İSLÂM TARİHİNDE GİZLİ VE YIKICI TEŞEKKÜLLER -Cennet Fedaileri
ÖMER RIZA DOĞRUL
“Kanlı Gömlek” İslâm tarihinde, belki
de, ilk gizli teşekkülü ve bı teşekkülün aslını, müessislerini, gaye ve
hedeflerini anlatıyordu. Bu eser, ayni mahiyette olarak daha sonra vücut bulan
ve bir aralık İslâm dünyasının mukadderatına hâkim olacak derecede kuvvet ve
kudret kazanan gizli ve yıkıcı teşekküllerden bahsediyor ve bunları
canlandırmağa çalışıyor.
Eser bir giriş ve bir tarihî romandan
müteşekkildir. Giriş kısmı- ki İslâm
tarihinde gizli ve yıkıcı teşekküllerdir — tamamıyla tarihtir ve her satın
tarihî ana kaynaklara istinat eder. Tarihî roman da, yâni Cennet Fedaileri de
tarihî vak’alara en büyük değeri vermiş, fakat bu vak’aları canlandırmak
istemiş; vak’aları vuku buldukları sırada olduğu gibi canlı bir mazi safhası
olarak yaşatmağa ehemmiyet vermiş, tür. Buna tarih ve san’atın imtizacı demek,
roman demekten daha doğru olur. Fakat bu çeşit eserlerin edebiyat bakımından adı,
tarihî romandır ve böyle tanınmalarını da çok doğru saymak icab eder.
Eserin tarihî roman kısmını yazarken
Garbin en değerli üstadların. dan istifade ettim ve onları örnek tuttum.
Onların edebî tekniği dairesinde harekete en büyük ehemmiyeti verdim. Fakat
eserin tarihî vak’alarını, Şarkın en kıymetli tarih kaynaklarına istinat
ettirdim ve yalnız doğruyu yazmağa dikkat ettim. Doğruya bir de güzellik
katabildimse bunu bir muvaffakiyet sayabilirim. Fakat bu muvaffakiyet benden
fazlaca örnek edindiğim Garp tekniğine ve Garp edebiyatına aittir. Eserin
“doğru” ya dayanan kısmı ise tamamıyla Şarka, Şark edebiyatına ve İslâm
tarihine aittir.
Mevzu yalnız İslâm tarihinin değil,
dünya tarihinin en meraklı sayfalan arasındadır ve işlenmeğe, İncelenmeğe
lâyıktır.
Bu eser, bu yolda bir denemedir. Bu
denemenin muvaffak olduğuna iddia etmiyorum. Fakat Türk okurlarına merak ve
istifade ile okunabilecek bir eser sunabildimse kendimi bahtiyar sayar ve imkân
buldukça ona bu yolda eserler vermeyi bir vazife sayarım.
Ömer Rıza Doğrul
Kırmıtîlik Karmatîlik, (Arapça: قرماطة Qarāmita) Şiîliğin İsmâilîyye mezhebinin
Fâtımîler'in imâmlığını kabul etmeyen ve "Yediciler" olarak da
bilinen koluna ait olan köktendinci (ghulat) bir mezhep
https://tr.wikipedia.org/wiki/Karmatîlik
Tarikin eşini nâdir gördüğü
şahsiyetlerden biri, bir kimsenin ta. Olmadığı ve ne yaptığını bilmediği bir
adamdır. Bu adam, tarikin belki de en yıkıcı adamıdır. Tarih belki de onun
derecesinde kan dökülmesine sebep olan bir adam görmemiştir. Fakat bu adamı
hemen hemen bir kimse tanımaz ve bir kimse ona, rolüne uygun bir paye vermez.
Bu adamın adı Meymun oğludur. Tarihe
âşinâ yüzlerce kimseye sorsanız, içlerinde bu adamın adını hatırlayan bir
kimseye ya rastgelirsiniz, yahut rast gelmezsiniz. Belki
bu adam tarihin meçhul kahramanlarındandır.Çünkü muhakkak ki büyük
bir işin ve büyük bir başarının kahramanı idi. Fakat meçhul kalmasının sebebi,
şöhreti hor görmesi, yahut feragati rehber tanıması değildi. Meçhul kalmasının
sebebi daha mühimdi. Çünkü bu adam perde arkasında çalışan bir adamdı ve bütün
hayatını perde arkasında yaşadığı gibi tarihin huzuruna da bir perde ardında
çıkmağa muvaffak olmuş ve bu yüzden hakkiyle tanınmamış, bir kimse de onun
simasını örten perdeyi yırtmağa teşebbüs etmemiştir.
Kendisi Cenubî Iran ahalisindendi.
Babası bir rivayete göre, o devrin ilim ve irfanını tahsil etmiş bir fakih,
yâni bir şeriat âlimi idi. Fakat bu din âliminin ilmi, bir dış görünüşten
ibaretti. Onun içyüzü ise dış yüzünden apayrı idi. Çünkü Meymun, hakikatte
hiç bir dine saygı göstermeyen, belki her dini hor gören bir dinsizdi. Yâni
o zamanın tâbiriyle bir zındıktı. Samimî dostlarıyla ve arkadaşlarıyla başbaşa
kaldıkça işı gücü din ile istihza idi ve din kayıtlarım kırmak için uğraşmakta.
Onun gibi düşünenler, evinde toplanıyor ve sohbet ediyorlardı. Meymunun evi,
kendilerini din kaydından azat etmek isteyenlerin merkezi idi. Bunlar burada
bir araya gelerek konuşurlar ve düşüncelerini yaymak için ne yapacaklarını,
nasıl davranacaklarını kararlaştırırlardı.
Bu adamlasın düşman oldukları biricik
şey, her ne şekilde olursa olsun, dinî imandı. Bu dinî iman hangi şekil ve nam
altında yaşarsa yaşasın, bu adamlar, onun düşmanı idiler. Şu var ki bunlar
İslâm muhiti içinde doğup yetişmiş oldukları için en belli başlı hedefleri
İslâm dini olmak icap ediyordu. Bu yüzden bunlar, her dinden fazla İslâm dinine
düşman kesilmişler ve İslâm îtikatlarını, İslâm imanını yıkmayı kendilerine bir
gaye tanımışlardı.
Meymun ile arkadaşları her gece
toplanırlar, konuşurlar, düşünürler, ve dinsizliklerini yaymak, İslâm dinini
baltalamak için çareler ararlardı. Fakat muhit, İslâmiyete ısınmış ve bu dini
benimsemiş bir mu. hitti. İslâm dini bu muhit içinde en deri a saygı ve sevgi
ile karşılanıyor, halk bu dinin esaslarına ve buyruklarına göre hareket etmeyi
en büyük ve en şerefli gaye sayıyordu. Muhitin telâkkileri bu merkezde olduğu
için açıktan açığa dinsizlik propagandasına girişmek, hattâ dinsiz görünmek son
derece tehlikeli bir hareket olur, bu harekete rehber olanlar, halkın düşman
ligiyle karşılaşır, belki de halkın asabiyeti feveran eder ve bu propagandayı
yayanlar korkunç akıbetlere uğrarlardı. Meymun ile arkadaşları bu vaziyeti
takdir ettikleri için düşüncelerini yayabilmek için bunları maskelemek
ihtiyacını hissetmişler ve böylece kendilerini tehlikelerden korumak
istemişlerdi. Bunu temin edecek çareyi bulmak güç değildi. Çünkü İran
ötedenberi Şiîliğin merkezi idi. Ve Şiilik bir çok gizli teşebbüslere perde
olarak kullanılmağa elverişli idi. Meymun ile arkadaşları da buna karar
vermişler, Şiiliği siper edinerek din düşmanlığı propagandasına girişmeğe ve
bilhassa İslâm dinini çürütmeğe karar vermişlerdi. Bu yolda yürümek için
Şiiliğin ifratına sapmak, ve bu ifrat sayesinde dinsizliğe varmak mümkündü.
Bunlar da bu hareket tarzım tutmağa karar vererek faaliyete girişmişler ve
kendi mezheplerini yaymağa başlamışlardı.
Dinsiz olmak onlara ait bir işti ve
buna bir kimse karışmazdı. Hattâ kendilerini muaheze eden de bulunmayabilirdi.
Fakat dinsizliği yaymaktan gözettikleri gaye ne idi?
Dinsizliği en doğru ve en iyi yol
tanıdıkları için mi bunu yaymak ve herkesi dinsizliğe sevketmek istiyorlardı?
Yahut bu adamlar dindarlığı bir nevi
sapıklık sayıyor da mahza insanlığa hizmet için dinsizliği yaymak için mi
uğraşıyorlardı?
Fakat bunun böyle olduğunu kabul için
Meymun ile arkadaşlarının birer içtihad kahramanı olduklarına inanmak icabeder.
Halbuki hakikat bu merkezde değildi ve bu adamların dinsizlikleri İlmî bir
içtihad mahsulü değildi. Bu dinsizlik, daha fazla dünyevî bir takım ihtiraslar
ve menfaatlar peşinde koşuyor ve bunları ele geçirmek için öne sürülüyordu.
Fakat Meymun’un kendisi bu ihtirasları
ve menfaatları gerçekleştiremedi ve bu işi oğluna bıraktı. Kendisi bu
menfaatları ve ihtirasları ancak hayâl meyâl seziyor, sezişlerini arkadaşlarına
ve müridlerine anlatıyordu. Onun bütün sözlerinden, bütün hareketlerinden,
müfrit Iranlılık gayretiyle hareket ettiği, İran mecusiliğinin bütün
aksülâmellerini taşıdığı ve İranın yalnız İslâmiyete değil, hıristiyanlığa ve
her dinî sisteme isyan etmesini temin etmekle, İranın eski medeniyetine, eski
şan ve şerefine, kavuşacağını sandığı göze çarpıyordu. Hattâ Iranın eski
mecusiiiğe dönmesi bile, Meymun için bir mesele değildi. Çünkü ona göre
mecusilik Iranın millî dini idi ve İran’a bu millî dine dönmesinde bir beis
yoktu. Çünkü dâva, hariçten gelen dinlerden kurtulmak ve bunları ezmekti. Bunun
çaresi ise, dinsizliğin neşri idi. Dinsizlik sayesinde İran, günün birinde,
içinin boşluğunu hissederse mecusiiiğe dönebilir ve ateşe tapabilirdi.
Fakat, yabancı dinlerin baskısından kurtulmuş ve hürriyete kavuşmuş olur, belki
bu kurtuluş sayesinde yeniden dünyevî imparatorluğunu kurar ve bütün şarka
hâkim olurdu.
Meymun bütün hayatını bu temeli atmak
için vakfetti ve işin geri, sini kendisinde» sonra gelecek olanlara bıraktı.
Nitekim onun oğlu işi daha iyi anlamış, babasının maksat ve gayesini
gerçekleştirmek için daha esaslı bir surette çalışmış, baba »mm topladığı adamları
daha çok iyi kullanmıştı.
Fakat Meymun’un yalnız temeli atmakla
kaldığını söylersek onun hakkını vermemiş oluruz. Çünkü bu adam, dinsizlik
propagandasını yaymak için bir takım yollar ve çareler bulmuş ve bu yollardan
ayrılmamalarını adamlarına bildirmişti. Onun bulduğu ve kararlaştırdığı
sisteme göre adamlarından her biri içinde yaşadığı muhitin mizaç ve telâkkisine
uygun bir vaziyet alacaktı. Meselâ bu adamların
biri, düşünce bakımından serbest bir muhit içinde yaşıyorsa serbest olmakla
kalmayacak, muhitinden daha çok serbest görünecek ve daha hür kafalı olduğunu
belirtecek, bu sayede serbest düşünceli kimseleri etrafında toplayacaktı.
Serbest kafalı ve hür düşünceli lir muhit içinde daha ileri ve daha serbest
görünmek nisbeten kolaydır. Fakat mutaassıp muhitler içinde ne yapılacaktı?Meymun bunun da çaresini bulmuştu. Kendi adamlarından
biri böyle bir muhit içinde bulunduğu taktirde evvelâ bu muhitin itimadını
kazanacak, bunan için bu muhitin hoşuna giden herşeyi yapacak, herkesten fazla
namaz kılacak, oruç tutacak, ibadetlerin her türlüsüne sarılarak herkesi hayret
içinde bırakacak ve bu sayede herkes onun kendinden daha üstün olduğunu takdir
edecek, daha sonra bu muhit içinde istidatlı gördüğü kimseleri seçecek, onlara
yavaş yavaş sırlarını ifşa edecek ve onları kazanmağa bakacaktı. Onun
bu işi başardığı sırada dikkat edeceği nokta irad sahibi olmayan kimseleri
almamak, hele sır tutmağa alışık olmayan kimselerle düşüp kalkmamaktı.
Meymun bu sistemi
kurduktan ve işe başladıktan sonra her şeyini miras bırakarak bu dünyadan göçüp
gitti. Meymunun
bıraktığı miras, zeki ve becerikli bir kimse için şayet mühim bir mirastı,
Meymunun oğlu ise babasından daha kudretli, daha zeki ve daha teşkilâtçı idi.
Meymunun oğlu Abdullah, babasının muhiti
içinde yetişmiş, felsefeyi ve maddeperestliği ondan öğrenmiş, yer yüzündeki
bütün dinleri tetkik etmekle beraber babasının sistemi dairesinde yetişmiş,
hattâ devrinin en mutaassıp dinsizi olarak tanınmıştı. Fakat o da babası
gibi dinsizliğini açığa vurmayan bir adamdı. Çünkü o da açıktan açığa
dinsizlik propagandası yapmanın kendisine çok pahalıya malolacağına inanıyor ve
onun için müfrit şiiliğe yeni bir şekil vererek mezhebine bir hususiyet temin
etmeyi düşünüyordu.
Şiiliğe dayanan yeni bir tarikat
icadetmek!
Bu bahsi uzun uzadıya düşünen Meymun
oğlu en nihayet şuna karar vermişti:
Hazreti Peygamber Muhammed salla’llâhu
aleyhi ve sellemin kızı Hazreti Fatmanın torunlarından İmam İsmailin oğlu
“Muhammed Mektûm” un babasından öğrendiği gizli bilgiler ve ruhanî sırlar
vardı. Kendisi de bütün bunları tahsil ile meşgul olmuş ve hepsini öğrenmişti.
Onun için imam İsmailin tarikatini tesis ediyor ve herkesi bu tarikata girmeğe
çağırıyordu.
Meymun oğlu, turnayı gözünden vurmuştu.
Çünkü böyle bir tarikata girecek bir çok kimseleri bulmak mümkündü. Avam da,
havas da, böyle bir tarikata girmek için can atarlardı. Çünkü isim cazipti.
Hele Hazreti Fatımanın torunu olan bir imam tarafından öğretilen gizli
bilgilere ve ruhani sırlara vakıf olmak ve bunların temin edeceği huzûr ve
inşiraha erişmek, muhakkak ki büyük bir rağbet kazanmağa kâfiydi. Çünkü Meymun
oğlu, müridlerine bütün bu gizli bilgileri ve ruhani sırları öğreteceğini ilân
ediyor ve böylece herkesi avlamağa bakıyordu.
Meymun oğlu buna karar verdikten sonra
kararını tatbik etti ve yeni tarikatı tesis etti. Babası ona bir çok
propagandacı arkadaşlar bırakmıştı. Bunlar da bütün kuvvetleriyle işe
sarıldılar ve ondan hiç bir yardımı esirgemediler. Propagandacılar, yahut o zamanın
ıstılahına göre, Dâiler, her yerde Meymunun oğlundan bahsediyor, kâh onun
ilminin derinliğinden, kâh zekâsının yüksekliğinden, kâh onun kerametlerinden
ve harikulâde ahvalinden, kâh onun tarikatindeki ulviyetinden ve simasındaki
teshir edici güzellikten dem vuruyor, onun şöhretini yaydıkça ya. yiyor,
herkesi ona bağlamak için var kuvvetleriyle çalışıyorlardı.
Çok geçmeden, adı sanı tanınmayan bu
adam, her tarafta tanınmış ve devrin en önemli şahsiyeti olmuştu. Bu büyük
şöhretin, bu geniş propagandanın verdiği netice şu idi: Meymun oğlu Abdullah
Şiîlik âleminin pîri sayılmış, bu âlemin mânevî ve ruhanî idaresi önün eline
geçmişti. Tarikat kurulmuş ve Meymun oğlu Abdullah onun ilk şeyhi olmuştu.
Meymun oğlu Abdullah ile taraftarları
ve propagandacıları imam İsmaile mensubiyet iddiasında olduklarından bunlara
Ismaîlîler denildiği gibi Kurân-ı Kerim’in zahiriyle değil, batınîyle ve gizli
mânasiyle, yahut dış yüziyle değil, içyüziyle amel ettikleri için onlara
Batiniler deniliyordu.
Meymun oğlu kararını vererek
tarikatını tesis ettikten sonra bütün adamları harekete geçmiş, yeni bir
teşkilât kurmuş, her yerde şubeler, zaviyeler, tekkeler açmağa başlamış ve
münasip gördükleri adamları toplayarak eni konu kuvvetlenmişlerdi.
Acaba Meymun oğlunun bu teşkilâtı kurmaktan
maksadı neydi? Yeni bir tarikat kurmak sayesinde onun elde edebileceği kazanç
neden ibaret olabilirdi? Maksat tarikata girenleri istismar etmek ve ellerinde
ne varsa onu almak mıydı? Yoksa daha esaslı, daha geniş bir maksat peşinde mi
koşuluyordu?
Garb âlimlerinden biri bu suallere şu
cevabı veriyor: “Ibni Meymunun hedefi galiplerle mağlupları bir cemiyet içinde
toplamaktı. O zaman galipler Araplar, mağlûplar Acemlerdi. Bunların ikisi de
onun tarikati içinde birleşeceklerinden galiplerle mağlûplar karışacaklar,
galipler mağlûplar içinde eriyeceklerdi. Galiplerin en kuvvetli istinadgâhı
dindi. Halbuki din Meymun oğlunun telâkkisine göre yalnız halk ve avam
kitlelerini idare için lâzım olan bir vasıtadan ibaretti. Onun tarikatı
için, de toplanacak olanlar, dini bu şekilde telâkki eden mütefekkirlerle her
tayfanın müfritleriydiler. Bunlar kuvvetlendikten ve teşkilâtlarını her tarafa
teşmil ettikten sonra mevcut kuvvetleri ve sültaları yıkacaklar, kendileri bir
devlet vücude getirecekler, bu devletin başına ya bizzat Meymunun oğlu
Abdullah, yahut onun evlâtlarından birini getireceklerdi. Meymun oğlunun hedefi
bundan ibaretti. Kendisi bu hedefe doğru son derece maharetle yürümüş ve
insanların ruhiyatını iyi bilen bu adam muvaffak olmuştu. Onun güvesine varmak
için keşfettiği yollar hakikaten dahiyane idi.
“Ibni Meymun itimad edeceği kimseleri
samimî Şiîler arasında aramıyordu. Samimî Şiîler bir kanaat ve iman
sahibiydiler. Onun için o daha fazla adamlarını putperestler, dualistler
(ikilik esasına inananlar), Yunan felsefesini okuyup onu rehber tanıyanlar
arasında arıyordu. Meymun oğlu bilhassa Yunan felsefecilerine güvenmiş, onlara
içini açmış, en gizli itikadlarını onlara telkin etmişti.
