INSOMNIA-Uykusuzluk -Henry MİLLER
“Yazar olarak özel bir kişiyim,
salt yaşantımı yazmaya karar verdim ve bu kararımdan hiç ayrılmadım Yaşantımı
hem daha kolay hem de daha gerçek olduğu için yazdım
Çünkü yaşantım hayal edebileceğim
her şeyden daha gerçek ve benim açımdan önemli olduğu için, hayal ürünü kişiler
ve olaylar aramaya gerek duymadım”
Gerçekte, dümdüz bir yaşam
değildir Miller’inki O denli dolu ve coşkulu bir yaşamdır ki başka şeyler
yazmaya vakit bile kalmamıştır zaten (!)
Yazan: Henry
MİLLER
ÖNSÖZ
Henry
MİLLER, alt kültür olgusunu evrenselleştirme çabalarıyla kendi yazınsal
yasalarını biçimlendiren, çağımızın başkaldırıcı yazarlarının başındadır.
26
Kasım 1891 'de Brooklyn'de doğan Miller'ın ailesi Alman göçmeniydi. Çocukluktan
ilk gençliğe adım atarken çeşitli meslekleri (bunların içinde boksörlük,
bisiklet sürücülüğü de vardır) deniyor, okuma hastalığının virüsüne de bu
döneminde yakalanıyordu. İlk durağı Dostoyevski'ydi. Miller'ın; susamışlığını
onun yapıtlarıyla doyururken ünlü ustadan oldukça etkilendi, yazın dili
konusunda da Dostoyevski önündeki ilk örnekti.
Ama
kendisini asıl üne kavuşturan öznel yazın dilini ona sokaklar öğretti.
Kabadayısından orospusuna, hırsızından boyacısına her türlü insanla dostluk kurdu
ve bu ilişkiler ona hayatın gündelik dilini benimsetti. Bu dili ilkin denemelerinde ve dostlarına yazdığı 30-40
sayfalık mektuplarında kullanmaya başladı. Bu süreçte piyano dersleri aldı,
kendine özgü resimler yaptı. Çok geçmeden de evlendi (eserlerinde ilk eşinden
Maude diye bahseder) bu evliliğinden bir kız çocuğu oldu. Evliliği süresinde
bir telgraf şirketinde personel şefliği yapıyordu. Derken bugün barlarda
konsomatrislik ve dansçılık yapan June (ondan da MONA diye bahsedecektir) ile
tanıştı ve ona kronik bir aşkla hemen bağlandı. Kadın önceleri Miller'e karşı
bir şeyler hissetmedi ise de, çok geçmeden Miller tüm içtenliğini ve duyduğu
saf yapmacıksız aşkını June’un kalbine monte ediverdi, öyle ki kadın ona daha
fazla ve çılgınca bağlandı.
Bu
elektriklenme sonucu Miller, 7 yıldır evli olduğu ilk eşinden boşanıp June
(Mona) ile yaşamaya başladı ve çok geçmeden de evlendiler.
Mona,
Miller'in yazarlık yaşamını içtenlikle desteklemiş ve yazarlık yapmasını,
kendisini yazın alanında yoğunlaştırmasını sürekli istemiş, kendisi çalışmış,
sadece yazmaya yönelsin diye Miller’ı çalıştırmamış, ona bakmıştır.
Miller
da bol bol yazmış; hatta bir dergi bile çıkarmış, dergi satış yapmayınca, yine
Mona dergileri satmış kalanları ise kendisi elde, sokaklarda satmıştır.
İçki
yasağı döneminde Mona ile birlikte meyhane açarak kaçak içki satmışlardır. Bu
arada Miller başka bir sevgili bularak onunla otostopla oradan oraya dolaşmış,
sonra pişman olup Mona'sına geri dönmüştür. Fakat parasızlık bir türlü
yakalarını bırakmamıştır. Ama Miller bunlara kulak asacak biri olmadığından tüm
tanıdıklarından bıktırıncaya kadar borç para almıştır. Dost gelir kaynakları
tükenince de sokaklarda avuç açıp dilenmeye başladı. Mona'nın gayretleriyle
bulduğu bir miktar para ile PARİS’e umutlarının kentine geldiler, bu Paris’e
ilk gelişleriydi, paraları bitene kadar kaldılar, tekrar Amerika’ya döndüler.
Ama Miller'in aklı Paris’te kaldı. Devamlı Paris'i, oradaki Avrupai yaşam
biçimini ve sanat ortamını düşünüyordu...
"Paris'e
gelince, tüm görünüm başkalaştı. Her yer kadın ve erkek doluydu, ancak
beraberdiler. Yemeğin, şarabın, yatağın iyisi. Kafeler, mağazalar, bulvarlar
.kitapçılar, köprüler, Seine nehri, Eyfel kulesi ve bilimsiz sohbetler.
Bedeninizi rahat ettirecek şekilde yapılmış banklar ve arzularsanız düş
kuracağınız zaman" diye söz eder PARIS’ten.
1930'da
bu özleme dayanamayarak tek başına yine Paris'e düştü. Eller cepte o kafe
senin, bu kafe benim dolaşmaya başladı. İngilizce çıkan bir gazetede tashih
işine girdi, bir ara Paris dışında bir okulda İngilizce öğretmenliği yaptı,
ünlü fotoğrafçı Brassai'ye ücretli pozlar verdi. Fransız kadın yazar Anais
Nin’le tanıştı ve ondan yazması için destek gördü.
İlk
kitabı olan Yengeç Dönencesi (Tropic of Cancer)’ni 1934'te Paris’te yayınlattı.
(Eser Amerika'da ancak 1961’de basılacaktı). Eserde Paris’ teki günlerini
anlatır, öğretmenlik yapması, Mona'nın Amerika'dan ziyarete gelmesi, Paris
izlenimleri ve orada yaşadığı cinsel olaylardan oluşur. Anlattıkları son derece
kişisel şeylerdir ve ilk eserinden son eserine kadar da kendini anlatmayı
sürdürecektir.
Daha
sonraları "Yazar olarak özel bir kişiyim. Salt yaşantımı yazmaya karar
verdim ve bu kararımdan hiç ayrılmadım. Yaşantımı hem daha kolay, hem de daha
gerçek olduğu için yazdım. Çünkü yaşantım hayal edeceğim her şeyden daha gerçek
ve benim açımdan önemli olduğu için, hayal ürünü kişiler ve olaylar aramaya
gerek duymadım" diyecektir.
İki
yıl sonra Kara Bahar (Black Spring)’i yayınlattı ve o yıl Mona' dan güçlükle
boşandı. Oğlak Dönencesi (Tropic of Capricom) 1939'da yayınlandı, bu eserde
biraz çocukluğundan, biraz ilk gençlik yıllarından, tabii bolca’da cinsellik
deneyimlerinden (Piyano öğretmeni Lola, İskoç sevgilisi Francie, saf bir kız
olan Agnes, azgın Costello vs.) kendi anlatımıyla söz eder.
1944'de
kendisinden oldukça küçük (22 yaşında) Polonyalı bir kızla evlendi ve 2 çocuğu
oldu.
1949'da
iki roman yazdı. İlki "Remember to Remember", İkincisi ise "The
Rosy Curucifixion" (Scxus-Plexus-Nexus) adını verdiği üçlünün ilk romanı
Sexus'tu.
Sexus,
33 yaşına geldiği zaman Mona'yı ilk gördüğü anlarda başlar; sonra eşinden
ayrılarak onunla evlenecektir. Romanında başından geçen cinsel olayları en ufak
ayrıntısına dek anlatır (Eşi Maude, Sevgilisi Mona, arkadaşının eşi olan seksi
İda Verlaine, lrma ve Dolores gibi kadınlardır bunlar.)
Sexus
23 bölümden oluşmuş dev bir yapıttır ve içinde bolca sex vardır. Bu cinsel
anlatım nedeniyle uzun zaman birçok ülkede eserleri yayınlanmamıştır. Ama
Miller ve pornografici değil, bir SANATÇl'dır. Başından geçen olaylar vardır ve
bu olaylar romandadır... Miller yapıtlarında cinselliği abartmamıştır. Dostu
Alfred Perles "Dostum
Henry
Miller" adlı anlatı kitabında "Miller'in kullandığı şeyler, yüz kızartıcı,
ayıp şeyler olsa da pornografi sayılmazlar. O bunları müstehcenliğe düşmeden
kullanır" diye yazar.
