Print Friendly and PDF

İNSAN HÜRRİYETİ AÇISINDAN ALLAH TEÂLÂ’NIN ÖN BİLGİSİ VE KULDAKİ MECBURİYET




[İnsanın özgür olup olmadığı en eski zamanlardan beri gizemini koruyan bir sorundur. Özgür iradeye sahip bir failin yaptığı eylemlerden nereye kadar sorumlu olacağı, hangi eylemleri sonucunda mükâfat veya cezaya maruz kalacağı konusunda birçok soru cevaplanmayı beklemektedir. Her hangi bir fiil tabiat kanunları veya geçmişin geleceği belirlemesinden dolayı zorunluluktan yapılıyorsa, o zaman ortaya çıkan sonucu özgür bir fiil olarak telakki etmemiz mümkün olmayacaktır. Bunun aksine eğer fail yaptığı eylemi kendisinden önce zorunlu bir neden olmaksızın en nihayetinde kendi yapıyorsa, failin fiillerinden sorumlu olacağı yargısına varılacaktır.
Dini inançları olan bir kimsenin özgürlük sorununa bakış açısı da farklı bir boyut kazanacaktır. Bir yandan inanmış olduğu Allah Teâlâ’nın kendisinin yaptığı her şeyi önceden bildiğini varsayması gerekecek, diğer yandan da, fiillerinin nihayetinde Allah Teâlâ tarafından cezaya ve mükâfata çarptırılacağını kabul ederek, Allah Teâlâ’nın önceden bilmesine karşın insanın özgür bir varlık olduğunu varsaymak zorunda olacaktır.
Bilindiği gibi klasik teistik anlayış Allah Teâlâ’nın bilgisinde her hangi bir eksiklik görmez. Mükemmel Varlık Teolojisi Allah Teâlâ’yı bilgisi, kudreti, iradesi ve iyiliği bakımından mükemmel kabul eder. Diğer yandan da yaratılmış olan insanın iyi ve kötüyü seçmede sorumlu olduğunu, bunun sonucunda insanın eylemlerine göre ceza ve mükâfat elde edeceğini ileri sürer. Dolayısıyla bir yandan Allah Teâlâ’nın insan eylemleri konusundaki bilgisinde her hangi bir eksikliğinin olmaması gerektiği varsayılmak zorunda iken, diğer yandan da insan eylemlerinin özgür kabul edilmesi gerekmektedir. Çünkü Allah Teâlâ’nın yaratıcısı olduğu insanın eylemlerini önceden bilmesinden daha makul bir iddia olamayacağı, hem rasyonel düşüncenin bir gereği, hem de teizmin en temel varsayımıdır. Dolayısıyla Klasik teizm bir yandan, Allah Teâlâ’nın gelecekte olacak olan insan fiilleri hakkında, o fiiller meydana gelmeden önce bir bilgiye sahip olduğunu iddia ederken, diğer yandan insanın yapıp ettiklerinde özgür olduğunu ve yaptıklarının sonunda mükâfat veya cezaya maruz kalacağını varsaymaktadır.
Fakat mesele hem Allah Teâlâ’nın önbilgisi hem de özgür irade gibi iki unsurun bir arada olması gerektiği şeklinde konulmasına karşın, bir takım problemler hemen kendini göstermektedir. Mesela; ön bilgi insan için söz konusu edildiğinde, insanın dahi gelecek hakkındaki bazı olayları bilebileceği ifade edilebilir. Dolayısıyla bir anne, örneğin, oğlunun meyve suyunu sevdiğini bildiğinden dolayı, ertesi gün kahvaltısında oğluna sormadan portakal suyunu koyabilir ve oğlu da buna itiraz etmeyebilir. Diğer bir ifadeyle anne öngörüsünde haklı çıkabilir. Fakat çocuğun meyve suyu içmesi annenin öngörüsünden kaynaklanan bir nedenden dolayı değildir. Dolayısıyla burada annenin öngörüsü ile çocuğun meyve suyu içmesi arasında nedensel bir ilişki yoktur.
Durum insan bilgisi açısından böyle olmasına karşın, Allah Teâlâ söz konusu olunca mesele farklı bir boyut kazanmaktadır. Allah Teâlâ’nın bilgisi sadece pasif bir bilgi değildir. Allah Teâlâ’nın ezeli ve zorunlu olması, aynı zamanda kendisinin dışındaki varlıkların nedeni olması, bilgisinin de nedensel bir karaktere sahip olduğu anlamına gelir. Bu varsayımın teolojik ifadesi, Allah Teâlâ’nın yaratmış olduğu âlem hakkında mutlak anlamda ilahi inayete ve hükümranlığa sahip olması anlamına gelir. Dolayısıyla Allah Teâlâ’nın bilgisi, insan bilgisinin aksine, objesi hakkında nedensel bir karaktere sahip olup onu var kılan bir bilgidir.