“Dinî ve ahlâkî
sistemleri?’ hepsi de bomboş şeylerdi. Bunlara inanmak, beyhude idi. Fakat
beşeriyet içine düştüğü bu sapıklığı kolay kolay anlayamaz, çünkü bu kabiliyeti
haiz değildir. Buna rağmen gayeye varmak için, İbnı Meymunun telâkkisine, bu
eşek sürüsünü kullanmak lazımdır. Önün için bu eşek sürüsünden kendi
tarikina girmek istiyenleri almalı, fakat daima dikkat etmeli. Şayet bunlar
içinde müminler varsa bunları tarikin birinci derecesinden daha yukarı
yükseltmemeliydi.Çünkü tarikin yedi derecesi vardı. Sonra tariki idare
edenler çok ihtiyatlı davranmalıdırlar. Bunlar, kendi hislerine daima hâkim
olmalı. Ve konuştukları adamlarını ne kıratta ve ne kabiliyette olduklarım
iyice ölçerek, iyice tayin ederek onların hoşlarına gidecek sözlerle başlamalı,
onlara kabiliyetlerine göre bahisler açarak, yahut bir takım marifetler ve
şu’be-debazlıklar göstererek, icabederse onları keramet ve velayet sahibi
olduklarına inandırmak, yahut mânalı sözler sarfiyle, hattâ nükteler iradiyle
onların karşısında dimağ ve kalbini gıcıklamak, müminler karşısında son derece
mümin görünmeli, sofular karşısında cezbeler geçirmeli, kâinatın rümuz ve
esrarı ile meşgulmüş gibi görünmelidir.
“Meymun oğlunun adamları
bu şekilde hareket etmişler ve neticede müthiş muvaffakiyetler kazanmışlardır.
Bu sayede muhtelif mesleklere mensup sürü sürü adamlar ne olduğunu
bilmedikleri, hangi hedef peşinde koştuğunu anlamadıkları bir teşekkül için
çalışmışlar, herşeyi yapmışlar, her fedakârlığı göstermişler, icabında zerre
ksdar düşünmeden ve tereddüt etmeden kanlarını dökmüşlerdi. Bunlar içinde asıl
gayeyi bilen ve asıl maksadı anlıyan kimseler, bir kaç kişiden ibaretti.” (Rienhart Dozy)
Bu sözlerden anlaşıldığı veçhile
Meymun oğlunun asıl hedefi, besbelli idi. İslâmiyet esaslarına saygı gösteren
devleti yıkarak ve bu devlette hâkim olan unsurları yokederek bizzat kendisine
ve kendi dirayetine, bihassa teşkilâtına ve emellerine dayanacak bir devlet
kurmak ve bu devleti kendi taraftarlarına emanet etmekti.
Bu şekilde bir tarikati kurmak için
herşeyden önce itimada lâyık şahıslardan mürekkep bir nüve lâzımdı. Fakat
Meymun oğlu bu yolda güçlük çekmemişti. Çünkü babasının bıraktığı adamlar
emrine amade idi. Ö da bunlara güvenerek tarikati kurdu ve derecelerini tayin
etti.
Fakat Meymun oğlunun asıl
muvaffakiyeti, sarfettiği mesainin hedefini tayin etmekte ve kendisiyle
adamlarım yeryüzünde devlet sahibi olmak üzere çalışmalarını temin
etmesindeydi.
Bu gaye için
çalışacak tarikat ve cemiyet, tabiî ki, gizli olacaktı. Bu tarikat ve cemiyet
bilhassa çok sağlam bir inzibata tabi tutulacaktı. Bunun için tarikat,
derecelere ayrılmış ve her dereceye göre âmirler tayin olunmuş, bu sayede
Meymunun bıraktığı adamlardan gizli ve yıkıcı bir cemiyet kurulmuştu. Gerçi bu
cemiyetin açık bir cephesi vardı ve buraya herkes intisap edebilirdi. Fakat
asıl tarikat, bu herkesin tanıdığı, herkesin girip çıktığı teşekkül veya merkez
değildi. Bu ancak tarikatin dış yüzü idi ve bu dış yüzde kalanlar hiç bir şey
bilmiyor, hiç bir gaye peşinde koşmuyor, fakat körü körüne bir takım gayelere
âlet oluyorlardı.
Meymunun oğlu
gizli tarikati tesis ettikten sonra tarikatin hâkimi, yetini temin için onu
derecelere ayırdı ve bu derecelerin yedi olmasına karar verdi, ihtimal ki
kendisi bu yedi dereceli tarikati, zerdüşt mezhebinden kopya etmişti. Zerdüşt
mezhebinde gizli bir anane vardı ve onun için zerdüşt mabedlerinde yedi
dereceli bir âyin icra olunur ve buraya kabul olunacak kimseler mühim
imtihanlardan geçerek bu derecelerin birincisine alınırlardı. En eski
kaynaklara göre zerdüşt mezhebinin bu gizli mabedlerine kabul edilecek olanlar
evvelâ bir mağaraya sokulurlar, orada arslan, kaplan, sırtlan ve bunlara benzer
vahşi hayvanlar şekline giren saliklerin taarruzlarına uğrar ve ancak bînbir
güçlüğü aşarak mağaradan çıkarlar, fakat kapkaranlık ikinci bir mağaraya girer,
orada gök gürültülerine benziyen korkunç seslerle karşılanır, daha sonra başka
bir mağaraya daha girer ve bu suretle yedi mağarayı aştıktan ve korkudan bîtap
bir hale geldikten sonra Pîr-i Muganın huzuruna alınarak ondan mezhebin ilk
esaslarını öğrenirlerdi.
Eski Iranın din tarihne vakıf olan
Meymun oğlu zerdüşt mezhebinin bu- gizli
teşkilâtını örnek alarak ve lâzım gördüğü değişiklikleri yaparak, kendi
tarikatinin yedi derecesini şu şekilde tayin etmişti:
Müminler derecesi. Tarikata giren,
tarikatin tamamına bağlı olduğuna söz veren ve and içen her kimseye mü'min
denilirdi. Fakat bu derece, derecelerin en değersiziydi. Bu, ancak tarikata
alınmak ve tarikatin pirine el vermekten ibaretti. Mü’minler, ne olduğunu
bilmedikleri, ne yapmak istediğini anlamadıkları tarikata körü körüne müzaheret
ederler ve aldıkları enerjileri yapmağa koşarlardı. Bu birinci dereceyi
aşabilenler, tarikat hesabın vazife alanlar sırasına geçebilirlerdi.
Bunlara mükellefler denilirdi. Ve
mü’minler arasından yükselen ve vazife deruhte edenler bu ismi alırlardı.
Bunların ilk vazifesi zahirîler, yani tarikat dışında kalan kimseler arasına
sokularak onları tarikata celbetmek, celbedebilecekleri adamları bir müddet
hazırladıktan sonra bunları kendi âmirleriyle görüştürmekti. Bu işle uğraşanlar
muvaffak olurlarsa daha yüksek dereceyle yükseltilmeleri düşünülürdü.
İzinli dâîler. yani salâhiyetli
propagandacılar, bu dereceye yükselebilenler, hariçten tarikata girmek üzere
müracaat edenleri kabul ederler, onlardan imam namına biat alırlar ve mezun dâî
diye tanıtırlardı. Bunların haiz oldukları salâhiyetlerden biri tarike
girenlere ilim ve marifet kapısını açmak, onlara azar azar tarikatın sırlarım
anlatmaktır. Mü’minlerin derecesini yükseltmek bunlara aittir.
[Not: Kahvelerde
oynana Satrancı Urefa diye anılan oyun bu tür eğitimlerin yapıldığı açık
dersler gibiydi. İhramcızade]
Dâî-yi ekber. Büyük dâîler. Bunlar
izinli derecesine kadar yükselenlerin âmirleriydiler. İzinli dâîler,
mükellefler mü’minler bunların emri dairesinde harekete mecburdurlar. Dâî-yi
Ekbere, bir de kapı mânasına gelen bab denilirdi. Çünkü bu dereceye varmış
olanlar asıl kapıdan içeri girmek hakkını kazanmış olurlardı ve bu derece daha
yüksek derecelerin kapısıydı.
Daî-yi Ekber derecesinden sonra gelen
derece ve marifetin hamili olan “hüccet” den bir yudum ilim emmeğe muvaffak
olanlar derecesidir. Çocuklar nasıl annelerinin memelerinden süt emerlerse
Dâî-yi Ekberler de, bu hüccet makamına eren kimselerden öylece ilim ve marifeti
emerler. Onun için bu dereceye varanlara Zu massa, yani bir yudum emenler
derecesi denilirdi
Hüccet, ilim ve marifeti,
kendilerinden sonra gelenlere damla damla verenlere hüccet denilir. Hüccet
dinsizliğin umumî naşiridir. Kendisi bu vadide, mafevkinden aldığı marifeti,
karşısına çıkanlara telkin eder, onların idrâk ve ihatasını, zevkini ve
kabiliyetini gözetliyerek bilgisini sunar.
İmam, İmam en yüksek gayedir, imam
dogrudan doğruya Allahla temas eder ve gaybın ilmi ona bilvasıta vasıl olur. Belâg-ı
A’zam yani en yüce bildirik ve «Namûs-ı ekber» yani en sır, bu adamdır.Bu adam ise, Allahı da, dini de inkârdan başlıyarak şeyi
yapabilir. Ona mübah olmıyan hiç bir şey yoktur. Onun salahiyeti
çerçevesine girmiyen, onun emriyle harekete geçmiyen, onun arzu iradesine boyun
eğmiyen bir kuvvet bulunamaz. Onun her istediği mutlaka olur. Can, mal, ırz ve
mukadderat, onun emrine bağlıdır.
----
Meymunun oğlu tarafından kurulan
tarikatin esasları ve derece bunlardı. O da bunları tasarladıktan ve kaleme
aldıktan sonra babasının bırakmış olduğu adamlara güvenerek işe başlamış ve her
tarafa propagandacılarını göndermişti.
Esasen bu adamlar bu
maksada göre yetişmiş olan ve ne yapacaklarını bilen kimselerdi. Bunlar
herşeyden evvel temas ettikleri adam zevkini, meşrebini anlıyor, ona göre
hareket ederek onu elde etmek ne mümkünse o yoldan yürüyorlardı. Muvaffak
olamayacaklarını kestirirlerse vakit kaybetmiyerek onu bırakıp işe yarıyacak
bir adam arıyor ve onunla meşgul oluyorlardı.
Bunun için bir Dâînın (bir
propagandacının) herşeyden önce insanların içyüzlerini sezebilecek derecede
ferasetli olması şarttı, Dai bir, insanın dış görünüşüne rağmen onun hakikî
zevklerini ve temayüllerini keşfettikten sonra onu kendi arzusu dairesinde yola
getirmek için sarf edeceği zamana acımazdı. Meselâ evvelâ teması istenen adamın
ruhunda onun bile farkında olmadığı bir izi, bir meyli keşfetmek kâfiydi. Bu
keşif olunduktan sonra işin gerisi kolaydı. Şayet Dâîlerden birinin bulduğu
adam ibadete meyyal ise, Dâî evvelâ ibadete devam etmesini tavsiye eder ve ona
şu yolda hitap eder:
(Birader! Sen ne iyi, ne temiz, bir
adamsın!
Tuttuğun yol, kudsî bir yoldur.
İnsanın ruhuna sefa veren, insanın ruhunu inşirah ile doldurarak, insanın
kafasını aydınlatan bu mübarek ve mukaddes yoldan sakın ayrılma!
Yol bu yoldur. Dünyada da, ahrette de,
bu yolu tutarak mesut olursun. Benim de tuttuğum yol, ayni yoldur. Ve bu yoldan
şaşmamak en büyük gayemdir. Ben de, ibadetim uğrunda dünya işlerinin birini de
kale almam. Çünkü dünya, ahrete nazaran bir para etmez. Cenabı Hak cümlemizi bu
yoldan ayırmasın) tarzında sözler
söyler.
Fakat aradan bir müddet geçtikten
sonra Dâînin ağzı değişir ve bambaşka telkinatta bulunur:
"A birader, der,
bunca zamandır ibadet ediyorum da bir kere bile bir duamın kabul olunduğunu
görmedim. Hikmetine kurban olayım, ama bunca niyazlarım boşa gitti. Demek ki
boşuna uğraşıyoruz. Zaten Mevlânın duamıza, niyazımıza ihtiyacı yok ki.. Fakat
biz onun bizi dinliyeceğini sanarak vaktimizi dua ve ibadetle geçiriyoruz. Hâtâ
mı ediyoruz, yoksa isabet mi ediyoruz, orasını yine mevlâ bilir.”
Bu tarzda başlıyan telkinler, yavaş
yavaş ilerler, ibadetin lüzumsuzluğunu anlatmağa ve bu lüzumsuzluğu münakaşaya
varır. Günün birinde de dâî gelir ve şu sözleri söyler:
"Benim anladığım
bîrşey varsa Allahın bizim ibadetlerimize muhtaç olmadığıdır. İnsana yaraşan,
kalbini temiz tutmak ve gerisine aldırış etmemektir. Bence mesele bundan
ibarettir.”
Böylece dâî, avlamak
istediği adamı ibadetten alıkoymağa çalışır. Muvaffak olur ve bu işi de
başarırsa konuşma daha başka vadilere girer, dallandıkça budaklanır ve en
nihayet Allahı inkâr etmeyi telkin etmekte karar kılar.
Esasen dâî, ilk merhalede muvaffak
olmuş ve muhatabını ibadetten vaz geçirmiştir. Dâî bunu yaptıktan sonra: “Kardeşim, der, hele şükür, şu ibadet zahmetinden,
kendimizi kurtardık. Artık gözümüzü biraz daha açalım da şu ahret tasasından da
kendimizi kuratralım. Dünyadaki zevkler, muhabbetler ve eğlenceler bizim nemize
yetmiyor ki cennet ve cehennem rüyalariyle kendimizi avutup duruyoruz. Bırak
efendim, o masalları da şu dünyada karşılaştığımız hakikatlerle hoş bir vakit
geçirelim ve bu dünyada elimize düşen fırsatı kaçırmıyarak keyfimize bakalım.”
Şayet tarikata
alınması istenen adam Acemse ona başka bir surette hitap edilir. Ona Arapların tahakküm ve denaetinden, zulüm ve
tecebbüründen bahsolunur. Ve eski İran saltanatının, eski İran medeniyetinin
yeniden doğması için elbirliği yapmak ve Arap hâkimiyetini yıkmak lâzım
geldiğini anlatılır ve böylece millî hisleri galeyana getirilir.
Fakat ele
geçirilmesi istenilen Arapsa onan kabile asabiyetleri uyandırılır, onun bağlı
olduğu kabilenin Arapİar arasında en yüksek ve en şerefli kabile olduğu, başka kabilelerin nahak yere tanımadıkları, başa geçmesi ve
bütün mukadderatı ele geçirmesi icabeden kabile bu olduğu halde başkalarının
zulüm ve tecavüzüne uğradığı, halbuki bu kabilenin başkanlığa, padişahlığa ve
halifeliğe bütün kabilelerden daha çok lâyık olduğu anlatılır ve bu da bu
sayede avlanır.
Dâîlerin bir rolü de yeryüzünde ne
kadar büyük adam varsa, hepsini kendilerinden ve kendi tarikatlerinin
mensuplarından göstermekti. Dâîler, ancak en kuvvetli yeminler mukabilinde bazı
sırları faşederler, bunlar üzerinde münakaşalara girişirler, münakaşayı
isledikleri neticeye bağlıyamazlarsa aldıkları yeminlere güvenerek saflarının
faş olmıyacağına emin olurlar ve bu çeşit adamlarla dostlukarını idame ederek
onları da avlamak için zayıf bir anlarım beklerlerdi. Şayet bu adamlar herhangi
bir zaaflarını bunlara ifşa eder ve böylece onların yardımlarına ihtiyaç
hissederlerse, Dâîler fırsatı kaçırmaz ve onları içlerine almakla her
emellerine nail olacaklarını söylerler, yahut onları müşkül bir vaziyetten
kurtararak maksatlarına ererlerdi.
Dâîler en çok güvendikleri kimselerden
en çok taraftar kazanmayı umdukları unsur, bilhassa Mecusîlerdi; sonra Arap
olmıyan unsurlar; sonra Âraplar ve Arap içinde bilhassa Rabîa oğullarıydı. Sebebi, Hazreti Peygamberin Rabîa oğullarından değil, fakat
Mudar oğullarından olmasıydı. Rabîa oğulları ise bu yüzden Mudar oğullarına
haset! ediyor ve onları alaşağı etmek için fırsat gözetiyorlardı.
Esasen Mecusîler arasında yaşıyan,
onların içyüzünü bilen ve ister istemez Mecusîliğe karşı derin köklü hislerle
bağlı olan bu Dâîler, bütün unsurları kullanmayı biliyor ve propagandalarıyla
istedikleri istikameti veriyorlardı.
Meymnnun oğlu İranda kurduğu tarikati
kökleştirmek ve her tarafa dal budak salmak için çalıştığı sırada, onun nam ve
hesabına çalışan Osman oğlu Ferec Kâşânî Iraka gitti. Yani o zaman hüküm süren
Abbasî oğullarının saltanat merkezine girdi. Bu adam Zikreveyh namiyle maruftu.
Bu adam Irakta gizlenerek çalışmış ve bir kaç sene zarfında istediği kadar adam
toplamıştı. Ne yaptığını, nasıi çalıştığını, işlerini ve hareketlerini nasıl
idare ettiğini, bütün bunları her gözden ve her kulaktan gizli tutuğunu
anlayamadığımız bu adam, hicretin 278 senesinden itibaren evvelâ Irak muhitini,
daha sonra diğer muhitleri altüst etmeğe başlamıştı.
Onun Irakta görülen başlıca
taraftarlarından biri Nehrevan mevkiinde ikamet eden bir adamdı. Ve bu adam
dünyayı terkeden, ahretten başka bir şey düşünmeyen veya başka bir şey için
çalışmayan bir adamdı. Çünkü gece gündüz namaz kılıyor, oruç tutuyordu. Yeri
yurdu bulunmadığı için açıkta idi. Gündüzün güneş altında yatıyor, geceleyin
yer yüzünü yatak gökyüzünü yorgan ediniyordu. Fakat gelip geçenlerin hepside
ona dikkat etmekte ve onun son derece uğurlu ve tertemiz bir adam olduğunu
sanmaktaydılar. Bu yüzden buraya yolları düşenler, onun ellerini öpüyor,
hayırlı dualarını almayı cana minnet biliyorlardı. Bu adam kendisiyle
konuşanların hepsine, namazdan niyazdan bahsetmekle kalmayarak beş vakit namaz
kılmanın kâfi olmadığını, her gün elli vakit namaz kılmak lâzım geldiğini
söylüyor ve böylece bütün ömrünü ibadete vakfetmiş olduğunu belirtmek
istiyordu.
Bütün muhitin en belli başlı meşgalesi
bu adamdı. Herkes ondan bahsediyor, herkes onun nur gibi yüzünden, onun her
duasının kabul olunduğundan, onun gece gündüz ibadetle meşgul olduğundan dem
vuruyordu. Bu yüzden onu görmeğe gidenler, onun bereketinden ve duasından
istifade etmeyi umanlar çoğalmıştı. Halk, hergün onun başında toplanıyor, onu
dinliyor, onun her sözünden bir keramet ve bereket seziyordu.
