İSYAN HAZIRLAYICI HAREKETLER
KUTB VE İSYAN: OSMANLI MEHDİCİ (MESİYANİK)
HAREKETLERİNİN İDEOLOJİK ARKAPLANI ÜZERİNE BAZI DÜŞÜNCELER
[Mehdici
inançların İslâm'dan önceki dönemde de Türk zümreleri arasında belli ölçüde
tanınmakta olduğuna dair bir takım ipuçları vardır. Ancak bu inançların
Zerdüştilik, Maniheizm ve Mazdekizm gibi İran dinleri vasıtasıyla Türkler
arasına girdiğini bugün iyi biliyoruz (bkz. Blochet, 1903: vii). Zaten
Türkler'in daha Müslüman olmadan önce, İran'ın çeşitli yerlerinde Abbasi
yöne¬timine karşı girişilen pek çok mehdici isyan hareketine katıldıkları
görülür. Müslüman olduktan sonra da bu inançlarını sürdürdüler. Bu mehdici
karakter, Türkler arasında heterodoks İslâm teşekkül ederken, onun ayrılmaz
karakteristiği olarak yerini aldı. O kadar ki, Osmanlı dönemi de dâhil olmak
üzere, İslâmî dönem Türk tarihindeki merkezî yönetimlere karşı girişilen, 13.
yüzyıldaki Babailer isyanından, 16. yüzyıldaki Şah Kalender isyanına kadar
hemen bütün heterodoks hareketler, istisnasız bu mehdici karakteri çok açık bir
biçimde sergilerler.] (s.24)
[Bundan on
yıl kadar önceki bir yazımızda, XVI. yüzyılda Anadolu'da meydana gelen mehdîci
(mesiyanik) isyanlar üzerinde muhtelif açılardan genel bir tahlil denemesini
konu edinmiştik (Ocak, 1991). Bu defa bu hareketlerin ideolojik arka planı
üzerinde bazı görüş ve yorumlarımızı dile getirmek istiyoruz.
Türkiye
sosyal tarihinin en dikkate değer konularından birinin, merkezî yönetim yahut
siyasal iktidar ile kırsal kesim arasındaki sıcak çatışmaların bir ifadesi
olarak gündeme gelen halk hareketleri, başka bir deyişle, isyanlar ve kıyamlar
olduğuna şüphe yoktur. Çünkü bu tür hareketler, merkezle çevre arasındaki
çatışmanın en belirgin görüntüsüdürler. Anadolu Selçukluları döneminden itibaren
Türkiye tarihinde de merkezle çevre arasında pek çok defalar, merkezin
deyimiyle isyan veya kıyam
denilen bu tür hareketler hep olagelmiştir. Modern Türkiye tarih
yazıcılığında çoğunlukla bu iki terim farkına varılmadan birbiri yerine
kullanılmış olup, daha ziyade birincisi tercih edile gelmiştir. Ancak bu iki
terim arasında günümüzde ortadan kalkan anlam nüansının, eski kaynaklarda göz
ardı edilmediği, merkeze karşı girişilen her hareket için rastgele isyan veya kıyam tabirinin
kullanılmadığı görülür.
Bu
kaynaklarda isyan tabirinin,
daha ziyade merkezden gelen bir talebe veya maddî manevî bir baskıya karşı
çıkan silahlı hareketler için, kıyam
tabirinin ise, merkezden herhangi bir talep veya baskı söz konusu olmadığı
halde, varmak istediği bir amacı, bir talebi gerçekleştirmek maksadıyla
çevrenin merkeze karşı giriştiği silahlı hareketler için kullanıldığı dikkati
çeker. Örnek vermek gerekirse, Anadolu Selçukluları zamanında, 1239-40'taki Babaîler hareketi bir isyan, erken
Osmanlı döneminde, 1416'daki Şeyh Bedreddin hareketi ise, isyan olarak
nitelendirilmesine rağmen gerçekte bir kıyamdır. Birincisinde Selçuklu
merkezî yönetiminin kırsal kesim üzerinde uyguladığı sosyal ve ekonomik
baskılara bu kesimden silahlı bir karşı çıkış, ikincisinde ise, sarsılan
siyasal ve toplumsal düzenin yarattığı kaos ortamından yararlanmak suretiyle
-bazan görünürde başka bir amacı öne koyarak- siyasal iktidarı ele geçirme
amacıyla silahlı bir ayaklanma söz konusudur. Bu, Türkiye tarihindeki halk
hareketlerinin temel karakteristikleri itibariyle iki kategoriye
ayrılabileceğini gösterir.[1]
Bu isyan
ve kıyamların, yapısal nitelikleri bakımından da iki ayrı kısımda kategorize
edilebileceği hemen dikkatimizi çeker:
1) Birinci
kategoride yer alan isyan veya kıyamların merkeze karşı silahlı bir eyleme
girişerek amaçlarını gerçekleştirmek istemelerinin dışında, herhangi bir
ideolojik özellikleri, bir nitelikleri yoktur. Osmanlı İmparatorluğu'nda XVI.
