Print Friendly and PDF

İSLÂM TARİHİNDE GİZLİ VE YIKICI TEŞEKKÜLLER -Cennet Fedaileri



ÖMER RIZA DOĞRUL

“Kanlı Gömlek” İslâm tarihinde, belki de, ilk gizli teşekkülü ve bı teşekkülün aslını, müessislerini, gaye ve hedeflerini anlatıyordu. Bu eser, ayni mahiyette olarak daha sonra vücut bulan ve bir aralık İslâm dünyasının mukadderatına hâkim olacak derecede kuvvet ve kudret kazanan gizli ve yıkıcı teşekküllerden bahsediyor ve bunları canlandırmağa çalışıyor.
Eser bir giriş ve bir tarihî romandan müteşekkildir. Giriş kısmı- ki İslâm tarihinde gizli ve yıkıcı teşekküllerdir — tamamıyla tarihtir ve her satın tarihî ana kaynaklara istinat eder. Tarihî roman da, yâni Cennet Fedaileri de tarihî vak’alara en büyük değeri vermiş, fakat bu vak’aları canlandırmak istemiş; vak’aları vuku buldukları sırada olduğu gibi canlı bir mazi safhası olarak yaşatmağa ehemmiyet vermiş, tür. Buna tarih ve san’atın imtizacı demek, roman demekten daha doğru olur. Fakat bu çeşit eserlerin edebiyat bakımından adı, tarihî romandır ve böyle tanınmalarını da çok doğru saymak icab eder.
Eserin tarihî roman kısmını yazarken Garbin en değerli üstadların. dan istifade ettim ve onları örnek tuttum. Onların edebî tekniği dairesinde harekete en büyük ehemmiyeti verdim. Fakat eserin tarihî vak’alarını, Şarkın en kıymetli tarih kaynaklarına istinat ettirdim ve yalnız doğruyu yazmağa dikkat ettim. Doğruya bir de güzellik katabildimse bunu bir muvaffakiyet sayabilirim. Fakat bu muvaffakiyet benden fazlaca örnek edindiğim Garp tekniğine ve Garp edebiyatına aittir. Eserin “doğru” ya dayanan kısmı ise tamamıyla Şarka, Şark edebiyatına ve İslâm tarihine aittir.
Mevzu yalnız İslâm tarihinin değil, dünya tarihinin en meraklı sayfalan arasındadır ve işlenmeğe, İncelenmeğe lâyıktır.
Bu eser, bu yolda bir denemedir. Bu denemenin muvaffak olduğuna iddia etmiyorum. Fakat Türk okurlarına merak ve istifade ile okunabilecek bir eser sunabildimse kendimi bahtiyar sayar ve imkân buldukça ona bu yolda eserler vermeyi bir vazife sayarım.
Ömer Rıza Doğrul
Kırmıtîlik Karmatîlik, (Arapça: قرماطة Qarāmita) Şiîliğin İsmâilîyye mezhebinin Fâtımîler'in imâmlığını kabul etmeyen ve "Yediciler" olarak da bilinen koluna ait olan köktendinci (ghulat) bir mezhep
https://tr.wikipedia.org/wiki/Karmatîlik
Tarikin eşini nâdir gördüğü şahsiyetlerden biri, bir kimsenin ta. Olmadığı ve ne yaptığını bilmediği bir adamdır. Bu adam, tarikin belki de en yıkıcı adamıdır. Tarih belki de onun derecesinde kan dökülmesine sebep olan bir adam görmemiştir. Fakat bu adamı hemen hemen bir kimse tanımaz ve bir kimse ona, rolüne uygun bir paye vermez.
Bu adamın adı Meymun oğludur. Tarihe âşinâ yüzlerce kimseye sorsanız, içlerinde bu adamın adını hatırlayan bir kimseye ya rastgelirsiniz, yahut rast gelmezsiniz. Belki bu adam tarihin meçhul kahramanlarındandır.Çünkü muhakkak ki büyük bir işin ve büyük bir başarının kahramanı idi. Fakat meçhul kalmasının sebebi, şöhreti hor görmesi, yahut feragati rehber tanıması değildi. Meçhul kalmasının sebebi daha mühimdi. Çünkü bu adam perde arkasında çalışan bir adamdı ve bütün hayatını perde arkasında yaşadığı gibi tarihin huzuruna da bir perde ardında çıkmağa muvaffak olmuş ve bu yüzden hakkiyle tanınmamış, bir kimse de onun simasını örten perdeyi yırtmağa teşebbüs etmemiştir.
Kendisi Cenubî Iran ahalisindendi. Babası bir rivayete göre, o devrin ilim ve irfanını tahsil etmiş bir fakih, yâni bir şeriat âlimi idi. Fakat bu din âliminin ilmi, bir dış görünüşten ibaretti. Onun içyüzü ise dış yüzünden apayrı idi. Çünkü Meymun, hakikatte hiç bir dine saygı göstermeyen, belki her dini hor gören bir dinsizdi. Yâni o zamanın tâbiriyle bir zındıktı. Samimî dostlarıyla ve arkadaşlarıyla başbaşa kaldıkça işı gücü din ile istihza idi ve din kayıtlarım kırmak için uğraşmakta. Onun gibi düşünenler, evinde toplanıyor ve sohbet ediyorlardı. Meymunun evi, kendilerini din kaydından azat etmek isteyenlerin merkezi idi. Bunlar burada bir araya gelerek konuşurlar ve düşüncelerini yaymak için ne yapacaklarını, nasıl davranacaklarını kararlaştırırlardı.
Bu adamlasın düşman oldukları biricik şey, her ne şekilde olursa olsun, dinî imandı. Bu dinî iman hangi şekil ve nam altında yaşarsa yaşasın, bu adamlar, onun düşmanı idiler. Şu var ki bunlar İslâm muhiti içinde doğup yetişmiş oldukları için en belli başlı hedefleri İslâm dini olmak icap ediyordu. Bu yüzden bunlar, her dinden fazla İslâm dinine düşman kesilmişler ve İslâm îtikatlarını, İslâm imanını yıkmayı kendilerine bir gaye tanımışlardı.
Meymun ile arkadaşları her gece toplanırlar, konuşurlar, düşünürler, ve dinsizliklerini yaymak, İslâm dinini baltalamak için çareler ararlardı. Fakat muhit, İslâmiyete ısınmış ve bu dini benimsemiş bir mu. hitti. İslâm dini bu muhit içinde en deri a saygı ve sevgi ile karşılanıyor, halk bu dinin esaslarına ve buyruklarına göre hareket etmeyi en büyük ve en şerefli gaye sayıyordu. Muhitin telâkkileri bu merkezde olduğu için açıktan açığa dinsizlik propagandasına girişmek, hattâ dinsiz görünmek son derece tehlikeli bir hareket olur, bu harekete rehber olanlar, halkın düşman ligiyle karşılaşır, belki de halkın asabiyeti feveran eder ve bu propagandayı yayanlar korkunç akıbetlere uğrarlardı. Meymun ile arkadaşları bu vaziyeti takdir ettikleri için düşüncelerini yayabilmek için bunları maskelemek ihtiyacını hissetmişler ve böylece kendilerini tehlikelerden korumak istemişlerdi. Bunu temin edecek çareyi bulmak güç değildi. Çünkü İran ötedenberi Şiîliğin merkezi idi. Ve Şiilik bir çok gizli teşebbüslere perde olarak kullanılmağa elverişli idi. Meymun ile arkadaşları da buna karar vermişler, Şiiliği siper edinerek din düşmanlığı propagandasına girişmeğe ve bilhassa İslâm dinini çürütmeğe karar vermişlerdi. Bu yolda yürümek için Şiiliğin ifratına sapmak, ve bu ifrat sayesinde dinsizliğe varmak mümkündü. Bunlar da bu hareket tarzım tutmağa karar vererek faaliyete girişmişler ve kendi mezheplerini yaymağa başlamışlardı.
Dinsiz olmak onlara ait bir işti ve buna bir kimse karışmazdı. Hattâ kendilerini muaheze eden de bulunmayabilirdi. Fakat dinsizliği yaymaktan gözettikleri gaye ne idi?
Dinsizliği en doğru ve en iyi yol tanıdıkları için mi bunu yaymak ve herkesi dinsizliğe sevketmek istiyorlardı?
Yahut bu adamlar dindarlığı bir nevi sapıklık sayıyor da mahza insanlığa hizmet için dinsizliği yaymak için mi uğraşıyorlardı?
Fakat bunun böyle olduğunu kabul için Meymun ile arkadaşlarının birer içtihad kahramanı olduklarına inanmak icabeder. Halbuki hakikat bu merkezde değildi ve bu adamların dinsizlikleri İlmî bir içtihad mahsulü değildi. Bu dinsizlik, daha fazla dünyevî bir takım ihtiraslar ve menfaatlar peşinde koşuyor ve bunları ele geçirmek için öne sürülüyordu.
Fakat Meymun’un kendisi bu ihtirasları ve menfaatları gerçekleştiremedi ve bu işi oğluna bıraktı. Kendisi bu menfaatları ve ihtirasları ancak hayâl meyâl seziyor, sezişlerini arkadaşlarına ve müridlerine anlatıyordu. Onun bütün sözlerinden, bütün hareketlerinden, müfrit Iranlılık gayretiyle hareket ettiği, İran mecusiliğinin bütün aksülâmellerini taşıdığı ve İranın yalnız İslâmiyete değil, hıristiyanlığa ve her dinî sisteme isyan etmesini temin etmekle, İranın eski medeniyetine, eski şan ve şerefine, kavuşacağını sandığı göze çarpıyordu. Hattâ Iranın eski mecusiiiğe dönmesi bile, Meymun için bir mesele değildi. Çünkü ona göre mecusilik Iranın millî dini idi ve İran’a bu millî dine dönmesinde bir beis yoktu. Çünkü dâva, hariçten gelen dinlerden kurtulmak ve bunları ezmekti. Bunun çaresi ise, dinsizliğin neşri idi. Dinsizlik sayesinde İran, günün birinde, içinin boşluğunu hissederse mecusiiiğe dönebilir ve ateşe tapabilirdi. Fakat, yabancı dinlerin baskısından kurtulmuş ve hürriyete kavuşmuş olur, belki bu kurtuluş sayesinde yeniden dünyevî imparatorluğunu kurar ve bütün şarka hâkim olurdu.
Meymun bütün hayatını bu temeli atmak için vakfetti ve işin geri, sini kendisinde» sonra gelecek olanlara bıraktı. Nitekim onun oğlu işi daha iyi anlamış, babasının maksat ve gayesini gerçekleştirmek için daha esaslı bir surette çalışmış, baba »mm topladığı adamları daha çok iyi kullanmıştı.
Fakat Meymun’un yalnız temeli atmakla kaldığını söylersek onun hakkını vermemiş oluruz. Çünkü bu adam, dinsizlik propagandasını yaymak için bir takım yollar ve çareler bulmuş ve bu yollardan ayrılmamalarını adamlarına bildirmişti. Onun bulduğu ve kararlaştırdığı sisteme göre adamlarından her biri içinde yaşadığı muhitin mizaç ve telâkkisine uygun bir vaziyet alacaktı. Meselâ bu adamların biri, düşünce bakımından serbest bir muhit içinde yaşıyorsa serbest olmakla kalmayacak, muhitinden daha çok serbest görünecek ve daha hür kafalı olduğunu belirtecek, bu sayede serbest düşünceli kimseleri etrafında toplayacaktı. Serbest kafalı ve hür düşünceli lir muhit içinde daha ileri ve daha serbest görünmek nisbeten kolaydır. Fakat mutaassıp muhitler içinde ne yapılacaktı?Meymun bunun da çaresini bulmuştu. Kendi adamlarından biri böyle bir muhit içinde bulunduğu taktirde evvelâ bu muhitin itimadını kazanacak, bunan için bu muhitin hoşuna giden herşeyi yapacak, herkesten fazla namaz kılacak, oruç tutacak, ibadetlerin her türlüsüne sarılarak herkesi hayret içinde bırakacak ve bu sayede herkes onun kendinden daha üstün olduğunu takdir edecek, daha sonra bu muhit içinde istidatlı gördüğü kimseleri seçecek, onlara yavaş yavaş sırlarını ifşa edecek ve onları kazanmağa bakacaktı. Onun bu işi başardığı sırada dikkat edeceği nokta irad sahibi olmayan kimseleri almamak, hele sır tutmağa alışık olmayan kimselerle düşüp kalkmamaktı.
Meymun bu sistemi kurduktan ve işe başladıktan sonra her şeyini miras bırakarak bu dünyadan göçüp gitti. Meymunun bıraktığı miras, zeki ve becerikli bir kimse için şayet mühim bir mirastı, Meymunun oğlu ise babasından daha kudretli, daha zeki ve daha teşkilâtçı idi.
Meymunun oğlu Abdullah, babasının muhiti içinde yetişmiş, felsefeyi ve maddeperestliği ondan öğrenmiş, yer yüzündeki bütün dinleri tetkik etmekle beraber babasının sistemi dairesinde yetişmiş, hattâ devrinin en mutaassıp dinsizi olarak tanınmıştı. Fakat o da babası gibi dinsizliğini açığa vurmayan bir adamdı. Çünkü o da açıktan açığa dinsizlik propagandası yapmanın kendisine çok pahalıya malolacağına inanıyor ve onun için müfrit şiiliğe yeni bir şekil vererek mezhebine bir hususiyet temin etmeyi düşünüyordu.
Şiiliğe dayanan yeni bir tarikat icadetmek!
Bu bahsi uzun uzadıya düşünen Meymun oğlu en nihayet şuna karar vermişti:
Hazreti Peygamber Muhammed salla’llâhu aleyhi ve sellemin kızı Hazreti Fatmanın torunlarından İmam İsmailin oğlu “Muhammed Mektûm” un babasından öğrendiği gizli bilgiler ve ruhanî sırlar vardı. Kendisi de bütün bunları tahsil ile meşgul olmuş ve hepsini öğrenmişti. Onun için imam İsmailin tarikatini tesis ediyor ve herkesi bu tarikata girmeğe çağırıyordu.
Meymun oğlu, turnayı gözünden vurmuştu. Çünkü böyle bir tarikata girecek bir çok kimseleri bulmak mümkündü. Avam da, havas da, böyle bir tarikata girmek için can atarlardı. Çünkü isim cazipti. Hele Hazreti Fatımanın torunu olan bir imam tarafından öğretilen gizli bilgilere ve ruhani sırlara vakıf olmak ve bunların temin edeceği huzûr ve inşiraha erişmek, muhakkak ki büyük bir rağbet kazanmağa kâfiydi. Çünkü Meymun oğlu, müridlerine bütün bu gizli bilgileri ve ruhani sırları öğreteceğini ilân ediyor ve böylece herkesi avlamağa bakıyordu.
Meymun oğlu buna karar verdikten sonra kararını tatbik etti ve yeni tarikatı tesis etti. Babası ona bir çok propagandacı arkadaşlar bırakmıştı. Bunlar da bütün kuvvetleriyle işe sarıldılar ve ondan hiç bir yardımı esirgemediler. Propagandacılar, yahut o zamanın ıstılahına göre, Dâiler, her yerde Meymunun oğlundan bahsediyor, kâh onun ilminin derinliğinden, kâh zekâsının yüksekliğinden, kâh onun kerametlerinden ve harikulâde ahvalinden, kâh onun tarikatindeki ulviyetinden ve simasındaki teshir edici güzellikten dem vuruyor, onun şöhretini yaydıkça ya. yiyor, herkesi ona bağlamak için var kuvvetleriyle çalışıyorlardı.
Çok geçmeden, adı sanı tanınmayan bu adam, her tarafta tanınmış ve devrin en önemli şahsiyeti olmuştu. Bu büyük şöhretin, bu geniş propagandanın verdiği netice şu idi: Meymun oğlu Abdullah Şiîlik âleminin pîri sayılmış, bu âlemin mânevî ve ruhanî idaresi önün eline geçmişti. Tarikat kurulmuş ve Meymun oğlu Abdullah onun ilk şeyhi olmuştu.
Meymun oğlu Abdullah ile taraftarları ve propagandacıları imam İsmaile mensubiyet iddiasında olduklarından bunlara Ismaîlîler denildiği gibi Kurân-ı Kerim’in zahiriyle değil, batınîyle ve gizli mânasiyle, yahut dış yüziyle değil, içyüziyle amel ettikleri için onlara Batiniler deniliyordu.
Meymun oğlu kararını vererek tarikatını tesis ettikten sonra bütün adamları harekete geçmiş, yeni bir teşkilât kurmuş, her yerde şubeler, zaviyeler, tekkeler açmağa başlamış ve münasip gördükleri adamları toplayarak eni konu kuvvetlenmişlerdi.
Acaba Meymun oğlunun bu teşkilâtı kurmaktan maksadı neydi? Yeni bir tarikat kurmak sayesinde onun elde edebileceği kazanç neden ibaret olabilirdi? Maksat tarikata girenleri istismar etmek ve ellerinde ne varsa onu almak mıydı? Yoksa daha esaslı, daha geniş bir maksat peşinde mi koşuluyordu?
Garb âlimlerinden biri bu suallere şu cevabı veriyor: “Ibni Meymunun hedefi galiplerle mağlupları bir cemiyet içinde toplamaktı. O zaman galipler Araplar, mağlûplar Acemlerdi. Bunların ikisi de onun tarikati içinde birleşeceklerinden galiplerle mağlûplar karışacaklar, galipler mağlûplar içinde eriyeceklerdi. Galiplerin en kuvvetli istinadgâhı dindi. Halbuki din Meymun oğlunun telâkkisine göre yalnız halk ve avam kitlelerini idare için lâzım olan bir vasıtadan ibaretti. Onun tarikatı için, de toplanacak olanlar, dini bu şekilde telâkki eden mütefekkirlerle her tayfanın müfritleriydiler. Bunlar kuvvetlendikten ve teşkilâtlarını her tarafa teşmil ettikten sonra mevcut kuvvetleri ve sültaları yıkacaklar, kendileri bir devlet vücude getirecekler, bu devletin başına ya bizzat Meymunun oğlu Abdullah, yahut onun evlâtlarından birini getireceklerdi. Meymun oğlunun hedefi bundan ibaretti. Kendisi bu hedefe doğru son derece maharetle yürümüş ve insanların ruhiyatını iyi bilen bu adam muvaffak olmuştu. Onun güvesine varmak için keşfettiği yollar hakikaten dahiyane idi.
“Ibni Meymun itimad edeceği kimseleri samimî Şiîler arasında aramıyordu. Samimî Şiîler bir kanaat ve iman sahibiydiler. Onun için o daha fazla adamlarını putperestler, dualistler (ikilik esasına inananlar), Yunan felsefesini okuyup onu rehber tanıyanlar arasında arıyordu. Meymun oğlu bilhassa Yunan felsefecilerine güvenmiş, onlara içini açmış, en gizli itikadlarını onlara telkin etmişti.
