İNSAN VE DİN BAĞLAMI
“MÜMİNLER ANCAK KARDEŞTİR.”
“Ey insanlar! Biz sizi bir erkek ve bir dişiden yarattık ve tanışıp
kaynaşasınız diye sizi milletler ve kabilelere ayırdık. Şüphesiz Allah katında
en üstününüz, takva yönünden en ileride olanınızdır. Allah her şeyi bilen ve
her şeyden haberdar olandır.” [1]
Allah Teâlâ insanları bir ana ve babadan yaratsa da ancak iman edince
kardeşlik duygularına sahip olabildiklerini haber vererek “Müminler ancak
kardeştir.”[2] buyurmuştur.
Buradan iman konusunu daha geniş düşünürsek idealize olmuş duygu, hedef, inanç,
ideoloji, vb. hakkında insanların birleştiği hususta ittifak etmeleriyle kardeş
oluyorlar demektir. Öyle ise kardeşlik iman ile kazanılan bir husustur. Bu
nedenle paylaştıkları ortak şeye inanmayanlar ne olursa olsun muhakkak
birbirlerini incitirler ve savaşırlar. Bazen bu incitmeyi kabul ettiği inancına
istinaden yapar ki, bu da onu hiçbir şekilde rahatsız etmez. Tarih bu yönde
birçok olaya şahit olmuştur. Burada bizim üzerinde duracağımız bir kısım mevzu
milleti oluşturan kriterlerin başında gelen ve kardeşliğe zarar veren asabiyet
(kendi kavmini üstün görme zihniyeti) probleminin zararlarını hatırlatmak
olacaktır. Allah Teâlâ buyurdu ki;
“Ey insanlar! Biz sizi bir erkek ve bir
dişiden yarattık ve sizi tanışıp kaynaşasınız diye milletlere ve kabilelere
ayırdık. Allah katında en üstün olanınız, en çok takva sahibi olanınızdır.
Şüphesiz Allah her şeyi bilen ve her şeyden haberdar olandır.”[3]
“Onlara de ki; eğer babalarınız,
oğullarınız, kardeşleriniz, kadınlarınız, akrabalarınız, kabileniz, elde
ettiğiniz mallar, kesada uğramasından korktuğunuz ticaret, hoşlandığınız evler
ve meskenler, size Allah ve Resulünden ve Allah yolunda cihaddan daha sevimli
ise, artık Allah'ın emri gelinceye kadar bekleyin. Allah böyle fasıklar
topluluğuna hidayet nasip etmez.” [4]
İslâm’la şereflenmiş insanların bu ayetleri
bilmemeleri imkânsızdır. Ancak birbirlerine buğz eden kan dökenlerin imanî
konudaki “mümin” sıfatının kâmil olarak tecelli etmediği veya bu sıfatın ihtiva
ettiği alanların hangi şeyleri kapsadığını bilmediklerini anlamaktayız.
Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem kardeş
olan müminleri şu şekilde açıklamıştır.
“Sizin bu nesepleriniz size başkalarına
hakaret etme hakkı vermez. Hepiniz Âdem’in çocuklarısınız. Bir ölçek içindeki
buğday taneleri gibi birbirinize eşitsiniz. Hiç kimsenin başkasına dindarlık ve
salih amel dışında bir üstünlüğü söz konusu olamaz. Bir kimsenin kötü olması
için fena huylu ve sözlü, cimri ve korkak olması yeter.” [5]
Bu hadise göre imanın mümin vasfına çıktığı
derecede asabiyet duygusu ile karışık olmaması gerekir. “Zalim de olsa
mazlum da olsa soydaşın ve kandaşın olan kişinin yardımına koş!” cahiliye
zihniyeti ile hareket eden hakkında Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem
buyurdu ki;
“Asabiyet davasına kalkışan bizden değildir.
Asabiyet uğruna savaşan ve bu uğurda ölen de bizden değildir.” [6]
Bu sebeple işareti mümin vasfında bu halin
olmamasını iktiza eder. Allah Teâlâ’ya sığınırız.
Aşağıda anlatacağımız olay ise bu durumun
açık örneğidir.
“Katâde’den (v. 117/744) rivayet edildiğine
göre Sa’d b. Ebî Vakkâs radiyallâhü anh ile Selmân-ı Fârisî radiyallâhü anh
arasında bir kırgınlık olmuş. Hz. Sa’d Hz. Selmân’a (onu küçük düşürmek
maksadıyla)
“Nesebini söylesene” demiş. Hz. Selmân
“Bildiğim kadarıyla İslam’da bir nesep sahibi
değilim. Ama ben İslam oğlu Selmân’ım”
der. Bu durum Hz. Ömer’in kulağına gidince Hz. Sa’d’ın bu hareketine canı
sıkılır ve ona çıkışarak söyle der:
“Bütün Kureyş bilir ki babam Hattâb cahiliye
döneminde onların en şereflisiydi. Durum böyle iken ben yine de İslam oğlu
Selmân’ın kardeşi İslam oğlu Ömer’im. Kendini cahiliye dönemindeki dokuz
atasına nispet eden kişinin onların onuncusu olarak cehennemlik olduğunu
duymadın mı?” [7]
Hz. Ömer radiyallâhü anh son cümlesiyle
Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellemin şu hadisine işaret etmektedir.
“Kim kendini kâfir olan atalarından dokuzuna
nispet ederek izzet ve şeref sahibi olmayı isterse (bilsin ki) onların onuncusu
olarak cehenneme girecektir.” [8]
Sonuç olarak diyebiliriz ki, kardeş olanlar
mümindir ve cennete girecektir. Öyle ise mümin olanın asabiyet diye
bir davası yoktur. Allah Teâlâ’nın bizleri razı olmadığı asabiyet davasından
muhafaza etmesini, devletimize beka ve izzet vermesi için dua ve niyaz ederiz.
Ayrıca Allah Teâlâ'nın aşağıda gelen
ayeti kerimeler de haber verdiği şu sırları da düşününce farklı başka
boyutların olduğunu görülmektedir. Bu konuda biraz da düşünelim.
