Print Friendly and PDF

JACQUES-MARİE EMİLE LACAN

Bunlarada Bakarsınız



Doğumu:    13 Nisan 1901-Paris, Fransa
Ölümü:       9 Eylül 1981 (80 yaşında)- Paris, Fransa
Çağı:          20. yüzyıl felsefesi
Bölgesi:      Batı felsefesi -Okulu    
Psikanaliz: Yapısalcılık-Postyapısalcılık
Önemli fikirleri: Ayna evresi- Arzu grafiği
Yapısalcılık: Yapısal dil bilimi olan strüktüralizm, dilin tümüyle bir yapı özelliği gösterdiğini, terimlerin bu ilişkileri belirlediğini ileri süren dil bilimi öğretisi Dilin tümüyle bir yapı özelliği gösterdiğini, terimlerin bu ilişkileri belirlediğini ileri süren dil bilimi öğretisi, yapısal dil bilimi Bilimin her dalında "yapı" dan yola çıkarak sonuçlara ulaşma yöntemi, strüktüralizm
Jacques Marie Émile Lacan (d. 13 Nisan 1901 – ö. 9 Eylül 1981), "Freud'den bu yana en tartışmalı psikanalist"[1] olarak anılan Fransız psikanalist ve psikiyatrdır.
Asıl ve tam adı Jacques-Marie Emile Lacan’dır. Jacques Lacan olarak bilinir. 13 Nisan 1901'de Paris’te doğmuş, 9 Eylül 1981 de aynı yerde ölmüştür. Tıp eğitimi aldıktan sonra, 1932'de "Kişilikle İlişkileri Açısından Paranoyak Psikoz" adlı doktora teziyle psikiyatr oldu. Daha sonraki çalışmaları da yine özellikle kuramsal-felsefi alanda yoğunlaşacak ve yeni bir Freud okumasıyla psikanalizi yeniden temellendirmeye yönelecektir.
Lacan’ın genel teorik şeması ve argümanları anlaşılmakla birlikte, genelde sözlerinin oldukça karmaşık, belirsiz ve anlaşılması güç bir niteliğe sahip olduğu bilinir. Dolambaçlı ve çetrefil söz oyunları, eğretilemeler, anlaşılması ve yorumlanması güç göndermeler sürekli olarak bu dile hâkimdir. Lacan güç bir yazardır bu bakımdan, ama Lacan’ın yazmaktan çok konuşmuş olduğunu da belirtmek gerekir. Onun yazıları daha çok öğrencileri ve izleyicilerinin tuttuğu notlar ve kayıtlardan oluşur. Konuşmaları, daha doğrusu seminerleriyle ünlüdür. Dönemin Fransız aydınları seminerlerinin sıkı bir takipçisi olmuşlardır. Başlıca çalışması Ecrits (Yazılar) 1966' da yayımlandı. Bu tarihi dönem, yapısalcılığın Fransa’da çok etkili ve güçlü olduğu bir dönemdir. Dolayısıyla Lacan’ın konuşmaları dönemin aydınlarını derinden etkiledi ve sonrasında da sürekli yeniden yorumlandı.
Kuramsal psikanaliz alanındaki çalışmaları Sigmund Freud’un yeniden yorumlanmasıyla yapısalcılık'tan postyapısalcılığa (Yapısalcılık ötesi) uzanan bir yol izler. Dolayısıyla Lacan, yalnızca önemli bir psikoanaliz kuramcısı olarak değil, daha başlangıçta psikanaliz, dil bilim, antropoloji ve felsefe alanındaki geçişkenliği sağlamasıyla ve ardından da geliştirdigi formülasyonların ve kavramların felsefi düzlemde yol açtığı sarsıcı sonuçlarıyla 20. yüzyıl felsefesinin önemli isimleri arasında yerini alır.
Yirminci yüzyılda ortaya çıkan disiplinler arasında belki de psikanaliz kadar farklı alan ve konularda etkili hale dönüşmüş ve buna mukabil statüsü sürekli tartışma konusu haline getirilmiş bir disiplin yoktur. Freud’un ilk çalışmalarından itibaren psikanalizin teorik statüsünün sürekli tartışıldığını, psikanalizin bilim olup olmadığı, bilimsel bir bilim olarak nasıl temellendirilebileceği konusunun, yani psikanalizin epistemolojik statüsünün bu tartışmaların temel nesnesi olduğunu söylemek gerekli. Lacan'ın baslangıç noktası, öncelikle bu teorik statünün değerlendirilmesi ve epistemolojik temel noktaların yeniden değerlendirilmesidir. Lacan’ın özellikle psikanalizi bir “Benlik Psikolojisi” olarak konumlayan Freud’’un ardılı bazı psikanalistlere karşı, kendisine özgü bir Freud savunmasına girdiği söylenebilir.
Lacan İd - Ego - Süperego kuramından uzaktır. O, daha çok erken dönem denilebilecek Freud’la yani daha çok bilinç dışının yapısı, oluşumu, yeri ve işleyişi ile uğraşan Freud'la bağlantılıdır. Çünkü Lacan’a göre psikanaliz, ""bir bilim olarak bilinç dışının bilimi""dir.
Psikanaliz bilim midir?
Farklı Freud okumalarıyla psikanalizi yeniden temellendiren Lacan, 26 yıl boyunca verdiği seminerleriyle de ünlüdür. Bu seminerler, öğrencilerin ve katılımcıların notlarından bir araya getirilmiştir. Lacan, seminerlerle psikanalizin mevcut algılarını ve sınırlarını zorlamış hatta iş Lacan'ın, Uluslararası Psikanaliz Derneği'nden atılmasına varmıştır. Bu da Lacan'ın, fikirlerinin çarpıtılacağından endişe ederek, ölümünden kısa süre önce kapatacağı psikanaliz okulunu kurmasına neden olmuştur.1964’de Uluslarası Psikanaliz Birliği’nden ""aforoz"" edildikten sonra verdiği ilk seminerde Lacan, birkaç yönlü bir işe girişiyor: Bir yandan, dinleyicilerine psikanalizin dört temel kavramını (bilinçdışı, tekrarlama, aktarım, dürtü) kendine özgü bir tarzda tanıtırken, bir yandan da dönemin epistemolojisinden yararlanarak psikanalizin bilim olup olmadığını, psikanalizi var eden özneyle modern bilimi kuran öznenin (cogito'nun öznesinin) aynı olup olmadığını sorguluyor. Freud’un düşüncesini açımlarken onunla hesaplaşmaktan da geri durmuyor. Söylemiyle felsefeyi psikanalizle, psikanalizi de felsefeyle yüzleşmeye çağırıyor. Şu sorunun peşine düşüyor: Psikanalizin -kelimenin geniş anlamıyla- temelleri nelerdir?
Yani, psikanalizi praksis olarak kuran, temellendiren şey nedir?”
Psikanaliz ile felsefeyi yüzleştiren, Hegel ile Freud’u birlikte okuyan Lacan’ın “21. yüzyılın filozofu” olduğuna ilişkin Alain Badiou’nun fikri ne kadar muteber olacak bilinmez ama, Lacan’ı hakkıyla değerlendirmenin fikriyatının oluşumunu kavrama noktasında bize önemli ipuçları vereceği kuşkusuzdur.
[Psikanalizin Dört Temel Kavramı, Jacques Lacan, Çev. Çeviri : Nilüfer Erdem, Metis, 2013]

Derleyen ve Özetleyen:
Hakan Kızıltan
Lacan tüm yaşamı boyunca Freud savunucusu olduğunu iddia etmiştir. Özellikle sosyo-kültüralist Amerikan okuluna ve "Ego (Ben) Psikolojisine","Ego"nun (Ben) vurgulanmasına, psikanaliz kavramlarını yumuşatarak deforme eden yazarlara karşı çıkar. Lacan'a göre bir bilim olan psikanalizin bir tek nesnesi vardır : Bilinçdışı. Bu nesneyi, daha doğrusu bu teorik nesneyi özgün kavramlar ile işlemek, ele almak gerekir. Bu özgün bir nesnedir ; ne biyolojik kökenli kavramlarla ele alınabilir ne de sosyoloji ağırlıklı olanlarla. Jacques Lacan, bu köktenci ve uzlaşmaz tutumu nedeniyle uzun süre dışlandı, görmezden gelindi. Lacan, tüm yaşamı boyunca organik psikiyatri teorik temelinde gelişen klasik psikiyatrik yaklaşıma da karşı çıktı. Bu tutumuyla Lacan, antipsikiyatri savunucusu olmamakla birlikte, bazı yazarlar eserini bu yönde yorumlamaya açık bulmuşlardır.
