Print Friendly and PDF

JACQUES LACAN “BENİM ÖĞRETTİKLERİM” VE “TELEVİZYON” İSİMLİ ESERLERİNDEN



“Beni sorgulayan beni okumasını da bilir.
JACQUES LACAN 
[Lacan’ı okumak biraz zor.
Fakat okumak gerekiyor.]
Unbewusst’un  “Bilinçdışı” diye çevrilmesi Türkçe’de yürürlük kazanmıştır. Unbewusst teriminde “un” ön eki, bir olumsuzlamayı belirtir. Olumsuzlama “bewusst” ile ilgilidir, öyleyse “bilinçli” ile. Böylece bu terimin aslına tam uygun çevirisi “bilinçsiz” olmalıdır. Türkçe’deki “dışı” belirlenimi eksik bir yorumdur.
Bilincin dışı, her çeşit ruhsalın (psişiğin), düşünselin (mentale’ın) dışını da belirtebilir, öyleyse ruhsal ve düşünsel ile hiç ilgisi olmayanı da, örneğin dışsal, maddî nesneleri. Oysa bilinçsiz, ruhsal alan, düşünsel alan ile sınırlanan bir konumu dile getirir. Kabul etmek gerekir ki, doğru olmakla birlikte, bu “bilinçsiz” teriminin dilimizde isim olarak yürürlük kazanması kolay görünmemektedir. Öyleyse bilinçdışı sözcüğü kullanılmaya devam edilecektir ama elbette sözcüğün aslına göre anlam kaybı ya da çarpıtmasıyla. Çeviri sorununa ileride gireceğiz; şimdilik, kısaca, bu “bilinçsiz” teriminin felsefede yarattığı salınımı ve devinimi kuşatmaya çalışmak istiyoruz ve bu salınım ve devinimde Lacan’ın oynayabilmiş olduğu ya da oynayabileceği rolü.
Bilinçsiz teriminin kapsamına, öncelikle belleğin gücüllüğünü alabiliriz. Bilinç, en basit anlatımıyla, belleğin geçmişe giden derinliğinin yüzeyinde, insan öznesinin şimdiki zamanındaki pratik konumuna bağlanan bir yüzeydir. Oysa belleğin gücüllüğü kendi içinde etkindir. Bu etkinlik zaman zaman bilince yansır. Oysa tersine bir devinim de söz konusu olmaktadır: Bilinç, zaman zaman belleğe döner, bazı anıları yeniden anımsar, gün ışığına çıkarır. Böylelikle, bilinçsiz, bilincin dikkatine açılabilmektedir. Ama zaten bilinç, Derrida’nın Husserl okumasında (La voix et le phenomene, 1967) çok iyi belirttiği gibi belleğe yapısal olarak bağlıdır: geçmiş ile kurulmayan şimdiki zaman yoktur.
Psikanaliz, romancıların, sanatçıların ve daha nicelerinin bildiğini teorileştirme çabası olmuştur: belleğin bilinçsizini öncelikli olarak fantazm, cinsel arzu ve daha da berisinde itkiler belirlemektedir. Öyleyse belleğin bilinçsiz’i yalnızca bir çeşit birikimsel depo (belleksel izlerin, anıların biriktiği, üst üste yığıldığı) değil ama devingen bir gizli ve “kör” alandır: orada (Freud’un, Lacan’ın devraldığı bir terimle, “başka sahne” dediği yerde), yaşam ve ölüme kayıtlı güçler devinmekte, nesnel bağlar kurulmakta, imgeler kurulmakta, “yasaklar” ve “yasalar” devreye girmektedir. [2. Kitap; sh:18-19 Ahmet Soysal Sunuşu ]
Jacques Lacan, Benim Öğrettiklerim isimli eserinde diyor ki;
Herkes psikanaliz üzerine yeterli bir fikri olduğuna inanır. “Bilinçdışı, şey işte, bilinçdışıdır.” Artık herkes bir bilinçdışı olduğunu biliyor. Artık sorun yok, itiraz yok, engel yok. Peki ama nedir bu bilinçdışı?