Zahid, kendi mezhep ve tarikatine göre
ilk adımı muvaffakiyetle atmıştı. Bu yolda atılacak ilk adım, muhitin itimadını
kazanmak değildi, o da bunu fazlasıyla kazanmıştı. Herkes onu, Tanrıya ermiş
bir veli sayıyor, onun nasihatini dinliyor, onun duasını almak için uzaklardan
gelmeyi göze alıyordu. Bu muvaffakiyeti kazandıktan sonra ikinci adımı
atmak işten değildi. Çünkü Zahidin mevkii sağlamdı ve bir kimsenin ondan şüphe
etmesine imkân kalmamıştı. Zahid de namazdan, niyazdan bahisle kalmayarak
mevzuu biraz daha genişletti ve nübüvvet hanedanına mensup bir imam etrafında
toplanmak lüzumundan, kendisinin de buna taraftar olduğundan bahsetmeğe
başladı. Onu bu şekilde harekete sevkeden sebepler aşikârdı: Ortalık fesat
içinde yüzüyordu. Hükümet zalimdi ve her yerde iğtişaşlar kopmaktaydı. Halk rahatsızdı
ve hoşnutsuzluk içindeydi. Hükümetler ve insanlar yoldan sapıyorlardı. Her
yerde doğru yoldan sapmalar göze çarpıyor ve her muhit huzurdan mahrum
bulunuyordu. Bütün bu fesadın izalesi lâzımdı. Fakat kim çıkacak da bunlarla
uğraşacak ve insanları bu şerden kurtaracaktı? Bunu yapa, bilecek bir kimse
varsa insanların dört gözle bekledikleri Mehdi idi. Ve yalnız o, dünyayı
yeniden adalete kavuşturabilirdi ve bu Zahidlerin bahsettiği imam, bu beklenen
Mehdinin tâ kendisiydi.
Iş mühimdi ve telkinat yamandı. Halk
rahatsızdı ve ortalık huzurdan mahrumdu. Acaba bu adamın dediği doğru muydu?
Herkes bunu düşünüyor ve hükümet aleyhinde bir isyan çıkarmadan önce bastığı
tahtanın çürük olup olmadığını anlamak istiyordu.
Fakat Zahid yerli yerindeydi ve
eskisinden kat kat fazla kendini namaz ve niyaza vermişti. Gözüne uykuyu haram
etmiş, gündüzünü ve gecesini hep Allahına vermişti. Onun tam mânasiyle velî
olduğu üzerinde kimsenin şüphesi yoktu ve onun için herkes, adaklarım ona
götürüyor, herkes içini ona bağlıyor, herkes onun duası bereketiyle ber-murad
olmayı umuyordu.
Zahid, ikinci adımı da muvafafkiyetle
atmış ve muhitini kendine râmetmişti. Herkes onun doğruluğuna inanıyor ve
söylediği her sözün ruhundan fışkıran sırlı bir keramet eseri olduğunu
sanıyordu.
Zahid de işi bir adım daha ileri
götürmek zamanının hulûl etmiş olduğuna inandı ve buradaki mevkiini istismar
ederek teşkilât kusmak ihtiyacını hissetti ve esasen kendisine inanan bir muhit
içinde bulunduğu içir bunu kolaylıkla başardı.
Çünkü bütün muhit onun müridleriyle
dolu idi. O da bunlardan on iki kişiyi seçti ve bunların birer birer “Nakib”
olduğunu söyledi ve bu nakibleri yetiştirmeğe koyuldu. Sonra meclisine devam eden ve kendisini görmeğe gelenlerden
herbirinin yılda bir altın getirmesini söyledi ve Zahidin başına altınlar
yağmağa başladı. Herkes hissesine düşen altını yetiştirmek için derin bir
istekle hareket ediyor ve komşularıyla yarış edercesine koşuyordu. Fakat zahid
bu altınlarla ne yapacaktı?
Bunu sormak kimsenin aklından
geçmiyordu. Hem ne diye geçsin?
Hangisinin Zahide itimadı yoktu ve
hangisi onun güzel niyetinden şüphe edebilirdi?
Fakat Zahid bu şüpheye de yer
bırakmamış ve akıllarından geçmesi muhtemel olan suale peşinden cevap vermişti.
Bu altınlar, Mehdi olan imam içindi Mehdi, neredeyse zuhur edecekti ve zuhur
ettiği zaman tebaasıanı harekete geçirmek için paraya muhtaçtı. Bu para ise
onun için, onun faali, yetini temin için, onun dünyayı adalet ve huzura
kavuşturması için toplanıyor ve hazırlanıyordu.
Zahid bu adımında da muvaffak olmuştu.
Çünkü itimadı inanç dererecesine yükseltmiş ve herkesin inancını istismara
başlamıştı. Hele bütün bunları kurulu ve kuvvetli bir hükümetin gözü önünde hiç
bir şüphe uyandırmadan yapmaya muvaffak olmak apayrı bir başarıydı.
Zahidin burada en çok
itimat ettiği adam, gözlerinin içi kırmızı olduğundan “Kırmıtî” [Karmatî] diye
tanılan biriydi.Bu adam onun
yakın dostuydu ve onun namına her şeyi yapmıya salahiyetliydi. Kırmıt, onun
namına her yere gidiyor, altınları topluyor, onun telkinatını neşrediyor, onan
kerametlerinden bahsederek halkın kulağını dolduruyordu.
Fakat Zahidin işi ayni mahremiyet
içinde yürümedi. Gerçi Zahid, İşini bir hayli ilerletmişti ve muhiti iyiden
iyiye eline almıştı, fakat günün birinde bu havalide arazi sahibi olan büyük
bir adamın yolu bu tarafa düşmüş ve köylülerin işi gücü bırakarak kendilerini
ibadet ve riyazete verdiklerine dikkat etmiş ve bunun sebebini merak ederek işi
incelemişti. Köylüler, hık mık demişler, işin içyüzünü saklamak istemişler,
fakat Heysem adındaki bu emir vaziyeti anlamak için ısrar etmiş, verilen
ifadeleri derinleştirmiş, en nihayet Zâhid kılıklı adamın bu hale sebep
olduğunu anlamış ve üstelik keyfiyeti hükümete bildirmişti. Hükümet, bu işten
haber alır almaz vaziyete el koymuş, Zahidi tevkif ederek tahkikatı derinleştirmek
istemişti.
Hükümet ile hâkimler bu adam üzerinde
durarak onun ne yaptığını ve ne söylediğini araştırmışlar, Zâhidin, Mehdîlik
iddiasiyle ortaya çıkacak bir imam namına para topladığını ve propagandalar
yaptığını tesbit etmişler ve bu adamın vücudunu izaleye karar vermişlerdi.
Mesele halle, dilmek üzereydi. Fakat hâlkın, bu beklenen Mehdî namusa harekete
geçen adamı elden kaçırmamak, yahut onun bir takım dostları tarafından
kaçırılmasına ve kurtarılmasına imkân vermemek istiyordu. Onun için bu Zâhidi,
kendi evinde hapsetmek ve sabahleyin cellâda teslim etmek istedi. Bana karar
veren hâkim, Zahidi alıp evine götürdü ve bir odaya kapadı. Ayni gece hâkimin
evinde bir toplantı yapılmış ve bir ziyafet verilmişti. Ziyafette fazla içki
içilmiş, nihayet hâkim yatak odasına çekilmiş ve mahut Zahidin mahpus olduğu
odanın anahtarını yastığının altına koyarak uyumuştu.
Fakat Zâhid de bunca yılı boş
geçirmemiş bulunuyordu. Taraftarları çoktu ve hâkimin evi içinde de onun
veliliğine zâhidliğine inananlar bulunuyordu. Onun için hâkimin sızarak uyuması
üzerine, cariyeler Zahidi kaçırmak ve ölümden kurtarmak istediler ve bunun
için, bütün dünya ile alâkasını kesmiş gibi uyuyan hâkimin odasına girerek
anahtarı almayı ve Zâhidi kurtarmayı tasarladılar.
Gece yarısından sonra herkes uyumuştu.
Hâkimin en çok sevdiği cariyelerden biri odasına girdi. Yastığının altından
anahtarı aldı, Zâhidin mahpus olduğu odayı açtı ve onu salıverdi. Zâhid hemen
çıkmış ve diğer cariyelerin yardımiyle saraydan çıkarak selâmete ermişti. Fakat
onu salıveren cariye odayı tekrar kilitlemiş ve anahtarı yine hâkimin yastığı
altına koymuştu.
Ertesi gün hükümet konağında erkenden
hazırlıklar yapıldığı ve ahali erkenden toplandığı için cellât ile askerler
hâkimin konağına gelip mahkûmu alıp götürmek istediler. Hâkim uyanmış ve
anahtarı alarak muhafızlarıyla birlikte Zahidin mahpus olduğu odaya gitmiş,
odayı açmış, fakat Zâhidin sırra kadem bastığını görmüştü.
Hâkim Zâhidin kaçmış olduğuna inanarak
takibatı yenilemek istediyse de hâdise şayi olmuş, Zâhidin kilitli bir odadan
uçup gittiği söylenmiş, bu da halkın Zahide karşı inanını kat kat
kuvvetlendirmişti. Hâdise, harikulâde bir keramet sayılmış ve halkı Zâhidin
beşer üstünü kuvvetlerine inandırmıştı.
Zâhid, tam yakayı ele verdiği sırada
vaziyetinin büsbütün düzelmiş ve işinin kolaylaşmış olduğunu görüyordu. Çünkü
ortalığa yayılan bir şayiaya göre Zâhid kanatlanarak uçmuş ve ölümden
kurtulmuştu.
Zâhid bir kaç gün saklandıktan sonra
Kufe’nin bir başka muhitinde görünerek Kırmıt adlı adamıyla görüşmüş, ona ve
arkadaşlarına Kırmıtı burada bıraktığını, onun sözüne ve irşadına göre hareket
edilmesini tavsiye etmiş, sonra birden bire kaybolmuş ve bir daha görünmemişti.
Çünkü göründüğü takdirde iki kayba birden uğrardı. Birincisi kendisini
araştıran hükümetin eline düşmek, ve bir daha kurtulamamak, İkincisi halk
arasında harikulade kudretlerine dair bıraktığı şöhreti kaybetmek ve böylece
haleflerinin vaziyetini güçleştirmek.
Zâhid bunları iyi hesapladığı için
Kırmıtı ve birkaç arkadaşını görüp bunlara talimat verdikten sonra ortadan
kaybolmuş ve bir daha bu havalide görülmemişti (Bütiin bu vakalar İbn-ül-Esir
ile Ibn-ı Haldun’un tarihlerinden alınmıştır.).
Kırmıt’ın selefi olan Zâhid, acaba
Zikreveyh’in kendisi miydi, yoksa adamlarından biri miydi?
Bu cihet belli değildir. Fakat Meymun
oğlunun bu adamı, hakikaten muvaffak olmuş, yaman bir teşekkülün temellerini
atmış ve Kırmıtın çok müsait şartlar içinde çalışmasını temin etmiştir. Kırmıt
asıl maksada hizmet etmek için, selefinin hazırladığı cemaati, derecelere
ayırmış, her derece sahiplerine işler ve vazifeler vermiş ve bunlara
birbirinden ayrı telkinatta bulunmuştu. Onun adamları derece bakımından
yükseldikçe zühd ve takvayı bırakarak yavaş yavaş dini ihmal ediyor ve en
yüksek derecelere vardıkları zaman kendilerine her şeyin mübah olduğu
bildiriliyordu. Bunlar, bu sayede her istediklerini yapıyor ve kendilerini
ahlâkî ve İçtimaî her kayıttan üstün sayıyorlardı. Cemiyetin nesi varsa bunlara
aitti. Hattâ garplı bir ilim adamının anlatışına göre: “Kırmıt tasarruf
hakkını kaldırmış, sonra yapmak istediği komünizme en çirkin şekli vererek
kadınları da orta malı saymış ve bunları da umumîleştirmişti.”
Ayni garplı müdekkık diyor ki:
“Kırmıtın tasarruf hakkını ilga
etmesini bütün dâîleri de kabul etmiş olduklarından Kırmıt bir gece
kadınları toplamış ve her erkeğin istediği kadınla yatmasını söylemişti.
Ona göre samimiyetin en yüksek derecesi, kardeşliğin en ileri şekli buydu. Bu
yüzden bu adamlar, kendilerini ziyaret eden arkadaşlarını hoşnut etmek için
karılarını da onlara takdim ederler, misafirlerin karıları ile yatmalarını,
misafirperverliğin icaplarından sayarlardı. Tabiîdir ki bu vaziyete düşen
adamlarda âr ve ahlâk hissinden eser kalmaz. Nitekim bunlar da namaz, niyaz ve
her çeşit ibadeti terkettikten sonra kendilerini çapulculuğa ve eşkıyalığa
vermişler, hiç bir cinayeti irtikâp etmekten çekinmemişler ve tarihte kanlı bir
iz bırakmışlardır.” (Syvestre de Sacy.).
Müverrih İbn -ül. Esir de,
Kırmıtîliğin Bahreyn havalisinde yayılmasından bahsederken De Sacy’yi teyit
edecek hadiseleri kaydeder.
Hicretin 281 nci yılında Bahreyn’de
bir adam zuhur ederek beklenen Mehdi’nin adamı olduğunu söylemiş, Mehdi’nin
yakında zuhur edeceğini bildirmiş, daha sonra bir müddet kaybolarak geri
döndüğü zaman halktan mallarının beşte birin istemiş ve bunun Mehdiye ait
olduğunu anlatmıştı. Ahalinin bir kısmı, Mehdi tarafından geldiğini söyliyen bu
adama itaat etmiş, ve Yahya adında olan bu adama bir sürü mallar vermişlerdi.
Yahya, bu malları bu havalide Cennabi
nâmında olan bir adama bırakarak gitmiş, fakat Yahya, Cennabi’nin evine gittiği
zaman bu adam, ona karısını sunmuş, ve karısının ona karşı herhangi bir
muhalefette bulunmamasını istemişti.
Kırmrtîlerin bu hali, onların
“Mezdekîlik” tesiri altında olduklarım apaçık gösteriyor.
İslâmiyetin zuhurundan mukaddem ve
Milâdın 437 nci yılında Iran, da zuhur eden Mezdek ikiliğe dayanan bir mezhep
vücude getirerek insanların müsavî bir surette yaşamaları gerekleştiğini
söylemiş, müsavaatın yalnız mal üzerinde değil, kadınlar üzerinde de tatbikini
iltizam etmiş, insanlar arasında kopan düşmanlıkların re vukubulan
muharebelerin para ve kadın hirsiyle vukubulduğunu söyliyerek kadınları orta
malı olarak ilân etmiş ve bütün mallara da ayni muameleyi tatbik etmişti. Onun en esaslı itikadı şu idi:
“İnsanlar nasıl su ve
ateş gibi şeyleri yalnız serbest ve müşterek bir surette kullanıyorlarsa başka
her şeyi de ayni şeklide ve müşterek bir surette kullanmaları icap eder.” [Şehristanî’nin Milel ve Nihal’inden,]
Mezdekin kendi, daha sonra arkadaşları
bu şekilde hareket etmişler, zenginlerin mallarım alarak fukaraya verdikleri
gibi kadınları toplayarak ayni şekilde dağıtmışlar, bu sayede bütün ayak
takımını başlama toplamışlardı. Bunlar rastgele şunun bunun evine girerler,
evdeki mallan ve kadınları toplar, bunları müstahak olanlara dağıtacaklarını
söyliyerek giderlerdi. İran hükümdarı Kubad bunlara baş eğmek zorunda
kalmış, fakat bir müddet sonra insanlar evlâtlarını tanımaz olmuşlar ve bir
kimsenin elinde en kuru ihtiyaçtan fazlasını temin edecek bir habbe kalmamıştı.
[lbn-i Cerir-i
Taberi tarihinden.
Mezdek’in mezhebi İranda bir müddet
yaşamış, nihaye Kubad bunlara karşı bir katliâm tertip etmiş ve bunların kökünü
kıracak derecede şiddet göstermişti. Buna rağmen Mezdekîlik yaşamış ve
İslâmiyetin zuhurundan sonra dahi Kerman havalisinde izleri kalmışta [3] İbn Havkal ve İstahri.].
Meymun oğlu her şeyden fazla bu
mezhebin tesiri altında kalmış ve onun dâileri ayni yolu tutmuşlardı.
Kırmitî’Ier nâmına bu mezhebi yaymağa
çalıştığını yukarıda gösterdiğimiz Yahya, Zikreveyhin oğlu idi ve bu adam
korkunç bir çete vücude getirmişti ve bu çetenin işi gücü durmadan yağmacılık
etmek, kan dökmek, ve ortalığa dehşet salmaktı.
Fakat Kırmıtî’lerin işi gücü yalnız
eşkiyaîık değildi; bir taraftan da mezheplerini yaymağa ehemmiyet veriyor ve
bunun için geniş bir propaganda faaîyetlerinde bulunuyorlardı. Bilhassa işin bu
safhasını Zikreveyh’in üç oğlu Yahya, Hüseyin ve Ali idare etmekte idiler.
Zikrevey. hin kendisi ise bir kimseye görünmüyor, ve bu işleri perde arkasından
İdare etmeyi tercih ediyor ye bunu bir maksat gözeterek yapıyordu. Onunla
yalnız bir kaç kişi temas ediyor ve yalnız onlar, nerede ikamet ettiğini ve ne
yaptığını biliyorlardı.
Zikreveyh’in oğulları İmam İsmail’in
torunlarından olduklarını iddia ederek başlama topladıktan çetelerle basan
Basraya bazan Şama, basan Küfeye doğru
sarkıyor ve buralarda ellerine geçenleri öldürdükten başka mallarını da alıp
dönüyorlardı.
Hicretin 289 uncu yılında Zikreveyh’in
oğlu Yahya. İraktan ve çölden topladığı haydutlarla Sam şehrine saldırmış, Şam
Emiri Tuğuç onlara karşı koymuştu. Fakat Tuğuç kuvvetleri, bu haydutları
ortadan kaldırmağa kâfi gelmemiş, Tuğuç bunlarla bir kaç kere savaştıktan ve
yenildikten sonra ancak büyük kuvvetler kullanarak haklarından gelebileceğini
anlamış ve ona göre hazırlıklar yapmağa başlamıştı.
Kırmıtîİer 290 yılında Şamı tekrar
muhasara etmişler, fakat Bağdat ve Mısırdan yetişen kuvvetlerin yardımı
sayesinde kırılmışlar, üstelik başlarındaki Yahya da maktul düşmüştü.
Fakat bu mağlûbiyet, Kırmıtî’lerin
gözlerini yıldırmaktan çok uzaktı. Zikreveyh’in oğlu Yahya’nın maktul
düşmesinden sonra onun ikinci oğlu Hüseyin bunların başına geçmiş ve yeniden
şekavete girişmişti. Şama karşı vukubulan yeni akın o derece şiddetli idi ki
Şamlılar baştanbaşa kılıçtan geçmemek için her yıl 300,000 altın vergi vermeyi
kabul etmişler ve Kırmıtîler bu mühim ganimeti elde ettikten sonra Humusa
ilerlemişler ve şehri zaptetmişlerdi. Humusun camilerinde hutbeler eşkıya
Hüseyin nâmına okunmuş, hattâ bu adam, ‘'Mehdi” unvaniyle de tebcil ed’lmişti.
