İNSAN VE SOSYAL HAYAT
KİMLİK ARAYIŞI
Türkiye’de kimlik arayışında ki, kendi içtimâi realitesini görmeme
saplantısı, Batı eksenli kültürel yapıya üstün körü bakmasından ve örnek
almasından kaynaklanmakta ve bu arayışlar da ideolojik sorunlar yumağı neden olmaktadır. Bu nedenle günümüzde
yaşanan kimlik tartışmaları işin şu tespitleri sizlere sunmak istiyorum.
Fransız tarihçi M. A. Ubıcını şu şekilde anlatmaktadır:
“Avrupa’nın hiçbir yerinde Türk imparatorluğu kadar ayrı cinslerden, başka başka ırklardan oluşmuş bir imparatorluk mevcut değildir. Bu bir millet değil, bir milletler karmasıdır, bileşimidir. Yekûn olarak otuz beş milyona varan halk üzerinde hâkim olan ırk
(Türkler) bunun aşağı yukarı üçte birine zor ulaşır. Geri kalanı ise kendi fizyonomilerini ve
kendi öz kişiliklerini kaybetmemiş olan Rumlar, Ermeniler, Yahudiler,
Rumenler, Slavlar, Arnavutlar, Araplar, vs. den meydana gelir. Bütün
ırklar, bütün dinler, eski kıtanın bütün dil ve lehçeleri sultanın geniş ve sakin toprakları üzerinde yan yana
varlıklarını hala hiç kusursuz devam ettirmektedirler. İster Anadolu yaylasından geçsin, ister Avrupa
Türkiye’sinin içlerine doğru uzansın yahut da dağları ve Suriye çöllerini dolaşsın, bir yolcuyu gittiği her yerde en çok şasırtan şey, Osmanlı imparatorluğunun halkları arasındaki bu din, dil, adet,
giyim ve fizyonomi değişikliği ve bu daimi zıtlık ve başkalıklardır. Doğrusu garip bir manzara bu ve bunun
sebeplerini araştırmakta bir o kadar merak konusu elbette.Genellikle uzun veya kısa bir
mücadeleden sonra, fethedilen milletler, fetheden milletler içinde eriyip gider
ve kaybolur. Gallo-Romainler, Frankların içinde, Saksonlar da Normandlar’ın
arasında kaynayıp gitmişlerdir. İspanyada ki Araplar gibi, yalnız Türkler, bilmem hor görmekten, bilmem
tedbirsizlikten, Bizans imparatorluğunun yenik düsen ırklarını asimile etmeyi (içlerinde
eritmeyi) ihmal etmişlerdir.
İste bu yüzdendir ki fetihten dört yüz sene
sonra, fetih esnasında çökmek üzere olan bu aynı ırklar simdi boyunduruk altına girmezden evvel ki
hallerine daha canlı, daha kuvvetli ve daha enerjik bir şekilde kendilerine gelmekte ve baş kaldırmaktalar. Bu hadiseyi neye bağlamak lazım?
Öyle sanıyorum ki Asya milletlerine has bir
kafa yapısına olduğu kadar bizzat fethin kendisine ve özellikle de Müslüman ırkların din
anlayışına bağlamak gerekir. Eskiden Vezüv yanardağının külleri ile üstleri örtülmüş bu şehirlerin altlarına inildiği, içlerine nüfuz edildiği zaman, üzerlerinden onsekiz asır geçtiği halde daha dün inşa edilmişler gibi bu bir yığın tarihi eşya karsısında insan kendini hayrete düşmekten alamaz. Türk hâkimiyetinin tesiri ve
neticesi iste böyle olmuştur. Türk hâkimiyeti toprağı bir lav gibi örttü ama muhafaza etmek için
örttü.”[1]
Bu görüntüyü Cemil Meriç su cümlelerle ifadelendirmektedir.
“Karanlıkta kavga olmaz.
İdeolojiler, uçurumları aydınlatan hırsız
fenerleri. İstemesek de onlara muhtacız.
Kaosu kosmos yapan insan zekâsı,
tecrübelerini ideolojilerde sergilemiş.
İdeolojiye düşmanlık, tek izm’e teslimiyettir. İdeolojiler siyaset dünyasının haritaları.
Haritasız denize açılınır mı? Ama harita tehlikeli bir yolculukta tek kılavuz
olamaz. Pusulaya da ihtiyaç var.
Pusula: Şuur.
Tarih şuuru, milliyet şuuru, kişilik şuuru. İdeolojilerin peşine takılanlar pusulasızlardır. Gemi ya
kayalara çarptı, ya batağa saplandı.”[2]
GÜNÜMÜZ İNSANLARI ÜZERİNE OYUNLAR
İnsanların
temel istekleri “Kimsenin kimseyi öldürmediği, sömürmediği aksine
yardımlaştığı bir dünya” dır. Ancak günümüz insanların ilişkilerinde
çıkarlar ön plandadır. Bu nedenle tarih boyunca bu çıkarlar uğrunda çatışmalar
yaşanmıştır ve de yaşanmaya devam edecektir. Geçmişe oranla dolaylı yöntemlerin
daha ağır bastığı günümüzde, mücadele tekniklerinden birisi de “Psikolojik
müdahele” dir. Bu ise belirli yollarla insanlar etki altına alınarak,
istismar etmek ve çıkarlar doğrultusunda hareket etmek ve psikolojik
etkinlikler bu imkânı oluşturmaktır.][3]
[Tarihin
derinliklerinden günümüze kadar, akıllı liderlerin üstünlük elde etmek için
başvurduğu psikolojik müdahaleler, kimi zaman her hamlesi düşünülmüş, kimi
zamanda plansız ve programsız kullanılmış, etkili ve yerinde kullanıldığında
ise beklentiler ötesi sonuçlar kazandırmıştır.
Günümüzde
psikolojik faaliyetlerin üç yöntemi olan propaganda, psikolojik savaş
ve dezinformasyon[4] çok etkin
olarak kullanılmaktadır.
Propaganda, bir
taraftan kitleleri inandırırken, diğer taraftan da onları yönetmek içindir.
“Her türlü propaganda, düşünce düzeyi ne
kadar aşağı olursa olsun düzeyini seslendiği kişilerin en kalın kafalısının
anlama yeteneğine göre ayarlanmıştır. Bunu sağlanmasıyla inandıracağı insan
kitlesi o kadar geniş olur.” [5]
Bilinen
dünyada, en kanlı savaşların yaşandığı 20. yüzyılda ve sonrasında, milletler
politik hedeflere ve ekonomik çıkarlara ulaşmada tek ve en geçerli yol olarak
bilinen sıcak savaş, yerini insanların bilinçaltı ve duygularını hedef alan psikolojik
savaşa bırakmıştır.
Dezinformasyon ise, kamuoyunun kandırmak gayesinden
hareketle gerçekmiş gibi gösterilip, yalana dayanan kışkırtıcı bir haberlerdir.
Dezinformasyon birçok senelere yayılmış ve uzamış bir faaliyettir. Dezinformasyon
faaliyetleri içeriğine göre siyasi, ilmi vb. olabilir. Dezinformasyonun
esası gerçek gibi doğrulanmak istenen bir yalandan ibarettir.
Dezinformasyon diğer psikolojik faaliyetlerden farklı olarak her ülkede veya
her kitleye karşı uygulanamaz. Uluslararası platformda tüm gelişmiş
ülkeler, amaçladıkları hedeflere ulaşmak için dünya siyasetini yönetmeyi
isterler.][6]
Anlattığımız faaliyetler yüzünden yüzyılımız
itibarıyla görülen insanlık kimliği temiz özünden uzaklaşmaya başlamıştır. Unutulmamalıdır
ki; son dönemde ortaya çıkan kişilik kimliklerinde “tesadüfler
nazariyesi”nin işlemediği bilinen bir gerçektir. (En basiti d.. gribi)
Hangi
dinde olursa olsun, muhakkak kendi içindeki doğmaları “kesin fikirleri”
insanın dayanılmaz hırsını didiklediğinden kurtulmak isteğini içinden
atamayanlar için sıkıntı doğurmaktadır. Bunu engellemek ise zor olunca
sınırlarını aşmak zorunda kalanlar insanlığın başına bela olurlar. Çünkü
kimliğini kaybetmiş kimlikler vardır. Bu kimlikler şeytanî düzeninin emellerine
hizmet etmek görevini kendine şiar ve görev edinmiştir. Bu kişiler şeytanın
yeryüzündeki temsilcisi olmaktan kendini kurtaramadıklarını
görmekteyiz. Bu kişiler o kadar aşağılık durumdadırlar ki; yalan söylemek ve
aldatmak onlar için sadece bir iştir. Çünkü onların şeytan ile kopmaz göbek
bağları vardır. Onlar için her şey sahne gösterisidir.
Hulasa; emperyalist güçlerinin sonsuz
hırsları ile elde ettikleri servetlerini korumak için teşkilatlanmaları şeytânî
ve dayanılmaz emelleri yıkılmaz örgütlerini kurmalarına sebep olmuştur. Bunlar
insanlığın başına bela olup huzursuzluğun temsilcisi olmuşlardır. Sonuçta
kalplerde Allah Teâlâ korkusu da kalmayınca her şey birbirine karışmış güven
sarsılmıştır. Öyleki zamanımızda artık maddiyat ve maneviyat birbirlerinin
muhalifi olmaktan uzaklaşmış, birbirini kovalayan vagonlara dönmüştür.