“Dinî ve ahlâkî sistemleri?’ hepsi de bomboş şeylerdi. Bunlara inanmak, beyhude idi. Fakat beşeriyet içine düştüğü bu sapıklığı kolay kolay anlayamaz, çünkü bu kabiliyeti haiz değildir. Buna rağmen gayeye varmak için, İbnı Meymunun telâkkisine, bu eşek sürüsünü kullanmak lazımdır. Önün için bu eşek sürüsünden kendi tarikina girmek istiyenleri almalı, fakat daima dikkat etmeli. Şayet bunlar içinde müminler varsa bunları tarikin birinci derecesinden daha yukarı yükseltmemeliydi.Çünkü tarikin yedi derecesi vardı. Sonra tariki idare edenler çok ihtiyatlı davranmalıdırlar. Bunlar, kendi hislerine daima hâkim olmalı. Ve konuştukları adamlarını ne kıratta ve ne kabiliyette olduklarım iyice ölçerek, iyice tayin ederek onların hoşlarına gidecek sözlerle başlamalı, onlara kabiliyetlerine göre bahisler açarak, yahut bir takım marifetler ve şu’be-debazlıklar göstererek, icabederse onları keramet ve velayet sahibi olduklarına inandırmak, yahut mânalı sözler sarfiyle, hattâ nükteler iradiyle onların karşısında dimağ ve kalbini gıcıklamak, müminler karşısında son derece mümin görünmeli, sofular karşısında cezbeler geçirmeli, kâinatın rümuz ve esrarı ile meşgulmüş gibi görünmelidir.
“Meymun oğlunun adamları bu şekilde hareket etmişler ve neticede müthiş muvaffakiyetler kazanmışlardır. Bu sayede muhtelif mesleklere mensup sürü sürü adamlar ne olduğunu bilmedikleri, hangi hedef peşinde koştuğunu anlamadıkları bir teşekkül için çalışmışlar, herşeyi yapmışlar, her fedakârlığı göstermişler, icabında zerre ksdar düşünmeden ve tereddüt etmeden kanlarını dökmüşlerdi. Bunlar içinde asıl gayeyi bilen ve asıl maksadı anlıyan kimseler, bir kaç kişiden ibaretti.” (Rienhart Dozy)
Bu sözlerden anlaşıldığı veçhile Meymun oğlunun asıl hedefi, besbelli idi. İslâmiyet esaslarına saygı gösteren devleti yıkarak ve bu devlette hâkim olan unsurları yokederek bizzat kendisine ve kendi dirayetine, bihassa teşkilâtına ve emellerine dayanacak bir devlet kurmak ve bu devleti kendi taraftarlarına emanet etmekti.
Bu şekilde bir tarikati kurmak için herşeyden önce itimada lâyık şahıslardan mürekkep bir nüve lâzımdı. Fakat Meymun oğlu bu yolda güçlük çekmemişti. Çünkü babasının bıraktığı adamlar emrine amade idi. Ö da bunlara güvenerek tarikati kurdu ve derecelerini tayin etti.
Fakat Meymun oğlunun asıl muvaffakiyeti, sarfettiği mesainin hedefini tayin etmekte ve kendisiyle adamlarım yeryüzünde devlet sahibi olmak üzere çalışmalarını temin etmesindeydi.
Bu gaye için çalışacak tarikat ve cemiyet, tabiî ki, gizli olacaktı. Bu tarikat ve cemiyet bilhassa çok sağlam bir inzibata tabi tutulacaktı. Bunun için tarikat, derecelere ayrılmış ve her dereceye göre âmirler tayin olunmuş, bu sayede Meymunun bıraktığı adamlardan gizli ve yıkıcı bir cemiyet kurulmuştu. Gerçi bu cemiyetin açık bir cephesi vardı ve buraya herkes intisap edebilirdi. Fakat asıl tarikat, bu herkesin tanıdığı, herkesin girip çıktığı teşekkül veya merkez değildi. Bu ancak tarikatin dış yüzü idi ve bu dış yüzde kalanlar hiç bir şey bilmiyor, hiç bir gaye peşinde koşmuyor, fakat körü körüne bir takım gayelere âlet oluyorlardı.
Meymunun oğlu gizli tarikati tesis ettikten sonra tarikatin hâkimi, yetini temin için onu derecelere ayırdı ve bu derecelerin yedi olmasına karar verdi, ihtimal ki kendisi bu yedi dereceli tarikati, zerdüşt mezhebinden kopya etmişti. Zerdüşt mezhebinde gizli bir anane vardı ve onun için zerdüşt mabedlerinde yedi dereceli bir âyin icra olunur ve buraya kabul olunacak kimseler mühim imtihanlardan geçerek bu derecelerin birincisine alınırlardı. En eski kaynaklara göre zerdüşt mezhebinin bu gizli mabedlerine kabul edilecek olanlar evvelâ bir mağaraya sokulurlar, orada arslan, kaplan, sırtlan ve bunlara benzer vahşi hayvanlar şekline giren saliklerin taarruzlarına uğrar ve ancak bînbir güçlüğü aşarak mağaradan çıkarlar, fakat kapkaranlık ikinci bir mağaraya girer, orada gök gürültülerine benziyen korkunç seslerle karşılanır, daha sonra başka bir mağaraya daha girer ve bu suretle yedi mağarayı aştıktan ve korkudan bîtap bir hale geldikten sonra Pîr-i Muganın huzuruna alınarak ondan mezhebin ilk esaslarını öğrenirlerdi.
Eski Iranın din tarihne vakıf olan Meymun oğlu  zerdüşt mezhebinin bu- gizli teşkilâtını örnek alarak ve lâzım gördüğü değişiklikleri yaparak, kendi tarikatinin yedi derecesini şu şekilde tayin etmişti:
Müminler derecesi. Tarikata giren, tarikatin tamamına bağlı olduğuna söz veren ve and içen her kimseye mü'min denilirdi. Fakat bu derece, derecelerin en değersiziydi. Bu, ancak tarikata alınmak ve tarikatin pirine el vermekten ibaretti. Mü’minler, ne olduğunu bilmedikleri, ne yapmak istediğini anlamadıkları tarikata körü körüne müzaheret ederler ve aldıkları enerjileri yapmağa koşarlardı. Bu birinci dereceyi aşabilenler, tarikat hesabın vazife alanlar sırasına geçebilirlerdi.
Bunlara mükellefler denilirdi. Ve mü’minler arasından yükselen ve vazife deruhte edenler bu ismi alırlardı. Bunların ilk vazifesi zahirîler, yani tarikat dışında kalan kimseler arasına sokularak onları tarikata celbetmek, celbedebilecekleri adamları bir müddet hazırladıktan sonra bunları kendi âmirleriyle görüştürmekti. Bu işle uğraşanlar muvaffak olurlarsa daha yüksek dereceyle yükseltilmeleri düşünülürdü.
İzinli dâîler. yani salâhiyetli propagandacılar, bu dereceye yükselebilenler, hariçten tarikata girmek üzere müracaat edenleri kabul ederler, onlardan imam namına biat alırlar ve mezun dâî diye tanıtırlardı. Bunların haiz oldukları salâhiyetlerden biri tarike girenlere ilim ve marifet kapısını açmak, onlara azar azar tarikatın sırlarım anlatmaktır. Mü’minlerin derecesini yükseltmek bunlara aittir.
[Not: Kahvelerde oynana Satrancı Urefa diye anılan oyun bu tür eğitimlerin yapıldığı açık dersler gibiydi. İhramcızade]
Dâî-yi ekber. Büyük dâîler. Bunlar izinli derecesine kadar yükselenlerin âmirleriydiler. İzinli dâîler, mükellefler mü’minler bunların emri dairesinde harekete mecburdurlar. Dâî-yi Ekbere, bir de kapı mânasına gelen bab denilirdi. Çünkü bu dereceye varmış olanlar asıl kapıdan içeri girmek hakkını kazanmış olurlardı ve bu derece daha yüksek derecelerin kapısıydı.
Daî-yi Ekber derecesinden sonra gelen derece ve marifetin hamili olan “hüccet” den bir yudum ilim emmeğe muvaffak olanlar derecesidir. Çocuklar nasıl annelerinin memelerinden süt emerlerse Dâî-yi Ekberler de, bu hüccet makamına eren kimselerden öylece ilim ve marifeti emerler. Onun için bu dereceye varanlara Zu massa, yani bir yudum emenler derecesi denilirdi
Hüccet, ilim ve marifeti, kendilerinden sonra gelenlere damla damla verenlere hüccet denilir. Hüccet dinsizliğin umumî naşiridir. Kendisi bu vadide, mafevkinden aldığı marifeti, karşısına çıkanlara telkin eder, onların idrâk ve ihatasını, zevkini ve kabiliyetini gözetliyerek bilgisini sunar.
İmam, İmam en yüksek gayedir, imam dogrudan doğruya Allahla temas eder ve gaybın ilmi ona bilvasıta vasıl olur. Belâg-ı A’zam yani en yüce bildirik ve «Namûs-ı ekber» yani en sır, bu adamdır.Bu adam ise, Allahı da, dini de inkârdan başlıyarak şeyi yapabilir. Ona mübah olmıyan hiç bir şey yoktur. Onun salahiyeti çerçevesine girmiyen, onun emriyle harekete geçmiyen, onun arzu iradesine boyun eğmiyen bir kuvvet bulunamaz. Onun her istediği mutlaka olur. Can, mal, ırz ve mukadderat, onun emrine bağlıdır.          
----
Meymunun oğlu tarafından kurulan tarikatin esasları ve derece bunlardı. O da bunları tasarladıktan ve kaleme aldıktan sonra babasının bırakmış olduğu adamlara güvenerek işe başlamış ve her tarafa propagandacılarını göndermişti.           
Esasen bu adamlar bu maksada göre yetişmiş olan ve ne yapacaklarını bilen kimselerdi. Bunlar herşeyden evvel temas ettikleri adam zevkini, meşrebini anlıyor, ona göre hareket ederek onu elde etmek ne mümkünse o yoldan yürüyorlardı. Muvaffak olamayacaklarını kestirirlerse vakit kaybetmiyerek onu bırakıp işe yarıyacak bir adam arıyor ve onunla meşgul oluyorlardı.
Bunun için bir Dâînın (bir propagandacının) herşeyden önce insanların içyüzlerini sezebilecek derecede ferasetli olması şarttı, Dai bir, insanın dış görünüşüne rağmen onun hakikî zevklerini ve temayüllerini keşfettikten sonra onu kendi arzusu dairesinde yola getirmek için sarf edeceği zamana acımazdı. Meselâ evvelâ teması istenen adamın ruhunda onun bile farkında olmadığı bir izi, bir meyli keşfetmek kâfiydi. Bu keşif olunduktan sonra işin gerisi kolaydı. Şayet Dâîlerden birinin bulduğu adam ibadete meyyal ise, Dâî evvelâ ibadete devam etmesini tavsiye eder ve ona şu yolda hitap eder:
(Birader! Sen ne iyi, ne temiz, bir adamsın!
Tuttuğun yol, kudsî bir yoldur. İnsanın ruhuna sefa veren, insanın ruhunu inşirah ile doldurarak, insanın kafasını aydınlatan bu mübarek ve mukaddes yoldan sakın ayrılma!
Yol bu yoldur. Dünyada da, ahrette de, bu yolu tutarak mesut olursun. Benim de tuttuğum yol, ayni yoldur. Ve bu yoldan şaşmamak en büyük gayemdir. Ben de, ibadetim uğrunda dünya işlerinin birini de kale almam. Çünkü dünya, ahrete nazaran bir para etmez. Cenabı Hak cümlemizi bu yoldan ayırmasın) tarzında sözler söyler.
Fakat aradan bir müddet geçtikten sonra Dâînin ağzı değişir ve bambaşka telkinatta bulunur:
"A birader, der, bunca zamandır ibadet ediyorum da bir kere bile bir duamın kabul olunduğunu görmedim. Hikmetine kurban olayım, ama bunca niyazlarım boşa gitti. Demek ki boşuna uğraşıyoruz. Zaten Mevlânın duamıza, niyazımıza ihtiyacı yok ki.. Fakat biz onun bizi dinliyeceğini sanarak vaktimizi dua ve ibadetle geçiriyoruz. Hâtâ mı ediyoruz, yoksa isabet mi ediyoruz, orasını yine mevlâ bilir.”
Bu tarzda başlıyan telkinler, yavaş yavaş ilerler, ibadetin lüzumsuzluğunu anlatmağa ve bu lüzumsuzluğu münakaşaya varır. Günün birinde de dâî gelir ve şu sözleri söyler:
"Benim anladığım bîrşey varsa Allahın bizim ibadetlerimize muhtaç olmadığıdır. İnsana yaraşan, kalbini temiz tutmak ve gerisine aldırış etmemektir. Bence mesele bundan ibarettir.”
Böylece dâî, avlamak istediği adamı ibadetten alıkoymağa çalışır. Muvaffak olur ve bu işi de başarırsa konuşma daha başka vadilere girer, dallandıkça budaklanır ve en nihayet Allahı inkâr etmeyi telkin etmekte karar kılar.
Esasen dâî, ilk merhalede muvaffak olmuş ve muhatabını ibadetten vaz geçirmiştir. Dâî bunu yaptıktan sonra: “Kardeşim, der, hele şükür, şu ibadet zahmetinden, kendimizi kurtardık. Artık gözümüzü biraz daha açalım da şu ahret tasasından da kendimizi kuratralım. Dünyadaki zevkler, muhabbetler ve eğlenceler bizim nemize yetmiyor ki cennet ve cehennem rüyalariyle kendimizi avutup duruyoruz. Bırak efendim, o masalları da şu dünyada karşılaştığımız hakikatlerle hoş bir vakit geçirelim ve bu dünyada elimize düşen fırsatı kaçırmıyarak keyfimize bakalım.”
Şayet tarikata alınması istenen adam Acemse ona başka bir surette hitap edilir. Ona Arapların tahakküm ve denaetinden, zulüm ve tecebbüründen bahsolunur. Ve eski İran saltanatının, eski İran medeniyetinin yeniden doğması için elbirliği yapmak ve Arap hâkimiyetini yıkmak lâzım geldiğini anlatılır ve böylece millî hisleri galeyana getirilir.
Fakat ele geçirilmesi istenilen Arapsa onan kabile asabiyetleri uyandırılır, onun bağlı olduğu kabilenin Arapİar arasında en yüksek ve en şerefli kabile olduğu, başka kabilelerin nahak yere tanımadıkları, başa geçmesi ve bütün mukadderatı ele geçirmesi icabeden kabile bu olduğu halde başkalarının zulüm ve tecavüzüne uğradığı, halbuki bu kabilenin başkanlığa, padişahlığa ve halifeliğe bütün kabilelerden daha çok lâyık olduğu anlatılır ve bu da bu sayede avlanır.
Dâîlerin bir rolü de yeryüzünde ne kadar büyük adam varsa, hepsini kendilerinden ve kendi tarikatlerinin mensuplarından göstermekti. Dâîler, ancak en kuvvetli yeminler mukabilinde bazı sırları faşederler, bunlar üzerinde münakaşalara girişirler, münakaşayı isledikleri neticeye bağlıyamazlarsa aldıkları yeminlere güvenerek saflarının faş olmıyacağına emin olurlar ve bu çeşit adamlarla dostlukarını idame ederek onları da avlamak için zayıf bir anlarım beklerlerdi. Şayet bu adamlar herhangi bir zaaflarını bunlara ifşa eder ve böylece onların yardımlarına ihtiyaç hissederlerse, Dâîler fırsatı kaçırmaz ve onları içlerine almakla her emellerine nail olacaklarını söylerler, yahut onları müşkül bir vaziyetten kurtararak maksatlarına ererlerdi.
Dâîler en çok güvendikleri kimselerden en çok taraftar kazanmayı umdukları unsur, bilhassa Mecusîlerdi; sonra Arap olmıyan unsurlar; sonra Âraplar ve Arap içinde bilhassa Rabîa oğullarıydı. Sebebi, Hazreti Peygamberin Rabîa oğullarından değil, fakat Mudar oğullarından olmasıydı. Rabîa oğulları ise bu yüzden Mudar oğullarına haset! ediyor ve onları alaşağı etmek için fırsat gözetiyorlardı.
Esasen Mecusîler arasında yaşıyan, onların içyüzünü bilen ve ister istemez Mecusîliğe karşı derin köklü hislerle bağlı olan bu Dâîler, bütün unsurları kullanmayı biliyor ve propagandalarıyla istedikleri istikameti veriyorlardı.
Meymnnun oğlu İranda kurduğu tarikati kökleştirmek ve her tarafa dal budak salmak için çalıştığı sırada, onun nam ve hesabına çalışan Osman oğlu Ferec Kâşânî Iraka gitti. Yani o zaman hüküm süren Abbasî oğullarının saltanat merkezine girdi. Bu adam Zikreveyh namiyle maruftu. Bu adam Irakta gizlenerek çalışmış ve bir kaç sene zarfında istediği kadar adam toplamıştı. Ne yaptığını, nasıi çalıştığını, işlerini ve hareketlerini nasıl idare ettiğini, bütün bunları her gözden ve her kulaktan gizli tutuğunu anlayamadığımız bu adam, hicretin 278 senesinden itibaren evvelâ Irak muhitini, daha sonra diğer muhitleri altüst etmeğe başlamıştı.
Onun Irakta görülen başlıca taraftarlarından biri Nehrevan mevkiinde ikamet eden bir adamdı. Ve bu adam dünyayı terkeden, ahretten başka bir şey düşünmeyen veya başka bir şey için çalışmayan bir adamdı. Çünkü gece gündüz namaz kılıyor, oruç tutuyordu. Yeri yurdu bulunmadığı için açıkta idi. Gündüzün güneş altında yatıyor, geceleyin yer yüzünü yatak gökyüzünü yorgan ediniyordu. Fakat gelip geçenlerin hepside ona dikkat etmekte ve onun son derece uğurlu ve tertemiz bir adam olduğunu sanmaktaydılar. Bu yüzden buraya yolları düşenler, onun ellerini öpüyor, hayırlı dualarını almayı cana minnet biliyorlardı. Bu adam kendisiyle konuşanların hepsine, namazdan niyazdan bahsetmekle kalmayarak beş vakit namaz kılmanın kâfi olmadığını, her gün elli vakit namaz kılmak lâzım geldiğini söylüyor ve böylece bütün ömrünü ibadete vakfetmiş olduğunu belirtmek istiyordu.
Bütün muhitin en belli başlı meşgalesi bu adamdı. Herkes ondan bahsediyor, herkes onun nur gibi yüzünden, onun her duasının kabul olunduğundan, onun gece gündüz ibadetle meşgul olduğundan dem vuruyordu. Bu yüzden onu görmeğe gidenler, onun bereketinden ve duasından istifade etmeyi umanlar çoğalmıştı. Halk, hergün onun başında toplanıyor, onu dinliyor, onun her sözünden bir keramet ve bereket seziyordu.