Kırmıtîler Şamı ve Humusu yağma
ettikten sonra Hamaya gitmişler, burasını da zaptederek Maarra ve Selemye’yi
ele geçirmişler, ve rastgeldikleri insanları kılıçtan geçirmekle ikifa
etmiyerek bütün hayvanları da kesmişlerdi.
Bu feci vaziyet karşısında harekete
geçmek zorunu hisseden Bağdat hükümeti, Musul’dan Halep yoluyla yardımda
bulunmak istemiş, fakat Kırmıtîlerin Mehdi’si bu kavveti de basmış, onu da çil
yavrusu gibi dağıtmış, Bağdadın gönderdiği kuvvetler, onun hamleleri karşısında
erimişti. Nihayet Mısırdan gelen büyük bir kuvvet, Mehdilik iddiasında bulunan
Hüseyin ile başlıca adamlarını yakalayarak Bağdada göndermiş, bunların hepsi de
orada idam edilmişlerdi.
Bu şiddetli hareket Kırmıtîleri
sarsmış, dağıtmış, fakat onları imha etmemişti. Çünkü bizzat Zikreveyh sağdı ve
onun bir üçüncü oğlu da vardı. Ali nâmında olan bu oğul, maktul düşen
kardeşlerinden farksızdı. Fakat Ali, kardeşleri gibi Şam ve Kûfeve musallat
olmayarak istikametini değiştirdi ve Yemene hücum ederek burasını ele geçirdi.
Yemenin imdadına yetişecek, onu bu şekavet şebekesinin elinden ve zulmünden
kurtaracak bir kimse yoktu.
Ali Yemeni istilâ ederek baştanbaşa
hâkim oluyorken babası Zikreveyh de başka adamlar kıllanarak Şama karşı
akınlarına devam ediyor ve ortalığı allak bullak ederek huzur ve emniyet nâmına
bir şey bırakmıyordu.
Zikreveyh’in hedefi, Meymun oğlunun
özlediği gayeyi gerçekleştirmek ve bir devlet kurmaktı. Oğullarını, birer birer
bn maksat uğurunda harcamış, döktüğü bütün kanları hep bu maksat uğurunda
dökmüştü.
Zikreveyh, 291 yıluda bu maksada doğru
kesin bir adım atmak kararını verdi. Çünkü yirmi yıllık çalışmalarının
semeresini almak ve neticeye varmak istiyordu.
Meymun oğlunun özlediği devleti kurmak
için Bağdat saltanatına ezici bir darbe indirmek, onu sarsmak ve yıkmak, sonra
onun yerini tutmak icab ediyordu. Zikreveyh, bunu yapmak için 291 yılında
hazırlanmış ve müridlerinden “Kasım” i bu işe memur etmişti. Kasım, evvelâ Küfe
şehrini zaptedecek, burada Zikreveyh’in mehdiliğini ilân edecek, ve burasını
yeni devletin merkezi olarak gösterecekti.
Zikreveyh, gerçi yirmi seneden beri bu
havalide çalışıyor, her hareketi o idare ediyor, her hamleyi o tertip ediyor,
fakat onun kim olduğunu ve nerede bulunduğunu ancak birkaç kişi biliyordu.
Bunlar onun en mutemet adamları ve en yakın arkadaşlarıydılar. Fakat Zikreveyh
bu defa harbe iştirak edecek, askerleriyle birlikte bulunacaktı. Bu yüzden
muvaffak olmak kesin bir zarurteti. Ona göre tertibat alınmış, her yerdeki
Kırmıtîler’e haber gönderilerek hazır bulunmaları bildirilmiş ve Kırmıtîler’in
Bağdat’da öldürülen mehdinin, yani Zikrevyh’in oğlu Hüseyinin intikamı
alınacağı ilân olunmuştu.
Hazırlıklar tamamlandıktan sonra
yapılacak en mühim iş, Zikreveyh’î meydana çıkarmak ve ona kavuşmaktı. Çünkü
onun nerede bulunduğunu bilen bir kimse yoktu ve Zikreveyh bu sırrı, gizli
tutmağa en büyük ehemmiyeti vermişti.
Onun bulunduğu yer, Durirye mevkine
yakın yeraltı bir indi. İn özerine demir bir kapı kapanık, ve üzerine toprak
yığılıyor ve inin izî kayboluyordu. Zikreveyh, ele düşmekten korktuğu zaman bu
ine girer, en yakın dostları ve sırdaşlarının kapısını kapayarak üzerine toprak
yığar ve giderler, sonra karılarım bu tarafa göndererek burada çamaşır
yıkamalarım, hamur yoğurmalarım söylerler, kalınlar da bu işlerle meşgul olarak
Zikreveyh’in gizlendiği yerin göze çarpmamasına hizmet ederlerdi. Fakat
bunların biri de hangi maksada lizmet etmekte olduğunu bilmezdi.
Kırmıtîler’in reisleri tarafından
alınan bu tedbirlerden sonra yerin altında bir yanar dağdan daha tehlikeli,
yılanlardan daha zehirli bir adam bulunduğu anlaşılmazdı.
Fakat Zikreveyh, bu defa ininden
çıkacaktı. Çünkü kesin bir zafer kazanacağına ve kurmak istediği devletin
temellerini atarak sağlamlayacağına inanıyordu. Onun için merasimle ortaya
çıkacak ve bütün müritlerine kavuşarak harbe çıkacaktı.
Bu karar verilmiş olduğu için
Zikreveyh’in en bellibaşlı adamları, bütün müritleriyle birlikte yeraltındaki
inin bulunduğu yere gelmişler, demir kapının nerede bulunduğunu biliyormuş gibi
davranarak öteberiyi araştırmışlar, nihayet bulmuşlar, kapının üstündeki
taşları, topraklan kaldırmışlar ve kapıyı açmak için hazırlanmışlardı.
Kırmîtîler’in, pek azı müstesna olmak
üzere, hemen hepsi de bu demir kapının açılması üzerine bir mucize ile
karşılaşacaklarına inanıyorlardı, Çünkü beklenen mehdi buradaydı ve yemeden
içmeden, hava almadan burada yaşıyordu. Beklenen kurtarıcı buradan çıkacak ve
tebaası onu karşılayacak, onun kumandası altında hareket edecek, onunla birlikte
büyük zaferler kazanacaktı.
Ortalığı kaplayan heyecanı tasavvur
etmek mümkündür. Kimi soluk almadan bekliyor, kimi titriyerek bekliyor, kimi
heyecana kapılarak naralar atıyor, kimi
sar’alar geçiriyor, kimi hüngür hüngür ağlıyordu.
Hazırlıklar çok mükemmeldi ve hadise
tertip edildiği şekilde cereyan ediyordu. Demir kapı meydana çıktıktan sonra
kapının tokmağın arıyanlar da titremeğe ve korkmağa başladılar.
Tokmak da bulunduktan sonra buna
sarılarak kapıyı açmaktan başka bir şey kalmamıştı.
Müridler, Dâîler, Halifeler, Nakipler
bir dakika sonra mezarından çıkacak dipdiri bir ölü ile karşılaşmak üzere
bulunduklarını hatırlayarak büyük mehdiyi, beklenen kurtarıcıyı selâmlamak için
hazırlandılar. Ve baş Dâînin
verdiği bir emir üzerine üç beş adam kapının tokmağına sarılmışlar ve kapıyı
açmışlardı.
Fakat bir kimse de içeri bakmağa
cesaret edemiyor, herkes soluk almadan bekliyordu. Birkaç saniye, bir ömürden
daha uzun gibiydi. Fakat bekleme devresi uzamadı. Çünkü bembeyaz bir hayaletin
in kapısına, doğru geldiği görülmüş ve bunu görenlerin hepsi daha fazla bakmağa
dayanamıyarak yere kapanmışlar ve onun gelmesini, aralarına karışmasını
beklemişlerdi. Yere kapananların hepsi de mucizenin tesiri altındaydılar ve
hepsi de müthiş nöbetler geçiriyorlardı.
İnden çıkan beyaz adamın ilk verdiği
emir, bütün tebaasını ayağa kalkmağa davetti. Hepsi de, kalktılar, eline
ayağına sarıldılar, başlarının üzerinde taşıdılar ve hep birden:
— Ya
Veliyyullah! diye bağırdılar.
Zikreveyh adamlarını güçlükle teskin
etti. Herkes beklenen Mehdiye kavuşmanın verdiği bahtiyarlık içinde idi ve
Mehdinin vereceği emirleri bekliyordu. Bu adamın her isteği, muhakkak ki
vapılacaktı ve bu adam uğurunda herkes malını, canım, seve seve feda edecekti.
Zikreveyh bunu bildiği için, ilk emirlerini vermekte gecikmedi. Hareket hemen
başlayacaktı ve Küfenin üzerine yürüyen kuvvetler, Mehdi Hüseyin’nin, yâni
kendi oğlunun intikamını alacaktı.
Hareket başlamıştı. Zikreveyh uğradığı
her yerdeki taraftarlarıyla görüşüyor ve her yerde onun mezardan nasıl çıktığı
anlatılarak hayretler uyandırıyordu. Zikreveyh yol üzerindeki tebaasiyle
görüşmüş ve bunlara hepsi de onun uğurunda can vermek için and içmişlerdi.
Şu var ki herkes bu adamın uğurunda
her şeyi yapmak ve her fedakârlığı göze almak için and içtiği ve yemin ettiği
halde onan yüzünü gören ve ne biçim bir adam olduğunu anlayan bir kimse yoktu.
Çünkü Zikreveyh, daima yüzü kapalı dolaşıyor ve müridleri yalnız onun gözlerini
görebiliyorlardı. Fakat bu gözlere bakmağa cesaret eden de yok gibi idi.
Zikreveyh mezarından dipdiri çıkmış
olduğunu yüzlerce kişi anlattığı için, bu haber şimşek süratiyle yayılmış, bu
da Kırmıtîler lehinde büyük bir tesir yapmıştı. Çok yakını mazinin felâketleri
ve mağlûbiyetleri unutulmuş, ve bu harikâlâde hâdise zihinleri doldurmuştu.
Bilhassa Kırmırtîlerin mânevi kuvvetleri büsbütün dirilmiş ve bunların her biri
kendini bir dev, bir zebani kuvvetinde hissetmeğe başlamıştı. Bunların her biri
Mehdinin bayrağı altında dövüşmeyi, en büyük bahtiyarlık sayıyor ve onun emri
uğurunda ölmeyi cana minnet biliyorlardı.
Zikreveyh’in de kendini hakîkaten
mezardan çıkmış göstermek istemesinin gayesi, herkesin ona canla başla
bağlanması, onun emirlerine semavî bir kudsiyet vermesi ve her güçlüğü istihkar
ederek dövüşmesi idi. Kendisi harikulâde bir hile ile buna muvaffak olmuş ve
koca bir kitleyi istediği yola götürmek, istediği gibi kullanmak imkânını elde
etmişti...
Bağdat hükümetinin vaziyeti anlayıp
anlayamadığı pek belli değildi. Fakat Kırmıtîlerin hazırlığı göze çarpmayacak
hududu çoktan aşmıştı. Bu yüzden hükümet te bir şeyler sezinlemiş ve
hazırlıksız bir halde avlanmamak için bir takım tedbirler almıştı. Kırmıtîleri
gözetlemek ve hare, ketlerine karşı koymak işi Sortokin oğlu Vasıfa verilmişti.
Sortekin oğlu da düşmanın ne yapmak istediğim anlamağa çalışmış, onun bir takım
hazırlıklar yaptığını haber almakla beraber maksat ve gayesini öğrenememişti.
Çok geçmeden Kırmitîlerin Suvan’a doğru ilerlemekte olduklarına dair haberler
gelmiş, Sortekin oğlu da bunları karşılamak üzere hareket etmişti.
Göze çarpan bir nokta Kırnıtîlerin
hükümet kuvvetleriyle karşılaştıkları zaman:
— Ya
Hüseyin! Ya Hüseyin! diye bağırmaları idi.
İrak halkının hâtırasını hürmetle
andıkları bir Hüseyin vardı ki Hazreti Peygamberin torunu idi. Ve Kerbelâda
şehit olmuştu, Irak halkı onun hâtırasına çok bağlı idiler ve onun adı
anıldıkça ürpermeler geçirmekten hali kalmazlardı. Onun için Hazreti Hüseyin
adına vuku bulacak her hangi hareket, buradaki halkın umumî teveccühünü
kazanmağa namzetti. Fakat Kırmıtîlerin Hüseyini,
bu Hüseyin değildi. Daha önce söylediğimiz gibi bu Hüseyin, Zikreveyhin ikinci
oğlu olup yakalanan ve idam olunan Hüseyindi.Fakat
Kırnıtîler, hem halkın Hazreti Hüseyine kadar muhabbetini istismar etmek, hem
kendi taraftarlarını coşturmak istemişlerdi.
[Not: Bu bilgiye dikkat
edelim. Komplo kurucuların istismar edişlerine güzel örnek.]
Sortekin oğlu, Kırmıtîlerin kuvvetleri
ve maksatları hakkında malûmat almak için sağa sola adamlar gönderildiği gibi
her yerde casuslar bulunduran ve taraftarları bulunan Zikreveyh de hasmı
hakkında kâfi derecede malûmat almış ve ona göre tedbir düşünmüştü. Kendisi
mutlaka harbi kazanmak zorunda idi. Fakat düşmanla yalnız doğrudan doğruya
karşılaştığı takdirde belki de muvaffak olamazdı. Onun için düş. mana karşı bir
tuzak hazırlamak lâzım olduğuna karar verdi ve düşmanlarını bu tuzağa
düşürmekle harbi kazanacağına hükmetti. Zikreveyh, bunun üzerine, cephe
gerisindeki adamlarına haberler göndererek muharebenin başlaması üzerine
hükümet kuvvetlerine geriden taarruz için hazırlıklar yapmalarını ve vaziyeti
kollayarak hareket etmelerini emretti. Bunlar da ona göre hareket ettiler ve
hazırlandılar.
Hâdiseler Zikreveyh’in arzusu
dairesinde cereyan etti. Fakat Zikre, veyh ile Sortekin’in askerleri tutuşur tutuşmaz
hükümet kuvvetleri üstünlüğünü hissettirmiş, Kırmıtîlerin safları evvelâ
sarsılmış, daha sonra erimeğe başlamıştı. Hükümet kuvvetlerinin galip gelmesine
ramak kalmıştı. Fakat tam bu sırada ortalık toza dumana katılmış ve
Kırmıtîlerin arkadan gelen kuvveti harbe iştirak etmişler, Türk kumandanı ile
askerleri iki ateş arasında kalmışlar ve bu yüzden vaziyet büsbütün değişmiş,
iki ateş arasında kalan hükümet kuvvetleri baştanbaşa kılıçtan geçmiş hale
gelmişlerdi. Sortekin’in kendisi ile bir kaç askeri güç elâ kurtulabilmişler,
fakat askerlerinden 1500 a dövüşe dövüşe ölmüşlerdi.
Kırmıtîlerin bu muvaffakiyeti onları
yalnız maddeten değil, mânen de kuvvetlend rdi. Çünkü Kırmıtîleır bu zaferin
şerefini, mezarından çıkan Mehdinin büyük bir kerameti sayıyor ve onun
etrafında canlı bir duvar teşkil ediyorlardı. Harp meydanında ölen hükümet
askerlerinin silâhlan da Kırmıtîlere kalmış, bu da onların silâhlarını
çoğaltmış ve maksada doğru adım atmalarını kolaylaştırmıştı.
Bu zaferi kazanmak Kırmıtîleri iyiden
iyiye şımartmış ve bunlar Hac ayların da yol keserek Hacca giden Müslümanları
öldürüyor, yol üzerindeki kuyuları insan Ieşleriyle dolduruyor, rastgeldikleri
kadınları esir ederek kendi yurtlarına götürüyorlardı. Gerçi Bağdat hükümeti
bunlarla uğraşmağa devam etmekte idi. Fakat bunların hakkından gelemiyor,
köklerini kıramıyordu. Bir kere hükümet yirmi bin kişilik bir kuvvet göndermiş,
bu kuvvet Kırmıtîlerle dövüşmüş, fakat bunların maharetle idare ettikleri bir
hareket neticesinde susuz bir sahaya atılmışlar ve susuzluktan mahvolmuşlardı.
Buna rağmen Zikreveyh kurmak istediği
devleti kuramamış ve Küfeyi zaptedememişti. Fakat muhakkak ki devletin başına
musallat olan bir felâketti. Onunla adamları, ortalığa dehşet salmış, bütün
yollarda emniyet nâmına bir iz bırakmamıştı. Fakat bütün bunların Zikreveyh’i
yıldırdığını sanırsak yanılırız. Çünkü mutlaka bir devlet kurmak azmin- de idi
ve bu rüyayı gerçekleştirmek onun sarsılmayan emeli idi.
Öte taraftan Sortekin oğlu, uğradığı
mağlûbiyetin intikamım unutmamıştı ve intikamını almak için durmadan
hazırlanıyordu. 294 yılının Rebiülevvel ayında bu hazırlıklar tamamlanmıştı ve
Sortekin oğlu hareket etmişti. Kırmıtîler yine eski oyunu oynamak ve yine onu
tuzağa düşürmek istediler. Fakat Sortekin arkasını korumak için tedbir almıştı,
iki taraf karşılaştığı zaman Kırmıtîler orakla biçilir gibi imha edilmiş ve bir
kaç hamleden sonra safları âdeta erimişti.
Kırmıtîlerin en belli başlı hedefleri
Mehdilerini kurtarmak olduğu için bir aralık onun etrafında toplanmışlar,
mezbuhane bir gayret sarfetmişler, fakat muvaffak olamamışlardı. Meymun oğlunun
özlediği saltanatı kurmayı ve zamanın Mehdisi tanınmayı uman Zikreveyh, harp
meydanında yaralanmış, bütün akrabası, karısı, kâtibi ve dâileri ile birlikte
yakalanarak esir edilmişti.
Zikreveyh Bağdada götürüldüğü sırada
yarasından fazla kan akması yüzünden ölmüş, fakat buna rağmen Bağdata kadar
götürülmüş ve arkadaşlarıyla birlikte idam edilmişti. Zikreveyh’in şekaveti
ortalığı o derece yıldırmıştı ki, herkesin içinde emniyet hissini az çok
sağlamlamak için kellesi her yerde dolaştırılmış ve tâ Horasana kadar
gönderilmiş ve ancak ondan sonra herkes onun öldürülmüş olduğuna inanmıştı.
Zikreveyh’in öldürülmesi Kırmıtîleri
fena halde sarsmış ve onları âdeta yere sermişti. Fakat köklerini kırmamıştı.