Bilinçdışı, onu olduk olası biliyoruz. Elbette bilinçdışı olan bir sürü şey var ve hatta felsefede çok uzun zamandır herkes bundan bahsediyor. Ama psikanalizde, bilinçdışı, sıkı düşünen bir bilinçdışıdır. Şu bilinçdışında karıştırdı­ğı haltlar, delilik. Düşünceler, diyorlar.
Aman dikkat, bir dakika. “Eğer bunlar düşünceyse, bi­linçdışı olamaz. O düşündüğü an, düşündüğünü düşü­nür. Düşünce kendi kendisine açıktır, düşündüğümüzü bilmeden düşünemeyiz.” [1. Kitap; sh:23]
 “Bu bakımdan dil, üstyapıdan köklü bir biçimde ayrılır. Dil belirli bir toplumdaki şu ya da bu, eski ya da yeni bir altyapının ürünü değil, toplumun ve altyapıların yüzyıllardır süregelen tarihlerinin bir ürünüdür; belli bir sınıfın değil, bütün bir toplumun, toplumun bütün sınıflarının gereksinimlerini karşılamak için yaratılmıştır. Tam da bu nedenle, toplum için tek bir dil olarak, toplumun tüm üyeleri, tüm halk için ortak dil olarak yaratılmıştır. Bundan dolayı dilin insanlar arasında bir haberleşme aracı olma işlevi, diğer sınıfların zararına tek bir sınıfa değil, toplumun tüm sınıflarına eşit ölçüde hizmet etmektedir. Gerçekte bu, bir dilin neden eski, köhnemiş düzene olduğu gibi yükselen yeni düzene, eski altyapıya, sömürücülere olduğu gibi sömürülenlere de eşit ölçüde hizmet edebildiğini açıklamaktadır.” (ç.n. 1. Kitap, sh:43 J. V. Stalin, “Marksizm ve Dil”, Evrensel Basım, 2005, çev. S. Nasuhoğlu:).
Tek cümleyle söylersek,  kendimi “bilinçdışının bir dil gibi yapılandığını” söy­leyerek ifade ediyorsam, bu, Freud’un koruyuculuğunda yapı’lanan her şeye gerçek işlevini yeniden kazandırmayı denemek içindir, ve bu şimdiden ilk adımımızı görmemi­ze olanak tanır.
Herkesin akıl edebileceği gibi, dil olduğu için hakikat vardır. Kendini canlı nabız atışı olarak gösteren, istendiği ka­dar bitkisel bir seviyede ya da jest (gestuel) bakımından daha gelişkin bir seviyede vuku bulan şey, ne adına geri kalandan daha doğru olacaktır?
Yalnızca biyolojik kavga söz konusu olduğu müddetçe hakikat boyutu hiçbir yer­de değildir. Düşmanı yanıltmak için yaratılmış bu boyu­tu işin içine soksak bile, hayvandaki bir gösteriş buna ne katar ki? O herhangi başka bir şey kadar doğrudur, çün­kü tam da elde edilmesi gereken şey gerçek bir sonuçtur, yani başka’nın köşeye sıkışmasıdır. Hakikat, ancak dil var olduğu andan itibaren yerleşmeye başlar. Eğer bilinçdışı dil olmasaydı, Freudcu anlamda bilinçdışı diye adlandı­rılabilecek şeyin hiçbir ayrıcalığı, hiçbir önemi olmazdı.