1952’de
Plexus'u bitirir ve yayınlatır. Eserde Sexus’un aksine hiçbir cinsel ayrıntı
görülmez. Tipik bir sanat anlatısıdır. Yazar olma özlemi, Mona’ya olan tutkusu,
Dostoyevski, Nictzsche, okuduğu kitaplar ve izlenimlerinden bahseder ve
"Yaşam ağacı canlılığını göz yaşlarıyla değil, özgürlüğün gerçek ve sonsuz
olduğunun bilinmesiyle korur" diyerek kitabı bitirir.
1960'da
genç bir Japon kızıyla yine evlenir (elinizdeki kitap o dönemin ürünüdür)
1961'de Nexus’u yayınlatır, Mona, dostları, ailesi ve diğer çevresi odak
noktasıdır. 20 bölümden oluşan kitap PARİS’e doğru yolculuğa çıkışıyla biter.
O
yıllarda San Francisco yakınlarındaki Big Sur'a yerleşir. Burada "Big Sur
And Hieronymus Boschs Oranges", "The World of Sex" adlı
kitapları yazar. Bjg Sur adı Miller'la birlikte anılmaya başlamıştır, dünyanın
birçok yerinden akın akın ziyaretçileri gelir. Miller ününün doruklarını çoktan
aşmıştır, ama yazmayı kesmez. 1972’de "My Life And Times" (Yaşamım ve
Zamanlar), 1973’te "Virage of 80" (80 Dönemeci)i yazar.
7
Haziran 1980'de, 89 yaşında California'daki evinde yayıncısı Noel Young'un
yanında yaşamı noktalar.
Hem
uzun, hem de istediği gibi bir yaşam sürdü Miller ve bunları yazdı. Dümdüz bir
yaşam değildi onun ki. O denli dolu ve coşkulu bir yaşamdır ki başka şeyler
yazmaya vakit bile kalmamıştır zaten(!)
Yaşar Akşahin
Şubat 1989
Şubat 1989
İlkin
kırık bir ayakparmağıydı, sonra kırık bir alın ve sonunda kırık bir yürek. Ama,
bir yerlerde söylediğim gibi, insan kalbi kırılmazdır. Kırıldığını tasarlarsın
yalnızca. Asıl tepelenen ruhtur. Ama ruh da güçlüdür ve eğer istenirse yeniden
canlandırılabilir.
Her
neyse, bu kırık parmak beni hep sabahın üçü sularında uyandırıyordu.
"Cinli Saat" çünkü onun ne yaptığını en çok o saatlerde düşünüyordum.
O, geceye ve sabahın erken saatlerine aitti. Solucan avlayan erkenci kuş değil,
şarkısı panik ve yıkım yaratan erkenci kuş. Yastığınızın üstüne hüzün tohumları
saçan kuş.
Sabahın
üçünde, umutsuzca aşıksan ve telefonu kullanamayacak kadar gururluysan,
özellikle de onun orada olmadığını düşündüğün anlarda, kendine çullanırsın ve
bir akrep gibi kendi kendini sokarsın. Ya da, hiç yollamayacağın mektuplar
yazarsın ona, volta atar, söver ve dua eder-sin, sarhoş olursun, ya da kendini
öldürür gibi yaparsın.
Bir
süre sonra bu durulur. Eğer yaratıcı bir bireysen -unutma, bu noktada boktan
bir hiçsin-kendine bu acıdan bir şeyler çıkarıp çıkaramayacağını sorarsın. Ve
işte o gün sabahın üçünde benim başıma gelen de tam buydu. Ansızın acımın
resmini yapmaya karar verdim. Ancak şimdi, bu satırları yazarken ne menem bir
teşhirci olduğumu anlıyorum.
Çılgın
suluboyalarla resimlediğim bu acıyı kesinlikle herkes anlayamaz. Bazıları onları
düpedüz neşeli buluyor, iyi mi. Ve yürek parçalayıcı bir biçimde neşeliler de.
Bütün o çılgın sözcükler, cümlecikler onları esinleyen çarpık bir mizah duygusu
değilse nedir?
(Belki
de bu çok önce başladı, bir başkasıyla, ilkiyle, ilk menekşe buketini götürdüğüm
ile başladı ve tam buketi ona uzatacakken elimden kaydılar ve o da kazara (?)
üstlerine bastı, ezdi onları.) Gençken böyle ufak tefek şeyler çok rahatsız
edebilir insanı.
Şimdi
ben genç değilim kuşkusuz bu da herşeyi daha rahatsız edici bir hale sokuyor.
Ve, eklemeye gerek yok, çok daha gülünç. Yalnız, kulak verin, aşkın sözkonusu
olduğu yerde, hiçbir şey, hiç kimse; hiçbir durum tümüyle gülünç olamaz. Hiç
doyamadığımız bir şey varsa o da aşktır.
Ve
yeterince vermediğimiz tek şey de odur.
"Aşk
ne yalvarmak ne istemelidir..." (Herman Hesse) (Gerisini sonra
alıntılarım. Duvarımda yazılı, onun için unutma olasılığı yok) Evet, biraz da
banal ve basmakalıp görünen bu kısa cümleye ben çok kritik bir anda rastladım.
"Aşk
ne yalvarmak ne istemelidir." Bu elleri ayakları bağlı birine ip merdivene
tırmanmasını söylemeye benziyor. Bu soylu gerçeği kabullenebilmek için
acılardan geçmelisin. Sinik kişi, bunun ölümlü insanlar için değil, azizler ya
da melekler için söylendiğini ileri sürecektir. Ama korkunç gerçek şu ki biz
sıradan insanlardan istenen, tam da olanaksız olandır. Biziz ayartıcı
isteklerle kurtuluşa ulaşan. Ateşe atılması gerekenler bizleriz aziz olmak için
değil, tümüyle ve sonsuza kadar insan kalabilmek için. Hatalarımız ve
zaaflarımızla edebiyatın başyapıtlarına esin kaynaklığı edenler biziz. En
berbat durumda bile umut doluyuz.
(Amin!
Kadenzayı durdurun!)
Ve
geldik işte, genç bir hayalin peşindeki bu ünlü olduğu söylenen yaşlı adama
(75, daha aşağı değil!). Yaşlı adam çok romantik, genç şarkıcı kızın ise
ayakları yere basıyor. Yere basmak zorunda çünkü işçi erkekleri kendine aşık
etmek, onlara aptalca şeyler yaptırmak, pahalı giysiler ve takılar aldırmak.
Yüreğini, San Francisco'da değil, Shinjuku'da, Akasaka, Chiyoda ve benzeri
yerlerde yitirdi o. Yani günlük ekmeğini çıkarmaya başladığında.
Yaşlı
adam (oiest a dire moi, Monsieur Henri-
Yani ben, bay Henri ) tüm sahneyi
kırk yıl önce prova etmişti. Sonucu kestirmeliydi. Ezbere oynayabilmeliydi. Ama
kendileri, deneylerden hiçbir şey öğrenmeyen insanoğlu kabilesine üyedir. Bu
zaafından ötürü de pişmanlık duymuyor, çünkü ruh deneyden öğrenmez.
Ah
ruh!!! Ruh üstüne kaç tane mektup yazdım! Onun dilinde bunu karşılayacak sözcük
var mı bilmiyorum. Kalp var dillerinde, evet ama ruh? (herneyse, yine de' inanmak
isterdim.) Ve daha böyle konuşmaya başlar başlamaz onun ruhuna aşık olduğumu
anımsıyorum. Doğal olarak, hiçbir şey anlamadı. Öyle anlaşılıyor ki yalnızca
erkekler ruhtan sözediyorlar. (Bir kadını elden
kaçırmanın en kesin yolu ruhtan söz etmektir).