Zahid, kendi mezhep ve tarikatine göre ilk adımı muvaffakiyetle atmıştı. Bu yolda atılacak ilk adım, muhitin itimadını kazanmak değildi, o da bunu fazlasıyla kazanmıştı. Herkes onu, Tanrıya ermiş bir veli sayıyor, onun nasihatini dinliyor, onun duasını almak için uzaklardan gelmeyi göze alıyordu. Bu muvaffakiyeti kazandıktan sonra ikinci adımı atmak işten değildi. Çünkü Zahidin mevkii sağlamdı ve bir kimsenin ondan şüphe etmesine imkân kalmamıştı. Zahid de namazdan, niyazdan bahisle kalmayarak mevzuu biraz daha genişletti ve nübüvvet hanedanına mensup bir imam etrafında toplanmak lüzumundan, kendisinin de buna taraftar olduğundan bahsetmeğe başladı. Onu bu şekilde harekete sevkeden sebepler aşikârdı: Ortalık fesat içinde yüzüyordu. Hükümet zalimdi ve her yerde iğtişaşlar kopmaktaydı. Halk rahatsızdı ve hoşnutsuzluk içindeydi. Hükümetler ve insanlar yoldan sapıyorlardı. Her yerde doğru yoldan sapmalar göze çarpıyor ve her muhit huzurdan mahrum bulunuyordu. Bütün bu fesadın izalesi lâzımdı. Fakat kim çıkacak da bunlarla uğraşacak ve insanları bu şerden kurtaracaktı? Bunu yapa, bilecek bir kimse varsa insanların dört gözle bekledikleri Mehdi idi. Ve yalnız o, dünyayı yeniden adalete kavuşturabilirdi ve bu Zahidlerin bahsettiği imam, bu beklenen Mehdinin tâ kendisiydi.
Iş mühimdi ve telkinat yamandı. Halk rahatsızdı ve ortalık huzurdan mahrumdu. Acaba bu adamın dediği doğru muydu? Herkes bunu düşünüyor ve hükümet aleyhinde bir isyan çıkarmadan önce bastığı tahtanın çürük olup olmadığını anlamak istiyordu.
Fakat Zahid yerli yerindeydi ve eskisinden kat kat fazla kendini namaz ve niyaza vermişti. Gözüne uykuyu haram etmiş, gündüzünü ve gecesini hep Allahına vermişti. Onun tam mânasiyle velî olduğu üzerinde kimsenin şüphesi yoktu ve onun için herkes, adaklarım ona götürüyor, herkes içini ona bağlıyor, herkes onun duası bereketiyle ber-murad olmayı umuyordu.
Zahid, ikinci adımı da muvafafkiyetle atmış ve muhitini kendine râmetmişti. Herkes onun doğruluğuna inanıyor ve söylediği her sözün ruhundan fışkıran sırlı bir keramet eseri olduğunu sanıyordu.
Zahid de işi bir adım daha ileri götürmek zamanının hulûl etmiş olduğuna inandı ve buradaki mevkiini istismar ederek teşkilât kusmak ihtiyacını hissetti ve esasen kendisine inanan bir muhit içinde bulunduğu içir bunu kolaylıkla başardı.
Çünkü bütün muhit onun müridleriyle dolu idi. O da bunlardan on iki kişiyi seçti ve bunların birer birer “Nakib” olduğunu söyledi ve bu nakibleri yetiştirmeğe koyuldu. Sonra meclisine devam eden ve kendisini görmeğe gelenlerden herbirinin yılda bir altın getirmesini söyledi ve Zahidin başına altınlar yağmağa başladı. Herkes hissesine düşen altını yetiştirmek için derin bir istekle hareket ediyor ve komşularıyla yarış edercesine koşuyordu. Fakat zahid bu altınlarla ne yapacaktı?
Bunu sormak kimsenin aklından geçmiyordu. Hem ne diye geçsin?
Hangisinin Zahide itimadı yoktu ve hangisi onun güzel niyetinden şüphe edebilirdi?
Fakat Zahid bu şüpheye de yer bırakmamış ve akıllarından geçmesi muhtemel olan suale peşinden cevap vermişti. Bu altınlar, Mehdi olan imam içindi Mehdi, neredeyse zuhur edecekti ve zuhur ettiği zaman tebaasıanı harekete geçirmek için paraya muhtaçtı. Bu para ise onun için, onun faali, yetini temin için, onun dünyayı adalet ve huzura kavuşturması için toplanıyor ve hazırlanıyordu.
Zahid bu adımında da muvaffak olmuştu. Çünkü itimadı inanç dererecesine yükseltmiş ve herkesin inancını istismara başlamıştı. Hele bütün bunları kurulu ve kuvvetli bir hükümetin gözü önünde hiç bir şüphe uyandırmadan yapmaya muvaffak olmak apayrı bir başarıydı.
Zahidin burada en çok itimat ettiği adam, gözlerinin içi kırmızı olduğundan “Kırmıtî” [Karmatî] diye tanılan biriydi.Bu adam onun yakın dostuydu ve onun namına her şeyi yapmıya salahiyetliydi. Kırmıt, onun namına her yere gidiyor, altınları topluyor, onun telkinatını neşrediyor, onan kerametlerinden bahsederek halkın kulağını dolduruyordu.
Fakat Zahidin işi ayni mahremiyet içinde yürümedi. Gerçi Zahid, İşini bir hayli ilerletmişti ve muhiti iyiden iyiye eline almıştı, fakat günün birinde bu havalide arazi sahibi olan büyük bir adamın yolu bu tarafa düşmüş ve köylülerin işi gücü bırakarak kendilerini ibadet ve riyazete verdiklerine dikkat etmiş ve bunun sebebini merak ederek işi incelemişti. Köylüler, hık mık demişler, işin içyüzünü saklamak istemişler, fakat Heysem adındaki bu emir vaziyeti anlamak için ısrar etmiş, verilen ifadeleri derinleştirmiş, en nihayet Zâhid kılıklı adamın bu hale sebep olduğunu anlamış ve üstelik keyfiyeti hükümete bildirmişti. Hükümet, bu işten haber alır almaz vaziyete el koymuş, Zahidi tevkif ederek tahkikatı derinleştirmek istemişti.
Hükümet ile hâkimler bu adam üzerinde durarak onun ne yaptığını ve ne söylediğini araştırmışlar, Zâhidin, Mehdîlik iddiasiyle ortaya çıkacak bir imam namına para topladığını ve propagandalar yaptığını tesbit etmişler ve bu adamın vücudunu izaleye karar vermişlerdi. Mesele halle, dilmek üzereydi. Fakat hâlkın, bu beklenen Mehdî namusa harekete geçen adamı elden kaçırmamak, yahut onun bir takım dostları tarafından kaçırılmasına ve kurtarılmasına imkân vermemek istiyordu. Onun için bu Zâhidi, kendi evinde hapsetmek ve sabahleyin cellâda teslim etmek istedi. Bana karar veren hâkim, Zahidi alıp evine götürdü ve bir odaya kapadı. Ayni gece hâkimin evinde bir toplantı yapılmış ve bir ziyafet verilmişti. Ziyafette fazla içki içilmiş, nihayet hâkim yatak odasına çekilmiş ve mahut Zahidin mahpus olduğu odanın anahtarını yastığının altına koyarak uyumuştu.
Fakat Zâhid de bunca yılı boş geçirmemiş bulunuyordu. Taraftarları çoktu ve hâkimin evi içinde de onun veliliğine zâhidliğine inananlar bulunuyordu. Onun için hâkimin sızarak uyuması üzerine, cariyeler Zahidi kaçırmak ve ölümden kurtarmak istediler ve bunun için, bütün dünya ile alâkasını kesmiş gibi uyuyan hâkimin odasına girerek anahtarı almayı ve Zâhidi kurtarmayı tasarladılar.
Gece yarısından sonra herkes uyumuştu. Hâkimin en çok sevdiği cariyelerden biri odasına girdi. Yastığının altından anahtarı aldı, Zâhidin mahpus olduğu odayı açtı ve onu salıverdi. Zâhid hemen çıkmış ve diğer cariyelerin yardımiyle saraydan çıkarak selâmete ermişti. Fakat onu salıveren cariye odayı tekrar kilitlemiş ve anahtarı yine hâkimin yastığı altına koymuştu.
Ertesi gün hükümet konağında erkenden hazırlıklar yapıldığı ve ahali erkenden toplandığı için cellât ile askerler hâkimin konağına gelip mahkûmu alıp götürmek istediler. Hâkim uyanmış ve anahtarı alarak muhafızlarıyla birlikte Zahidin mahpus olduğu odaya gitmiş, odayı açmış, fakat Zâhidin sırra kadem bastığını görmüştü.
Hâkim Zâhidin kaçmış olduğuna inanarak takibatı yenilemek istediyse de hâdise şayi olmuş, Zâhidin kilitli bir odadan uçup gittiği söylenmiş, bu da halkın Zahide karşı inanını kat kat kuvvetlendirmişti. Hâdise, harikulâde bir keramet sayılmış ve halkı Zâhidin beşer üstünü kuvvetlerine inandırmıştı.
Zâhid, tam yakayı ele verdiği sırada vaziyetinin büsbütün düzelmiş ve işinin kolaylaşmış olduğunu görüyordu. Çünkü ortalığa yayılan bir şayiaya göre Zâhid kanatlanarak uçmuş ve ölümden kurtulmuştu.
Zâhid bir kaç gün saklandıktan sonra Kufe’nin bir başka muhitinde görünerek Kırmıt adlı adamıyla görüşmüş, ona ve arkadaşlarına Kırmıtı burada bıraktığını, onun sözüne ve irşadına göre hareket edilmesini tavsiye etmiş, sonra birden bire kaybolmuş ve bir daha görünmemişti. Çünkü göründüğü takdirde iki kayba birden uğrardı. Birincisi kendisini araştıran hükümetin eline düşmek, ve bir daha kurtulamamak, İkincisi halk arasında harikulade kudretlerine dair bıraktığı şöhreti kaybetmek ve böylece haleflerinin vaziyetini güçleştirmek.
Zâhid bunları iyi hesapladığı için Kırmıtı ve birkaç arkadaşını görüp bunlara talimat verdikten sonra ortadan kaybolmuş ve bir daha bu havalide görülmemişti (Bütiin bu vakalar İbn-ül-Esir ile Ibn-ı Haldun’un tarihlerinden alınmıştır.).
Kırmıt’ın selefi olan Zâhid, acaba Zikreveyh’in kendisi miydi, yoksa adamlarından biri miydi?
Bu cihet belli değildir. Fakat Meymun oğlunun bu adamı, hakikaten muvaffak olmuş, yaman bir teşekkülün temellerini atmış ve Kırmıtın çok müsait şartlar içinde çalışmasını temin etmiştir. Kırmıt asıl maksada hizmet etmek için, selefinin hazırladığı cemaati, derecelere ayırmış, her derece sahiplerine işler ve vazifeler vermiş ve bunlara birbirinden ayrı telkinatta bulunmuştu. Onun adamları derece bakımından yükseldikçe zühd ve takvayı bırakarak yavaş yavaş dini ihmal ediyor ve en yüksek derecelere vardıkları zaman kendilerine her şeyin mübah olduğu bildiriliyordu. Bunlar, bu sayede her istediklerini yapıyor ve kendilerini ahlâkî ve İçtimaî her kayıttan üstün sayıyorlardı. Cemiyetin nesi varsa bunlara aitti. Hattâ garplı bir ilim adamının anlatışına göre: “Kırmıt tasarruf hakkını kaldırmış, sonra yapmak istediği komünizme en çirkin şekli vererek kadınları da orta malı saymış ve bunları da umumîleştirmişti.”
Ayni garplı müdekkık diyor ki:
“Kırmıtın tasarruf hakkını ilga etmesini bütün dâîleri de kabul etmiş olduklarından Kırmıt bir gece kadınları toplamış ve her erkeğin istediği kadınla yatmasını söylemişti. Ona göre samimiyetin en yüksek derecesi, kardeşliğin en ileri şekli buydu. Bu yüzden bu adamlar, kendilerini ziyaret eden arkadaşlarını hoşnut etmek için karılarını da onlara takdim ederler, misafirlerin karıları ile yatmalarını, misafirperverliğin icaplarından sayarlardı. Tabiîdir ki bu vaziyete düşen adamlarda âr ve ahlâk hissinden eser kalmaz. Nitekim bunlar da namaz, niyaz ve her çeşit ibadeti terkettikten sonra kendilerini çapulculuğa ve eşkıyalığa vermişler, hiç bir cinayeti irtikâp etmekten çekinmemişler ve tarihte kanlı bir iz bırakmışlardır.” (Syvestre de Sacy.).
Müverrih İbn -ül. Esir de, Kırmıtîliğin Bahreyn havalisinde yayılmasından bahsederken De Sacy’yi teyit edecek hadiseleri kaydeder.
Hicretin 281 nci yılında Bahreyn’de bir adam zuhur ederek beklenen Mehdi’nin adamı olduğunu söylemiş, Mehdi’nin yakında zuhur edeceğini bildirmiş, daha sonra bir müddet kaybolarak geri döndüğü zaman halktan mallarının beşte birin istemiş ve bunun Mehdiye ait olduğunu anlatmıştı. Ahalinin bir kısmı, Mehdi tarafından geldiğini söyliyen bu adama itaat etmiş, ve Yahya adında olan bu adama bir sürü mallar vermişlerdi. Yahya, bu malları bu havalide Cennabi nâmında olan bir adama bırakarak gitmiş, fakat Yahya, Cennabi’nin evine gittiği zaman bu adam, ona karısını sunmuş, ve karısının ona karşı herhangi bir muhalefette bulunmamasını istemişti.
Kırmrtîlerin bu hali, onların “Mezdekîlik” tesiri altında olduklarım apaçık gösteriyor.
İslâmiyetin zuhurundan mukaddem ve Milâdın 437 nci yılında Iran, da zuhur eden Mezdek ikiliğe dayanan bir mezhep vücude getirerek insanların müsavî bir surette yaşamaları gerekleştiğini söylemiş, müsavaatın yalnız mal üzerinde değil, kadınlar üzerinde de tatbikini iltizam etmiş, insanlar arasında kopan düşmanlıkların re vukubulan muharebelerin para ve kadın hirsiyle vukubulduğunu söyliyerek kadınları orta malı olarak ilân etmiş ve bütün mallara da ayni muameleyi tatbik etmişti. Onun en esaslı itikadı şu idi:
“İnsanlar nasıl su ve ateş gibi şeyleri yalnız serbest ve müşterek bir surette kullanıyorlarsa başka her şeyi de ayni şeklide ve müşterek bir surette kullanmaları icap eder.” [Şehristanî’nin Milel ve Nihal’inden,]
Mezdekin kendi, daha sonra arkadaşları bu şekilde hareket etmişler, zenginlerin mallarım alarak fukaraya verdikleri gibi kadınları toplayarak ayni şekilde dağıtmışlar, bu sayede bütün ayak takımını başlama toplamışlardı. Bunlar rastgele şunun bunun evine girerler, evdeki mallan ve kadınları toplar, bunları müstahak olanlara dağıtacaklarını söyliyerek giderlerdi. İran hükümdarı Kubad bunlara baş eğmek zorunda kalmış, fakat bir müddet sonra insanlar evlâtlarını tanımaz olmuşlar ve bir kimsenin elinde en kuru ihtiyaçtan fazlasını temin edecek bir habbe kalmamıştı. [lbn-i Cerir-i Taberi tarihinden.
Mezdek’in mezhebi İranda bir müddet yaşamış, nihaye Kubad bunlara karşı bir katliâm tertip etmiş ve bunların kökünü kıracak derecede şiddet göstermişti. Buna rağmen Mezdekîlik yaşamış ve İslâmiyetin zuhurundan sonra dahi Kerman havalisinde izleri kalmışta [3] İbn Havkal ve İstahri.].
Meymun oğlu her şeyden fazla bu mezhebin tesiri altında kalmış ve onun dâileri ayni yolu tutmuşlardı.
Kırmitî’Ier nâmına bu mezhebi yaymağa çalıştığını yukarıda gösterdiğimiz Yahya, Zikreveyhin oğlu idi ve bu adam korkunç bir çete vücude getirmişti ve bu çetenin işi gücü durmadan yağmacılık etmek, kan dökmek, ve ortalığa dehşet salmaktı.
Fakat Kırmıtî’lerin işi gücü yalnız eşkiyaîık değildi; bir taraftan da mezheplerini yaymağa ehemmiyet veriyor ve bunun için geniş bir propaganda faaîyetlerinde bulunuyorlardı. Bilhassa işin bu safhasını Zikreveyh’in üç oğlu Yahya, Hüseyin ve Ali idare etmekte idiler. Zikrevey. hin kendisi ise bir kimseye görünmüyor, ve bu işleri perde arkasından İdare etmeyi tercih ediyor ye bunu bir maksat gözeterek yapıyordu. Onunla yalnız bir kaç kişi temas ediyor ve yalnız onlar, nerede ikamet ettiğini ve ne yaptığını biliyorlardı.
Zikreveyh’in oğulları İmam İsmail’in torunlarından olduklarını iddia ederek başlama topladıktan çetelerle basan Basraya  bazan Şama, basan Küfeye doğru sarkıyor ve buralarda ellerine geçenleri öldürdükten başka mallarını da alıp dönüyorlardı.
Hicretin 289 uncu yılında Zikreveyh’in oğlu Yahya. İraktan ve çölden topladığı haydutlarla Sam şehrine saldırmış, Şam Emiri Tuğuç onlara karşı koymuştu. Fakat Tuğuç kuvvetleri, bu haydutları ortadan kaldırmağa kâfi gelmemiş, Tuğuç bunlarla bir kaç kere savaştıktan ve yenildikten sonra ancak büyük kuvvetler kullanarak haklarından gelebileceğini anlamış ve ona göre hazırlıklar yapmağa başlamıştı.
Kırmıtîİer 290 yılında Şamı tekrar muhasara etmişler, fakat Bağdat ve Mısırdan yetişen kuvvetlerin yardımı sayesinde kırılmışlar, üstelik başlarındaki Yahya da maktul düşmüştü.
Fakat bu mağlûbiyet, Kırmıtî’lerin gözlerini yıldırmaktan çok uzaktı. Zikreveyh’in oğlu Yahya’nın maktul düşmesinden sonra onun ikinci oğlu Hüseyin bunların başına geçmiş ve yeniden şekavete girişmişti. Şama karşı vukubulan yeni akın o derece şiddetli idi ki Şamlılar baştanbaşa kılıçtan geçmemek için her yıl 300,000 altın vergi vermeyi kabul etmişler ve Kırmıtîler bu mühim ganimeti elde ettikten sonra Humusa ilerlemişler ve şehri zaptetmişlerdi. Humusun camilerinde hutbeler eşkıya Hüseyin nâmına okunmuş, hattâ bu adam, ‘'Mehdi” unvaniyle de tebcil ed’lmişti.