Klasik teizme vurgu yapılma nedeni, modern teoloji olarak adlandırılan süreç ve açıklık teolojisi, mükemmellik kavramını farklı bir şekilde yorumladığı için, Allah Teâlâ’nın kudretinin ve bilgisinin sınırlı olması nedeniyle insan eylemlerini zorunlu kılmadığı konusunda açık bir inanca sahip olmasındandır.
Doğal olarak klasik anlayış, Allah Teâlâ’nın mükemmelliği ile insanın özgür iradesinin bir arada var olacağını iddia etmektedir. Dolayısıyla temel meseleyi yeniden Allah Teâlâ’nın zorunlu bilgisi ile insan iradesinin bir arada savunulup savunulamayacağı olarak formüle etmek daha uygun olacaktır. Genel anlamda problemi şu şekilde formülleştirmek mümkündür:
1. Zorunlu olarak, eğer Allah Teâlâ x’i önceden biliyorsa, o takdirde x olacaktır.
2. Allah Teâlâ x’i önceden biliyor.
3. Öyleyse, x olacaktır.
Bu şemalandırmayı sembolik bir şekilde yapacak olursak,
1. p→ q
2. p
3. q
Burada temel problem zorunluluk kavramının ne şekilde değerlendirileceğiyle ilgilidir. Allah Teâlâ’nın bilgisinin zorunlu olması, bildiği şeylerin de zorunlu olmasını gerektirmeyeceği temel çözüm olarak ortaya konmuş olmakla birlikte, birçok başka sorun hemen kendini göstermektedir. Zorunluluk kavramının geçişken olup olmadığı bu meselinin çözümünde en temel sorunların başında gelir.
‘Eğer Allah Teâlâ yarın İstanbul’a gideceğimi biliyorsa, zorunlu olarak yarın İstanbul’a gideceğim’ gibi, p →q, p, q şeklinde ifade edilebilecek olan zorunluluğun geçişken olması gerektiği, teolojik fatalizmin [1] zorunlu olarak çıktığını varsaydığı sonuçtur.
Dolayısıyla Allah Teâlâ’nın bilgisinin zorunlu olması nedeniyle, bildiği şeyin de zorunlu olmasının gerektiği, teolojik fatalizmin temel iddiası olarak zikredilebilir. Fakat bu çıkarsamaya [2] klasik anlayışın cevabı hazırdır; şartlı bir önermenin zorunlu olması sonucun zorunluluğunu gerektirmez. Diğer bir ifadeyle zorunlu varlığın zorunlu bilgisinin içeriği kontenjan olabilir. De dicto [3] zorunluluk de re zorunluluğu gerektirmediğinden, “zorunlu olarak yarın İstanbul’a gideceğim” gibi bir çıkarsama yanlıştır. “yarın İstanbul’a gideceğim” cümlesinin başına getirilen zorunlu model kavramı bu cümleyi mutlak anlamda zorunlu kılacağından dolayı, “yarın İstanbul’a gideceğim” cümlesinin bütün mümkün dünyalarda doğru olmasını gerektirmektedir. Fakat bu cümlenin bütün mümkün dünyalarda doğru olduğunu söylemeyiz. Dolayısıyla mutlak anlamda zorunluluktan kastedilen bir şeyin bütün mümkün dünyalarda doğru olması ise, o takdirde “yarın İstanbul’a gideceğim” gibi bir cümle yarından sonra doğru olmayacağı gibi, dün de doğru olmadığını söylemek yanlış bir akıl yürütme olmayacaktır. [4]
Diğer yandan ezelilik konusundaki farklı anlayışlar, ilahi ön bilgi ve insan hürriyeti konusunda merkezi bir unsur teşkil eder. Genel olarak iki türlü ezelilik anlayışının olduğu varsayılmaktadır.
Bunlardan ilki, Allah Teâlâ’nın tamamen zamanın dışında olduğu, zamansal olaylarla hiçbir şekilde ortak bir paydaya sahip olmadığı, mutlak anlamda ilahi zamansızlık anlayışıdır. Bu anlayışa göre, Allah Teâlâ’nın âlem hakkında ön bilgisinden bahsetmek yerine, bütün zamanı kuşatan ezeli bilgisi söz konusu edilebilir. Mutlak anlamda zaman dışı ezeliliğin savunulmasının temel nedeni olarak, Allah Teâlâ’nın zamanla herhangi bir ilişkisinin olmadığı varsayılmak suretiyle, mutlak anlamda Allah Teâlâ’nın basitliğinin ve değişmezliğinin korunmak istenmesinden kaynaklandığını söyleyebilir. Bu bakış açısına