Ve şimdi de sözü biraz Şeytan'dan
açalım. Ey şeytan! Çünkü bu
işin içinde yeri var, yaşadığım kadar kesin. Çok önemli bir yer diye de
eklemeliyim. (Thomas Mann gibi konuşuyorsam beni bağışlayın.) Şeytan, eğer onu
iyi tanıyorsam, "İçgüdülerinize inanmayın, sezgilerinizden
sakının!" diyendir. O, bizim insan
kalmamızı ister fazlasıyla insan. Eğer bir düşüşe sürükleniyorsan, devam etmeye
zorlar. Seni tepeden aşağı yuvarlamaz yalnızca uçurumun kıyısına itekler. Ve
orada, onun insafına kalırsın. Onu iyi tanırım çünkü sık karşılaştık. İpin
üzerinde yürürken seni izlemeye bayılır. Ayağını dolaştırır ama düşmene izin
vermez.
Sözünü
ettiğim onun içindeki şeytan elbette. Ve, tanrım yardım et, onu bu denli çekici
kılan da buydu. Ruhu benim için melek gibiydi; kişiliği ise, en azından
gösterdiği kadarıyla şeytani. Kendime sık sık onun nelerden oluştuğunu sordum.
Ve her gün farklı yanıtladım bunu. Bazen ırkla, çevreyle, kalıtımla, savaşla,
yoksullukla, vitamin eksikliğiyle, sevgi eksikliğiyle, akla gelebilecek
herhangi bir şeyle ya da herşeyle açıkladım onu. Ama hiçbiri yeterli olmadı. O
sanki bir "insolite" ti (bir "olağandışı") Peki ben onu
neden bir kelebek gibi iğnenin ucuna takmak zorundaydım? Kendisi olması yeterli
değil miydi? Hayır! Hayır yeterli değildi. Daha fazla, ya da daha az bir şey
olmalıydı. Elle tutulur, anlaşılabilir bir şey olmalıydı.
Ve
bu ne kadar aptalca geliyor: Benim dışımda herkes onun "ne mal
olduğunu" biliyor gibiydi. Benim içinse bir bilinmeyendi. Kendini iyi
tanığımdan bunun da kadınlarla aramdaki alışılmış durum olduğuna inanmaya
çalıştım. Ulaşılmaz olanı nasıl da severim! Fakat bu tür hesaplar geçmiyordu!
O, bölünemeyen sayılar gibiydi. Karekökü de yoktu. Yine de, söylediğim gibi,
başkaları onu okuyabiliyorlardı. Aslında, bana da anlatmaya çalışıyorlardı.
Boşuna! Hep açıklayamadığım bir artan kalıyordu.
Özel
bir armağan gibi arasıra bana yönelttiği gülümseyişleri, herhangi birine de
gönderebilirdi, eğer havasındaysa ya da bir şey istiyorsa. Ve gene de bunu
izlemek için tekrar tekrar gidecektim oraya. Nereye? Nereye olacak, her gece
şarkı söyleyip cazibesini saçtığı Piyano Barı'na. (Tıpkı, müşterilerini
"taksileyip" Cennete ve ötesine götüren, ötekiyle yaptığım gibi. Dans
etmekten hoşlandığı tek kişinin ben olduğunu düşünerek zavallı aptal!) Yaşlı
adam! Nasıl da kırılgan! Nasıl dokunaklı! Nasıl aşka gereksiniyor ve onun
sahtesini ne kadar kolayca kabulleniyor! Yine de, yeterince tuhaf ama, sonuç
sandığınız gibi değil. Sonunda onu kazandı. Hiç değilse kendisi öyle olduğuna
inanıyor. Ama bu ayrı bir hikaye.
Geceler
boyu hep aynı bar. Bazen üst katta akşam yemeğiyle başlıyordu. Onun yemek
yiyişini, daha sonra şarkı söyleyişini dinlediğim gibi dikkatle izliyordum.
Genellikle bara ilk gelen bendim. Özel bir ilgiyle karşılanmak ne kadar güzel!
(Bu herhangi başka biri de olabilirdi, ilk gelen kazanır.)
Geceler
boyu aynı şarkılar insan nasıl delirmeden yapabilir bunu? Ve her zaman
duyguyla, sanki ruhunu saçıyormuş gibi. İşte bir eğlendiricinin yaşam! diyordum
kendi kendime. Aynı nağmeler, aynı yüzler, aynı tepkiler ve aynı baş ağrıları.
Fırsat verilseydi tümünü değiştirirdim. O da mutlaka usanmıştı bunlardan. Öyle
düşünüyordum.
Bir
eğlendirici, oyundan hiç bıkmaz. En kötüsü, sıkılır. Ama uzun sürmez bu.
Onaysız, alkışsız, hayransız bir yaşam onun için anlamsızdır. Her zaman bir
surat denizi bulunmalı aptal suratlar, salak suratlar, sarhoş suratlar fark
etmez! Yeter ki yüzler olsun. Hep, ortaya yeni çıkan ve gözyaşları içinde
"Harikuladesin! Olağanüstüsün! Ne olur bir daha söyle!" "diyen,
gözleri çakmak çakmak bir ahmak bulunmalı. Ve o da bir daha söyleyecektir,
sanki yalnızca onun içinmiş ve bir daha asla böyle tekrarlayamazmış gibi. Ve
eğer adam olanaklı biriyse, bir ayakkabı imalatçısı örneğin, onu yarışları
izlemeye çağıracak, ve o da bu daveti adam sanki büyük bir onur bahşetmiş gibi
kabul edecektir.
Şimdi
şu barda oturup, Bay Hiç kimse rolünü oynayarak, bütün gösterinin ruhunu
mükemmelce kavrayabiliyordum. Tabii kendimin en hüzünlü bölümü oluşturduğunu da
unutarak. Teker teker bana itiraf edecekler, onu ne kadar sevdiklerini
anlatacaklar ve ben, ben sanki bağışıkmışım gibi, hep sempatik ve anlayışla
dolu.
"Aşk, kesinliğe giden yolu
bulma gücünü taşımalıdır..." (Herman
Hesse). Önce insan yinede belkemiğinin kökünü yöneten güçlerle, yani
Kundalini'nin erkek kardeşleri ve baldızlarıyla savaşmayı öğrenmelidir.
"Günaydın,
Fröken, bugün göbeceğinize dokunmama izin var mı?" (Öbür kişiliğim Herr
Nagell konuşuyor.)
Bütün
o güzel nağmeler kafamın içinde dönelip duruyorlar takside giderken.
"Hangi şarkıyı söylememi istersiniz?" sarhoş kocasının ayakkabılarını
çıkarmak için yalvaran Madam Yamagushi gibi. Neden "Irish eyes are
smiling" ya da "By Killarney's Lakes and Dells" olmasın? Mutlu
olduğum sanısını yaratacak herhangi gülümser birşey."
İnsanı mutlu eden gülümseyişler vardır, gülümseyişler vardır..." Peki
neden biraz içki olmasın? Bazen o kadar çok gülümsüyordum ki yatağa girerken
bile yüzümden çıkmıyordu. Öyle yatıyordum, gözlerim kapalı gülümseyerek.
Arasıra kalkıp bir reverans yapıyordum-aşırı bir alçakgönüllülük eğilişi.
(Bunun için Japonca'da iyi bir sözcükleri var ama şimdi anımsayamıyorum.) Her
neyse, bu bir bel kırandır ve ertesi günün hakaretleri için adamı formda tutar.
Asla gerileme! Eğer aldatmacalarla, kızgınlıkla, ertelemelerle, kuruntularla,
sahtekârlıklarla, yalpalamalarla hatta kabızlıkla karşılaşırsan gülümsemeyi
sürdür, eğilmeye sürdür.
Bütün
üçkağıtçılığına, hoppalığına ve yalancılığına rağmen ona inandım. Bana yalan
söylediğini bildiğim anlarda bile inandım ona. Yaptığı bütün aptalca yanlışa,
haince davranışına bir özür buldum. Ben kendim de biraz yalancı değil miydim?
Ben kendim de bir dalavereci, bir dolapçı, bir üç kağıtçı değil miydim?
Seviyorsan inanmalısın ve inanırsan anlarsın ve bağışlarsın. Evet, tamam bütün
bunları ben de yapabilirdim ama unutamadım. Benim bir parçam heybetli bir
dangalaktır, öbür parçamsa dedektif, yargıç ve cellattır. İtaatkar bir çocuk
gibi dinlemekteyken Yankee Doodle Dandy'yi aynı anda tersten söyleyebilirim.