Lacan'ın özgün yanı, psikanaliz ile yapısalcı dilbilim arasında kurduğu ilişkidir. Freud'un bilinçdışının işleyişi hakkında öne sürdüğü mekanizmaların aynen dilde de bulunduğunu göstermiştir ki, esas buluşu budur. Ancak, Lacan bu ilişkilendirme işleminin Freud'a yeni bir şey katmak anlamına geldiğini düşünmez. Aksine, adeta dilbilim psikanalizin temel sorgulama alanında yapısal olarak, yani bir konum olarak bulunan bir boşluğu doldurmaktadır. Dilbilim, zaman bakımından psikanalizden sonra ortaya çıkmıştır. Ancak, psikanalizin temel sorunsalı, yalnızca dilbilim ile ilişkisinde netleşen bir sorunsaldır. Bu demektir ki, yapısalcı dilbilim psikanaliz için bir sistematikleşme imkanı tanımaktadır.
Lacan'a yakından bakarsak "Yapısal Kuram"dan (İd, Ego, Süperego kuramı) uzak olduğunu görürüz. Özellikle "Rüyaların Yorumu","Schreber Vakası","Metapsikoloji"deki Freud ön plana çıkar, yani 1900-1915 arası erken Freud. Bu dönemde Freud'un temel sorunsalı bilinçdışı, bilinçdışı çocukluk karmaşaları, bilinçdışının işleyiş mekanizmaları ve bastırma mekanizmasıdır. Lacan, böylece psikanalizi "bilinçdışının bilimi" olarak ilan edecektir
DİL
Bilinç kendini ancak dilin yani toplumsal-uzlaşımsal bir kurumun dolayımıyla ele alabilir. İnsan kendi varoluş gerçeğini olduğu gibi değil, ancak dilin ona sunduğu, kendi kuralları olan bir yapıdan dolayımlanarak biçimlendirebilir, düşünebilir ve ifade edebilir. Bu dolayım, insanın kendisine yabancılaşma sürecini mümkün kılar. Zira, bilinçdışı da insanın kendi gerçeğini kültürel bir koddan dolayımlanarak kavramak zorunluluğuna bağlanır.
Dilin birimleri "gösterge"lerdir.Gösterge bir "gösteren", bir de "gösterilen"den oluşur. Gösterge bir ses değil, "işitsel imge"dir. Yani, gösteren fizik bir nesne değil, bilişsel bir nesnedir. Gösterilen ise dış dünyadaki bir nesne değil, "kavram"dır. Demek ki, göstergenin her iki ögesi de zihinseldir. Gösterme ilişkisi, bir işitsel imgeyi (yani göstereni) bir kavrama (yani gösterilene) bağlayan ilişkidir. Gösterge dış dünyada bir şeyin anlamlı olarak yerini tutar, ama anlamı yine kendi içindedir, yoksa dışarıda gönderimde bulunduğu şeyde değil. Anlamın kaynağı bilinçtir. Yoksa her şey, Demokritos'un dediği gibi "atomlar ve boş uzaydan" ibarettir. Bu anlamsız gerçekliğe anlam veren, onu bilinç edimime nesne edinmemdir. Anlamın, özün kaynağı bilinçtir. "Atomlar ve boş uzaydan" oluşan gerçekliği düşünmekle bizzat bu gerçekliğe anlam katmış olmam. Benim bilincimin nesnesi, deyim yerindeyse, korelatlardır, yani anlam yine bilincime içkin kalır. İşte, özgürlük de burada temellenir.
Gösterme ilişkisinde her iki ögenin bağlantısı keyfidir. Yani, mesela "masa" işitsel imgesiyle "masa" kavramı arasında ne deneysel ne de mantıki ilişki vardır. İkinci olarak, göstergenin her iki ögesi de zihinseldir, bir başka deyişle dil içinde kalır. Masa işitsel imgesi, (göstereni) kendisi zihin içinde kalmakla yetinmez, anlamını dış dünyada gönderimde bulunduğu gerçeklikten değil, gene zihindeki masa kavramından alır. İşte, dile otonomisini veren budur. Dil kendi içinde bir bütündür, dış dünyaya gönderim zorunluluğu olmaksızın salt dil düzeyinde çalışılabilinir.
Göstergenin (ya da Lacan'ın yer yer kullandığı daha geniş kapsamlı "simge"nin) dilin kendi otonom kurallarıyla belirleniyor olması, bilince tanınan tüm fenomenolojik ayrıcalıkların sonu olur. Gerçekten de fenomenolojik indirgeme yöntemi, paranteze alma işlemi aslında hiç umulmadık bir kalıntı bırakır. Dili bilinçten atamazsınız, çünkü bu durumda bir bilinç edimi "cogito" mümkün olamaz. Dilden arınmış bir düşünce düşünülemez.
İnsan kendisini ve gerçekliği ancak dilin verdiği dolayım sayesinde düşünebilirken, hem gerçekliği kendisinden ayırdetme - böylece gerçeklik nosyonu geliştirebilme - imkanına kavuşur, hem de giderek daha toplumsallaşmış, "yüceltilmiş" kavramlarla kendini düşünürken, kendi gerçekliğini dile getiren ilk simgeleştirmeleri de bilinçdışında bırakmış olur. Bu noktada Lacan'a göre göstergenin sadece işitsel bir imge olmadığını, simgeleştirmeye imkan veren her şey olabileceğini, gösterilenin ise (ya da Lacan'ın daha sık kullandığı terim olan "öznede gösterilen"in ise) öznenin yaşantıladığı her şey olduğunu (bir anlamda tüm bilişsel simgeleştirmelerden soyutladığımızdaki haliyle heyecanlar demek yanlış olmasa gerek) kaydedelim. Demek ki Lacan'da simgeler insanın çıplak yaşantılamasını kendi biçimsel kurallarına göre yapılandırır.
Saussure'e göre dil, iletişim amacıyla onu kullanan insanlardan bağımsız ve onlara öncel, kendine özgü bir yapısı ve yapısal kuralları olan uzlaşımsal bir sistemdir ; dil, dilin bireysel kullanımı olan söze kendini kabul ettiren toplumsal bir kurumdur. Bu şekilde ele alınınca dilden bağımsız bir düşünce, dilin kurallarının dışında ve ötesinde bir düşünce olamaz. Saussure'e göre dil sistemi ile düşünce ayırdedilemez. Düşüncenin biçimleri de dille birlikte kurulur. Psikanalizin sorunsalı, Saussure'ün kavramlarıyla konuşursak, dilden çok "söz"ü (söylemi) sorgular. Söz bireyin, öznenin dili kullanmasıyla ortaya çıkan, gerçek bir nesne olarak varolan ve - zaman içinde birbirini izleyen dil birimleriyle belirlendiğine göre -art zamanlı bir boyuttur. Oysa dil, söze (yani bireysel kullanıma) olanak tanıyan uzlaşımsal bir kurumdur, yani bir dili konuşanlar tarafından üzerinde anlaşılmaya varılmış olmasından başka bir geçerlilik koşulu yoktur. Öte yandan dil, sözün tersine gerçek nesne değildir, o bir potansiyel, bir gizil imkanlar bütünüdür. Daha doğrusu, bireysel kullanıma (söze) imkan veren biçimsel kurallar sistemidir. Dil, söz gibi "art zamanlı" da değildir ; biçimsel kurallar dilbilimsel birimlerin eşzamanlı ilişkisinden ibarettir.
Jacobson'a göre, konuşurken iki tip edimde bulunuruz : "ayıklama" ve "birleştirme". Ayıklama, birbirinin yerini alabilecek ögeler arasında bir seçim yapma edimidir. Birleştirmeyse, bu ögeleri daha üst düzeyde bir öge elde etmek için art zamanlı bir şekilde eklemleme işlemidir. Bir başka deyişle, ayıklama Saussure'ün "dil" kavramı düzeyinde gerçekleşir. Ayıklamada, birbiriyle eşzamanlı, gizil ilişkide olan ögeler arasında bir seçim yapılır. Birleştirmeyse, Saussure'ün "söz" düzeyinde geçer. Yani, burası aktüalize olmuş bir düzeydir ve belirtildiği gibi artzamanlı bir ilişkilendirme süreci söz konusudur.
Lacan, "bilinçdışı dil gibi yapılaşmıştır" derken, büyük bir olasılıkla, bilinçdışındaki simgelerin, yukarıdaki dil düzeyini özetleyen ilişkiler içinde olduğunu savunmaktadır.
BASTIRMA
Klasik teoriye göre iki farklı mekanizma olan bastırma ve yüceltme, Lacan'da bir tek mekanizmadır. Klasik teori bastırmayı egonun savunma mekanizmalarından biri olarak, fakat hemen hemen diğer mekanizmalarla aynı önemde bir mekanizma olarak ele alır. Klasik teoride bastırılan materyale karşı ikinci bir savunma olarak "yüceltme" ya da başka farklı mekanizmalarla semtom oluşumu devreye sokulur. Oysa Lacan'da bastırma ve yüceltme (ya da patolojik durumlarda semtom oluşumuna yolaçan diğer mekanizmalar) bir tek edimde gerçekleşir. Bu edim de dilbilimsel metafor kavramında anlatımını bulur. İnsan kültürün simgelerinde metaforlarla yüceltirken, metaforun ardında kalan gösteren bilinçdışına itilmiş olur.