“Onlardan sonra gelenler: “Rabbimiz! Bizi ve
bizden önce inanmış olan kardeşlerimizi bağışla; kalbimizde müminlere karşı kin
bırakma; Rabbimiz! Şüphesiz Sen şefkatlisin, merhametlisin” derler.”[9]
“(Cennette) onların altlarından ırmaklar
akarken, kalplerinde kinden ne varsa hepsini çıkarıp atarız. Ve onlar derler
ki: “Hidayetiyle bizi (bu nimete) kavuşturan Allah'a hamdolsun! Allah bizi
doğru yola iletmeseydi kendiliğimizden doğru yolu bulacak değildik. Hakikaten
Rabbimizin elçileri gerçeği getirmişler.” Onlara: İşte size cennet; yapmış
olduğunuz iyi amellere karşılık ona vâris kılındınız diye seslenilir.” [10]
FAKİRLİK DÜŞÜNCESİ
Dünyanın, günah işlenmesindeki hissesi
oldukça açık ve belirgindir.
Güzelliklerdeki ki hazzı ise, gizli ve
belirsizdir.
Gizli olan dünya hazzının tedavisi, elbette
ki daha zordur.
Onun için “insanoğlu aldanma” diye sürekli
uyarılmıştır. “Aldanma” ‘ dan maksat gönlünden çıkar demektir. Çünkü
gönle almak hem iyiliğe hem de kötülüğe sebep olan işlerdendir. Gönül aslına
hicret etmelidir. Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem buyurdu ki;
“Muhacir Allah'ın nehyettiği şeylerden
uzaklaşan kimsedir” [11] Eğer bir kişi dünyadan kendini koruyamaz
ise, onun aldatıcılığı karşısında, Allah Teâlâ’dan da bir şekilde uzaklaşmasına
sebep olur.
Dünyanın hilesinin çokluğu, onun bünyesinde
barındırdığı kuvvetten ileri gelmektedir. Bu kuvvet ise gizlenmiş perdeler
arkasında duran, çok kıymetli hazineler gibidir. Ancak buna birçok kimsenin
aldanması kaçınılmaz olduğundan, bu aldatıcılıktan hep kaçınılıp terk edilmesi
tavsiye edilmiştir. Bizim ise burada bilmemiz gereken bir hususu, Mevlana
kaddese’llâhü sırrahu’l azîz şu şekilde açıklamaktadır:
Bir gün Sultan Veled, kardeşi Çelebi Emîr
Âlim ve arkadaşlardan bir toplulukla Mevlânâ kaddese’llâhü sırrahu’l-azizin
huzurunda oturmuştu. Tam o sırada İslâm sultanı bir kese altın gönderdi ve
onunla Mevlânâ hazretlerinden kendisine inayet ve duada bulunmasını rica etti.
O zamanda Çelebi Emîr Âlim sultanın sevilen bir dostu ve hazinedarı idi.
Mevlânâ:
“Ey dostlar! En büyük isim (ism-i âzam) hangisidir?” diye
sordu. Hepsi baş koyup:
“Bunun cevabını Hüdavendigâr buyursun” dediler. Bunun üzerine Mevlânâ kaddese’llâhü
sırrahu’l-aziz:
“En büyük isim (ism-i âzam) bu altın ve gümüştür. O
insanı hem Hakk’a ulaştırır, hem de bâtılı süsler; çünkü bu olmadan ne dünya
bayındır, ne de ahiret ehli şâd olur” buyurdu. Nitekim Sultan Veled
hazretleri buyurmuştur.
Şiir:
“insanların sevinci dünyanın bütün hoşlukları
altın ve gümüşlerdir.
Şunu unutmayalım ki, dünyanın altını, gümüşü
ya da parası sayesinde kavuşulan nimetleri görmezlikten gelemeyiz. Bu sebeple,
hayatımızın maneviyatını düşünürken, maddiyatını arka plana atanlar, sonunda
fakirliğin fitnesine düşerler. Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellemin
buyurduğu “fakirlik neredeyse küfür olayazdı” hadisi zayıf olsa da bu
gerçeği dile getiriyor.
Fakirlik edebiyatı yada fakirlik kültürü
tasavvufun temel konularındandır. Fakat, bugün bu edebiyatı yapanların, bunu
sömürü aracı için kullandıklarını rahatlıkla söyleyebiliriz. Zamanında,
cennetten tuğla siparişi verip, kişilerin duygularını istismar edenler, kendi
kâşanelerde bir tarafta otururlarken, o temiz insanların duygularını istismar
edenlerin, bir gün hesap vereceği muhakkaktır. Ancak, erteye kalmış hesapta
hiçbir zaman bir kâr yoktur. Fakirlik edebiyatı yapanların bolca bulundukları
zamanımızda, onların yaşayışlarına bir bakın, çok büyük bir ihtimalle insanları
aldattıklarını muhakkak göreceksiniz.
Sonuç olarak söyleyebiliriz ki, zamanımızda
fakirlik ile ulaşılacak hiçbir mefhum ve ideal kalmamış gibidir. Bunun içine,
dini hayatta dâhildir. Onun için hepimiz biraz ayık olalım.
ÇARESİZLİKTEN KURTULUŞTA MANEVİYAT İLİŞKİSİ
Mükemmellik,
mükemmel, kusursuz, dört dörtlük çok sık duyduğumuz, kullandığımız ama çoğu zaman
da gerçek anlamı üzerinde pek düşünmediğimiz kelimelerdir. Hep daha iyisini
yapmak, sürekli kendimizi geliştirmek için çabalamaktır.
Tüm bu
düşünce hataları ve katı kurallar sonucunda da birtakım olumsuz durumlarla
karşı karşıya kalmaktayız. Buna da çaresizlik denir. Mükemmel olmak
isterken çaresizlik içinde kalmakla yıkıma uğrayan insan geleceğin de kayıplara
karışır gider. Dünyaya gelmiş mi, gelmemiş mi bir önemi kalmamış ve çaresizliği
tatmaya başlamıştır.
[Çaresizlik,
insan yaşamını etkileyen önemli değişkenlerden birisidir. Eğer bu öğrenilmiş
çaresizlik olursa, bir davranış ile bu geçmişinin sonucu arasında bir
gelecek olmadığını öğrenmesi sonucunda, bireyin benzer durumlarda gereken
davranışı gösterememesidir.
Öğrenilmiş
çaresizlikte, geçmişte davranışta bulunurken yaptığı davranışın sonucunu
kontrol edemediğini öğrendiği zaman, başka bir durumda olayın sonucunu kontrol
edebileceği halde bir başarısızlık beklentisine ve davranışlarıyla geleceği
kontrol edebileceği durumlarda bile başarmak için gereken davranışları
göstermemesine neden olabilmektedir.
