Print Friendly and PDF

İNSAN VE SOSYAL HAYAT

Bunlarada Bakarsınız


KİMLİK ARAYIŞI


Türkiye’de kimlik arayışında ki, kendi içtimâi realitesini görmeme saplantısı, Batı eksenli kültürel yapıya üstün körü bakmasından ve örnek almasından kaynaklanmakta ve bu arayışlar da ideolojik sorunlar yumağı neden olmaktadır. Bu nedenle günümüzde yaşanan kimlik tartışmaları işin şu tespitleri sizlere sunmak istiyorum.
Fransız tarihçi M. A. Ubıcını şu şekilde anlatmaktadır:
“Avrupa’nın hiçbir yerinde Türk imparatorluğu kadar ayrı cinslerden, başka başka ırklardan oluşmuş bir imparatorluk mevcut değildir. Bu bir millet değil, bir milletler karmasıdır, bileşimidir. Yekûn olarak otuz beş milyona varan halk üzerinde hâkim olan ırk (Türkler) bunun aşağı yukarı üçte birine zor ulaşır. Geri kalanı ise kendi fizyonomilerini ve kendi öz kişiliklerini kaybetmemiş olan Rumlar, Ermeniler, Yahudiler, Rumenler, Slavlar, Arnavutlar, Araplar, vs. den meydana gelir. Bütün ırklar, bütün dinler, eski kıtanın bütün dil ve lehçeleri sultanın geniş ve sakin toprakları üzerinde yan yana varlıklarını hala hiç kusursuz devam ettirmektedirler. İster Anadolu yaylasından geçsin, ister Avrupa Türkiye’sinin içlerine doğru uzansın yahut da dağları ve Suriye çöllerini dolaşsın, bir yolcuyu gittiği her yerde en çok şasırtan şey, Osmanlı imparatorluğunun halkları arasındaki bu din, dil, adet, giyim ve fizyonomi değişikliği ve bu daimi zıtlık ve başkalıklardır. Doğrusu garip bir manzara bu ve bunun sebeplerini araştırmakta bir o kadar merak konusu elbette.Genellikle uzun veya kısa bir mücadeleden sonra, fethedilen milletler, fetheden milletler içinde eriyip gider ve kaybolur. Gallo-Romainler, Frankların içinde, Saksonlar da Normandlar’ın arasında kaynayıp gitmişlerdir. İspanyada ki Araplar gibi, yalnız Türkler, bilmem hor görmekten, bilmem tedbirsizlikten, Bizans imparatorluğunun yenik düsen ırklarını asimile etmeyi (içlerinde eritmeyi) ihmal etmişlerdir.
İste bu yüzdendir ki fetihten dört yüz sene sonra, fetih esnasında çökmek üzere olan bu aynı ırklar simdi boyunduruk altına girmezden evvel ki hallerine daha canlı, daha kuvvetli ve daha enerjik bir şekilde kendilerine gelmekte ve baş kaldırmaktalar. Bu hadiseyi neye bağlamak lazım?
Öyle sanıyorum ki Asya milletlerine has bir kafa yapısına olduğu kadar bizzat fethin kendisine ve özellikle de Müslüman ırkların din anlayışına bağlamak gerekir. Eskiden Vezüv yanardağının külleri ile üstleri örtülmüş bu şehirlerin altlarına inildiği, içlerine nüfuz edildiği zaman, üzerlerinden onsekiz asır geçtiği halde daha dün inşa edilmişler gibi bu bir yığın tarihi eşya karsısında insan kendini hayrete düşmekten alamaz. Türk hâkimiyetinin tesiri ve neticesi iste böyle olmuştur. Türk hâkimiyeti toprağı bir lav gibi örttü ama muhafaza etmek için örttü.”[1]
Bu görüntüyü Cemil Meriç su cümlelerle ifadelendirmektedir.
“Karanlıkta kavga olmaz.
İdeolojiler, uçurumları aydınlatan hırsız fenerleri. İstemesek de onlara muhtacız.
Kaosu kosmos yapan insan zekâsı, tecrübelerini ideolojilerde sergilemiş.
İdeolojiye düşmanlık, tek izm’e teslimiyettir. İdeolojiler siyaset dünyasının haritaları. Haritasız denize açılınır mı? Ama harita tehlikeli bir yolculukta tek kılavuz olamaz. Pusulaya da ihtiyaç var.
Pusula: Şuur.
Tarih şuuru, milliyet şuuru, kişilik şuuru. İdeolojilerin peşine takılanlar pusulasızlardır. Gemi ya kayalara çarptı, ya batağa saplandı.”[2]

GÜNÜMÜZ İNSANLARI ÜZERİNE OYUNLAR


İnsanların temel istekleri “Kimsenin kimseyi öldürmediği, sömürmediği aksine yardımlaştığı bir dünya” dır. Ancak günümüz insanların ilişkilerinde çıkarlar ön plandadır. Bu nedenle tarih boyunca bu çıkarlar uğrunda çatışmalar yaşanmıştır ve de yaşanmaya devam edecektir. Geçmişe oranla dolaylı yöntemlerin daha ağır bastığı günümüzde, mücadele tekniklerinden birisi de “Psikolojik müdahele” dir. Bu ise belirli yollarla insanlar etki altına alınarak, istismar etmek ve çıkarlar doğrultusunda hareket etmek ve psikolojik etkinlikler bu imkânı oluşturmaktır.][3]
[Tarihin derinliklerinden günümüze kadar, akıllı liderlerin üstünlük elde etmek için başvurduğu psikolojik müdahaleler, kimi zaman her hamlesi düşünülmüş, kimi zamanda plansız ve programsız kullanılmış, etkili ve yerinde kullanıldığında ise beklentiler ötesi sonuçlar kazandırmıştır.
Günümüzde psikolojik faaliyetlerin üç yöntemi olan propaganda, psikolojik savaş ve dezinformasyon[4] çok etkin olarak kullanılmaktadır.
Propaganda, bir taraftan kitleleri inandırırken, diğer taraftan da onları yönetmek içindir.
“Her türlü propaganda, düşünce düzeyi ne kadar aşağı olursa olsun düzeyini seslendiği kişilerin en kalın kafalısının anlama yeteneğine göre ayarlanmıştır. Bunu sağlanmasıyla inandıracağı insan kitlesi o kadar geniş olur.” [5]
Bilinen dünyada, en kanlı savaşların yaşandığı 20. yüzyılda ve sonrasında, milletler politik hedeflere ve ekonomik çıkarlara ulaşmada tek ve en geçerli yol olarak bilinen sıcak savaş, yerini insanların bilinçaltı ve duygularını hedef alan psikolojik savaşa bırakmıştır.
Dezinformasyon ise, kamuoyunun kandırmak gayesinden hareketle gerçekmiş gibi gösterilip, yalana dayanan kışkırtıcı bir haberlerdir.
Dezinformasyon birçok senelere yayılmış ve uzamış bir faaliyettir. Dezinformasyon faaliyetleri içeriğine göre siyasi, ilmi vb. olabilir. Dezinformasyonun esası gerçek gibi doğrulanmak istenen bir yalandan ibarettir. Dezinformasyon diğer psikolojik faaliyetlerden farklı olarak her ülkede veya her kitleye karşı uygulanamaz. Uluslararası platformda tüm gelişmiş ülkeler, amaçladıkları hedeflere ulaşmak için dünya siyasetini yönetmeyi isterler.][6]
Anlattığımız faaliyetler yüzünden yüzyılımız itibarıyla görülen insanlık kimliği temiz özünden uzaklaşmaya başlamıştır. Unutulmamalıdır ki; son dönemde ortaya çıkan kişilik kimliklerinde “tesadüfler nazariyesi”nin işlemediği bilinen bir gerçektir. (En basiti d.. gribi)
 Hangi dinde olursa olsun, muhakkak kendi içindeki doğmaları “kesin fikirleri” insanın dayanılmaz hırsını didiklediğinden kurtulmak isteğini içinden atamayanlar için sıkıntı doğurmaktadır. Bunu engellemek ise zor olunca sınırlarını aşmak zorunda kalanlar insanlığın başına bela olurlar. Çünkü kimliğini kaybetmiş kimlikler vardır. Bu kimlikler şeytanî düzeninin emellerine hizmet etmek görevini kendine şiar ve görev edinmiştir. Bu kişiler şeytanın yeryüzündeki temsilcisi olmaktan kendini kurtaramadıklarını görmekteyiz. Bu kişiler o kadar aşağılık durumdadırlar ki; yalan söylemek ve aldatmak onlar için sadece bir iştir. Çünkü onların şeytan ile kopmaz göbek bağları vardır. Onlar için her şey sahne gösterisidir.
Hulasa; emperyalist güçlerinin sonsuz hırsları ile elde ettikleri servetlerini korumak için teşkilatlanmaları şeytânî ve dayanılmaz emelleri yıkılmaz örgütlerini kurmalarına sebep olmuştur. Bunlar insanlığın başına bela olup huzursuzluğun temsilcisi olmuşlardır. Sonuçta kalplerde Allah Teâlâ korkusu da kalmayınca her şey birbirine karışmış güven sarsılmıştır. Öyleki zamanımızda artık maddiyat ve maneviyat birbirlerinin muhalifi olmaktan uzaklaşmış, birbirini kovalayan vagonlara dönmüştür.
Son sözümüz aldanmamak için uyanık olma zamanını kaçırmamaktır. Yoksa, hiçbir şeyin anlamı kalmayacaktır.