En başta, eğer bilinçdışı dil olmasaydı, Freudcu anlam­da bilinçdışı olmazdı. Bilinçdışı olur muydu? Şey, evet, bilinçdışı, çok iyi, sözünü edelim. Bu da, bu masa da, bilinçdışıdır.
fade ediyorsam, bu, Freud’un koruyuculuğunda yapı’lanan her şeye gerçek işlevini yeniden kazandırmayı denemek içindir, ve bu şimdiden ilk adımımızı görmemi­ze olanak tanır. Herkesin akıl edebileceği gibi, dil olduğu için hakikat vardır. [ 1. Kitap, sh:46-47]

Dindar kesinlikle nevrotik değildir. Dindardır. Ama nevrotiğe benzer, çünkü o da aslında Başka’nın arzusu olan [şey] etrafında bir şeyleri bir araya getirir. Yalnız, bu var olmayan bir Başka olduğu için çünkü Tanrı’dır kanıt göstermek gerekir. O zaman, o bir şey talep ediyormuş, örneğin kurbanlar istiyormuş gibi yapılır. İşte bu yüzden yavaş yavaş nevrotiğin, özellikle de takıntılı nevrotiğin tavrıyla karışmaya başlar. Bu tüm kurban törenle rinde kullanılan tekniklere çok benzer. Size bunları, kesinlikle kullanışlı olduklarını ve Freud’un söylediklerinin tersi olmamakla kalmayıp, onu tamamıyla okunmaya değer bile kıldıklarını anlatmak için söylüyorum.
Bu bizzat Freud okumasından çıkar, tabii eğer onu, yalnızca, genelde psikanalistlerin kendi dinginlikleri için kullandıkları tamamen opak büyüteçle okumak istemiyorsak, çünkü çok sarp ama konuyu biraz yenileyen topraklara girildiğini fark etmek için oyunu azıcık ileri götürmek yeterlidir.
Bunları yan yana koyarak birazcık hızlı/aceleci olacak bir gizli anlaşma yapmanın gerekmesi, nevrotik ile dindar arasında bir bağ fark ettiğimiz için değildir. Yine de bir nüans olduğunu görmek, bunun neden doğru olduğunu, nereye kadar doğru olduğunu, neden tamamıyla doğru olmadığını anlamak gerekir.
Bu Freud a karşı çıktığımız değil, onu kullandığımız anlamına gelir. O zaman o kadar kapak anlattığı şeyin bir önemi olduğu fark edilir. Zavallı Freud, oradaydı, diyordu, bir arkeolog gibi, delikler, çukurlar açıyor ve nesneleri topluyordu. Hatta belki ne yapması gerektiğini, yani şeyleri in situ [yerin de] mi bıraksın yoksa onu hemen rafına mı taşısın pek bilmiyordu. Bu, Freud ile birlikte başlayan, yeni bir üslupla bu hakikat araştırmasında gerçekten neyin doğruluk taşıdığını anlamaya olanak tanır.
Başka’nın arzusuna yapılan göndermeye geri dönelim.
Eğer arzuyu, düzdeğişmece adı verilen kendi temel dil sel tabanına bağlayıp dilin fonksiyonu olarak arzuya ilişkin doğru bir kurulum elde etmek için zaman ayırdıysanız, psikanalizin alanı olan, keşfedilecek alanda çok daha kesin bir biçimde ilerlersiniz. Hatta psikanalitik teoride öylesine kapalı, küt, tıkanmış kalan bir şeyin hakiki sinirini gayet iyi fark edebilirsiniz.
Arzu Başkanın alanında oluşuyorsa da, eğer “insanın arzusu, Başkanın arzusu” ise de, insana ait arzunun, özbeöz kendi arzusu olması gerektiği de olur. [ 1. Kitap, sh:57-58]
Uzun zaman önce tanıştığım ve daha fazla göremediğim için üzüldüğüm ince zekalı bir adam var, oldukça tanınmış biri: Aldous Huxley. İyi bir aileden gelen hoş bir adamdı ve kesinlikle aptal değildi, hatta hiç değildi. Hala hayatta mı bilmiyorum. Fransızca çevirisi Stock yayınlarından çıkan, eğer hafızam beni yanıltmıyorsa, Adonis ve Alfabe adlı kitabını edininiz. Bu başlık elbette az önce bahsettiğim şeyi, büyük dışkı dolaşım yolunu içeren bölümü haber vermiyor.