Son sözümüz aldanmamak için uyanık olma
zamanını kaçırmamaktır. Yoksa, hiçbir şeyin anlamı kalmayacaktır.
KÜRESEL EKONOMİK SİSTEM GERÇEĞİ
Gelecekte
olması düşünülenlerden biride şirket vatandaşlığı, özelleştirme, küresel
pazarlar, karlılık, .... çok uluslu şirketlerin egemenliğidir. Yani ekonomik
sistemin emperyalist düzen sahiplerinin emellerine hizmet edecek sistemlerin
hayata geçirilmeye çalışılmasıdır. Görünüşte bütün insanlığı bir havuzda
toplayıp bir köy haline gelmesidir.
Küreselleşme
İslamî açıdan uygun görülmemektedir. Çünkü Allah Teâlâ kulların birbirleri
anlaşmaları için ayrı kabileler, fikirler, mezhepler vb. olmasını uygun
görmektedir.
“Ey insanlar! Doğrusu Biz sizleri bir erkekle bir dişiden yarattık. Sizi
milletler ve kabileler haline koyduk ki birbirinizi kolayca tanıyasınız.
Şüphesiz, Allah katında en değerliniz, O'na karşı gelmekten en çok
sakınanızdır. Allah bilendir, haberdardır.” [7]
İslâm’ın
geniş perspektifi [8] diğer
hayat, fikirler ve ideolojilere “Dinde
zorlama yoktur; Artık hak ile batıl iyice ayrılmıştır.” [9] ilkesi
ile onlara hayat hakkı tanır. İslâm ise, emperyalist sistemin görüntüsü olan
küreselleşmeyi köleleştirme ile aynı görmektedir. Küreselleşme sömürmenin bir
başka adıdır. Özgürlüklerin kaybolduğu bir geleceğe karşı tek engelde ancak
İslam’ın olduğu artık anlaşılmıştır.
[Meselâ,
kul hakkı dediğimiz bir temel düstur var.
Kul
nedir, öyleyse?
Görünürler
(phenomene) dünyasında varolmayan bir yetki merciine bağlanma, bunun sonucunda
dünyevî bir makamın, güç odağının sorusuz sorgusuz kölesi olmama durumudur.
Demek ki kul, bir toplumsal adalet ilkesi olup İslam’ın kaçınılmaz kuralıdır.
Markscılık bu ilkeyi İslâm’dan aşırıp içini maneviyâttan boşaltmıştır. Nasıl
Luthercilik, dince Müslümanlıktan esinlenmişse, benzer biçimde, Markscılık dahi
bizlere İslâmî etkiler ile unsurları yansıtmaktadır. Bunların başında emek ile
alın terine dayanmayan gelir ile kazancın haram sayılması ve kul hakkının
dokunulmazlığı gelmektedir. Bahsettiğimiz iki ilke, insanın insanı kul kılması
ile sömürüyü yasaklayıp sonuçta toplumsal adaleti gündeme sokup yaşatmaktadır.
Toplumsal adalet, İslam’ın temelidir. Namaz, oruç gibi bilcümle ibadetlerse,
dünyanın en zor işi olan kul hakkını yememek için tesis olunmuş talimlerdir.
Her ibadet insanı kul hakkını yememe disiplini ile tutarlılığına götürme
maksadına matuftur.][10]
[İslâm, liberalizma ve kapitalizma,
faşizma ve nazizma, sosyalizma ve komünizma gibi,
bugüne kadar tatbik mevzuu olmuş içtimai ve iktisadi mezheplerin her birini,
hiçbirine üstünlük vermeden masaya oturtur ve onlara şöyle mukabele eder:
‘Her birinizin, bütünü kucaklayamadan, ayrı ayrı ve parça parça bazı
haklarınız ve hakikatleriniz vardır ve her birinizin ayrı ayrı ve parça parça
arayıp da bulamadığınız hakikat, birer bütün halinde İslamiyet’tedir.
İslamiyet’in
bunlardan hiç birine tabi olması ve hiç birine kendi ismini ilave etmesi mümkün
değil; ancak bunlardan her birinin öbüründe kaybetmek istemediği hak ve
hakikatle beraber hepsinin birden hesabını tekeffül edici külli mizanın tahkik
ve tefahhusu[11], ancak
İslamiyet içinde kabildir.][12]
Gelecekte
hakiki manada yüksek hayat ilkesinin insanlığın hizmetinde olduğu düşünülecekse
aranması gereken hususlar için dinimizin değerlerine sistemleri oturtmak
gerekecektir. Çünkü İslam iktisadi değil, ahlaki endişelere ve değerlere
dayanır. Ekonomik hayatı tanzim edenler, maddeci olmaktan çok, ruhâni, otoriter
ve sorumlulukları tamamen yüklenmiş bir davranışa sahip olmalıdır.
Genel olarak, insanın kaplayıcı faaliyetinden
ziyade, Allah Teâlâ’nın iradesine bağlı fedakârlık olduğu şeklinde
düşünülmelidir. Mesela faiz sisteminin yasaklanması ve herkesin zekât vermekle
yükümlü olması hassasiyeti ile insanların bilinçlenmesi gibi. Bu nedenle Hz.
Ebubekir radiyallâhü anhın zekât için savaş ilan etmesi unutulmamalıdır.
İslam’ın
özel mülkiyete karşı çıkmadığı herkesin de bazı bakımlardan, yüce bir hakkı
olduğunu kabul eder. Normal şartlar ile nizamını devam ettiren milletin hayat
seyrinde sömürüye götürecek komplo düzenlerini de bertaraf etmektedir.
[Küreselleşmede
ise iç güçle, milli imkânlarla sağlanan kalkınmayı diğerlerinden ayırma
yönündeki güçlü iddialarını büyük ölçüde yitiren milli ekonomiler arasındaki
ilişkilerin yapısında hızlı ve yeni bir değişme olduğu, yerel ekonomik yönetim
stratejilerinin, yerel dışında yetersiz kaldığından bahseder. Buna göre
enternasyonalizm, içerisinde teknolojinin ve karşı konulmaz piyasa güçlerinin
küresel sistemi dönüştürdüğü milli sınırları, bir gel-git gibi silip süpürür. Yurtdışı
şirketler ve Dünya Bankası ve IMF gibi
küresel hükümranlık örgütleri, coğrafi konumlarına ve tercihlerine aldırış dahi
etmeden bütün ülkeleri birbirine benzemeye zorlar. Böyle bir yaklaşımın tabii
sonucu, radikal alternatiflerin söz konusu olmadığı, Margaret Thatcher'ın,
unutulmaz özdeyişindeki gibi, “başka çaremiz yok” dayatmasını
ileri sürer.
Bilinmesi
gereken kapitalizm hep değişen bir sistem oluşudur. Acımasız küresel
sermaye egemenliğinin bozguncu oluşunu unutmamalıyız. Aslında küresel
ekonomiyle bütünleşmek, sözde mucize ekonomiler için dahi, zorunlu bir son
değildir. Fakat fikir dayatmaları ile bunun olması için uğraşanlar art
niyetliliktir.
Kapitalizm,
daima bir küresel sistem olmuştur. Ekonomi tarihçileri, bugüne de bu
perspektifle bakmamızı ister. Dünya ekonomi politiği, yüz ya da yüz elli yıl
öncesinden daha küresel değildir. Kapitalist mantığın, sosyal yaşamın her
alanına yönelik bugünkü saldırısı, devletin, kapitalist sistemin birikim
modellerine karşı yurttaş sadakatini geliştiren meşrulaştırma işlevlerinin
birçoğunu da sakatlamıştır.
21'nci yüzyılda küreselleşme hayaletinin elimizi kolumuzu bağlamasına
izin vermemesi için güçlü olmak gerekir.
Küreselleşmeye
karşı dengeye ihtiyacımız vardır; ekonominin, emekçilerin rekabetçilik, serbest
piyasa için fedakârlıklara ihtiyacımız vardır. ][13]
“
TÜKETİM TOPLUMU, HEDONİZM ve ARAÇ OLARAK YAZILI BASIN ”
HEDONİZM: Psikolojide, hazza yönelmenin ve acıdan kaçınmanın, insan davranışının
temel güdülendirici güçlerinden birisi olduğu teorisi.
Felsefede, hazzın en yüce değer olduğu;
yaşamın temel amacının haz olduğu savı. Epikürcüler, hazzın mutluluk için
merkezi bir önem taşıdığını, ancak ölçülülük ve kısıtlama gibi manevi değerleri
de içinde taşıdığına inanıyordu. Bu terim şimdilerde negatif bir duygusal
içerik çağrıştırmakta ve mutluluğu zengin ve lüks bir yaşam olarak
tanımlayanları kastetmektedir.
ÖZET
Türkiye'de 1960’lı 70’li ve 80’li yıllarda yaşanan siyasi, ekonomik ve
toplumsal problemlerin ardından gelen askeri müdahaleler sonrasında basın,
kendine yeni çıkış yolları aramak zorunda kalmıştır. Bu arayışın temel nedeni
de her darbe sonrası basına getirilen sınırlamalardır. Özellikle, 1980'lerin
ikinci yarısından sonra büyük sermayelerin de basına girmesi, bu arayış
sürecinde önemli bir rol oynamıştır.