Metafor: Mecaz, sözcükleri gerçek anlamları dışında kullanma sanatıdır.
Lacan'a göre bastırma dilbilimsel metafora benzeyen bir süreçtir. Metafor dilbilimsel bir gösterenin yerine, onunla eşzamanlı ilişkide bulunan bir başka gösterenin ikame edilmesi eğilimidir. Böylece gösterilen değişmeden kalmakla beraber gösterilenin kökensel göstereni, yerini bir başka gösterene bırakmış olur. Edebiyatın daha ince bir söylem için sıklıkla başvurduğu bu edime özne, daha toplumsal bir anlatım, bir söylem kurmak için başvurur. İşte, Lacan'a göre bastırma mekanizmasında benzer bir süreç söz konusudur.
Metaforda ilişkiye geçen gösterenler birbiriyle eşzamanlı ilişkidedir. Bir başka deyişle, metafor dil ekseni düzeyinde gerçekleşir. Bilinçdışı, metaforlar zinciriyle oluşmuş ise metaforların ardında bıraktığı gösterenler birbiriyle eşzamanlı ilişki içindedir, tıpkı bir dilin yapısında olduğu gibi. "Bilinçdışı bir dil gibi yapılaşmıştır" der Lacan.
Lacan'a göre insan kendi gerçekliğini giderek üst üste yığılan metaforlarla düşünür, böylelikle kendi gerçekliğiyle düşüncesi arasında bir uçurum meydana gelir. Üst üste yığılan metaforlar ardında bilinçdışı simgeler kalmıştır. İnsan kendi gerçekliğini giderek daha toplumsallaşmış simgelerle düşünür ve dile getirirken esas çıplak gerçekliğini dile getiren simgeleri geride, bilinçdışında bırakmış olur.
İnsan kendi gerçeğini bilinçdışı kılar. İnsan kendi gerçeğini önce ailenin sonra diğer kültürel kurumların söyleminden dolayımlanarak düşünürken esas otantik gerçekliğini bilinçdışı kılmış olur.
Kültürün simgesel düzeninin sağladığı hatta empoze ettiği metaforlar zinciri, bastırmadan başka bir şey değildir. İnsan, biyolojik bir varlıktan kültürel bir "özne" olma yolunda, temel dürtülerine toplumsallaşmış tatminler aramak suretiyle ilerler. O halde "gerçeklik ilkesi" denen şeyde kastedilen "gerçeklik" doğal bir gerçeklik değil, kültürel bir gerçekliktir ve bu ilke de "haz ilkesine" tam anlamıyla karşıt sayılmaz. Gerçeklik ilkesi altında "özne" ilkel dürtülerine kültürel tatminler arar. Her kültürel isteğin ardında bilinçdışı bir arzu yatar. Demek ki, Lacan'a göre bastırma simgesel arzulara toplum tarafından kabul gören daha "uygar" simgelerin ikame edilmesinden ibarettir. Bu durumda Lacancı analizin dilsel bir regresyon süreci olarak görülebileceğini ileri sürmek yanlış olmaz.
Bastırma insanın kökensel arzusunu giderek kültürel normlara daha uygun gösterenlerle ifade etmesi, böylece giderek esas arzusunun ilk simgeleştirmesinden uzaklaşmasıdır. Yaşantılanan, gösterilen afekt sürekli bilinç düzeyinde kalırken, bu yaşantılamanın düşünüldüğü gösteren bir başka gösterenin, toplum tarafından kabul edilir, kültüre uygun bir gösterenin onun yerini almasıyla bilinçdışı düzeyine düşmekte, yani insan kültürün dünyasında ilerlerken arzusunun ilk simgeleştirilmiş halinden giderek uzaklaşmaktadır.
Bir tedavi tekniği olan psikanaliz regresif bir süreçte üst üste yığılmış bu metaforlar zincirini geriye doğru kateder ve arzunun ilk simgeleşmiş haline, öznenin esas arzusuna ulaşmaya çalışır. İkinci gösteren kültürel düzeye uygun bir gösterense, bu süreç normal olarak kültürel yüceltmeye açılacaktır. Yani, bastırma ve yüceltme aynı anda, bir tek edim aracılığıyla gerçekleşecektir. Fakat, aynı şekilde semtom da oluşabilir. Hasta bilinçdışına bastırdığı arzusunun ilk simgesi yerine semtomu da ikame edebilir. Semtom bilinçdışı arzunun metaforik bir ifadesidir ve anlamını bu arzudan alır.
Kişi belli bir duygulanım ve heyecanı bilinçli olarak yaşantılar ancak bunlara denk düşen fikirler her zaman bilinç alanında yer almaz, esas fikirler bilinçdışı kalırken, bunların yerine başka fikirler bilinç alanını kaplar ; kişi duygularını tamamen farklı fikirlerle yorumlayabilir. Demek ki, bilinçdışına bastırılan fikirsel temsilcilerdir, neyse o olan yani doğal haldeki içgüdüler değil. Böylece gösterilen değişmeden kalmakla beraber gösterilenin kökensel göstereni yerini bir başka gösterene bırakmış olur.
AYNA EVRESİ
Lacan’a göre kısaca , öznenin ilk yapılanma dönemi.
Bu evrede çocuk, görüntüsünü bir aynada görüp tanıdığı zaman, 6 ve 18 aylar arasında gerçekleşir. lacan ayna evresinin, çocuktaki biyolojik olgunlaşmamışlıktan kaynaklanan temel eksikliği, önceden gidermeye yönelik bir çözüm olduğunu ve bunun da aynada görülen kendi bedeninin biçimi sayesinde gerçekleştiğini ileri sürdü.
İnsanın özelliği tamamlanmamış olarak doğmasıdır. her şeyden önce sinir sistemi için geçerlidir ve bu ayna evresinde çocuk, kimi zaman yürümeyi ve konuşmayı henüz becerememiştir. öyleyse burada henüz tamamlanmamış bir biçimin önceden algılanması söz konusudur. Çocuk ayna evresiyle, bir özne görüntüsünü ilk olarak tasarlar. bu görüntü, çocuğun, başkasıyla bağıntı kurmasını ve dil alanına geçmesini olanaklı kılan ilk simgesel kalıptır.
Lacan'ın gelişimde üç ayrı evre ayırt ettiği söylenebilir ; parçalanmış beden, ayna evresi (kabaca imgesel düzen) ve oidipal evre (kabaca simgesel düzen).
Parçalanmış beden evresi, çocuğun psikomotor eşgüdüm düzeyinde bedeninden kalkan duyumları bütünleştiremediği evredir. Bu evrenin kabaca Freud'un otoerotizm düzeyine denk düştüğü söylenebilir, çünkü Freud bu evrenin karakteristiği olarak libidonun örgütlenmiş bir güç oluşturmadan önce eşgüdümden yoksun bir şekilde değişik beden bölgelerine yatırıldığını söyler.
İmgesel'in düzenine uyan Ayna Evresi kabaca Freud'un narsisizm dönemine denk düşer. Bu dönem 6-8 aylık bir çocuğun aynadaki kendi imgesini coşkuyla tanıması, bir bütünlük olarak kendini kavraması ile ilk işaretini bulur. İnsanın kendini, kendinden geri yansıyan bir imgeden (ki bu yansıtıcı anne de olabilir) dolayımlanarak ele geçirmesi, insanın kendini ona bir başkası tarafından yansıtılan imge sayesinde kurgulayabilmesi tarafından anlamlıdır.
Oidipal evre ise kültürel aile ortamında simgesel düzen içinde, ikili değil artık üçlü ve dolayımlı ilişki içinde kendini yerleştirmek bakımından ön plana çıkar. Bu bakımdan babayı içine alan kültürel aile düzenine girme, kültür içinde kendi simgesel yerini veren (dolayısıyla esasta baba tarafından taşınan) ensest yasağını (babanın yasası) tanıma, ikili imgesel ayna ilişkisini kültürel bir yapılanma içinde düzene koyar, bu ilişkinin sınırlarını belirler. Bu, insan varoluşu açısından kastrasyonun tanınması (yasaya tabi olduğunun tanınması) anlamına gelir.
İlk kez Lacan'ın psikanalitik önemine değindiği Ayna Evresi klasik teorideki narsisizm kavramıyla yakın ilişkidedir. Ayna Evresi tam anlamıyla Oidipus öncesi dönem olarak kabul edilemez. Bazılarına göre Ayna Evresi daha çok Oidipus'un sınılarında kalan, Oidipus'un başlangıcına temel teşkil eden bir dönem olarak ele alınmalıdır.