KÜRESEL EKONOMİK SİSTEM GERÇEĞİ


Gelecekte olması düşünülenlerden biride şirket vatandaşlığı, özelleştirme, küresel pazarlar, karlılık, .... çok uluslu şirketlerin egemenliğidir. Yani ekonomik sistemin emperyalist düzen sahiplerinin emellerine hizmet edecek sistemlerin hayata geçirilmeye çalışılmasıdır. Görünüşte bütün insanlığı bir havuzda toplayıp bir köy haline gelmesidir.
Küreselleşme İslamî açıdan uygun görülmemektedir. Çünkü Allah Teâlâ kulların birbirleri anlaşmaları için ayrı kabileler, fikirler, mezhepler vb. olmasını uygun görmektedir.
“Ey insanlar! Doğrusu Biz sizleri bir erkekle bir dişiden yarattık. Sizi milletler ve kabileler haline koyduk ki birbirinizi kolayca tanıyasınız. Şüphesiz, Allah katında en değerliniz, O'na karşı gelmekten en çok sakınanızdır. Allah bilendir, haberdardır.” [7]
İslâm’ın geniş perspektifi [8] diğer hayat, fikirler ve ideolojilere  “Dinde zorlama yoktur; Artık hak ile batıl iyice ayrılmıştır.” [9] ilkesi ile onlara hayat hakkı tanır. İslâm ise, emperyalist sistemin görüntüsü olan küreselleşmeyi köleleştirme ile aynı görmektedir. Küreselleşme sömürmenin bir başka adıdır. Özgürlüklerin kaybolduğu bir geleceğe karşı tek engelde ancak İslam’ın olduğu artık anlaşılmıştır.
[Meselâ, kul hakkı dediğimiz bir temel düstur var.
Kul nedir, öyleyse?
Görünürler (phenomene) dünyasında varolmayan bir yetki merciine bağlanma, bunun sonucunda dünyevî bir makamın, güç odağının sorusuz sorgusuz kölesi olmama durumudur. Demek ki kul, bir toplumsal adalet ilkesi olup İslam’ın kaçınılmaz kuralıdır. Markscılık bu ilkeyi İslâm’dan aşırıp içini maneviyâttan boşaltmıştır. Nasıl Luthercilik, dince Müslümanlıktan esinlenmişse, benzer biçimde, Markscılık dahi bizlere İslâmî etkiler ile unsurları yansıtmaktadır. Bunların başında emek ile alın terine dayanmayan gelir ile kazancın haram sayılması ve kul hakkının dokunulmazlığı gelmektedir. Bahsettiğimiz iki ilke, insanın insanı kul kılması ile sömürüyü yasaklayıp sonuçta toplumsal adaleti gündeme sokup yaşatmaktadır. Toplumsal adalet, İslam’ın temelidir. Namaz, oruç gibi bilcümle ibadetlerse, dünyanın en zor işi olan kul hakkını yememek için tesis olunmuş talimlerdir. Her ibadet insanı kul hakkını yememe disiplini ile tutarlılığına götürme maksadına matuftur.][10]
 [İslâm, liberalizma ve kapitalizma, faşizma ve nazizma, sosyalizma ve komünizma gibi, bugüne kadar tatbik mevzuu olmuş içtimai ve iktisadi mezheplerin her birini, hiçbirine üstünlük vermeden masaya oturtur ve onlara şöyle mukabele eder:
‘Her birinizin, bütünü kucaklayamadan, ayrı ayrı ve parça parça bazı haklarınız ve hakikatleriniz vardır ve her birinizin ayrı ayrı ve parça parça arayıp da bulamadığınız hakikat, birer bütün halinde İslamiyet’tedir.
İslamiyet’in bunlardan hiç birine tabi olması ve hiç birine kendi ismini ilave etmesi mümkün değil; ancak bunlardan her birinin öbüründe kaybetmek istemediği hak ve hakikatle beraber hepsinin birden hesabını tekeffül edici külli mizanın tahkik ve tefahhusu[11], ancak İslamiyet içinde kabildir.][12]
Gelecekte hakiki manada yüksek hayat ilkesinin insanlığın hizmetinde olduğu düşünülecekse aranması gereken hususlar için dinimizin değerlerine sistemleri oturtmak gerekecektir. Çünkü İslam iktisadi değil, ahlaki endişelere ve değerlere dayanır. Ekonomik hayatı tanzim edenler, maddeci olmaktan çok, ruhâni, otoriter ve sorumlulukları tamamen yüklenmiş bir davranışa sahip olmalıdır.
Genel olarak, insanın kaplayıcı faaliyetinden ziyade, Allah Teâlâ’nın iradesine bağlı fedakârlık olduğu şeklinde düşünülmelidir. Mesela faiz sisteminin yasaklanması ve herkesin zekât vermekle yükümlü olması hassasiyeti ile insanların bilinçlenmesi gibi. Bu nedenle Hz. Ebubekir radiyallâhü anhın zekât için savaş ilan etmesi unutulmamalıdır.
İslam’ın özel mülkiyete karşı çıkmadığı herkesin de bazı bakımlardan, yüce bir hakkı olduğunu kabul eder. Normal şartlar ile nizamını devam ettiren milletin hayat seyrinde sömürüye götürecek komplo düzenlerini de bertaraf etmektedir.
[Küreselleşmede ise iç güçle, milli imkânlarla sağlanan kalkınmayı diğerlerinden ayırma yönündeki güçlü iddialarını büyük ölçüde yitiren milli ekonomiler arasındaki ilişkilerin yapısında hızlı ve yeni bir değişme olduğu, yerel ekonomik yönetim stratejilerinin, yerel dışında yetersiz kaldığından bahseder. Buna göre enternasyonalizm, içerisinde teknolojinin ve karşı konulmaz piyasa güçlerinin küresel sistemi dönüştürdüğü milli sınırları, bir gel-git gibi silip süpürür. Yurtdışı şirketler ve Dünya Bankası ve IMF gibi küresel hükümranlık örgütleri, coğrafi konumlarına ve tercihlerine aldırış dahi etmeden bütün ülkeleri birbirine benzemeye zorlar. Böyle bir yaklaşımın tabii sonucu, radikal alternatiflerin söz konusu olmadığı, Margaret Thatcher'ın, unutulmaz özdeyişindeki gibi, “başka çaremiz yok” dayatmasını ileri sürer.
Bilinmesi gereken kapitalizm hep değişen bir sistem oluşudur. Acımasız küresel sermaye egemenliğinin bozguncu oluşunu unutmamalıyız. Aslında küresel ekonomiyle bütünleşmek, sözde mucize ekonomiler için dahi, zorunlu bir son değildir. Fakat fikir dayatmaları ile bunun olması için uğraşanlar art niyetliliktir.
Kapitalizm, daima bir küresel sistem olmuştur. Ekonomi tarihçileri, bugüne de bu perspektifle bakmamızı ister. Dünya ekonomi politiği, yüz ya da yüz elli yıl öncesinden daha küresel değildir. Kapitalist mantığın, sosyal yaşamın her alanına yönelik bugünkü saldırısı, devletin, kapitalist sistemin birikim modellerine karşı yurttaş sadakatini geliştiren meşrulaştırma işlevlerinin birçoğunu da sakatlamıştır.
21'nci yüzyılda küreselleşme hayaletinin elimizi kolumuzu bağlamasına izin vermemesi için güçlü olmak gerekir.
Küreselleşmeye karşı dengeye ihtiyacımız vardır; ekonominin, emekçilerin rekabetçilik, serbest piyasa için fedakârlıklara ihtiyacımız vardır. ][13]


 “ TÜKETİM TOPLUMU, HEDONİZM ve ARAÇ OLARAK YAZILI BASIN ”


HEDONİZM: Psikolojide, hazza yönelmenin ve acıdan kaçınmanın, insan davranışının temel güdülendirici güçlerinden birisi olduğu teorisi.
Felsefede, hazzın en yüce değer olduğu; yaşamın temel amacının haz olduğu savı. Epikürcüler, hazzın mutluluk için merkezi bir önem taşıdığını, ancak ölçülülük ve kısıtlama gibi manevi değerleri de içinde taşıdığına inanıyordu. Bu terim şimdilerde negatif bir duygusal içerik çağrıştırmakta ve mutluluğu zengin ve lüks bir yaşam olarak tanımlayanları kastetmektedir.