Kırmıtîler Şamı ve Humusu yağma ettikten sonra Hamaya gitmişler, burasını da zaptederek Maarra ve Selemye’yi ele geçirmişler, ve rastgeldikleri insanları kılıçtan geçirmekle ikifa etmiyerek bütün hayvanları da kesmişlerdi.
Bu feci vaziyet karşısında harekete geçmek zorunu hisseden Bağdat hükümeti, Musul’dan Halep yoluyla yardımda bulunmak istemiş, fakat Kırmıtîlerin Mehdi’si bu kavveti de basmış, onu da çil yavrusu gibi dağıtmış, Bağdadın gönderdiği kuvvetler, onun hamleleri karşısında erimişti. Nihayet Mısırdan gelen büyük bir kuvvet, Mehdilik iddiasında bulunan Hüseyin ile başlıca adamlarını yakalayarak Bağdada göndermiş, bunların hepsi de orada idam edilmişlerdi.
Bu şiddetli hareket Kırmıtîleri sarsmış, dağıtmış, fakat onları imha etmemişti. Çünkü bizzat Zikreveyh sağdı ve onun bir üçüncü oğlu da vardı. Ali nâmında olan bu oğul, maktul düşen kardeşlerinden farksızdı. Fakat Ali, kardeşleri gibi Şam ve Kûfeve musallat olmayarak istikametini değiştirdi ve Yemene hücum ederek burasını ele geçirdi. Yemenin imdadına yetişecek, onu bu şekavet şebekesinin elinden ve zulmünden kurtaracak bir kimse yoktu.
Ali Yemeni istilâ ederek baştanbaşa hâkim oluyorken babası Zikreveyh de başka adamlar kıllanarak Şama karşı akınlarına devam ediyor ve ortalığı allak bullak ederek huzur ve emniyet nâmına bir şey bırakmıyordu.
Zikreveyh’in hedefi, Meymun oğlunun özlediği gayeyi gerçekleştirmek ve bir devlet kurmaktı. Oğullarını, birer birer bn maksat uğurunda harcamış, döktüğü bütün kanları hep bu maksat uğurunda dökmüştü.
Zikreveyh, 291 yıluda bu maksada doğru kesin bir adım atmak kararını verdi. Çünkü yirmi yıllık çalışmalarının semeresini almak ve neticeye varmak istiyordu.
Meymun oğlunun özlediği devleti kurmak için Bağdat saltanatına ezici bir darbe indirmek, onu sarsmak ve yıkmak, sonra onun yerini tutmak icab ediyordu. Zikreveyh, bunu yapmak için 291 yılında hazırlanmış ve müridlerinden “Kasım” i bu işe memur etmişti. Kasım, evvelâ Küfe şehrini zaptedecek, burada Zikreveyh’in mehdiliğini ilân edecek, ve burasını yeni devletin merkezi olarak gösterecekti.
Zikreveyh, gerçi yirmi seneden beri bu havalide çalışıyor, her hareketi o idare ediyor, her hamleyi o tertip ediyor, fakat onun kim olduğunu ve nerede bulunduğunu ancak birkaç kişi biliyordu. Bunlar onun en mutemet adamları ve en yakın arkadaşlarıydılar. Fakat Zikreveyh bu defa harbe iştirak edecek, askerleriyle birlikte bulunacaktı. Bu yüzden muvaffak olmak kesin bir zarurteti. Ona göre tertibat alınmış, her yerdeki Kırmıtîler’e haber gönderilerek hazır bulunmaları bildirilmiş ve Kırmıtîler’in Bağdat’da öldürülen mehdinin, yani Zikrevyh’in oğlu Hüseyinin intikamı alınacağı ilân olunmuştu.
Hazırlıklar tamamlandıktan sonra yapılacak en mühim iş, Zikreveyh’î meydana çıkarmak ve ona kavuşmaktı. Çünkü onun nerede bulunduğunu bilen bir kimse yoktu ve Zikreveyh bu sırrı, gizli tutmağa en büyük ehemmiyeti vermişti.
Onun bulunduğu yer, Durirye mevkine yakın yeraltı bir indi. İn özerine demir bir kapı kapanık, ve üzerine toprak yığılıyor ve inin izî kayboluyordu. Zikreveyh, ele düşmekten korktuğu zaman bu ine girer, en yakın dostları ve sırdaşlarının kapısını kapayarak üzerine toprak yığar ve giderler, sonra karılarım bu tarafa göndererek burada çamaşır yıkamalarım, hamur yoğurmalarım söylerler, kalınlar da bu işlerle meşgul olarak Zikreveyh’in gizlendiği yerin göze çarpmamasına hizmet ederlerdi. Fakat bunların biri de hangi maksada lizmet etmekte olduğunu bilmezdi.
Kırmıtîler’in reisleri tarafından alınan bu tedbirlerden sonra yerin altında bir yanar dağdan daha tehlikeli, yılanlardan daha zehirli bir adam bulunduğu anlaşılmazdı.
Fakat Zikreveyh, bu defa ininden çıkacaktı. Çünkü kesin bir zafer kazanacağına ve kurmak istediği devletin temellerini atarak sağlamlayacağına inanıyordu. Onun için merasimle ortaya çıkacak ve bütün müritlerine kavuşarak harbe çıkacaktı.
Bu karar verilmiş olduğu için Zikreveyh’in en bellibaşlı adamları, bütün müritleriyle birlikte yeraltındaki inin bulunduğu yere gelmişler, demir kapının nerede bulunduğunu biliyormuş gibi davranarak öteberiyi araştırmışlar, nihayet bulmuşlar, kapının üstündeki taşları, topraklan kaldırmışlar ve kapıyı açmak için hazırlanmışlardı.
Kırmîtîler’in, pek azı müstesna olmak üzere, hemen hepsi de bu demir kapının açılması üzerine bir mucize ile karşılaşacaklarına inanıyorlardı, Çünkü beklenen mehdi buradaydı ve yemeden içmeden, hava almadan burada yaşıyordu. Beklenen kurtarıcı buradan çıkacak ve tebaası onu karşılayacak, onun kumandası altında hareket edecek, onunla birlikte büyük zaferler kazanacaktı.
Ortalığı kaplayan heyecanı tasavvur etmek mümkündür. Kimi soluk almadan bekliyor, kimi titriyerek bekliyor, kimi heyecana kapılarak naralar atıyor,  kimi sar’alar geçiriyor, kimi hüngür hüngür ağlıyordu.
Hazırlıklar çok mükemmeldi ve hadise tertip edildiği şekilde cereyan ediyordu. Demir kapı meydana çıktıktan sonra kapının tokmağın arıyanlar da titremeğe ve korkmağa başladılar.
Tokmak da bulunduktan sonra buna sarılarak kapıyı açmaktan başka bir şey kalmamıştı.
Müridler, Dâîler, Halifeler, Nakipler bir dakika sonra mezarından çıkacak dipdiri bir ölü ile karşılaşmak üzere bulunduklarını hatırlayarak büyük mehdiyi, beklenen kurtarıcıyı selâmlamak için hazırlandılar. Ve baş Dâînin verdiği bir emir üzerine üç beş adam kapının tokmağına sarılmışlar ve kapıyı açmışlardı.
Fakat bir kimse de içeri bakmağa cesaret edemiyor, herkes soluk almadan bekliyordu. Birkaç saniye, bir ömürden daha uzun gibiydi. Fakat bekleme devresi uzamadı. Çünkü bembeyaz bir hayaletin in kapısına, doğru geldiği görülmüş ve bunu görenlerin hepsi daha fazla bakmağa dayanamıyarak yere kapanmışlar ve onun gelmesini, aralarına karışmasını beklemişlerdi. Yere kapananların hepsi de mucizenin tesiri altındaydılar ve hepsi de müthiş nöbetler geçiriyorlardı.
İnden çıkan beyaz adamın ilk verdiği emir, bütün tebaasını ayağa kalkmağa davetti. Hepsi de, kalktılar, eline ayağına sarıldılar, başlarının üzerinde taşıdılar ve hep birden:
       Ya Veliyyullah! diye bağırdılar.
Zikreveyh adamlarını güçlükle teskin etti. Herkes beklenen Mehdiye kavuşmanın verdiği bahtiyarlık içinde idi ve Mehdinin vereceği emirleri bekliyordu. Bu adamın her isteği, muhakkak ki vapılacaktı ve bu adam uğurunda herkes malını, canım, seve seve feda edecekti. Zikreveyh bunu bildiği için, ilk emirlerini vermekte gecikmedi. Hareket hemen başlayacaktı ve Küfenin üzerine yürüyen kuvvetler, Mehdi Hüseyin’nin, yâni kendi oğlunun intikamını alacaktı.
Hareket başlamıştı. Zikreveyh uğradığı her yerdeki taraftarlarıyla görüşüyor ve her yerde onun mezardan nasıl çıktığı anlatılarak hayretler uyandırıyordu. Zikreveyh yol üzerindeki tebaasiyle görüşmüş ve bunlara hepsi de onun uğurunda can vermek için and içmişlerdi.
Şu var ki herkes bu adamın uğurunda her şeyi yapmak ve her fedakârlığı göze almak için and içtiği ve yemin ettiği halde onan yüzünü gören ve ne biçim bir adam olduğunu anlayan bir kimse yoktu. Çünkü Zikreveyh, daima yüzü kapalı dolaşıyor ve müridleri yalnız onun gözlerini görebiliyorlardı. Fakat bu gözlere bakmağa cesaret eden de yok gibi idi.
Zikreveyh mezarından dipdiri çıkmış olduğunu yüzlerce kişi anlattığı için, bu haber şimşek süratiyle yayılmış, bu da Kırmıtîler lehinde büyük bir tesir yapmıştı. Çok yakını mazinin felâketleri ve mağlûbiyetleri unutulmuş, ve bu harikâlâde hâdise zihinleri doldurmuştu. Bilhassa Kırmırtîlerin mânevi kuvvetleri büsbütün dirilmiş ve bunların her biri kendini bir dev, bir zebani kuvvetinde hissetmeğe başlamıştı. Bunların her biri Mehdinin bayrağı altında dövüşmeyi, en büyük bahtiyarlık sayıyor ve onun emri uğurunda ölmeyi cana minnet biliyorlardı.
Zikreveyh’in de kendini hakîkaten mezardan çıkmış göstermek istemesinin gayesi, herkesin ona canla başla bağlanması, onun emirlerine semavî bir kudsiyet vermesi ve her güçlüğü istihkar ederek dövüşmesi idi. Kendisi harikulâde bir hile ile buna muvaffak olmuş ve koca bir kitleyi istediği yola götürmek, istediği gibi kullanmak imkânını elde etmişti...
Bağdat hükümetinin vaziyeti anlayıp anlayamadığı pek belli değildi. Fakat Kırmıtîlerin hazırlığı göze çarpmayacak hududu çoktan aşmıştı. Bu yüzden hükümet te bir şeyler sezinlemiş ve hazırlıksız bir halde avlanmamak için bir takım tedbirler almıştı. Kırmıtîleri gözetlemek ve hare, ketlerine karşı koymak işi Sortokin oğlu Vasıfa verilmişti. Sortekin oğlu da düşmanın ne yapmak istediğim anlamağa çalışmış, onun bir takım hazırlıklar yaptığını haber almakla beraber maksat ve gayesini öğrenememişti. Çok geçmeden Kırmitîlerin Suvan’a doğru ilerlemekte olduklarına dair haberler gelmiş, Sortekin oğlu da bunları karşılamak üzere hareket etmişti.
Göze çarpan bir nokta Kırnıtîlerin hükümet kuvvetleriyle karşılaştıkları zaman:
       Ya Hüseyin! Ya Hüseyin! diye bağırmaları idi.
İrak halkının hâtırasını hürmetle andıkları bir Hüseyin vardı ki Hazreti Peygamberin torunu idi. Ve Kerbelâda şehit olmuştu, Irak halkı onun hâtırasına çok bağlı idiler ve onun adı anıldıkça ürpermeler geçirmekten hali kalmazlardı. Onun için Hazreti Hüseyin adına vuku bulacak her hangi hareket, buradaki halkın umumî teveccühünü kazanmağa namzetti. Fakat Kırmıtîlerin Hüseyini, bu Hüseyin değildi. Daha önce söylediğimiz gibi bu Hüseyin, Zikreveyhin ikinci oğlu olup yakalanan ve idam olunan Hüseyindi.Fakat Kırnıtîler, hem halkın Hazreti Hüseyine kadar muhabbetini istismar etmek, hem kendi taraftarlarını coşturmak istemişlerdi.
[Not: Bu bilgiye dikkat edelim. Komplo kurucuların istismar edişlerine güzel örnek.]
Sortekin oğlu, Kırmıtîlerin kuvvetleri ve maksatları hakkında malûmat almak için sağa sola adamlar gönderildiği gibi her yerde casuslar bulunduran ve taraftarları bulunan Zikreveyh de hasmı hakkında kâfi derecede malûmat almış ve ona göre tedbir düşünmüştü. Kendisi mutlaka harbi kazanmak zorunda idi. Fakat düşmanla yalnız doğrudan doğruya karşılaştığı takdirde belki de muvaffak olamazdı. Onun için düş. mana karşı bir tuzak hazırlamak lâzım olduğuna karar verdi ve düşmanlarını bu tuzağa düşürmekle harbi kazanacağına hükmetti. Zikreveyh, bunun üzerine, cephe gerisindeki adamlarına haberler göndererek muharebenin başlaması üzerine hükümet kuvvetlerine geriden taarruz için hazırlıklar yapmalarını ve vaziyeti kollayarak hareket etmelerini emretti. Bunlar da ona göre hareket ettiler ve hazırlandılar.
Hâdiseler Zikreveyh’in arzusu dairesinde cereyan etti. Fakat Zikre, veyh ile Sortekin’in askerleri tutuşur tutuşmaz hükümet kuvvetleri üstünlüğünü hissettirmiş, Kırmıtîlerin safları evvelâ sarsılmış, daha sonra erimeğe başlamıştı. Hükümet kuvvetlerinin galip gelmesine ramak kalmıştı. Fakat tam bu sırada ortalık toza dumana katılmış ve Kırmıtîlerin arkadan gelen kuvveti harbe iştirak etmişler, Türk kumandanı ile askerleri iki ateş arasında kalmışlar ve bu yüzden vaziyet büsbütün değişmiş, iki ateş arasında kalan hükümet kuvvetleri baştanbaşa kılıçtan geçmiş hale gelmişlerdi. Sortekin’in kendisi ile bir kaç askeri güç elâ kurtulabilmişler, fakat askerlerinden 1500 a dövüşe dövüşe ölmüşlerdi.
Kırmıtîlerin bu muvaffakiyeti onları yalnız maddeten değil, mânen de kuvvetlend rdi. Çünkü Kırmıtîleır bu zaferin şerefini, mezarından çıkan Mehdinin büyük bir kerameti sayıyor ve onun etrafında canlı bir duvar teşkil ediyorlardı. Harp meydanında ölen hükümet askerlerinin silâhlan da Kırmıtîlere kalmış, bu da onların silâhlarını çoğaltmış ve maksada doğru adım atmalarını kolaylaştırmıştı.
Bu zaferi kazanmak Kırmıtîleri iyiden iyiye şımartmış ve bunlar Hac ayların da yol keserek Hacca giden Müslümanları öldürüyor, yol üzerindeki kuyuları insan Ieşleriyle dolduruyor, rastgeldikleri kadınları esir ederek kendi yurtlarına götürüyorlardı. Gerçi Bağdat hükümeti bunlarla uğraşmağa devam etmekte idi. Fakat bunların hakkından gelemiyor, köklerini kıramıyordu. Bir kere hükümet yirmi bin kişilik bir kuvvet göndermiş, bu kuvvet Kırmıtîlerle dövüşmüş, fakat bunların maharetle idare ettikleri bir hareket neticesinde susuz bir sahaya atılmışlar ve susuzluktan mahvolmuşlardı.
Buna rağmen Zikreveyh kurmak istediği devleti kuramamış ve Küfeyi zaptedememişti. Fakat muhakkak ki devletin başına musallat olan bir felâketti. Onunla adamları, ortalığa dehşet salmış, bütün yollarda emniyet nâmına bir iz bırakmamıştı. Fakat bütün bunların Zikreveyh’i yıldırdığını sanırsak yanılırız. Çünkü mutlaka bir devlet kurmak azmin- de idi ve bu rüyayı gerçekleştirmek onun sarsılmayan emeli idi.
Öte taraftan Sortekin oğlu, uğradığı mağlûbiyetin intikamım unutmamıştı ve intikamını almak için durmadan hazırlanıyordu. 294 yılının Rebiülevvel ayında bu hazırlıklar tamamlanmıştı ve Sortekin oğlu hareket etmişti. Kırmıtîler yine eski oyunu oynamak ve yine onu tuzağa düşürmek istediler. Fakat Sortekin arkasını korumak için tedbir almıştı, iki taraf karşılaştığı zaman Kırmıtîler orakla biçilir gibi imha edilmiş ve bir kaç hamleden sonra safları âdeta erimişti.
Kırmıtîlerin en belli başlı hedefleri Mehdilerini kurtarmak olduğu için bir aralık onun etrafında toplanmışlar, mezbuhane bir gayret sarfetmişler, fakat muvaffak olamamışlardı. Meymun oğlunun özlediği saltanatı kurmayı ve zamanın Mehdisi tanınmayı uman Zikreveyh, harp meydanında yaralanmış, bütün akrabası, karısı, kâtibi ve dâileri ile birlikte yakalanarak esir edilmişti.
Zikreveyh Bağdada götürüldüğü sırada yarasından fazla kan akması yüzünden ölmüş, fakat buna rağmen Bağdata kadar götürülmüş ve arkadaşlarıyla birlikte idam edilmişti. Zikreveyh’in şekaveti ortalığı o derece yıldırmıştı ki, herkesin içinde emniyet hissini az çok sağlamlamak için kellesi her yerde dolaştırılmış ve tâ Horasana kadar gönderilmiş ve ancak ondan sonra herkes onun öldürülmüş olduğuna inanmıştı.
Zikreveyh’in öldürülmesi Kırmıtîleri fena halde sarsmış ve onları âdeta yere sermişti. Fakat köklerini kırmamıştı.