Simgesellik öncesi çocuğun çevreyle ilişkisi ikili bir ilişkidir. Çocuk bu dönemde bir başkasıyla, yaşıtı bir çocukla, annesinin görsel imgesi ya da aynadaki kendi bütünsel imgesi ile imgesel yoldan özdeşleşerek parçalanmış olarak yaşantıladığı bedenin bütünlüğünü kazanmaya yönelir. Çocuk gerek seneztezik duyumlarını, gerekse hareketlerini eşgüdümleyemediği için bedenini de bir bütün olarak yaşantılayamaz. İşte, bu dönemdeki çocuk kendi beden imgesinin bir bütünlüğünü kazanmaya yönelir. Bu dönemdeki çocuk, yani narsisistik dönemdeki çocuk neden kendi bütünsel imgesini kazanmaya yönelir ? Onun arzusunu yönlendiren nedir ? Şüphesiz bu süreçte bedenin parçalanmış bir biçimde yaşantılanması rol oynamaktadır. Ancak çocuğu bir imgeyle özdeşleşmeye iten arzu nereden kaynaklanmaktadır ?
Lacan'ın narsisistik dönemi, yani Ayna Evresi çocuğun annesi için her şey (retrospektif kuruluşuyla annesi için fallus) olmak, yani onda "eksik" olan şey olmak arzusuyla, bütünsel imgesini kazanmak için aynada kendi imgesiyle ya da başkasının, annesinin bütünsel imgesiyle özdeşleştiği, anne-çocuk ilişkisinin dolayımsız dönemidir. Bu dönemdeki çocuk annesiyle bütünleşmeyi arzular. Annesiyle bütünleşmeyi, annesinin her şeyi olmayı, annesinin arzuladığı şey olmayı, annesinin arzusunun nesnesi olmayı arzular. Böylece, narsisistik omnipotensine, Nirvana'nın bütünlüğüne, tüm rahatsız eden uyaranlardan uzak, mutlak tatmin durumunun devinimsiz hazzına ulaşacaktır
Lacan, Ayna Evresi'ndeki çocuğun arzusu, annenin eksiği fallus olmaktır, dediği zaman klasik Freudçu kadın kastrasyon karmaşasında penis=bebek denkleminin, annenin arzusunun bilinçdışı etkilerle bebeğin arzusunu belirlediğini söylemiş olmaz yalnızca. Bunları da içerecek şekilde ama daha geniş anlamda çocuğun anne için her şey (varlık) olma arzusunu da yani omnipotens arzusunu da söylemiş olur. Çocuk anne için hiçlik, eksik, sıfır değil her şey, varlık, bir olmayı, tek olmayı arzular. Görünmeyen değil görünen, duyulmayan değil duyulan, anlaşılmayan değil anlaşılan, onaylanmayan değil onaylanan, önemsenmeyen değil önemsenen, hiçlik değil varlık olmayı arzular. Bu arzu anne ile tek olmak, içiçe geçmek, kaynaşmak arzusudur aynı zamanda ; empatik bir tam içiçe geçmedir.
Şimdi tekrar Ayna Evresi'nin detaylarına dönelim. Lacan'ın bu evreyi yaklaşık 6-8 aylık bir çocuğun ilk kez aynadaki kendi imgesini coşku ile kavramasından hareketle ele aldığından söz etmiştik. Lacan bu kavrayışın bir farkına varma, bir anlama olduğu kanaatindedir; insan yavrusunun kendi mevcudiyetini, varlığını kavraması. Bu durumdaki insan yavrusu gelecekte simgesel işleyiş içinde "ben" (I) diyeceği şeyin ilk deneyimini kazanmaktadır.
Lacan'ın narsisistik dönemi olarak kabul edebileceğimiz Ayna Evresi'nde çocuk başlangıçta parçalanmış olarak yaşantıladığı kendi beden imgesini çevresindekilerin bütünsel imgelerinden dolayımlanarak bütünleştirir ve böylece ortaya "Ben" denebilecek bir şey çıkarsa da bu bütünlük Oidipus sayesinde, yani ailenin söylemi sayesinde dilbilimsel bir gösterenle temsil edildiğinde "Ego" kurulmuş olur.
Lacan ben deneyiminin bir imge dolayımıyla üstlenilmesi fenomenini göz önüne alarak bu deneyimin bir yabancılaşma, bir kurgu üzerinde gerçekleşebileceğini söyler. Çocuk bu düzeyde psikomotor bütünlüğüne ulaşmamıştır, ama kendini bu imge sayesinde bütünleşmiş, parçalarına ayrılmaz bir bütünlük, bir kendilik olarak kavrar. Bu, Kohut'un "bütünleşmiş benlik" (cohesive self) dediği şeyin bedensel imgesel bir temsili gibidir.
İmgesel düzende henüz "ben" ile "ben-değil"in ayrımının tam netleşmediğini, sürekli bir gidip gelmenin, benlik sınırında belirsizliğin sürmekte olduğunu kaydetmeliyiz. Söz konusu netleşme ancak simgeselin dolayımlandırıcı, mesafe koyucu, yabancılaştırıcı etkisi sayesinde kesinlik kazanabilir. Bu durumda imgesel düzen, insanın kendisiyle imajını karıştırdığı bir yapılanma sunar. Fantezi ile gerçeğin karıştığı bir düzeydir bu. Lacan, buradan hareketle insanın gerçekliği tam olarak yakalayamayacağından söz eder.
İmgesel ilişki Ayna Evresi'nin temel karakteristiği olmakla beraber bu ilişki biçimi tüm yaşam boyunca sürer. S.Lelaire'in dediği gibi, "Ego öznenin imgesel özdeşleşmelerinin yeridir." Lacan'a göre egonun esas işlevi bir imgeyle özdeşleşmek, bir kültürel imge halinde kendini görmektir.
Egonun bütün işlevi Ayna Evresi'ndeki gibi imgesel özdeşleşmeler yapmaktır. Ancak bu özdeşleşmeler kültürel simgesel düzenle koşullandırılır. Söz gelimi, erkek çocuğun Oidipus çıkışında "baba"sı ile özdeşleşmesi imgesel bir özdeşleşmedir, yani bir ego işlevidir. Ancak bu özdeşleşmeyi yapılandıran simgesel bir temel vardır.Egoyu baba ile özdeşleşmeye götüren Oidipal söylemdir. Böylece ego bilinçdışı arzulara giderek daha toplumsallaşmış simgelerin ikame edilmesiyle yönlendirilen bir imgesel özdeşleşme işlevinden ibarettir.
Ayna Evresi'ndeki çocuğun arzusu annesi için varlık olmak, fallus olmaktır, dedik. Bu arzu esasta coşku ile ele geçirilen varlığın onaylanmasının arzusudur. Çocuk adeta varoluşundan duyduğu keyfin onaylanmasını bekler annesinden. Ancak Babanın Adı ile, toplumsal kültürel simgesel kodun dolayımıyla karşılaşır. Bu simgesel dolayımlandırıcıyı fallus olarak algılar. Omnipotensi ona yakıştırır. Babanın idealizasyonunu, çocuksu omnipotens hayallerinin çöküşü koşullandırmaktadır.
Lacan'da Ayna Evresi'nin çocuk için eksiksizliğe, Nirvana'ya ulaşmak için annesiyle özdeşleştiği, annesi için her şey olmak arzusuyla kendi bedensel imgesini kazanmaya yöneldiği dönem olduğuna işaret etmiştik. Demek ki Ayna Evresi'nin iki temel özelliği vardır;
1. Anneyle bütünleşme arzusu
2. Beden imgesinin diğer insanların bedensel bütünlüğüyle özdeşleşme yoluyla kazanılması

Lacancı analitik fenomenolojide bulunan temel varsayım : insani arzu Öteki'nin arzusunun arzusudur ; insan arzulanmayı arzular. O zaman ilk bakışta güç gibi gözüken şu denklem ortaya çıkar ; insan kendini ancak dilde, yani Öteki'nin nezdinde, gene Öteki tarafından ona dayatılan bu yabancı ortamda kendine yabancı(laşmış) olarak imleyebilir. İşte Lacan'a göre bu ötekileşme, bu yabancılaşma bilinçdışının koşuludur. Böylece özne kendini imlerken temelde Öteki'nin arzusunu dile getirir.
Anne-çocuk ilişkisinin kaçınılmaz bir boyutunu oluşturan frustrasyonlar [engellenme; kösteklenme; set çekilme] sayesinde çocukta bir gerçeklik duygusu gelişmeye başlar. Çocuk giderek omnipotent [her seye gücü yeten olma], kendi dolayımsız tatmin kaynağı olma arzusunun sonuçsuz kaldığını algılar ve erişkinin omnipotensini paylaşmaya yönelir. Böylece, erişkinin sevgisi, bu sevgiyi kazanmak ve kaybetmemek arzusu ağırlık kazanmaya başlar. Dış dünyanın koşulları çerçevesinde gerçekleşen frustrasyonlar gerçeklik duygusunun yanında "gerçeklik ilkesinin"nin de gelişmesine ışık tutar. Çocuk davranışlarının muhtemel sonuçlarını değerlendirmeye başlar. Böylece gerçeklik ilkesi, dolayımsız tatmin arayışının yerine, gelecekte vaadedilmiş bir tatmini ikame etmeye dayanır. Lacan'ın gerçeklik ilkesinden anladığı şey de bir yönüyle bu metaforik mekanizmadan ibarettir.