ÖZET
Türkiye'de 1960’lı 70’li ve 80’li yıllarda yaşanan siyasi, ekonomik ve toplumsal problemlerin ardından gelen askeri müdahaleler sonrasında basın, kendine yeni çıkış yolları aramak zorunda kalmıştır. Bu arayışın temel nedeni de her darbe sonrası basına getirilen sınırlamalardır. Özellikle, 1980'lerin ikinci yarısından sonra büyük sermayelerin de basına girmesi, bu arayış sürecinde önemli bir rol oynamıştır.
Türk basınında aile şirketleri zamanla yerlerini medya kartellerine bırakmıştır.
24 Ocak 1980 kararları Türk toplumunun yakın geçmişinde oldukça önemli bir kırılma noktasıdır.
12 Eylül 1980 Askeri darbesi öncesinde hazırlanan, ancak darbe sonrası kendine uygun bir zemin bulabilen bu kararlar, Turgut Özal tarafından uygulamaya başlanmıştır. Serbest piyasa ekonomisine geçişi temsil eden bu kararlar, zaman içinde Türkiye’nin tüketim toplumuna dönüşümünde de başrolü oynayan gelişimlerde anahtar görevi üstlenmiştir.
Basın; Türkiye’de tüketim toplumunun yaratılmasında önemli bir rol oynamıştır. Haberlerin veriliş biçimleri ve kullanılan görseller, yayınlanan reklamlar ve konu başlıkları ile halka adeta rehberlik etmiştir ve halen de bu görevini yürütmektedir. Geçmişte tasarruf anlayışına sahip olan Türk toplumunun tüketim toplumuna dönüşümünde rol oynayan basın, aynı zamanda hedonizm olgusunu da biçimsel ve içeriksel olarak yoğun bir biçimde kullanmıştır. Bu doktora çalışmasında 24 Ocak 1980 tarihi başlangıç noktası alınarak, Hürriyet gazetesinin biçim ve içerik analizi yapılmıştır.

ÖNSÖZ
Hıfzı Topuz, editörlüğünü Prof. Dr. Şengül Özerkan’ın yaptığı, “Haber Analizi ve Arşiv İncelemeleriyle Türkiye’de 9 Gazete” kitabının önsözünde, basın alanında 1950’li yıllardan beri süre gelen, özellikle de UNESCO destekli bilimsel tarama ve arşiv araştırma yöntemlerine dayalı iletişim çalışmalarından bahsetmektedir. Topuz, satırlarında, aynı zamanda bu tür araştırmaların Türkiye’deki sayılarının da azlığına dikkat çekmektedir. Bu uyarı da dikkate alınarak, tezin hazırlanmasında bilimsel altyapının sunumuna, araştırma yöntemlerine ve arşiv taramalarına özen gösterme gayretlerinden ödün vermeden, günümüz Türkiye’sinde oluşan
“Tüketim Toplumu”nun çok yönlü gelişim dinamiklerine, basın odaklı bir bakış açısı ile dikkat çekilmeye çalışılmıştır. Tüketim Toplumu, Hedonizm ve Araç Olarak Yazılı Basın konulu doktora tez çalışmasında, özellikle neo-liberal politikalar ve 24 Ocak 1980 karalarının Türkiye’deki etkileri ile basında yaşanan magazinselleşme sürecinde kullanılan çağdaş hedonistik göstergeler üzerinde durulmuştur. Araştırma evreni olarak seçilen Hürriyet gazetesi, 1970’li yıllardan günümüze mercek altına alınmıştır. Öncelikle tez konusunun belirlenmesi ile başlayan sürecin her aşamasında, değerli görüş ve uyarıları ile her zaman bana yön veren ve eşsiz sabrı ile tezin oluşumuna katkıda bulunan, danışman hocam, Prof. Dr. Şengül Özerkan’a şükran duygularımı belirtmek isterim. Ayrıca, Prof.Dr. Atilla Girgin, Prof. Dr. Murat Özgen, Prof Dr. Rengin Küçükerdoğan, Yard. Doç. Dr. Levent Eldeniz, Doç. Dr. Işıl Zeybek, Doç. Dr. Ece İnan Çöklü ve Doç. Dr. Nezih Hekim’e bana kattıkları değerli bilgi ve birikimleri için; araştırma sürecinde sunmuş oldukları nezih ve donanımlı çalışma ortamları için de Anadolu Üniversitesi Yunus Emre Kampüsü Kütüphanesi’ne ve Marmara Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü çalışanlarına teşekkürleri bir borç bilirim.
Doktora programı boyunca, maddi ve manevi desteklerini daima yanımda bulduğum, en zor günlerimde bana önce güvenli bir liman ve birlikte çıktığımız bu yolda her zaman yol gösterici olan aileme sonsuz teşekkürlerimi sunarım. Eşim, oğlum, annem ve anneannemden, onlara ayıramadığım zaman dilimleri için anlayışlarından dolayı sevgi ve saygılarımı sunarım. Bu çalışmamı, bugün hayatta olmayan ama varlıklarını her zaman yanımda hissettiğim sevgili abim, kardeşim, babam, kayınpederim ve kayınvalideme armağan ediyorum.
Volkan EKİN
Mart 2010 