Geçmişlerin
yaşantıları sonucunda öğrendiği bu başarısızlık veya kendi davranışının
sonucunu kontrol edememe beklentisi, toplumun yaşamının birçok alanında
başarısızlıklara yol açabilir. Geleceği kontrol edilebilecek durumlarda bile
ortaya çıkan başarısızlık beklentisi kavranılmış bir hata olarak
değerlendirilmektedir. Bu nedenle öğrenilmiş çaresizlik değişkeni özellikle
toplumların başarılarıyla yakından ilişkili gibi görünmektedir. Genel olarak, insanlar
başarılarından kendilerine pay çıkarma, ama başarısızlıkları için diğer
insanları ve durum faktörlerini suçlama eğilimindedirler. ][13]
Çaresizlik
belirtileri geçiren ve bunun sonucunda çaresiz davranış örneğini
oluşturan geçmiş en belirgin özelliği olarak, gelecek için belli bir işi
başarmak için gereken çaba gösterme davranışında belirgin bir azalmaya yönelmek
zorunda kalır. Bu durumda çaresizlik yaşantısının sonucunda geliştirilen “başarısızlık
beklentisi”nin bireyin davranışlarına yansıması olarak ele alınabilir.
Bahsedilen bu durum tabiatın sürekli hareket halinde olmasını gerektirmiştir.
Bu nedenle Allah Teâlâ kullarını sürekli kabz - bast (sıkıntı- ferah) halinde
tutarak çaresizlik sendromuna düşmesine engel olmaktadır. Bunu açıklayacak bir
misal verecek olursak, çaresiz bir hastalığa düşmüş bir hastanın göreceği bir
rüya onun bütün duygularını değiştirip ölüme hazırlamasıdır. Çaresizliğinin
farkına varmış olmasına rağmen onu etkileyen sanal bilgi birden onu kuvvetli
yaparak bir üst seviyeye çıkışına sebep olur. Çok şey birden değişmiş
olur.
Çaresizliğin
mükemmelliğe çıkışında en büyük etken inancın kuvvetlenmesidir. Bu etkide ancak
dışarıdan gelmektedir. Bunu hiçbir şekilde insan içinde üretemez. Eğer insan bu
yeterliliğe sahip olabilseydi Allah Teâlâ uyarıcı şahsiyetleri göndermezdi.
İnsan yaratılış olarak çok kuvvetli olmasına rağmen iç dünyasında bir dayanağa
hep ihtiyaç duyduğu kesindir. Bu bilgiyi bazen vahiy, bazen rüya, bazen telkin
olarak görmekteyiz. En bariz misallerden birini verecek olursak Mustafa Kemal
Atatürk’ün Kurtuluş Savaşı öncesi yaşadığı bir hadisedir.
[“Kurtuluş
Savaşı yıllarında gösterdiği üstün hizmetleri ile Ankara’nın dikkatini çeken
Şeyh Şerâfeddin [14] ile Gazi
Mustafa Kemal arasındaki ilişki, Atatürk’ün Yalova’daki yaz çalışmaları
döneminde yaptığı davet ve istişarelerle karşılıklı saygı ve seviyeli sohbetler
çerçevesinde halinde Şeyh Şerâfeddin’in vefatına kadar devam etmiştir. Bu
ilişkinin ilk belgeli verileri, yine Ali Usta’nın tanıklığı ile tarihe
geçmiştir. O günlerde sürekli Şeyh Şerâfeddin’in yanında olan Ali Usta, mürşidi
ile Kuvvay-i Milliye’nin “Gazi Paşa” sının istişareleri hakkında çok önemli
bilgiler vermektedir:
“ -Yunan
işgalcilerin, Bursa'yı zapt ettiği günlerde Mustafa Kemal Paşa tarafından
Hasan Bey isminde kalpaklı bir adam geldi ve bana:
“-Beni
Mustafa Kemal gönderdi; Şeyh Efendi'ye ilet…” dedi. Ben
bu arzuyu Şeyh Şerâfeddin’e naklettim. Şeyh Efendi bana:
“-Ali
Usta! Sen de ona söyle. İstanbul'dan düşmanı def’edinceye kadar elimizden gelen
gayreti göstereceğiz ve düşmanı temizleyeceğiz. Biz de O’na yardım edeceğiz…”
buyurdular. Ben de Şeyh Şerâfeddin’in bu sözlerini Hasan Bey'e naklettim.
“ Mustafa
Kemal’in kuryesi Hasan Bey’in bu müjdeyi Ankara’daki Mustafa Kemal’e iletmiş
olmalı ki Şeyh Şerâfeddin Dağıstanî, istişare için Ankara’ya davet
edilir. Ali Usta o günleri şöyle dile getirmektedir:
“Büyük
Taarruz daha başlamamıştı. O vakit Şeyh Efendi'yi Ankara'dan çağırdılar. Şeyh
Efendi iki-üç gün sonra Ankara'dan döndüğünde O’na:
“-
Hazret ne için çağırdılar, haberler nasıl?” diye
sordum. Şeyh Efendi bana:
“-
Ali Usta, Mustafa Kemal bana "Nasıl muvaffak olacak mıyız?" diye
sordu. Ben de,
"Evet,
muvaffak olunacaktır. Az bir kan dökülüp İstanbul'u da alacağız" dedim.” diye
cevab verdi.
Yalova’daki
Atatürk köşkünde ve Termal’deki özel mekânında özellikle yaz döneminde
çalışmalarını sürdüren Mustafa Kemal’in zaman zaman Şeyh Şerâfeddin’i davet
ederek görüşlerini ve tesbitlerini dinlediği bilinmektedir. Güneyköy’de
Atatürk’ün özel makam aracı ile özel kalem görevlilerini göndererek Şeyh
Şerâfeddin’i aldırdığını ve sohbetten sonra yine makam aracı ile tekrar köye
bıraktırdığını anlatan yaşlı insanlar hâlâ yaşamaktadır. (Bunlardan birisi olan
Güneyköylü Sıbgatullah Gayret Efendi ile 90 yaşlarında iken bizzat görüşüldü.)”
Atatürk
ile Şeyh Şerâfeddin ilişkisine ve sohbetlerine ilişkin anlatılan rivayetlerden
birisine göre 1936 yılındaki bir görüşmelerinde Şeyh Şerâfeddin Dağıstanî,
kendisinin o yıl içinde vefat edeceğini, Atatürk’ün ise kendisinden 2 yıl sonra
vefat edeceğini bildirmiş ve ömrünün son iki yılında nelere dikkat etmesi
gerektiği konusunda tavsiyelerde bulunmuştur. ][15]
Ey Allah
Teâlâ’m çaresiz kaldığımızda yardımlarının vasıtalarını artır ki, hayatın
karanlık dehlizlerinde boğulup kalmayalım.