Türk basınında aile şirketleri zamanla yerlerini medya kartellerine
bırakmıştır.
24 Ocak 1980 kararları Türk toplumunun yakın geçmişinde oldukça önemli
bir kırılma noktasıdır.
12 Eylül 1980 Askeri darbesi öncesinde hazırlanan, ancak darbe sonrası
kendine uygun bir zemin bulabilen bu kararlar, Turgut Özal tarafından
uygulamaya başlanmıştır. Serbest piyasa ekonomisine geçişi temsil eden bu
kararlar, zaman içinde Türkiye’nin tüketim toplumuna dönüşümünde de başrolü
oynayan gelişimlerde anahtar görevi üstlenmiştir.
Basın; Türkiye’de tüketim toplumunun yaratılmasında önemli bir rol
oynamıştır. Haberlerin veriliş biçimleri ve kullanılan görseller, yayınlanan
reklamlar ve konu başlıkları ile halka adeta rehberlik etmiştir ve halen de bu
görevini yürütmektedir. Geçmişte tasarruf anlayışına sahip olan Türk toplumunun
tüketim toplumuna dönüşümünde rol oynayan basın, aynı zamanda hedonizm olgusunu
da biçimsel ve içeriksel olarak yoğun bir biçimde kullanmıştır. Bu doktora
çalışmasında 24 Ocak 1980 tarihi başlangıç noktası alınarak, Hürriyet
gazetesinin biçim ve içerik analizi yapılmıştır.
ÖNSÖZ
Hıfzı Topuz, editörlüğünü Prof. Dr. Şengül Özerkan’ın yaptığı, “Haber
Analizi ve Arşiv İncelemeleriyle Türkiye’de 9 Gazete” kitabının önsözünde,
basın alanında 1950’li yıllardan beri süre gelen, özellikle de UNESCO destekli
bilimsel tarama ve arşiv araştırma yöntemlerine dayalı iletişim çalışmalarından
bahsetmektedir. Topuz, satırlarında, aynı zamanda bu tür araştırmaların
Türkiye’deki sayılarının da azlığına dikkat çekmektedir. Bu uyarı da dikkate
alınarak, tezin hazırlanmasında bilimsel altyapının sunumuna, araştırma
yöntemlerine ve arşiv taramalarına özen gösterme gayretlerinden ödün vermeden,
günümüz Türkiye’sinde oluşan
“Tüketim Toplumu”nun çok yönlü gelişim dinamiklerine, basın odaklı bir
bakış açısı ile dikkat çekilmeye çalışılmıştır. Tüketim Toplumu, Hedonizm ve
Araç Olarak Yazılı Basın konulu doktora tez çalışmasında, özellikle neo-liberal
politikalar ve 24 Ocak 1980 karalarının Türkiye’deki etkileri ile basında
yaşanan magazinselleşme sürecinde kullanılan çağdaş hedonistik göstergeler
üzerinde durulmuştur. Araştırma evreni olarak seçilen Hürriyet gazetesi,
1970’li yıllardan günümüze mercek altına alınmıştır. Öncelikle tez konusunun
belirlenmesi ile başlayan sürecin her aşamasında, değerli görüş ve uyarıları
ile her zaman bana yön veren ve eşsiz sabrı ile tezin oluşumuna katkıda
bulunan, danışman hocam, Prof. Dr. Şengül Özerkan’a şükran duygularımı
belirtmek isterim. Ayrıca, Prof.Dr. Atilla Girgin, Prof. Dr. Murat Özgen, Prof
Dr. Rengin Küçükerdoğan, Yard. Doç. Dr. Levent Eldeniz, Doç. Dr. Işıl Zeybek,
Doç. Dr. Ece İnan Çöklü ve Doç. Dr. Nezih Hekim’e bana kattıkları değerli bilgi
ve birikimleri için; araştırma sürecinde sunmuş oldukları nezih ve donanımlı
çalışma ortamları için de Anadolu Üniversitesi Yunus Emre Kampüsü
Kütüphanesi’ne ve Marmara Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü çalışanlarına
teşekkürleri bir borç bilirim.
Doktora programı boyunca, maddi ve manevi desteklerini daima yanımda
bulduğum, en zor günlerimde bana önce güvenli bir liman ve birlikte çıktığımız
bu yolda her zaman yol gösterici olan aileme sonsuz teşekkürlerimi sunarım.
Eşim, oğlum, annem ve anneannemden, onlara ayıramadığım zaman dilimleri için
anlayışlarından dolayı sevgi ve saygılarımı sunarım. Bu çalışmamı, bugün
hayatta olmayan ama varlıklarını her zaman yanımda hissettiğim sevgili abim,
kardeşim, babam, kayınpederim ve kayınvalideme armağan ediyorum.
Volkan EKİN
Mart 2010
GİRİŞ
Neo-liberalizmin Türkiye’deki zemini, dönemin Başbakanı Süleyman Demirel
Hükümeti’nde Müsteşar olan Turgut Özal tarafından
hazırlanan ve 24 Ocak 1980 Kararları olarak anılan kararlar sonrası atılmıştır.
Türkiye’nin içinde bulunduğu kaotik sağ-sol
çatışmaları, Meclis’in verimli çalışamaması, siyasi
istikrarsızlık, Cumhurbaşkanı’nın
seçilememesi, grevler, yürüyüşler, toplu iş bırakmalar, sokak çatışmaları,
etnik ve dini ayrımcılıkların kentlerde silahlı çatışmalara dönüşmesi,
kahvehanelerin, parti binalarının taranması, üniversite olayları,
gazetecilerin, dernek ve sendika başkanlarının, öğretim üyelerinin ve
siyasetçilerin suikastlere uğramaları, bombalı saldırılar, ASALA’nın yurtdışındaki Türk Büyükelçi ve
Konsolosları ile THY bürolarına yönelik saldırıları ve bu saldırılarla beraber,
ülkeyi yönetenlere karşı halkın güveninin zedelenmesi gibi pek çok faktör, 12
Eylül 1980 Askeri Darbesi için adeta birer gerekçe olmuşlardır.
Bu süreçte ülke üzerinde oynanan oyunlar ve dış güçlerin oynadıkları
iddia edilen roller, bugün bile tartışılır durumdadır. Darbe sürecinde yaşanan
pek çok olumsuzluğa rağmen (Örneğin; tüm siyasi partilerin, derneklerin ve
sivil toplum örgütlerinin kapatılması, binlerce kişinin fişlenmesi, gözaltılar,
hapis cezaları, işkenceler ve idamlar gibi.) 1982 Anayasası kabul edilmiş,
ardından çok partili siyasi yaşama yeniden geçilmiştir.
Ancak, Türkiye eski Türkiye değildir. 1983 Genel Seçimlerinden
beklenenin aksine, Askeri yönetime yakın olan MDP ( Milliyetçi Demokrasi
Partisi ) değil, Anavatan Partisi birinci parti olarak çıkmış ve 24 Ocak
Kararları’nı hazırlayan Turgut Özal, Başbakan olarak
ülke yönetimine geçmiştir. Artık, ikameci politikadan, serbest piyasa
ekonomisine geçişin de başlangıcı söz konusudur. Türkiye tasarruf eden değil,
tüketen insanların, tükettikçe var olan ve kimlik / statü sunma ihtiyaçlarını
tükettikleri ile bir tutan tüketim toplumu olma yolunda hızla ilerlemeye
başlamıştır. Döviz taşımak, yabancı marka içki-sigara kullanmak artık yasak
değildir.
Bu arada Türk toplumu, alışık olmadığı biçimde Başbakanının neo-liberal
anlayışa uygun düşen birtakım açıklamalarıyla da yüz yüze gelmeye başlamıştır.
Örneğin; Turgut Özal’ın
- Ben, zengin insanları severim - söylemi örneğinde olduğu gibi…
25 Ocak 1980 tarihli gazetelerde ve hatta ardından geçen birkaç haftalık
süreçte ne olduğu pek anlaşılmayan 24 Ocak Kararları, esas etkilerini ilerleyen
zaman içinde, Turgut Özal Hükümeti döneminde açık bir biçimde göstermiş ve Türk
toplumu, tüketim kültürünün kapitalist toplumların kültürü olduğu gerçeği
çerçevesinde, 1980’li yıllarda sunulan yaşam biçimleri ve buna bağlı
serbest zaman anlayışı ile biçimlendirilmiştir.
Özellikle, küreselleşmenin de etkileriyle birlikte çokuluslu şirketlerde
çalışmaya başlayan ya da yüksek maaş alan; ancak, siyasetten uzak, zevkine
düşkün, tüketmekten mutluluk duyan yeni bir orta sınıfın doğuşu söz konusudur.
Bu yeni sınıfın doğuşunda da basına bazı önemli görevler düşmüştür.