GİRİŞ
Neo-liberalizmin Türkiye’deki zemini, dönemin Başbakanı Süleyman Demirel Hükümetinde Müsteşar olan Turgut Özal tarafından hazırlanan ve 24 Ocak 1980 Kararları olarak anılan kararlar sonrası atılmıştır.
Türkiyenin içinde bulunduğu kaotik sağ-sol çatışmaları, Meclisin verimli çalışamaması, siyasi istikrarsızlık, Cumhurbaşkanının seçilememesi, grevler, yürüyüşler, toplu iş bırakmalar, sokak çatışmaları, etnik ve dini ayrımcılıkların kentlerde silahlı çatışmalara dönüşmesi, kahvehanelerin, parti binalarının taranması, üniversite olayları, gazetecilerin, dernek ve sendika başkanlarının, öğretim üyelerinin ve siyasetçilerin suikastlere uğramaları, bombalı saldırılar, ASALAnın yurtdışındaki Türk Büyükelçi ve Konsolosları ile THY bürolarına yönelik saldırıları ve bu saldırılarla beraber, ülkeyi yönetenlere karşı halkın güveninin zedelenmesi gibi pek çok faktör, 12 Eylül 1980 Askeri Darbesi için adeta birer gerekçe olmuşlardır.
Bu süreçte ülke üzerinde oynanan oyunlar ve dış güçlerin oynadıkları iddia edilen roller, bugün bile tartışılır durumdadır. Darbe sürecinde yaşanan pek çok olumsuzluğa rağmen (Örneğin; tüm siyasi partilerin, derneklerin ve sivil toplum örgütlerinin kapatılması, binlerce kişinin fişlenmesi, gözaltılar, hapis cezaları, işkenceler ve idamlar gibi.) 1982 Anayasası kabul edilmiş, ardından çok partili siyasi yaşama yeniden geçilmiştir.
Ancak, Türkiye eski Türkiye değildir. 1983 Genel Seçimlerinden beklenenin aksine, Askeri yönetime yakın olan MDP ( Milliyetçi Demokrasi Partisi ) değil, Anavatan Partisi birinci parti olarak çıkmış ve 24 Ocak Kararlarını hazırlayan Turgut Özal, Başbakan olarak ülke yönetimine geçmiştir. Artık, ikameci politikadan, serbest piyasa ekonomisine geçişin de başlangıcı söz konusudur. Türkiye tasarruf eden değil, tüketen insanların, tükettikçe var olan ve kimlik / statü sunma ihtiyaçlarını tükettikleri ile bir tutan tüketim toplumu olma yolunda hızla ilerlemeye başlamıştır. Döviz taşımak, yabancı marka içki-sigara kullanmak artık yasak değildir.
Bu arada Türk toplumu, alışık olmadığı biçimde Başbakanının neo-liberal anlayışa uygun düşen birtakım açıklamalarıyla da yüz yüze gelmeye başlamıştır.
Örneğin; Turgut Özalın - Ben, zengin insanları severim - söylemi örneğinde olduğu gibi…
25 Ocak 1980 tarihli gazetelerde ve hatta ardından geçen birkaç haftalık süreçte ne olduğu pek anlaşılmayan 24 Ocak Kararları, esas etkilerini ilerleyen zaman içinde, Turgut Özal Hükümeti döneminde açık bir biçimde göstermiş ve Türk toplumu, tüketim kültürünün kapitalist toplumların kültürü olduğu gerçeği çerçevesinde, 1980li yıllarda sunulan yaşam biçimleri ve buna bağlı serbest zaman anlayışı ile biçimlendirilmiştir.
Özellikle, küreselleşmenin de etkileriyle birlikte çokuluslu şirketlerde çalışmaya başlayan ya da yüksek maaş alan; ancak, siyasetten uzak, zevkine düşkün, tüketmekten mutluluk duyan yeni bir orta sınıfın doğuşu söz konusudur. Bu yeni sınıfın doğuşunda da basına bazı önemli görevler düşmüştür.
Örneğin; kitlelerin yeniliklerden haberdar edilmeleri ya da o güne kadar toplumda kabul görmeyen kimi davranış ve tutumların modernleşme adına meşrulaştırılmasında olduğu gibi…
1950li ve 1960lı yıllarda öngörüsü gerçekleşen, ancak pek de ciddiye alınmayan; daha sonra 1980li yıllarda siyasi etkilerini hissettirmeye ve tüm dünyada yaygınlaşmaya başlayan neo-liberalizm akımı ekonominin devlet liderliğinden ayrılması ve piyasaların özel teşebbüs tarafından yönetilmesi gerektiği fikrini savunmaktadır. Öyle ki, bu akıma göre piyasayı rekabet yönetmelidir. Bu bağlamda, Devletin kriz anında radikal müdahale hakkının bulunmasını, bunun dışında da piyasadan tamamen çekilmesini öngörmektedir. Sosyal reformlara karşı çıkan bu anlayış, aynı zamanda özel mülkiyeti savunurken, gerekçe olarak da “kişisel hürriyetin ve açık piyasaların en geniş kitleler için bile fayda sağlayacağını” öne sürmektedir. Neo-liberalizmin temel değeri olan rekabetin beraberinde getirdiği bir diğer özellik ise kar yarışına katılımın ya da pazar paylaşımının temel yasalarına uyum sağlayamadığı için kamu sektörünün kesin biçimde küçültülmesidir. Chicago Üniversitesi Ekonomi Bölümünde felsefeci ve ekonomist olan Friedrich Hayek tarafından temelleri atılan bu akıma, Milton Friedman ve Arnold Harberger gibi ekonomi profesörleri ile Uluslararası Para Fonu 3 (IMF)nun destekleri olmuştur. Sol ile sağın ortası olduğu gibi görüşler ortaya atılmış olsa da, aslında kapitalist ve sağcı bir akımı temsil etmektedir. İngilterede Margaret Thatcher'in iktidara gelip, neoliberal devrimi başlattığı 1979 yılı, neo-liberalizm akımı için de önemli bir tarihi temsil etmektedir. Thatcherın özelleştirme akımları ve dönemin Amerika Birleşik Devletleri Başkanı Ronald Reagen yönetimi ile birlikte yürütülen stratejik iş birliktelikleri tüm dünyada etkilerini göstermiştir.
Tasarruf anlayışına sahip Türk toplumunun tüketen topluma dönüşümü sürecinde, Türk basınında yaşanan değişim ve gelişimler ile tüketimin verdiği hazzın, yaşamın anlamı olarak kabul edilmeye başlanması, beraberinde Türkiyedeki yazılı basının dönüşümünde hem tüketim eğilimlerinin değişimi hem de hedonizmin birlikte incelenmesi gereğini ortaya çıkarmıştır. Türk basının gelişiminde; basının ortaya çıkış biçimi, Batılı devletlerin siyasi ve teknolojik yaptırımları, iktidar-basın ilişkileri ile reklamın gelişimi, darbelerin etkileri gibi konular, Osmanlıdan günümüze doğru ele alınarak, dünden bugüne Türk Basınına dair bir tablo oluşturulmaya çalışılmıştır. Bu tabloda, haber kavramı, haberin magazinselleşmesi, medya – siyaset ilişkileri ile gazetelerin biçim ve içeriklerinde yaşanan değişimler ile yeni yaşam biçimi olarak tanımlayabileceğimiz life style başlığı altında, burçlara göre yaşam, gurme terimi (Gurme: Tatbilir,  yemeklerin, şarap ve kahve gibi içeceklerin farklı çeşitlerinin tatlarını birbirinden ayırabilen, duyarlı damağı olan kişilere verilen addır) ve yemek kültürü, statü simgesi olarak 4x4 araç kullanımı, cep telefonu kullanım biçimleri ile residence, plaza ve kredi kartlı yaşam gibi kavramların, serbest piyasa ekonomisi çerçevesinde hayatımızda yer bulması; küreselleşmeyle birlikte gelişime açık sektörlerin reklam çabaları, bankaların söylemlerinde yaşanan değişimlerle beraber diyet, estetik ve güzellik gibi kavramların gazeteler aracılığıyla topluma sunulması, Tüketim Toplumu, Hedonizm ve Araç Olarak Yazılı Basın konulu doktora tezi çalışmasının araştırma eksenlerini oluşturmaktadırlar.
Ayrıca, 24 Ocak 1980 ve 12 Eylül 1980 tarihlerinden sonra Türk basınında yaşanan magazinselleşme sürecinde; Sabah, Günaydın, Güneş, 4 Posta gibi ulusal ve yüksek tirajlı günlük gazeteler ile birçok bulvar gazetesinden sonra akla gelen Hürriyetin yayın politikası; biçim içerik analizi ise tezin bir diğer ayağını oluşturmaktadır.
Araştırmaya konu olan tez ise beş bölümden oluşmaktadır. Buna göre; giriş bölümünden sonra yer alan ikinci bölümde; “Tüketim Kültürü ve Tüketim Toplumu Etkileşimi” başlığı altında tüketim kültürü kavramına ve bu kavramın sosyal-kültürel kullanımlarına değinilecektir. Tüketim toplumunun ortaya çıkışı, kuramsal açılımlarla ele alınacak ve Modernizm, Fordizm, Postfordizm ile tüketim toplumu kuramları ışığında Türkiyede tüketim kültürü ve kimlik arayışlarında basının rolü üzerinde durulacaktır. “Tüketim Toplumunun Ortaya Çıkışı ve Akımlar” ana başlığı altında; “Sanayi Sonrası Toplum Kuramları”ndan, “Enformasyon Kuramı”, “Tüketim Toplumu Kuramı” ve “Postmodern Toplum Kuramı” irdelendikten sonra, “Türkiyede Tüketim Kültürü ve Kimlik Arayışı” ile “Tüketim Toplumunun Oluşumunda Yazılı Basının Yeri” başlıkları altında, diğer bölümlere de temel oluşturulacak kuramsal bilgilere yer verilecektir.
Üçüncü bölümde; magazin gazeteciliği, haberin magazinselleşmesi ve hedonizm kavramlarına ilişkin bilgiler aktarılarak, Osmanlıdan günümüze Türk basını, 24 Ocak Kararları ve 12 Eylül Askeri Müdahalesi sonrasında Turgut Özalın neo-liberal politikaları sorgulanacaktır. Bu bölümde ayrıca, “Türkiye’de Yazılı Basın ve Gelişimi (Osmanlı’dan 20.Yüzyıla)” başlığı altında matbaanın gelişiyle başlayan süreçte gazetelerin Türk toplumunun günlük yaşantılarına girişleri, iktidarla olan ilişkileri, çıkış nedenleri ile siyasi duruşları, olaylara verdikleri tepkileri ve tanıklıkları ile tarihsel pek çok konu üzerinde durulacaktır. Bunlar arasında; II. Abdülhamit Döneminde yaşananlar, İttihat ve Terakki Cemiyeti Dönemi, Cumhuriyetin ilk yılları, Tek Parti Dönemi, Adnan Menderes Dönemi, 6-7 Eylül Olayları ve Askeri Müdahaleler bulunmaktadır.
Araştırma çalışmasında “1919-1945”, “1945-1960” ve “1960-1980” dönemlerinde yaşananlar ve basındaki gelişmeler ayrı ayrı ele alınacaktır. 5 Buna göre; “24 Ocak 1980 Kararları” ve “Turgut Özal Dönemi Basın” ise ikinci bölümde yer alan diğer başlıklardır. Yine bu bölümde, Türkiye Cumhuriyetinin, devlet ikameci politikadan serbest piyasa ekonomisine geçişinin mimarlarından Turgut Özalın kronolojik yaşam öyküsüne kısaca göz atıldıktan sonra, Özal Dönemi ve 24 Ocak Kararlarının ne olduğu ve neden bu kararlara ihtiyaç duyulduğu üzerinde dönemin şartları da göz önüne alınarak değerlendirmeler yapılacaktır.
Dördüncü bölümde; “Yazılı Basında Magazin İçeriği ve Hedonizm İlişkisine Yönelik Araştırma Uygulaması” ana başlığı çerçevesinde; araştırma amaç, yöntem ve sınırlılıkları göz önüne alınarak, Hürriyet gazetesinin biçim ve içerik analizi gerçekleştirilecektir. Bu analizde, Yeni Yaşam Biçimi (life – style) başlığının altında; “Kredi Kartlı Yaşam”, “Cep Telefonu”, “Yemek Kültürü ile sıkça duymaya başladığımız “Gurmelik Terimi” irdelenecektir. Küreselleşmeyle birlikte hızla değişen dünyada, neo-liberal politikaların tüketime yansımalarının birer parçası olan diğer statü sembolleri ve moda kavramı üzerinde de bu bölümde durulacaktır. Buna göre; “İşadamı ve İş kadını Kıyafetleri” ile “Statü Simgesi Markaların Kullanımı”, bölümün başlıklarını oluşturacaklardır. “Modern Mekanlar ve Tüketim” konusu ise “İş Merkezleri”, ”Alışveriş Merkezleri”, “Modern Siteler”, ”Yeni Yaşam Alanları: Konutlar (Residence)” ve “Eğlence Mekanları” başlıkları altında irdelenecektir. Tüm bu konu başlıkları ile ilgili yayınlar ve görseller ise biçim ve içerik analizlerinde ayrıca ele alınacaktır. Sonuç bölümünde; yukarıda belirtilmiş olan dört bölüm ve biçim içerik analizleri ışığında, Habermas ve Baudrillardın yapısal dönüşüm ya da bir başka deyişle toplumsal değişim anlayışları ve iletişim kurumları çerçevesinde, yazılı basın ele alınarak durum tespiti özelliği taşıyan yorumlara yer verilecektir.