Dış dünyayla "Ben"in ayrışmasını, gerçeklik prensibinin oluşmasını koşullandıran oral frustrasyonların anneye bağlı olduğu açıktır. Ancak söz konusu olan frustrasyonlar, bir anlamda, kaçınılmazdır. Çocuğun oral dönemde ayrıştırmaya başladığı tek nesne olan anne, gidiş gelişleriyle narsisistik omnipotensi yıkar ; anne çocuğa tabi bir nesne değildir.
Lacan, insan "gerçeklik ilkesi"nin söz konusu ettiği "gerçekliğin" doğal bir gerçeklik değil insani, simgesel, kültürel bir gerçeklik olduğu görüşündedir. Bir başka deyişle, erken oral frustrasyonların kendisi değil, nasıl simgeleştiği önem kazanır Lacan'da ; çocukta bu frustrasyonlar hangi simgelerle kodlanmaktadır ? Oral dönemdeki frustrasyonlar ancak simgesel bir dolayım sayesinde kişilik üzerinde etkili olabilir. Lacan'a göre insani gerçeklik sisteminin kuruluşu doğal frustrasyonlardan çok, bu frustrasyonların kültürel simge düzeyinde kazandığı anlama bağlıdır. Çocuk annesiyle ilişkisindeki frustrasyonları, aile söyleminin sağladığı simgenin dolayımıyla üstlenir. Böylece biyolojik kökenli frustrasyonlar toplumsal-kültürel koda bağlanırken Oidipus karmaşasının ilk çekirdeği de atılmış olur. Çocuk frustrasyonlarını annenin söylemi sayesinde Babanın Adı'na bağlayarak üstlenmekle kültürün düzenine doğru çekilmiş olur. Kültürel bir kurum olan "Baba" önemini ve anlamını buradan alır. Eğer anne "Baba"ya gönderimde bulunmazsa çocuk imgesel ilişkide takılıp kalır ; psikozun temeli budur.
Çocuğun ilkel yaşantılaması sadece narsisistik doyumuna, Nirvana'ya yöneliktir. Onun annesiyle bir bütün olma arzusu bu eksiksizliğe yönelmiştir. Oysa, biyolojik frustrasyonlarını Babanın Adı ile devreye giren simgeleştirmeler sayesinde kodlarken temel arzunun karşısına dikilen yasak tamamen ensest yasağıdır, özünde cinsel bir yasaktır.
İçgüdüler konusunda Lacan'ın vurguladığı şey, doğuştan bazı biyolojik ihtiyaçlarımızın olması ve bunların özellikle anne tarafından karşılanması olgusudur. Ön plana bir doyum kaynağı olan anne ile tatmin-frustrasyon çizgisinde geçen ilişkiler taşınmıştır, yoksa içgüdülerin mahiyeti değil. Hatta Lacan'a göre içgüdülere cinsel kimliği kazandıran şeyin bizzat kültürün baskısı olduğu bile savunulabilir. Belki biraz iddialı bir yorum olacak ama, Lacan'a göre biyolojik gereksinmeler neyse odur ve anne ile ilişkide dolayımsız tatmin ararlar. Ancak kültürün düzeni, bir simgesel yasayı (anne ile cinsel ilişki yasağı) çocuğa kabul ettirmekle, ne ise o olan, yani kendinde hiçbir anlam taşımayan biyolojik ihtiyaçlara cinsellik adını koyar, böylece biyolojik gereksinmeleri kültürün anladığı anlamda cinselliğe dönüştürür. Böylece çocuk Babanın Yasası ile yasaklanan ilk saf deneyimini retroaktif [geçmişteki bir süre için de geçerli olan; geçmişteki bir süreyi de kapsayan] olarak annenin eksiği olan ve eksiksizliği, egemenliği temsil eden Fallus simgesiyle kodlar. Babanın Adı'nın devreye girmesiyle çocuğun arzusu, anne için Fallus olmak biçimini alırken, yine Babanın yasası nedeniyle aynı anda bilinçdışı bir arzu haline gelir.
Lacan'ın terimiyle "insanlaştırıcı kastrasyon [hadım etme; iğdiş etme]" " yani insan yavrusunu kültürel özneye dönüştüren kastrasyon "olmak"tan "sahip olmak"a yöneltir özneyi. Söz konusu olan, anne için annenin eksiği olan fallus [erkeklik organı], olmak değil, fallik nesneye "sahip olmak" ya da "sahip olmamak"tır. Simgesel Baba anne-çocuk dolayımsızlığına bir üçüncü olarak girerek, bu dolayımsızlığı, temel narsisizmi bir "kayıp"a dönüştürür ve "varlıkta / olmakta eksik" açılır. Türkçede bu kavramın tam vurgusunu vermek için hem "varlık"ta (yani dolayımsız kendi gerçekliğinde) hem de "olmak"ta (yani anne için fallus olmakta) eksik olarak düşünülmeli. İşte bilinçdışı arzuyu kuran da bu eksiktir. Bu eksik simgesel-oidipal düzenin eksiksizlik simgesi Fallus şeklinde bilinçdışının yapısına kodlanır. Çünkü, Baba ana-oğul ilişkisine bir yasaklayıcı olarak girmekle çocuğun sahip olduğu organın sadece penis olduğunu (hatta kız çocuk için bir penis bile olmadığını) yani fallus olmadığını, yani bir yasaya, ensest yasağı yasasına tabi olduğunu gösterir.
Narsis mitinde ifadesini bulan Ayna Evresi, yani çocuğun annesinden yansıyan bütünsel imgesiyle özdeşleştiği dolayımsız ilişki yasaklanmalıdır. Ayna Evresi'nin yıkılmadığı durumlarda, yani bir üçüncü olarak Simgesel Baba dışarıda bırakıldığında simgesel döneme geçemeyen insan kendini bir özne olarak ayırdedemez. İşte şizofren budur. Burada insan sadece simgeselde bir özne olarak ortaya çıkmamakla kalmaz, kültürün simgesel düzeninin kuralları çerçevesinde biçimlendiremediği kendi varoluşsal deneyimini de sanrısal bir gerçeklik olarak yaşantılar. Babanın insanlaştırıcı kastrasyonundan geçmeyen şizofren kültürel bir özne olmayandır, kültür dışıdır.
Ayna Evresi'ndeki çocuğun arzusu henüz kültürel bir arzu değildir ve simge içermez. Ancak Oidipus'un devreye girmesiyle simgenin retroaktif bir etkinliğiyle çocuğun simge içermeyen arzusu da simgeleşir. Çocuk arzusunu bir yasaktan, Oidipal bir yasaktan dolayımlanarak kodladığı için kökensel arzusu "fallus olmak" arzusu halinde bilinçdışına kodlanır.
Fallus simgesi aslında Babanın Simgesi, Babanın Adı ile devreye girer. Baba bir yoksun bırakıcı, bir kastratör olarak devreye girmektedir. Burada söz konusu olan tamamen simgesel bir kastrasyondur. Yani, kastratör baba sadece simgesel bir babadır, annenin söyleminde yeralan bir üçüncüdür, "Babanın Adı"dır. Böylece çocuk ilk kez simgesel bir yasayla karşılaşır. Bu yasa ailenin temeli olan ensest yasağı yasasıdır. İşte çocuğun ilk dolayımsız arzusunu retroaksiyonla fallus simgesi altında simgeleştiren de çocuğun karşılaştığı yasanın cinsel mahiyetidir.
Babanın Yasası fallus olarak çocuğu anneden kastre eder, anneyle dolayımsız ilişkiye son vererek çocuğu kültürün dünyasına bağlayacak olan Oidipal özdeşleşme sürecini başlatır. Lacan bu sürece "insanlaştırıcı kastrasyon" adını vermektedir. Ancak burada üzerinde durulması gereken konu, çocuğu Oidipal üçgene bağlayanın, çocuğu "babaya" gönderenin bizzat annenin söylemi olduğudur.
Babanın Adı'nın devreye girmesiyle çocuğun zaten hiçbir zaman bilinçli olmamış, yani simgeleşmemiş arzusu Fallus göstereni ile damgalanırken, bu gösteren bilinçdışı konuma düşmektedir. Çocuk bilinç düzeyinde Babanın Adı ile devreye giren Yasa'ya uyarken kendi ilk yaşantılamasını da retroaktif olarak Fallus simgesi ile kodlar. Çocuk ilk arzusunu, ilk saf yaşantılamasını simgeleştirirken aynı zamanda bu simgeyi bilinçdışına iten bir metaforla karşı karşıyadır. Böylece sadece bir karşıt-yatırım söz konusudur. Hiçbir zaman bilinçli olmamış, simgeselleşmemiş bir yaşantılama simgeleşirken, bu simge, yasanın (Babanın) gücü sayesinde bilinçdışı olmakta, bilinçdışının çekirdeğini oluşturmaktadır.