yöneltilen en temel itiraz olarak, tamamen zamanın dışında telakki edilen bir varlığın, zamanın içindeki olguları zamansal olarak bilemeyeceğinden, her şeyi bilen olma temel niteliğini muhafaza edemeyeceği konusundadır. Dolayısıyla, Allah Teâlâ hakkında ifade edilmiş olan bütün sıfatlar nihayetinde Allah Teâlâ’nın zatına irca edilerek, varlığıyla özdeş kabul edilir. Allah Teâlâ’nın sıfatlarından bahsetmek, bu sıfatların Allah Teâlâ’nın varlığından ayrı niteliklere sahip olduğu anlamına gelmez. Bunlar sadece dilsel ifadeler olup, metaforik [5] anlama sahiptirler.
Diğer bir ezelilik yaklaşımı olarak da Allah Teâlâ’nın insanla aynı zamansal çerçevede var olduğunu söyleyebiliriz. Buna göre Allah Teâlâ’nın ezeli olması bütün zamanlarda var olması anlamına gelir. Bu anlayışa göre Allah Teâlâ zamanlı olarak ezelidir (everlastingly), o daima var olmuştur şu anda vardır ve var olacaktır. Bu anlayış Allah Teâlâ’nın basitliğini ve değişmezliğini genelde farklı bir şekilde yorumlamaktadır. Allah Teâlâ’nın basit olması demek, Onda her hangi bileşik bir unsurun bulunmamasına karşın, Allah Teâlâ’nın sıfatlarının zatına irca edilmesi de mümkün görünmemektedir. Allah Teâlâ’nın sıfatları sadece dilsel ifadeler olmayıp, Allah Teâlâ’nın zatından ayrı bir anlam ve işlevleri vardır. Bununla birlikte Allah Teâlâ’nın zatından ayrı olarak telakki edilen bu sıfatların zamanla olan ilişkisi Allah Teâlâ’nın zatında her hangi bir değişikliğe neden olmamaktadır. Sadece özsel olmayan bir değişikliğe neden olmaktadır ki, bu sayede Allah Teâlâ’nın özsel olarak basitliği, değişmezliği ve mükemmelliği korunmuş olmaktadır. ] [6]
Sonuç olarak [İnsanın özgür olup olmadığı tarihin ilk çağlarından beri cevaplandırılmaya çalışılan bir sorudur.
“İNSAN DETERMİNİST BİR DÜNYADA MI YAŞAMAKTADIR YOKSA, FİİLLERİNİ ÖZGÜR BİR ŞEKİLDE Mİ YAPMAKTADIR?”
Bu soruya cevap vermek, meseleye teizmin temel varsayımları girince daha da zor bir hal almaktadır.
Mükemmel varlık teolojisi Allah Teâlâ’nın kudretinde ve bilgisinde her hangi bir eksiklik görmez. Dolayısıyla Allah Teâlâ kendisinin dışındaki varlıkların yaratıcısı olduğundan dolayı, onlar hakkında tam ve eksiksiz bir bilgiye sahiptir. Allah Teâlâ’nın insanın fiillerini o fiiller meydana gelmeden önce bilmesi teizmin en temel varsayımıdır. Bu yüzden buradaki en temel soru,
“ALLAH TEÂLÂ’NIN BİLGİSİNİN NEDENSEL KARAKTERİ VASITASIYLA ÖNCEDEN BİLDİĞİ İNSAN EYLEMLERİNİ ZORUNLU KILIP KILMADIĞIDIR.”
Mutlak anlamda mükemmel bir Allah Teâlâ’nın bilgisinde herhangi bir eksiklik kabul edilemeyeceğinden dolayı, zamanda meydana gelen olayların Allah Teâlâ tarafından nasıl bilindiği, bu anlayışın temel sorunlarından birisidir. Zamansal olguların zamansız bir şekilde ifade edilmesi Allah Teâlâ’nın mutlak anlamda değişmez bir varlık olması düşüncesiyle tutarlı olmakla birlikte, Allah Teâlâ’nın mutlak anlamda her şeyi bilen olmasının savunulması, bazı sıkıntılar doğurmaktadır.
Özgür iradeli yaratılmış insan açısından temel sorun, Allah Teâlâ’nın hem özgür irade sahibi olarak yaratıp hem de onun daima doğru yapmasını sağlaması mümkün olup olmadığı sorusunda düğümlenmiş görünmektedir.
Bu nedenle, ilahi ön bilgi ve insan hürriyeti problemine farklı bakış açıları bulunmaktadır. Bu farklı bakış açılarının her birisinin diğerine göre daha rasyonel ve tutarlı olduğu noktalar mevcuttur.
İnsan, Allah Teâlâ’nın mutlak anlamda inayetini ve insanın özgür iradesini bir arada ön gören bakış açısıyla, teizmin temel varsayımları ile yalnız Allah Teâlâ’ya bırakan bakış arasında sürekli gidip gelmektedir.  ][7]