SONUÇ

Eski Japon kültürüne göre, parıldayan her şeyin değersiz ve bayağı olarak kabul gördüğü bilinmektedir. Bu inanca göre, parlayan bir nesne yenidir ve yeni olduğundan dolayı henüz, kullanımının ona kazandırdığı soylulukla, değer kazanmamıştır.
Eskimiş bir eşya, onu kullananlarla birlikte yaşamış, sabır ve özenin aktarıldığı bir nesnedir. Bu nesne, zamanla kullanan kişinin huyunu, duygularını yüklenmiş ve hizmet ederek karşılık vermiştir. Bu ilişki sürecinde, sabır ve sadakat gibi iki önemli duyguya da gereksinim vardır. Sabır, yüklendiği rol gereği bir tuğlaya; sadakat ise, bir köke benzemektedir. Sabır acelenin, sadakat ise tüketimin panzehiri olarak görülmektedir.
Günümüzde ulaşılan tüketim anlayışına baktığımızda ise, feodalizmden sonra Sanayi Devrimi ile oluşan ekonomik yapıda, toplumsal üretim ve tüketim biçimlerini değiştiren, “Kapitalizm” kavramı ile karşılaşılmaktadır. Savaş sonrası oluşan toplumsal refah, Fordist üretim tarzı ve buna uygun ekonomik politikalarla, Amerikan toplumunda başlayan ve kısa zamanda diğer Batılı ülkelerden başlayarak dünyada pek çok ülkeye de yayılan tüketimdeki artış, tüketim kültürü ve tüketim toplumu terimlerini ortaya çıkarmıştır.
Henry Ford, sıradan aileler için seri üretim yolu ile üretmiş olduğu otomobilleriyle, Batı kapitalizminde de yeni bir dönem açacak değişimin öncülüğü yapmıştır. Ford, çalışanlarına yüksek ücret ödeyerek ve bu otomobilleri öncelikle onlara satmayı hedefleyerek, XX. yüzyılın ilk toplu üretim ve tüketiminin yükselişinin de işaretini vermiştir.
1960larda, ücret artışlarıyla desteklenen tüketimin gelişimini, kitle tüketim alışkanlıklarının oluşmasını ve daha sonraları Gramsci[14] tarafından “Fordizm” olarak nitelenecek çabaların kurumsallaşmasını görmek mümkün olmaktadır. 1970li yıllarda, tüketici taleplerinde yaşanan düşüş, petrol fiyatlarında yaşanan dalgalanmalar, ekonomik ve siyasi sıkıntılar, küresel anlamda bir krize neden olmuştur. Bu krizden çıkış yolu olarak, neo-liberal politikalar geliştirilmiş ve üretimde Fordist anlayıştan, Post-fordist anlayışa geçiş yaşanmıştır.
Bu süreçte, tüketim kültürünün en önemli görevi, sürekli farklılaşan ürün ve hizmetler ile medya aracılığıyla o ürün ve hizmetlere yüklenen imaj ve değerlerin, bireysel tüketimi teşvik etmesini sağlamaktır. Böylece, bireylerin ürün ve hizmet seçimleri yani tüketimleri, kendilerine yeni yaşam biçimleri oluşturmalarında farklılıklar içeren, sıradan olmayan, ayrıcalıklı ve seçkin bir tarza sahip olabilme duygusunu yaşatabilecektir. Bu toplumda, her bireyin en öncelikli ise görevi tüketmektir.
1980 ve 1990larda yaşanan gelişmeler, küresel sermayede yaşanan bütünleşmeyi de beraberinde getirmiştir. Özetle, SSCBnin dağılmasından sonra, yeni pazarların oluşması, paranın serbest dolaşımının sağlanması, neo-liberal politikaların dünya genelinde kabul görmeye başlaması, kitle iletişim araçlarında ve yayıncılığında yaşanan teknolojik gelişmeler ile dünyanın küçülmesi ve tüketim kültürünün belirlediği, yine tüketim yaklaşımlı “lifestyle” (yaşam tarzı) olarak adlandırılan, marka ve imajların esas alındığı, yeni yaşam biçimlerinin ortaya çıkması örneklerinde olduğu gibi.
Günümüzde ise sanayi toplumlarında üretimin, sanayi sonrası toplumlarda ise tüketimin “sembol” olduğu gerçeği ile karşılaşılmaktadır. Bu gerçekten hareket eden sosyal bilimciler “tüketim toplumu” kavramıyla yaşanan değişimleri ve mevcut durumu analiz etmeye çalışmaktadırlar. Tüketim toplumu ve tüketim biçimlerine karşı, Frankfurt Okulu olarak bilinen ekolden gelen ilk eleştiri, Max Horkheimer ve Thedor W. Adornonun birlikte kaleme aldıkları, Aydınlanmanın Diyalektiği adlı eserde temellendirilen, “Kültür Endüstrisi” çözümlemesine dayanmaktadır.
Buna göre, kitle kültürünün sunduğu bütün araç ve kolaylıkların, bireysellik üzerindeki toplumsal baskıları güçlendirmekte olduğu ve bireyin direnme imkanı ile modern toplumun atomize edici işleyişi içinde kendini koruma imkanını elinden aldığı vurgulanmaktadır.
Adorno ve Horkheimerden sonra Herbert Marcuse, tüketim toplumu ve tüketim kültürünün, bireyleri tüketime dayalı yaşam biçimlerini “SATIN ALMAYA” zorlayan “YANLIŞ VE SAHTE İHTİYAÇLAR” ürettiğini ileri sürmüştür.
Marcuse, tüketim kültürünün yarattığı bireyselliğin, sömürü ve toplumsal kontrolü sağlamak amacıyla geliştirilen, yarı bireysellik olduğunu savunan ilk düşünürlerdendir. İkinci nesil, Frankfurt Okulu temsilcisi olarak tanımlayabileceğimiz Jürgen Habermas ise modernliğin tamamlanmamış bir proje olarak devam ettiğini, fakat modernliğin totalleştirici, “araçsal akıl” yerine “eleştirel akıl” temelinde yeniden inşa edilmesi gerektiğini savunmaktadır.
Habermasa göre, günümüzde ailenin tüketici niteliğinin ön plana çıkması, bireyselleşmeyi, serbest zaman kavramının kullanım biçimlerinin değişimini ve ailenin göreceli, özerk bir alana dönüşümünü simgelemektedir. Bu dönüşüm, aynı zamanda tüketim alışkanlılarında yaşanan değişimleri de içermektedir.
Habermas, tartışma kültürü ile tüketim kültürü arasındaki kesintinin başlangıcını “grosso modo”( yaklaşık olarak, aşağı yukarı, tahminen) , XIX. yüzyılın ortaları olarak işaret ederken, kültürel ürünlerin kalıplaşarak, meta haline gelmesinin, edebiyatın ticaretleşmesinin, giderek güdümlü, tüketime yönelik diyalog, tartışma, oturum ve yayınlara yol açtığına dikkat çekmektedir.İletişim araçlarında, özellikle de basında var olan, tüketime devamlı katılabilme psikolojisinin yaratılmasının, başlı başına amaç edinmiş bir yayın anlayışına dönüşümünden bahsetmektedir.
Kısaca, Habermas, tüketim toplumunun oluşumunda basının bir araç olduğuna vurgu yapmaktadır.
Tüketim toplumunun oluşumu ve bu oluşum çerçevesinde basının öncelikli işlevini, Batı toplumlarında yaşanan gelişme ve tartışmalar doğrultusunda ele aldığımızda, basının doğuşu ve görevleri alanında, Türk basının Batıdaki klasik gelişmelerden farklı olarak, devletin resmi propaganda aracı olarak doğduğunu görmekteyiz. Ancak konu, önce liberal, sonraları neo-liberal politikaların Türkiyeye yansımalarından açıldığında, Demokrat Parti döneminde başlayan Amerikan tarzı yaşam biçimine özenişin  ve zengin olma hayallerinin getirdiği beklentilerin, tüketim tarzlarına yansımaları biçiminde, Batıdan gelen etkiler görülmektedir.
Yine de bu yıllarda, Türk Basınında fikir gazeteciliğine verilen önemden bahsetmek mümkündür. Her dönemde olduğu gibi bu dönemde de basına uygulanan baskı ve yasaklamalar mevcuttur. Ancak, haberin magazinselleşmesi konusunda, Türk Basının bugün gelinen noktanın çok uzağında olduğu görülmektedir. Türkiyede 1960lı, 70li ve 80li yıllarda yaşanan sosyal, siyasal ve ekonomik karışıklıklar ile askeri müdahaleler sonrasında, basının kendine birtakım çıkış yolları aradığı görülmektedir. Bu arayışın temel nedenlerinden biri de, şüphesiz, her darbe sonrası basına getirilen yasaklama ve sınırlamalardır. Bununla beraber, 1980'lerin ikinci yarısından sonra büyük sermayelerin de basına girmesi, bu arayış sürecinde önemli bir rol oynamıştır.
Türk basınında aile şirketlerinin, zamanla yerlerini medya kartellerine bıraktıkları görülmüştür. Teknolojik gelişmelerle birlikte renkli fotoğraf kullanımının yaygınlaşması, fikir gazeteciliği yerine magazin gazeteciliğinin tercihi, haberin de magazinleşmesine yol açmıştır.
Dünyada hızla yaygınlaşan neo-liberal politikaların Türkiyedeki etkileri Turgut Özalın Başbakan olmasıyla kendini çok daha net bir biçimde hissettirmeye başlamıştır. Bu dönem itibariyle, 24 Ocak 1980 kararları Türk toplumunun yakın geçmişinde oldukça önemli bir kırılma noktasıdır. 12 Eylül 1980 Askeri darbesi öncesinde hazırlanan, ancak darbe sonrası kendine uygun bir zemin bulabilen bu kararlar, Turgut Özal tarafından uygulamaya başlanmıştır.
Serbest piyasa ekonomisine geçişi temsil eden bu kararlar, zaman içinde Türkiyenin tüketim toplumuna dönüşümünde de başrolü oynayan gelişimlerde anahtar görevi üstlenmiştir. Aynı şekilde basın da, Türkiyede tüketim toplumunun yaratılmasında önemli bir rol oynamıştır. Haberlerin veriliş biçimleri ve kullanılan görseller ile yayınlanan reklamlar ve konu başlıkları, halka adeta rehberlik etmiştir ve bu sürecin, halen devam ettiğini söylemek mümkündür.