Örneğin; kitlelerin yeniliklerden haberdar edilmeleri ya da o güne kadar
toplumda kabul görmeyen kimi davranış ve tutumların modernleşme adına
meşrulaştırılmasında olduğu gibi…
1950’li ve 1960’lı
yıllarda öngörüsü gerçekleşen, ancak pek de ciddiye alınmayan; daha sonra 1980’li yıllarda siyasi etkilerini hissettirmeye
ve tüm dünyada yaygınlaşmaya başlayan neo-liberalizm akımı ekonominin devlet
liderliğinden ayrılması ve piyasaların özel teşebbüs tarafından yönetilmesi
gerektiği fikrini savunmaktadır. Öyle ki, bu akıma göre piyasayı rekabet
yönetmelidir. Bu bağlamda, Devletin kriz anında radikal müdahale hakkının
bulunmasını, bunun dışında da piyasadan tamamen çekilmesini öngörmektedir.
Sosyal reformlara karşı çıkan bu anlayış, aynı zamanda özel mülkiyeti
savunurken, gerekçe olarak da “kişisel hürriyetin ve açık piyasaların en geniş
kitleler için bile fayda sağlayacağını” öne sürmektedir. Neo-liberalizmin temel
değeri olan rekabetin beraberinde getirdiği bir diğer özellik ise kar yarışına
katılımın ya da pazar paylaşımının temel yasalarına uyum sağlayamadığı için
kamu sektörünün kesin biçimde küçültülmesidir. Chicago Üniversitesi Ekonomi
Bölümü’nde felsefeci ve ekonomist olan Friedrich
Hayek tarafından temelleri atılan bu akıma, Milton Friedman ve Arnold Harberger
gibi ekonomi profesörleri ile Uluslararası Para Fonu 3 (IMF)’nun destekleri olmuştur. Sol ile sağın ortası
olduğu gibi görüşler ortaya atılmış olsa da, aslında kapitalist ve sağcı bir
akımı temsil etmektedir. İngiltere’de
Margaret Thatcher'in iktidara gelip, neoliberal devrimi başlattığı 1979 yılı,
neo-liberalizm akımı için de önemli bir tarihi temsil etmektedir. Thatcher’ın özelleştirme akımları ve dönemin Amerika
Birleşik Devletleri Başkanı Ronald Reagen yönetimi ile birlikte yürütülen
stratejik iş birliktelikleri tüm dünyada etkilerini göstermiştir.
Tasarruf anlayışına sahip Türk toplumunun tüketen topluma dönüşümü
sürecinde, Türk basınında yaşanan değişim ve gelişimler ile tüketimin verdiği
hazzın, yaşamın anlamı olarak kabul edilmeye başlanması, beraberinde Türkiye’deki yazılı basının dönüşümünde hem tüketim
eğilimlerinin değişimi hem de hedonizmin birlikte incelenmesi gereğini ortaya
çıkarmıştır. Türk basının gelişiminde; basının ortaya çıkış biçimi, Batılı
devletlerin siyasi ve teknolojik yaptırımları, iktidar-basın ilişkileri ile
reklamın gelişimi, darbelerin etkileri gibi konular, Osmanlı’dan günümüze doğru ele alınarak, dünden
bugüne Türk Basını’na dair bir tablo oluşturulmaya
çalışılmıştır. Bu tabloda, haber kavramı, haberin magazinselleşmesi, medya –
siyaset ilişkileri ile gazetelerin biçim ve içeriklerinde yaşanan değişimler
ile yeni yaşam biçimi olarak tanımlayabileceğimiz life style başlığı altında,
burçlara göre yaşam, gurme terimi (Gurme:
Tatbilir, yemeklerin, şarap ve kahve gibi içeceklerin
farklı çeşitlerinin tatlarını birbirinden ayırabilen, duyarlı damağı olan
kişilere verilen addır) ve yemek kültürü, statü simgesi olarak 4x4 araç
kullanımı, cep telefonu kullanım biçimleri ile residence, plaza ve kredi kartlı
yaşam gibi kavramların, serbest piyasa ekonomisi çerçevesinde hayatımızda yer
bulması; küreselleşmeyle birlikte gelişime açık sektörlerin reklam çabaları,
bankaların söylemlerinde yaşanan değişimlerle beraber diyet, estetik ve
güzellik gibi kavramların gazeteler aracılığıyla topluma sunulması, “Tüketim
Toplumu, Hedonizm ve Araç Olarak Yazılı Basın ” konulu doktora tezi
çalışmasının araştırma eksenlerini oluşturmaktadırlar.
Ayrıca, 24 Ocak 1980 ve 12 Eylül 1980 tarihlerinden sonra Türk basınında
yaşanan magazinselleşme sürecinde; Sabah, Günaydın, Güneş, 4 Posta gibi ulusal
ve yüksek tirajlı günlük gazeteler ile birçok bulvar gazetesinden sonra akla
gelen Hürriyet’in yayın politikası; biçim içerik analizi ise
tezin bir diğer ayağını oluşturmaktadır.
Araştırmaya konu olan tez ise beş bölümden oluşmaktadır. Buna göre;
giriş bölümünden sonra yer alan ikinci bölümde; “Tüketim Kültürü ve Tüketim
Toplumu Etkileşimi” başlığı altında tüketim kültürü kavramına ve bu
kavramın sosyal-kültürel kullanımlarına değinilecektir. Tüketim toplumunun
ortaya çıkışı, kuramsal açılımlarla ele alınacak ve Modernizm, Fordizm,
Postfordizm ile tüketim toplumu kuramları ışığında Türkiye’de tüketim kültürü ve kimlik arayışlarında
basının rolü üzerinde durulacaktır. “Tüketim Toplumunun Ortaya Çıkışı ve
Akımlar” ana başlığı altında; “Sanayi Sonrası Toplum Kuramları”ndan,
“Enformasyon Kuramı”, “Tüketim Toplumu Kuramı” ve “Postmodern Toplum Kuramı”
irdelendikten sonra, “Türkiye’de
Tüketim Kültürü ve Kimlik Arayışı” ile “Tüketim Toplumunun Oluşumunda Yazılı
Basının Yeri” başlıkları altında, diğer bölümlere de temel oluşturulacak
kuramsal bilgilere yer verilecektir.
Üçüncü bölümde; magazin gazeteciliği, haberin magazinselleşmesi ve
hedonizm kavramlarına ilişkin bilgiler aktarılarak, Osmanlı’dan günümüze Türk basını, 24 Ocak Kararları
ve 12 Eylül Askeri Müdahalesi sonrasında Turgut Özal’ın neo-liberal politikaları sorgulanacaktır.
Bu bölümde ayrıca, “Türkiye’de Yazılı Basın ve Gelişimi (Osmanlı’dan
20.Yüzyıla)” başlığı altında matbaanın gelişiyle başlayan süreçte
gazetelerin Türk toplumunun günlük yaşantılarına girişleri, iktidarla olan
ilişkileri, çıkış nedenleri ile siyasi duruşları, olaylara verdikleri tepkileri
ve tanıklıkları ile tarihsel pek çok konu üzerinde durulacaktır. Bunlar
arasında; II. Abdülhamit Döneminde yaşananlar, İttihat ve Terakki Cemiyeti
Dönemi, Cumhuriyet’in ilk yılları, Tek Parti Dönemi, Adnan
Menderes Dönemi, 6-7 Eylül Olayları ve Askeri Müdahaleler bulunmaktadır.
Araştırma çalışmasında “1919-1945”, “1945-1960” ve “1960-1980”
dönemlerinde yaşananlar ve basındaki gelişmeler ayrı ayrı ele alınacaktır. 5
Buna göre; “24 Ocak 1980 Kararları” ve “Turgut Özal Dönemi Basın” ise ikinci
bölümde yer alan diğer başlıklardır. Yine bu bölümde, Türkiye Cumhuriyeti’nin, devlet ikameci politikadan serbest
piyasa ekonomisine geçişinin mimarlarından Turgut Özal’ın kronolojik yaşam öyküsüne kısaca göz
atıldıktan sonra, Özal Dönemi ve 24 Ocak Kararları’nın ne olduğu ve neden bu kararlara ihtiyaç
duyulduğu üzerinde dönemin şartları da göz önüne alınarak değerlendirmeler
yapılacaktır.
Dördüncü bölümde; “Yazılı Basında Magazin İçeriği ve Hedonizm
İlişkisine Yönelik Araştırma Uygulaması” ana başlığı çerçevesinde;
araştırma amaç, yöntem ve sınırlılıkları göz önüne alınarak, Hürriyet
gazetesinin biçim ve içerik analizi gerçekleştirilecektir. Bu analizde, Yeni
Yaşam Biçimi (life – style) başlığının altında; “Kredi Kartlı Yaşam”, “Cep
Telefonu”, “Yemek Kültürü ile sıkça duymaya başladığımız “Gurmelik Terimi”
irdelenecektir. Küreselleşmeyle birlikte hızla değişen dünyada, neo-liberal
politikaların tüketime yansımalarının birer parçası olan diğer statü sembolleri
ve moda kavramı üzerinde de bu bölümde durulacaktır. Buna göre; “İşadamı ve İş
kadını Kıyafetleri” ile “Statü Simgesi Markaların Kullanımı”, bölümün
başlıklarını oluşturacaklardır. “Modern Mekanlar ve Tüketim” konusu ise “İş
Merkezleri”, ”Alışveriş Merkezleri”, “Modern Siteler”, ”Yeni Yaşam Alanları:
Konutlar (Residence)” ve “Eğlence Mekanları” başlıkları altında
irdelenecektir. Tüm bu konu başlıkları ile ilgili yayınlar ve görseller ise
biçim ve içerik analizlerinde ayrıca ele alınacaktır. Sonuç bölümünde; yukarıda
belirtilmiş olan dört bölüm ve biçim içerik analizleri ışığında, Habermas ve
Baudrillard’ın yapısal dönüşüm ya da bir başka deyişle
toplumsal değişim anlayışları ve iletişim kurumları çerçevesinde, yazılı basın
ele alınarak durum tespiti özelliği taşıyan yorumlara yer verilecektir.