[1] Kaderciliğin
[2] Sonuç çıkarma, anlam, sonuç
[3] De dicto “önerme ile ilgili” anlamında olup de re “şeyle ilgili” anlamındadır. De dicto zorunluluk önermeye atfedilen bir zorunluluk iken de re zorunluluk şeye atfedilen bir zorunluluktur. Buna örnek olarak Stephen Hawking’in 2 sayısını düşündüğünü varsayalım. 2 sayısı özsel olarak veya zorunlu olarak çift sayıdır. Böylece şu de re önerme doğru olmuş olacaktır; “Stephen Hawking’in hakkında düşünmüş olduğu şey zorunlu olarak çift sayıdır”. Fakat bunun aksine “Zorunlu olarak, Stephen Hawking’in düşünmüş olduğu şey çift sayıdır” yanlış olmuş olacaktır. Çünkü Stephen Hawking’in 2’nin çift sayı olduğunu düşünmesi zorunlu değildir, başka şey de düşünebilirdi. bkz. Michael J. Loux, Metaphysics, Routledge, London,1998, s. 173–174
[4] Konuyla ilgili olarak üç türlü zorunluluktan bahsedebiliriz;
Mutlak anlamda/metafiziksel zorunluluk: bütün mümkün dünyalarda zorunlu olan, bir mümkün dünyadan öbürüne göre değişmeyen zorunluluktur. 
Arızi/geçici/zamansal zorunluluk: Mutlak anlamda zorunluluğun aksine arızi zorunluluk, geçici zorunluluk da diyebiliriz, bir şekilde zamanla kayıtlı bir zorunluluktur. Belli bir zamanda doğru olmasına karşın ondan önce doğru olmadığı için mutlak anlamda zorunlu olamaz, diğer bir ifadeyle bütün mümkün dünyalarda zorunlu değildir.
Nedensel zorunluluk: Bir sonucun meydana gelmesi için nedenin şart olmasını gerektirir. Sonuç, neden ön şartı olmaksızın meydana gelmez. Bu yüzden nedenle sonuç arasında zorunlu bir ilişkinin var olduğundan söz edilebilir.
[5] Mecazi
[6] (YAVUZ, 2006),s.1-9
[7] (YAVUZ, 2006), s. 175-182
KAYNAKÇA
YAVUZ Zikri İnsan Hürriyeti Açısından Tanrı’nın Ön Bilgisi [Kitap]. - Ankara : Ankara Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Felsefe Ve Din Bilimleri (Din Felsefesi) Ana Bilim Dalı Doktora Tezi-191407 , 2006.