yüzyıldaki Yenice Beğ veya Domuzoğlan isyanlarından, Patrona Halil veya Kabakçı
Mustafa kıyamlarına, hattâ Derviş
Vahdetî hareketine varıncaya kadar akla gelen bir kısım hareketler,
ideolojik özellikleri, arkaplanları olmayan hareketlerdir. Bunlar doğrudan
doğruya siyasal amaçlarla gerçekleştirilen isyanlardır.
2) Bizim
bu yazı çerçevesinde ele almaya çalışacağımız ikinci kategoriye girenler ise,
mistik ideolojik bir karakter sergileyen çevre hareketleri, yani başka bir
deyişle, mehdici (mesiyanik)
kıyamlar ve isyanlardır. Bu tür toplumsal hareketleri ihtilalci mesiyanizm (messianisme revolutionnaire) olarak
adlandırmak mümkündür. Dolayısıyla birinci kategoriden kıyam ve isyanlar,
burada söz konusu edilmeyeceklerdir.
Zulüm ve haksızlığa uğramış kitlelerin, içinde
yaşadıklarını düşündükleri bozuk düzenin ve adaletsizliğin ortadan kaldırılmasını,
zulmün ve adaletsizliğin bulunmadığı ideal bir düzenin kurulmasını temin edecek
"ilahî bir kurtarıcı"nın (Messie, Mesih, Mehdi) geleceği
beklentisi içinde olma şeklinde kısaca tarif edilebilecek olan Mehdkilik veya
Mesiyanizm (Messianisme), hemen hemen insanlık tarihiyle yaşıttır
denebilir (Eliade, 1980: 244-6, 324-5, 338-9).
Ama dinler
tarihi, tarihen müsbet bir vakıa olarak ilkçağlardan beri, özellikle eski
dünyada yaşayan toplumlar içinde bunun çok yaygın bir inanç olduğunu, bu
inancın ise daha ziyade eski Mezopotamya mitolojisi kaynaklı olup Yahudi ve
Hıristiyan toplumlarına geçtiğini, Müslüman toplumların ise bu iki kanaldan
etkilendiğini göstermektedir.[2]
İslâm dünyasında "dinin ve adaletin
ihyası için Allah tarafından vazifelendirilen kutsal bir şahsiyet",
yani mehdi beklentisi, oldukça erken bir devirde kendini göstermiştir.
Emevî halifesi I. Muaviye'nin 680'de ölümünü takiben ortaya çıkan iç savaş
esnasında, ilk defa, 680-87 arasında devam eden Muhtar es-Sakafî isyanında,
Müslümanlar bu kavramla karşılaştılar.[3]
Bu tarihlerden sonra İslâm dünyasının
muhtelif zaman ve mekânlarında mehdîliğe vurgu yapan hareketler sık sık vukua
geldi. Bunların en yeni ve en tanınmışlarından biri, XIX. yüzyılda Sudan'da İngiliz emperyalizmine karşı bir ayaklanma hüviyetinde ortaya çıkmıştı.