SONUÇ
Eski Japon kültürüne göre, parıldayan her şeyin değersiz ve bayağı
olarak kabul gördüğü bilinmektedir.
Bu inanca göre, parlayan bir nesne yenidir ve yeni olduğundan dolayı henüz,
kullanımının ona kazandırdığı soylulukla, değer kazanmamıştır.
Eskimiş bir eşya, onu kullananlarla birlikte yaşamış, sabır ve özenin
aktarıldığı bir nesnedir. Bu nesne, zamanla kullanan kişinin huyunu,
duygularını yüklenmiş ve hizmet ederek karşılık vermiştir. Bu ilişki sürecinde,
sabır ve sadakat gibi iki önemli duyguya da gereksinim vardır. Sabır, yüklendiği
rol gereği bir tuğlaya; sadakat ise, bir köke benzemektedir. Sabır acelenin,
sadakat ise tüketimin panzehiri olarak görülmektedir.
Günümüzde ulaşılan tüketim anlayışına baktığımızda ise, feodalizmden
sonra Sanayi Devrimi ile oluşan ekonomik yapıda, toplumsal üretim ve tüketim
biçimlerini değiştiren, “Kapitalizm” kavramı ile karşılaşılmaktadır.
Savaş sonrası oluşan toplumsal refah, Fordist üretim tarzı ve buna uygun
ekonomik politikalarla, Amerikan toplumunda başlayan ve kısa zamanda diğer
Batılı ülkelerden başlayarak dünyada pek çok ülkeye de yayılan tüketimdeki
artış, tüketim kültürü ve tüketim toplumu terimlerini ortaya çıkarmıştır.
Henry Ford, sıradan aileler için seri üretim yolu ile üretmiş olduğu
otomobilleriyle, Batı kapitalizminde de yeni bir dönem açacak değişimin
öncülüğü yapmıştır. Ford, çalışanlarına yüksek ücret ödeyerek ve
bu otomobilleri öncelikle onlara satmayı hedefleyerek, XX. yüzyılın ilk toplu
üretim ve tüketiminin yükselişinin de işaretini vermiştir.
1960’larda, ücret artışlarıyla desteklenen
tüketimin gelişimini, kitle tüketim alışkanlıklarının oluşmasını ve daha
sonraları Gramsci[14] tarafından “Fordizm” olarak nitelenecek
çabaların kurumsallaşmasını görmek mümkün olmaktadır. 1970’li yıllarda, tüketici taleplerinde yaşanan
düşüş, petrol fiyatlarında yaşanan dalgalanmalar, ekonomik ve siyasi
sıkıntılar, küresel anlamda bir krize neden olmuştur. Bu krizden çıkış yolu
olarak, neo-liberal politikalar geliştirilmiş ve üretimde Fordist anlayıştan,
Post-fordist anlayışa geçiş yaşanmıştır.
Bu süreçte, tüketim kültürünün en önemli görevi, sürekli farklılaşan
ürün ve hizmetler ile medya aracılığıyla o ürün ve hizmetlere yüklenen imaj ve
değerlerin, bireysel tüketimi teşvik etmesini sağlamaktır. Böylece, bireylerin ürün ve hizmet seçimleri
yani tüketimleri, kendilerine yeni yaşam biçimleri oluşturmalarında
farklılıklar içeren, sıradan olmayan, ayrıcalıklı ve seçkin bir tarza sahip
olabilme duygusunu yaşatabilecektir. Bu toplumda, her bireyin en öncelikli ise
görevi tüketmektir.
1980 ve 1990’larda yaşanan gelişmeler, küresel sermayede
yaşanan bütünleşmeyi de beraberinde getirmiştir. Özetle, SSCB’nin dağılmasından sonra, yeni pazarların
oluşması, paranın serbest dolaşımının sağlanması, neo-liberal politikaların
dünya genelinde kabul görmeye başlaması, kitle iletişim araçlarında ve
yayıncılığında yaşanan teknolojik gelişmeler ile dünyanın küçülmesi ve tüketim
kültürünün belirlediği, yine tüketim yaklaşımlı “lifestyle” (yaşam tarzı)
olarak adlandırılan, marka ve imajların esas alındığı, yeni yaşam biçimlerinin
ortaya çıkması örneklerinde olduğu gibi.
Günümüzde ise sanayi toplumlarında üretimin, sanayi sonrası toplumlarda
ise tüketimin “sembol” olduğu gerçeği ile karşılaşılmaktadır. Bu
gerçekten hareket eden sosyal bilimciler “tüketim toplumu” kavramıyla yaşanan
değişimleri ve mevcut durumu analiz etmeye çalışmaktadırlar. Tüketim toplumu ve
tüketim biçimlerine karşı, Frankfurt Okulu olarak bilinen ekolden gelen ilk
eleştiri, Max Horkheimer ve Thedor W. Adorno’nun birlikte kaleme aldıkları, Aydınlanmanın
Diyalektiği adlı eserde temellendirilen, “Kültür Endüstrisi”
çözümlemesine dayanmaktadır.
Buna göre, kitle kültürü’nün
sunduğu bütün araç ve kolaylıkların, bireysellik üzerindeki toplumsal baskıları
güçlendirmekte olduğu ve bireyin direnme imkanı ile modern toplumun atomize
edici işleyişi içinde kendini koruma imkanını elinden aldığı vurgulanmaktadır.
Adorno ve Horkheimer’den sonra Herbert Marcuse, tüketim toplumu ve tüketim kültürünün,
bireyleri tüketime dayalı yaşam biçimlerini “SATIN ALMAYA” zorlayan “YANLIŞ
VE SAHTE İHTİYAÇLAR” ürettiğini ileri sürmüştür.
Marcuse, tüketim kültürünün yarattığı bireyselliğin,
sömürü ve toplumsal kontrolü sağlamak amacıyla geliştirilen, yarı bireysellik
olduğunu savunan ilk düşünürlerdendir. İkinci nesil, Frankfurt Okulu temsilcisi
olarak tanımlayabileceğimiz Jürgen Habermas ise modernliğin
tamamlanmamış bir proje olarak devam ettiğini, fakat modernliğin
totalleştirici, “araçsal akıl” yerine “eleştirel akıl” temelinde
yeniden inşa edilmesi gerektiğini savunmaktadır.
Habermas’a göre, günümüzde ailenin tüketici
niteliğinin ön plana çıkması, bireyselleşmeyi, serbest zaman kavramının
kullanım biçimlerinin değişimini ve ailenin göreceli, özerk bir alana
dönüşümünü simgelemektedir. Bu dönüşüm, aynı zamanda tüketim alışkanlılarında
yaşanan değişimleri de içermektedir.
Habermas, tartışma kültürü ile tüketim kültürü arasındaki kesintinin
başlangıcını “grosso modo”( yaklaşık olarak, aşağı yukarı, tahminen) ,
XIX. yüzyılın ortaları olarak işaret ederken, kültürel ürünlerin kalıplaşarak,
meta haline gelmesinin, edebiyatın ticaretleşmesinin, giderek güdümlü, tüketime
yönelik diyalog, tartışma, oturum ve yayınlara yol açtığına dikkat
çekmektedir.İletişim araçlarında, özellikle de basında var olan, tüketime
devamlı katılabilme psikolojisinin yaratılmasının, başlı başına amaç edinmiş
bir yayın anlayışına dönüşümünden bahsetmektedir.
Kısaca, Habermas, tüketim toplumunun oluşumunda basının bir araç
olduğuna vurgu yapmaktadır.
Tüketim toplumunun oluşumu ve bu oluşum çerçevesinde basının öncelikli
işlevini, Batı toplumlarında yaşanan gelişme ve tartışmalar doğrultusunda ele
aldığımızda, basının doğuşu ve görevleri alanında, Türk basının Batı’daki klasik gelişmelerden farklı olarak,
devletin resmi propaganda aracı olarak doğduğunu görmekteyiz. Ancak konu, önce
liberal, sonraları neo-liberal politikaların Türkiye’ye yansımalarından açıldığında, Demokrat
Parti döneminde başlayan Amerikan tarzı yaşam biçimine özenişin ve zengin olma hayallerinin getirdiği
beklentilerin, tüketim tarzlarına yansımaları biçiminde, Batı’dan gelen etkiler görülmektedir.
Yine de bu yıllarda, Türk Basınında fikir gazeteciliğine verilen önemden
bahsetmek mümkündür. Her dönemde olduğu gibi bu dönemde de basına uygulanan
baskı ve yasaklamalar mevcuttur. Ancak, haberin magazinselleşmesi konusunda,
Türk Basının bugün gelinen noktanın çok uzağında olduğu görülmektedir. Türkiye’de 1960’lı,
70’li ve 80’li
yıllarda yaşanan sosyal, siyasal ve ekonomik karışıklıklar ile askeri
müdahaleler sonrasında, basının kendine birtakım çıkış yolları aradığı
görülmektedir. Bu arayışın temel nedenlerinden biri de, şüphesiz, her darbe
sonrası basına getirilen yasaklama ve sınırlamalardır. Bununla beraber,
1980'lerin ikinci yarısından sonra büyük sermayelerin de basına girmesi, bu
arayış sürecinde önemli bir rol oynamıştır.