Bundan bahsetmek her zaman şok edicidir, oysaki bu her zaman medeniyet dediğimiz şeyin bir parçasını oluşturur. Büyük bir medeniyet en önce kanalizasyon sistemine sahip bir medeniyettir. Bu türden şeylerden yola çıkmadıkça, ciddi hiçbir şey söylenemez.
Kesinlikle hiçbir ilkellik niteliği taşımadıkları halde neden bilmem belli bir zamandan beri ilkel denen halklarda, ya da etnologların ilgilendiği toplumlarda diyelim her ne kadar teorisyenler ilkel, arkaik, mantık öncesi olana ve böyle başka zırvalara dair ağız kalabalığı ederek bu konuya burunlarını soktuklarından beri, kimse hiçbir şey anlamasa da işte bunlarda en azından kanalizasyon problemleri vardır. Böyle bir problem olmadığını söylemiyorum. Ve belki bu problemi daha az yaşadıkları için onlara vahşiler ve hatta iyi vahşiler denmiş ve doğaya daha yakın insanlar olarak değerlendirilmişlerdir.
Ama iş büyük medeniyet = borular ve lağımlar eşitliğine geldiğinde, bunun hiç istisnası yoktur.
Babil’de lağımlar vardı, Roma’da sadece lağım vardı.
Şehir bununla başlar, Cloaca maxima . Dünya imparatorluğu ona yazgılıydı. Demek ki onunla gurur duyulmalıydı. Gurur duyulmamasının sebebi, bu olguya, deyim yerindeyse, temel önemi verilirse, kanalizasyon sistemi ile kültür arasındaki mucizevi benzeşimin fark edilecek olmasıdır.
Kültür şimdi artık bir ayrıcalık değildir. Tüm dünya bununla fazlasıyla kaplanmıştır. Üzerinize yapışır kültür. Yine aynı yerden gelen bu atık kabuğuna sanki gömülmüş halde, buna belli belirsizce bir biçim vermeye çalışırız. Peki bu neye indirgenir? Hani denir ya, büyük genel fikirlere. Örneğin, tarihe.
Tarih pek çok şeyi hale yola koyar. Tek bir anlamı yoktur, bin bir anlama sahiptir. Buna bir dayanak değeri vermiş olan insanlar vardır. [ 1. Kitap, sh:88]
Goya’nın küçük bir gravürünün kenarına, şöyle yazıldığını görürüz: “Aklın uykusu canavarlar yaratır”. Bu güzeldir, ve sanki Goya yapmış gibi, daha da güzeldir, bu canavarları görürüz.
Görüyorsunuz ya, konuştuğumuzda, hep zamanında durmayı bilmek gerek. “Canavarlar yaratır”ı eklemek iyi olmamış mı? Biyolojik bir sayıklamanın (elucubration) başlangıcı bu. Biyoloji de bilim doğurmaya uzun zaman harcamıştır. Uzun süre altı bacaklı danaya takılıp kaldılar. Ah! Bu canavarlar yok mu, hayal gücü, hoşumuza gidiyor. Oh! Bilirsiniz, ne güzeldir psikopatlar, der psikaytrlar, dolup taşarlar, karıncalar gibi, icat eder, hayal eder, harika. Bunu hayal eden sadece onlar. Psikopat için bu nasıl size söyleyemem, yeterince psikopat değilim, ama kesinlikle psikiyatrların hayal ettiği gibi değil, özellikle de önce kuruluma sonra da genellemeye geçmek için duyum ya da algı psikolojisi bilmem neden hareket ettikleri zaman olduğu gibi değil, bunların hepsi de zavallıcıkların nerede çuvalladıklarını anlamaya çalışmalarından kaynaklanıyor. Bunun onların kurulumlarıyla hiçbir alakası yok, bu apaçık görülebilir.
O yüzden durmayı bilmek gerek. Aklın uykusu hepsi bu.
