kâmil olanın gâyet yolu âsân imiş
Anla hemen bir söz durur yokuş
değildir düz durur,
Âlem kamû bir yüz dürür gören anı hayrân imiş.
İşit Niyâzî’nin sözün bir nesne örtmez Hakk yüzün,
Hakk’dan ayân bir nesne yok gözsüzlere pinhân imiş
Hakk’dan ayân bir nesne yok gözsüzlere pinhân imiş
Niyâzî-i Mısrî kaddese’llâhü sırrahu’l azîz
Hayatta birçok dileklerimiz mevcut olmakla
birlikte yine bütün gayretimiz bunların gerçekleşmesi içindir. İsteklerimizin
sevkiyle başlayan bu arayışı, çok az kimse neticelendirebilmektedir. İç
dünyamız sonsuz boşluklarla delik deşik olurken, karamsarlık bütün benliğimizi
sarmaktadır.
Cemil Meriç’in “Her aydınlığı yangın
sanıp söndürmeğe koşan zavallı insanlarım: Karanlığa öyle alışmışsınız ki
yıldızlar bile rahatsız ediyor sizi!” özlü sözünde olduğu gibi;
düşüncelerimizden ve hareketlerimizden hayallerimiz bir ışık gibi sızarken,
toplumda var olabilmenin zorluğuyla yıpranan ve bunalanlarımız vardır.
Bu durum bazen Allah Teâlâ’ya dahi uzanabilen
bir süreçle, topyekûn bir küskünlük oluşturarak inançları sarsmakta ve kuvvetli
olan tüm duygularımızı parçalayarak bizleri kendi gerçekliğimizden
uzaklaştırmaktadır.
Hedefe vararak durulmanın tek çaresi
hayatımızın çalkantılı geçmesi midir? Fakat aslında tüm bunlar bizim yazılı
olan kaderimizden başka bir şey de değildir.
İlim sahibi olmanın bir had safhasının
bulunmayışı gibi kişinin mal varlığının çokluğu da yine dünyayı tümüyle
kucaklamasını sağlayamaz.
Sahip olmanın bir sınırı olmadığına göre bu
sonsuz isteklerin çaresi nedir?
Gelgitler içinde sapıtmak bir çaremidir?
Eğer çare ise daha çok istemenin
dizginlenemeyen vahşi atları neden meraya salınıyor?
Acaba insanın asıl amacı sonsuzu bilmek
midir?
İnsanlar öğrenmek, bulmak ya da kavuşmak
isteseler de ne garip tecellidir ki ulaşılan hiçbir şey, tüm eylemlerinin
tetikleyicisi olan boşlukları dolduramaz. Birçok sanat dalında bu durumun
farklı şekillerde ifadelerini görmek mümkündür. Aşağıdaki şarkı sözü yine en
basit şekliyle bu durumu ifade etmektedir:
Hiç aç susuz yaşamadım ki
Hiç parasız pulsuz kalmadım ki
Hiç aşksız sevgisiz olmadım ki
Neden neye kime bu özlem
Peki, o zaman insanın aradığı nedir?
Tüm bu sorular Dostoyevski’nin bir
kahramanının sorusunu getiriyor akla; “Dünyaya gönderiliş sebebim
varlığımın bir hiçten ibaret olduğunu anlamam için midir?” Yine aynı
kahraman; “İnsan hedefe varmayı değil, hedefe giden yolları sever”
demektedir.
İşte bu noktada insanın, kendisini asıl olan
gerçekliğe yükseltecek uyarıcılara ihtiyacı baş göstermektedir. Bedenindeki duygular
büyük fırtınaların dalgaları ile çarpışırken insanın bunu görebilmesi ya da
fark edebilmesi çok zordur. Bu nedenle insan bilmek ve bilinmek için, eserler
üretmeye başlar. Sarsılmış benliği onu yiyip bitirirken kendine yön veremez ve
yerinde duramaz hale gelmiştir. Duygu ve düşünceleri ruhunun derinliklerinden
aklın ekranına sızarken artık o bir kurtarıcı aramaktadır. Bu noktada yine
kendine ve kendinde var olan ışığa yönelecektir. Bu ışık onun düşünceleri,
fiilleri ve eserleri olacak, kaybolmuş benliğini bulmak için çektiği acılar bir
nebze de olsa son bulacaktır. Artık eserleri onun aynası olmuştur.[1]
Bir şairin aşağıdaki şiirinde belirttiği gibi:
BOZGUN
Bir kez daha denedim yalnızlığımı,
Bir kez daha denedim yalnızlığımı,
İçimin kopmayan ipinde sallandım,
Ürküttüm bulut kuşlarını gökyüzünün,
Sonsuzun çizgisiyle sınırlandım;
Bir gün çaresizlik içinde kalmışken
Hiçlik ordularımı çoğalttım kendimden,
Geçtim ölüm bataklığını hıncımla kurutarak,
Köprüler kurdum umutsuzluğumun
putrellerinden.