Türk basınında aile şirketlerinin, zamanla yerlerini medya kartellerine
bıraktıkları görülmüştür. Teknolojik
gelişmelerle birlikte renkli fotoğraf kullanımının yaygınlaşması, fikir
gazeteciliği yerine magazin gazeteciliğinin tercihi, haberin de
magazinleşmesine yol açmıştır.
Dünya’da hızla yaygınlaşan neo-liberal
politikaların Türkiye’deki etkileri Turgut Özal’ın Başbakan olmasıyla kendini çok daha net
bir biçimde hissettirmeye başlamıştır. Bu dönem itibariyle, 24 Ocak 1980 kararları
Türk toplumunun yakın geçmişinde oldukça önemli bir kırılma noktasıdır. 12
Eylül 1980 Askeri darbesi öncesinde hazırlanan, ancak darbe sonrası kendine
uygun bir zemin bulabilen bu kararlar, Turgut Özal tarafından uygulamaya
başlanmıştır.
Serbest piyasa ekonomisine geçişi temsil eden bu kararlar, zaman içinde
Türkiye’nin tüketim toplumuna dönüşümünde de başrolü
oynayan gelişimlerde anahtar görevi üstlenmiştir. Aynı şekilde basın da,
Türkiye’de tüketim toplumunun yaratılmasında önemli
bir rol oynamıştır. Haberlerin veriliş biçimleri ve kullanılan görseller ile
yayınlanan reklamlar ve konu başlıkları, halka adeta rehberlik etmiştir ve bu
sürecin, halen devam ettiğini söylemek mümkündür.
Günümüz hedonik tüketim görüşüne göre, ürünler artık nesnel varlıklar
olarak değil daha çok öznel “semboller” olarak tanımlanmaktadırlar.
Ürünün ne olduğundan çok neyi temsil ettiği önemlidir. Gerçek olan değil,
ürünün taşıdığı ve yarattığı imaj, odak noktasıdır. Bu noktada özellikle basın
aracılığıyla, modern reklam ve iletişim endüstrileri, böyle bir düşsel tüketimi
yaratmada aracı olabilmektedirler.
Tüketici için “medyatik hedonizm”, yaşamın her anını ve her
alanını hazzın kendisi olarak algılatma çabası içerisinde görünmektedir.
Sunulan yeni yaşam biçimleri de bu süreçte ister sanal, ister gerçek ortamda
olsun hazzı ve beraberinde tüketimi yaşamın odak noktasına taşımaktadır. Geçmişte
tasarruf anlayışına sahip olan Türk toplumunun, tüketim toplumuna dönüşümünde
rol oynayan basın, aynı zamanda hedonizm olgusunu da biçimsel ve içeriksel
olarak yoğun bir biçimde kullanmıştır. Basında fotoğraf kullanımının,
gazete tüketicilerinin, yani okurların üst gelir gruplarının yaşam biçimlerine
özenmelerini sağlayan, bir başka deyişle de onların statü atlama umutlarını
besleyen bir araç olduğu gerçeği doğrultusunda; araştırma evrenini temsil eden Hürriyet
Gazetesi’nde, fotoğraf’ın kullanış biçimi ele alındığında, şu
sonuçlara varılmıştır:
Gazetede bol fotoğraf kullanımı temel ilkelerden biridir. Kurulduğunda siyah beyaz ve sonraları renkli
fotoğrafların yer aldığı gazete, her dönemde bolca fotoğraf kullanmıştır.
24 Ocak 1980 Kararları sonrası, Türkiye’nin serbest piyasa ekonomisine geçiş yaptığı dönemde de, dünyada yaşanan
neo-liberal yaklaşımların, tüketime yönelik magazinsel haberlerin ve onları
destekleyen görüntülerin sıkça yer almaya başladığı görülmektedir.
Gazetede yer alan elektronik eşya, otomobil, modern konut, havayolu ve
seyahat firmaları ilanlarında da gözle görülür bir artış yaşanmaya başlamıştır.
Özellikle, 12 Eylül sonrası, Turgut Özal döneminden sonra, New York – İstanbul
hattı uçuşlarına ait reklamlar, restaurant&bar haber ve ilanları ile
Batılılaşmaya yönelik bir prestij sunumunda basının araç olarak kullanımı ile
karşılaşılmaktadır. İçki ve puro tüketimini, özellikle de şarabı seçkinlik olarak sunan köşe yazıları,
lifestyle’a geçisi pekiştirici unsurlar olarak yer
almıştır.
Ancak, bu dönem itibariyle, üzerinde önemle durulması gereken bir diğer
nokta da mevcut ortamdır. 12 Eylül darbesi öncesinde, ülkenin içinde bulunduğu
durumu yansıtan gazete manşetlerinde, terörün kol gezdiği, siyasal
anlaşmazlıkların yaşandığı, sağ-sol çatışmalarının, suikastlerin ve hayat
pahalılığının yer aldığı, kısacası toplumun bunaldığı bir ortam söz konusudur.
Böyle bir ortamdan sonra, 12 Eylül darbesi sonrasında basına getirilen
sınırlama ve yasaklamaların, halkı ne derecede rahatsız ettiği sorusu da önem
taşımaktadır.
Darbe sonrasında, gazetelerde darbeyi meşrulaştıran manşet ve köşe
yazıları yer alırken, göreceli olarak huzura kavuşan toplumun, fikir
gazetecilerine ve adamlarına uygulanan baskıları görmezden gelmesini ve basında
yaşanan magazinselleşmeye yönelimin kaçınılmaz olduğunu görmekteyiz. Magazin
fotoğrafları kullanımında önceleri, yabancı basın kaynaklı görüntülere ağırlık
verdiği görülen gazete, güzellik yarışmalarından, bikini güzellerinden, seks
fuarlarından, lüks otomobillerden, gezinti gemilerinden ve lüks yaşama dair
görsel unsurlardan sıkça yararlanmıştır.
Hürriyet Gazetesi’ne
bakıldığında, cinsellik alanında, o dönemde konuşulması tabu niteliği taşıyan
birçok konunun, fotoğraflı magazin haberleri olarak yayınlandığı görülmektedir.
Üstelik bu haberler ana sayfada ve gazete içinde geniş yer almışlardır.
Yine cinsellikle ilgili birçok kavram, yazı dizisi şeklinde gazetede yer
alırken, bu haberlerle ilgili fotoğrafların da kullanımı söz konu olmuştur.
Kadın konusu ele alındığında ise kadının özellikle fotoğraf alanında cinsel bir
meta olarak sık sık kullanıldığı görülmektedir. Gazetenin izlediği yayın
politikası, daha çok erkeklere yönelik bir bakış açısını temsil etmektedir.
Magazin eklerinde, arka sayfa, 3.sayfa ve kimi zamanda ilk sayfalarda çıplak
kadın fotoğraflarına rastlanmaktadır. Bunların çoğunu, özellikle de 1990’lı yıllara kadar, yabancı kadın fotoğrafları
oluşturmaktadır. Üstelik kimilerinde herhangi bir sansür de söz konusu
değildir.
Örneğin; 3 Ocak 1992 tarihli “Özürlülere Seks Manyakları Balosu ile
Yardım...” başlıklı haberde kullanılan fotoğrafların, 2000’li yıllarda gerçekleşen kısmi özdenetimden
dolayı bugün kullanılamayacağı çok nettir. Ancak, bu türden fotoğraf
kullanımlarının hedonistik açıdan, toplumda psikolojik fantezi ve
röntgencilik/teşhircilik dürtülerini adeta tetiklediği de bir diğer gerçektir.
Hürriyet Ekonomi sayfalarına bakıldığında, 1980 öncesinde birer sütundan
ibaret olduğu görülmektedir. Ancak, aradan geçen zamanda serbest piyasa
ekonomisine geçişin etkileri de kendini göstermiştir. 1983 Genel seçimlerinden
sonra, Turgut Özal döneminde, döviz taşımanın serbest bırakılması ve 26 Aralık
1985 tarihinde faaliyete geçen İstanbul Menkul Kıymetler Borsası’nın açılışı ile birlikte, sayfalarda
ekonomiye ayrılan sütun, yarım sayfa halini almış; sonraları da ekonomi üzerine
yazılara yer verilmeye başlanarak, konu ile ilgili köşe yazarları süreklilik
kazanmıştır. Genel anlamda bakıldığında, Hürriyet gazetesi, liberal ekonomi
geleneğine sadık bir yayın politikasına sahiptir. Ancak, 1990’lı yıllarda işçi, memur ve ortadirek
terimlerinin çokça geçtiği gazetede ve ekonomi sayfalarında, zamanla büyük
sermaye gruplarının temsilcilerine yönelik haberlere ve ekonominin sürekli
iyiye doğru gittiği yönünde yayınlar yapılmaya başlamıştır. Hatta pek çok
veriyle geliyorum mesajını veren ekonomik krizler bile görmezden gelinmeye
çalışılmıştır. Bu dönemlerde Türk ekonomisinin iyi yolda
olduğu, Dünya’nın 17. büyük ekonomisi olduğu şeklinde
yayınlara yer verilmiştir. Gazetenin Ekonomi sayfalarında asıl muhatap olarak,
daha çok işverenler ve iş çevreleri alınmıştır. Bu sayfalara alınan ya da bir
diğer açıdan verilen reklamlar, tüketimi prestij odaklı destekleyen markaların
ürünlerini içermektedir. Ağırlıklı olarak, otomobil ve takım elbise ilanlarına
rastlanmaktadır.