Haftalar sonra bile bitmemiş cümlecikleri anımsayabiliyor ve boş yerleri
keyfime göre dolduruyordum bazı değiştirmelerle. Ama böyle davranmaktan
kaçındım. Görmek istiyordum. O neyi anımsamak üzere anımsayacaktı bakalım ve
yatıp bekledim.
Ama
o pek öyle akılda tutacak, anımsayacak biri değildi. Hep yeni keşif alanları
açıyordu, tabutu kürekler dolusu pislikle örtüp geçmişi gömer gibi. Ah işte
gömüldü, artık dans edelim! işte ölüverdi, eğlenelim! "Yarın ne
yapıyorsun? Seni dört sularında ararım, tamam mı?" "Tamam" Ama
hiçbir zaman yarın yoktu. Hep dündü.
Dünden
önceki günse başka bir hikâyeydi. Yani onun öbürleriyle yaşamı demek istiyorum,
aşk hayatı. Bütün bunlar bir biçimde belleğin kasasında kilitli gibi
gözüküyordu. Yalnızca bir dinamit çubuğu orayı açabilirdi. Ayrıca, deşmek
gerçekten önemli miydi, gerçekten gerekli miydi? "Aşkın vb. vb. vb.
yapacak gücü olmalıdır". Belki de ben âşık olduğumu sanıyordum. Belki
de yalnızca açtım, yalnızdım, herhangi birinin oyuncak bir tabancayla
devirebileceği bir nişangâh belki.
Düşünmeye
çalışıyorum ona ilk ne zaman âşık oldum? İlk karşılaştığımız zaman değil, bu
kesin. Onu bir daha görmeseydim şu kadar bile dert etmezdim. Beni ertesi ya da
bir sonraki gün aradığında ne denli şaşırdığımı anımsıyorum. Sesini bile
tanımadım. "Merhaba! Tokyo'dan küçük arkadaşın konuşuyor." İşte
aslında böyle başladı. Telefonla. Neden telefonla onurlandırıldığımı
düşünmemle. Belki de yalnızdı. Buraya geleli daha birkaç hafta olmuştu. Belki
de birisi ona benim Doğu'ya, özellikle de Doğulu kadınlara deli olduğumu
söylemişti. Özellikle de Japon kadınlarına.
"Onları
gerçekten anlıyorsun değil mi" diye sorup durur arkadaşlarımdan biri.
Sanırım
yine de en iyi anladıklarım hala Japonya'da. Lawrance'ın "İtalya'da
Şafak" ta söylediği gibi "Kuşlar Amerika'ya gider " Zamanın
dışında doğmuş insanlar vardır, ülke, gelenek, kast dışı doğmuş insanlar
vardır. Tam anlamıyla yalnızlar değil, ama sürgünler, gönüllü sürgünler. Her
zaman romantik de değillerdir: yalnızca ait olmazlar, hiçbir yere demek
istiyorum.
Kayda
değer bir haberleşme sürdürdük. Yani, ben sürdürdüm. Onun katkısı bir tam ve
bir yarım mektuptu. Kesin olan bir şey varsa o benim mektuplarımı hiç okumadı;
nedeni basit: Hepsini postalamadım. Yansı benim eski, antika New England
sandığımda. Bazılarının üstünde "Özel Posta" yazılı. (Ben yerin
birkaç metre altındayken birisi bunları ona postalasa ne kadar dokunaklı
olurdu) O zaman, sevgili saplantımı açıklamak için yukardan ona fısıldardım:
"Sevgili Koi-Bito'm, bu rabu reta'yı (aşk mektupları) Tanrı'nın
omuzlarından eğilip okumak ne güzel" Fransızların dediği gibi~Parfois il
se produit un miracle, mais loin des yeıa du Dieu" [Bazen mucize olur, ama
Tanrı’nın gözlerinden uzakta.] Tanrı mucizelerle ilgilenmez. Zaten yaşamın
kendisi de uzun bir mucizedir. Deli gibi aşık olduğun zaman mucize peşine
düşersin.
Dans
mon ame je nage toujours. [Ruhumda
sürekli yüzüyorum.]
Bütün
bunlar olup giderken ben Japonca dersleri alıyordum. O'ndan değil onun hiçbir
zaman vakti yoktu. Japoncamı denerken yaptığım ilk hatalardan biri, ona feci
göründüğünü söylemem oldu. "Çok güzel görünüyorsun" demek istemiştim.
(Menekşeleri düşürmek gibi!) Çok çabuk öğrendiğim bir başka şey de paranın
(Kane) saygı değer olduğuydu. Yalnızca "Kane" değil "O
kane". (O saygıdeğer anlamını veriyor). Bir de, insanın karısından
"Şu çirkin, aptal, baş belası yaratık" diye sözediliyordu. Bire bir
anlamamak kaydıyla tabii. Yalnızca ters dönmüş bir saygı. Japonca'da pek çok
şey başaşağı ya da içi dışına çıkmış ama alışıyorsun bir süre sonra. Kuşkular
içindeysen 'Evet' deyip gülümseyeceksin. Asla arka dişlerini gösterme yalnızca
ön dişler; özellikle de altın kaplı olanları. Eğer annesi ya da kızı yeni ölmüş
eski bir arkadaşa rastlarsan gülersin. Bu, senin çok üzgün olduğu anlamına
gelir.
Çok
kısa sürede "hasretini çektiğim" demeyi öğrendim Bo jo no kito ve
"bakari" biricik ve tek. Ama bu kandırıcı cümleciklerin hiçbiri beni
fazla ilerletmedi.
İşin
gerçeği, hiçbir şey beni fazla ilerletmiyordu. Kendimi çok çabuk ele vermiştim.
Japon kızı pek öyle romantik değil anlaşılan. Mamma-san ve Papa-san Cho Cho-san
için iyi koca bulacaklar, şeceresi tamam, işi iyi, sağlığı vb. yerinde adam.
Cho cho-san mecbur bundan çok hoşlanmak, çok minnettar kalmak. Bazan Cho
Cho-san üzgün çok. Bazan o seppuku yapmak kendini ırmağa atmak ya da
gökdelenden atlamak. (Harakiri, asla.)
Henry-san
çok üzülmek Japon kadınlara. Bütün Japon kadınlarla evlenmek istemek, ister
kire ister kirai olsunlar. Bütün Japon kadınlar değerli çiçekleri severler
Henry-san'a söyleniyor. Henrysan aptal adam. Fazla romantik, fazla inanıyor,
fazla güveniyor. Henry-san yok hiç deney Japon kadınla. Henry-san çok kitap
okumak. Henry-san başlamak çok Japon kadın görmek. O başlıyor anlamak bütün
Japon kadınlar birbirine benzemiyor, aynı davranmıyor, aynı konuşmuyor, aynı
düşünmüyor. Bazıları çok çirkin, bazıları çok kaba, bazısı aptal bazısı salak.
Yine de Henry-san sevmek Japon kadını. Eğer Yahudi kanı, Kore kanı ya da Hawai
kanı taşıyorsa daha da çok seviyor. Henry-san hâlâ Brooklyn delikanlısı. Gömen
nasai.
Japon
dilinin bulanık bir dil olduğunu söylüyorlar. Ama Japon zekâsı çok parlak, çok
keskin ve çok hızlı. Bir şeyi bir kez söylemen yeter, hemen akıllarına
yazılıyor. Kesin olan bir şey varsa, bazı şeyleri hiç söylememelisin. Hassas
ruhlar! Muhallebi çocuğu, belki daha uygun olur. Gücendirip gücendirmediğinden
hiçbir zaman emin olamazsın. "Duygularınızı incittim mi?";
"Evet, duygularımı incitmediniz." Çoğu karanlık ve dipsiz olan gözler
sözcüklerden daha fazla şey anlatır. Bazen bütün yüz aydınlanır, ama gözler
değil. Bir parça doğaüstü!