Ayrıca İslâm mezhepleri içinde, Oniki İmam Şiîliği gibi, esas olarak bu kavrama
vurgu yapan mezhepler bulunduğu da bilinmeyen bir husus değildir.[4]
Sayıca
fazla olmasa da, İslâm tarihindeki mehdîci hareketlerin toplu tarihi üzerinde
bugüne kadar gerçekten önemli araştırmalar yayımlanmış bulunmasına rağmen,[5]
Osmanlı tarihindeki mehdîlik ideolojsine bağlı (mesiyanik) isyan ve kıyamların
toplu tarihi henüz meydana getirilmemiştir. Hâlbuki Osmanlı sosyal tarihinde
merkez-çevre ilişkilerinin çok mühim bir boyutunu teşkil eden bu hareketlerin
analizinin, Osmanlı toplumsal, yapısının izahı açısından ciddî veriler
sağlayacağına şüphe yoktur.[6]
Anadolu'da
daha XIII. yüzyıldan itibaren karşılaşılan siyasal, ekonomik ve toplumsal
bunalım zamanlarında bir takım mehdîci hareketler görülmüş, XVII. yüzyıl
ortalarına kadar da bunlar zaman zaman tekrarlana gelmişlerdir. Türkiye
topraklarında ilk örneğini geniş çaplı bir sosyal patlama niteliğindeki Babaî
isyanıyla 1239-40'ta (Ocak, 1996), son örneğini ise Seyyid Abdullah kıyamı ile
1665'te sergileyen mehdîci hareketlerden bazıları üzerinde ancak birtakım tek
tek incelemeler yayımlanmış bulunmaktadır. Modern Osmanlı tarihçiliğinde
müteaddid defalar yüzeysel bir biçimde bahis konusu edilmiş bu hareketlerin
nasıl bir ideolojinin güdümünde geliştirildiği, bu ideolojinin yapısı ve
niteliği hususunun pek fazla sorgulanmadığı görülür.
Bizim
burada Osmanlı tarihi çerçevesinde üzerinde duracağımız mehdîlik ideolojisini
kullanan hareketler ise, daha çok sûfi çevrelerle alâkalı bulunanları
olacaktır. Osmanlı tarihindeki bu mehdîci hareketlerin hemen tamamına yakın
kısmının, şu veya bu şekilde Sünnî -veya en azından görüntüde Sünnî- yahut heterodoks
sûfi çevreler tarafından gerçekleştirildiği, çok dikkat çekici bir vakıa olarak
gözler önünde durur. Sûfîlikle bu hareketlerin nasıl bir bağlantısı
bulunabileceği meselesinin bugüne kadar pek sorgulanmamış olması dikkat
çekiyor. Oysa bu noktada üzerinde önemle ve hassasiyetle durulması gereken
konu, merkeze karşı girişilen bu hareketlerin siyasal, toplumsal ve ekonomik
nedenleri kadar, bunların liderliğini yapan kişilerin ve etraflarına
topladıkları zümrelerin sosyal ve dinî tabanları, özellikle liderlik konumunda
olanların karizmatik şahsiyetleri veya hüviyetleridir. Tarihçiler bugüne kadar
hep birinci nokta üzerinde yoğunlaşmayı tercih etmişler, bir tek kişinin nasıl
olup da böyle bir işi başlatabildiğim, etraflarına nasıl bu kadar kalabalık
kitleleri toplayabildiklerini pek hesaba katmamışlar, katanlar da bunu yine
sosyo-ekonomik nedenlerle açıklamayı tercih etmişlerdir.
Biraz daha
yakından bakıldığında, bu tür açıklamaların pek yeterli olmadığı, bu dikkat
çekici olgunun altında mutlaka başka faktörlerin bulunması gerektiği
anlaşılıyor ki, bunlar arasında da akla ilk geleni, lider konumundaki bu
kişilerin karizmatik özellikleridir. Bu tür özelliğe sahip liderlerin, sıradan
kişilere nisbetle daha geniş kitleleri etkileyebildikleri, başını çektikleri
hareketi daha uzun soluklu olarak yaşattıkları, hareketin bastırılması ve
kendilerinin ortadan kaldırılmasından sonra bile bu karizmatik özellikleri
sebebiyle uzun süre hafızalarda yaşadıkları, etraflarında efsaneler,
menkıbeler teşekkül ettiği görülüyor ki işte bizim vurgulamak istediğimiz konu
da bu karizmanın, dolayısıyla bir anlamda hareketin ideolojisinin kaynağını
teşkil eden özelliktir.