Günümüz hedonik tüketim görüşüne göre, ürünler artık nesnel varlıklar olarak değil daha çok öznel “semboller” olarak tanımlanmaktadırlar. Ürünün ne olduğundan çok neyi temsil ettiği önemlidir. Gerçek olan değil, ürünün taşıdığı ve yarattığı imaj, odak noktasıdır. Bu noktada özellikle basın aracılığıyla, modern reklam ve iletişim endüstrileri, böyle bir düşsel tüketimi yaratmada aracı olabilmektedirler.
Tüketici için “medyatik hedonizm”, yaşamın her anını ve her alanını hazzın kendisi olarak algılatma çabası içerisinde görünmektedir. Sunulan yeni yaşam biçimleri de bu süreçte ister sanal, ister gerçek ortamda olsun hazzı ve beraberinde tüketimi yaşamın odak noktasına taşımaktadır. Geçmişte tasarruf anlayışına sahip olan Türk toplumunun, tüketim toplumuna dönüşümünde rol oynayan basın, aynı zamanda hedonizm olgusunu da biçimsel ve içeriksel olarak yoğun bir biçimde kullanmıştır. Basında fotoğraf kullanımının, gazete tüketicilerinin, yani okurların üst gelir gruplarının yaşam biçimlerine özenmelerini sağlayan, bir başka deyişle de onların statü atlama umutlarını besleyen bir araç olduğu gerçeği doğrultusunda; araştırma evrenini temsil eden Hürriyet Gazetesinde, fotoğrafın kullanış biçimi ele alındığında, şu sonuçlara varılmıştır:
Gazetede bol fotoğraf kullanımı temel ilkelerden biridir. Kurulduğunda siyah beyaz ve sonraları renkli fotoğrafların yer aldığı gazete, her dönemde bolca fotoğraf kullanmıştır.
24 Ocak 1980 Kararları sonrası, Türkiyenin serbest piyasa ekonomisine geçiş yaptığı dönemde de, dünyada yaşanan neo-liberal yaklaşımların, tüketime yönelik magazinsel haberlerin ve onları destekleyen görüntülerin sıkça yer almaya başladığı görülmektedir.
Gazetede yer alan elektronik eşya, otomobil, modern konut, havayolu ve seyahat firmaları ilanlarında da gözle görülür bir artış yaşanmaya başlamıştır. Özellikle, 12 Eylül sonrası, Turgut Özal döneminden sonra, New York – İstanbul hattı uçuşlarına ait reklamlar, restaurant&bar haber ve ilanları ile Batılılaşmaya yönelik bir prestij sunumunda basının araç olarak kullanımı ile karşılaşılmaktadır. İçki ve puro tüketimini, özellikle de şarabı  seçkinlik olarak sunan köşe yazıları, lifestylea geçisi pekiştirici unsurlar olarak yer almıştır.
Ancak, bu dönem itibariyle, üzerinde önemle durulması gereken bir diğer nokta da mevcut ortamdır. 12 Eylül darbesi öncesinde, ülkenin içinde bulunduğu durumu yansıtan gazete manşetlerinde, terörün kol gezdiği, siyasal anlaşmazlıkların yaşandığı, sağ-sol çatışmalarının, suikastlerin ve hayat pahalılığının yer aldığı, kısacası toplumun bunaldığı bir ortam söz konusudur. Böyle bir ortamdan sonra, 12 Eylül darbesi sonrasında basına getirilen sınırlama ve yasaklamaların, halkı ne derecede rahatsız ettiği sorusu da önem taşımaktadır.
Darbe sonrasında, gazetelerde darbeyi meşrulaştıran manşet ve köşe yazıları yer alırken, göreceli olarak huzura kavuşan toplumun, fikir gazetecilerine ve adamlarına uygulanan baskıları görmezden gelmesini ve basında yaşanan magazinselleşmeye yönelimin kaçınılmaz olduğunu görmekteyiz. Magazin fotoğrafları kullanımında önceleri, yabancı basın kaynaklı görüntülere ağırlık verdiği görülen gazete, güzellik yarışmalarından, bikini güzellerinden, seks fuarlarından, lüks otomobillerden, gezinti gemilerinden ve lüks yaşama dair görsel unsurlardan sıkça yararlanmıştır.
Hürriyet Gazetesine bakıldığında, cinsellik alanında, o dönemde konuşulması tabu niteliği taşıyan birçok konunun, fotoğraflı magazin haberleri olarak yayınlandığı görülmektedir. Üstelik bu haberler ana sayfada ve gazete içinde geniş yer almışlardır.
Yine cinsellikle ilgili birçok kavram, yazı dizisi şeklinde gazetede yer alırken, bu haberlerle ilgili fotoğrafların da kullanımı söz konu olmuştur. Kadın konusu ele alındığında ise kadının özellikle fotoğraf alanında cinsel bir meta olarak sık sık kullanıldığı görülmektedir. Gazetenin izlediği yayın politikası, daha çok erkeklere yönelik bir bakış açısını temsil etmektedir. Magazin eklerinde, arka sayfa, 3.sayfa ve kimi zamanda ilk sayfalarda çıplak kadın fotoğraflarına rastlanmaktadır. Bunların çoğunu, özellikle de 1990lı yıllara kadar, yabancı kadın fotoğrafları oluşturmaktadır. Üstelik kimilerinde herhangi bir sansür de söz konusu değildir.
Örneğin; 3 Ocak 1992 tarihli “Özürlülere Seks Manyakları Balosu ile Yardım...” başlıklı haberde kullanılan fotoğrafların, 2000li yıllarda gerçekleşen kısmi özdenetimden dolayı bugün kullanılamayacağı çok nettir. Ancak, bu türden fotoğraf kullanımlarının hedonistik açıdan, toplumda psikolojik fantezi ve röntgencilik/teşhircilik dürtülerini adeta tetiklediği de bir diğer gerçektir.
Hürriyet Ekonomi sayfalarına bakıldığında, 1980 öncesinde birer sütundan ibaret olduğu görülmektedir. Ancak, aradan geçen zamanda serbest piyasa ekonomisine geçişin etkileri de kendini göstermiştir. 1983 Genel seçimlerinden sonra, Turgut Özal döneminde, döviz taşımanın serbest bırakılması ve 26 Aralık 1985 tarihinde faaliyete geçen İstanbul Menkul Kıymetler Borsasının açılışı ile birlikte, sayfalarda ekonomiye ayrılan sütun, yarım sayfa halini almış; sonraları da ekonomi üzerine yazılara yer verilmeye başlanarak, konu ile ilgili köşe yazarları süreklilik kazanmıştır. Genel anlamda bakıldığında, Hürriyet gazetesi, liberal ekonomi geleneğine sadık bir yayın politikasına sahiptir. Ancak, 1990lı yıllarda işçi, memur ve ortadirek terimlerinin çokça geçtiği gazetede ve ekonomi sayfalarında, zamanla büyük sermaye gruplarının temsilcilerine yönelik haberlere ve ekonominin sürekli iyiye doğru gittiği yönünde yayınlar yapılmaya başlamıştır. Hatta pek çok veriyle geliyorum mesajını veren ekonomik krizler bile görmezden gelinmeye çalışılmıştır. Bu dönemlerde Türk ekonomisinin iyi yolda olduğu, Dünyanın 17. büyük ekonomisi olduğu şeklinde yayınlara yer verilmiştir. Gazetenin Ekonomi sayfalarında asıl muhatap olarak, daha çok işverenler ve iş çevreleri alınmıştır. Bu sayfalara alınan ya da bir diğer açıdan verilen reklamlar, tüketimi prestij odaklı destekleyen markaların ürünlerini içermektedir. Ağırlıklı olarak, otomobil ve takım elbise ilanlarına rastlanmaktadır.
Hürriyet Gazetesinin tamamında Gümrük Birliği Anlaşması adeta bir zafer gibi gösterilirken, manşetler “Merhaba Avrupa” sloganı oturmuştur. Gazetenin yayın anlayışına göre Batılılaşma yolunda önemli bir engel aşılmıştır. Ancak tıpkı 24 Ocak Kararları örneğinde olduğu gibi zaman içinde eleştirel yaklaşımlar da kendine yer edinmiştir. Oktay Ekşinin “Çıkış Yolu” olarak gördüğü kararlara 1993te Rauf Tamer itiraz ederek “Neler Oluyor Bize ?” diyecek ve tüketim toplumunu oluşumuzu eleştirecektir.
Sonuç olarak, Hürriyet Gazetesi 1 Mayıs 1948 tarihinden beri kesintisiz olarak yayın hayatını sürdüren ve Türkiyenin en yüksek tirajlı gazetelerinin başında gelmektedir. Türkiyenin yaşadığı pek çok siyasi, ekonomik ve toplumsal değişime şahitlik etmiş olan gazete, yine ekonomideki önemli dönüşümlerden biri olan, 24 Ocak 1980 sonrası politikaları da desteklemiştir. Türkiyedeki neo- liberal sürecin habercisi olan 24 Ocak 1980 Kararları, zamanla toplumda etkilerini göstermiş ve tüketim, yaşamımızın değişmez bir parçası, varlığımızın, kimliğimizin sunumu olmuştur.
Yeni yaşam biçimleri adı ile büyük sermayelerin kontrolünde gerçekleşen, tüketime yönelik süreçte lüks ve onu çağrıştıran kavramlar ile statü nesnelerle elde edilebilir konuma gelmiştir. Ancak, bu yaşam biçiminde tüketim çok hızlıdır ve basın da bu tüketimi hızlandıran, teşvik eden unsurlara araç olmaktadır.
Hürriyet Gazetesi de, bu sürece katkıda bulunan yayınlarla birlikte, ekonomik ve siyasi alanda her gruptan yazarı bünyesinde barındırarak, görsel ağırlıklı bir gazete şekliyle, yeni yaşam biçimlerine uyum sağlamakta zorlanmayan ve toplumda bu tarzı seçkin göstererek, model sunan bir gazete olmuştur. 