Oidipusa giren çocuğun arzusu Oidipusun retroaksiyonuyla simgeleştiği biçimiyle, annesi için annenin eksiği Fallus olmaktır. Çocuğun arzusu anneyle bütünleşmek, onda eksik olan şeyin yerini almak, onun arzusunun nesnesi olmaktır. Çocuk böylece dolayımsız tatmin durumuna erişecektir. Ancak, anne-çocuk ilişkisindeki frustrasyonların Babanın Adı ile simgeselleşmesi ve giderek Babanın Yasası olan ensest yasağı ile ilişkilenmesi, çocuğun eksiksizlik arzusunu cinsel bir arzu olarak bilinçdışına kodlanmasına yolaçar. Öyle ki, çocuk başlangıçta simgeleşmemiş eksiksizlik arzusunu, annesi için annenin eksiği fallus olmak şeklinde simgeselleştirir. Böylece, o, fallus olarak anneden kastre edilmiştir.
Kültür, anneyle ilişkiyi simgesel bir ensest yasağında yasaklarken aslında dolayımsız tatmini, Nirvana'yı, ölümü yasaklar. Kültürel yaşamın düşmanıdır ölüm, yani anneye dönme. Eğer anneyle dolayımsız hazzın yasağı olmasa biyolojik varlık kültürel "özne"ye dönüşemez. Kültürün yasası olan Babanın Yasası bu nedenle Kültür için zorunlu, dolayısıyla evrenseldir.
Freud'un kabaca erkekte "penisin kesilmesi tehdidi", kadındaysa "penis haseti" başlıkları altında ele aldığı penise "sahip olmak" ile ilgili imgesel sıkıntılara denk düşen karmaşa Lacan'da daha da derinde dil ile devreye giren simgesel bir "olmak" sorunsalına bağlanır. Lacan'da kastrasyon sadece -imgesel- bir penisin kesilmesi tehdidi değildir ; "fallus olmak"tan yani her iki cins için de Öteki'nin arzusunun nesnesi olmaktan yoksun olmaktır. Kadın olsun erkek olsun insan "eksik"tir, "kastre"dir, yani narsisistik açıdan yaralıdır. Çünkü, kadın olsun erkek olsun fark etmez, insan Öteki'nin arzusunun nesnesi olacak şey değildir. Öyleyse Öteki'nin arzusu klasik olarak, mesela "İlksel Ego İdeali" denebilecek bir biçim kazanarak özneye içselleşmiş demektir. "Ego İdeali" de daima utanç ile eşleşir. Çünkü, "ego" (ben) daima idealinden, Lacan'ın deyişiyle "eksik" (kastre) bir şeydir. Yani, insan Öteki'nin (burada annenin) arzusunu karşılayamaz. Lacan'ın belirttiği gibi temel "eksiğin" Oidipus'ta alacağı ton -ki fallus imleyeni de buradan gelir zaten- elbette Babanın Yasası'na (ensest yasağı yasasına) tabi olacaktır, ama özü itibariyle daha derine, Oidipus öncesine uzanır. Öznenin "ideali"ne göre eksik olmasını bilinçdışında fallus imleyeni ile anlatmasını sağlayan şey, yani "eksiğin" cinsel bir ton kazanmasını sağlayan şey, "eksiğin" kendisinin değil ama Oidipus girişinde aldığı yorum gereği damgalandığı imleyenini, annenin "eksiğinde" bulmasıdır. Cinselliğe adanmış organı henüz cinsellik statüsü kazanmamış olan çocuk, annenin fallus eksiğini onun arzusuna bağladığında kendi yetersizliğini, "eksiğini" onu babaya götüren annenin arzusu nedeniyle cinsel bir yetersizlik olarak deneyimler.
Burada dikkatimizi çekmesi gereken nokta "olmak"taki "eksiğin" "olmak" kavramının çağrıştırdığı tüm varoluşsal yükle bir "sahip olmak" sorunsalına bağlanırken cinsel bir boyut, cinsel bir simge, bir imleyen ile damgalanmasıdır. Lacan'ın "simgesel kastrasyon" terimiyle anlatmak istediği sürecin bir boyutu budur. Lacan'ın deyişiyle bu "simgesel" kastrasyon Oidipus döneminde kız çocukta birinin operasyonuyla kaybettiğini düşlediği penise karşı haset, erkek çocukta ise kastasyon yoluyla cezalandırılma korkusu şeklinde bildiğimiz Freudcu "imgesel" kastrasyon tonlarını kazanacaktır. Demek ki, Lacan bu imgesel kastrasyona simgesel anlamını veren temel bir yapıya geri gidiyor. Daha klasik ve yapısal terimlerle kabaca "İlksel Ego İdeali" diyebileceğimiz bir oluşumu cinsel kimlik ile eşleyen narsisistik bir kastrasyon sözkonusu burada. Nitekim Lacan, kastrasyonu cinsel kimlik sorunsalına bağlar.
Freud, Lacan'ın da ısrarla üzerinde durduğu gibi, son yazılarından birinde erkek ve kadın kastrasyon kompleksinin klasik psikanalizin sonlandırılamaz noktalarından biri olduğunu söyler. Oidipus kompleksinin bir parçası olan bu kompleks yalnızca cinsellikle ilgili bir cezalandırma tehdidi ya da bir eksiklik, yetersizlik duygusu olmaktan öte, erkeğin ve kadının erkek ve kadın olma (ya da aslında bir türlü olamama) tarzları hakkında bilhassa fikir vericidir.
Freud tarafından kökeni kadın ve erkek cinsel organlarının farklılığının çocuk tarafından algılanmasına (dolayısıyla narsisistik beden imgesi sorunsalına) bağlanan bu karmaşa giderek Oidipus kompleksinin bir parçası haline gelir. Klasik olarak Oidipus içinde erkek çocuğun annesine yönelik cinsel arzuları ve babasıyla ilgili kıskançlık, öfke duyguları nedeniyle babası tarafından penisi kesilerek cezalandırılacağı korkularına dönüştüğü kabul edilen bu karmaşa, kendisinin iki olguda net bir şekilde çözümlediğini belirttiği ve geniş ölçüde aşağıda açıklanacak olan kadın kastrasyon kompleksine (penis haseti ; kadınlık aşağılık duygularına) benzeyen bir bileşen de içerir. Yaptığı iki analitik incelemeye göre küçük erkek çocuğun erişkin kadın (anne) karşısında yaşadığı yetersizlik duyguları, penisinin küçüklüğü şeklindeki aşağılık duygularına, oidipal rakibinin güçlü ve büyük penisine karşı gizli bir hayranlık, aynı zamanda öfke duygularına yol açar. Burada kelimenin kadındaki penis haseti anlamında tam bir haset söz konusudur ; iyi, güçlü, güzel olana karşı öfke. Çünkü, küçük oğlan çocuğu Oidipal rakibinin (babasının), gücüne hayran olduğu penisi karşısında aşağılık duyguları geliştirir ve gücünü idealize ettiği bu organ sırf varlığı sebebiyle ama kendi küçüklüğünü, yetersizliğini hatırlattığı için, varlığıyla onu aşağıladığı için öfke uyandırır. Öfkesi nedeniyle tahrip etmek istediği bu organ burada ayrıntısına giremeyeceğimiz projektif mekanizmalar sebebiyle babası tarafından kendi penisi kesilmek suretiyle cezalandırılacağı korkularına yol açar.
İki vakada net olarak incelediğini belirttiği bu fenomen en azından bazı durumlarda erkek kastrasyon kompleksinin de hem erişkin kadın hem de erişkin erkek karşısında yetersizlik, aşağılık duygularını içermesi sebebiyle geniş ölçüde kadın penis hasetine benzer bir bileşen de içerdiğini gösteriyor. Çocukluk kastrasyon kompleksinin erişkin erkek bilincinde penisin küçüklüğü, erken boşalma (işlevsel olarak kısa, küçük penis), iktidarsızlık (büyümeyen penis),kadın karşısında "küçük düşme" (yani Türkçede ilginç bir yorumla çocuk durumuna düşme) gibi kaygılara da dönüştüğü hatırlanırsa ve bu tipte kaygıların erkeklerde ne denli yaygın olduğu düşünülürse, üstelik erkekte cinsel rekabete karşı şiddetli tahammülsüzlük, cinsel olarak mukayese kaygılarının yol açtığı cinsel partner karşısında aşırı kontrolcü tepkiler de değerlendirilmeye alınır ve buna bağlı olarak erkeklerin paradoksal bir tarzda gerçek hoşlandığı kadınlardan kaçındığı düşünülür ise, Oidipal annenin empatik yetersizliğine bağlı bu bileşenin (yani kadın hasetine benzeyen bu bileşenin) erkek kastrasyon kompleksinin önemli bir boyutu olduğunun kabul edilmesi gerektiği kanısındadır.