“Elbette
güçlükle beraber şüphesiz bir kolaylık vardır.
Gerçekten,
güçlükle beraber bir kolaylık vardır.
Öyleyse,
bir işi bitirince diğerine giriş;
DOĞRU KARAR VE SİYASET NEDİR?
“Bir mucit ilaç bulmuştur. İlaç maliyet
açısından ucuzdur fakat piyasa fiyatı pahalıdır. Bir kişi düşünün hastasını
kurtarmak için ihtiyacı olan ilacı alamayınca hırsızlık yapmıştır. Aslında
hastayı kurtarmak için yapılan hırsızlık mantıklı gibi gelirken sonuçta zarar
veren bir olaydır.”
Bu olay için birçok doğrular vardır.
Kararların olumlu ve olumsuz taraflarını çözerken ilacı alamayan kişi ve
eczacıyı korumak için “hırs” , “fedakârlık”
faktörlerini düşünerek hareket edilmelidir. Yani iki zararın bir zarara
düşmesini sağlamalıdır. İki zarar eczacı ve hasta sahibi ikileminde
oluşandır. Tek zarar ise eczacının hasta sahibine ödeme kolaylığının çarelerini
teklif ederek uzun vadede çözüm üretmesidir. Hastası ölecek birine sabır et
demek, onunla alay etmektir. Çünkü o ilacın kurtaracağı ispatlanmıştır. Bu
nedenle toplum ahlakının yıkıma uğramaması için içtimai yardım kuruluşlarının
asgari düzeyde paylaşımcılıktan ileri seviyeye doğru şuurlandırmak için alt
yapı oluşturulmalıdır.
Asalak insan tipinin ilk çıkışı acizliktir.
Ancak insan fıtratının aceleci olduğunu Allah Teâlâ buyurduğuna göre;
“İnsan iyiliğin gelmesine dua ettiği gibi,
kötülüğün gelmesine de dua eder. Esasen insanoğlu acelecidir.” [17]
“Acelecilik” asalak olmakla bir yerde buluşamaz. Ancak
aciz olduğu fikrine alıştırılan insan kendince yıkıma uğrayınca “beklenti”
yi artırır. O zaman eczacı ilacı vermek mecburiyetindeymiş sorunu çıkar. Ticari
düşünen eczacıyı ahlaki erezyona uğramış durumun düşürmekten çok çözüm
üretmede, karşılıklı anlaşabilme yollarının temel unsurlarını bulmaktır.
Bu anlattığımız durumdan çıkarak, doğru karar
olarak alınabilecek davranışın ne olduğunu görebilmektir. Yoksa “İki yüz eşek kafasından bir insan fikri
çıkmaz.” Veya “Demokrasi insanların tartılacaklarına (insanların
fikirlerine değer verilecek bir sistem) sayıldıkları bir idare şeklidir.”
[18] şekline getirip insanlarla alay edenler
elinde oyuncak olmaktan kurtulmak gerekir. Neyin nerede ne kadar doğru ve
yanlışın neden yanlış olduğu illetini bilmeden “sürü insanı”
olmak bir değer ifade etmemektir. “Üstbenliği” bulmadan
ulaşılacak her sonucun kendi içerisindeki paradoksundan[3] kurtulmanın çarelerini aramalı ve doğrunun ne
olduğunu bulmak için gayret göstermelidir. Mesela siyasetin işleyişindeki karar
mekanizmasının işleyişine göz atalım
[Siyaset alanında siyasi temsil görevine talip
olanların halktan oy almak için verdikleri sözleri tutmamaları, kişisel
menfaatleri doğrultusunda hareket etmeleri, kamu imkânlarını haksız ve hukuksuz
yollarla bir tarafa aktarmaya çalışmaları, hatta bu tür amaçları
gerçekleştirmek için gayr-i meşru çevrelerle iş tutmaları “ahlâk” ve “etik”
tartışmalarını gündeme getirmiştir. Bu nedenle siyasetin insanı erdemli bir
varlık düzeyine yükseltmek amacı güden ahlâk anlayışıyla yıldızının pek barışık
olduğunu söylemek zor olmaktadır.
Birey düzeyinde onaylanmayan pek çok eylem ve
davranışın siyaset alanında “mümkün” olarak görülmesi ve hatta
siyasetin gereği olarak kabul edilip onaylanması imkân dâhilindedir. Çünkü
siyasetin doğası “vazife” kavramı üzerine değil “menfaat”
kavramı üzerinde oturtulmaktadır. Ancak bu siyasetin ahlâk dışı bir alan
olduğu anlamına gelmemelidir. Çünkü insan davranışları, hangi alana yönelik
olursa olsun, temelde ahlâk ve değer bağımlı davranışlardır. Ahlâk çoğu defa
bağımlı değil bağımsız bir değişkendir. Ne var ki siyaset alanında bu
bağımlılığın derecesi gevşemekte ve toplum tarafından da bu durum makul ve
kabul edilebilir olarak görülmektedir. Kişinin kendisi için yaptığı bir
davranışta ahlâkî ilkelerden sapması kabul görmezken bunun “kamu yararı”
ve “menfaati” söz konusu durumunda eleştirinin dozu azalmaktadır.
Aslında insan davranışlarının belli davranış
kalıplarına, kurallara ve eylem biçimlerine göre oluşmakta olduğu
belirtilmelidir. Davranış ve eylemleri yönlendiren ana temel siyasetin
merkezindeki “menfaat” mi, yoksa ahlâkın merkezinde yer alan “vazife”
midir?
Oysaki insan davranışlarının “dürüstlük”
temelinde gerçekleşmesi ahlâkın eylem sahiplerine “vazife” olarak
yüklediği bir ilkedir. Ancak bu “vazife” çerçevesi siyasette “başarı”
nın sağlanmasında yeterli olamamaktadır. Buna karşılık siyasetin merkezinde yer
alan “menfaat”in gerçekleşmesi için “verdikleri sözü hiçe
saymış ve insanların beyinlerini kurnazca uyutmasını bilmiş” olanlar
başarılı olmuşlardır. “Verdiği sözü hiçe saymak ve insanların beyinlerini
kurnazca uyutmak” ahlâk ilkelerine ve dürüstlüğe göre asla tasvip
edilebilecek davranışlar değildir. Davranış sahiplerinden böyle davranmaları ne
talep edilmekte ne de beklenmektedir. Ancak siyasette “menfaat”in
ve başarının elde edilmesini sağlayan hesaba, menfaate, disipline ve akla
dayanan önemli bir davranıştır. Ahlâkî davranış ise menfaate karşı olup hesaba,
disipline ve akla dayalı olmakla bir ilgisi yoktur.][19]
Sonuçta siyasetin doğası “vazife” kavramı üzerine değil “menfaat”
kavramı üzerine oturmakta olduğu düşünülse de, siyasetin ahlakiliği eyleminin
sonucu içinde gizlidir.