Zikreveyh’in ölümünden sonra onun Bahreyn’deki dâîlerinden Cennabi Kırmıtîlerin başına geçmiş, ve bir kaç sene içinde bunları tekrar diriltmeğe muvaffak olmuş, bu yüzden Kırmıtîler yine Basraya karşı akınlarına başlamışlardı.Ancak 301 yılında, kimin teşvikiyle hareket ettiği anlaşılmıyan bir uşak, Cennabi’yi hamamda yıkandığı sırada, öldürmüş Cennabiden sonra oğlu Ebu Tahir, Kırmıtîlerin başına geçmiş ve seleflerinin yapmadıklarını, yaparak ve irtikâp etmediklerini irtikâp ederek dünyanın başına belâ kesilmişti.
Ebu Tahir, Basraya hücum etmiş, Bağdat halifesi Muktedirin askerlerini perişan etmiş, ortalığı soyup soğana çevirmiş, fakat bu kadarla kalmayarak 311 yılında Mekkeye giden Hacıları pususuna düşürerek Haremi Şerifi soymak üzere hareket etmişti. Fakat Ebu Tahir, bu yıl içinde buna muvaffak olmamış ise de Hüccacı kılıçtan geçirmiş, sonra Küfe şehrini zaptederek altı gün burasım yağma etmekle meşgul olmuş, ve Küfe şehri baştanbaşa boşalmıştı.
Ebu Tahir ertesi yıl içinde Bağdadı tehdit etmeğe başladı. Ve bu yüzden büyük servetler kazanmağa muvaffak oldu. Gerçi Ebu Tahirin askerleri bir kaç binden ibaretti; fakat bu bir kaç bin asker, Halifenin yüzbinlerce askerini âciz bırakıyor ve bütün hükümetini şaşırtıyordu.
Bu sergerdenin asit irtikâp etmek istediği cinayet 317 yılında vuku buldu. Hüccac, Mekkede toplanmış ve dinî farizanın ifasına başlamışlardı. Âdet olduğu üzere hüccac Arafata çıkmışlar, Arafatta durmuşlar, sonra Mekkeye dönmek üzere hareket etmişlerdi. Bütün hüccac işte bu sırada Kırmıtîlerin tecavüzüne uğramışlardı. Hemen hemen bütün hüccac kılıçtan geçirilmiş ve hepsi de soyulmuşlardı. Haremi Şerife iltica eden hacılar dahi öldürülmüş, hattâ Kâbenin içine girmeğe imkân bulan bir kaç kişi bile mabedin içinde öldürülmüşlerdi. Hacıların cesetleri Zemzem kuyusunun içine de atılmış, daha sonra Ebu Tahir Haceri Esved’i ve Kâbenin kapısını sökmüş ve bunları da kendi hükmü altında bulunan Hucr’a götürmüştü. Bundan başka Kâbenin örtüleri de yağma edilmiş ve cinayet böylece tamamlanmıştı.
Ebu Tahir’in Haceri Esved’i söküp götürmekten maksadı, Hasa'da yeni bir Kâbe kurmak ve böylece herkesi kendi Kâbesine çevirmekti. Onun ifadesine göre bu işe teşebbüs etmesinin sebebi, şahsen böyle bir şeyi arzu etmek değildi- belki kendi imamlarının almış olduğu İlâhî ilham bunu icap ettiriyordu.
Bağdat hükümeti Haceri Esvedi geri almak için Kırmıtîlere elli bin altın verdiği halde bunlar bu teklifi reddetmişler, fakat Afrikada Fatımîlerin “Mehdi” si onun bu hareketin takbih ederek Haceri Esvedi ve Mekkeye ait her şeyi mutlaka iade ekmesini emrettiği zaman bunlar onun emrine itaat etmişler ve Hicretin 339 ncu yılında Haceri Esvedi Küfe camiinde teşhir ederek herkese gösterdikten sonra onu Mekkeye iade etmişlerdi.
Afrikadaki Fatımî oğullarının halifesi ve birazdan anlaşılacağı veçhile bütün İsmailîlerin “Mehdî” si, Ebu Tahire, bu münasebetle yazdığı mektupta şu sözleri söylüyordu:
“Sen yaptığın işlerle bizim hakkımızda ve bizim taraftarlarımız hakkında dinsizlik töhmetini haklı gösterdin. Şayet Mekkelilere ve hüccaca ait her şeyi iade etmez ve Haceri Esvedi yerli yerine koymazsan dünya ve ahrette seninle her ilişiği keserim.”
Bu sözlerden anlaşıldığı veçhile Mağribin “Mehdi” si, Ebu Tahir üzerinde kuvvetli bir nüfuz sahibi idi. Çünkü Meymun oğlunun varisi o idi. Ve onun kurduğu bütün teşkilât Mehdinin elinde idi. Nitekim onun tehdidi, Ebu Tahir üzerinde tesirini hemen göstermiş, ve Ebu Tahir onun emrine hemen boyun eğmişti. Bunların arasındaki münasebetleri ileride daha fazla aydınlatacağız.
Ebu Tahir otuz sene kadar yapmadığını bırakmadı. Onun girmediği, korkutmadığı ve yıldırmadığı muhit yoktu. Onun ölümü üzerine Kırmıtîler ile Fatımîler arasındaki münasebetler bozulmuş ve Kırmıtîîler çözüntüye uğramışlardı.
Ebu Tahirin ölümünden sonra evvelâ oğulları arasında ihtilâflar ve savaşlar baş göstermiş, bunlar bir müddet için birbirleriyle vuruşmuşlar, nihayet oğlu Hasan vaziyete hâkim olmuş ve İrakın her tarafına akınlar yaparak Kırmıtîliğin ölmediğini belirtmek istemişti. Fakat bu sırada vuku bulan bir hâdise Kırmıtîliğin ortadan kalkmasına başlangıç teşkil etmişti.
Fatımîlerin Mısın işgal etmelerinden sonra yaptıkları işlerden biri Sııriyeyi zaptederek oraya İbnî Felâh adlı valilerini göndermekti. Halbuki Kırmıtîler Şamdan haraç alıyorlardı. Ebu Tabirin oğlu Hasan, Fatımîlerin Şamı işgal etmelerinden sonra da buradan haraç almağa devam etmek istedi. Fatımîler ise, bunları kendi emirlerine ve hükümlerine bağlı sayıyorlardı. Emir ve hüküm Fatmilere ait olduğuna göre bunların emirleri ve hükümleri altında yaşayan bir kimseye haraç vermeleri bahis mevzuu olabilir miydi? Kırmıtîîer, Fatımîlerin propagandalarını yaymağa ve onların maksatlarını tervice memur idiler. Onların bütün hareketleri bunların nâmına vuku bulmakta idi. Hülâsa Kırmıtîlerin efendilerine ait bir ülkeden haraç almaları bahis mevzuu olamazdı. Fakat Kırmıtîîer, efendilerinin kendilerini bu haktan mahrum etmeleri yüzünden fena halde kızmışlar ve bu hiddetlerini yenemeyerek bir menfaatten mahrum kalmak yüzünden har şeyi unutacak derecede ileri gitmişlerdi.
Kınsııtîlerin Şamdan aldıkları vergi 300,000 altındı ve bu para kolay kolay feda edilemiyecek değerde idi. Kırmıtîîer bu kadar zamandan- beri dövüştüklerini ve kan döktüklerini, Fatımîlerin tesisi istenilen İmparatorluğu tesis ettiklerini, kendilerinin esasen onlara tâbi olduklarım ve onlara boyun eğmeleri icap ettiğini bir anda unutarak her şeyi ayaklar altına almışlar ve Fatımîlere kaırşı harp ilân etmişlerdi.
O zaman Fatımiler Mağrıptan Şama kadar uzanan büyük ve geniş bir İmparatorluğa hâkimdiler. İsmailîlerin bütün gizli teşkilâtı onların elinde idi. Bu kadar büyük bir kuvvet Kırmtîierin karşısında âciz kalmazdı. Onun için bunlar Ebu Tabirin riyasetten mahrum kalan oğullarıyla muharebe ederek Hasan’ın aleyhine tahrikatta bulunmuşlar. Fakat daha süratle hareket eden Hasan, Şama taarruz ederek orasını yıldırım süratiyle zaptettikten sonra Fatımîlere karşı gelmek için Mısırın üzerine yürümüştü. Fatımîler Hasan’a karşı en kudretli kumandanları Cevheri gönderdikleri halde Cevherin askerleri bir kaç kere gerilemişler. Onun için Fatımîlerin bu hareketi muvaffak olmuş. Hasanın karargâhında bir takım iğtişaşlar [karışıklık] çıkmış, fakat Hasan bu iğtişaşların tehlikeli bir hal almasına imkân vermeden Şama ricat etmişti.
Fatımîlerin bu sırada yanında bulanan halife Muiz, Hasan’ı yalnız başından defetmekle iktifa etmeyerek onu azletmiş, ve yerine kardeşlerinden birini tayin etmiştir. Bu hareketlerinin neticesi olarak Kırmıtîler arasında dahilî harp başlamış, buna rağmen Hasan bir kaç kere daha Şama saldırmış, hattâ bir defa Mısır toprağına girmişti. Hasana bu maceralarında en çok yardım edenler, Bağdat halifeleri idi. Bağdat halifeleri, başlıca rakipleri olan Kahire halifelerine karşı bu kuvvetten istifadede gecikmemişlerdi. Fakat neticede, Fatmıîler galip gelmişler, bunlar Ebu Tahirin bütün evlâtlarını azlederek Kırmtîlerin başına kendi adamlarını göndermişler, bu adamlar birbirleriyle mücadele ederek Kırrmıtîliği içinden yıkmışlardı. Kırmıtîler o kadar bitap kalmışlardı ki Hasa’da zuhur eden Asfar naramda bir mütegallibe banları silip süpürmüş ve bu havaliyi Abbas'lere  devretmişti.
Hemen bir asır kadar her tarafa ölüm ve dehşet saçan Kırmıtîler, bütün bu müddet zarfında dinî, ahlâkî, İçtimaî, bütün esaslara ve müesseselere hücum ederek, insanlar arasında emniyet ve intizamı temin eden bütün prensiplere saldırarak bir anarşi vücude getirmişlerdi. Bunların hedefi yalnız İslâmiyet değil her çeşit dinî imandı. Bunlar, beşerin meyil ve arzu ettiği her zevki, her ihtirası mübah sayarlar, bütün şeriatları ve kanunları inkâr ederlerdi. Kırmıtîlerin  yukarıda ismi geçen reislerinden Cennabî, Batiniyye dâîsi olan Kırâvanî’den, bilhassa şu nasihatleri almıştı:
“Ahret ve bütün mesuliyet akidesi bomboş bir şeydir. Cennet dünyadaki zevkten ibarettir. Cehennem dünyadaki müttakilerin oruç tutmakla, namaz kılmakla, Hac gibi menaseki ifa etmekle duçar oldukları zahmet ve azaptır. Ulûhiyeti inkâr eden Dehrîler dünyada en kıymetli insanlardır. En çok hürmet ve tebcile lâyık adamlar bunlardır.”
Kiravanî’nin bu nasihatleri, İbni Meymunun, hedeflerine tamamiyle muvafıktı. Kırmıtiler bu esasları şiddet ve tecavüzle tahakkuk ettirmeğe çalışmışlar, fakat bu yolda yürürken ustalarının yolundan inhiraf etmişlerdi. Çünkü İbni Meymun’un asıl fikri şiddet ve tecavüzle hareket değildi. Önün arzusu, hafî ve tedricî telkinat ile din ve ahlâkı kökünden yıkmak, maddî bir anarşiden fazla fikrî bir anarşi vücude getirerek bundan istifade etmekti. Şiddet ve tecavüz, karşı tarafm da şiddet ve tecavüzünü davet eder ve hiç biır hareket şiddet ve tecavüzle umumî bir mahiyet ihraz etmez. Kırmıtîleri bu şekilde hareket etmeyerek gizli kalmağa tahammül edememişler, aldıkları sırları süratle meydana vurmuşlar, İbni Meymun tarafından tesisi istenilen teşkilâtın büyümesini ve umumileşmesini beklemeden infilâk etmişler, bu yüzden onların hareketleri hep mahalli kalmıştı. Gerçi bunlar bir çok muharebelere girmişler, Irak ve Şamın bir çok şehirlerini haraca kesmişler, Bağdadı bile korkutmuşlar ve ondan fidyeler ve vergiler almışlardı; fakat bunun sebebi Abbasilerin bu sırada inhilâl devri geçirmeleri, vilâyetlerdeki hâkimlerin yarı veya tam müstakil bir halde yaşamaları idi. Bu yüzden devlet bu gaile ile ciddiyetle meşgul olmuyordu. Bu türediler devletin aczinden istifade ediyor, esasen haris ve cenkcû olmaları hasebiyle, ortalığı titretiyorlardı. Bununla beraber Krrmıtîlerin hareketleri hep çete hareketleri idi. Bu Hareketler Abbasîlerin devletini son derece sarsmış ve onun sukutunu hazırlamıştı.
Kırmıtîlerin büyük muharebelere girişerek veya kendi aralarında dövüşerek izmihlâle sürüklendikleri sırada ibni Meymunun gizli cemiyeti başka muhitlerde adımlar atıyor, yeni teşekküller vücude getiriyordu. İbni Meymun bu teşekküllerin ne yapacağım ve ne semereler alacağını görmeden ölmüştü. Önün ölümünden sonra oğulları iş başına geçtiler ve her tarafa adamlarını göndererek cemiyetlerini genişletmekte devam ettiler. Bu propagandacılar içinde Yemene gidenler Kırmıtîlerin orada muhiti hazırladıklarını görmüşler, onlar da “Mehdi” nin yakında zuhur edeceğini söyleyerek ahaliden mallarının beşte birini toplamağa ve Abdullah bin Meymunun oğluna göndermeğe, diğer taraftan teşkilâtı genişletmeğe devam etmişlerdi.
İbni Meymunun torunu Hüseyin vaziyeti mükemmel bir surette idare ediyor. Her taraftaki dâîlerle muhabere ediyor ve bunları canlı ve faal bir surette idare ederek İsmailîğin, her yerde, vaziyetini tahkim ediyordu. Hüseyin, Afrika ile Mağrıba dâîler gönderilmesini emretmiş, Yemendeki teşkilât bu işi deruhte ederek en muvafık adamları seçmişti. Bu adamların en mühimmi Ebu Abdullah Şiî nâmında biri idi. Yemende İsmailî teşkilâtına alınan ve daîliğe kadar yükselen Şiî aldığı emri derhal icra ederek Yemenden Mekkeye gitmiş, orada Afrika ve Mağripten gelen ve memleketlerine dönmek üzere bulunan hacılara iltihak ederek yola çıkmıştır. Yolda bütün hacılar bu adamın zühüt ve takvasına, dinî gayretine hayran kalmışlardı. Şiî, yolun bütün zahmet ve yorgunluklarına rağmen daima oruç tutuyor, hacılar istirahat için tevakkuf ettikçe o mütemadiyen ibadet ediyordu. Bu suretle yol arkadaşlarını aldatan Şiî, hiç bir şüphe uyandırmadan, hattâ Afrikalılarla Mağrıplılar arasında iyi bir nam kazanarak Mağrıba varmış ve kabilelere karışmıştı.
Şiî Afrikada senelerce çalışa çalışa kabileler arasında nüfuz sahibi olmuş, ondan sonra yakında zuhur edecek Mehdiden bahse başlamıştı. Şiî son derece maharetle hareket ettiğinden ancak telkinatını kabul ettirebileceğine kani olduğu zaman asıl maksada girişmiş, Mehdinin yakında çıkacağım, onun nâmına malların beşte birini toplamak icap ettiğini söylemiş ve onun daveti kabul ile karşılanmıştı.
Şiî’nin başlıca hünerlerinden biri, cahillerin harikulade sayacağı bir çok şeyleri yapmağa muktedir olması idi. Bu sayede Şiî cahil barbarları kendine bendetmiş, hattâ bazı kabileler onun yanlarından ayrılmaması için, onu isteyen diğer kabilelerle harb etmişlerdi. Şiî Mehdiden bahse başlayınca o taraflarda az buçuk okur yazar geçinenler onunla münazaraya girmek istemişler, fakat kör ve ateşin taraftarları buna razı olmamışlardı.
Bir aralık Afrika Emiri Ağlüp bu adamdan haberdar olarak hakkında tahkikat yapılmasını emretmiş, fakat bu tahkikat da Şiî’nin lehinde idare edilmişti.
Gün geçtikçe, Şiî’nin etrafında toplanan kabileler artıyor ve mu. harebe ederek, hükümeti yıkmak ve elde edilen mevkii sağlamlamak zamanı hulûl ediyordu. Şiî, ilk fırsatta, Ağlûbî’lerin hükümetine harp ilân etmiş ve hükümetin başına belâ kesilmişti. Çok geçmeden Şiî bir kaç şehir zaptetmeğe muvaffak olmuş ve yakında zuhur ederek dünyayı fethedecek, güneşi Garpta çıkaracak, ve geri  dirilecek Mehdi nâmına ortalığı kasıp kavurmaya başlamıştı.
Afrika hâkimi Ziyadetullah içkiye ve zevk safaya dadanmış olduğundan Şiî’nin yaptıklarından haber almamıştı. O sarayında kadehler ve güzeller arasında vakit geçiriyorken İbni Meymun cemiyetinin bu daîsi yeni bir saltanatın temellerini atıyordu.
İbni Meymunun ölümünden sonra onun oğlu Ahmet, Ahmetten sonra oğlu Mehmet, Mehmetten sonra iki oğlu Mehmet ve Hüseyin, büyük babalanma kurduğu cemiyeti idare ediyorlardı. .
Şiî’in Afrika va Mağrıpta çalıştığı ve muvaffak olduğu sırahrda9 İbnî Meymunun torunu Hüseyin Humus havalisine gelmişti. Seyahatin sebebi, o havalideki büyük babasına ait malları, mülkleri, köleleri almak ayni zamanda Dâîlerin faaliyetim kontrol etmekti. İbni Meymunun mallan Humus, Selemye tarafında idi.
Hüseyin’in buralara kadar gelip bu mallan almasının sebebi, bu sırada onun imam tanınması ve bütün dâilerin onun idaresinde bulunması idi , Yemende, Mağrıpta ve her yerdeki dâîler onunla muhabere ediyorlardı.
Hüseyin bu seyahate çıkmadan evvel Irakta, Şamda ve Yemendeki adamlarına haber göndermiş, hepsi de muayyen yerlerde onunla görüşmüşlerdi. Bir seyyah kılığına giren Hüseyin Cenubî İrandan Şama, Şamdan Humus’a kadar gelmiş, Abbasîlerin başlıca şehirlerinden geçmiş, her yerde bir çok adamlarla görüşmüş, fakat zamanın hükümeti bunların birinden haberdar olmamıştı.