Osmanlı
tarihinde bu tür karizmatik özelliğe sahip isyan veya kıyam liderlerinin,
mutlaka bir mistik çevreye mensup şahsiyet, ya bir tarikat şeyhi veya bir
Türkmen babası olması bir tesadüf eseri değildir. Selçuklu döneminde Baba İlyas-ı Horasânî de bir tarikat şeyhi idi;
1511'de Şahkulu Baba Tekeli, 1512'de Nur Ali Halife, 1520'de Bozoklu Celal veya
meşhur lakabıyla Şah Veli, aynı tarihte Bünyamin-i Ayaşî, 1527'de Şah
Kalender, 1528'de Pir Ali Aksarayî, 1557'de Hüsameddin Ankaravî ve nihayet 1561'de Hamza Bâlî, birer şeyh
kimliğiyle taraftarlarının başında harekete geçmişlerdi.[7]
Kaynaklarımız
bu şahsiyetlerin bu kimlikleriyle ilginç bir propaganda yöntemi uyguladıklarını
ve bu sayede taraftarları üzerindeki karizmatik etkiyi arttırarak onları ikna
etmeyi başardıklarını gösteriyor. BU
ŞEYHLERİN, İSYAN VEYA KIYAM HAREKETİNE GİRİŞMEDEN ÖNCE BİR MAĞARAYA ÇEKİLEREK
UZUNCA BİR SÜRE İNZİVA HAYATI YAŞAYIP RİYAZATLA MEŞGUL OLDUKLARI, BU ESNADA DA
TANRI'DAN ALDIKLARINI İDDİA ETTİKLERİ MESAJLA HAREKETE GEÇİP PROPAGANDA BAŞLATTIKLARI
VE TARAFTARLARINI SİYASAL İKTİDAR ALEYHİNE AYAKLANMAYA ÇAĞIRDIKLARI DEĞİŞMEZ
BİR SÜREÇ OLARAK HEPSİNDE GÖZE ÇARPIYOR. Baba İlyas-ı Horasânî'nin bu
yöntemi tam üç yüz yıl önce denediğini ve çok etkili olduğunu gayet iyi
biliyoruz. Şeyh Bedreddin'den başlamak üzere Osmanlı döneminde bu kutb-mehdîlerin
hemen hepsi de, vaktiyle İbn Bibi'nin el-Evâmiru'l-Alâiyye'sinde Baba
İlyas'ın ağzından nakledilen şu ayaklanma propagandasının hemen hemen aynını
yapıyorlardı:
"Sultan kötü bir yaşantı takip etmekte ve fısk u
fücur işlemekte, zulüm yapmaktadır. Filan gün filan ayda dostlarımız
atlansınlar ve harekete geçmeye hazır olsunlar. Her kim bizim adımızı işitirse,
müfsidleri ortadan kaldırıp halkın halini ıslah hususunda bize uysun. Onları
ele geçirdiğimiz ganimetlere ortak yapacağız. Kim bu davetimize karşı koyarsa,
onu öldürmekte tereddüd göstermeyin!"[8]
İşte sözü
geçen bu şeyhlerin temsil ettiği kimlik, bizi ister ise-temez tasavvufun velayet
teorisine, onun içinde de kutb telâkkisine götürüyor. Mehdîlik
iddiasının ise, biraz daha'yakından bakıldığı zaman, bu telâkki ile çok
yakından ilgili olduğu görülür. Yani bir mehdî kimliğiyle ve propagandasıyla
ortaya atılan sûfî hüviyetli her hareket liderinin, mutlaka aynı zamanda
kendini kutb olarak gördüğü ve bağlıları arasında da öyle kabul edilip
inanıldığını tesbit etmek bizi şaşırtmıyor.
Bilindiği
gibi kutb telâkkisi, tasavvufun temel doktrinini oluşturan velayet teorisinin
esasıyla ilgili bir kavramdır. Bu kavramın ilk bahis konusu edildiği yerlerden
biri, XI. yüzyılın sûfi müelliflerinden Hucvîrfnin, Keşfıı'l-Mahcûb adındaki
ünlü eseridir. Hucvîrî burada velayet teorisini tartışırken, büyük
mutasavvıf Hakîm-i Tirmizi’nin (öl. 908) sözleriyle kutb kavramını da
bahis konusu eder (el-Hucvîrî, 1982: 330).