Onda
beni ele geçiren şeyi saptayabilseydim bunun gözleri olduğunu söylerdim. Tek
başlarına bakıldığında öyle olağanüstü değildiler; onların içine doldurduğu (ya
da dışta bıraktığı) şeydi büyüleyen ve tedirgin eden. Her zaman karanlık
olmalarına karşın, bazen tutuşur gibi parlar, bazen da için için yanarlardı. Ya
da alevler saçabilirdiler. Ya da tümüyle anlamsız, varlığının girintilerine
doğru ölüp gidebilirlerdi. Neşeli olduğu zaman bile gözlerinde hep henüz
olgunlaşmamış bir keder vardır. Onu korumak istediğini hissederdin ama kimden?
O kendisi de söyleyemezdi. Bir şey ruhuna abartıyor, ve uzun, çök çok uzun
zamandır böyle bu. insan şarkı söyleyişinden de sezinliyordu bunu. Gırtlağı
açıldığı anda bambaşka bir kişiliğe bürünüyordu. Öyle söylendiği gibi, işin
içine yüreğini kattığından değil bunu da yapabilirdi ama daha çok ruhu
beliriyordu sanki, insanların sık sık
Nasıl
tatlı, güzel bir yaratık" dediğini duydum. Yalnızca maskeye bakılırsa,
doğru. Oysa o kendi içinde bir volkandı. Derinliklerinde bir şeytan hüküm
sürüyordu. Ruh durumlarını belirliyor, iştahını, isteklerini, arzularını ve
özlemlerini düzenliyordu. Onu küçük yaşlarda ele geçirmiş olmalıydı
"gamaguche" etmişti onu, deyim yerindeyse. (Tabii ki benim adıma
katıksız bir varsayım.)
Bazı
şarkıları iki dilde de söylüyordu. Japonca olanlar nedense bana hep daha hoş
geliyordu. Eve karmakarışık geldiğim durumlarda kendime "bir bülbül edin
ve ona Japonca şarkı öğret" diyordum. Böylece gözlerindeki anlamla
ezilmezdim. "Fly me to the moori'u söylediğini düşün! Ve ne hoş olurdu
şarkısı bitince boynunu koparıp çöpe atabilmek!
Geceler
boyunca şu aynı aptal, duygusal nağmeler herhangi bir insanın böyle bir şeyi
yapabiliyor oluşu beni yalnızca şaşırtmıyor, iğrendiriyordu da. Kimbilir nasıl bir
dayanıklılık gerektiriyordu bu? Ve nasıl bir duygusuzluk aynı zamanda! Mais,
comme on dit, les femmes n'ont ni gaut, ni degaut. [Fakat söylendiği gibi,
kadınların nc zevki vardır ne de zevksizliği] Yine de, yinelemelere karşın,
tekdüzeliğe karşın kendimi hep ayın donmuş çiğinde yüzen bir deniz yıldızı gibi
hissediyordum. Ben kendi Orgue de Barbarie'mi kendi iç cebimde taşıyordum Bubu.
yoksa "Bobo" muydu, hep sabırla beklerdi. En büyük rakibim
MahJong'du. Kim inanırdı buna? Bütün geceyi böyle ayakta geçirmek ve bu salak
oyunu oynamak için herşeyi feda edebilirdi, belki bir mink kürk dışında.
MahJong!
MahJong
dendi mi bunları düşünüyordum, benim ona ilişkin yorumum buydu. Bir küçümseme.
Taşları takırdatırlarken, kuytu bir köşede uyuklayan biri kınk dişleri
arasından "My Japanese Sandman"i ıslıkla çalar. Bir MahJong oyunu
için herşey! İnanılır gibi değil, ama gerçek.
Bu
Allahın belası oyunun ülkede bir delilik halini aldığı dönemi anımsıyorum
aşağı
yukarı 1900 yılı olsa gerek. Evet, Brooklyn’de bile oynanıyordu. O zamanlar
daha çocuktum ve taşları elimde tutmayı seviyordum.
O
sıralarda bizim insanlar kaçık gibi davranmaya özeniyorlar diye düşünürdüm.
Aristokrat bir oyun gibi görünürdü. Yoksulların Mah Jong takımları yoktu.
Yoksullar Çince ya da Japonca konuşmazlardı. Her neyse, çılgınlık pek uzun
sürmedi. Kauçuk ağaçları ve antimacassar'ları ya da adları her neyse ile
birlikte ölüp gitti. O günlerde daha uyku ya da uyanma hapları yoktu. İnsanın
sabah işe gitmesi gerekiyordu, başı ağrısın ağrımasın. Alka-Seltzer
keşfedilmemişti henüz. Ne de insanlar giderlerini ödemek için çek imzalıyordu.
Piyano
barına geri dönüyorum... Orada, tabii ki, koruyucular vardı ya da modern
söyleyişle, Şeker Babalar. Ve şu çok bilinen cümle "Hiç bir anlamları yok,
zararsızdır onlar." Sanki hayali düzüşmelerden hoşlanıyorlarmış gibi.
Bütün şu saygın görünüşlü vatandaşlar tahminen hadım. Hepsi teleskopik önsezili
ve donlarında karıncalar. Hepsi do-minör'le aya uçuyorlar.
Eğer
genelev, Victor Hugo'nun dediği gibi "aşkın mezbahası” ysa, piyanoları
da mastürbasyon konağının giriş kapısıdır. Bütün şu deli, aygın baygın aşk
şarkıları hepsi de defterine İngilizce, Japonca, İspanyolca, İtalyanca,
Fransızca yazılmış... "Peki şimdi n'olacak, sevgilim?", "Şensin
benim bütün özlediğim taptığım ve tapındığım", "Yalnız ve hüzünlüysen
ara beni. Vakit geç deme, hemen ara!", "Beni bütün kalbinle
sev", "Dilerim seversin", "Aşk çok büyülü bir şeydir",
"Beni sev ve dünya benim olsun", "Aşk çok büyülü bir
şeydir.", "Beni sev ve dünya benim olsun.", "Aşkımız,
sürecektir.", "Seni sevmeden edemiyorum.", "Bu o olmalı onu
seviyorum.", "Bütünüyle beni bütünüyle al.", "Dünyanın
bildiği en büyük aşktan da çoğu benim sana vereceğim aşk bu.", "Sen
olan herşey", "Sen gittikten sonra.”, "Sana aşkımdan başka bir
şey veremem.", "Uzaklardan, bir düşe sarılarak" Gel
düşleyelim.", "Elveda kara tavuk.", "Büyülenme.",
"Kara sevda." Bunları Kabızlık, Kaçamak, Aldatmak, Dövünmek, Zina,
Lokomotif
Mühendislerinin
Kutsal Kardeşliğiyle topla, Schmetterlink'i çıkar, Maeterlink'le böl. A la fın
ce fât diplorable. Başka bir deyimle ltchykoo and Kalamazoo" ya da
Japoncadaki "Aishite'ru!" (Seni seviyorum).
Beş
aşağı beş yukarı, aşk için yakaran mutlu kaçığın şu eski sorunu. "Seni
seviyorum!" Bunu İngilizce söyleseydim hiçbir anlamı olamazdı. (Kimin
aklına gelir, örneğin Omanko gibi güzelim bir sözcüğün yarık anlamına geldiği?)
Eğer Japonca söyleseydim verboten (yasak) olurdu, çünkü daha olgunlaşmamış bir
şey. Sevmek. "Söylemek yapmaktan daha kolaydır" dedi bir gün bana
telefonda; önce evlen sonra aşktan sözet-genel yaklaşım buydu. Yine de her
akşam, piyano barında aşk da aşk, başka şey yoktu. Piyano tuşlarından aşk
ırmakları dökülüyor; her biri güller arasında aşktan açan şarkılarıyla
bülbüller şakıyordu onun gırtlağında. Tuşların aralarındaki hamamböcekleri
bile
düzüşüyorlardı. Aşk. Yalnız aşk. Tatlı bir ölüm. Ve Japoncada daha da tatlı bir
ses veriyor: "Yokoraku ojo."
Sürmesinin
altında gülümseyişinin gölgesi vardı. Ve gülümseyişinin altında da ırkının
melânkolisi. Kirpiklerini çıkarttığı zaman, geriye içine dalıp Styx ırmağına
bakacağın iki kara delik kalıyordu. Hiç bir şey, asla yüzeye çıkmıyordu. Bütün
sevinçler, keder, bütün düşler, yanılsamalar onun Japon ruhunun derin yeraltı
suyunda, çılgın kargaşasında çakılıydı.