Zikreveyh’in ölümünden sonra onun
Bahreyn’deki dâîlerinden Cennabi Kırmıtîlerin başına geçmiş, ve bir kaç sene
içinde bunları tekrar diriltmeğe muvaffak olmuş, bu yüzden Kırmıtîler yine
Basraya karşı akınlarına başlamışlardı.Ancak
301 yılında, kimin teşvikiyle hareket ettiği anlaşılmıyan bir uşak, Cennabi’yi
hamamda yıkandığı sırada, öldürmüş Cennabiden sonra oğlu Ebu Tahir,
Kırmıtîlerin başına geçmiş ve seleflerinin yapmadıklarını, yaparak ve irtikâp
etmediklerini irtikâp ederek dünyanın başına belâ kesilmişti.
Ebu Tahir, Basraya hücum etmiş, Bağdat
halifesi Muktedirin askerlerini perişan etmiş, ortalığı soyup soğana çevirmiş,
fakat bu kadarla kalmayarak 311 yılında Mekkeye giden Hacıları pususuna
düşürerek Haremi Şerifi soymak üzere hareket etmişti. Fakat Ebu Tahir, bu yıl
içinde buna muvaffak olmamış ise de Hüccacı kılıçtan geçirmiş, sonra Küfe
şehrini zaptederek altı gün burasım yağma etmekle meşgul olmuş, ve Küfe şehri
baştanbaşa boşalmıştı.
Ebu Tahir ertesi yıl içinde Bağdadı
tehdit etmeğe başladı. Ve bu yüzden büyük servetler kazanmağa muvaffak oldu.
Gerçi Ebu Tahirin askerleri bir kaç binden ibaretti; fakat bu bir kaç bin
asker, Halifenin yüzbinlerce askerini âciz bırakıyor ve bütün hükümetini
şaşırtıyordu.
Bu sergerdenin asit irtikâp etmek
istediği cinayet 317 yılında vuku buldu. Hüccac, Mekkede toplanmış ve dinî
farizanın ifasına başlamışlardı. Âdet olduğu üzere hüccac Arafata çıkmışlar,
Arafatta durmuşlar, sonra Mekkeye dönmek üzere hareket etmişlerdi. Bütün hüccac
işte bu sırada Kırmıtîlerin tecavüzüne uğramışlardı. Hemen hemen bütün hüccac
kılıçtan geçirilmiş ve hepsi de soyulmuşlardı. Haremi Şerife iltica eden
hacılar dahi öldürülmüş, hattâ Kâbenin içine girmeğe imkân bulan bir kaç kişi
bile mabedin içinde öldürülmüşlerdi. Hacıların cesetleri Zemzem kuyusunun içine
de atılmış, daha sonra Ebu Tahir Haceri Esved’i ve Kâbenin kapısını sökmüş ve
bunları da kendi hükmü altında bulunan Hucr’a götürmüştü. Bundan başka Kâbenin
örtüleri de yağma edilmiş ve cinayet böylece tamamlanmıştı.
Ebu Tahir’in Haceri Esved’i söküp
götürmekten maksadı, Hasa'da yeni bir Kâbe kurmak ve böylece herkesi kendi
Kâbesine çevirmekti. Onun ifadesine göre bu işe teşebbüs etmesinin sebebi,
şahsen böyle bir şeyi arzu etmek değildi- belki kendi imamlarının almış olduğu
İlâhî ilham bunu icap ettiriyordu.
Bağdat hükümeti Haceri Esvedi geri
almak için Kırmıtîlere elli bin altın verdiği halde bunlar bu teklifi
reddetmişler, fakat Afrikada Fatımîlerin “Mehdi” si onun bu hareketin takbih
ederek Haceri Esvedi ve Mekkeye ait her şeyi mutlaka iade ekmesini emrettiği
zaman bunlar onun emrine itaat etmişler ve Hicretin 339 ncu yılında Haceri
Esvedi Küfe camiinde teşhir ederek herkese gösterdikten sonra onu Mekkeye iade
etmişlerdi.
Afrikadaki Fatımî oğullarının halifesi
ve birazdan anlaşılacağı veçhile bütün İsmailîlerin “Mehdî” si, Ebu Tahire, bu
münasebetle yazdığı mektupta şu sözleri söylüyordu:
“Sen yaptığın işlerle
bizim hakkımızda ve bizim taraftarlarımız hakkında dinsizlik töhmetini haklı
gösterdin. Şayet Mekkelilere ve hüccaca ait her şeyi iade etmez ve Haceri
Esvedi yerli yerine koymazsan dünya ve ahrette seninle her ilişiği keserim.”
Bu sözlerden anlaşıldığı veçhile
Mağribin “Mehdi” si, Ebu Tahir üzerinde kuvvetli bir nüfuz sahibi idi. Çünkü
Meymun oğlunun varisi o idi. Ve onun kurduğu bütün teşkilât Mehdinin elinde
idi. Nitekim onun tehdidi, Ebu Tahir üzerinde tesirini hemen göstermiş, ve Ebu
Tahir onun emrine hemen boyun eğmişti. Bunların arasındaki münasebetleri
ileride daha fazla aydınlatacağız.
Ebu Tahir otuz sene kadar yapmadığını
bırakmadı. Onun girmediği, korkutmadığı ve yıldırmadığı muhit yoktu. Onun ölümü
üzerine Kırmıtîler ile Fatımîler arasındaki münasebetler bozulmuş ve
Kırmıtîîler çözüntüye uğramışlardı.
Ebu Tahirin ölümünden sonra evvelâ
oğulları arasında ihtilâflar ve savaşlar baş göstermiş, bunlar bir müddet için
birbirleriyle vuruşmuşlar, nihayet oğlu Hasan vaziyete hâkim olmuş ve İrakın
her tarafına akınlar yaparak Kırmıtîliğin ölmediğini belirtmek istemişti. Fakat
bu sırada vuku bulan bir hâdise Kırmıtîliğin ortadan kalkmasına başlangıç
teşkil etmişti.
Fatımîlerin Mısın işgal etmelerinden
sonra yaptıkları işlerden biri Sııriyeyi zaptederek oraya İbnî Felâh
adlı valilerini göndermekti. Halbuki Kırmıtîler Şamdan haraç alıyorlardı. Ebu
Tabirin oğlu Hasan, Fatımîlerin Şamı işgal etmelerinden sonra da buradan haraç
almağa devam etmek istedi. Fatımîler ise, bunları kendi emirlerine ve
hükümlerine bağlı sayıyorlardı. Emir ve hüküm Fatmilere ait olduğuna göre
bunların emirleri ve hükümleri altında yaşayan bir kimseye haraç vermeleri
bahis mevzuu olabilir miydi? Kırmıtîîer, Fatımîlerin propagandalarını yaymağa
ve onların maksatlarını tervice memur idiler. Onların bütün hareketleri
bunların nâmına vuku bulmakta idi. Hülâsa Kırmıtîlerin efendilerine ait bir ülkeden
haraç almaları bahis mevzuu olamazdı. Fakat Kırmıtîîer, efendilerinin
kendilerini bu haktan mahrum etmeleri yüzünden fena halde kızmışlar ve bu
hiddetlerini yenemeyerek bir menfaatten mahrum kalmak yüzünden har şeyi
unutacak derecede ileri gitmişlerdi.
Kınsııtîlerin Şamdan aldıkları vergi
300,000 altındı ve bu para kolay kolay feda edilemiyecek değerde idi.
Kırmıtîîer bu kadar zamandan- beri dövüştüklerini ve kan döktüklerini,
Fatımîlerin tesisi istenilen İmparatorluğu tesis ettiklerini, kendilerinin
esasen onlara tâbi olduklarım ve onlara boyun eğmeleri icap ettiğini bir anda
unutarak her şeyi ayaklar altına almışlar ve Fatımîlere kaırşı harp ilân
etmişlerdi.
O zaman Fatımiler Mağrıptan Şama kadar
uzanan büyük ve geniş bir İmparatorluğa hâkimdiler. İsmailîlerin bütün gizli
teşkilâtı onların elinde idi. Bu kadar büyük bir kuvvet Kırmtîierin karşısında
âciz kalmazdı. Onun için bunlar Ebu Tabirin riyasetten mahrum kalan oğullarıyla
muharebe ederek Hasan’ın aleyhine tahrikatta bulunmuşlar. Fakat daha süratle
hareket eden Hasan, Şama taarruz ederek orasını yıldırım süratiyle zaptettikten
sonra Fatımîlere karşı gelmek için Mısırın üzerine yürümüştü. Fatımîler Hasan’a
karşı en kudretli kumandanları Cevheri gönderdikleri halde Cevherin askerleri
bir kaç kere gerilemişler. Onun için Fatımîlerin bu hareketi muvaffak olmuş.
Hasanın karargâhında bir takım iğtişaşlar [karışıklık] çıkmış, fakat Hasan bu
iğtişaşların tehlikeli bir hal almasına imkân vermeden Şama ricat etmişti.
Fatımîlerin bu sırada yanında bulanan
halife Muiz, Hasan’ı yalnız başından defetmekle iktifa etmeyerek onu azletmiş,
ve yerine kardeşlerinden birini tayin etmiştir. Bu hareketlerinin neticesi
olarak Kırmıtîler arasında dahilî harp başlamış, buna rağmen Hasan bir kaç kere
daha Şama saldırmış, hattâ bir defa Mısır toprağına girmişti. Hasana bu
maceralarında en çok yardım edenler, Bağdat halifeleri idi. Bağdat halifeleri,
başlıca rakipleri olan Kahire halifelerine karşı bu kuvvetten istifadede
gecikmemişlerdi. Fakat neticede, Fatmıîler galip gelmişler, bunlar Ebu Tahirin
bütün evlâtlarını azlederek Kırmtîlerin başına kendi adamlarını göndermişler,
bu adamlar birbirleriyle mücadele ederek Kırrmıtîliği içinden yıkmışlardı.
Kırmıtîler o kadar bitap kalmışlardı ki Hasa’da zuhur eden Asfar naramda bir mütegallibe
banları silip süpürmüş ve bu havaliyi Abbas'lere devretmişti.
Hemen bir asır kadar her tarafa ölüm
ve dehşet saçan Kırmıtîler, bütün bu müddet zarfında dinî, ahlâkî, İçtimaî,
bütün esaslara ve müesseselere hücum ederek, insanlar arasında emniyet ve
intizamı temin eden bütün prensiplere saldırarak bir anarşi vücude
getirmişlerdi. Bunların hedefi yalnız İslâmiyet değil her çeşit dinî imandı.
Bunlar, beşerin meyil ve arzu ettiği her zevki, her ihtirası mübah sayarlar,
bütün şeriatları ve kanunları inkâr ederlerdi. Kırmıtîlerin yukarıda ismi geçen reislerinden Cennabî,
Batiniyye dâîsi olan Kırâvanî’den, bilhassa şu nasihatleri almıştı:
“Ahret ve bütün
mesuliyet akidesi bomboş bir şeydir. Cennet dünyadaki zevkten ibarettir.
Cehennem dünyadaki müttakilerin oruç tutmakla, namaz kılmakla, Hac gibi
menaseki ifa etmekle duçar oldukları zahmet ve azaptır. Ulûhiyeti inkâr eden
Dehrîler dünyada en kıymetli insanlardır. En çok hürmet ve tebcile lâyık
adamlar bunlardır.”
Kiravanî’nin bu nasihatleri, İbni
Meymunun, hedeflerine tamamiyle muvafıktı. Kırmıtiler bu esasları şiddet ve
tecavüzle tahakkuk ettirmeğe çalışmışlar, fakat bu yolda yürürken ustalarının
yolundan inhiraf etmişlerdi. Çünkü İbni Meymun’un asıl fikri şiddet ve
tecavüzle hareket değildi. Önün arzusu, hafî ve tedricî telkinat ile din ve
ahlâkı kökünden yıkmak, maddî bir anarşiden fazla fikrî bir anarşi vücude
getirerek bundan istifade etmekti. Şiddet ve tecavüz, karşı tarafm da şiddet ve
tecavüzünü davet eder ve hiç biır hareket şiddet ve tecavüzle umumî bir mahiyet
ihraz etmez. Kırmıtîleri bu şekilde hareket etmeyerek gizli kalmağa tahammül
edememişler, aldıkları sırları süratle meydana vurmuşlar, İbni Meymun
tarafından tesisi istenilen teşkilâtın büyümesini ve umumileşmesini beklemeden
infilâk etmişler, bu yüzden onların hareketleri hep mahalli kalmıştı. Gerçi
bunlar bir çok muharebelere girmişler, Irak ve Şamın bir çok şehirlerini haraca
kesmişler, Bağdadı bile korkutmuşlar ve ondan fidyeler ve vergiler almışlardı;
fakat bunun sebebi Abbasilerin bu sırada inhilâl devri geçirmeleri,
vilâyetlerdeki hâkimlerin yarı veya tam müstakil bir halde yaşamaları idi. Bu
yüzden devlet bu gaile ile ciddiyetle meşgul olmuyordu. Bu türediler devletin
aczinden istifade ediyor, esasen haris ve cenkcû olmaları hasebiyle, ortalığı
titretiyorlardı. Bununla beraber Krrmıtîlerin hareketleri hep çete hareketleri
idi. Bu Hareketler Abbasîlerin devletini son derece sarsmış ve onun sukutunu
hazırlamıştı.
Kırmıtîlerin büyük muharebelere
girişerek veya kendi aralarında dövüşerek izmihlâle sürüklendikleri sırada ibni
Meymunun gizli cemiyeti başka muhitlerde adımlar atıyor, yeni teşekküller
vücude getiriyordu. İbni Meymun bu teşekküllerin ne yapacağım ve ne semereler
alacağını görmeden ölmüştü. Önün ölümünden sonra oğulları iş başına geçtiler ve
her tarafa adamlarını göndererek cemiyetlerini genişletmekte devam ettiler. Bu
propagandacılar içinde Yemene gidenler Kırmıtîlerin orada muhiti
hazırladıklarını görmüşler, onlar da “Mehdi” nin yakında zuhur edeceğini söyleyerek
ahaliden mallarının beşte birini toplamağa ve Abdullah bin Meymunun oğluna
göndermeğe, diğer taraftan teşkilâtı genişletmeğe devam etmişlerdi.
İbni Meymunun torunu Hüseyin vaziyeti
mükemmel bir surette idare ediyor. Her taraftaki dâîlerle muhabere ediyor ve
bunları canlı ve faal bir surette idare ederek İsmailîğin, her yerde,
vaziyetini tahkim ediyordu. Hüseyin, Afrika ile Mağrıba dâîler gönderilmesini
emretmiş, Yemendeki teşkilât bu işi deruhte ederek en muvafık adamları
seçmişti. Bu adamların en mühimmi Ebu Abdullah Şiî nâmında biri idi.
Yemende İsmailî teşkilâtına alınan ve daîliğe kadar yükselen Şiî aldığı emri
derhal icra ederek Yemenden Mekkeye gitmiş, orada Afrika ve Mağripten gelen ve
memleketlerine dönmek üzere bulunan hacılara iltihak ederek yola çıkmıştır.
Yolda bütün hacılar bu adamın zühüt ve takvasına, dinî gayretine hayran
kalmışlardı. Şiî, yolun bütün zahmet ve yorgunluklarına rağmen daima oruç
tutuyor, hacılar istirahat için tevakkuf ettikçe o mütemadiyen ibadet ediyordu.
Bu suretle yol arkadaşlarını aldatan Şiî, hiç bir şüphe uyandırmadan, hattâ
Afrikalılarla Mağrıplılar arasında iyi bir nam kazanarak Mağrıba varmış ve
kabilelere karışmıştı.
Şiî Afrikada senelerce çalışa çalışa
kabileler arasında nüfuz sahibi olmuş, ondan sonra yakında zuhur edecek
Mehdiden bahse başlamıştı. Şiî son derece maharetle hareket ettiğinden ancak
telkinatını kabul ettirebileceğine kani olduğu zaman asıl maksada girişmiş,
Mehdinin yakında çıkacağım, onun nâmına malların beşte birini toplamak icap
ettiğini söylemiş ve onun daveti kabul ile karşılanmıştı.
Şiî’nin başlıca hünerlerinden biri,
cahillerin harikulade sayacağı bir çok şeyleri yapmağa muktedir olması idi. Bu
sayede Şiî cahil barbarları kendine bendetmiş, hattâ bazı kabileler onun
yanlarından ayrılmaması için, onu isteyen diğer kabilelerle harb etmişlerdi.
Şiî Mehdiden bahse başlayınca o taraflarda az buçuk okur yazar geçinenler
onunla münazaraya girmek istemişler, fakat kör ve ateşin taraftarları buna razı
olmamışlardı.
Bir aralık Afrika Emiri Ağlüp
bu adamdan haberdar olarak hakkında tahkikat yapılmasını emretmiş, fakat bu
tahkikat da Şiî’nin lehinde idare edilmişti.
Gün geçtikçe, Şiî’nin etrafında
toplanan kabileler artıyor ve mu. harebe ederek, hükümeti yıkmak ve elde edilen
mevkii sağlamlamak zamanı hulûl ediyordu. Şiî, ilk fırsatta, Ağlûbî’lerin
hükümetine harp ilân etmiş ve hükümetin başına belâ kesilmişti. Çok geçmeden
Şiî bir kaç şehir zaptetmeğe muvaffak olmuş ve yakında zuhur ederek dünyayı
fethedecek, güneşi Garpta çıkaracak, ve geri
dirilecek Mehdi nâmına ortalığı kasıp kavurmaya başlamıştı.
Afrika hâkimi Ziyadetullah içkiye ve zevk safaya dadanmış olduğundan Şiî’nin
yaptıklarından haber almamıştı. O sarayında kadehler ve güzeller arasında vakit
geçiriyorken İbni Meymun cemiyetinin bu daîsi yeni bir saltanatın temellerini
atıyordu.
İbni Meymunun ölümünden sonra onun
oğlu Ahmet, Ahmetten sonra oğlu Mehmet, Mehmetten sonra iki oğlu Mehmet ve
Hüseyin, büyük babalanma kurduğu cemiyeti idare ediyorlardı. .
Şiî’in Afrika va Mağrıpta çalıştığı ve
muvaffak olduğu sırahrda9 İbnî Meymunun torunu Hüseyin Humus havalisine
gelmişti. Seyahatin sebebi, o havalideki büyük babasına ait malları, mülkleri,
köleleri almak ayni zamanda Dâîlerin faaliyetim kontrol etmekti. İbni Meymunun
mallan Humus, Selemye tarafında idi.
Hüseyin’in buralara kadar gelip bu
mallan almasının sebebi, bu sırada onun imam tanınması ve bütün dâilerin onun
idaresinde bulunması idi , Yemende, Mağrıpta ve her yerdeki dâîler onunla
muhabere ediyorlardı.
Hüseyin bu seyahate çıkmadan evvel
Irakta, Şamda ve Yemendeki adamlarına haber göndermiş, hepsi de muayyen
yerlerde onunla görüşmüşlerdi. Bir seyyah kılığına giren Hüseyin Cenubî İrandan
Şama, Şamdan Humus’a kadar gelmiş, Abbasîlerin başlıca şehirlerinden geçmiş,
her yerde bir çok adamlarla görüşmüş, fakat zamanın hükümeti bunların birinden
haberdar olmamıştı.