Bir tümün
paçaları gibi gerçek ve yalan beraber olan siyaset ikiyüzlü madalyon gibidir.
Onun hangi yüzü görülmesi istenirse o tarafının ışığı daha parlaktır. Tarih
boyunca siyaset daha çok aldatılmanın ve aldatmanın temsilcisi olmaktan
kurtulamamış ve çarkları arasında birçok temiz insanı eritmiştir. Ancak bu
şekilde dahi olsa bu siyaset sayesinde büyük işler zuhur etmiştir. Bu nedenle
siyaset vazgeçilmez olduğu kadar temiz siyaset arzulanan olmuştur.
“SİYASET VELÂYETTEN YÜKSEKTİR.”
Bunun manası: Velâyet; Allah Teâlâ’nın cemal
tecellisi olduğu için; hep iyi şeyler düşünür, iyi şeyler yapar. Siyaset ise,
Allah Teâlâ’nın hem cemal, hem celal tecellisi olduğundan, Allah Teâlâ’nın zuhur ve taayyün itibarı ile
birbirine zıt sıfatlarına ne kadar yaklaşırsa o kadar muvaffak olur.
Hz Ömer
radiyallâhü anh buyurur ki;
“ALLAH
TEÂLÂ’YA YEMİN EDERİM Kİ, ALLAH TEÂLÂ’NIN HÜKÜMET KUVVETİYLE MEN ETTİĞİ ŞEY,
KUR’AN-I KERİM’İN AYETİYLE MEN ETTİĞİNDEN ZİYADEDİR.” ][20]
Günümüzde
siyaset çirkinleşmiş, sömürü ve yayılmacı politikalar yüzünden canavarlaşmış
iğrenç duruma dönüşmüş görünse de, öyle olmadığını düşünmemiz gerekmektedir.
Siyasetin hakikatinde olaylar rastgele olmaz. Hep bir planın aheste aheste
uygulanmasıdır. Maddî hedefleri olan insanların temiz insanlar üzerinde
uyguladıkları sinsi planları genellikle bozulmaz gibi olurken, Allah Teâlâ bir
şekilde olayların yönünü sürekli değiştirmektedir. Bunu anlayan arif kişilerin
biz siyasete karışmayız dedikleri mana da budur.[21] Çünkü âlem ve insanlar sahipsiz değildir.
“Onlar (kendi akıllarınca) güya Allah'ı ve
müminleri aldatırlar. Hâlbuki onlar ancak kendilerini aldatırlar ve bunun
farkında değillerdir.”[22]
“Hilekârlık yaptılar, Allah Teâlâ da
hilelerine karşılıkta bulundu ve Allah Teâlâ hile yapanların en hayırlısıdır.” [23]
ALLAH TEÂLÂ’NIN KUŞATMASI
Sonsuz güç ve kudret sahibi,
mutlak hâkimi, mutlak efendisi, mutlak kudret sahibi olan Allah Teâlâ,
her şeyi yoktan var etti. Allah Teâlâ’nın kendisinin tâbi olacağı hiçbir şart,
kayıt veya belirleme de yoktur. Tersine bütün şart, kayıt ve belirlemeler,
O’nun özgür iradesinin sonuçları olarak ta ortaya çıktı. O kâinatı istediği
için, istediği anda ve istediği gibi yarattı. Başlangıçta değil, istediği her
an tabiata müdahale etmektedir.
[Sözlükte, kuşatmak ve hâkim olmak manasından
hareketle, bir şeyi her bakımdan tanıyıp bilmeye ihata denmiştir. Geleceği ihata etmek, henüz yaşanmamış zamanları ilmen
kuşatıp bilmek demektir. Daha gelmemiş zamanlar, ileride var olacak
gerçeklikleri yönüyle bilinir.
Peki, böyle bir bilgi insan zihni için mümkün
müdür? İnsanlar, geleceğin nasıl yaşanacağını kesin bilgiler şeklinde
öngörebilir mi?
Bilinen şu ki, normal şartlarda en çoğu
geleceğe yönelik güçlü tahminlerde bulunmak ve gerçekçi hayaller kurmak dışında
bu konuda insanın elinde bir şey yoktur.][24]
Şu anda bulunan varlığımızla düşüncede
geçmişten geleceğe ulaşma çabamız, kesinlik bildirmeyen hükümler üretmekten
öteye geçemez. Bir dakika ilerisinden bir yüzyıl sonrasına kadar bütün gelecek
zamanlar, varlık realitemiz açısından henüz yaşanmamıştır. Hiçbir tahmin ve
hayal mantıkta bilgi ifade etmediğinden ötürü, normal zihin yeteneğimizle
gelecek zamanları bilmemiz mümkün olamaz.
Gelecek zamanlar bizim için henüz var
olmadığı için, şimdiden müşahede edilmesi imkânsızdır. Gerçekte mevcut olmayan
şeyler, duyularla algılanamaz Daha önce yaşanmış bir olay gibi daha sonra
yaşanacak bir olaya da şimdiden şahit olmak yaratılışımız gereği mevcut olan
engeller kalkmadan söz konusu değildir. Bu bakımdan, geleceğin bilgisi ancak
düşüncede katiyet bildiren hükümler şeklinde olur. Varlığın sonrası şimdiden
düşünülebilir olduğundan, varlık hakkında önceden hükmedilebilir. Ne var ki,
zamanla yaşanacak şeyleri önceden düşünmek ve katî hükmetmek için zamana hâkim
olmak gerekir. İrade ve güçle hâkim olunamayan şeyler hakkında düşüncede hüküm
vermek, ancak tahmin değeri taşır. Eğer zamana gerçekten hükmümüz geçseydi,
gelecek zamanı hükmen bilmek de imkân dâhilinde olabilirdi. Ancak insanın
varlığa hâkimiyeti çok az olduğundan, zamana hükmü de pek zayıftır. Bu
hâkimiyet yetersizliği sebebiyle tahmin ve hayalimiz daima muhtemel kalmaya
mahkûmdur.