Onun
kara, hantal suskunluğu, konuşsa söyleyebileceği herhangi bir şeyden çok daha
anlamlıydı benim için. Korkutucuydu da, çünkü her şeyin tam anlamsızlığını
anlatıyordu. Ve öyle de. Her zaman öyledir. Hep öyle olacak. Peki şimdi,
Sevgilim? Hiçbir şey. Nada sonunda olduğu gibi başlangıçta da sessizlik, ve
Müzik yüzünü yitirmiş ruhun kenar dikişidir. içten içe ondan nefret ediyordu.
Derininde boşluk barındıran biriydi.
"Love
Forever in Bossa Nova"
Ve
böylece, aylar aylar süren bütün bunlardan sonra, sızlayan ayak parmağı, karşılıksız
mektuplar, verimsiz telefon konuşmaları, Mah-Jong oyunu yalancılık ve iki
yüzlülük, ıvır zıvır ve soğukluklardan sonra, artık dönüştüğüm umutsuzluk
gorili başı büyük Insomnia (uykusuzluk) denilen şeytanla boğuşmaya başladım. Sabahın üçünde, dördünde ya da beşinde kendi kendime
saçmalayıp duvarlara yazılar yazmaya başladım şöyle kırık bozuk cümleler:
"Senin suskunluğunun bir anlamı yok benim için; ben senden daha büyük
susacağım." Ya da "Güneş doğunca ölüleri sayarız" ya da (bir
arkadaşın teveccühü) "Eğer beni zaten bulmamış olsaydın arıyor
olmazdın" ya da Tokyo hava raporu, Japonca yazılı: "Kumore Toki doki
ame." Bazen yalnızca, "İyi geceler!" (O Yasumi nasai!) Yepyeni
bir delilik tohumunun kıpırdanışını duydum içimde. Bazen banyoya gidip tuhaf
suratlar yapıyordum ve bu iş benim ödümü bokuma karıştırıyordu. Bazen da
karanlıkta öyle oturuyordum ve telefonun çalmasını bekliyordum. Ya da kendi
kendime mırıldanıyordum "Smoke gets in your eyes" ya da bağırıyordum
"Merde” (Frz. Bok-çev.)
Belki
de bu en iyi tarafıydı işin, tanrım yardımcı ol. Kim ne diyebilir? Daha önce de
bu durumun içinden geçtim, düzinelerce defa. Yine de her seferinde yeni,
değişik, daha acılı, daha dayanılmaz oluyor. İnsanlar çok hoşlaştığımı, daha da
gençleştiğimi söylüyorlardı ve işte bilinen zırvalamalar. Ruhuma bir kıymık
battığını bilmiyorlardı. Zaten kenarlı bir boşlukta yaşadığımdan habersizdiler.
Eblehleştiğimin de farkında değilmiş gibiydiler. Ama ben biliyordum! Diz üstü
çöküp yerde konuşacak bir karınca ya da hamamböceği arıyordum. Kendi kendime
konuşmaktan fenalık geçirmek üzereydim. Arasıra ahizeyi yerinden kaldırıp
onunla konuşur gibi yapıyordum. Deniz aşırı konuşmalar tabii, aşağısı
kurtarmaz: "Evet, Henry-san, benim, Monte Carlo'dayım (ya da HongKong,
Vera Cruz, farketmez.) Evet, buraya iş için geldim. Ne? Hayır, yalnızca birkaç
gün için. Beni özlüyor musun? Alo, Alo..." Cevap yok. Hat gitti.
Fena
iş değil, kıçın sıkıyorsa. Benim yaşımda uzman olmak zorundasın. Yumru bacak
Byron bile, romantik bir dangalağa dönmüş bulunan benden daha başka yollar
bulamamıştı kendini kollayacak. Bir yandan dışarı fışkırmasınlar diye
barsaklarımı tutarken, öbür yandan jonglörlük yapabiliyordum. (Testislerden
sözederken Japonlar sırf "taşak” demekle yetinmiyorlar onlara
"kintama" ya da 'altın taşak' diyorlar.) Daha
önce anlattım, paraya da (kane) yaptıkları gibi. Asla pis para değil, onurlu
para. (Okane) Neyse, hiç değilse Japonca öğreniyordum. (Özel dersler.
O'ndan değil.) Japonca öğrendikçe Japonları daha az anlar oluyordum yani
onların kafalarını, ruhlarını, Weltanschauung’larını (dünya görüşü). Dil
açısındansa hiçbir şeye benzetmeye olanak yok. Arasıra bir ipucu yakalamış gibi
oluyordum. Örneğin Âsaki sabah gazetesi demek. Asa mara sabah dikilmesi
(ereksiyon), Akagi ise etli istiridye yaya da tombul yarık anlamına gelebilir,
hangisini istersen. Ama Aishite'ru (Seni seviyorum) dikkatini çekerim!
Gelişmemişler gibi "Seni seviyorum" diyeceğine İncil’i ezberden oku
daha iyi. En sağlamı her zaman gülümsemek. Özellikle incindin, aşağılandın ya
da hakarete uğradınsa. Hançer sonra saplanıyor, en beklemediğin anda.
Kaburgalarının arasından kayıyor, tıpkı kimononun altındaki el kadar yumuşak.
Hançer saplandığında doğru cevap "Ah, demek öyle!" olmalıdır. Bu
yalnızca bir günahlar yığınını değil, bir cinayetler yığınını da kapsar.
Derler
ki cennet cehennemden düşsel bir çizgiyle ayninmiş. Mutluluk ve umutsuzluk da
"Doppelgânger", yani kan kardeşidir. Aşk kapısız penceresiz bir hücre
olabilir; insan girip çıkmakta serbesttir, ama boşuna. Şafak özgürlük ya da
dehşet getirebilir. Aklın hiçbir yaran yoktur, eğer insan deli gömleğinin
içindeyse. İşte böyleydi. Böylece olacak.
Beynimi
kemiren kurttan kumlamadığında karanlıkta vals yapmayı dene. Ya da seyyar
merdiveni alıp tavana onun adını kabartma harflerle yaz. Sonra yatağa yatıp
ellerini kafanın altında kavuştur ve onun bütün kusurlarına karşı körsağır
olduğuna inan ve Buda'ya iyiliği ve sevecenliği için şükret. Ona söylemiş
olabileceğin güzel sözleri anımsa ve nakarat gibi tekrarla. Ortaya bir joker
at, örneğin "bana hep sevgilim dediğin için teşekkür ederim." Görgü
kurallarına uymayabilir ama uzaktan bile onları etkiler. Bambu ormanında
kaybolabilirsin ama yıldızları her zaman görebilirsin.
Tanrı aptalları korur ama hiç
huzur vermez. Aptal, yarını hep yeni bir gün sanır ama hiçbir zaman
değildir. hep aynı gün, aynı yer, aynı zamandır. Hava her zaman fırtınalıdır ve görüş mesafesi sıfırdır.
Ortada ne tanrı, ne barış, ne güneş olmasa bile yine mucizelere inanır. Habire
anlamını yadsıdığı şey ise kendisinin mucize olduğunu görmektir.
Aşk,
gerçek aşk kendini tümüyle bırakmayı getirir mi? Bu hep soruldu. Birazcık da
olsa karşılık beklemek insanca birşey değil mi? İnsan ille de tanrı ya da
süpermen mi olmalı? Vermenin sınırları var mıdır? İnsan sonsuza kadar
kanayabilir mi? Bazıları sanki bu bir oyunmuş gibi stratejiden söz ediyorlar.
Kendini ele verme! Soğukkanlı ol! Geri çekil! Şöyle görün, böyle görün! Yüreğin
yarılsa da gerçek duygularına ihanet et. Hep sanki hiçbir şeyden
etkilenmiyormuş gibi davran. Aşk kırgınlarına verilen öğütler bunlar işte.
Yine
de Hesse'nin dediğine göre "aşk kesinliğe
giden yolu bulmalıdır. O zaman sırf cezbedilmekten kurtulup cezbetmeye
başlar."
Peki
sonra ?