HAREKET İNSANI OLMAK


 Gündemi sürekli değişen bir ülkede yaşıyor olmak bizim için büyük bir lutuf olduğunu bilmemiz gerekir. Sürekli yeni bir şeylerin olması için gayret gösterilmesinin kaçınılmaz sonucu sürekli akan su gibi içini temizler. Sonuçta ise istenilen bir şeye doğru gidildiği görülür. Çünkü hedefe varmak için gayret etmek gerekir. Hedefe varanlarda gayret edenler içinden çıkmıştır.
“Hareket önce sahibi olan insandan başlar, sonsuz imkânlarla yüklü kâinata çevrilir. Hareketin safhalarını meydana getirir. Hedefi sonsuzluktur. Meyvesini sonsuzlukta verir.” [1]
Buna göre
“İnsanın cevheri olan hareket sonsuzluğa bir çağrı ve yankısıdır. Oradan yani Allah Teâlâ’dan gelir, yine ona gider.” [2]  
Durmak kötülüktür.[3]
“Her hareket sonra yeniden doğmaktır; bir yolun sonunda yeni bir yola girmektir.” [4]
“Hareketin bulunmadığı yerde Allah Teâlâ yoktur. O, nerede görülürse Allah Teâlâ oradadır.” [5]
[Maurice Blondel’in hareket felsefesini ülkemizde temsil eden Nurettin Topçu’ya göre, âlem üç şeyin bütünüdür:
Varlık, düşünce ve hareket.
Varlık, hareket noktası;
Düşünce, kılavuz ve iş;
Hareket ise, hayatın amacıdır.
Hareketsiz yaşanamaz. Düşünce bile varlığın dışına çıkmayarak bizzat kendi üzerine katlanan içsel bir hareketten başka bir şey değildir. Bu hedef içerisinde hareket, kendi kendini ortaya koyar ve kendi halini kendinde bulur. Bu süreçte hareket, “kendi halini, kendisini yaşayan insana uzattığı ışıkla, onda doğurduğu sonuç ve ıstırap egzersizleriyle ve yine insan iradesine sunduğu zaruretlerle ortaya koymaktadır.”
 Nurettin Topçu Beyefendinin dilinden düşürmediği
[Kant’ın “iki büyük evren beni kendine hayran bırakıyor: Üstümdeki yıldızlı evren ve içimdeki vicdan” anlayışı içerisinde hareketin içinde bulunmak gerekir. Yine onun Mevlana dolayısıyla söylediği bir söz vardır:
“Büyük mezarlar üstünde büyük vatanlar vardır. Büyük ölüleri olmayan milletler, ebedi olamazlar.”
Bu sözü ışığında baktığımızda gerçekten bu millet Yunus’ları, Mevlana’ları, Akif’leri, Topçu’ları sayesinde var olmaktadır, diyebiliriz.][6]
Devletini milletini seven kimselerin özelliği olan “hareket düşüncesi” üzüntüleriyle beraber kalıcı eserler bıraktığı muhakkaktır.