Hüseyin, Selemye’de iken Yahudi bir demircinin karısı olan ve güzelliğiyle o beldeyi hayran eden bir Yahudi dilberini görmüş ve ona gönül vermişti. Kadının demirci kocası yeni ölmüş bulunuyor ve genç Yahudi kızı onun yasını tutuyordu. Yahudi kızı o kadar güzeldi ki yeryüzünde bir naziri görülmeyen müthiş bir cemiyeti el altından idare eden, istediği zaman tahtlar yıkan ve saltanatlar kuran, muhakkak devrinin bütün mutlak hükümdarlarının hepsinden satvetli olan Hüseyin bu Yahudi dilberinin üftadesi olmuştu. Hüseyin bu Yahudi dilberiyle evlenmek istiyordu.
İsmailîler için imamın bu emrini yerine getirmek, farzdır, imam için her şayi mubah ve onun bir arzusunu yerine getirmemek en büyük cürümdü. Bunların içinden bir kaçı, Yahudi dilberine meseleyi açmışlar, kadın matem içinde olduğunu ileri sürerek bu teklifi dinlemek bile istememişti. Fakat imam, bu mazereti kabul etmedi.
Dâîler bir adım daha ileri gittiler ve Yahudi dilberine bin altın teklif ettiler. Altınlara lâfı bile güzel Yahudi kızını yumuşatmış ve yas müddetinin son bulması üzerine razı olacağını söylemişti.
Efendilerinin bu müjdeden memnun olacağım tahmin eden dailer aldanmışlardı. Bilâkis Hüseyin bunları tersleyerek huzurundan kovmuştu. Dünyanın biricik imamı bir kadın istemişti de bütün bu yaşlı başlı adamlar âciz kalmışlardı. Böyle adamları bulanlara ve onlara paye verenlere yazık! Bunlar, hâlâ, İmamın ne demek olduğunu öğrenmemiş biçarelerdi. Bir âciz kadını kandırmağa muvaffak olamayan bu zavallılarla mı iş görülecek de tarikat yükselecek ve nihayet bir devlet kurulacakta?...
Dâîier, İmamın bu müthiş hamlesi karşısında gözlerini dört açmışlar ve ne yapacaklarım düşünmüşlerdi; bu Yahudi kızını hemen getirmek lâzımdı. Onu kaçırmak icap ediyorsa kaçırmalı, yahut başka bir çaresi varsa onu yapmalıydı. Dâîlerden biri şu teklifi ileri sürdü:
        Hâzinede mücevher ve altın mı yok, hepimiz birer avuç alalım ve Yahudi kızının kucağına atalım. Elbette razı olur ve gelir...
Bu çok isabetli bir teklifti. Hazine hemen açıldı ve dâîlerden her biri yüklenebildiği kadar yüklendi. Sonra bunlar Yahudi kızını bulmuşlar, ayaklarının dibine mücevherle altınları yığmışlardı. Yahudi, bu kıymetli taşların ve altınların karşısında demircinin yasını unutarak dâîlerin önüne düşmüş ve İbni Meymunun torunu muradına ermişti.
Dâîier, kemale ermiş ve İmamın hakkını Iâyıkiyle tammış kimseler olduklarını bu suretle isbat ettiklerinden Hüseyin onlardan hoşnut olmuş, onların ilimlerini arttırmış ve derecelerini yükseltmişti!...
İbni Meymunun torunu Hüseyin tarafından alman Yahudi kızının daha evvelki kocasından kendisi gibi yakışıklı ve güzel bir oğlu vardı. Bu da Hüseyinin işine yaradı. Çünkü onun şimdiye kadar bir çocuğu olmamıştı. Hüseyin bu çocuğu benimseyerek ona Übeydullah adını verdi.Ve onun talim ve terbiyesiyle bizzat meşgul oldu. Hüseyin bu çocuğa bütün bildiğini öğretmiş, daha sonra da idare ettiği teşkilâtı anlatmış, teşkilâtın bütün esrarını ona telkin etmiş, teşkilâtın kimler tarafından idare olunduğunu, bu adamlardan birinin yeri boşalınca nasıl doldurulacağını, elhasıl tarikin bütün rümuz ve esrarını, bütün işaretlerini ve merkezlerini ona göstermişti.
Hüseyin, bir evlât sahibi olmaktan ümidini tamamile kestikten sonra üvey oğlu olan Yahudiye ahd vermiş, ve onu kendisine halife ilân etmişti. Kendisi öldükten sonra, bütün İsmailîler bu Ubeydullaha itaat edecek, onu imam tanıyacak ve onun talimatı dairesinde hareket edeceklerdi. Yahudi çocuğu büyüdükten sonra. Hüseyin onu biraderzadesi ile de evlendirmiş. Ve bu suretle her şey olup bitmişti.
Hüseyinin evlâtlık edindiği bu Übeydullah’m aslen Yahudi olup olmadığı üzerinde uzun uzadıya ihtilâf edilmiş, bazı müverrihler ve âlimler onun Yahi’diler arasındaki nesebini bulmuşlarsa da bazıları, bilâhare onun evlâtlarını Yahudi oğulları tanımaktan istinkâf ederek aksini iddia etmişlerdir. Bu ihtilâfın bizce pek fazla bir kıymeti yoktur. Hattâ biz bu ihtilâfı telif eden noktai nazarı kabul etmekte beis görmeyiz, ihtilâfı telif eden noktai nazar, Hüseyinin Yahudi karısından dünyaya bir oğlu geldiğini ve Hüseyinin onu yetiştirerek kendisine halef olarak kabul ettiğini iddia ediyor. Gerçi bu iddia pek zayıftır. Fakat ihtilâfı tazelememek ve meseleyi uzatmamak için bunu kabul edebiliriz.
Muhakkak olan bir nokta Hüseyinin bir Yahudi karisiyle evlenmesi, bu kadının kucağında yetişen bir oğlu olması, Übeydullah nâmında olan bu çocuğun bilâhare gizli tarikatı ve teşkilâtı idare etmesi ve tarikatın emlâkine el koyarak iratları tarikat için harcamasıdır.
Hüseyin ölmüş ve Übeydullah idareyi ele almıştı. Şimdiye kadar Meymun’un oğullarından birine nasip olmayan talih onun yüzüne gülmüştü. Yukarıda mevzuu bahs ettiğimiz Şiî Mağrıptan adamlar göndererek orada ihraz ettiği vaziyeti bildirmiş ve onu Mağrıba davet etmişti. Bu sırada Übeydullahın hüviyeti hakkında bir takım şayialar intişar ettiğinden hükümet endişeye düşmüş ve takibat başlamıştı. Übeydullah, bu takibat üzerine derhal saklanmış ve ailesini alarak Mağrıba doğru hareket etmişti.
Übeydullah Mısıra vardığı zaman tüccar kılığında dolaşıyor ve Mağrıba dönmek için fırsat bekliyordu. Bu sırada Bağdattan emirler gelmiş ve Übeydullahın Mısırda bulunmasına mebni mutlaka tevkifi isten, inişti. Fakat Mısırda da bir çok Şiî’ler vardı. Übeydullah bunlardan vaziyeti anlamış ve hemen Mısırdan çıkmıştı. Mısır valisi Nevşeri Isa biz. zat takibata nezaret ediyor, Übeydullahı yakalayarak Bağdat nazarında yükselmek istiyordu. Bir aralrk Mısır valisi Übeydullahı yakalamış, fakat nezdinde bir çok kıymetli eşya bulunan Übeydullah Mısır valisinin gözlerini kamaştıracak hediyelerle onun elinden kurtulmuş ve dakika fevt etmeden ilerlemiş, Trablus şehrine varmış, oradan Kiravan’a hareket etmişti.
Öte taraftan Şiî Afrikada hakikaten karşısında durulamıyacak bir kuvvet teşkil etmiş bulunuyordu. Tarih kitaplarının ifadesine göre onun bu sırada 40,000 askeri vardı. Şiî bu askerlerle her tarafa saldırmış, neticede bu havalinin en satvetli halcimi olmuştu.
Übeydullah Kiravana gidiyorken şüpheler uyandırdığından Sicilmasa’da tevkif olunarak hapsedilmiş, fakat Şiî ona bir adam göndererek merak etmesini, yakında kendisini kurtaracağını bildirmişti.
Filhakika, Şiî beklenen Mehdinin yakalanarak hapse atıldığını ilân eder etmez Mağrıphlar hemen kıyam ederek Sicilmasa’va hücum etmişler ve buranın Emıri Ziyadetu'lah’ı hükümetiyle birlikte devirerek Übeydullahı kurtarmışlar ve onu Afrikanın merkezi olan Kıravan’a sokarak Mehdiliğini ilân etmişlerdi!
İbni Meymunun yıkıcı hareketi ilk defa meramına nail oluyor ve onun istediği devlet kuruluyordu!.
İbni Meymunun torunu veya demirci Yahudinin oğlu Übeydullahın Karavana girişi İsmailîler için büyük bir bayramdı. Hicretin 297 senesinin Rabiülâhır ayının son on günü zarfında vuku bulan bu hâdiseden sonra ayın son cumasında Übeydullah nâmına Mağribin her tarafında hutbeler okunmuş ve kendisi Mehdi olarak tanınmıştı.
Cumadan sonra dâîleri arasında oturan Mehdi, bütün Kıravan halkını kendi mezhebine davet etmiş, mezhebi kabul edenleri taltif ve etmiyenlerin kimini hapis, kimini katlettirmiş, her tarafa valilerini ve hâkimlerini göndermiş, Mısır hududundan Mağribi Aksaya kadar hükümran olduktan başka Sicilya adasına da valisini göndermişti.
İsmailîliğin hâkim olduğu devlet kurulduktan sonra onu büyütmek kalıyordu. Übeydullah, 301 den itibaren Mısırı fethetmek istemiş, buna muvaffak olmamakla beraber idaresi altında hareket eden Kırmıtîleri teşvik ederek rakipleri olan Abbasileri ezmeğe ve onların devletini içinden yıkmağa çalışmıştı.
Übeydullah, Mağrıpta yerleştikten sonra bir taraftan vaziyetini temine çalışırken diğer taraftan mezhebi ve dâîleri için emin bir merkez vücude getirmeğe ehemmiyet veriyordu. Mehdi, bu merkezi bulmak için bizzat Tunusta ve Kartacena’da dolaşmış, deniz kıyısında bir yer aramış, nihayet Mehdiye nâmiyle anılan yerin aranılan evsafı cami olduğuna görmüştü. Burası hem güzel, hem müstahkem bir yerdi. Allâme İbn ül-Esir burasını tarif ederken der ki:
“Mehdiye mevkii kol ile muttasıl bir el gibidir. El kısmı, denizde bir odaya müşabihtir. Übeydullah, burada bir şehir kurmuş, şehrin etrafında son derece müstahkem surlar inşa ettirmişti..Surların her kanadının, yüz kantar sikletinde kapıları vardır. İçeride dağın içinde oyulmuş büyük mahzenler vardı. Su mahzenleri, erzak mahzenleri çok genişti. Bundan sonra köşkler ve evler inşa edilmiş, bu da bittikten sonra Übeydullah derin bir nefes almıştı.,,
Mehdi, Mısıra karşı bir sefer hazırlamış, denizden donanmalar, karadan ordular göndermiş, onun askerleri İskersderiyeye girmeğe muvaffak olmuş, fakat neticede bu seferler akim kalmıştı. Maamafih Mehdi 322 senesinde öldüğü zaman yerinden kolay kolay oynamayacak, olur olmaz bir sademe ile yıkılmayacak bir devlet kurmuş bulunuyordu. Bu devlet kısa bir zaman sonra, büyük bir İmparatorluk olmuştu.
Mehdinin ölümünden sonra onun oğlu Kaim devletin hududunu genişletmiş, bir taraftan tâ Fasa kadar uzandıktan başka donanmasıyla Romalılara karşı hareket ederek, Cenova’ya girmiş ve İskenderiyeye gönderdiği bir ordu ile burasını işgal etmiş, fakat tekrar Mısırdan dönmeğe mecbur kalmıştı. Kaimin devrinde bu saltanat bir haricî hucüm karşısında izmihlale uğramak tehlikesini geçirmiş, ancak bin müşkülât ile bu tehlikeden kurtulmuş, Kaimden sonra gelen Mansur ve onu takip eden Muiz ile İsmailîlerin devleti kemaline ermiş, Mniz 385 de Mısırı zaptetmiş ve Suriyeye girmiş, bu suretle Şamdan Fasa kadar imtidat eden uzun saha İsmailîlerin hükmüne geçmiş, Mısır ve Şamın zaptiyle İbni Meymun’un İstediği İmparatorluk kurulmuştu.
İbni Meymunun torunları İmparatorluklarını tesis ile meşgul iken, mezheplerinin neşrini biraz ihmal etmek mecburiyetinde kalmışlardı. İmparatorluğun tesisi, onlara göre, mezhebin tervicine himmetten yekdi. Çünkü bir kere imparatorluk teessüs ederse onun temin edeceği bütün menfaatleri mezhebin neşrine tahsis etmek mümkün olur, bütün Imparatorluğun içi, mezhepleri için geniş bir konak teşkil ederdi.
İmparatorluk da vücut bulduktan sonra İsmailîliğe hizmet lâzım gelmiştir. Muiz bu işi deruhte etmiş ve onun büyük rehberlerinden olmuştur.
Bir aralık Kırmrtîler Muiz’e karşı gelmek istemişler, fakat Kırmıtîleri yoktan var eden Ibni Meymunun bu hafidi onlara yazdığı bir mektupta: “Sizin hareketiniz mahaza bizim ve bizim ecdadımız içindi” demiş, Kırmıtîler buna rağmen dik kafalılık ettiklerinden ağır cezaya uğramışlardı.
Muiz, kendisini ilâhiyet payesini haiz sayar ve kendisini bu şekilde tanıyanlardan hoşlanıldı. Onun büyük ceddi İbni Meymunun prensiplerine göre, imara, Ülühiyet derecesinde idi. Muiz’in şairi de onu medhe başladığı zaman kasidesine şu sözlerle başlamıştı:
“Mukadderatın idarei senin iraden yanında hiçtir. Onun istediği değil senin istediğin olur. Hükm et vahid ve kahhar sensin.”
Kendini ülûhiyetle ayni payede gören Muiz bu sözleri hakikatin ifadesi sayıyordu. Muiz, Rukâde şehrine girdiği zaman, şair onu şu söz. ilerle karşılamıştı:
“Bugün bu şehre gelen, ne mesihdir, ne âdemdir, nede nuhtur. Bu. gün gelen, bizzat Allahta, ve ondan gayrisi hiçtir!"
Kendilerini ulûhı’yyet derecesinde gören bu adamların elleari altında hakikaten müthiş bir icraat vasıtası vardı ve bu, onların gizli cemiyetleriydi. Bu cemiyete istinad eden ve bu sayede istediklerini yapabilen bu adamların en esaslı akideleri, inkâra ve inandığından onların kendilerini te’lih ettirmeleri insana hayret vermemelidir.
Fakat İbni Meymun torunlarının prensipleri için en çok çalıştıkları devir Muizzin torunu Hakimin devridir. Hakimin devrinde teşkilât yeniden kurulmuş, teşkilâtın nasıl çalışacağı ve ne gibi meslek takip edeceği kararlaştırılmıştı. Hakim ulûhiyyet iddiasını zulmün envaını tatbik ile tamin etmeyi istihdaf ve en mecnunane emirlerle halkı taciz ederek, halkım malını, canını, ırz ve namusunu oyuncak saymakla ceberutunu göstermişti. Onun zamanında İçtimaî hayatın bütün nizamı berbat, her iş altüst olmuştu. Herkes gündüzün çalışır ve geceleyin istirahat ederken, Hakim geceleri çalışmasını ve gündüzleri istirahat edilmesini istemişti Hakimin emirlerinden biri, herkese Hazreti Muhammed salla’llâhu aleyhi ve sellemin  ashabını söğdürmesi ve bu mealde camilere yazılar yazdırmasıydı.Hakim 395 de bu emri verdikten sonra bundan vazgeçmiş ve bu sefer ashaba dil uzatanları cezalandırmaya başlamıştı.Bu da geçtikten sonra Hakim teravih namazıyla uğraşmış, 408 senesine kadar bir kimse namazı kılamamış, ondan sonra bundan da vazgeçmiş, hıristiyanlarla uğraşmıştır. Bunlar da ona muhalefet edememişlerdi Fakat bilâhare bunların içinde uğraşmağa başlamıştı. Hakim bütün hnristiyanlara müslüman olmayı emretmiş, eski dine avdet etmek istiyenler, ondan iz'n alır ve tekrar hıristiyan olurdu. Bunların da nöbeti geçtikten sonra Hakim kadınlara musallat olmuş, bunlardan birinin sokağa çıkmamasını emretmişti. Sokağa çıkanlar derhal idam ediliyorlardı.
Hakimi bu çılgınca hareketlere sevkeden onun küçük yaşında pek büyük salâhiyetlere sahip olması, hükümdarlıktan başka, tarikatin verdiği sonsuz kudsiyetleri ihraz etmesiydi. Hakimin bu çılgınlıklarına bile senelerce mutavaat gösterilmesi tarikatın nekadar kuvvetli olduğunu gösterir. Kimbilir belki Hakimin bu çılğınlıklan da bu tarikatin o zamanki siyaseti iktizası idi.
Hakimin devrinde İsmailîler tarafından yapdan işlerin en mühimi, İsmailîliğin takviyesi için sarfolunan gayrettir. Öcün devrinde bu tarikat, son derece canlı ve faaldi. Tarikatin propagandası için vücude getirilen en büyük müessese, devrinin eserlerindendi. Bu müessese “Dâr. ul-Hikme” namile maruftu. Burası herkese açık olan bir medreseydi Fakat hedef, İsmailîliğin neşriydi. Onun için burada dersler Abdullah ibni Meymunun vazettiği esaslar dairesinde veriliyor ve tahsil dokuz dereceye ayrılmış bulunuyordu.
Dâr-ül.Hikmenin müdavimleri iki kısma ayrılmıştı. Birinci kısım âlimler, ikinci kısım cahiller kısmı idi. Âlimler kısmı, Dâîlerin devam ettikleri ve yetiştikleri kısımdı. Cahiller kısmı dokuz derece idi.Buraya giren talebe ile evvelâ din mesaili ve mukaddes kitapların tefsirleri münakaşa olunur. Ve talebeye din meselelerinin, anlatılması, kavranması çok müşkül olduğu, onları ancak derin insanların idrâk edebildikleri, âdi zekâli insanların bunları anlayamayacakları telkin olunurdu. Talebe bu cüretle ilim mesaili hakkında şirk ve şüpheye düşer, bunları nasıl öğreneceğini düşünmeğe başlar. Talebelerin bu hali sezdikten sonra ona dinî hakikatlerin öğretileceği, fakat onun hiç bir şeyini ifşa etmemesi icabettiği teikin olunur. Talebe hiç bir şeyi ifşa etmeyeceğine dair taahhütlerde bulunursa tahsiline devam eder.