YOZLAŞMA


Yozlaşma kavramını ifade etmede genel bir tarif yapılamadığı için kabul edilmesi gereken, yozlaşmanın zamana bağlı olarak değişmekte olan ve farklı toplumlarda, farklı şekillerde karşımıza çıkan bir gerçeklik olduğudur. Yozlaşma tarifini ele almak istediğimizde sorunlara ve içinde bulunduğumuz zaman ve şartlara göre değişmekte olduğunu göreceğiz.
[Yozlaşma,  meşru olmayan çıkarlar uğruna ekonomik ve içtimâi imkânların veya kamu otoritesinin kötüye kullanılmasını; ekonomik, bürokratik ve siyasî yapının yetersizliklerini; içtimâi değerlerdeki aşınma ve bozulmaları, hukuki, ekonomik, etik ve kültürel normların toplumun temel ihtiyaçlarına cevap vermemesidir. Daha kısa bir ifadeyle, yozlaşma, dinî, ekonomik, siyasî ve sosyal sistemin işlerliğini kısmen ya da tamamen yitirmesine neden olacak yasadışı ve/veya etik olmayan eylemler bütünüdür. Sadece günümüz toplumlarına özgü bir hadise olmayıp, neredeyse insanlık tarihi kadar eskilere dayanan yozlaşma kavramı zamana ve ülkeye bağlı olarak azalıp artmakla birlikte her dönem varlığını sürdürmektedir. ][15]
Maddiyat ve maneviyat arasındaki güçlü ilişki ve çıkarlarda menfaat ön plana çıktığında “yozlaşma” akıbetini beraberinde getirmektedir. Ahlak bozuldukça, kuvvet mekanizmalarında özel çıkarların ağırlık kazanmasından dolayı içtimâi değerlerin kaybolması, insanların birbirine olan güvenin yitirilmesi, bu nedenle sosyal hayatın gereksiz yere sekteye uğraması söz konusu olmaktadır.
Maneviyattaki yozlaşma da şeytan, nefsin ve fertleri kendi düşünce planlarında buldukları veya kolay gelen şeyleri uygulamaya çıkarmaları ile oluşan menfaat beklentisi üzerine dinin ve ahlakın ilkelerini tahrif edilişidir. İfrat ve tefrit arasında gelip giderken insanın menfaati insanlığın menfaatinden ön plana çıkar. Artık söylemler, kendiliğinden hakikatten uzaklaşır. Bazen öyle olur ki, seneler önce kabul edilen ilke zamanla yamulmuş ve kabul edilmesi gereken başka bir alt yapıya kavuşturulmuştur. Bu yozlaşma neticesinde bukalemun karakter ön plana çıkmıştır.
Yozlaşmanın temelinde asıl yatan unsur ileri görüşlü olmamaktır. Fanatik duygular ile hareket edenler ileri sonuçları görünce geri dönüşü sağlamakta zorlanmaktadır. Dönüşü olmayan yolun çaresi için daha saçma bir şeyle konuyu daha karmaşık duruma gitmektedir. Bu ise daha önceden olması gereken işin uygulamaya geçişidir. Ancak bu yozlaşma penceresine düşmüştür. Yukarıdaki açıklamalardaki yozlaşma ile bahsedilen açıklamayı birbirine bağlarsak, insanlar menfaatperest olma özelliği ile egolarını tatmin etmek ve kavuşmak istediği şeylerin önlerine birileri şahsî açıdan engel koyarsa, sonuçta birlik çatlaması oluşacağı kesindir. Duyguların birliğini kaybeden insan kimlikleri çıkar amaçlı düşüncelerle etrafından koparken veya ilişkiye girerken narsis duygularını da harekete geçirecektir. Mesela;
Tarihte Musevîler şeriat dini olan Yahudiliği yaşamakta zorlanınca, sürekli dinin bir tarafına çentik atarak, saçmalamaya başladılar. Kendi inançlarının hakikatin hangi tarafında olduğunu kaybettiler. Sonradan gelen Hıristiyanlık ise dini şeriattan koparmış, ahlakî değerlerle yoğurarak insanların rahatlamasına salık vermiştir. Bu seferde iki din sahipleri arasında kuvvet sahibi olanlar (Yahudiler ve bu zihniyetli kişiler) insanların rahatlama duygularına karşı engeller koyarken yozlaşma komplosunu harekete de geçirdiler ve Hıristiyanlara yozlaşmış gözüyle baktılar ve dünya düzenini alt üst etmişlerdi.
İslam gelince bütün açmazları, şeriat ve ahlak düzeyinde dengeye getirip çözdü. Ancak ne gariptir ki, bu güzel din insanların elleri ve dilleriyle saçmalığa sürüklenip yozlaşma eğilimine sürüklenmeye çalışılmaktadır. Bunu da şu şekillerde görmekteyiz.
Kimileri eskiden yaşanmış hayat tarzını, kimileri ise yepyeni hayat şekillerine dinin benzemesi gayreti içinde iki kolundan çekilen insan gibi parçalama yoluna gitmektedirler. Ne var ki;  bu çekişme artarsa sonuçta vücudun kolları parçalanacak ve din işe yaramaz çolak olacaktır.
Yozlaşma menfaatin tarafgir uygulaması ile oluyorsa, siyasî, içtimâi ve ahlâkî açıdan paylaşımcılığı harekete geçirerek hayatın sahibi Allah Teâlâ karşısında kullarına sevgi kucağını açmaktan başka çare olmadığını görmekteyiz.
Sonuç olarak yozlaşma, zulmün olduğu yerdedir. İnsanları harici zihniyetle hakikate çağırmada zulüm ve çıkarlar varsa, burada yozlaşmanın en üst seviyesi vardır deriz. Zulmün olduğu yerde yapılan her doğru hareket dahi zulümdür. Hz. Hüseyin aleyhisselâmı Kerbela’da şehid eden devlet, siyasî açıdan haklılığını öne sürebilir. Fakat işlenilen cinayetin bedelini binlerce Müslümanlar sürekli boyunlarında hissetmektedir. Bu tarihi lekenin kanlarını bugün dahi dindirecek bir vicdan bulunmamaktadır. Bu nedenle vaktini geçirmiş her doğru hareket uygulama planına çıkarırken,  zülüm baş gösterecekse geri adım atmak daha güzeldir.
Hz. Ali kerremallâhü veche buyurdu ki:
"Çocuklarınızı kendi zamanınıza göre değil, gelecek zamana göre yetiştirin. Çünkü onlar sizin zamanınız için değil, gelecek zaman için yaratılmışlardır.”