Hüseyin, Selemye’de iken Yahudi bir
demircinin karısı olan ve güzelliğiyle o beldeyi hayran eden bir Yahudi
dilberini görmüş ve ona gönül vermişti. Kadının demirci kocası yeni ölmüş
bulunuyor ve genç Yahudi kızı onun yasını tutuyordu. Yahudi kızı o kadar
güzeldi ki yeryüzünde bir naziri görülmeyen müthiş bir cemiyeti el altından
idare eden, istediği zaman tahtlar yıkan ve saltanatlar kuran, muhakkak
devrinin bütün mutlak hükümdarlarının hepsinden satvetli olan Hüseyin bu Yahudi
dilberinin üftadesi olmuştu. Hüseyin bu Yahudi dilberiyle evlenmek istiyordu.
İsmailîler için imamın bu emrini
yerine getirmek, farzdır, imam için her şayi mubah ve onun bir arzusunu yerine
getirmemek en büyük cürümdü. Bunların içinden bir kaçı, Yahudi dilberine
meseleyi açmışlar, kadın matem içinde olduğunu ileri sürerek bu teklifi
dinlemek bile istememişti. Fakat imam, bu mazereti kabul etmedi.
Dâîler bir adım daha ileri gittiler ve
Yahudi dilberine bin altın teklif ettiler. Altınlara lâfı bile güzel Yahudi
kızını yumuşatmış ve yas müddetinin son bulması üzerine razı olacağını
söylemişti.
Efendilerinin bu müjdeden memnun
olacağım tahmin eden dailer aldanmışlardı. Bilâkis Hüseyin bunları tersleyerek huzurundan
kovmuştu. Dünyanın biricik imamı bir kadın istemişti de bütün bu yaşlı başlı
adamlar âciz kalmışlardı. Böyle adamları bulanlara ve onlara paye verenlere
yazık! Bunlar, hâlâ, İmamın ne demek olduğunu öğrenmemiş biçarelerdi. Bir âciz
kadını kandırmağa muvaffak olamayan bu zavallılarla mı iş görülecek de tarikat
yükselecek ve nihayet bir devlet kurulacakta?...
Dâîier, İmamın bu müthiş hamlesi
karşısında gözlerini dört açmışlar ve ne yapacaklarım düşünmüşlerdi; bu Yahudi
kızını hemen getirmek lâzımdı. Onu kaçırmak icap ediyorsa kaçırmalı, yahut
başka bir çaresi varsa onu yapmalıydı. Dâîlerden biri şu teklifi ileri sürdü:
— Hâzinede
mücevher ve altın mı yok, hepimiz birer avuç alalım ve Yahudi kızının kucağına
atalım. Elbette razı olur ve gelir...
Bu çok isabetli bir teklifti. Hazine
hemen açıldı ve dâîlerden her biri yüklenebildiği kadar yüklendi. Sonra bunlar
Yahudi kızını bulmuşlar, ayaklarının dibine mücevherle altınları yığmışlardı.
Yahudi, bu kıymetli taşların ve altınların karşısında demircinin yasını
unutarak dâîlerin önüne düşmüş ve İbni Meymunun torunu muradına ermişti.
Dâîier, kemale ermiş ve İmamın hakkını
Iâyıkiyle tammış kimseler olduklarını bu suretle isbat ettiklerinden Hüseyin
onlardan hoşnut olmuş, onların ilimlerini arttırmış ve derecelerini
yükseltmişti!...
İbni Meymunun torunu
Hüseyin tarafından alman Yahudi kızının daha evvelki kocasından kendisi gibi
yakışıklı ve güzel bir oğlu vardı. Bu da Hüseyinin işine yaradı. Çünkü onun
şimdiye kadar bir çocuğu olmamıştı. Hüseyin bu çocuğu benimseyerek ona
Übeydullah adını verdi.Ve onun talim ve terbiyesiyle bizzat meşgul oldu.
Hüseyin bu çocuğa bütün bildiğini öğretmiş, daha sonra da idare ettiği
teşkilâtı anlatmış, teşkilâtın bütün esrarını ona telkin etmiş, teşkilâtın
kimler tarafından idare olunduğunu, bu adamlardan birinin yeri boşalınca nasıl
doldurulacağını, elhasıl tarikin bütün rümuz ve esrarını, bütün işaretlerini ve
merkezlerini ona göstermişti.
Hüseyin, bir evlât
sahibi olmaktan ümidini tamamile kestikten sonra üvey oğlu olan Yahudiye ahd
vermiş, ve onu kendisine halife ilân etmişti. Kendisi öldükten sonra, bütün
İsmailîler bu Ubeydullaha itaat edecek, onu imam tanıyacak ve onun talimatı
dairesinde hareket edeceklerdi. Yahudi çocuğu büyüdükten sonra. Hüseyin onu
biraderzadesi ile de evlendirmiş. Ve bu suretle her şey olup bitmişti.
Hüseyinin evlâtlık
edindiği bu Übeydullah’m aslen Yahudi olup olmadığı üzerinde uzun uzadıya
ihtilâf edilmiş, bazı müverrihler ve âlimler onun Yahi’diler arasındaki
nesebini bulmuşlarsa da bazıları, bilâhare onun evlâtlarını Yahudi oğulları
tanımaktan istinkâf ederek aksini iddia etmişlerdir. Bu ihtilâfın bizce pek
fazla bir kıymeti yoktur. Hattâ biz bu ihtilâfı telif eden noktai nazarı kabul
etmekte beis görmeyiz, ihtilâfı telif eden noktai nazar, Hüseyinin Yahudi
karısından dünyaya bir oğlu geldiğini ve Hüseyinin onu yetiştirerek kendisine
halef olarak kabul ettiğini iddia ediyor. Gerçi bu iddia pek zayıftır. Fakat
ihtilâfı tazelememek ve meseleyi uzatmamak için bunu kabul edebiliriz.
Muhakkak olan bir nokta Hüseyinin bir
Yahudi karisiyle evlenmesi, bu kadının kucağında yetişen bir oğlu olması,
Übeydullah nâmında olan bu çocuğun bilâhare gizli tarikatı ve teşkilâtı idare
etmesi ve tarikatın emlâkine el koyarak iratları tarikat için harcamasıdır.
Hüseyin ölmüş ve Übeydullah idareyi
ele almıştı. Şimdiye kadar Meymun’un oğullarından birine nasip olmayan talih
onun yüzüne gülmüştü. Yukarıda mevzuu bahs ettiğimiz Şiî Mağrıptan adamlar
göndererek orada ihraz ettiği vaziyeti bildirmiş ve onu Mağrıba davet etmişti.
Bu sırada Übeydullahın hüviyeti hakkında bir takım şayialar intişar ettiğinden
hükümet endişeye düşmüş ve takibat başlamıştı. Übeydullah, bu takibat üzerine
derhal saklanmış ve ailesini alarak Mağrıba doğru hareket etmişti.
Übeydullah Mısıra vardığı zaman tüccar
kılığında dolaşıyor ve Mağrıba dönmek için fırsat bekliyordu. Bu sırada
Bağdattan emirler gelmiş ve Übeydullahın Mısırda bulunmasına mebni mutlaka
tevkifi isten, inişti. Fakat Mısırda da bir çok Şiî’ler vardı. Übeydullah
bunlardan vaziyeti anlamış ve hemen Mısırdan çıkmıştı. Mısır valisi Nevşeri Isa
biz. zat takibata nezaret ediyor, Übeydullahı yakalayarak Bağdat nazarında
yükselmek istiyordu. Bir aralrk Mısır valisi Übeydullahı yakalamış, fakat
nezdinde bir çok kıymetli eşya bulunan Übeydullah Mısır valisinin gözlerini
kamaştıracak hediyelerle onun elinden kurtulmuş ve dakika fevt etmeden
ilerlemiş, Trablus şehrine varmış, oradan Kiravan’a hareket etmişti.
Öte taraftan Şiî Afrikada hakikaten
karşısında durulamıyacak bir kuvvet teşkil etmiş bulunuyordu. Tarih
kitaplarının ifadesine göre onun bu sırada 40,000 askeri vardı. Şiî bu
askerlerle her tarafa saldırmış, neticede bu havalinin en satvetli halcimi
olmuştu.
Übeydullah Kiravana gidiyorken
şüpheler uyandırdığından Sicilmasa’da tevkif olunarak hapsedilmiş, fakat Şiî
ona bir adam göndererek merak etmesini, yakında kendisini kurtaracağını
bildirmişti.
Filhakika, Şiî beklenen Mehdinin
yakalanarak hapse atıldığını ilân eder etmez Mağrıphlar hemen kıyam ederek
Sicilmasa’va hücum etmişler ve buranın Emıri Ziyadetu'lah’ı hükümetiyle
birlikte devirerek Übeydullahı kurtarmışlar ve onu Afrikanın merkezi olan
Kıravan’a sokarak Mehdiliğini ilân etmişlerdi!
İbni Meymunun yıkıcı hareketi ilk defa
meramına nail oluyor ve onun istediği devlet kuruluyordu!.
İbni Meymunun torunu veya demirci
Yahudinin oğlu Übeydullahın Karavana girişi İsmailîler için büyük bir bayramdı.
Hicretin 297 senesinin Rabiülâhır ayının son on günü zarfında vuku bulan bu
hâdiseden sonra ayın son cumasında Übeydullah nâmına Mağribin her tarafında
hutbeler okunmuş ve kendisi Mehdi olarak tanınmıştı.
Cumadan sonra dâîleri arasında oturan
Mehdi, bütün Kıravan halkını kendi mezhebine davet etmiş, mezhebi kabul
edenleri taltif ve etmiyenlerin kimini hapis, kimini katlettirmiş, her tarafa valilerini
ve hâkimlerini göndermiş, Mısır hududundan Mağribi Aksaya kadar hükümran
olduktan başka Sicilya adasına da valisini göndermişti.
İsmailîliğin hâkim olduğu devlet
kurulduktan sonra onu büyütmek kalıyordu. Übeydullah, 301 den itibaren Mısırı
fethetmek istemiş, buna muvaffak olmamakla beraber idaresi altında hareket eden
Kırmıtîleri teşvik ederek rakipleri olan Abbasileri ezmeğe ve onların devletini
içinden yıkmağa çalışmıştı.
Übeydullah, Mağrıpta yerleştikten
sonra bir taraftan vaziyetini temine çalışırken diğer taraftan mezhebi ve
dâîleri için emin bir merkez vücude getirmeğe ehemmiyet veriyordu. Mehdi, bu
merkezi bulmak için bizzat Tunusta ve Kartacena’da dolaşmış, deniz kıyısında
bir yer aramış, nihayet Mehdiye nâmiyle anılan yerin aranılan evsafı cami
olduğuna görmüştü. Burası hem güzel, hem müstahkem bir yerdi. Allâme İbn
ül-Esir burasını tarif ederken der ki:
“Mehdiye mevkii kol ile muttasıl bir
el gibidir. El kısmı, denizde bir odaya müşabihtir. Übeydullah, burada bir
şehir kurmuş, şehrin etrafında son derece müstahkem surlar inşa
ettirmişti..Surların her kanadının, yüz kantar sikletinde kapıları vardır.
İçeride dağın içinde oyulmuş büyük mahzenler vardı. Su mahzenleri, erzak
mahzenleri çok genişti. Bundan sonra köşkler ve evler inşa edilmiş, bu da
bittikten sonra Übeydullah derin bir nefes almıştı.,,
Mehdi, Mısıra karşı bir sefer
hazırlamış, denizden donanmalar, karadan ordular göndermiş, onun askerleri
İskersderiyeye girmeğe muvaffak olmuş, fakat neticede bu seferler akim
kalmıştı. Maamafih Mehdi 322 senesinde öldüğü zaman yerinden kolay kolay
oynamayacak, olur olmaz bir sademe ile yıkılmayacak bir devlet kurmuş
bulunuyordu. Bu devlet kısa bir zaman sonra, büyük bir İmparatorluk olmuştu.
Mehdinin ölümünden sonra onun oğlu Kaim
devletin hududunu genişletmiş, bir taraftan tâ Fasa kadar uzandıktan başka
donanmasıyla Romalılara karşı hareket ederek, Cenova’ya girmiş ve İskenderiyeye
gönderdiği bir ordu ile burasını işgal etmiş, fakat tekrar Mısırdan dönmeğe
mecbur kalmıştı. Kaimin devrinde bu saltanat bir haricî hucüm karşısında
izmihlale uğramak tehlikesini geçirmiş, ancak bin müşkülât ile bu tehlikeden
kurtulmuş, Kaimden sonra gelen Mansur ve onu takip eden Muiz ile İsmailîlerin
devleti kemaline ermiş, Mniz 385 de Mısırı zaptetmiş ve Suriyeye girmiş, bu
suretle Şamdan Fasa kadar imtidat eden uzun saha İsmailîlerin hükmüne geçmiş,
Mısır ve Şamın zaptiyle İbni Meymun’un İstediği İmparatorluk kurulmuştu.
İbni Meymunun torunları
İmparatorluklarını tesis ile meşgul iken, mezheplerinin neşrini biraz ihmal
etmek mecburiyetinde kalmışlardı. İmparatorluğun tesisi, onlara göre, mezhebin
tervicine himmetten yekdi. Çünkü bir kere imparatorluk teessüs ederse onun
temin edeceği bütün menfaatleri mezhebin neşrine tahsis etmek mümkün olur,
bütün Imparatorluğun içi, mezhepleri için geniş bir konak teşkil ederdi.
İmparatorluk da vücut bulduktan sonra
İsmailîliğe hizmet lâzım gelmiştir. Muiz bu işi deruhte etmiş ve onun büyük
rehberlerinden olmuştur.
Bir aralık Kırmrtîler Muiz’e karşı
gelmek istemişler, fakat Kırmıtîleri yoktan var eden Ibni Meymunun bu hafidi
onlara yazdığı bir mektupta: “Sizin hareketiniz mahaza bizim ve bizim
ecdadımız içindi” demiş, Kırmıtîler buna rağmen dik kafalılık ettiklerinden
ağır cezaya uğramışlardı.
Muiz, kendisini ilâhiyet payesini haiz
sayar ve kendisini bu şekilde tanıyanlardan hoşlanıldı. Onun büyük ceddi İbni
Meymunun prensiplerine göre, imara, Ülühiyet derecesinde idi. Muiz’in şairi de
onu medhe başladığı zaman kasidesine şu sözlerle başlamıştı:
“Mukadderatın idarei senin iraden
yanında hiçtir. Onun istediği değil senin istediğin olur. Hükm et vahid ve
kahhar sensin.”
Kendini ülûhiyetle ayni payede gören
Muiz bu sözleri hakikatin ifadesi sayıyordu. Muiz, Rukâde şehrine girdiği
zaman, şair onu şu söz. ilerle karşılamıştı:
“Bugün bu şehre gelen, ne mesihdir, ne
âdemdir, nede nuhtur. Bu. gün gelen, bizzat Allahta, ve ondan gayrisi
hiçtir!"
Kendilerini ulûhı’yyet derecesinde
gören bu adamların elleari altında hakikaten müthiş bir icraat vasıtası vardı
ve bu, onların gizli cemiyetleriydi. Bu cemiyete istinad eden ve bu sayede
istediklerini yapabilen bu adamların en esaslı akideleri, inkâra ve
inandığından onların kendilerini te’lih ettirmeleri insana hayret vermemelidir.
Fakat İbni Meymun torunlarının
prensipleri için en çok çalıştıkları devir Muizzin torunu Hakimin devridir. Hakimin devrinde teşkilât yeniden kurulmuş, teşkilâtın
nasıl çalışacağı ve ne gibi meslek takip edeceği kararlaştırılmıştı. Hakim
ulûhiyyet iddiasını zulmün envaını tatbik ile tamin etmeyi istihdaf ve en mecnunane
emirlerle halkı taciz ederek, halkım malını, canını, ırz ve namusunu oyuncak
saymakla ceberutunu göstermişti. Onun zamanında İçtimaî hayatın bütün nizamı
berbat, her iş altüst olmuştu. Herkes gündüzün çalışır ve geceleyin istirahat
ederken, Hakim geceleri çalışmasını ve gündüzleri istirahat edilmesini
istemişti Hakimin emirlerinden biri, herkese
Hazreti Muhammed salla’llâhu aleyhi ve sellemin
ashabını söğdürmesi ve bu mealde camilere yazılar yazdırmasıydı.Hakim 395 de bu emri verdikten sonra bundan vazgeçmiş ve
bu sefer ashaba dil uzatanları cezalandırmaya başlamıştı.Bu da
geçtikten sonra Hakim teravih namazıyla uğraşmış, 408 senesine kadar bir kimse
namazı kılamamış, ondan sonra bundan da vazgeçmiş, hıristiyanlarla uğraşmıştır.
Bunlar da ona muhalefet edememişlerdi Fakat bilâhare bunların içinde uğraşmağa
başlamıştı. Hakim bütün hnristiyanlara müslüman olmayı emretmiş, eski dine
avdet etmek istiyenler, ondan iz'n alır ve tekrar hıristiyan olurdu. Bunların
da nöbeti geçtikten sonra Hakim kadınlara musallat olmuş, bunlardan birinin
sokağa çıkmamasını emretmişti. Sokağa çıkanlar derhal idam ediliyorlardı.
Hakimi bu çılgınca hareketlere
sevkeden onun küçük yaşında pek büyük salâhiyetlere sahip olması,
hükümdarlıktan başka, tarikatin verdiği sonsuz kudsiyetleri ihraz etmesiydi.
Hakimin bu çılgınlıklarına bile senelerce mutavaat gösterilmesi tarikatın
nekadar kuvvetli olduğunu gösterir. Kimbilir belki Hakimin bu çılğınlıklan da
bu tarikatin o zamanki siyaseti iktizası idi.
Hakimin devrinde İsmailîler tarafından
yapdan işlerin en mühimi, İsmailîliğin takviyesi için sarfolunan gayrettir.
Öcün devrinde bu tarikat, son derece canlı ve faaldi. Tarikatin propagandası
için vücude getirilen en büyük müessese, devrinin eserlerindendi. Bu müessese “Dâr.
ul-Hikme” namile maruftu. Burası herkese açık olan bir medreseydi Fakat hedef,
İsmailîliğin neşriydi. Onun için burada dersler Abdullah ibni Meymunun
vazettiği esaslar dairesinde veriliyor ve tahsil dokuz dereceye ayrılmış
bulunuyordu.
Dâr-ül.Hikmenin müdavimleri iki kısma
ayrılmıştı. Birinci kısım âlimler, ikinci kısım cahiller kısmı idi. Âlimler
kısmı, Dâîlerin devam ettikleri ve yetiştikleri kısımdı. Cahiller kısmı
dokuz derece idi.Buraya giren talebe ile
evvelâ din mesaili ve mukaddes kitapların tefsirleri münakaşa olunur. Ve
talebeye din meselelerinin, anlatılması, kavranması çok müşkül olduğu, onları
ancak derin insanların idrâk edebildikleri, âdi zekâli insanların bunları
anlayamayacakları telkin olunurdu. Talebe bu cüretle ilim mesaili hakkında şirk
ve şüpheye düşer, bunları nasıl öğreneceğini düşünmeğe başlar. Talebelerin bu
hali sezdikten sonra ona dinî hakikatlerin öğretileceği, fakat onun hiç bir
şeyini ifşa etmemesi icabettiği teikin olunur. Talebe hiç bir şeyi ifşa
etmeyeceğine dair taahhütlerde bulunursa tahsiline devam eder.