Peki bu ne demek? Uykuda kalmamızı teşvik eden akıldır demek. Yine burada da, benim küçük bir usdışıcılık beyanında bulunduğumu anlamanız tehlikesi yok mu bilmiyorum. Ama hayır, tam tersi. Kapı dışarı edilmek, dışlanmak istenen şey, yani uykunun egemenliği, böylece akla, aklın imparatorluğuna, işlevine, söylemin hakimiyetine, başka birinin söylediği gibi, insanın dilde ikamet etmesi olgusuna ilave edilmiş olur. Bunun farkına varmak ve rüyanın metninin ta kendisinde aklın çizdiği yolu takip etmek usdışıcılık mı? Belki tüm bir psikanaliz, belki vuku bulabilecek olandan, yani bir uyanma noktasına gelip dayanmamızdan önce cereyan ediyor. [ 1. Kitap, sh:105-106]
Freud bize, bu hastalar arasında, düşünce hastaları olduğunu öğretti. Yalnız, bu şekilde tasvir edilen işleve dikkat etmek gerek. “Kafadan çatlak olmak” dendiği anlamda mı, bunun düşünce düzeyinde cereyan etmesi anlamında mı düşünce hastayızdır?
Bunun anlamı bu mudur?
Freud’a kadar kısacası insanların söylediği buydu. Tüm sorun işte buradadır. “Zihinsel psikopatoloji”den bahsedilir. Organizmada katlar vardır ve bir de üst kat vardır. Komut aygıtları seviyesinde, küçük bir salonda bir yerlerde biri olmalı, buradan tavanda yukarıda olan her şeyi söndürebilir. Özet bir bakış açısından düşünce işte böyle hayal edilir. Bir yerlerde yönetici olan bir şey var ve işte bozukluklar bu seviyedeyse, düşünce bozuklukları olacaktır. Kuşkusuz, her şey söndürülürse, bu belli bir düzensizlik doğuracaktır, ama yine de hayatta olacağız, bir kapıya doğru el yordamıyla yöneleceğiz ve o düzeltilecektir. Klasik düşünce hastası anlayışı böyledir.
“Düşünce hastası” [Akıl hastası] ifadesi belki başka bir düzlemde alınabilir. “Vebadan hasta hayvanlar”  dendiği gibi “Düşünce hastaları hayvanlar” denebilir. Bu başka bir kabuldür. Düşüncenin kendinde bir hastalık olduğunu söylemeye kadar gitmeyeceğim. Veba basili de, kendinde, bir hastalık değildir. Bu hastalığı doğurur. Bu basile dayanmak üzere yaratılmamış hayvanlarda bu hastalığı doğurur. Belki de söz konusu olan budur. Düşünmek kendinde bir hastalık değildir, ama bazı insanları hasta edebilir.
Ne olursa olsun, Freud’un ilk başta keşfettiği, buna çok yakın bir şeydir. Hastalık seviyesinde, dolaşan düşünce vardır ve hatta herkesin düşüncesi, ekmeğimiz ve şarabımız, az paylaştığımız düşünce, hakkında “birbirinizi düşünün” denebilecek düşünce. Söz konusu olan işte bu düşüncedir. Belli bir hastalıklar alanı nevrozlar alanı oluşturan fenomenler sıkı sıkıya bu “birbirinizi düşünün’le bağlıdır. İşte Freud kendini bununla takdim eder. [ 1. Kitap, sh:124-125]
Kaynaklar:
[1. Kitap ]
Jacques Lacan, Benim Öğrettiklerim,  Özgün Adı: Mon Enseignement, MonoKL Yayınları, Fransızcadan Çeviren: Murat Erşen, Birinci Basım: 2012 Ağustos, İstanbul
[2. Kitap ]
Jacques Lacan,Televizyon, Özgün Adı Television, MonoKL Yayınları, Fransızcadan Çeviren: Ahmet Soysal, 2012, İstanbul

Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.

Benzer Yazılar

Yorumlar