Hürriyet Gazetesi’nin tamamında Gümrük Birliği Anlaşması
adeta bir zafer gibi gösterilirken, manşetler “Merhaba Avrupa” sloganı
oturmuştur. Gazetenin yayın anlayışına göre Batılılaşma yolunda önemli bir
engel aşılmıştır. Ancak tıpkı 24 Ocak Kararları örneğinde olduğu gibi zaman
içinde eleştirel yaklaşımlar da kendine yer edinmiştir. Oktay Ekşi’nin “Çıkış Yolu” olarak gördüğü
kararlara 1993’te Rauf Tamer itiraz ederek “Neler Oluyor
Bize ?” diyecek ve tüketim toplumunu oluşumuzu eleştirecektir.
Sonuç olarak, Hürriyet Gazetesi 1 Mayıs 1948 tarihinden beri kesintisiz
olarak yayın hayatını sürdüren ve Türkiye’nin
en yüksek tirajlı gazetelerinin başında gelmektedir. Türkiye’nin yaşadığı pek çok siyasi, ekonomik ve
toplumsal değişime şahitlik etmiş olan gazete, yine ekonomideki önemli
dönüşümlerden biri olan, 24 Ocak 1980 sonrası politikaları da desteklemiştir.
Türkiye’deki neo- liberal sürecin habercisi olan 24
Ocak 1980 Kararları, zamanla toplumda etkilerini göstermiş ve tüketim,
yaşamımızın değişmez bir parçası, varlığımızın, kimliğimizin sunumu olmuştur.
Yeni yaşam biçimleri adı ile büyük sermayelerin kontrolünde gerçekleşen,
tüketime yönelik süreçte lüks ve onu çağrıştıran kavramlar ile statü nesnelerle
elde edilebilir konuma gelmiştir.
Ancak, bu yaşam biçiminde tüketim çok hızlıdır ve basın da bu tüketimi
hızlandıran, teşvik eden unsurlara araç olmaktadır.
Hürriyet Gazetesi de, bu sürece katkıda bulunan yayınlarla birlikte,
ekonomik ve siyasi alanda her gruptan yazarı bünyesinde barındırarak, görsel
ağırlıklı bir gazete şekliyle, yeni yaşam biçimlerine uyum sağlamakta
zorlanmayan ve toplumda bu tarzı seçkin göstererek, model sunan bir gazete
olmuştur.
YOZLAŞMA
Yozlaşma kavramını ifade etmede genel bir tarif yapılamadığı için kabul
edilmesi gereken, yozlaşmanın zamana bağlı olarak değişmekte olan ve farklı
toplumlarda, farklı şekillerde karşımıza çıkan bir gerçeklik olduğudur.
Yozlaşma tarifini ele almak istediğimizde sorunlara ve içinde bulunduğumuz
zaman ve şartlara göre değişmekte olduğunu göreceğiz.
[Yozlaşma, meşru
olmayan çıkarlar uğruna ekonomik ve içtimâi imkânların veya kamu otoritesinin
kötüye kullanılmasını; ekonomik, bürokratik ve siyasî yapının
yetersizliklerini; içtimâi değerlerdeki aşınma ve bozulmaları, hukuki,
ekonomik, etik ve kültürel normların toplumun temel ihtiyaçlarına cevap
vermemesidir. Daha kısa bir ifadeyle, yozlaşma, dinî, ekonomik, siyasî ve
sosyal sistemin işlerliğini kısmen ya da tamamen yitirmesine neden olacak
yasadışı ve/veya etik olmayan eylemler bütünüdür. Sadece günümüz
toplumlarına özgü bir hadise olmayıp, neredeyse insanlık tarihi kadar eskilere
dayanan yozlaşma kavramı zamana ve ülkeye bağlı olarak azalıp artmakla birlikte
her dönem varlığını sürdürmektedir. ][15]
Maddiyat ve maneviyat arasındaki güçlü ilişki
ve çıkarlarda menfaat
ön plana çıktığında “yozlaşma” akıbetini beraberinde getirmektedir.
Ahlak bozuldukça, kuvvet mekanizmalarında özel çıkarların ağırlık kazanmasından
dolayı içtimâi değerlerin kaybolması, insanların birbirine olan güvenin
yitirilmesi, bu nedenle sosyal hayatın gereksiz yere sekteye uğraması söz
konusu olmaktadır.
Maneviyattaki yozlaşma da şeytan, nefsin ve fertleri kendi düşünce
planlarında buldukları veya kolay gelen şeyleri uygulamaya çıkarmaları ile
oluşan menfaat beklentisi üzerine dinin ve ahlakın ilkelerini tahrif
edilişidir. İfrat ve tefrit arasında gelip giderken insanın menfaati insanlığın
menfaatinden ön plana çıkar. Artık söylemler, kendiliğinden hakikatten
uzaklaşır. Bazen öyle olur ki, seneler önce kabul edilen ilke zamanla yamulmuş
ve kabul edilmesi gereken başka bir alt yapıya kavuşturulmuştur. Bu yozlaşma
neticesinde bukalemun karakter ön plana çıkmıştır.
Yozlaşmanın temelinde asıl yatan unsur ileri görüşlü olmamaktır. Fanatik
duygular ile hareket edenler ileri sonuçları görünce geri dönüşü sağlamakta
zorlanmaktadır. Dönüşü olmayan yolun çaresi için daha saçma bir şeyle konuyu
daha karmaşık duruma gitmektedir. Bu ise daha önceden olması gereken işin
uygulamaya geçişidir. Ancak bu yozlaşma penceresine düşmüştür. Yukarıdaki
açıklamalardaki yozlaşma ile bahsedilen açıklamayı birbirine bağlarsak,
insanlar menfaatperest olma özelliği ile egolarını tatmin etmek ve kavuşmak
istediği şeylerin önlerine birileri şahsî açıdan engel koyarsa, sonuçta birlik
çatlaması oluşacağı kesindir. Duyguların birliğini kaybeden insan kimlikleri
çıkar amaçlı düşüncelerle etrafından koparken veya ilişkiye girerken narsis
duygularını da harekete geçirecektir. Mesela;
Tarihte Musevîler şeriat dini olan Yahudiliği yaşamakta zorlanınca,
sürekli dinin bir tarafına çentik atarak, saçmalamaya başladılar. Kendi
inançlarının hakikatin hangi tarafında olduğunu kaybettiler. Sonradan gelen
Hıristiyanlık ise dini şeriattan koparmış, ahlakî değerlerle yoğurarak
insanların rahatlamasına salık vermiştir. Bu seferde iki din sahipleri arasında
kuvvet sahibi olanlar (Yahudiler ve bu zihniyetli kişiler) insanların rahatlama
duygularına karşı engeller koyarken yozlaşma komplosunu harekete de geçirdiler
ve Hıristiyanlara yozlaşmış gözüyle baktılar ve dünya düzenini alt üst etmişlerdi.
İslam gelince bütün açmazları, şeriat ve ahlak düzeyinde dengeye getirip
çözdü. Ancak ne gariptir ki, bu güzel din insanların elleri ve dilleriyle
saçmalığa sürüklenip yozlaşma eğilimine sürüklenmeye çalışılmaktadır. Bunu da
şu şekillerde görmekteyiz.
Kimileri eskiden yaşanmış hayat tarzını, kimileri ise yepyeni hayat
şekillerine dinin benzemesi gayreti içinde iki kolundan çekilen insan gibi
parçalama yoluna gitmektedirler. Ne var ki;
bu çekişme artarsa sonuçta vücudun kolları parçalanacak ve din işe
yaramaz çolak olacaktır.
Yozlaşma menfaatin tarafgir uygulaması ile oluyorsa, siyasî, içtimâi ve
ahlâkî açıdan paylaşımcılığı harekete geçirerek hayatın sahibi Allah Teâlâ
karşısında kullarına sevgi kucağını açmaktan başka çare olmadığını görmekteyiz.
Sonuç olarak yozlaşma, zulmün olduğu yerdedir. İnsanları harici
zihniyetle hakikate çağırmada zulüm ve çıkarlar varsa, burada yozlaşmanın en
üst seviyesi vardır deriz. Zulmün olduğu yerde yapılan her doğru hareket dahi
zulümdür. Hz. Hüseyin aleyhisselâmı Kerbela’da şehid eden devlet, siyasî açıdan
haklılığını öne sürebilir. Fakat işlenilen cinayetin bedelini binlerce
Müslümanlar sürekli boyunlarında hissetmektedir. Bu tarihi lekenin kanlarını
bugün dahi dindirecek bir vicdan bulunmamaktadır. Bu nedenle vaktini geçirmiş
her doğru hareket uygulama planına çıkarırken,
zülüm baş gösterecekse geri adım atmak daha güzeldir.