Bazan Ğavs
(yardım) ile aynı anlamda kullanılmakta, bazan da, sahibu'l-vakt veya
Sâhibu'z-zamân (Sâhib-zaman) kelimeleriyle ifade edilmekte olup İnsân-ı
kâmil kavramıyla da özdeş kabul edilen bu terim, sonraki tasavvuf
kaynaklarında da genişçe açıklanmıştır. Çok büyük bir ihtimalle İslâm öncesi
İran mistik kültürü ve Yeni-eflâtuncu telâkkilerin etkisiyle tasavvuf
düşüncesinde temele oturan kutb telakkisi, velayet teorisine
göre, bu kâinatın yönetiminden sorumlu olup aşağıdan yukarıya doğru, sayıları
giderek azalmak suretiyle bir mertebeler silsilesi meydana getiren "velîler pramidi"nin tepe
noktasında bulunan şahsiyettir. Kâinatta maddî manevî her türlü tasarruf
yetkisine sahip, kısaca
"Allah'ın adına kâinatı idare eden en büyük
veli'dir. Bu konuda klâsik tasavvuf kaynaklarındaki açıklamalar, teferruat söz
konusu olduğunda bazı değişiklikler, bir takım farklı izahlar ortaya koyarlar.
Kimine göre her velî hiyerarşisinin kendine mahsus bir kutbu vardır,
kimine göre ise hepsinin üstünde kutbu'l-aktâb (kutbların kutbu) denilen
bir tek kutb bulunur.[9]
Bu
telakkinin giderek zenginleştiği, tarikatların XI. yüzyıldan itibaren iyice
üstünlük kazanmasından sonra ise, her tarikat çevresinin, kendi şeyhini kutb,
hattâ kutbu'l-aktâb kabul etmeye başladığı görülür.
Kutbun sözünü ettiğimiz hareketlerdeki itici gücünü somut olarak anlatmak
bakımından bugün elimizde bulunan en iyi yazılı metinler, Bayramiyye Melâmiliği
çevresine ait bulunmaktadır. Daha önce başka bir yerde de naklettiğimiz bu
metinleri (Ocak, 1998: 263-4), konunun anlaşılmasına yapacağı katkı sebebiyle
burada bir kere daha nakletmeyi faydalı buluyoruz. Yalnız unutulmamalıdır ki,
bu metinlerde karşılaştığımız kutb telakkisi, yeni bir olgu olmayıp, çok
eski bir tasavvuf telakisinin Osmanlı dönemine yansımasından başka bir şey
değildir. Söz konusu metinlerin en ilginçleri, XVII. yüzyıl Melâmîler'inden
La'lîzâde Abdülbâkî ile, XVIII. yüzyılda Bandırmalızâde Hâşim Mustafa'nın
eserlerinde yer alır. La'lîzâde kutbu aynen şöyle açıklıyor:
"İmdi ma'lûm ola İd bi-emrillâhi te'âlâ
vârisu'l-haml-i Muhammedi olan Kutb-i Zemân dünyadan Âhiret'e hırâmân
oldıkda makam-ı şerifine istihlâf olunan merkez-i dâire-i eflâk-i kulûb-ı
sâlikân kim idiğin lisan ile beyan olunmayup ve lâkin ol-vakt ntahz-ı fazl-ı
ilâhî'den her kime müyesser olursa Hak sübhânehû ve teâlâ cemî-i esma ve ef'âl
ve sıfât-ı zâtiyyesiyle âna bi-lâ vâsıta miitecellî ve kalb-i şerifleri
mir'ât-ı mücellâda kamilen nûr-ı âfitâb-ı vahdet olmağla ol ekmel-i tehammül
merkez-i kutbiyyetde kâim ve umûr-ı dîni hak ve adi üzre görmek içün min
indillâh halîfe ve hakem oldugına şehâdet-i hakka idüp kafan kendünün verâset-i
kâmile ve kutbiyyetine şekk ve gümân kalmaz... Evsâf-ı beşeriyyeden
biİ-külliyye pâk ve mücerred ve envâr-ı mahabbet ile....anlar melekiyyet-i
tâmme husule getürmek-le... Kutb-ı 'âlem intikal itdikden sonra ihvân-ı
tarîkatdan her birine gönül koşup ol nûr-i âfitâb-ı mahabbet kangı burç ve
matla'dan dırahşân olursa bi-lâ reyb velâ müştebih hilâfetine şehâdet iderler
ve ba'zısı zahiren Kutb-ı âlem 'in vechinde bir nişan görür ki şahs-ı