Bu ilk derecenin hedefi talebenin her
bilgisini, her kanaatini sarsan telkinatta bulunmaktır. Şayet bu şüphe buhranı
onda tahsilini ilerletmek iştiyakını uyandırıyorsa talebe tereddüt etmeden
istenilen taahhüdü verirdi. Bu suretle ikinci
devreye yükselen talebe daha mühim bir buhranla karşılaşırdı. Burada ona telkin
olunan en esaslı nokta, eskı âlimler, müctehidler, müfessirler tarafından
verilen hükümlerin, yazılan tefsirlerin kâmilen yanlış olduğudur. Çünkü
asıl tefsirler ve asıl hükümler doğrudan doğruya Allah tarafından imamlara
vahyolunmuştur Allahın emirlerini, Allahın âyetlerini tefsir etmek insanlara
ait değil, yalnız Allaha hâsdır. Bu böyle olduktan sonra, yalnız vahyi İlâhiye
nail olan imamlara itimat etmek icabeder. Başkalarının sözleri hep yalan ve
yanlıştır.
Talebe, tabiidir ki buraya vardıktan
sonra bu imamları ve onların nail oldukları vahyi merak eder; onların
tefsirlerini, onların sahih hükümlerini öğrenmek ister. Bu iştiyakı duyan
talebeden ketûm davranmak için yeni taahhütler alınır ve kendisi üçüncü
dereceye yükselir.
Üçüncü derecede imamların kim
oldukları bildirilir Bunların Muhammed İbni İsmail ile nihayet bulan yedi imam
oldukları öğreniir, ve bunlara atfolunan sözler telkin olunur.
İmamlardan sonra sıra
peygamberlerindi. Bunlar dördüncü derecenin mevzuudur. Bu derecede asıl
peygamberlerin yedi oldukları anlaşılır. Bunlar, Adem, Nuh, İbrahim, Isa,
Muhammed ve Muhammed Ibni‘ İsmaildir. Peygamberlerden bahsolunurken, bilhassa
bunlara ait sünnetlerin mânasızığı üzerinde de ısrar edilir.
Asıl iş, beşinci derecede başlar.
Burada talebeye peygamberliğin mahiyetinden bahsedilir. Talebenin, peygamberlik
hakkındaki itikadî sarsılır. Ve peygamberlerin hiç bir kudsî mahiyeti
olmadığına kanaat getirirse o zaman altıncı dereceye yükselir.
Altıncı derecenin mevzuu,
ibadetlerdir. Maksat namaz, oruç gibi edyan tarafından emrolunan ibadetleri
iptal etmektir. Onun için bun. lann yalnız kütleleri idare için uydurulduktan
ileri sürülür. Ve bu iddialar bir takım nazariyelerle teyit edilir.
Bu da yapıldıktan sonra talebenin
peygamberlik ve din hakkındaki itikadı yıkılmakla beraber onun tevhidi Bârî
akidesini muhafaza etmiş olması nazarı itibara alınır ve tabiatta birlik değil,
ikilik görüldüğü gösterilir. Hayır varsa, şer de var, ziya varsa zulmet te var
ve bu suretle tevhit akidesinin de tahribine çalışılır.
Yedinci derece de bu şekilde geçtikten
sonra sıra sekizinci dereceye gelir. Bu derecenin mevzuu, Allah’ın sıfatı ve bu
sıfatın nakzıdır.
Bu da bittikten sonra dokuzuncu ve
sonuncu dereceye varılır. Talebe artık esrarı harimine girmiştir. Burada ona
bütün dinî akidelerin evhamdan ibaret olduğu, peygamberlerin münevver ve
filozof birer adam oldukları ve bu sayede mevki kazandıkları anlatılır.
Bütün bu dereceleri geçen talebe cahiller
arasından çıkar ve ehliyet sahibi ise âlimler kısmına girer.
Müverrih Hammer İsmailîler hakkında
yazdığı eserde bu mezhebin
“Bunlara göre insan
hiçbir şeye inanmayacak ve herşeye cüret edecektir. Bu inanmamakla beraber bu
cüret mezhebin hülâsasıdır. Bu mezheb, din ve ahlâk namına ne varsa hepsini
yıkmak istiyerek ve insanı ancak siiflî hedeflere ve süfli ihtiraslara
sevkederek cehennemi gayeler gütmüştür. Bu adamlara göre herşey yalan ve herşey
mübahtı. Bu mezhep insanlan yüksek mefkûrelerden uzaklaştırarak sönmek bilmeyen
ihtirasları tatmin yoluna atmak ve bu suretle uçuruma sürüklemek istemişti.”
Mısırda İsmailîlerin açtıkları bu
Dâr-ül-Hikme dürzi menşei olmuş; dürziliğin müessisi olan İsmail, Kahire
camilerinin birinde Ibni Meymunun, yahut demirci yahudinin hafidi Kaim’in ilâh
olduğunu söyliyerek herkesi ona tapmağa davet etmişti.
Dâr-ül-Hikme epeyce bir zaman
çalışmış, vasi bir mikyasta muvaffak olarak, her tarafa propagandacılar
göndermiş. Ve Abbasîler devlletinin temellerini yıkmağa uğraşmıştı. Mısırda
yetişen Dâîler, o zaman müslümanların yaşadıkları her muhite giriyor ve orada
çalışıyorlardı.
Mısırda ilâhiyeti ilân olunan Hâkim
esrarengiz bir surette ve ağlebi ihtimal redâet itibarile ondan geri kalmayan
hemşiresinin tertip ettiği bir suikast neticesi olarak 411 senesinde
öldürülmüş, onun yerine oğlu Zahir tahtına oturmuştu.
Suikastın mürettebi olan Sittül Mülk,
henüz bir çocuk olan Zahir’i halife ilân ettikten soma bizzat bütün memleketi
idare etmişti. 426 da ölen bu genç, hayatını sefahetle çürütmüş, ondan soma
oğlu Mustansırın zamanında bir aralık Bağdatta bile hutbeler onun namına
okunmuştu.
Mustansırın Afrikanın ücra
köşelerinden Bağdada kadar uzanan hükmü burada da durmamış ve daha ilerilere
gitmişti. Çünkü Maverayı nehirdeki İsmaiîîler kıyam ederek orada yaşıyan halkı
kendilerinin imam tanıdıkları Mustansıra iltihak etmelerini istemişler, İranın
bir çok merkezlerinde kuvvet sahibi olan İsmailîler buna muvaffak olmuşlar ve
başlarına büyük bir kalabalık toplamışlardı.
Esasen İsmailîler, Misır, Şam ve
Afrikaya hâkimdiler. Nüfuzları Iraka hulûl etmişti. Bunlara ilâveten Iran ve
Turan da onlara iltihak edecek olursa Abbasoğullarının devleti bütün bütün
yıkılacak ve bütün İslâm âleminde Ibni Meymunun fırkası hâkim olacaktı.
İsmailîler bu havalide kıyam ettikleri
sırada mezheblerini sevdirmek için bir takım müstekreh hareketlerde
bulunmuslar, kadınları umumileştirmek, herkesin malını gasbetmek istemişler;
fakat halk onların bu çirkin hareketlerinden hoşlanucaklarına, onlara
muharebeye kıyam eden Buğra Hanla birleşmişlerdi.
Buğra Han İsmailîlere kahır bir darbe
indirmek için bir aralık onların mezhebine girmek istediğini bildirmiş,
İsmailîierin Dâileri onun etrafında toplanmışlardı. Maverayinehir hükümdarı
Buğra Hanı kazanmak, çok büyük muvaffakiyet olurdu. Bu satvetli ve kudretli
Hanın onlara iltihakiyle bunlar dünyevi emellerinin yüzde doksan dokuzunu
tahakkuk ettiriyorlardı.
İsmailîler, Buğra Hanın meclisine bir
müddet devam etmişler, bu sayede Han, onlann içyüzlerini ve taraftarlarını,
anlamış, ondan sonra iki taraf arasında muharebe vukubulmuştu. 438 senesinde
iki taraf arasında vuku bulan muharebeler neticesinde İsmailîler kırılmışlar,
Buğra Han, bunlardan Maveraunnehirde bulunanları temizledikten sonra diğer
taraftakileri de imha ettirmişti.
Ertesi sene Saltan Tuğrul Bey kardeşi
İbrahim Cebel memleketine göndermiş, İbrahim Kirman tarikiyle giderek burasını
zaptetmiş ve bu suretle İsmailîliğin bu havalide bel kemiği kırılmıştı. Sultan
Tuğrul Beyin hedeflerinden biri İsmailîliği kökünden imha etmekti. Tuğrul Bey,
bunun için Bağdada gelerek oradan Mısıra hareket etmek ve oradaki İsmailî
devletini kaldırmak istemiş ve bunun için hazırlanarak hareket etmişti.
Tuğrul Bey 447 de Bağdada varmış,
fakat Bağdat halifesine son derece itaatkâr mektuplar gönderdiği ve kendisi
Bağdada girerken fevkalâde tezahürlerle karşılandığı halde Bağdat hükümeti onun
maksadını anlamamış, neticede o da Bağdatta onüç ay kadar kaldıktan sonra
Musula hareket etmişti.
Tuğrul Bey Musul havalisini kardeşine
temin ettikten sonra tekrar Bağdata dönerek halife ile görüşmüş ve geri
dönmüştü. Fakat Tuğrul Beyin maksadını anlamıyan ve ona yardım için Bağdat
halifesi 450 de ondan istimdat etmek mecburiyetinde kaldıktan başka Bağdatı
İsmailîlere terketmiş ve kaçmıştı.
Bağdat halifesi, ancak Tuğrul Beyin
himmetiyle payitahtına döne, bildi; Tuğrul Bey 450 senesinde İsmailîler
imamının askerlerile muharebe etmek üzere hareket etmiş, halifeyi kendi elile
Bağdata sokmuş ve sarayına götürmüştü.
Tuğrul Bey, bu sefer, Mısırdaki
İsmailîlerin küstahlığına mukabele edecekti. Tuğrulun askerleri Gümüş Tekin
kumandası altında düşmanı takip ederek onun yağma ettiği herşeyi kurtardıktan
başka Besasiri de öldürmüştü.
Bu hadiselerden sonra esasen Tuğrul
Beyin, biraderzadesi Arslan Hatunun kocası olmak itibarile eniştesi olan halife
(Kaim), kendi kuvvetini Tuğrul Beye vermişti.
Mısırda hükümran olan Müstansır,
Bağdatta mağlûp olduktan sonra Halep ve Kudüsten çekilmek mecburiyetinde
kalmış, daha sonra Şam. dan atılmış ve İsmaiiîler Suriyeyi kâmilen
kaybetmişlerdir.
Bu vak’aların
kahramanları da Türklerdi. 463 de Alp
Arslan Hale b i kurtararak oradaki İsmailîleri mahvetmiş, Sultan Melik Şah
devrinin kumandanlarından olan Etsiz Ok kumandası altındaki askerlerle
Filistin’e inerek Ramleyi, daha sonra Kudüsü zaptederek İsmailîleri bertaraf
etmiş, bundan sonra Şam da alınmış ve İsmailîlerin Suriyele nam ve şanı
kalmamıştı.
Etsiz daha sonra 467 de Mısıra yürümüş
ve Kahireyi muhasara etmiş, fakat Etsizin İsmaılîlere karşı son derece nefretle
ve kindarane bir husumetle mütahassis olan adamlarının Kahire civarındaki
ahaîiye şiddetle muamele etmeleri yüzünden ahali, İsmailî halifenin etrafında
toplanarak ona karşı hareket etmiş, halife Müstansir bu fırsattan istifade
ederek bütün teşkilâtını harekete geçirmiş, neticede Etsizin kuvvetlerine karşı
vukubulan mukabil taarruz, onun mağlûp olmasına ve çeri dönmesine sebep
olmuştu.
Bu sayede İsmaiiîler Mısırı
kurtarabilmişler ve saltanatlarının hayatını bir müddet daha uzatmışlardır.
Etsiz Okun Mısıra vukubulan
taarruzunun akamete uğramasından bir kaç sene sonra İsmailîlerin imamı Kahirede
pek mühim bir misafiri kabul ediyordu. Müstansırın bizzat kabul ve izaz ettiği
bu misafir, İsmailîlik hareketinin en fazla şöhret kazanan ve bütün dünyaya dehşet
salan kahramanı Hasan Sabbahdı.
Devrinin bütün ilimlerini öğrenen,
kimya, Felek, sihir, hafi ilimler namına ne varsa hepsile uğraşan Hasan, İran
İsmailîlerinin en ileri gelenlerindendi. Hasan, Kahiredeki Dâr-ül-Hikmeye devam
etmiş, Mısırdaki İsmailî teşkilâtını yakından tetkik ederek müstakbel
plânlarını hazırlamıştı
Mısıra bir tüccar kıyafetinde gelen
Hasan, ihtimalki, Irandaki İsmailîler namına Mısıra gelmişti, daha evvel
gösterdiğimiz veçhile Irandaki İsmailîler kıyam etmiş, Mısırdaki imamları namına
bir sürü hareketlerde bulunmuşlardı. Fakat bir taraftan bunlar ezici darbeler
yiyorken diğer taraftan Kahire halifesi de mütemadiyen ricat ediyordu, Ik!
taraf, bu vaziyet karşısında takip edecekleri hattı hareketi, ihtimalki,
yeniden kararlaştırmak mecburiyetini hissettiklerinden, Hasan Sabbah Mısıra
gelmiş, İsmailîlerin en büyük imamı Müstansır ile görüşmüştü.
Hasan, Mısırda bir müddet kaldıktan
sonra, halife Müstansırden büyük salâhiyetler alarak dönmüş, dönerken Şama,
Cezireye, Diyarbekire uğramış, sonra Horasana geçmiş, daha sonra Kaşgar ve
Maverayı nehre girmiş, her girdiği yerde mezhebdaşlarile görüşerek, en büyük
imamdan aldığı salâhiyete istinaden bunların yardımını temin etmişti.
Bu büyük seyahati esnasında Alâmut
kalesini gören Hasan onun işine en çok yarıyacak yer olduğuna hükmetmiş ve
orada yerleşmişti. Çok geçmeden Hasan burasını kâmilen zaptetmiş, ve kendisine
en çok merbut adamlarla burada yerleşmişti:
Nizamülmülk, onun bu müthiş kaleyi ele
geçirdiğini haber alır almaz, askerlerini göndererek kaleyi muhasara altına
aldırmış, Hasan, ancak Nizamülmülkü öldürerek muhasaradan kurtarabilmişti.
Hasan bu kaleyi ele geçirdikten sonra
kuvvetlenmiş ve asıl programını icraya imkân bulmuşsa da, İsmailîlik âlemi
henüz onan eline geçmemişti. Bu taraftaki İsmailîler, daha Isfahan kalesinde
bulunan Ahmet ibni Attaşa tâbi bulunuyordu.
İsmailîlerin Irandaki merkezi Isfahana
yakın oian Sahdür kalesiydi. Burada hükümran olan ibni Attaş rastgele her
tarafa saldırıyor, her yeri yağma ediyordu. Ahali onun şerirnden kurtulmak için
ona vergi vermeyi kabul etmişler ve bununla kurtulmayı cana minnet bilmişlerdi.
Bunların bu sıralarda bu kadar
şımarmalarının sebebi Melik Şah oğullarının saltanat kavgasına girişmeleriydi.
İbni Attaş Şahdur kalesinden istediği
gibi herkesi asıp kesiyorken Hasan Sabbah da Alâmutda yerleşmiş ve ayni hattı
hareketi takibe başlamış bulunuyordu. Melik Şah zamanında vezir Nizamülmülk
Hasanın Alamutu istilâ ettiğini haber aldıktan sonra buraya asker göndererek
kaleyi muhasara etmiş, fakat Hasanın fedailerinden biri Nizamı öldürdüğünden
muhasara da nihayet bulmuştu.
Melik Şah oğularmdan Turkyaruk bir
aralık 494 de kardeşi Muhammedi mağlûp ettikten sonra İsmailîlerle uğraşmak
mecburiyetini hissetmişti. Bir taraftan, İsmailîlerin yalnız kardeşi Muhammedin
ricaline musallat olmaları ve onun adamlarına dokunmamaları onan aleyhinde
şüpheler uyandırmış, herkes onun İsmailîlerle birleştiğine zahip olmuş,, diğer
taraftan onun askerleri arasında bu mezhebin intişarı onun gözünü korkutmuştu.
Onun için Turkyaruk, kardeşinin
kazandığı muvaffakiyeti fırsat bilerek İsmailîlere karşı hareket etmişti.
İsmaililer her yerde takip edilerek ele geçenler öldürülmüş ve bir kaç kaleleri
tahrip edilmişti.
iki kardeşin tekrar harple meşgul
olmalarından bu takibat sekteye uğramış, fakat 500 senesinde Sultan Mehmet bu
takibatı şiddetle idame etmişti. Melik Şahın bu oğlu kendi payıtahtına yakın
olan Şahdur kalesinden başlayarak bu kaleyi bizzat muhasara etmiş, İsmailîler
kalelerin içinde aç kalmak tehlikesiyle karşılaşmışlardı. Bunlar bu felâketten
kurtulmak için hileye müracaattan başka çara bulmayarak Sultan Muhammedin
ordusundaki müftülerden bir fetva istemişlerdi. Sordukları şu idi:''
“Allaha inanan ve onun kitaplarını ve
peygamberlerini hak tanıyan, ahrete iman eden ve Hazreti Muhammedin getirdiği
herşeyi kabul eden, yalnız imam hakkında başkalarından ayrılanlara, yapılacak
muamele nedir?
Bunların taatini kabul ve kendilerini
himaye etmek lâzım gelmez mi?”
Bütün din âlimlerinin bu
suale verdikleri cevap müsbetti. Hepsi de “lâzımgelir” demişlerdi.
Bunların içlerinde yalnız biri bu sualdeki nükteyi anlamış ve “lâzım gelmez”
demişti. Çünkü bunların bildiği imam değildi. Bu imam hiç bir kayde tâbi
değildi. Bu imam isterse helâlı haram, haramı helâl yapar ve bunlar onun hükmünü
kabul ederlerdi. O halde bunlarla harbetmek zaruri idi.
Bu tek adamın noktai nazarı kabul
olunmuş ve harbe karar verilmişti. Harbin aleyhinde neticeleneceğini anlıyan
İbni Attaş, Hasan Sabbahın Alamut kalesine gitmek için müsaade istemiş, onun bu
teklifi kabul olunduğu halde bir takım gaddarane hareketlerde bulunması
üzerine, harp vuku bulmuş, neticede İsmailîler imha edilmiş ve onların tac
giydirdikleri İbni Attaş esir düşmüştü.
Sultan Muhammet bu adamı bir hafta
kadar esir tuttuktan sonra derisini yüzdürerek öldürmüş, bu suretle on iki sene
kadar bu havaliyi yakan ve yıkan bu taçlı Dâî de ortadan kalkmıştı. Meydan
Hasan Sabbahındı.