[1] (TOPÇU Nurettin, 1999), s.19.
[2] A. O. Gündoğan, “Topçu ve Hareket Felsefesi”, Hece, Sayı: 109 (Özel Sayı: 11), Ocak 2006, s.20.
[3] (TOPÇU, 1995), s.26.
[4] (TOPÇU, 1995), s.62.
[5] M. Blondel, “Hareket Felsefesi”, (Özet Çeviri: Nurettin Topçu), Hareket, Sayı: 1, Şubat 1939, s.28.
[6] Hüseyin AYDOĞDU, Ahlâk Filozofu Ve “Hareket” Adamı Olarak Nurettin Topçu, Atatürk Üniversitesi İlahiyat Fakültesi, Türk-İslam Düşünce Tarihinde Erzurum Sempozyumu, s. 637-655
KAYNAKÇA
TOPÇU Nurettin Hazırlayanlar: Ezel Erverdi-Ismail Kara Yarınki Türkiye [Kitap]. - İstanbul : Dergâh Yayınları, 1999.
TOPÇU Nurettin: trc: Mustafa Kök-Musa Doğan İsyan Ahlâkı —Conformisme et Revolte [Kitap]. - İstanbul : Dergah Yayınları, 1995.


BU İNSAN NEYİ İSTİYOR?


Dermân arardım derdime derdim bana dermân imiş,
Bürhân sorardım aslıma aslım bana bürhân imiş. 
Sağ u solum gözler idim dost yüzünü görsem deyü,
Ben taşrada arar idim ol cân içinde cân imiş. 
Öyle sanırdım ayriyem dost gayrıdır ben gayriyem,
Benden görüp işiteni bildim ki ol cânân imiş. 
Savm u sâlât u hac ile sanma biter zâhid işin,
İnsân-ı Kâmil olmaya lâzım olan irfân imiş
Kande gelir yolun senin ya kande varır menzilin,
Nerden gelip gittiğini anlamayan hayvân imiş. 
Mürşid gerektir bildire Hakk’ı sana Hakk’al-yakîn,
Mürşidi olmayanların bildikleri gümân imiş. 
Her mürşide dil verme kim yolun sarpa uğratır,
Mürşidi Kâmil olanın gâyet yolu âsân imiş
 Anla hemen bir söz durur yokuş değildir düz durur,
Âlem kamû bir yüz dürür gören anı hayrân imiş. 
İşit Niyâzî’nin sözün bir nesne örtmez Hakk yüzün,
Hakk’dan ayân bir nesne yok gözsüzlere pinhân imiş
Niyâzî-i Mısrî kaddese’llâhü sırrahu’l azîz