şerifini ol nişan ile bilür ve bulur”[10]
"İmdi bi'z-zât pîr ve mürşid-i fukarây-ı
Melâmiyye rûh-i Muhammedi'dir. Vahiden ba'de vâhid zahir olan aktâb-ı zemân anların
mürşididir, bi'ş-şahs Sâhibu'z-zeman malûmlarıdır, esrâr-ı kazâ ve
kaderden bir sırr-i ilâhî dahî oldur ki irâde-i rabbânî rûy-i arzda kangı
iklîmin imaretine ta'alluk iderse evvelâ Kutb-i zemân ve Halîfe-i Nefs-i Rahman
ol iklimde zahir ve nümâyân olup...."[11]
Yine bir
Melâmî olan Bandırmalızâde ise kutbu şu şekilde anlatıyor:
"îmdi ey da'vây-ı îman ve ikrar eyleyen hazer
eyle ki serhadd-i hakîkatde muhâfaza-i hısn-ı Melâmiyyûn'a Hâtemu’l-Enbiyâ
Mürşid-i 'âlem'in a'mâl ve ef'âlini görmeğe ve bilmeğe talip olma. Anların
ahvâli akla sığmaz....(Kul innemâ ene beşerun mislüküm yûhâ ileyye) mısdâkınca
neslen ba'de nesi ve karnen ba'de kam ile'l-ebed vâris-i esrâr-ı nübüvvet ve
velayet Hâtemu'l-evliya Sultânu'l-Melâmiyyin olanların tecdîd ve zuhûr-ı
beşeriyyetleri (sümme'l-emsel bi'l-emsel) delaletiyle aded-i zevk ve irfanları
bî-nihâye olmakdır. Ve kezâlik esrâr-ı nübüvvet ve envâr-ı velayete
mazhar-ı vâris-i çehârdeh merâtib seyriyle zuhur ider. Hâtemu’l-evliyâ ve
Sultânu'l-Melâmiyyin hazerâtının uzv-ı mübarekleri cümle ecsâdı ve kuvâları
cümle ervahı muhîtdir. Ve her biri bir anda ....diledüği suret ve ecsâd ile
istedüği zemanda ve mekânda tayy-ı 'amel eyler. Bir anda hem meşrıkda hem
magribde ve hem Mekke'de ve hem rûhu'l-ecsâd olan cesed-i vâki oldıgı mahalde
görinür. Belki her anda ve her zemanda ve her mekânda bir suret ile zahir olur.”[12]
Bandırmalızâde
eserinin bir başka yerinde ise kutb için şunları söylüyor:
"....(Kutb) her bâr ki ufuk-ı mevâlîd-i selâse ve
câmi'-i anâsır-ı erba'a olan insan suretinde zahiren ve bâtınan terakki eylese ufuk-ı
inşân olan şâbb-ı emred suretinde tecellî zuhur ider, mazhar-ı tâmm olur (....)
Ol zemân mazhar-ı nûr-ı Muhammedi vâris-i sırr-ı Ahmedî HâtemuT-evliyâ ve
Mürşid-i âlem tarafından feyz-i rabbânî ve rûh-i sultânı irişüp ol vadiden
halâs olursa sırr-ı vahdete irişüp her vâdîden ve her sûretden tecellî-i Zât
zuhur idüp her yüzden görinen (....) sâcid ve mescûd zâkir ve mezkûr olup
müntehâsı kalb-i mürşide mi'râc idüp...."[13]
Bu
metinler, kutb telâkkisinin şartlar zuhur ettiğinde nasıl bir kitle
ayaklanmasını harekete geçirebileceğini bütün açıklığı ile ortaya koymaktadır.
Bu metinlerde çizilen kutb portresi, kutsal bir ilâhî varlığı anlatması
itibariyle pek çok bakımlardan dikkatle üzerinde durulmayı gerektiren bir
kavram olarak ortaya çıkıyor. Bu metinlere göre kutb, gerçekte rûh-ı
Muhammedi'dir; Allah'ın tecellîgâhıdır; Allah ona bütün sıfatlarıyla vasıtasız
olarak tecellî ettiğinden, her zaman ve mekânda dilediği şekil ile görünür. Nübüvvetle
Velayeti şahsında temsil eder; yeryüzündeki bütün işleri hak ve adalet ile
yönetmek üzere bizzat Allah tarafından halîfe
ve hakem kılınmıştır. Kısacası kutb, Allah'ın bu âlemi
yönetmek üzere ilâhî yetkilerle donattığı, insan görünümündeki insanüstü,
fevkalâde bir varlık, adetâ Allah'ın kendisidir. Metinlerin bütün dolambaçlı
üslûp gayretlerine rağmen söylenmek istenen bizce budur.