Geleceğin bilgisinin zaman hâkimiyetine bağlı
olması uyarınca, geleceğe yönelik öngörülerin kesinlik derecesi, hâkimiyetin
derecesine bağlanabilir. Yüksek bir hâkimiyet durumunda yürüttüğümüz öngörü,
diğerinden daha kesin görünür. Örneğin masamızın üzerinde, algıladığı bir şeker
taneciğine doğru sabit hızla yürüyen bir karıncanın bir dakika sonra nerede
bulunacağını öngörmek, havada serbest uçan bir serçenin bir gün sonra nerede
olacağını tahmin etmekten daha kuvvetli bir hüküm niteliği belirtir. Çünkü
serçenin hemen bütünüyle hükmümüzden çıkması yanında, önümüzdeki karıncaya bir
ölçüde hâkim olduğumuz varsayılabilir. Karıncanın bir dakika sonra şeker
taneciğiyle meşgul olacağına hükmedebilir, bu düşünceyi hayalimizde
canlandırabiliriz. Fakat verilen bu hüküm bilgi değildir; çünkü hâkimiyetimizi
engelleyecek ihtimallerin varlığı daima şüphe uyandırır. İrademizi aşan bir
sebeple karıncanın yön değiştirmesi veya yürüyemez hale gelmesi mümkün
olduğundan, bu kadar küçük bir varlık alanında ve bu denli kısa bir zaman
diliminde bile öngörümüzün yanlışlarıma ihtimali vardır. Demek ki gelecek
zamanlar, bildirilmediği sürece insana meçhuldür. Geleceği bilmek, ancak
ihtimalleri yok eden mutlak bir hâkimiyetle olabilir.
Bu açıklama üzerinden ihatayı (kuşatmayı)
mukaddes manada tanımlayacak olursak, ilâhî ihata, Allah Teâlâ'nın gelecek zamanlan mutlak
ilmiyle kuşatması, henüz yaşanmamış gerçekleri önceden bilmesidir. Bütün
gelecek, kesin bilgiler suretinde Allah Teâlâ'nın sonsuz ilminde yer alır;
sonsuzlukta yaşanacak realiteler Allah Teâlâ'ya daima malumdur. Yaratan'ın
gelecek zamanları bilmesi, mutlak ilmine ait bir şe'ndir [25]. İhata ise, Allah Teâlâ’nın varlık ve zamana mutlak
hâkim olduğunu belirtir. Mukaddes ihatanın, geleceğe tamamen hükmeden mutlak
rubûbiyetin ilmi olduğu da söylenebilir. Âlemlerin Rabbi'nin hükmünü
engelleyecek bir sebep bulunmadığına göre, Cenâb-ı Hak değişmez hükümler
şeklinde belirlediği zamanları katiyetle bilir. Yüksek ihata tecellîsi, kesin hükümler manasında geleceği
belirleyip tâyin etmektir. Meydana çıkan sonsuz hükümler, zamanın görünümünü
önceden vermiş olur.[26]
Yaratan'ın hükmü engellenemez, kayıt altına
alınamaz.[27] Tabiatın sınırsız yaratılışında görüldüğü
üzere, müteâl[28] irade yerel şartlardan bağımsız kaldığı
gibi, nûranî kudretin yaratılmış mâhiyetlerce kısıtlanması da imkânsızdır.
Muhalefet tanımayan bu serbestlik, Allah Teâlâ'nın her ne dilerse yapması, ne
hüküm verirse olması anlamına gelir.[29]
Yaratan'ın her şeye hükmeden emri dışında
âlemde bir şey meydana gelemez. Varlık tamamen O'nun elinde, olaylar O'nun
hükmündedir.[30]
Müteâl iradenin beşerî iradeyi kayıt altında
tutması, kulun tercihine vesayet ve vekâlet etmesi anlamındadır. “Allah istemediği sürece siz isteyemezsiniz.”
[31] beyanı bunu ifade eder. Bu manada, mukaddes
irade mahlûk iradenin vekili ve son merciidir.[32] Kul kendi kişiliği doğrultusunda bir şeye
meyil gösterse, bu meyil mukayyet bir irade hükmü oluşturur; Allah Teâlâ kulun
bu yönelişine ya izin verir, teyit eder veya engel olur, değiştirir. Bu, yerel
iradenin nihaî düzeyde müteâl iradeye bağlanması demektir.
Yaratan, insanların kişiliklerini ilmen
kuşatarak, herkesin karakterine bağlı meyil ve yönelişleri bilir; hükmünün
merciiyeti cihetiyle önceden tâyin eder. Burada açıklanmayan, kulda karakterin
nasıl ortaya çıktığıdır ki, yaratılış hikmetinin gizli tuttuğu bu bilinmez
mesele “kaderin sırrı” anlamında sırru'l-kader şeklinde adlandırılmıştır.
Allah'ın varlık âlemi üzerinde çeşitli
manalarda tecelli eden mutlak hâkimiyeti, bütün varlıkların geleceğini Allah Teâlâ'nın
hükmüne, dolayısıyla muhît ilmine bağlamaktadır. İrade ve kudretin hükmünden
hariç olmayan bir şey, ilmin ihatasından da hariç değildir. Hâkimiyetin
mutlaklığı, geleceğin müteâl hükümlerini ihtimal manasından uzak, kesin
bilgiler mahiyetinde göstermektedir. Bizde tahminden öteye geçmeyen hükümler,
müteâl hükme nispetle birer tâyindir.
Kur'ân-ı Kerîm'in geleceğe dair hâkimiyet
ifadeleri, aynı zamanda ilmin ihatası manasına gelir. Tıpkı gelecekten yapılan
gaybî ihbarların, aynı zamanda irade ve kudretin kesin hükmünü gösterdiği gibi.
Cenâb-ı Hakk hükmüyle her şeyi kuşattığı anda ilmiyle de kuşatmış olur. Vahyin
gelecek zamanlara ilişkin bildirdiği müteâl hükümleri, mukaddes ilmin ihatası manasında okumak mümkündür.