Hz. Ali
kerremallâhü veche buyurdu ki:
"Çocuklarınızı
kendi zamanınıza göre değil, gelecek zamana göre yetiştirin. Çünkü onlar sizin
zamanınız için değil, gelecek zaman için yaratılmışlardır.”
Hikâye
Adamın
biri, iftiradan idama mahkûm olur. İnfaz saatini beklerken, arada bir hükümdara
ağzına gelen sözleri sarf eder, sövüp sayar. Bu acı bağırmalar, bir süre devam
eder. Hükümdar, bu feryatları duyar. Fakat bu acı bağrışların boşa olmayacağını
düşünür.
Hükümdar
iki vezirini yanına çağırır. Adamın neler söylediğini sorar. Birinci vezir,
“Hükümdarım
bu genç, “ALLAH, AFFEDENLERİ AZİZ EDER” diyor. Sizden af talebinde bulunuyor” der.
Bu söz,
hükümdarın hoşuna gider.
“Bu genci
affettim, serbest bırakın” der. İkinci vezir, hemen atılıp der ki:
“Hükümdarımız, bu veziriniz, , utanmadan
yalan söylüyor. Genç, af istemiyor, size sövüp sayıyor.”
Hükümdar
dedi ki;
“Unutma ki, "FİTNEYİ KAPATAN YALAN,
FİTNEYE SEBEP OLAN DOĞRUDAN DAHA İYİDİR".
Hükümdar,
vakitsiz doğru söyleyen veziri azleder, yerinde yalan söyleyerek bir mazlumu
kurtaran veziri de kendisine sadrazam yapar.
İhramcızâde İsmail Hakkı
Kaynakça:
TARI Meltem Yozlaşmanın Ekonomik
Etkileri: Türkiye Üzerine Değerlendirmeler [Kitap]. - Kocaeli :
Kocaeli Üniversitesi -Sosyal Bilimler Enstitüsü, Yüksek Lisans Tezi-204311,
2006 .
KÖLELEŞME- HÜRRİYET- MÜNAFIK
Hürriyet aşkın ifadesidir. İnsanların
yaratılışında hürriyeti sevmek vardır. Köleleşme ise her türlü şekliyle
insanlık için bir zülümdür. Özgürce yaşamak ve düşünceyi bloke ederek
insanların gelişimini engellemektedir.
Hayatımızda kâr ve zarar oranları ile
ilişkiye giren kuvvetlerin her fırsatta karşısındakini etkilemek, hükmetmek ve
köleleştirmek için gayretten kendilerini alamazlar. Bu olması gereken durumdur.
Ancak Allah Teâlâ hürriyetin başka hürriyetlerle ilişkisinde tecavüz hakkını
kimseye vermemiştir. Hürriyetler birbirlerine salıverilmiş iki deniz gibidir.
Ancak aralarında birbirlerine karışmasına engel vardır.[16]
Vücutta çıkmış olan çıbanın hürriyet hakkı, vücudun yaşama hakkı karşı karşıya
geldiğinde, her ne kadar beraber görünseler de ayrı salıverilmiş deniz
gibidirler. Burada doktor müdahalesi gerekecektir. Önemli olan iki denizin
arasına berzahı koyan doktorun tespitinde hata yapmamaktır. Bütün dünyevi
ilişkilerde bir üstün kudret ile karşı karşıya olunca köleleşme iptilasından
kurtulmak zordur. Ancak aza indirmek için alınacak tedbir ve tek çare Allah
Teâlâ’ya güvenmek olduğunu görmekteyiz. Zamanımızda bütün ilişkiler bozuk
plaklar gibi bir yerde takılıp durmaktadır. Bir erkin [17]
tabiiyetine hâkim olmak sevdasından vazgeçmesini düşünmek imkânsızdır. Bunun
için mücadele gerekir. Kudrete zafiyeti buldurmak için tabi olanların
yaptıkları eylemin sonucu ise kurtuluş ya da köleleşmektir. Bu kader kanunudur.
Allah Teâlâ buyurdu ki;
“Şayet siz yara aldı iseniz, karşınızdaki
düşman topluluğu da benzeri bir yara aldı. İşte Biz, Allah’ın gerçek müminleri
meydana çıkarması, sizden şehitler edinmesi, müminleri tertemiz yapıp kâfirleri
imhâ etmesi için, zafer günlerini insanlar arasında nöbetleşe döndürür dururuz.
Allah zalimleri sevmez.” [18]
Allah Teâlâ’nın kendine inanan kullarının
mağlubiyetini isteyebileceğini düşünebilir miyiz? Hayır. “Allah Teâlâ
müminlerin velisidir.” [19]
Fakat görmekteyiz ki bazı zamanlar köleleştirilmiş inançlı kimseler olmaktadır.
Bu neden oluyor, denildiğinde; köleleşen ve köleleştiren insanın sonsuz
hırsları ile hadlerini aşıp tecavüz etmeleridir. Çünkü köleleşmek insanın
fıtratında yoktur. Sadece inancını kaybetmiş, hırslarına yenilmiş insan vardır.
İnancını kaybedenler için ise, her hayat şekli köleleşmektir. İşte tasavvufun
hürriyete kavuşmak için önerdiği ölümden önce ölün yani “kutsal intiharı”
yapıp yeteneksizliğe, ihtiyaçsızlığa kavuşmayı tavsiye etmesi bu sebepledir.
Unutulmamalıdır ki ebedi olmadığını bilen
insanlar için köleleşmek olmadığı gibi köleleştirme isteği de yoktur. Allah
Teâlâ’yı büyük bilen sonsuz hürriyete kavuşmuştur. O insan artık hakkı yaşar ve
yaşatmaya çalışır. Bir çılgın gibi bendini aşar, devrimini yapar. Bilir ki
Allah Teâlâ hayır olarak ne verdiyse, karşılığını tam olarak alacağını ve asla
haksızlığa uğramayacağını bilmektedir.[20]
Açıklamalardan da anlaşıldığına göre [insanın
kıymetini bilhassa alçaltan bir sebep, köleliktir. Başkasının önünde baş eğen
ve onun emirlerine kör gibi itaat eden insan, köpekten bile alçaktır.
“Ben, bir köpeğin diğer köpeğin
önünde boynunu eğdiğini görmedim.” Hâlbuki bu kölelik, yalnız fertler arasındaki hizmet münasebetlerinde
mevzubahis değildir; aynı zamanda bazı siyasî ve iktisadî sistemlerde görünen
istismar prensibi de bu kulluk mefhumuna dâhildir.][21]
Hayatlarından memnun olan nice topluluklar,
hürriyeti bulmak için çare üretemedikleri gibi şeytanın uşaklarına köle
olmuşlardır. Onların köle olduklarını hatırlamak dahi akıllarından geçmediği
gibi eylemleri bitmiş heykeller gibi hayata bakıp dururlar.
“Onlara baktığın zaman cüsseleri hoşuna
gider; konuşurlarsa sözlerini dinlersin; tıpkı, sıralanmış kof kütük
gibidirler; her çığlığı kendi aleyhlerine sayarlar; onlar düşmandır, onlardan
çekin; Allah canlarını alsın, nasıl da aldatılıp döndürülüyorlar.” [22]
[1] M. A. Ubıcını, Osmanlı’da Modernleşme Sancısı, trc: Cemal Aydın, Timaş Yay., İst., 1998, s.27-28
[3] ÇİÇEK, J. Ü. (2006 ). Günümüzde
Devletler Tarafından Uygulanan Psikolojik Operasyonlar Teorisi . Ankara:
Kara Harp Okulu Savunma Bilimleri Enstitüsü Güvenlik Bilimleri Ana Bilim Dalı
Yüksek Lisans Tezi-220011; s. II
[4] Disinformation: i. kasten yanlış haber verme,
yanlış bilgi verme
[5] DOMENACH, Jean-Marie. Politika ve Propaganda (trc. Tahsin
YÜCEL), İstanbul, Varlık Yayınları, 2003. s.60
[8] Perspective:
i. perspektif,
derinlik, derinlemesine inceleme yeteneği, görünüm, geniş bakış açısı
[11] Tefahhus: Bir şeyin, bir mes'elenin iç yüzünü
dikkatle araştırma
[13] Bkz: William K. TABB, trc: Ali TARTANOĞLU, (Mülkiye
Dergisi, Cilt: XXV, Sayı: 226, s. 351-360
William K. Tabb, Queens College ve City University'de Ekonomi
ve Sosyoloji profesörü. The Postwar Japanese System'nin (Savaş Sonrası Japon
Sistemi, New York, Oxford University Press, 1995) yazarı. Bu yazı ise, 1997
Sosyalist Bilim Adamları Konferansına bildiri olarak sunulmuştur.
[14]Antonio Gramsci, 22
Ocak 1891'de Sardunya'da doğdu, 27 Nisan 1937'de Roma'da öldü. İtalyan düşünür,
siyasetçi ve Marksist teorisyen.
[16] Rahman,
19-20
[17] Erk:
Bir işi yapabilme gücü, kudret, iktidar.
[18] Âl’i
İmran, 140
[19] Bakara,
257
[20] Bakara,
272
[21] İkbal,
Muhammed, Cavidnâme, trc. Annemarie Schimmel, Kırkambar Yay., İstanbul,
1999, s. 41.
[22] Munâfikûn,
4
Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.
Yorumlar