Hayatta birçok dileklerimiz mevcut olmakla birlikte yine bütün gayretimiz bunların gerçekleşmesi içindir. İsteklerimizin sevkiyle başlayan bu arayışı, çok az kimse neticelendirebilmektedir. İç dünyamız sonsuz boşluklarla delik deşik olurken, karamsarlık bütün benliğimizi sarmaktadır.
Cemil Meriç’in “Her aydınlığı yangın sanıp söndürmeğe koşan zavallı insanlarım: Karanlığa öyle alışmışsınız ki yıldızlar bile rahatsız ediyor sizi!” özlü sözünde olduğu gibi; düşüncelerimizden ve hareketlerimizden hayallerimiz bir ışık gibi sızarken, toplumda var olabilmenin zorluğuyla yıpranan ve bunalanlarımız vardır. 
Bu durum bazen Allah Teâlâ’ya dahi uzanabilen bir süreçle, topyekûn bir küskünlük oluşturarak inançları sarsmakta ve kuvvetli olan tüm duygularımızı parçalayarak bizleri kendi gerçekliğimizden uzaklaştırmaktadır.
Hedefe vararak durulmanın tek çaresi hayatımızın çalkantılı geçmesi midir? Fakat aslında tüm bunlar bizim yazılı olan kaderimizden başka bir şey de değildir.
İlim sahibi olmanın bir had safhasının bulunmayışı gibi kişinin mal varlığının çokluğu da yine dünyayı tümüyle kucaklamasını sağlayamaz. 
Sahip olmanın bir sınırı olmadığına göre bu sonsuz isteklerin çaresi nedir?
Gelgitler içinde sapıtmak bir çaremidir?
Eğer çare ise daha çok istemenin dizginlenemeyen vahşi atları neden meraya salınıyor?
Acaba insanın asıl amacı sonsuzu bilmek midir?
İnsanlar öğrenmek, bulmak ya da kavuşmak isteseler de ne garip tecellidir ki ulaşılan hiçbir şey, tüm eylemlerinin tetikleyicisi olan boşlukları dolduramaz. Birçok sanat dalında bu durumun farklı şekillerde ifadelerini görmek mümkündür. Aşağıdaki şarkı sözü yine en basit şekliyle bu durumu ifade etmektedir:
Hiç aç susuz yaşamadım ki
Hiç parasız pulsuz kalmadım ki
Hiç aşksız sevgisiz olmadım ki
Neden neye kime bu özlem
Peki, o zaman insanın aradığı nedir?
Tüm bu sorular Dostoyevski’nin bir kahramanının sorusunu getiriyor akla; “Dünyaya gönderiliş sebebim varlığımın bir hiçten ibaret olduğunu anlamam için midir?” Yine aynı kahraman; “İnsan hedefe varmayı değil, hedefe giden yolları sever” demektedir.
İşte bu noktada insanın, kendisini asıl olan gerçekliğe yükseltecek uyarıcılara ihtiyacı baş göstermektedir. Bedenindeki duygular büyük fırtınaların dalgaları ile çarpışırken insanın bunu görebilmesi ya da fark edebilmesi çok zordur. Bu nedenle insan bilmek ve bilinmek için, eserler üretmeye başlar. Sarsılmış benliği onu yiyip bitirirken kendine yön veremez ve yerinde duramaz hale gelmiştir. Duygu ve düşünceleri ruhunun derinliklerinden aklın ekranına sızarken artık o bir kurtarıcı aramaktadır. Bu noktada yine kendine ve kendinde var olan ışığa yönelecektir. Bu ışık onun düşünceleri, fiilleri ve eserleri olacak, kaybolmuş benliğini bulmak için çektiği acılar bir nebze de olsa son bulacaktır. Artık eserleri onun aynası olmuştur.[1] Bir şairin aşağıdaki şiirinde belirttiği gibi:

BOZGUN
Bir kez daha denedim yalnızlığımı,
İçimin kopmayan ipinde sallandım,
Ürküttüm bulut kuşlarını gökyüzünün,
Sonsuzun çizgisiyle sınırlandım;
Bir gün çaresizlik içinde kalmışken
Hiçlik ordularımı çoğalttım kendimden,
Geçtim ölüm bataklığını hıncımla kurutarak,
Köprüler kurdum umutsuzluğumun putrellerinden.
Ben zamanı müthiş gücümle durdurarak
Kurdum sessizliğin duran saatlerini,
Bir gün her yanımdan kuşatılmışken
Bir kez daha denedim kendime tutunmayı;
Öyle genişlettim ki denizlerimi
Ben koydum yerli yerine adalarımı
Ve öğrendim kıyışız, limansız yaşamayı.
Sedat Umran

 