Paradoksal bir şekilde, yukarıda verilen erkek kastrasyon kompleksinin kadın penis hasetine benzediği anlamak daha kolay iken, kadın penis hasetinin, yani kadınsı cinsel aşağılık duygularının kökenini anlamak daha zordur. Klasik Freudcu çerçevede, biyolojik olarak erkeklerin üstün olmasına, yani biyolojik, filogenetik sebeplerle, diğer memeli türleri ve bilhassa yüksek primatlarda olduğu gibi insan türünün erkek cinsinin güçlü, zeki, atak, döğüşken, aktif ve egemen cinsiyet olması, küçük kız çocukta penis (genel olarak erkek) karşısında hayranlık ve aynı zamanda bu organın (genel olarak erkeğin) varlığının kendi eksikliğini, yetersizliğini hatırlatması sebebiyle kimi kez iğrenme vb. gibi duygularla kendini belli eden şiddetli bir öfke (yani haset) dolayısıyla projektif mekanizmalarla bu organ (ve genel olarak erkek) tarafından cinsel yoldan aşağılanma, zarar verilme korkuları gelişir. Sosyo-kültüralist psikanaliz okulları ise kadındaki penis hasetini tamamen kültürel verilere, penisin (ve erkeğin) bilinen toplumlarda ayrıcalık atfedilen değerine bağlarlar.
Küçük kız çocukta penis haseti diğer kadının (annenin) ve genel olarak kadınların aşağılanmasına, toplumsal kadın rolünün küçümsenmesine yol açarken, bir kadın olarak kendini ayrıcalıklı, farklı (erkeklerin becerilerine daha çok sahip) bir kadın olarak algılamaya sevkeder. Öte yandan aşağılık duyguları altındaki kadın bu duyguları inkar etmek, bastırmak ya da kontrol etmek için erkeklerle ilişkisinde yarışmacı bir tavır alır. Bu sebeplerle kadın, cinsellikte daha çok sevildiğine (incitilmeyeceğine,küçümsenmeyeceğine) inanmak ister.
Histerik yapılarda bu eğilim kaprisli tutumla kendini belli eder. Öte yandan eşiti ve yaşıtı bir erkeğin sırf erkek olmasından kaynaklanan egemenliğini kabul edemediği için bu egemenliği akılcılaştırarak kabul edeceği erkeklere, özellikle yaş bakımından veya bilgi bakımından veya sosyal mevki ve statü bakımından kendinden üstün erkeklere yönelir. Penis hasetinin bu paradoksal sonucu, Oidipal baba sevgisi ve şefkatinin devamcısı figürlere yönelmesi (ki kadında oidipus karmaşasının çözümü daha zordur) ve narsisistik bakımdan da güçlü bir figürle bütünleşme yoluyla kendine saygı ve güveni oluşturma gibi farklı gelişimsel yollardan gelen bileşenlerle güçlenir. Daha nadir bazı durumlarda (burada iki narsisistik özellikli vakadaki dinamiklere göre konuşulursa) oidipal babanın küçümseyici, cezalandırıcı özellikleri ön planda ise (karizmatik özellikli erkeklere yönelik beğeni ve özlem kişiliğin bütününden ayrı tutulmaya çalışılan fantazilerde korunmak kaydıyla, bu figürün uyandırdığı anksiyöz durum sebebiyle) eş seçimi tam tersine kadının kendisine yapılmasından korktuğu şeyi eşine yapabileceği koşullarda, yani kişilik olarak erkeğin güçsüz, bağımlı veya çocuksu veya sosyal bakımdan kendinden aşağı olduğu koşullarda gerçekleşir. Ya da, pek çok evlilikte söylenebileceği gibi, yoğun düşkırıklıklarına bağlı olarak kadının eşini algılayışı birinci durumdan ikincisine doğru kayar, dönüşür.
Psikanalitik bakımdan en iyi koşullarda sürdürülen analizlerde dahi, çözüme varması zor olduğu bilinen erkek ve kadın kastrasyon karmaşalarının erkek ve kadının sadece cinsel yaşamlarını değil (ki kimi zaman en az etkilenen kısım budur) genel olarak kadın ve erkek oluş (veya olamayış) tarzlarını geniş ölçüde belirlediğini kaydettikten sonra konumuza devam edelim..
EKSİKLİK VE UTANÇ
Anal dönemi fallik döneme bağlayan kavşakta, öznede fallus imleyenine denk düşen organın (penis ya da klitorisin) bir "eksik" ve bir "utanç" ile eşleştiğini görürüz. Anal dönemin nihai biçimini almış süperegoya (üstben) aktaracağı "süperego çekirdeği", Öteki karşısında utanç, küçük düşme, sevgiyi kaybetme korkusu ile kendini belli eder. Bu nahoş deneyimler dönemin ayırdedici niteliği olarak, özellikle "beden-ben" ile eşleşmiştir. Burada bedeninden utanmanın çağrıştırdığı bütün ağırlıkları da içerecek şekilde "beden-ben" ve "utanç" bizi fallik dönemin başlangıcındaki narsisistik örselenmeye götürecek kavramlar olarak ön plana çıkıyor.
Ayna Evresi'nde anneden ikinci kez fakat bu sefer psikolojik olarak doğan, yani kendini annesinden ayrı işaretlemeye başlayan bebeğin ayna karşısında "kendi imgesini bir bayram coşkusuyla ele geçirmesi"ne dikkat çeker Lacan. Bu kuşkusuz "oluş"un "beden-ben"de bedenleşen ve Öteki tarafından da paylaşılması beklenen sevincidir. Bu beklenti her şeyden önce, bu yeni varoluşun canlılığının doğrulanması beklentisidir ve karşılandığında bu anlamda kaydedilecektir.
Bebeğin henüz istemli hareket düzleminde kazanamadığı beden bütünlüğünü Öteki'nin bedeninden dolayımlanarak önceden üstlenmesini sağlamak gibi bir öneme de sahip olan Ayna Evresi temel olarak "olmak" kavramını psikanalize sokmuş olması bakımından anlamlıdır. Kohut'un diliyle konuşmak gerekirse "omnipotent, teşhirci muhteşem benlik" ile "Öteki'nin arzusunu arzulayan" çocuk burada ilk narsisistik örselenmelerine açılır. Artık bu narsisistik örselenmenin işaretini kazanacağı ve Oidipal simgeselliğe ulaşacağı fallik gelişimin mantığına geliyoruz. Yani, "olmak" sorunsalının narsisistik örselenmesinin kendine yabancılaşmış işaretini bulacağı (penise) "sahip olmak" (ya da olmamak) sonucuna bağlanıyoruz.
Öteki'nin arzusunu arzulayan özne, fallik ilgilerini kazanıp dildeki becerilerini geliştirdiğinde Öteki'nin (annenin) arzusunun, annenin kendi penis eksiğiyle ilişkilendirdiği bir tarzda babaya tabi olduğunu keşfeder. (annenin fallusa sahip olmaması, fallusa sahip olanın baba olduğuna işaret etmesi bakımından anlamlıdır) O halde Öteki'nin arzusu burada dolayımlandırıcı bir rol oynayarak çocuğa "Baba"yı göstermiş olur. İşte bu noktada kız olsun erkek olsun insan yavrusu derinden sarsılır. Baba'nın fallusu karşısında sahip olduğu şey, sahip olmadığından daha değerli değildir. Çünkü, "beden-ben"in bu bölümü cinselliğe adanmış olmakla beraber -henüz- cinsel bir erk taşımaz. "Beden-ben"in bu "eksiği" utanç kaynağıdır. İnsan yavrusu böylece "olmak"taki eksiğini fallus imleyeniyle işaretler.
Kültürün simge düzenine geçiş, öznenin yarılmasını da birlikte getirir. Özne kendini sosyokültürel simgeselleştirmede ayrımsar ve belirlerken, kendi otantik fenomenolojik solipsizmini de de yitirmiş olur. Kendini sosyokültürel kod dolayımıyla düşünen özne giderek kendine yabancılaşır. İşte bilinçdışına yol açan bu yabancılaşmadır.
Yukarıdaki ifadeden bilinçdışının saf fenomenolojik bir yaşantılama olduğu çıkarılmamalıdır. İnsanın bireysel yaşamının başında fenomenolojik solipsist bir evre olabilir. Fakat bu psikanaliz açısından ulaşılmaz bir düzeydir. Çünkü, insanda ancak simgeleşmiş bir gerçeklik ele alınabilir ve düşünülebilir, bir araştırma nesnesi olarak konumlandırılabilir. İşte, bu nedenle "bilinçdışı bir dil gibi yapılaşmış" ise, araştırabileceğimiz bu alandır.
Sosyokültürel simgesellik otantik solipsizmi yıkmakla kalmaz, onu tamamen ortadan kaldırır. Öyle ki, insanda simgeselleşmemiş hiçbir yaşantılama olamaz. Simgesel düzen otantik saf solipsizmin üzerini örter ve onu bilinçdışı konuma dönüştürürken, aynı zamanda bu solipsizmi de simgeleştirir. Yani, kaba bir benzetmeyle, simgeleştirme yatay bir düzeyde kültürel özneyi kendi dolayımsız yaşantılamasından keserek ayırırken, dikey bir düzeyde de bu saf fenomenolojik yaşantılamaya da retroaktif bir etkinlikle kültürel simgesini, adını verir, simgeselleştirmenin ardında kalan simgeselleşmemiş otantik deneyim de simgeleşir.