Kur’ân-ı Kerim’in beyanına göre, gelecek
zamanlar insan için bilinmez bir gayb âlemidir.[33] Geleceğin gizli hükümleri Allah Teâlâ'nın
elinde, istikbalin bütün bilgisi O'nun yanındadır.[34] İleride neler yaşanacağını Allah Teâlâ'dan
başka kimse bilemez; kimsenin, yarın başına neler geleceğini ve sonunda nerede
öleceğini bilmediği gibi.[35] Allah Teâlâ muhît ilmiyle, insanların
haberdar olduğu veya olmadığı her şeyi bilir.[36] İnsanların dünyada tek tek nasıl bir hayat
süreceğinden, ömürlerini ne şekilde tamamlayacağından aynıyla haberdardır.[37] Kıyametin nasıl meydana geleceği, mahşer
gününde neler olacağı, hesaba çekilen kişilerin Allah Teâlâ'ya nasıl cevap
vereceği, günahkâr kişilerin birbirlerine neler söyleyeceği, nihayet kimin
cennete gireceği ve kimlerin azaba maruz kalacağı dahi Yaratan'ın malumudur.[38] Hatta cehennemde azap çekenlerin arasında
yaşanacak münakaşalar, dile getirecekleri pişmanlıklar, cennet ehlinin
kavuşacağı saadetler, yaşayacakları yerler, birbirlerine hitabın nezih cümleleri
ve ebedî nimetler, hepsi ilâhî ilmin ihatasına nazaran ayrıntısıyla
bildirilmektedir.[39]
Vahyin bu gibi gayb haberlerinden başka,
nüzul zamanında bildirilip sonradan aynıyla gerçekleşmiş tarihî ihbarları da
vardır. Kur’ân-ı Kerim’in indiği dönem açısından yakın bir geleceği aydınlatan
bu gaybî ihbarlar, bildirildiği üzere
tahakkuk etmiş olmakla, ilâhî ihatanın aynen yaşanmış malumatına örnektir. Bu
örnekler, bir zaman Nuh aleyhisselâma artık kavminden kimsenin iman etmeyeceği
vahyedildikten sonra, gerçekten büyük tufana kadar kimsenin imana girmemesiyle
müteâl ihbarın aynen vuku bulmasına benzer.[40] Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve selleme
vahyedilen yakın gayb haberleri, kendi hayatında aynen yaşanarak tarihe geçmiş
olaylar durumundadır. Örneğin Mekke müşriklerinden Ebû Leheb'in iman etmeyip
küfür üzere ahirete göçeceği, vahyin ilk yıllarında önceden bildirilmişti.[41] Bu kişi, hicretin ikinci yılında kendi
evinde inançsız ve perişan bir halde öldü.
Varlık âlemi üzerinde böyle sınırsız bir
hükümle tecellî eden ilâhî ihatanın, müteâl hükmün ıtlakınca sonsuz olduğu anlaşılır.
Mukaddes ihata
mutlak bir
şe'ndir. Gelecek zamanlar, müteâl hükmün sınırsız tâyini cihetiyle daima malum
ve mukadder olur ki, vahyin mutlak geleceğe yönelik kesin beyanları bu
itibarladır. İhatanın sonsuzluğunu, mutlak ilmin, sonsuz hükümler
eşliğinde geleceğin sınırsız realitelerini kuşatması şeklinde düşünmeliyiz.
İhatanın sınırsızlığı, hükmün sınırsızlığına eşdeğer; ihatanın tecellî sahası
da müteâl hükmün kuşattığı varlık sahasına denktir.
Hükmün kuşattığı varlık sahası, müteâl
iradenin yönelişine bağlıdır. İrade hangi keyfiyette hükmediyorsa, ilmin
ihatası da o keyfiyette tecellî edecektir. İhata tecellîsinin, iradeye ait hüküm tecellîsi
nisbetinde gerçekleştiği düşünülür.
Kur’ân-ı Kerim, Yaratan'ın nezdindeki yüce
kader dîvanına İmâm-ı Mübîn adını vermiştir.[42] Bu yüce kitabın, hikmet dîvanı olan Ümmül-kitab'a istinad ettiği ve ona dâhil olduğu
söylenmişti. Buna göre kader hükümleri hikmet hükümlerine, İmam-ı Mübîn de Ümmül-kitab'a bağlıdır.[43] Evveliyette hikmetin tesbit edilmesini
kaderin tesbiti izlediği kadarıyla, iki mukaddes dîvanın mutlak bir münasebet
üzere birbiri ardınca yazıldığı düşünülebilir. Allah Resulü'nün bildirdiğine
göre, yüce hikmet ve kader kitapları, yaratılıştan çağlar önce Kalem ismindeki bir meleğe yazdırılmıştır. Kur'ân-ı
Kerim, Allah'ın âlemdeki her şeyi önceden tek tek belirleyip kaydettiğini
anlatmaktadır. Evvelî ihatayı ifade eden bu ilk kader kaydında, her şeyin
mutlak bir tafsil üzere değil, nispeten mücmel yazılmış olduğu söylenebilir.
Çünkü Kur’ân-ı Kerim, yaratılış zamanları boyunca mufassal yazılan diğer bir
kader dîvanından bahseder. Bu itibarla İmam-ı Mübîn, müteâl kaderin icmal mertebesini
belirtmektedir.
Yaratılış zamanlarının sonsuz ayrıntılı ihata tecellîlerini temsil eden mufassal kader
dîvanı, vahyin beyanında Kitâb-ı Mübîn ismiyle anılır.[44] Evveli kader kitabı İmam-ı Mübîn nasıl yüce hikmet dîvanı Ümm'ül-kitab'a bağlı ve onun bir devamı ise, Kitab-ı Mübîn de onlara bağlı ve dâhil bir kitabet sayılır. Kıyamet gününe kadar daimî surette
gerçekleşecek olan bu ikinci yazım, kaderin tafsil mertebesini belirtmektedir.
Buna göre, evvelî dîvanda nisbeten mücmel kaydedilen her şey, yaratılış boyunca
sonsuz ayrıntılarda yeniden yazılmakta, mutlak bir ihata üzere istinsah edilmektedir. Kur’ân-ı Kerim,
görevli meleklerin gerçekleştirdiği bu daimî istinsahın, Kadir gecesiyle özel bir münasebeti olduğuna işaret
eder.[45] Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellemin
miraçta duyduğunu söylediği kudsî kalem seslerinin de aynı müteâl kitabete ait olması muhtemeldir.[46] Kur’ân-ı Kerim, varlık âleminde yaşanan her
şeyin, henüz var edilmeden önce mübîn bir kitapta yer aldığını bildirmektedir.[47]
Evvelî ve daimî ihatanın böyle birbirine
bağlı mukaddes yazımlarla temsil edilmesine mukabil, kıyamet ötesini kuşatan ihata tecellîlerinin kitabete geçmemesi, kader dîvanlarının ağırlıklı
olarak ahiret öncesine ilişkin manalar ifade ettiğini gösterir. Bu manaların en
genişi, mutlak rubûbiyetin temsil edilmesi olsa gerektir. Kader hakikatte bir
rubûbiyet tecellîsi olduğundan, kader dîvanları da rubûbiyetin yüksek bir
keyfiyette temsili için düzenlenmiştir. Bu yüzden Kur’ân-ı Kerim, kaderin
yazılmasının hikmetini, insanlara mutlak rubûbiyet altında yaşadıklarını
göstermek ve böylece Yaratan'a teslim olmalarını anlatmak şeklinde açıklar.