Hikâye
Adamın biri, iftiradan idama mahkûm olur. İnfaz saatini beklerken, arada bir hükümdara ağzına gelen sözleri sarf eder, sövüp sayar. Bu acı bağırmalar, bir süre devam eder. Hükümdar, bu feryatları duyar. Fakat bu acı bağrışların boşa olmayacağını düşünür.
Hükümdar iki vezirini yanına çağırır. Adamın neler söylediğini sorar. Birinci vezir,
“Hükümdarım bu genç, “ALLAH, AFFEDENLERİ AZİZ EDER”  diyor. Sizden af talebinde bulunuyor” der. 
Bu söz, hükümdarın hoşuna gider.
“Bu genci affettim, serbest bırakın” der. İkinci vezir, hemen atılıp der ki:
“Hükümdarımız, bu veziriniz, , utanmadan yalan söylüyor. Genç, af istemiyor, size sövüp sayıyor.”
Hükümdar dedi ki;
“Unutma ki, "FİTNEYİ KAPATAN YALAN, FİTNEYE SEBEP OLAN DOĞRUDAN DAHA İYİDİR".
Hükümdar, vakitsiz doğru söyleyen veziri azleder, yerinde yalan söyleyerek bir mazlumu kurtaran veziri de kendisine sadrazam yapar.
İhramcızâde İsmail Hakkı

Kaynakça:
TARI Meltem Yozlaşmanın Ekonomik Etkileri: Türkiye Üzerine Değerlendirmeler [Kitap]. - Kocaeli : Kocaeli Üniversitesi -Sosyal Bilimler Enstitüsü, Yüksek Lisans Tezi-204311, 2006 .


KÖLELEŞME- HÜRRİYET- MÜNAFIK


Hürriyet aşkın ifadesidir. İnsanların yaratılışında hürriyeti sevmek vardır. Köleleşme ise her türlü şekliyle insanlık için bir zülümdür. Özgürce yaşamak ve düşünceyi bloke ederek insanların gelişimini engellemektedir.
Hayatımızda kâr ve zarar oranları ile ilişkiye giren kuvvetlerin her fırsatta karşısındakini etkilemek, hükmetmek ve köleleştirmek için gayretten kendilerini alamazlar. Bu olması gereken durumdur. Ancak Allah Teâlâ hürriyetin başka hürriyetlerle ilişkisinde tecavüz hakkını kimseye vermemiştir. Hürriyetler birbirlerine salıverilmiş iki deniz gibidir. Ancak aralarında birbirlerine karışmasına engel vardır.[16] Vücutta çıkmış olan çıbanın hürriyet hakkı, vücudun yaşama hakkı karşı karşıya geldiğinde, her ne kadar beraber görünseler de ayrı salıverilmiş deniz gibidirler. Burada doktor müdahalesi gerekecektir. Önemli olan iki denizin arasına berzahı koyan doktorun tespitinde hata yapmamaktır. Bütün dünyevi ilişkilerde bir üstün kudret ile karşı karşıya olunca köleleşme iptilasından kurtulmak zordur. Ancak aza indirmek için alınacak tedbir ve tek çare Allah Teâlâ’ya güvenmek olduğunu görmekteyiz. Zamanımızda bütün ilişkiler bozuk plaklar gibi bir yerde takılıp durmaktadır. Bir erkin [17] tabiiyetine hâkim olmak sevdasından vazgeçmesini düşünmek imkânsızdır. Bunun için mücadele gerekir. Kudrete zafiyeti buldurmak için tabi olanların yaptıkları eylemin sonucu ise kurtuluş ya da köleleşmektir. Bu kader kanunudur. Allah Teâlâ buyurdu ki;
“Şayet siz yara aldı iseniz, karşınızdaki düşman topluluğu da benzeri bir yara aldı. İşte Biz, Allah’ın gerçek müminleri meydana çıkarması, sizden şehitler edinmesi, müminleri tertemiz yapıp kâfirleri imhâ etmesi için, zafer günlerini insanlar arasında nöbetleşe döndürür dururuz. Allah zalimleri sevmez.” [18]
Allah Teâlâ’nın kendine inanan kullarının mağlubiyetini isteyebileceğini düşünebilir miyiz? Hayır. “Allah Teâlâ müminlerin velisidir.” [19] Fakat görmekteyiz ki bazı zamanlar köleleştirilmiş inançlı kimseler olmaktadır. Bu neden oluyor, denildiğinde; köleleşen ve köleleştiren insanın sonsuz hırsları ile hadlerini aşıp tecavüz etmeleridir. Çünkü köleleşmek insanın fıtratında yoktur. Sadece inancını kaybetmiş, hırslarına yenilmiş insan vardır. İnancını kaybedenler için ise, her hayat şekli köleleşmektir. İşte tasavvufun hürriyete kavuşmak için önerdiği ölümden önce ölün yani “kutsal intiharı” yapıp yeteneksizliğe, ihtiyaçsızlığa kavuşmayı tavsiye etmesi bu sebepledir.
Unutulmamalıdır ki ebedi olmadığını bilen insanlar için köleleşmek olmadığı gibi köleleştirme isteği de yoktur. Allah Teâlâ’yı büyük bilen sonsuz hürriyete kavuşmuştur. O insan artık hakkı yaşar ve yaşatmaya çalışır. Bir çılgın gibi bendini aşar, devrimini yapar. Bilir ki Allah Teâlâ hayır olarak ne verdiyse, karşılığını tam olarak alacağını ve asla haksızlığa uğramayacağını bilmektedir.[20]
Açıklamalardan da anlaşıldığına göre [insanın kıymetini bilhassa alçaltan bir sebep, köleliktir. Başkasının önünde baş eğen ve onun emirlerine kör gibi itaat eden insan, köpekten bile alçaktır.
Ben, bir köpeğin diğer köpeğin önünde boynunu eğdiğini görmedim.” Hâlbuki bu kölelik, yalnız fertler arasındaki hizmet münasebetlerinde mevzubahis değildir; aynı zamanda bazı siyasî ve iktisadî sistemlerde görünen istismar prensibi de bu kulluk mefhumuna dâhildir.][21]
Hayatlarından memnun olan nice topluluklar, hürriyeti bulmak için çare üretemedikleri gibi şeytanın uşaklarına köle olmuşlardır. Onların köle olduklarını hatırlamak dahi akıllarından geçmediği gibi eylemleri bitmiş heykeller gibi hayata bakıp dururlar.
“Onlara baktığın zaman cüsseleri hoşuna gider; konuşurlarsa sözlerini dinlersin; tıpkı, sıralanmış kof kütük gibidirler; her çığlığı kendi aleyhlerine sayarlar; onlar düşmandır, onlardan çekin; Allah canlarını alsın, nasıl da aldatılıp döndürülüyorlar.” [22]


 



[1] M. A. Ubıcını, Osmanlı’da Modernleşme Sancısı, trc: Cemal Aydın, Timaş Yay., İst., 1998, s.27-28
[2] Cemil Meriç, Bu Ülke, İletişim Yay., İst., 2004, s., 93
[3] ÇİÇEK, J. Ü. (2006 ). Günümüzde Devletler Tarafından Uygulanan Psikolojik Operasyonlar Teorisi . Ankara: Kara Harp Okulu Savunma Bilimleri Enstitüsü Güvenlik Bilimleri Ana Bilim Dalı Yüksek Lisans Tezi-220011; s. II
[4] Disinformation: i. kasten yanlış haber verme, yanlış bilgi verme
[5] DOMENACH, Jean-Marie. Politika ve Propaganda (trc. Tahsin YÜCEL), İstanbul, Varlık Yayınları, 2003. s.60
[6] (ÇİÇEK, 2006 ), s. 1-4
[7] Hucurat, 13
[8] Perspective: i. perspektif, derinlik, derinlemesine inceleme yeteneği, görünüm, geniş bakış açısı
[9] Bakara, 256
[10]Şaban Teoman DURALI, Sorun Çağının Anotomisi, Şule Yayın. İstanbul, 2009, s.89
[11] Tefahhus: Bir şeyin, bir mes'elenin iç yüzünü dikkatle araştırma
[12]Necip Fazıl Kısakürek, İdeolocya Örgüsü, Büyük Doğu Yayınları, İstanbul, 1976, s.187-188
[13] Bkz: William K. TABB, trc: Ali TARTANOĞLU, (Mülkiye Dergisi, Cilt: XXV, Sayı: 226, s. 351-360   
William K. Tabb, Queens College ve City University'de Ekonomi ve Sosyoloji profesörü. The Postwar Japanese System'nin (Savaş Sonrası Japon Sistemi, New York, Oxford University Press, 1995) yazarı. Bu yazı ise, 1997 Sosyalist Bilim Adamları Konferansına bildiri olarak sunulmuştur.  
[14]Antonio Gramsci, 22 Ocak 1891'de Sardunya'da doğdu, 27 Nisan 1937'de Roma'da öldü. İtalyan düşünür, siyasetçi ve Marksist teorisyen.
[15] (TARI, 2006 ), s. 106-108
[16] Rahman, 19-20
[17] Erk: Bir işi yapabilme gücü, kudret, iktidar.
[18] Âl’i İmran, 140
[19] Bakara, 257
[20] Bakara, 272
[21] İkbal, Muhammed, Cavidnâme, trc. Annemarie Schimmel, Kırkambar Yay., İstanbul, 1999, s. 41.
[22] Munâfikûn, 4

Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.

Benzer Yazılar

Yorumlar