İşte bu
inancın tabii sonucu olarak kutb, yalnız manevî değil, fakat özellikle
dünyevî otoriteyi de ele alarak adaleti hâkim kılacak Mehdi kavramıyla
da birleştirilmiş, yani zamanın gerçek sahibi, Sâhibu'z-zemân (veya Sâhib-zemân)
olarak düşünülmüştür. Sâhib-zemân aynı zamanda Sûret-i Rahman, yani
Allah'ın görüntüsüdür.[14]
Böylece kutbun hem dinî hem de dünyevî (daha doğrusu siyasî) olmak
üzere iki misyonuna işaret olunduğu görülmektedir ki bu, Anadolu Selçuklu
döneminde Baba İlyas-ı Horasânî’nin ve Şeyh Bedreddin'den başlayarak XVI.
yüzyıldaki Kızılbaş çevrelerinde meydana gelen bütün isyan ve kıyamların
liderleri olan şahsiyetlerin, nasıl o kalabalık kitleleri peşlerine
takabildikleri sorusunun cevabını ortaya koyuyor. Çünkü onlar, en iyi ve açık
örneklerini yukarıya naklettiğimiz Melâmî metinlerinde gördüğümüz üzere, bu
inançlarının tabii şevkiyle Osmanlı sultanlarının hem dinî, hem dünyevî
otoritesinin gayri meşru olduğuna inanmakta, dünyayı yönetmesi gereken asıl
otoritenin de, kendi kutbları olduğuna iman etmektedirler. Nitekim
La'lîzâde Abdülbâkî, kutbun "İmâmu'lmü'mirûn
ve Halîfe-i Seyyidü'l-mürselîn" olduğunu da söylüyor.[15]
Bu, açıkça Osmanlı saltanat ve hilâfetinin reddi anlamına gelir.
İşte
Osmanlı döneminde merkeze karşı ayaklanan liderler, çok muhtemel olarak Şeyh
Bedreddin'den itibaren bu kutb-mehdî iddiasının fiilî sahipleri olarak
Osmanlı iktidarına karşı Sâhib-zeman kimliğiyle harekete geçmişlerdi.
Onların böyle bir doktrin sahibi olarak merkezî yönetime karşı çıkışlarını,
garipsememek gerekir. Nitekim sûfi çevrelerin siyasî iktidarlara yönelik bu tür
hareketlerinin, tasavvuf tarihinde daha önce rastlanmış başka örnekleri de
bulunmaktadır. Kutbun bu dinî-siyasî çifte misyonunun, Hurufilikte de
bahis konusu olduğunu çok iyi biliyoruz. Bu sebeple Hurûfîler'in Fazlullah-ı
Esterâbâdî (öl. 1394) zamanından itibaren Timur devletine karşı bir kaç defa
huruç teşebbüsünde bulunduklarını kaynaklardan takip edebiliyoruz. Timur
İmparatorluğu'nun en güçlü döneminde ortaya çıkan Fazlullah-ı Esterâbâdi’nin faaliyetleri
yasaklanıp kendisi idam edilince, taraftarları müthiş bir takibata uğradılar.
Hurûfîler'in önemli liderlerinden Ahmed Lûr'un 1427'de Şahruh'a karşı giriştiği
suikast hareketinden sonra, müridlerinden pek çoğu yakalanıp öldürülmüş,
cesetleri yakılmıştı. 1467 yılında ise Karakoyunlu hükümdarı Cihanşah'a karşı
bizzat Fazlullah'ın kızının başını çektiği bir isyan hareketi şiddetle
bastırılmış ve kendisi beş yüz kadar taraftarı ile yakalanıp idam edilerek
cesetleri yakılmıştı.[16]
Görülüyor
ki, tasavvuf dünyasında bazı çevrelerde, kendinin kutb olduğuna ve
taraftarlarınca da öyle kabul gördüğüne inanan insanlar içinde bazıları, belki
yaşadıkları bozuk düzenin etkisiyle, zamanla kendilerini mevcut düzeni ıslah
etmek, hattâ bunun ancak hâkim siyasal iktidarı ortadan kaldırıp kendininkini
ikame etmek suretiyle gerçekleştirmeye Tanrı
tarafından yetkili ve görevli kılındığına inanan şeyhler ortaya çıkmıştır. Sultanlar
bu durumu eski tarihî tecrübelerle çok iyi bildiklerinden, hemen daima bu
çevreleri yakından takip altına almışlar, buralarda cereyan eden her hareketi
dikkatle izlemişlerdir. II. Murad'ın Hacı Bayram-ı Veli’yi, Kanunî Sultan
Süleyman'ın İbrahim-i Gülşenî'yi bu endişelerle huzurlarına çağırıp
sorguladıkları, onları bizzat yakından tanıyarak böyle bir niyetlerinin olup
olmadığını anlamaya çalıştıkları iyi bilinir. 1925'teki Şeyh Said, 1930'daki
Menemen olayları, hiç şüphesiz zamanın siyasal iktidarının kafasında da aynı
korkuları uyandırmış olmalıdır.] (s.44-55)
Kaynakça
Ahmet
Yaşar OCAK, Türkiye Sosyal Tarihînde
İslam'ın Macerası Kasım 2010, İstanbul.