İbni Attaşm katlinden sonra Şarktaki
İsmailîlerin riyaseti Hasan Sabbaha geçmiş, Hasan kendi programını icra için
tam bir fırsat bulmuştu. Hasanın hedefi, İsmailîliği tam mânasiyle hâkim
kılmak, onun bütün rakiplerini ve düşmanlarını imha etmekti. Bunun için
herşeyden evvel elde, hiç bir fedakârlıktan çekinmeyecek, istenilen herşeyi
yapacak bir alay fedailer lâzımdı. Bunlar körü körüne hareket edecek,
şeyhin her emrini yerine getirmek için işkencenin her türlüsünü, ölümün her
çeşidini cana minnet bileceklerdi. Hasan a bu seviyedeki fedaileri yetiştirmek
için bulduğu çare hakikaten dahiyâne idi. Meşhur seyyah Markopolo bunu,
anlatırken der ki:
“Cebel şeyhi, iki dağ
arasındaki bu vadiyi kapatarak burada bir bahçe vücude getirmişti. Bu bahçe o
zamanın en büyük ve en güzel bahçesi idi.
“İçerde, meyva
ağaçlarının en güzelleri ve en nadideleri vardı. Bahçenin etrafında muhteşem
köşkler inşa olunmuş, bunların içi nefis bir surette tefriş edilmişti. Bahçenin
içinde şaraplarla süt ve ballar dolu ırmaklar vardı. Dünyanın en güzel kızları
burada idi. Güzel sesli olmalarına da dikkat olunan bu kralar türlü türlü
musiki âletlerini çalarlar, ve her raksı bilirlerdi. Şeyhül cebel, adamlarıma
burası hakikaten cennet saymalarını istiyordu.
“Cennetin medhalinde
muazzam bir kale duruyordu. Kale sanki bütün dünyaya mukavemet edecekmiş gibi
son derece müstahkemdi bu müthiş kaleyi zaptetmeden bu bahçeye girilemezdi.
“Etraftaki memleketlerden
20 yaşına girmiş gençler buraya getirilir, onlara burada cennet hakkında birçok
cazip hikâyeler anlatıldıktan sonra cennetin içine atılırlardı. Fakat bu
cennete bırakılmadan evvel uyuşturucu bir madde ile uyutuluyor, ondan sonra
cennete bırakılardı. Bir müddet sonra uyanan genç, kendisini en güzel kızlar
arasında, en muhteşem köşkler içinde ve en nefis, en kıymetli eşya üzerinde
görürdü. Kızlar onların her emrini yapar, her arzularını yerine getirirlerdi.
Bura, ya giren gençler, günlerini iyşunüş, zevkudarb içinde geçirirler,
hakikatte cennete girdiklerine kani olurlar ve buradan çıkmak istemezlerdi.
“Fakat şeyhülcebel, bir
yere adam göndermek istediği zaman bu gençlerden birini cennetten çıkarır, ona,
istediği emri verir, sonra ona “bu emrimi ifa edersen, seni tekrar cennete
sokarım” derdi. Şayet şeyhin arzusu bir adamı öldürmekse bu gençlerden birine
git. derdi, filân adamı öldür, dönersek, meleklerim seni cennete götürür,
ölürsen: ben meleklerimi gönderir ve seni cennete getirtirim.
“Bu suretle istenilen
adam mutlaka öldürülürdü.”
Marko Polonun anlattığı bu cennet
Hasanın dahiyane icadı idi.
Hasan kafalarını sersemleterek cennete
attığı adamlardan, dünya tarihinin hemen hiç görmediği haydutları vücude
getirmişti. Bu cennete girerek onun zevklerini tadanların hayatta bütün
emelleri, o cennete tekrar ulaşmaktı. Bnnun anahtarı ise şeyhe körü körüne
itaatti. Şeyh isterse kan dökecek, isterse kendilerini de öldürecekti. Çünkü
neticede, cennete kavuşacakları muhakkaktı.
Hasan bu hiyle ile, öyle hunhar bir
takım katiller yetiştirmişti ki bunlar bütün dünyaya korku salmışlardı. Hasan
bu katiller sayesinde, her düşmanını öldürmüş, bütün muhitini pençesine almış,
insanların canlan üzerinde fermanferma kesilmişti
Hasan Sabbah, Alâmut kalesinde otuz üç
sene kadar kalmış ve müridlerini üç sınıfa ayırmıştı: Dâîler, Refikler,
Fedailer. Bunların hepsine büyük Dâîler riyaset eder, bunlar da
Şeyh-ül-Cebel’in emirlerini telâkki ederlerdi. Büyük Dâîler vasi salâhiyetleri
haiz birer vezir hükmüne!evdiler. Bunların maiyetlerinde çalışan Dâîler,
mezhebe girmeğe lâyık gördüklerimi kabul ederler ve bunlara kendi akidelerini
telkin ederlerdi. Refikler, yani yoldaşlar, mezhebe kabul edilen ihvandı.
Fedailer ise Şeyh-ül Cebel de büyük Dâîlerin verdikleri emirleri icraya
memurdular.
Şeyh bir vezirin öldürülmesini, bir
hükümdarın imhasını, velhasıl bir düşmanını öldürmesini istediği zaman fedailer
hayatlarını tehlikeye atmaktan korkmayarak şeyhin emirlerini yerine
getirirlerdi. Bunların bir de mülâzimleri yardı. Onlara
‘Lasik” denirdi
Bunlar şeyhin rızasını kazanacak derecede cinayetler irtikâp edecek olurlarsa “fedai” derecesine
yükselirlerdi.
Gerek fedai gerek fedai mülâzimi
olabilmek için herşeyden fazla genç, dinç, tehlikeden korkmaz, fedakârlıktan
yıbnaz, kör gözlü, kör kalplî bir genç olmak icabederdi. Bu kabadayı gençler
bir kere de Hasan Sabbahın cennetine girerek onun zevklerini tattıktan sonra
hayatta ondaa başka hiçbir şeye inanmaz, ve ondan başka bir şeyi özlemezdi.
Hasan Sabbahın asri fikirlerine ve
maksatlarına vakıf olanlar yalnız büyük Dâîlerdi. Ötekilerin hepsi birşey
bilmezler, yalnız cennet hülyası ile kendilerini avuturlardı. Bunların saiki
behimi hisler ve bu hırsları tatmin eden cennetti.
Marko Polo’nun eserine istinad ederek
tasvirini arzettiğimiz bu cennet Hasanın müridlerini kullanmak için güvendiği
biricik vasıta idi.
Vazifelerini tereddüt etmeden yapan
fedai mülâzimleri Şeyh-ül Cebel’in huzuruna kabul edilirler; bunlara şeyhin büyük
Dâîlerinden biri rehberlik eden; ve mülâzimin ifa ettiği hizmetlerden bahseder;
bunu müteakip mülâzim şeyhin ayaklarına kapanarak bütün varlığıyla ona bağlı
olduğunu, hayatta bütün hayır ve bereketi ondan beklediğini söyler bil.
mukabele şeyh de ona dünyada saadete erdiğini tebşir eder, sonra ellerini
kaldırarak ona dua ederdi.
Şeyhin ayrılmasından sonra büyük
dâîler arasında kalan mülâzım, onların verdikleri uyuşturucu bir maddeyi haberi
olmadan yutar, birden bire, derin bir uykuya dalar, ondan sonra Marko Polo’nun
eserinden vasfını naklettiğimiz cennete götürülür ve orada bırakılırdı.
Muvakkat bir sekirden uyanan fedai mülâzim kendisini muhteşem köşkler,
rengârenk bahçeler ve huri gibi kadınlar arasında görünce şeyh tarafından
tebşir olunan saadete erdiğine kani olur ve kendini zevk ve sefahete verirdi.
Bir müddet sonra mülâzime tekrar uyuşturucu bir şey verilir ve tekrar haricî
âleme götürülürdü. Gözlerini açar açmaz hurileri aramaya başlıyan mülâzim için
artık hayatta en büyük gaye bu âleme tekrar kavuşmaktan ibaretti. Büyük dâîier
ona bunun yolunu gösterirler, bunun yolu bir an evvel şeyh uğrunda fedayi
nefsederek ceranete ebedî surette kavuşmaktı. Bunlar buna kanaat getirdikten
sonra başka bir şey düşünmezler ve başka bir şeyin peşinde koşmazlardı.
Hasan Sabbahın müridlerine öldürttüğü
kıymetli ricalin başında Selçuk devletinin veziri Nizamülmülkü görürüz. Büyük bir siyaset ricali olduğu gibi değerli bir ilim adamı
olan Nizamülmülk Hasan Sabbahın müridlerinden Ebu Tahir namında habis bir
esrarkeş tarafından hançerlenmiştir. Onu müteakip İsmailîlere düşman olan
âlimler ve fakihler birer birer ortadan kaldırılıyordu.
Melik Şahın ölümünden sonra Sultan
Sungur, Hasana karşı sevk edeceği ordunun tertibiyle meşgulken bir sabah
uyandığı zaman yatağının başucunda bir hançer saplı olduğunu gömüştü. Bir kaç
gün sonra Hasan, Sungura bir adam göndererek ona “hançeri senin yatağının
başına saplayan senin göğsüne de saplayabilir. O halde bizimle uğranmaktan vaz
geç” demişti.
Hasanın dâîleri
tarafından ifa olunan vazifelerin biri öteden beriden topladıkları güzel
kadınları mezhebin icablarına göre yetiştirerek onları saraylara satmak, sonra
onlardan istifade etmekti. Sungurun başucuna hançeri diken de bu kadınlardan
biriydi. Sungur bu hâdiseden sonra Ismailîlerle uğraşmaktan vazgeçmiş,
Şeyh-üI-Cebel de istediğini yapmakta serbest kalmıştı.
Hasan 26 sene içinde her tarafa
musallat olmuş, istediği yerde teşkilâtını kurmuş, yalnız yağma ve garetle her
türlü cinayet ve irtikâpla, erkek ve kadınların esir edilmesile karşılaşan
bütün etraf ve civar berbat bir hale gelmişti. 505 de Anuştekin Hasanın
kalesini muhasara ederek bunları açlıktan öldürecek derecede muhasarayı
şiddetlendirmiş, bunlar mahvolacaklarını anlıyarak teslim olmak istemişler,
karılarile çocuklarını kaleden çıkararak bunların çıkıp gitmelerine müsaade
edilmesini istemişler, fakat Anuştekin bunları köklerinden kurutmak ve
insanlığı bu korkunç mikroptan kurtarmak istiyerek bunların da kaleden
çıkmalarına ruhsat vermemiş ve hepsinin açlıktan ölmelerini istihdaf etmişse de
Melik Şahın oğlu Sultan Mehmedin bu sıralarda ölmesi İsmailîleri biraz
canlandırmış, Anuştekin muhasarayı idame ederek bu işi bitirmek istediği halde
Sultanın ölümünü haber alan askerler dağıtmağa başlamışlar, Hasan Sabbah ve
avanesi muhakkak bir ölümden kurtulmuşlar, ondan sonra daha müthiş
mukabelelerde bulunmuşlardı.
Hasan Sabbah 33 sene kadar her tarafa
dehşet saldıktan sonra Hicretin 518 senesinde öldü ve bu suretle insanlık habis
bir dehâdan kurtuldu.
Hasan Sabbahın ölümünden sonra onun
yerine veliahdı Kiyabüzürk geçti. Ve onun bıraktığı bütün teşkilâtı idare etti.
Kivabüzürk üstadının tuttuğu yolda devam ederek her tarafta cinayetler
irtikâbına devam etmiş, Selçuk sultanının veziri Ebu Nasırı katlettirmiş, fakat
Cebel şeyhliğinde ancak üç sene kalarak makamını oğlu Kiya Mehmet Büzürke
bırakmış, yeni Şeyhül Cebel Horasana akın ederek binlerce masumu kılıçtaki
geçirdikten başka 529 senesinde dâîsini göndererek Halife Müsterşidi öldürmüş.
Onun fedaileri de seve seve kılıçtan geçmişlerdi.
Kiya Mehmet Büzrük 557 senesinde
ölerek mevkiini oğlu Hant Hasan’a bırakmış. Bu adam mezhebinin esrarını yalnız
büyük dâîlere hasretmeği muvafık gürmiyerek bunları bütün tebaasına ilân
etmişti.
İsmailîliğin hararetli taraftarı Şeyh
Muhsini Kişmiri imamı zaman tanıdığı Hant Hasan hakkında der ki:
“Şeyh-ül-Cebel ve imamı bilhak olan
Hant Hasan, İsmailîye mezhebine mensup âyan ve eşrafı Alâmut kalesinde
toplıyavak bir bayram yeri olan meydanda büyük bir minber kurdurdu. Minberin
dört tarafına kırmızı, yeşil, sarı ve beyaz renkte dört bayrak diktirdi.
Ramazanın 17 inci günü herkes bu meydanda toplandı. Şeyh-ül-Cebel minbere
çıkarak şusözleri söyledi:
“Ben devrin imamıyım. Dünyada ne kadar
evamir ve nevahi varsa hepsini ilga ediyorum. Bugün kıyametin koptuğu gündür.
Halk yalnız Harimi Hüdaya merbut olsun, fakat zahiren bu istediğini yapsın!”
Şeyh-ül-Cebel sözünü bitirip minberden
indi.
Şeyh minberden iner
inmez hazırlanan sofranın başına geçti. Ve o gün bayram günü olduğundan
herkesin zevkütarab, işünûş, lehvü leab ile meşgul olmasını emretti. Sonra
bugüne kıyamet bayramı namını verdi Bunun sebebi şu idi: insanlar dünyada bir
takım kayıtlara bağlı kalmak mecburiyetindeydiler, fakat kıyametten sonra
ahlâk, kanun ve tekâlif mürtefi olur, işte kıyametin mânası budur. Kıyamet ilân
olunmadan ahlâkî ve kanunî rüsum ve tekâlifi kaldırmağa imkân olmadığından imam
bu içtimai hazırlamış ve kıyamet bayramını ilân etmişti.
İsmailîler, bu bayramı, bütün tekâlifi
ilga ettikleri bugünü Hazreti Alinin şehit edildiği güne tesadüf ettirmişlerdi. Bunun sebebi de şu idi: Bu dünya evi melâl evidir. Kâmil
ruh sahibi olan insanlar için bu melal evinden göçmek ebedî lezzet ve nimete
kavuşmak demektir. Hazreti Ali’nin de bu dünyadan, bu felâket ocağından
çekildiği gün hem kendisi, hem onu sevenler için bir bayram olmak gerektir.
Bunun için Aliye merbut olanlar, onu takdis edenler, onun şehit düştüğü günü
bir sevinç bayramı olarak tesit etmelidirler.
Hant Hasan’ın bu hareketi neticesinde
İsmailîler için herşey mubah olmuştu.Bunlar hiç bir
kayde, hiç bir kanuna tabi değillerdi, bunların saiki yalnız hırs ve yalnız
şehvetti. Dinî, ahlâkî, İçtimaî hiçbir zabıta kalmamıştı. Irz ve namus ortadan
kalkmıştı.
Hant Hasan Hicretin 556 ncı senesinre
Büveyhi’lerden Hasan ibni Numur tarafmdan katlolunmuş, onun yerine oğlu Hant
Mehmet Şeyh- ül Cebel olmuştu. Babasının izinde yürüyen Hant Mehmet, babasını
öldürenleri bularak onları çocuklarile ve ailelerile birlikte mahvtemiş, daha
sonra o da bir çok ekâbiri öldürmüştü.
Hasan
Sabbahm dahiyane icadı ile İsmailîlik, her tarafa dehşet salryorken, onun
adamları ve dâîleri her muhite yeniden kök salıyor, ötede beride münasip
mevkiler bularak onun hattı hareketini takip ediyorlardı. Bu hareketin en
muvafık olduğu muhitlerden biri Suriye idi.
Ehlisalip askerlerinin bu sırada
Kudüsü zaptederek Suriye ve Filistinde bir çok yerleri işgal etmeleri,
İsmailîlerin bu taraflardaki hareketlerini kolaylaştırıyordu. Bunlar bu
havalide mevkilerini temin için bir çok defalar Ehlisaliple birlikte hareket
etmişlerdir.
Hasan Sabbahın mezhebi
üzere olan ve onun usulü dairesinde hareket eden bu İsmailîler bütün Suriyenin
frenklere geçmesini temin edecek hareketlerle istedikleri yerlerde yerleşmiş ve
bir takım kalelere sahip olmuşlardı.
Bu suretle İsmailîlik, şarkın en uzak
noktalarından Mısır’da hükümran olan İsmailî halifelerin ülkelerine bitişmiş ve
bunların faaliyeti yenileşmişti. Fakat bu yenileşmeyi bir inkıraz takip etti.
Hicretin 567 ci senesinde Sultan
Nureddin namına Salâhattin tarafından fetholunan Mısırda, İsmailîlerin son
halifesi ölmüş, 270 seneden beri saltanat ve hilâfet sahibi olan Meymun zadeler
inkıraz bulmuşlar, bu suretle İsmailîlik, bütün İslâm âlemine teşmil etmek
istediği devletten mahrum olmuştu.
Gerçi iki üç sene sonra Mısırda
gizlenen İsmailîlerin başlıca dâîleri bir suikast tertip ederek münkariz
lsmailîliği ihya etmek istemişler, bunun için Mısırda bir sürü adam topladıktan
başka Suriye ve Filistindeki Ehlisalibin ve Sicilyadaki Hristiyanların
yardımını temin etmişler, fakat bu suikast tam tatbik olunacağı sırada
Salâhaddin suikastın bütün mürettiplerini yakalamağa muvaffak olmuş ve bunları
idam ettirmişti.
Suriyeden harekete hazırlanan
Ehlisalip Mısırdaki suikastçıların yakalandıklarını ve cezalarını bulduklarını
haber aldıklarından geri dönmüşler, fakat Sicilyadan hareket eden donanma
Iskenderiyeye muvasalat ederek karaya asker çıkarmış ve ancak kanlı bir
muharebelerden sonra def edilmişlerdi.
Bununla beraber İsmailîler Suriyede
bir takım kalelere bakım olmakta devam etmişler, saltanat ve devletlerini imha
eden Salâhaddine karşı suikast tertibinde bulunmuşlardı. 591 de Salâhaddin
kumandanlarından birinin çadırındayken İsmailîlerden biri ona hücum ederek
elindeki bıçağı onun başına saplamış, Salâhaddin başındaki miğfer sayesinde
ölümden kurtulmuştu. Bu mütecaviz öldürüldükten sonra, ikinci bir İsmailî, onu
müteakip üçüncü bir fedai ayni hareketi tekrarlamışlar, Salâhaddin hayatını
müşkilâtla kurtarabilmişti.
Bu sırada bu havalideki şeyh, Hasan
Sabbahın yolunda yürüyen ve onun, usulünü tatbik eden Sinan’dı.
‘Cennet Fedaileri” adlı bu eserimizde bu adamla karşılaşacağımız için bu
önsözle, onun mensup olduğu tarikatin mahiyetini, gaye ve hedeflerini izah
etmiş ve okurlarımızın bu adamların ve tarikatlarının hakikî hüviyetini
anlamalarını kolaylaştırmak istemiş bulunuyoruz.
Bu tarihî etüde böylece son vererek
asıl esere başlıyoruz.
Devamı romanda okunabilir
Kaynak:
Cennet Fedaileri, İSLÂM TARİHİNDE GİZLİ VE YIKICI TEŞEKKÜLLER-ÖMER RIZA DOĞRUL,
Eşref Edib- İstanbul- Asârı İlmiye Kütüphanesi Neşriyatı 1363 - 1943 , İstanbul
Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.
Yorumlar
Yorum Gönder