Ben zamanı müthiş gücümle durdurarak
Kurdum sessizliğin duran saatlerini,
Bir gün her yanımdan kuşatılmışken
Bir kez daha denedim kendime tutunmayı;
Öyle genişlettim ki denizlerimi
Ben koydum yerli yerine adalarımı
Ve öğrendim kıyışız, limansız yaşamayı.
Sedat
Umran
Sonuç olarak diyebiliriz ki; insanın,
dağların taşımaktan kaçındığı emaneti yüklenmek için istekli olması, “nefahtü”
[2]
remzinden aldığı güçle ilâhî mertebelerin sonuna kavuşmak iştiyakı açıklanamazdı.
Çünkü dünyanın insanı doyuracak kapasitesi olmadığı gibi aradığını bulamayanın
çekeceği ıztırap gerçekten çok zordur. İsteklerimiz iç dünyamızı parçalayan
birer mihrak olduğu gibi hepsine kavuşmakta mümkün değildir. Bir yerden sonra
durulamayan insanın ölmesi iyilik gibidir. Binlercemiz bu yanılsamalar
girdabında boğulmaktayız. İnsan her kavuşmadan sonra sıkıntıya düşer ve her
bitiş onun yeniden bir arayışa düşeceğinin habercisidir. İnsanın doğası gereği
bu hep böyle sürüp gidecektir. Bu nedenle Allah Teâlâ insanın durağan
olamayacağını şu şekilde izah etmektedir.
“Onlar inanmışlar, kalpleri Allah'ı anmakla
huzura kavuşmuştur. Dikkat edin, kalpler ancak Allah'ı anmakla huzura kavuşur.” [3]
Asıl olan, iç dünyamızdaki bu karmaşanın nasıl çözülebileceği
meselesidir. Görünen o ki, Allah Teâlâ’nın yardımından başka bu noktada bir
çözüm de mümkün değildir.
“Seni şaşırmış bulup, doğru yola eriştirmedi
mi?” [4]
[1] [Sigmund Freud’un psikanaliz teorisi
sanatçının kişiliğini ve sanat eseri arasında ilişki kurarken bilinçaltıyla ilgili olarak
eserindeki kişilerin
psikolojisini, bilinçaltı dünyasına yakınlaştırmaktadır. Freud, sanatçının kişiliğine
bakarak eseri hakkında bazı çıkarımlara varır. Moran onun kuramını şöyle özetlemektedir.
“ İnsanların bir takım
istekleri ve etkileri vardır fakat toplum içinde yaşadıklarından
dış gerçekliğe uymak zorunluluğu duyar ve bu isteklerini serbestçe tatmin etmez, aksine bunları
bastırmaya, örtmeye bakarlar. Fakat ister cinsel alanda ister başka bir alanda
olsun bu isteklerden vazgeçmek çok zordur. Bundan ötürü insan gerçek hayatta
kavuşamadığı bu zevkleri hayal kurma yoluyla elde etmeye çalışır. Böylece
gerçeklik ilkesinin sözünü geçiremediği bir hayal
dünyasında insan en gizli arzularını tatmin eder. Çoğunlukla cinsel
ya da kendini başarılı, kuvvetli ve yüksek görmekle ilgili isteklerdir. Bu hayal
kurma eğilimi aşırı kaçar, normal sınırlarını aşarsa ruh
hastalığı için ortam hazırlanmış demektir.
Freud’un sanat kuramında bu hayal kurma eylemi ile sanatçının yakın ilişkisi vardır.
Sanatçıda bir ruh hastasına yakın sayılır. Oda gerçek dünyada tatmin edemediği isteklerle
doludur”]
AKTÜCCAR Oylum, T.C. Yeditepe Üniversitesi Sosyal Bilimler
Enstitüsü “İsa Portrelerinin İncelenmesi” Sosyal Bilimler Enstitüsü Plastik Sanatlar Yüksek Lisans Tezi, İstanbul, 2007, s.6
[2] Allah Teâlâ, “nefesü’r-Rahman” olarak bilinen ve
kâinatın varlığını sürekli muhafaza eden “ilâhî nefes alma” vasıtasıyla
mahlûkatı yaratır. Âleme hakikati cihetinden, rahmanın nefesi olması cihetinden
bakıldığında o, ancak Allah Teâlâ’dır denilir, diğer taraftan âleme bu ilâhî
nefeste şekillenmiş suretler olması cihetinden bakıldığında ise o, mahlûkattır
denilir.
[3] Râd, 28
[4] Duha, 4
Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.
Yorumlar