[1]
Genel olarak Türkiye tarihindeki bu halk hareketlerini bütün olarak ele alan
bir marksist tarih yaklaşımı şu eserde denenmiştir: Yetkin, 1974. Ayrıca bkz.
Oğuz, 1997. Bunun dışında son yıllarda bazı Alevî yazarları tarafından Osmanlı
dönemindeki Alevî isyanlarını konu edinen, ikinci üçüncü elden kompilasyon
tarzı çalışmalar da yayımlanmıştır. Msl. bkz. Öz, 1992.
[2] Bu
konuda şu eserde tatminkâr açıklamalar bulunmaktadır: de Queiroz, 1968.
[3]
İslâm tarihindeki mehdîlik hareketlerinin çok faydalı birer tarihçesi için bkz.
Blochet, 1903; Sadighi, 1938; Meselenin ideolojik yönü için ise şunlara bakmak
yararlı olacaktır: Darmsteter, 1885; Gencî, nşr. M. Hâdi, Necef 1970; Cafer b.
Muhammed, el-Askerî, 1977; ve özellikle bkz. Sachedina, 1981; ayrıca bkz.
Madelung/'al-Mahdî", EI2.
[4] Bkz. yukarıdaki notun ikinci kısmında
zikredilen eserler.
[5]
Yukarıda bahsi geçen yazımızda bu konuyla ilgili literatür verildiğinden burada
tekrarlanmayacaktır.
[6] Bu
konuda giriş mahiyetinde iyi bir çalışma vaktiyle Barbara Flemming tarafından
yayımlanmıştır: Flemming, 1987.
[7] Bu
konudaki literatür için bkz. Ocak, 1991; Ocak, 1998: 268-304.
[8]
Ocak, Babaîler İsyanı, ekler
kısmı s. 219'da bizim yukarıya sadeleştirerek aldığımız metnin Yazıcızâde Ali
tarafından Tarih-i Al-i Selçuk adıyla
anılan çeviri nüshasından nakledilen orijinal metni vardır.
[9] Kutb teorisinin
gelişimi ve mahiyeti hakkında geniş bilgi ve meseleyle ilgili kaynaklar için
bkz. Blochet, 1902; F. de Jong,"Qotb", f/2.
[10] Bkz.
La'lîzâde, Sergüzeşt, Süleymaniye
(Pertev Paşa) Ktp., nr. 636, vr. 137b-138b.
[11] Bkz.
La'lîzâde, Risâle-i Melâmiyye-i Bayrâmiyye (Sergüzeşt),
s.7. (La'lîzâde'nin bu eserinin evvelki notta
zikredilen yazma nüshası ile bu matbu nüshası arasında bazı farklar mevcuttur.
Bu sebeple bu çalışmada her iki nüsha da kullanılmıştır).
[12] Bkz.
Bandırmalızâde Hâşim Mustafa el-Üsküdârî, Etvâru'l-Melâmiyyîn ve
Esrâru'l-llâhiyyîn, Millet Ktp., Manzum, mecmua nr. 737, vr. 157b-158a.
[13] Bkz. age.,vr.
153b-155a.
[14] Bkz.
La'lîzâde, vr. 140a.
[15] Bkz. age.,
aynı yerde.
[16] Msl.
bkz. Gölpınarlı, 1973:26-8.
Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.
Yorumlar