Sonra
tanrı yardımcımız olsun, çünkü cezbettiğimiz hiç de ağzımızın tadına uymayabilir.
Ve onca zamandır arzuladığımız şey istenmeyebilir. Ve ister cezbedilelim ister
cezbedelim, önemli olan bir ve tektir. "Bakari".
İlmin irfandan daha önemli olan kısmı, eksik kalan kısmıdır. Buda'lar ve
İsa'lar bütün olarak doğmuşlardır. Onlar ne aşkı ararlar ne de verirler, çünkü
onlar aşkın ta kendisidirler. Ama habire doğan bizler aşkın anlamını keşfetmek
zorundayız, çiçeğin güzelliği yaşaması gibi onu yaşamayı öğrenmeliyiz.
Harikulâde
bir şey, eğer inanabilirsen, bunu işleyebilirsen! Yalnızca aptal katıksız aptal
becerebilir bunu. Bir tek o derinlikleri ölçebilir, gökleri geçebilir. Saflığı
korur onu. Korunmak istemez.
Ve
şimdi de resimler üzerine birkaç söz...
Balık
mı, et mi? Gruel mi, Pantagruel mi? Ne durumda olursa olsun varolan çılgınlıkla
"aynı türden". Ya da bir Japon edebiyat düşkününün deyimiyle
"değersizliğin taslakları" mı diyelim? Güzelliği kasap tezgahına
yatırmayalım. Bir kez daha belirtmek gerekirse, içeriğin değersizliği ile aynı
türden olan bu resimlemeler güzel, espirili, delice ya da başka herhangi birşey
olma savını' taşımazlar. Metinle aynı karakterdedirler ve ikisinin de anahtarı
uykusuzluktur. Resimlemelerin bazıları ne resim, ne de çizimdir, aksine
yalnızca sözcükler ve çoğunlukla salt hokkabazlık yada gevezeliktir. Sabahın saat
üçündeki farklı ruhsal durumları yansıtırlar. Kimilerine kuş yemi serpilmiştir,
kimilerine sognes, kimilerine ise mensognes. Kimileri pembe arsenik gibi
fırçadan damlamış, kimileri de topak olmuş onlardan da şişler ve yumrular
oluşmuştur. Kimileri organik, kimileriyse inorganikti. Ama hepsi de, kendi
kişisel yaşamlarını anlamsızlığın bahçesinde sürdürmek zorundaydılar. Hiçbiri tümüyle nature morte, yani koshet (temiz, yahudi
yasalarının izin verdiği yiyecek) değildi. Hepsi de şeytanın nefesiyle
hohlânmıştı. Aşın dozda lizolden başka hiçbir şey onları yola getiremez artık.
İlke olarak Blake'in "öfkeli kapları terbiye edilmiş beygirden daha
bilgedir." sözüne açıklık kazandırırlar. "Türdeşlikleri" içinde
acı, pohpohlama, düş kırıklığı, yoksun kalma, melankoli ve tümüyle saçmalığın
tuhaf bir karışımını oluştururlar. Başka bir deyişle edepsizce bir boktur
onlar.
İran'a
ilk yolculuğum sırasında, İsa'dan önce yaklaşık 731'de, sözcükler ve biçimlerin
bileşiminde yatan ıssız büyü beni etkilemişti. Birkaç yüzyıl sonra Uzakdoğu
gezisinde aşkın, tinselleşmiş aşkın ve yanılsamanın karışımı beni yine
etkiledi. Kısaca, coşkunun ve öncesiz kaosun "türdeşliği” bu, sonraları,
gökkuşağının eteğinde var olmayan altın çanakla simgesel olarak anlatılmıştır.
Onlarca yıl sonra, Araf da, eskilerin kafasını bunca karıştıran ve sonunda
ortaçağda yönetimin Hieronymus Bosch'a geçmesine yol açan Altın Kesit'in gerçek
anlamını buldum.
Şimdiki
cisimleşmemde dünyalar arasındaki gezintilerde edindiğim tekniği, zanaatkar
becerisini büyük ölçüde uyguladım. Adeta bilisizliğe küstahlıkla gem vurmayı
öğrenmiştim. Kadri bilinmeyen bir suluboya ressamı olmaya hazırdım. Ana
karnındaki ilk girişimlerim pek cesaret kırıcı değildi. İşte orada, ana
rahminin rahat kaplamasına raptiyelenmiş, kuryelik makamının olanca süsü içinde
asılı duruyorlardı. Geceleri akıntıların (Başka bir deyişle, anne çişinin)
müziğine kulak vermeye ya da doğum öncesi talimatlar için hazır bulundurulan
Talmud'un (Yahudilerin dinsel yasalar derlemesi) sayfalarını incelemeye hevesli
olmadığım zaman, dölyatağındaki hamağımda mutluluk içinde sallanıyor ve yapıtıma
dölütsü bir sevinçle bakıyordum.
Resimlerim
kendi üzerimde Babil’e özgü büyüleyici bir etki yapıyordu. Daha önce de
söylenildiği gibi, onlar ne balık, ne de et, ne Gruel, ne de Pantagrııel'diler,
yalındılar. Ve inanıyordum ki, şeytan onları böyle istiyordu. Nihayet
Hesperıd'lerin altın elmalarını arayan bir Cezanne da değildim ben.
Gerçeği
söylemek gerekirse, o zamanlar hangi cinsiyetten olduğuma bile karar
verememiştim. Saf ve erselik idim, en azından düşüncede böyleydim. Kozadan kelebek mi, yoksa deniz aygırı mı olarak
çıkacağımı da kararlaştırmamıştım henüz.
Yalnız, müziksel eğilimlere kapıldığımı anımsıyorum.
Sonraları
beni felakete sürükleyecek eğilimler. Evet, o zamanlar Humperdinck, Palestrina,
Gatti-Cazassa ve bunların kontrapuntocu güruhunun bana bulaşmış olmasının
sonuçlarının ne olacağını kestirememiştim. Yaşam daha ilkbahar noktasında
duruyor, Venüs ve Satürn Zodyak’jn yıldızlı çimenliği üzerinde bir menüet dansı
tutturmuş gibi yapıyordu. Katedraller oluşmaya başlamamıştı, trobadourlar ve
matadorlar, Leda ve Kuğu, o kötücül aşklarını daha prova etmemişlerdi. Aşk
yaklaşıyordu, bilisizlik ve çılgınlıkla birlikte; boş inanlı melekler topluiğne
başları üzerinde dans ediyor ama cinsellik başka bir yerde, olasılıkla
Kalküta'nın Kara Deliği'nde bulunuyordu. Yani herşey salt erdenlikti.
Herşey
o zamanlar başlamıştı: intiharla flört, retorik dersleri, Gioconda
tutkusu, düşler alemine uçuş, sihirli değneğin alınması ve Marie Corelli ile
Petronius Arbiter arasında seçim. Ansızın ufukta Turner görünüyor; savaş atı
Bukephalos gibi sütümsü, pembe omletler ve arkitektonik suluboya renkleri
içinde çırpınıp oynayarak. Zarlar atıldı. Ana rahmindeki yatağı terk etme
zamanı geldi. Fırçayı sallamanın zamanıdır önce şarlatan, sonra girişimci ve
sonunda, erguvan kırmızısına, krom sansına ve Akdeniz mavisine aşık Maestro
Rocambolesque olarak.
Krallık
Sanat Akademisi'nce konulan kurallara, emirlere ve yönergelere aykırı hareket
etmek oldukça kolaydı. Bana kaos, bilisizlik ve mutluluk içinde analık edilmedi
mi? Kültiirii bir dikişte içmiştim, o muzır başını kaldırmaya cesaret etmesi
durumuna karşı, revolver hep ateş etmeye hazırdı. Akşamdan sabaha Dada'cı
olmuştum tanınmamış ustam Kurt Schvvitters’in, bu ünlü İsviçreli peynir
kralının öğretisi doğrultusunda. Gerçeküstücüye dönüşmemin arifesinde
hastalığım depreşti ve paldır küldür eski ustalara aşık oldum. Carpaccio,
Cimabue Giotto ve Massacio ile gündelik ilişkiler içinde, erken ortaçağın
keşişleriyle otuzbircilerinin kurduğu tuzağa temiz yüreklilikle ağır ağır
yürüdüm.