Bu ilk derecenin hedefi talebenin her bilgisini, her kanaatini sarsan telkinatta bulunmaktır. Şayet bu şüphe buhranı onda tahsilini ilerletmek iştiyakını uyandırıyorsa talebe tereddüt etmeden istenilen taahhüdü verirdi. Bu suretle ikinci devreye yükselen talebe daha mühim bir buhranla karşılaşırdı. Burada ona telkin olunan en esaslı nokta, eskı âlimler, müctehidler, müfessirler tarafından verilen hükümlerin, yazılan tefsirlerin kâmilen yanlış olduğudur. Çünkü asıl tefsirler ve asıl hükümler doğrudan doğruya Allah tarafından imamlara vahyolunmuştur Allahın emirlerini, Allahın âyetlerini tefsir etmek insanlara ait değil, yalnız Allaha hâsdır. Bu böyle olduktan sonra, yalnız vahyi İlâhiye nail olan imamlara itimat etmek icabeder. Başkalarının sözleri hep yalan ve yanlıştır.
Talebe, tabiidir ki buraya vardıktan sonra bu imamları ve onların nail oldukları vahyi merak eder; onların tefsirlerini, onların sahih hükümlerini öğrenmek ister. Bu iştiyakı duyan talebeden ketûm davranmak için yeni taahhütler alınır ve kendisi üçüncü dereceye yükselir.
Üçüncü derecede imamların kim oldukları bildirilir Bunların Muhammed İbni İsmail ile nihayet bulan yedi imam oldukları öğreniir, ve bunlara atfolunan sözler telkin olunur.
İmamlardan sonra sıra peygamberlerindi. Bunlar dördüncü derecenin mevzuudur. Bu derecede asıl peygamberlerin yedi oldukları anlaşılır. Bunlar, Adem, Nuh, İbrahim, Isa, Muhammed ve Muhammed Ibni‘ İsmaildir. Peygamberlerden bahsolunurken, bilhassa bunlara ait sünnetlerin mânasızığı üzerinde de ısrar edilir.
Asıl iş, beşinci derecede başlar. Burada talebeye peygamberliğin mahiyetinden bahsedilir. Talebenin, peygamberlik hakkındaki itikadî sarsılır. Ve peygamberlerin hiç bir kudsî mahiyeti olmadığına kanaat getirirse o zaman altıncı dereceye yükselir.
Altıncı derecenin mevzuu, ibadetlerdir. Maksat namaz, oruç gibi edyan tarafından emrolunan ibadetleri iptal etmektir. Onun için bun. lann yalnız kütleleri idare için uydurulduktan ileri sürülür. Ve bu iddialar bir takım nazariyelerle teyit edilir.
Bu da yapıldıktan sonra talebenin peygamberlik ve din hakkındaki itikadı yıkılmakla beraber onun tevhidi Bârî akidesini muhafaza etmiş olması nazarı itibara alınır ve tabiatta birlik değil, ikilik görüldüğü gösterilir. Hayır varsa, şer de var, ziya varsa zulmet te var ve bu suretle tevhit akidesinin de tahribine çalışılır.
Yedinci derece de bu şekilde geçtikten sonra sıra sekizinci dereceye gelir. Bu derecenin mevzuu, Allah’ın sıfatı ve bu sıfatın nakzıdır.
Bu da bittikten sonra dokuzuncu ve sonuncu dereceye varılır. Talebe artık esrarı harimine girmiştir. Burada ona bütün dinî akidelerin evhamdan ibaret olduğu, peygamberlerin münevver ve filozof birer adam oldukları ve bu sayede mevki kazandıkları anlatılır.
Bütün bu dereceleri geçen talebe cahiller arasından çıkar ve ehliyet sahibi ise âlimler kısmına girer.
Müverrih Hammer İsmailîler hakkında yazdığı eserde bu mezhebin
“Bunlara göre insan hiçbir şeye inanmayacak ve herşeye cüret edecektir. Bu inanmamakla beraber bu cüret mezhebin hülâsasıdır. Bu mezheb, din ve ahlâk namına ne varsa hepsini yıkmak istiyerek ve insanı ancak siiflî hedeflere ve süfli ihtiraslara sevkederek cehennemi gayeler gütmüştür. Bu adamlara göre herşey yalan ve herşey mübahtı. Bu mezhep insanlan yüksek mefkûrelerden uzaklaştırarak sönmek bilmeyen ihtirasları tatmin yoluna atmak ve bu suretle uçuruma sürüklemek istemişti.”
Mısırda İsmailîlerin açtıkları bu Dâr-ül-Hikme dürzi menşei olmuş; dürziliğin müessisi olan İsmail, Kahire camilerinin birinde Ibni Meymunun, yahut demirci yahudinin hafidi Kaim’in ilâh olduğunu söyliyerek herkesi ona tapmağa davet etmişti.
Dâr-ül-Hikme epeyce bir zaman çalışmış, vasi bir mikyasta muvaffak olarak, her tarafa propagandacılar göndermiş. Ve Abbasîler devlletinin temellerini yıkmağa uğraşmıştı. Mısırda yetişen Dâîler, o zaman müslümanların yaşadıkları her muhite giriyor ve orada çalışıyorlardı.
Mısırda ilâhiyeti ilân olunan Hâkim esrarengiz bir surette ve ağlebi ihtimal redâet itibarile ondan geri kalmayan hemşiresinin tertip ettiği bir suikast neticesi olarak 411 senesinde öldürülmüş, onun yerine oğlu Zahir tahtına oturmuştu.
Suikastın mürettebi olan Sittül Mülk, henüz bir çocuk olan Zahir’i halife ilân ettikten soma bizzat bütün memleketi idare etmişti. 426 da ölen bu genç, hayatını sefahetle çürütmüş, ondan soma oğlu Mustansırın zamanında bir aralık Bağdatta bile hutbeler onun namına okunmuştu.
Mustansırın Afrikanın ücra köşelerinden Bağdada kadar uzanan hükmü burada da durmamış ve daha ilerilere gitmişti. Çünkü Maverayı nehirdeki İsmaiîîler kıyam ederek orada yaşıyan halkı kendilerinin imam tanıdıkları Mustansıra iltihak etmelerini istemişler, İranın bir çok merkezlerinde kuvvet sahibi olan İsmailîler buna muvaffak olmuşlar ve başlarına büyük bir kalabalık toplamışlardı.
Esasen İsmailîler, Misır, Şam ve Afrikaya hâkimdiler. Nüfuzları Iraka hulûl etmişti. Bunlara ilâveten Iran ve Turan da onlara iltihak edecek olursa Abbasoğullarının devleti bütün bütün yıkılacak ve bütün İslâm âleminde Ibni Meymunun fırkası hâkim olacaktı.
İsmailîler bu havalide kıyam ettikleri sırada mezheblerini sevdirmek için bir takım müstekreh hareketlerde bulunmuslar, kadınları umumileştirmek, herkesin malını gasbetmek istemişler; fakat halk onların bu çirkin hareketlerinden hoşlanucaklarına, onlara muharebeye kıyam eden Buğra Hanla birleşmişlerdi.
Buğra Han İsmailîlere kahır bir darbe indirmek için bir aralık onların mezhebine girmek istediğini bildirmiş, İsmailîierin Dâileri onun etrafında toplanmışlardı. Maverayinehir hükümdarı Buğra Hanı kazanmak, çok büyük muvaffakiyet olurdu. Bu satvetli ve kudretli Hanın onlara iltihakiyle bunlar dünyevi emellerinin yüzde doksan dokuzunu tahakkuk ettiriyorlardı.
İsmailîler, Buğra Hanın meclisine bir müddet devam etmişler, bu sayede Han, onlann içyüzlerini ve taraftarlarını, anlamış, ondan sonra iki taraf arasında muharebe vukubulmuştu. 438 senesinde iki taraf arasında vuku bulan muharebeler neticesinde İsmailîler kırılmışlar, Buğra Han, bunlardan Maveraunnehirde bulunanları temizledikten sonra diğer taraftakileri de imha ettirmişti.
Ertesi sene Saltan Tuğrul Bey kardeşi İbrahim Cebel memleketine göndermiş, İbrahim Kirman tarikiyle giderek burasını zaptetmiş ve bu suretle İsmailîliğin bu havalide bel kemiği kırılmıştı. Sultan Tuğrul Beyin hedeflerinden biri İsmailîliği kökünden imha etmekti. Tuğrul Bey, bunun için Bağdada gelerek oradan Mısıra hareket etmek ve oradaki İsmailî devletini kaldırmak istemiş ve bunun için hazırlanarak hareket etmişti.
Tuğrul Bey 447 de Bağdada varmış, fakat Bağdat halifesine son derece itaatkâr mektuplar gönderdiği ve kendisi Bağdada girerken fevkalâde tezahürlerle karşılandığı halde Bağdat hükümeti onun maksadını anlamamış, neticede o da Bağdatta onüç ay kadar kaldıktan sonra Musula hareket etmişti.
Tuğrul Bey Musul havalisini kardeşine temin ettikten sonra tekrar Bağdata dönerek halife ile görüşmüş ve geri dönmüştü. Fakat Tuğrul Beyin maksadını anlamıyan ve ona yardım için Bağdat halifesi 450 de ondan istimdat etmek mecburiyetinde kaldıktan başka Bağdatı İsmailîlere terketmiş ve kaçmıştı.
Bağdat halifesi, ancak Tuğrul Beyin himmetiyle payitahtına döne, bildi; Tuğrul Bey 450 senesinde İsmailîler imamının askerlerile muharebe etmek üzere hareket etmiş, halifeyi kendi elile Bağdata sokmuş ve sarayına götürmüştü.
Tuğrul Bey, bu sefer, Mısırdaki İsmailîlerin küstahlığına mukabele edecekti. Tuğrulun askerleri Gümüş Tekin kumandası altında düşmanı takip ederek onun yağma ettiği herşeyi kurtardıktan başka Besasiri de öldürmüştü.
Bu hadiselerden sonra esasen Tuğrul Beyin, biraderzadesi Arslan Hatunun kocası olmak itibarile eniştesi olan halife (Kaim), kendi kuvvetini Tuğrul Beye vermişti.
Mısırda hükümran olan Müstansır, Bağdatta mağlûp olduktan sonra Halep ve Kudüsten çekilmek mecburiyetinde kalmış, daha sonra Şam. dan atılmış ve İsmaiiîler Suriyeyi kâmilen kaybetmişlerdir.
Bu vak’aların kahramanları da Türklerdi. 463 de Alp Arslan Hale b i kurtararak oradaki İsmailîleri mahvetmiş, Sultan Melik Şah devrinin kumandanlarından olan Etsiz Ok kumandası altındaki askerlerle Filistin’e inerek Ramleyi, daha sonra Kudüsü zaptederek İsmailîleri bertaraf etmiş, bundan sonra Şam da alınmış ve İsmailîlerin Suriyele nam ve şanı kalmamıştı. 
Etsiz daha sonra 467 de Mısıra yürümüş ve Kahireyi muhasara etmiş, fakat Etsizin İsmaılîlere karşı son derece nefretle ve kindarane bir husumetle mütahassis olan adamlarının Kahire civarındaki ahaîiye şiddetle muamele etmeleri yüzünden ahali, İsmailî halifenin etrafında toplanarak ona karşı hareket etmiş, halife Müstansir bu fırsattan istifade ederek bütün teşkilâtını harekete geçirmiş, neticede Etsizin kuvvetlerine karşı vukubulan mukabil taarruz, onun mağlûp olmasına ve çeri dönmesine sebep olmuştu.
Bu sayede İsmaiiîler Mısırı kurtarabilmişler ve saltanatlarının hayatını bir müddet daha uzatmışlardır.
Etsiz Okun Mısıra vukubulan taarruzunun akamete uğramasından bir kaç sene sonra İsmailîlerin imamı Kahirede pek mühim bir misafiri kabul ediyordu. Müstansırın bizzat kabul ve izaz ettiği bu misafir, İsmailîlik hareketinin en fazla şöhret kazanan ve bütün dünyaya dehşet salan kahramanı Hasan Sabbahdı.
Devrinin bütün ilimlerini öğrenen, kimya, Felek, sihir, hafi ilimler namına ne varsa hepsile uğraşan Hasan, İran İsmailîlerinin en ileri gelenlerindendi. Hasan, Kahiredeki Dâr-ül-Hikmeye devam etmiş, Mısırdaki İsmailî teşkilâtını yakından tetkik ederek müstakbel plânlarını hazırlamıştı
Mısıra bir tüccar kıyafetinde gelen Hasan, ihtimalki, Irandaki İsmailîler namına Mısıra gelmişti, daha evvel gösterdiğimiz veçhile Irandaki İsmailîler kıyam etmiş, Mısırdaki imamları namına bir sürü hareketlerde bulunmuşlardı. Fakat bir taraftan bunlar ezici darbeler yiyorken diğer taraftan Kahire halifesi de mütemadiyen ricat ediyordu, Ik! taraf, bu vaziyet karşısında takip edecekleri hattı hareketi, ihtimalki, yeniden kararlaştırmak mecburiyetini hissettiklerinden, Hasan Sabbah Mısıra gelmiş, İsmailîlerin en büyük imamı Müstansır ile görüşmüştü.
Hasan, Mısırda bir müddet kaldıktan sonra, halife Müstansırden büyük salâhiyetler alarak dönmüş, dönerken Şama, Cezireye, Diyarbekire uğramış, sonra Horasana geçmiş, daha sonra Kaşgar ve Maverayı nehre girmiş, her girdiği yerde mezhebdaşlarile görüşerek, en büyük imamdan aldığı salâhiyete istinaden bunların yardımını temin etmişti.
Bu büyük seyahati esnasında Alâmut kalesini gören Hasan onun işine en çok yarıyacak yer olduğuna hükmetmiş ve orada yerleşmişti. Çok geçmeden Hasan burasını kâmilen zaptetmiş, ve kendisine en çok merbut adamlarla burada yerleşmişti:
Nizamülmülk, onun bu müthiş kaleyi ele geçirdiğini haber alır almaz, askerlerini göndererek kaleyi muhasara altına aldırmış, Hasan, ancak Nizamülmülkü öldürerek muhasaradan kurtarabilmişti.
Hasan bu kaleyi ele geçirdikten sonra kuvvetlenmiş ve asıl programını icraya imkân bulmuşsa da, İsmailîlik âlemi henüz onan eline geçmemişti. Bu taraftaki İsmailîler, daha Isfahan kalesinde bulunan Ahmet ibni Attaşa tâbi bulunuyordu.
İsmailîlerin Irandaki merkezi Isfahana yakın oian Sahdür kalesiydi. Burada hükümran olan ibni Attaş rastgele her tarafa saldırıyor, her yeri yağma ediyordu. Ahali onun şerirnden kurtulmak için ona vergi vermeyi kabul etmişler ve bununla kurtulmayı cana minnet bilmişlerdi.
Bunların bu sıralarda bu kadar şımarmalarının sebebi Melik Şah oğullarının saltanat kavgasına girişmeleriydi.
İbni Attaş Şahdur kalesinden istediği gibi herkesi asıp kesiyorken Hasan Sabbah da Alâmutda yerleşmiş ve ayni hattı hareketi takibe başlamış bulunuyordu. Melik Şah zamanında vezir Nizamülmülk Hasanın Alamutu istilâ ettiğini haber aldıktan sonra buraya asker göndererek kaleyi muhasara etmiş, fakat Hasanın fedailerinden biri Nizamı öldürdüğünden muhasara da nihayet bulmuştu.
Melik Şah oğularmdan Turkyaruk bir aralık 494 de kardeşi Muhammedi mağlûp ettikten sonra İsmailîlerle uğraşmak mecburiyetini hissetmişti. Bir taraftan, İsmailîlerin yalnız kardeşi Muhammedin ricaline musallat olmaları ve onun adamlarına dokunmamaları onan aleyhinde şüpheler uyandırmış, herkes onun İsmailîlerle birleştiğine zahip olmuş,, diğer taraftan onun askerleri arasında bu mezhebin intişarı onun gözünü korkutmuştu.
Onun için Turkyaruk, kardeşinin kazandığı muvaffakiyeti fırsat bilerek İsmailîlere karşı hareket etmişti. İsmaililer her yerde takip edilerek ele geçenler öldürülmüş ve bir kaç kaleleri tahrip edilmişti.
iki kardeşin tekrar harple meşgul olmalarından bu takibat sekteye uğramış, fakat 500 senesinde Sultan Mehmet bu takibatı şiddetle idame etmişti. Melik Şahın bu oğlu kendi payıtahtına yakın olan Şahdur kalesinden başlayarak bu kaleyi bizzat muhasara etmiş, İsmailîler kalelerin içinde aç kalmak tehlikesiyle karşılaşmışlardı. Bunlar bu felâketten kurtulmak için hileye müracaattan başka çara bulmayarak Sultan Muhammedin ordusundaki müftülerden bir fetva istemişlerdi. Sordukları şu idi:''
“Allaha inanan ve onun kitaplarını ve peygamberlerini hak tanıyan, ahrete iman eden ve Hazreti Muhammedin getirdiği herşeyi kabul eden, yalnız imam hakkında başkalarından ayrılanlara, yapılacak muamele nedir?
Bunların taatini kabul ve kendilerini himaye etmek lâzım gelmez mi?”
Bütün din âlimlerinin bu suale verdikleri cevap müsbetti. Hepsi de “lâzımgelir” demişlerdi. Bunların içlerinde yalnız biri bu sualdeki nükteyi anlamış ve “lâzım gelmez” demişti. Çünkü bunların bildiği imam değildi. Bu imam hiç bir kayde tâbi değildi. Bu imam isterse helâlı haram, haramı helâl yapar ve bunlar onun hükmünü kabul ederlerdi. O halde bunlarla harbetmek zaruri idi.
Bu tek adamın noktai nazarı kabul olunmuş ve harbe karar verilmişti. Harbin aleyhinde neticeleneceğini anlıyan İbni Attaş, Hasan Sabbahın Alamut kalesine gitmek için müsaade istemiş, onun bu teklifi kabul olunduğu halde bir takım gaddarane hareketlerde bulunması üzerine, harp vuku bulmuş, neticede İsmailîler imha edilmiş ve onların tac giydirdikleri İbni Attaş esir düşmüştü.
Sultan Muhammet bu adamı bir hafta kadar esir tuttuktan sonra derisini yüzdürerek öldürmüş, bu suretle on iki sene kadar bu havaliyi yakan ve yıkan bu taçlı Dâî de ortadan kalkmıştı. Meydan Hasan Sabbahındı.