Aynı doğrultuda, her insanın hususî kaderinin manen boynuna asıldığı
bildirilmektedir.[48] Alın yazısı da denen bu özel kitabet tecellîsi, her ferdin hayatına hâkim olan
rubûbiyeti temsil eder. Allah Resulü, bu hususî yazımın, insana anne karnında
ruhun üflenişine bağlı olarak gerçekleştiğini belirtmektedir.[49]][50]
Allah Teâlâ’nın önbilgisinin zaman
içerisindeki ihatası ile anlamakta düşüncemizde O’nun tarafına meyledip
noksanlık makamında kendimizi görmek uygun olacaktır. Yaratılışında kendisine
danışılmayan bir varlığın sebebi olan yaratıcının iradesini sorgulamakta
açmazların olacağını düşünmesi gerekmektedir. Allah Teâlâ’nın sonsuz kudreti
karşısında insana verilmiş kısmî özgürlük kapısını kırmadan düşüncelerimizde
bir sorgulayıcı değil, sorgulanan mahkûmun çilesi ile hareket etmek uygundur.[51] Çünkü Allah Teâlâ’da bulunan sonsuz bilginin[52] ve tecellinin kısacık akılla ölçülmesi bir
yerde abesle iştigaldir. Hakikatte bizim uğraşımız O’nun rahmet penceresinden
yaratılış hikmetlerini düşünmektir. Düşünme emri de Allah Teâlâ’nın ayrı bir
emridir.
[6] Müslim, imâre 13
(II, 1476); İbn Mâce, fiten 7 (II, 1302); Ebû
Dâvûd, Edeb 111 (V,342); Nesâî, Tahrîmu’d-dem 28 (VII, 123)
[9] Haşr, 10
[10] A’raf, 43
[11] Buharî. İman. 4-5: Ebu Davud. Cihad. 2. Nesaî. İman. 8.
9. 11
c. 2, s. 378, (5)
[13] (AYDIN, 2006 ) ,
s. 1-6
[14] ZEYNEL ABİDİN ŞERAFEDDİN
DAĞISTANÎ kaddese’llâhü sırrah’ül azîz
Hicrî 1292 - Miladî 1875 * Hicrî 1355 - Miladî
1936
Şerâfeddin Zeynel Abidin Dağıstanî, Hicrî 1292 -
Miladî 1875 yılı, Zilkade ayının üçüncü Pazartesi gecesi Dağıstan'ın
Temirhan-Şura vilayeti, Gunip kazasının Kikuni köyünde, dünyaya geldi. Babası
Abdurraşid Efendi, annesi Emine Sara Hatundur. Anne ve babasının her ikisinin
de kabirleri, Yalova Güneyköy’deki kabristandadır. Yalova ilinin Reşadiye (
bugünkü Güneyköy ) köyünde Hicrî 1355 - Miladî 1936 yılı Cemaziyel evvel
ayının yirmiyedinci pazar günü, köyünde (hicri takvime göre) altmış üç yaşında
iken vefat etmiştir. Son yüzyılın en seçkin tasavvuf büyüklerinden olan
Şerâfeddin Zeynel Abidin Dağıstanî, “Ebu’l-Fukara” lakabı ile de anılır.
[16] İnşirah,
5-8
AYDIN Bedi; Öğrenilmiş Çaresizliğin Yordanması Ve Yaşam Başarısı İle
İlişkisi [Kitap]. - [s.l.] : Mersin Üniversitesi Sosyal Bilimler
Enstitüsü Eğitim Bilimleri Anabilim Dalı Yüksek Lisans Tezi-188820 , 2006 .
[17] İsrâ, 11
[18] İKBAL, Muhammed, Cavidnâme, trc. Annemarie Schimmel,
Kırkambar Yay., İstanbul, 1999, s. 46.
[19] DURSUN,
Davut, Siyaset Ve Ahlâk: Gerçeklikle İdealin Bağdaşmazlığı Sorunu, s.
17-24
[20] ERGİN, O. Nuri; Balıkesirli Abdülazîz Mecdi Tolun Hayatı
ve Şahsiyeti, İstanbul. 1942,s. 154
“Siyaseti olmayan bir cemiyet,
çökmeye mahkûmdur.
Herkesin bir siyaseti vardır. Bizim siyasetimiz, siyasete karışmamaktır Bu
da ayrı bir siyasettir”
[22] Bakara, 9
[23] Âl-i İmran,
54
[25] Şe'n: Bir şeyin hususiyetinin fiilî tezâhürâtı, neticesi ve
eseri; iş, gerek, tavır, hal.
[27] En'âm,57; Yûsuf,40; Sebe, 22; el-Furkan,
13.
[28] Müteal: Âlî, büyük
[29] Bakara,165; Ra'd, 41; Ahzâb, 38; Talâk, 3
[30] Âl-i İmrân,154; Mâide,1; Hûd,56; Ra'd,31;
Yâsîn, 83.
[31] İnsân, 30;
Tekvîr,29
[38] İbrahim,44; Nahl, 86; Meryem, 70; Tâhâ,
104; Lokman, 43; Sebe, 32; Nebe, 40; Mesed, 3
[40] Hûd,36; Nûh, 25.
[42] Yâsîn, 12.
[51] (Âdem
ile eşi) “Rabbimiz! Kendimize yazık ettik; bizi bağışlamaz ve bize merhamet
etmezsen biz kaybedenlerden oluruz” dediler. (A’raf, 23)
[52] “De
ki: “Rabbimin sözlerini yazmak için denizler mürekkep olsa ve bir o kadarını da
katsak, Rabbimin sözleri tükenmeden denizler tükenirdi.” (Kehf, 109)
KAYNAKÇA
KURT Erkan Kur'an-ı Kerim'e Göre Allah'ın İlmi
[Kitap]. - İstanbul : Marmara Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü
İlahiyat Anabilim Dalı Kelâm Bilim Dalı Yüksek Lisans Tezi, 111101 , 2002 .
Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.
Yorumlar