Sonuç olarak diyebiliriz ki; insanın, dağların taşımaktan kaçındığı emaneti yüklenmek için istekli olması, “nefahtü” [2] remzinden aldığı güçle ilâhî mertebelerin sonuna kavuşmak iştiyakı açıklanamazdı. Çünkü dünyanın insanı doyuracak kapasitesi olmadığı gibi aradığını bulamayanın çekeceği ıztırap gerçekten çok zordur. İsteklerimiz iç dünyamızı parçalayan birer mihrak olduğu gibi hepsine kavuşmakta mümkün değildir. Bir yerden sonra durulamayan insanın ölmesi iyilik gibidir. Binlercemiz bu yanılsamalar girdabında boğulmaktayız. İnsan her kavuşmadan sonra sıkıntıya düşer ve her bitiş onun yeniden bir arayışa düşeceğinin habercisidir. İnsanın doğası gereği bu hep böyle sürüp gidecektir. Bu nedenle Allah Teâlâ insanın durağan olamayacağını şu şekilde izah etmektedir.
“Onlar inanmışlar, kalpleri Allah'ı anmakla huzura kavuşmuştur. Dikkat edin, kalpler ancak Allah'ı anmakla huzura kavuşur.” [3]
Asıl olan, iç dünyamızdaki bu karmaşanın nasıl çözülebileceği meselesidir. Görünen o ki, Allah Teâlâ’nın yardımından başka bu noktada bir çözüm de mümkün değildir.
“Seni şaşırmış bulup, doğru yola eriştirmedi mi?” [4]


[1] [Sigmund Freud’un psikanaliz teorisi sanatçının kişiliğini ve sanat eseri arasında ilişki kurarken bilinçaltıyla ilgili olarak eserindeki kişilerin psikolojisini, bilinçaltı dünyasına yakınlaştırmaktadır. Freud, sanatçının kişiliğine bakarak eseri hakkında bazı çıkarımlara varır. Moran onun kuramını şöyle özetlemektedir.
 “ İnsanların bir takım istekleri ve etkileri vardır fakat toplum içinde yaşadıklarından dış gerçekliğe uymak zorunluluğu duyar ve bu isteklerini serbestçe tatmin etmez, aksine bunları bastırmaya, örtmeye bakarlar. Fakat ister cinsel alanda ister başka bir alanda olsun bu isteklerden vazgeçmek çok zordur. Bundan ötürü insan gerçek hayatta kavuşamadığı bu zevkleri hayal kurma yoluyla elde etmeye çalışır. Böylece gerçeklik ilkesinin sözünü geçiremediği bir hayal dünyasında insan en gizli arzularını tatmin eder. Çoğunlukla cinsel ya da kendini başarılı, kuvvetli ve yüksek görmekle ilgili isteklerdir. Bu hayal kurma eğilimi aşırı kaçar, normal sınırlarını aşarsa ruh hastalığı için ortam hazırlanmış demektir. Freud’un sanat kuramında bu hayal kurma eylemi ile sanatçının yakın ilişkisi vardır. Sanatçıda bir ruh hastasına yakın sayılır. Oda gerçek dünyada tatmin edemediği isteklerle doludur”] AKTÜCCAR Oylum, T.C. Yeditepe Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü İsa Portrelerinin İncelenmesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Plastik Sanatlar Yüksek Lisans Tezi, İstanbul, 2007, s.6
[2] Allah Teâlâ, “nefesü’r-Rahman” olarak bilinen ve kâinatın varlığını sürekli muhafaza eden “ilâhî nefes alma” vasıtasıyla mahlûkatı yaratır. Âleme hakikati cihetinden, rahmanın nefesi olması cihetinden bakıldığında o, ancak Allah Teâlâ’dır denilir, diğer taraftan âleme bu ilâhî nefeste şekillenmiş suretler olması cihetinden bakıldığında ise o, mahlûkattır denilir.
[3] Râd, 28
[4] Duha, 4

Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.

Benzer Yazılar

Yorumlar