İbni Attaşm katlinden sonra Şarktaki İsmailîlerin riyaseti Hasan Sabbaha geçmiş, Hasan kendi programını icra için tam bir fırsat bulmuştu. Hasanın hedefi, İsmailîliği tam mânasiyle hâkim kılmak, onun bütün rakiplerini ve düşmanlarını imha etmekti. Bunun için herşeyden evvel elde, hiç bir fedakârlıktan çekinmeyecek, istenilen herşeyi yapacak bir alay fedailer lâzımdı. Bunlar körü körüne hareket edecek, şeyhin her emrini yerine getirmek için işkencenin her türlüsünü, ölümün her çeşidini cana minnet bileceklerdi. Hasan a bu seviyedeki fedaileri yetiştirmek için bulduğu çare hakikaten dahiyâne idi. Meşhur seyyah Markopolo bunu, anlatırken der ki:
“Cebel şeyhi, iki dağ arasındaki bu vadiyi kapatarak burada bir bahçe vücude getirmişti. Bu bahçe o zamanın en büyük ve en güzel bahçesi idi.
“İçerde, meyva ağaçlarının en güzelleri ve en nadideleri vardı. Bahçenin etrafında muhteşem köşkler inşa olunmuş, bunların içi nefis bir surette tefriş edilmişti. Bahçenin içinde şaraplarla süt ve ballar dolu ırmaklar vardı. Dünyanın en güzel kızları burada idi. Güzel sesli olmalarına da dikkat olunan bu kralar türlü türlü musiki âletlerini çalarlar, ve her raksı bilirlerdi. Şeyhül cebel, adamlarıma burası hakikaten cennet saymalarını istiyordu.
“Cennetin medhalinde muazzam bir kale duruyordu. Kale sanki bütün dünyaya mukavemet edecekmiş gibi son derece müstahkemdi bu müthiş kaleyi zaptetmeden bu bahçeye girilemezdi.
“Etraftaki memleketlerden 20 yaşına girmiş gençler buraya getirilir, onlara burada cennet hakkında birçok cazip hikâyeler anlatıldıktan sonra cennetin içine atılırlardı. Fakat bu cennete bırakılmadan evvel uyuşturucu bir madde ile uyutuluyor, ondan sonra cennete bırakılardı. Bir müddet sonra uyanan genç, kendisini en güzel kızlar arasında, en muhteşem köşkler içinde ve en nefis, en kıymetli eşya üzerinde görürdü. Kızlar onların her emrini yapar, her arzularını yerine getirirlerdi. Bura, ya giren gençler, günlerini iyşunüş, zevkudarb içinde geçirirler, hakikatte cennete girdiklerine kani olurlar ve buradan çıkmak istemezlerdi.
“Fakat şeyhülcebel, bir yere adam göndermek istediği zaman bu gençlerden birini cennetten çıkarır, ona, istediği emri verir, sonra ona “bu emrimi ifa edersen, seni tekrar cennete sokarım” derdi. Şayet şeyhin arzusu bir adamı öldürmekse bu gençlerden birine git. derdi, filân adamı öldür, dönersek, meleklerim seni cennete götürür, ölürsen: ben meleklerimi gönderir ve seni cennete getirtirim.
“Bu suretle istenilen adam mutlaka öldürülürdü.” 
Marko Polonun anlattığı bu cennet Hasanın dahiyane icadı idi.
Hasan kafalarını sersemleterek cennete attığı adamlardan, dünya tarihinin hemen hiç görmediği haydutları vücude getirmişti. Bu cennete girerek onun zevklerini tadanların hayatta bütün emelleri, o cennete tekrar ulaşmaktı. Bnnun anahtarı ise şeyhe körü körüne itaatti. Şeyh isterse kan dökecek, isterse kendilerini de öldürecekti. Çünkü neticede, cennete kavuşacakları muhakkaktı.
Hasan bu hiyle ile, öyle hunhar bir takım katiller yetiştirmişti ki bunlar bütün dünyaya korku salmışlardı. Hasan bu katiller sayesinde, her düşmanını öldürmüş, bütün muhitini pençesine almış, insanların canlan üzerinde fermanferma kesilmişti
Hasan Sabbah, Alâmut kalesinde otuz üç sene kadar kalmış ve müridlerini üç sınıfa ayırmıştı: Dâîler, Refikler, Fedailer. Bunların hepsine büyük Dâîler riyaset eder, bunlar da Şeyh-ül-Cebel’in emirlerini telâkki ederlerdi. Büyük Dâîler vasi salâhiyetleri haiz birer vezir hükmüne!evdiler. Bunların maiyetlerinde çalışan Dâîler, mezhebe girmeğe lâyık gördüklerimi kabul ederler ve bunlara kendi akidelerini telkin ederlerdi. Refikler, yani yoldaşlar, mezhebe kabul edilen ihvandı. Fedailer ise Şeyh-ül Cebel de büyük Dâîlerin verdikleri emirleri icraya memurdular.
Şeyh bir vezirin öldürülmesini, bir hükümdarın imhasını, velhasıl bir düşmanını öldürmesini istediği zaman fedailer hayatlarını tehlikeye atmaktan korkmayarak şeyhin emirlerini yerine getirirlerdi. Bunların bir de mülâzimleri yardı. Onlara ‘Lasik” denirdi Bunlar şeyhin rızasını kazanacak derecede cinayetler irtikâp edecek olurlarsa “fedai” derecesine yükselirlerdi.
Gerek fedai gerek fedai mülâzimi olabilmek için herşeyden fazla genç, dinç, tehlikeden korkmaz, fedakârlıktan yıbnaz, kör gözlü, kör kalplî bir genç olmak icabederdi. Bu kabadayı gençler bir kere de Hasan Sabbahın cennetine girerek onun zevklerini tattıktan sonra hayatta ondaa başka hiçbir şeye inanmaz, ve ondan başka bir şeyi özlemezdi.
Hasan Sabbahın asri fikirlerine ve maksatlarına vakıf olanlar yalnız büyük Dâîlerdi. Ötekilerin hepsi birşey bilmezler, yalnız cennet hülyası ile kendilerini avuturlardı. Bunların saiki behimi hisler ve bu hırsları tatmin eden cennetti.
Marko Polo’nun eserine istinad ederek tasvirini arzettiğimiz bu cennet Hasanın müridlerini kullanmak için güvendiği biricik vasıta idi.
Vazifelerini tereddüt etmeden yapan fedai mülâzimleri Şeyh-ül Cebel’in huzuruna kabul edilirler; bunlara şeyhin büyük Dâîlerinden biri rehberlik eden; ve mülâzimin ifa ettiği hizmetlerden bahseder; bunu müteakip mülâzim şeyhin ayaklarına kapanarak bütün varlığıyla ona bağlı olduğunu, hayatta bütün hayır ve bereketi ondan beklediğini söyler bil. mukabele şeyh de ona dünyada saadete erdiğini tebşir eder, sonra ellerini kaldırarak ona dua ederdi.
Şeyhin ayrılmasından sonra büyük dâîler arasında kalan mülâzım, onların verdikleri uyuşturucu bir maddeyi haberi olmadan yutar, birden bire, derin bir uykuya dalar, ondan sonra Marko Polo’nun eserinden vasfını naklettiğimiz cennete götürülür ve orada bırakılırdı. Muvakkat bir sekirden uyanan fedai mülâzim kendisini muhteşem köşkler, rengârenk bahçeler ve huri gibi kadınlar arasında görünce şeyh tarafından tebşir olunan saadete erdiğine kani olur ve kendini zevk ve sefahete verirdi. Bir müddet sonra mülâzime tekrar uyuşturucu bir şey verilir ve tekrar haricî âleme götürülürdü. Gözlerini açar açmaz hurileri aramaya başlıyan mülâzim için artık hayatta en büyük gaye bu âleme tekrar kavuşmaktan ibaretti. Büyük dâîier ona bunun yolunu gösterirler, bunun yolu bir an evvel şeyh uğrunda fedayi nefsederek ceranete ebedî surette kavuşmaktı. Bunlar buna kanaat getirdikten sonra başka bir şey düşünmezler ve başka bir şeyin peşinde koşmazlardı.
Hasan Sabbahın müridlerine öldürttüğü kıymetli ricalin başında Selçuk devletinin veziri Nizamülmülkü görürüz. Büyük bir siyaset ricali olduğu gibi değerli bir ilim adamı olan Nizamülmülk Hasan Sabbahın müridlerinden Ebu Tahir namında habis bir esrarkeş tarafından hançerlenmiştir. Onu müteakip İsmailîlere düşman olan âlimler ve fakihler birer birer ortadan kaldırılıyordu.
Melik Şahın ölümünden sonra Sultan Sungur, Hasana karşı sevk edeceği ordunun tertibiyle meşgulken bir sabah uyandığı zaman yatağının başucunda bir hançer saplı olduğunu gömüştü. Bir kaç gün sonra Hasan, Sungura bir adam göndererek ona “hançeri senin yatağının başına saplayan senin göğsüne de saplayabilir. O halde bizimle uğranmaktan vaz geç” demişti.
Hasanın dâîleri tarafından ifa olunan vazifelerin biri öteden beriden topladıkları güzel kadınları mezhebin icablarına göre yetiştirerek onları saraylara satmak, sonra onlardan istifade etmekti. Sungurun başucuna hançeri diken de bu kadınlardan biriydi. Sungur bu hâdiseden sonra Ismailîlerle uğraşmaktan vazgeçmiş, Şeyh-üI-Cebel de istediğini yapmakta serbest kalmıştı.
Hasan 26 sene içinde her tarafa musallat olmuş, istediği yerde teşkilâtını kurmuş, yalnız yağma ve garetle her türlü cinayet ve irtikâpla, erkek ve kadınların esir edilmesile karşılaşan bütün etraf ve civar berbat bir hale gelmişti. 505 de Anuştekin Hasanın kalesini muhasara ederek bunları açlıktan öldürecek derecede muhasarayı şiddetlendirmiş, bunlar mahvolacaklarını anlıyarak teslim olmak istemişler, karılarile çocuklarını kaleden çıkararak bunların çıkıp gitmelerine müsaade edilmesini istemişler, fakat Anuştekin bunları köklerinden kurutmak ve insanlığı bu korkunç mikroptan kurtarmak istiyerek bunların da kaleden çıkmalarına ruhsat vermemiş ve hepsinin açlıktan ölmelerini istihdaf etmişse de Melik Şahın oğlu Sultan Mehmedin bu sıralarda ölmesi İsmailîleri biraz canlandırmış, Anuştekin muhasarayı idame ederek bu işi bitirmek istediği halde Sultanın ölümünü haber alan askerler dağıtmağa başlamışlar, Hasan Sabbah ve avanesi muhakkak bir ölümden kurtulmuşlar, ondan sonra daha müthiş mukabelelerde bulunmuşlardı.
Hasan Sabbah 33 sene kadar her tarafa dehşet saldıktan sonra Hicretin 518 senesinde öldü ve bu suretle insanlık habis bir dehâdan kurtuldu.
Hasan Sabbahın ölümünden sonra onun yerine veliahdı Kiyabüzürk geçti. Ve onun bıraktığı bütün teşkilâtı idare etti. Kivabüzürk üstadının tuttuğu yolda devam ederek her tarafta cinayetler irtikâbına devam etmiş, Selçuk sultanının veziri Ebu Nasırı katlettirmiş, fakat Cebel şeyhliğinde ancak üç sene kalarak makamını oğlu Kiya Mehmet Büzürke bırakmış, yeni Şeyhül Cebel Horasana akın ederek binlerce masumu kılıçtaki geçirdikten başka 529 senesinde dâîsini göndererek Halife Müsterşidi öldürmüş. Onun fedaileri de seve seve kılıçtan geçmişlerdi.
Kiya Mehmet Büzrük 557 senesinde ölerek mevkiini oğlu Hant Hasan’a bırakmış. Bu adam mezhebinin esrarını yalnız büyük dâîlere hasretmeği muvafık gürmiyerek bunları bütün tebaasına ilân etmişti.
İsmailîliğin hararetli taraftarı Şeyh Muhsini Kişmiri imamı zaman tanıdığı Hant Hasan hakkında der ki:
“Şeyh-ül-Cebel ve imamı bilhak olan Hant Hasan, İsmailîye mezhebine mensup âyan ve eşrafı Alâmut kalesinde toplıyavak bir bayram yeri olan meydanda büyük bir minber kurdurdu. Minberin dört tarafına kırmızı, yeşil, sarı ve beyaz renkte dört bayrak diktirdi. Ramazanın 17 inci günü herkes bu meydanda toplandı. Şeyh-ül-Cebel minbere çıkarak şusözleri söyledi:
“Ben devrin imamıyım. Dünyada ne kadar evamir ve nevahi varsa hepsini ilga ediyorum. Bugün kıyametin koptuğu gündür. Halk yalnız Harimi Hüdaya merbut olsun, fakat zahiren bu istediğini yapsın!”
Şeyh-ül-Cebel sözünü bitirip minberden indi.
Şeyh minberden iner inmez hazırlanan sofranın başına geçti. Ve o gün bayram günü olduğundan herkesin zevkütarab, işünûş, lehvü leab ile meşgul olmasını emretti. Sonra bugüne kıyamet bayramı namını verdi Bunun sebebi şu idi: insanlar dünyada bir takım kayıtlara bağlı kalmak mecburiyetindeydiler, fakat kıyametten sonra ahlâk, kanun ve tekâlif mürtefi olur, işte kıyametin mânası budur. Kıyamet ilân olunmadan ahlâkî ve kanunî rüsum ve tekâlifi kaldırmağa imkân olmadığından imam bu içtimai hazırlamış ve kıyamet bayramını ilân etmişti.
İsmailîler, bu bayramı, bütün tekâlifi ilga ettikleri bugünü Hazreti Alinin şehit edildiği güne tesadüf ettirmişlerdi. Bunun sebebi de şu idi: Bu dünya evi melâl evidir. Kâmil ruh sahibi olan insanlar için bu melal evinden göçmek ebedî lezzet ve nimete kavuşmak demektir. Hazreti Ali’nin de bu dünyadan, bu felâket ocağından çekildiği gün hem kendisi, hem onu sevenler için bir bayram olmak gerektir. Bunun için Aliye merbut olanlar, onu takdis edenler, onun şehit düştüğü günü bir sevinç bayramı olarak tesit etmelidirler.
Hant Hasan’ın bu hareketi neticesinde İsmailîler için herşey mubah olmuştu.Bunlar hiç bir kayde, hiç bir kanuna tabi değillerdi, bunların saiki yalnız hırs ve yalnız şehvetti. Dinî, ahlâkî, İçtimaî hiçbir zabıta kalmamıştı. Irz ve namus ortadan kalkmıştı.
Hant Hasan Hicretin 556 ncı senesinre Büveyhi’lerden Hasan ibni Numur tarafmdan katlolunmuş, onun yerine oğlu Hant Mehmet Şeyh- ül Cebel olmuştu. Babasının izinde yürüyen Hant Mehmet, babasını öldürenleri bularak onları çocuklarile ve ailelerile birlikte mahvtemiş, daha sonra o da bir çok ekâbiri öldürmüştü.
Hasan Sabbahm dahiyane icadı ile İsmailîlik, her tarafa dehşet salryorken, onun adamları ve dâîleri her muhite yeniden kök salıyor, ötede beride münasip mevkiler bularak onun hattı hareketini takip ediyorlardı. Bu hareketin en muvafık olduğu muhitlerden biri Suriye idi. 
Ehlisalip askerlerinin bu sırada Kudüsü zaptederek Suriye ve Filistinde bir çok yerleri işgal etmeleri, İsmailîlerin bu taraflardaki hareketlerini kolaylaştırıyordu. Bunlar bu havalide mevkilerini temin için bir çok defalar Ehlisaliple birlikte hareket etmişlerdir.
Hasan Sabbahın mezhebi üzere olan ve onun usulü dairesinde hareket eden bu İsmailîler bütün Suriyenin frenklere geçmesini temin edecek hareketlerle istedikleri yerlerde yerleşmiş ve bir takım kalelere sahip olmuşlardı.
Bu suretle İsmailîlik, şarkın en uzak noktalarından Mısır’da hükümran olan İsmailî halifelerin ülkelerine bitişmiş ve bunların faaliyeti yenileşmişti. Fakat bu yenileşmeyi bir inkıraz takip etti.
Hicretin 567 ci senesinde Sultan Nureddin namına Salâhattin tarafından fetholunan Mısırda, İsmailîlerin son halifesi ölmüş, 270 seneden beri saltanat ve hilâfet sahibi olan Meymun zadeler inkıraz bulmuşlar, bu suretle İsmailîlik, bütün İslâm âlemine teşmil etmek istediği devletten mahrum olmuştu.
Gerçi iki üç sene sonra Mısırda gizlenen İsmailîlerin başlıca dâîleri bir suikast tertip ederek münkariz lsmailîliği ihya etmek istemişler, bunun için Mısırda bir sürü adam topladıktan başka Suriye ve Filistindeki Ehlisalibin ve Sicilyadaki Hristiyanların yardımını temin etmişler, fakat bu suikast tam tatbik olunacağı sırada Salâhaddin suikastın bütün mürettiplerini yakalamağa muvaffak olmuş ve bunları idam ettirmişti.
Suriyeden harekete hazırlanan Ehlisalip Mısırdaki suikastçıların yakalandıklarını ve cezalarını bulduklarını haber aldıklarından geri dönmüşler, fakat Sicilyadan hareket eden donanma Iskenderiyeye muvasalat ederek karaya asker çıkarmış ve ancak kanlı bir muharebelerden sonra def edilmişlerdi.
Bununla beraber İsmailîler Suriyede bir takım kalelere bakım olmakta devam etmişler, saltanat ve devletlerini imha eden Salâhaddine karşı suikast tertibinde bulunmuşlardı. 591 de Salâhaddin kumandanlarından birinin çadırındayken İsmailîlerden biri ona hücum ederek elindeki bıçağı onun başına saplamış, Salâhaddin başındaki miğfer sayesinde ölümden kurtulmuştu. Bu mütecaviz öldürüldükten sonra, ikinci bir İsmailî, onu müteakip üçüncü bir fedai ayni hareketi tekrarlamışlar, Salâhaddin hayatını müşkilâtla kurtarabilmişti.
Bu sırada bu havalideki şeyh, Hasan Sabbahın yolunda yürüyen ve onun, usulünü tatbik eden Sinan’dı.
‘Cennet Fedaileri” adlı bu eserimizde bu adamla karşılaşacağımız için bu önsözle, onun mensup olduğu tarikatin mahiyetini, gaye ve hedeflerini izah etmiş ve okurlarımızın bu adamların ve tarikatlarının hakikî hüviyetini anlamalarını kolaylaştırmak istemiş bulunuyoruz.
Bu tarihî etüde böylece son vererek asıl esere başlıyoruz.
Devamı romanda okunabilir
Kaynak: Cennet Fedaileri, İSLÂM TARİHİNDE GİZLİ VE YIKICI TEŞEKKÜLLER-ÖMER RIZA DOĞRUL, Eşref Edib- İstanbul- Asârı İlmiye Kütüphanesi Neşriyatı 1363 - 1943 , İstanbul

Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.

Benzer Yazılar

Yorumlar