Kayıtsızca
sergiler açmam o zamana rastlar: Önce June Mansfield’in Roman Tavern’inde
(Greenwich Village) ve daha sonra Minsk ve Pinsk dışında çeşitli Avrupa
başkentlerinde. Kariyerimin ortasında tekniğimi Rubinstein gibi değiştirerek
yapmacıklığa olan eğilimimi frenledim. Bunker Hill; L.A.'dan Baverly Glen
L.A.'ya değin galerilerle müzelerden, müşkülpesentlerle elçilerden sakınmayı
kendime ilke edindim. Bu arada ünüm o denli azalmıştı ki, şemsiyeler, kadife
pantolonlar, tıraş bıçakları türünden işime yaramayan ıvır zıvır için yapıtımı
elden çıkarmak zorunda kaldım. Bu hem iyileştirici, hem de ferahlatıcı etki
yaptı. Hiçbir şey bilmiyormuş gibi resim yapmanın söz konusu olduğunu tabii ki
durum da buydu keşfettim. Hiçbir şeyin resmini yapmamak, ya da buna denk olan
bir şey bundan sonraki adımdı. Tabii ki bunu başaramadım. Yapıtıma büyük önem
verdiğini ileri süren, yolunu şaşırmış bir astroloğun pençesine düşüşüm bu
geçiş evresindedir. Başında uğur derisi ile doğmuş bu zat, daha ilkokul
sıralarında öte dünya bilgisine karşı bir tutkuya kapılmıştı. Kendisine pekiyi
gelmek istemeyen ispirtolu içkilerin etkisi altında, sabahın erken saatlerine
değin tarihin sonu, etin yeniden dirilişi ve Constantibulustan Spasmodicus
Apostrabulus'a kadar bütün Avatara'ların yeniden doğuşu üzerine atıp tutardı.
Onun yönetimi altında yalnızca sol elle değil, gözler bağlıyken de resim
yapmasını öğrendim. Bugün bu öte dünya bilgisi çılgınının talimatlarıyla elde etiğim
sonuçları düşündükçe ürperirim. Yine de o bir şeyi gerçekleştirdi: Beni
yetkinciliğin bağlarından kurtarmayı. O andan başlayarak yolum beni kaçınılmaz
olarak bülbülün yuvasına götürdü.
Benim
uguisu’m. Japonların bülbüle verdiği ad, yalnızca yetkin bir sese sahip olmakla
kalmıyor, ukiyee'ye, shabushabu'ya. ve Anglosakson dilinin daha derin
anlamlarına ilgi duyuyordu. Onun görmediği, okumadığı ya da duymadığı birşey
bulmakta güçlük çekiyordum. Bir gece sonra repertuarını tükettiğinde, bana
aşıladığı duygulu şarkılardan birini yatmaya hazırlanırken mırıldandım.
("More than the greaıest love the world has known, this is the love I’ll
give you) Gün doğmadan hemen önce
coşkunun yatağından kalkarak, ona bir sonraki akşam yanımda götürmek üzere bir
suluboya resim yaptım. Uykusuzluk aşamasına henüz ulaşmamıştım. Bu salt
rahatlamaydı, içinde ana figürünün ilk örneğinin inanılmaz biçimde bülbülle
kaynaştığı, ara sıra görülen ıslak düşlerle vurgulanan.
Herşeyi
daha da saçmalaştırmak için Skriyabin tutkunu olmuştum, onun çözülmemiş
quart’larından ve yukarı tonlardaki parıldayan gökkuşağı kokain efektlerinden
derinden derine uyarılmış biçimde. Aynı zamanda Knut Hamsun'un aşk hastaları
için romanlarım yeniden okuyordum, özellikle Gizemler'ini. Kendimi yine kirli
çamaşırlar dolu keman kutusuyla ikinci bir Bay Nagel olarak gördüm. Evler bloku
çevresindeki günlük gezintilerimde sürekli olarak şu anmaya değer cümleyi
yineliyordum: "Günaydın bayan, biricik manşonunuzu tutmama izin verir
misiniz?" Her şeye sinirleniyordum, bir Japon takvimine bile. Büyülenmiş
ve körleşmiştim. Renkli çiniden, hiç kullanmadığım bir lazımlık alacak kadar
ileri gittim. Traş olurken mutlu ve aptallaşmış görünebileceğimi sırf kendi
kendime kanıtlamak için yüzümü buruşturup
şekilden şekile sokuyordum.
Sonunda
kırık ayak parmağı, düşsel telefonlar ve uykusuzluk başladı. Şimdi Swedenborg
evresine hazırdım, başka deyişle Mysticodoloroso kişiliğine. Melekler çevremde
sarhoş güvercinler gibi uçuşuyordu. Unuttuğum diller kendiliğinden ve kusursuz
sözdizimiyle dudaklarımdan dökülüyordu. Ölmüşlerle, sanki bunlar yandaki
komşularmışçasına zahmetsizce ilişki içindeydim. Öğlenleri ise Gaspard de la
nuit Gilles de Retz kılığında görünüyordu. Bir ayağım gök merdiveninde, öteki
ayağım bok çukurundaydı, uzun lafın kısası, ikiye ayrılmak üzereydim.
Bu
berbat tekinsiz durumda sözcük-resimlere başladım. Bunlar daha önce söylemiş
olduğum gibi, ne Gruel ne de Pantagruel'diler, aksine "aynı türden",
"saydam ve lekeli" idiler. İşte bu ruh durumunda Maeterlinck ile
Schmetterlinck hurilerin, film yıldızlarının ve odalıkların yardımıyla
birleşmişlerdi. Ejderin ekliptiği kestiği ve travestilerin tensel aşk
ikiyüzlülüğüne başladıkları cinli saatti.
lnsolite'i
ve uzlaşmazı arzulayışım doruğa ulaşmıştı. Yalnızca bir atı, herhangi yaşlı bir
beygiri düşünmem yetiyordu ve bakıyorsun hemen arka ayaklar üzerinde salına
salına yürümeye başlıyor, burun deliklerinden alevler çıkıyordu. (Ve benim
uguisu'm ne yapıyordu? Olasılıkla ayak tırnaklarını boyuyor ya da bahşişlerini
düşsel Yen’lere dönüştürüyordu) Hangi görüntüyü aklımdan geçirsem, beni
uyarmaya ve sözcük dağarcığımı bilemeye yetiyordu. Resim yaparken onunla
Japonca, Urdu, Choctaw ya da Suaheli dillerinde konuşuyordum. Onu aynı zamanda
hem göklere çıkarıyor, hem de yerden yere vuruyordum. Ara sıra, Bosch’a, işin
uzmanına öykünerek onun örümcekler, karıncalar ve hamam böcekleriyle dolu bir
kum saati içindeki resmini yapıyordum. Geri plan nasıl olursa olsun o hep melek
benzeri, erden ve gizemli görünüyordu.
Sabahın beşinde genellikle saat çalıyor ve bir uyku hapı
alıp günü hesaptan düşmenin sinyalini veriyordu. Çoğunlukla uykum hafifti, yazmayı ve resim yapmayı
sürdürüyor ya da hiçbir anlam çıkmayan bulmacalar uyduruyordum. Kimi zaman,
gelecekteki birkaç aylık falımı oluşturmaya çalışıyordum, ama boşuna. Sonunda
ruh öldü, bu onun ruhu'ydu, bana avlanmak üzere yaklaşan ve güçten düşen.
Gecelik çiziktirmelerim yerini piyano çalmaya bıraktı, Czerny’den başlayarak
Leschetitzkiye ve onun sürekli yoldaşı Lord Busoni'ye kadar. Böylelikle sonunda
şeytanı kovdum ve vesayet altına aldım. Uykusuzluğumla yaşamayı öğrendim,
bundan zevk bile duydum. Son hareket ise bülbülü altın kafesinden kurtarmak ve
yavaşça boynunu koparmaktı. O andan başlayarak mutluluk içinde yaşadık ki bu
da gerçek aşkın tarzıydı.
Kaynak: Henry MİLLER, Uykusuzluk, INSOMNIA, Büyülüdağ, İkinci
Basım: Mayıs 199, İstanbul
Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.
Yorumlar