Otantik solipsizmin simgesi Fallus'tur, yani kültürel egemenliğin, eksiksizliğin, bütünlüğün simgesi olan Fallus. Otantik solipsizmi yıkan Babanın Adı, Babanın Yasası olduğu için, baba çocuğu annesiyle dolayımsız bütünlüğünden ayıran güç olduğu için, yani baba çocuğu anneden kestiği, kastre ettiği için yitirilen otantik solipsizm Fallus simgesi ile kodlanır. Bu kod bilinçdışını da kuran kökensel bastırmaya denk düşer.
Freud iki tip bastırma ayırıyor : Kökensel bastırma ve "kelimenin tam anlamıyla bastırma". Kelimenin tam anlamıyla bastırmada bastırılan psişik temsilciler, aslında kökensel olarak bastırılmış temsilciyle ilişkisinden ötürü bastırmaya maruz kalırlar. O halde kökensel bastırma neye dayanır ? Freud, bu konuya açıklık getirmemektedir. Buna Lacan'dan hareketle soruna bir yanıt bulunabileceği kanısındadır.
Kökensel bastırmanın hem bilinci hem de bilinçdışını kuran bir edimin sonucu olduğu düşünülebilir. Bilinçdışı düzeyinde libido yatırımı değişmeden kalmakta, bilinç düzeyindeyse bir yatırım çekilmesi söz konusu olmaktadır. Fakat, kökensel bastırmada bastırılan temsilci hiçbir zaman bilinç sisteminde yer almadığına göre burada bir yatırım çekilmesi söz konusu değildir.Kökensel bastırmada, bilinçdışı sistemin uyguladığı bir karşıt-yatırım söz konusudur. İkincil bastırmada da karşıt-yatırım vardır, ancak buna yatırım çekilmesi de eklenmiştir.
"Tam olarak bastırma"da bastırılan simge öncelikle bilinçte (ya da hemen bilinçaltında) yer alır, sonra da bir yatırım çekilmesi ve bir karşıt-yatırım uygulaması yoluyla bu simge bilinçdışına bastırılır, buna karşılık kökensel bastırmada hiç bilinçli olmamış bir simge karşıt-yatırım uygulanmasıyla bilinçdışını kurar.
Kökensel bastırmada -hiç bilinçli olmamış ama bilinçdışı da zaten kökensel bastırmayla kurulacağına göre bilinçdışı da olmayan - bir temsilci bilinçdışına bastırılmaktadır. İlk akla gelen çözüm, kökensel bastırmada hem ilk simgeselleşmenin meydana geldiği, hem ilk simgenin bir ve aynı operasyonla bastırıdığı, hem de böylece gösterenle gösterilen arasındaki kopmaz bağın kurulduğu şeklinde oluyor.
Kökensel bastırma ile yaşantılanan (gösterilen) ilk simgesine ulaşır. İşte bu simgeleştirmeden sonra gösterenler zinciri gösterilenlerle örtüşmeye başlar. Lacan'a göre bu süreç hiçbir zaman tam anlamıyla gerçekleşmez.
Kökensel bastırma ilk simgeleştirmeyi, tüm gösteren zincirinin gösterilenler üzerindeki hareketinin stabilize olması için ilk referans noktasını sağlar. Demek ki, Lacan'a göre kökensel bastırmayla, gösteren ve gösterilen arasında ilk fiksasyon meydana gelmekte ve Öteki'nin alanındaki simgeler bu hareket noktasından itibaren stabilize olmaktadır.
Çocuk annesi için her şey olma arzusunu sonradan, simgenin düzenine girdiği zaman fallus göstereni ile işaretler. Bu süreç kökensel bastırma sürecidir. Bir başka deyişle, çocuğun annesi için fallus "olmak" arzusu hiçbir zaman bilinçte yer almadan doğrudan bilinçdışına kodlanır. Fallus göstereni hiçbir zaman bilinçte yer almamıştır, çünkü bu gösterenin gösterdiği yaşantılama sırasında fallus göstereni yoktur, dolayısıyla bilinç düzeyinde yer almış bir ide söz konusu edilemez. Simgesel düzene geçiş kökensel bastırmaya andaş ve ayrılmaz bir biçimde bağlıdır (Lemaire). Demek ki,biyolojik varlığı kültürün düzenine bağlayan süreç, öznenin toplumsal olmayan arzusunu bastırma yoluna gitmektedir.
Peki,kökensel bastırmada çocuğun arzusu neden Fallus simgesiyle kodlanmaktadır ? Bu tamamen ataerkil hatta fallus merkezci kültürel yapımızdan ve kültürel bir kurum olan ailenin ensest yasağının yasası ile düzenlenmiş olmasından kaynaklanmaktadır.
Özne simgesel düzene girerken, bu düzende kendi kimliğini kazanacağı süreci başlatırken kendi ilk kimliğini, yani "Fallus olmak" kimliğini de geride bırakmış olur. Böylece, kökensel bastırmayla "varlıkta / olmakta" eksik de açılmış olur.
Lacan'da Oidipal duruma geçişle simgesel kültürel düzene geçiş aynı anlama gelir. Lacan'da Ben ile Ben-olmayanın ayrışması, gerçekliğin gerçeklik statüsüne ulaşması, özneyle nesne arasına giren simgenin dolayımı sayesinde olmaktadır. Gerçi, Lacan'ın narsisistik dönemi olan Ayna Evresi'nde "ben" denebilecek bir şey ortaya çıkmış, ayrışmaya başlamıştır ama bu sadece bir imkandır ve bu imkanı gerçekleştiren bir dolayım aktıdır, simge kullanmaktır. Çocuk kültürel babanın, simgenin dünyasına girdiği oranda annesiyle dolayımsız ilişkisini, eksiksiz solipsizmini yitirir, böylece de kendisini anneden ayırdetmeye başlar. Kendisini annesinin bir parçası (fallusu) olarak görmek yerine, anneden kopmuş bir bütünlük olarak algılar. Ben'in ayrışması demek, Ben'in Ben-olmayandan ayrışması demektir. Zaten, gerçekliğin gerçeklik statüsünü almasını koşullandıran süreç de budur.
Lacan'da Ben-olanla Ben-olmayanın ayrışması, yani klasik teorideki Ego işlevine giriş doğrudan simgesel düzene, bir başka deyişle Oidipal düzene girişle koşullandırılan bir süreç olarak yorumlanmıştır. Bu durumda,  egonun oluşumu ile süperegonun oluşumunu andaş saymak gerekir.
Lacan'a göre psişik belirlenim toplumsal simge sisteminin özneyi aşan yapısından kaynaklanır. Özne kendi gerçekliğini, deneyimini ancak bu nesnel kültürel simge sisteminden dolayımlanarak kavrar, düşünür ve dile getirirken, bu otonom gerçekliğin presubjektif yapısının biçimsel kurallarına da tabi olur. Lacan'a göre dil ile belirlenme, kültürün simgesel düzenine girme, Oidipal evre ile aynı anlama gelmektedir.
Şimdilik simgesel belirlenmeyle Oidipus arasındaki ilişkiyi kabaca şöyle ifade edebiliriz : İnsan yavrusu dil ile kültürel bir kurum olan ailede ve ailenin söylemi sayesinde karşılaşır. Demek ki, ailenin Oidipal düzenini yansıtan aile söylemi, öznenin dil ile belirlenmesinin, kültürel simge sistemine girmesinin, toplumsal öznenin kuruluşunun ilk adımıdır. Bir başka deyişle, toplumsal simge sistemine giriş Oidipus karmaşası sayesinde gerçekleşir.
Lacan'a göre simge ya da bütünüyle simge sistemi üçlü bir etki ifa etmektedir. İlk olarak "ben" ile "ben-olmayan"ı, içsel olanla dışsal olanı ayırdetmeye imkan tanımaktadır. İkinci olarak subjektiviteyi, içselliği bu içselliğin ifadesi olan söylemden ayırdetmeye imkan tanımaktadır. Yani, simgenin düzeninin özerk yapısı, insanın kendi gerçekliğine de bir mesafe alarak düşünmesine imkan tanımaktadır. İnsan kendi subjektivitesini, bu subjektiviteden bağımsız olarak düşünebilme imkanına kavuşur. Bir anlamda bilinçdışını da kuran budur zaten. Üçüncü olarak da simgenin düzeni insanı bir özne olarak diğerleri karşısındaki konumuna yerleştirir. Oidipal dönemi düşünelim ; burada simgesel düzene giren çocuk, anne ve baba karşısındaki kültürel konumunu gene simge sayesinde kazanır. Çünkü, Oidipal düzen özünde simgesel düzendir.
İnsanların birbirleriyle kültürel ilişkilerinin, (söz gelimi en basit ve arkaik biçimi Levi-Strauss'a göre akrabalık ilişkileri olan kültürel yapıların) dilin biçimlerinin birbirleriyle ilişkileri çerçevesinde belirlenmesi yapısına tam anlamıyla uyan bir yapısı vardır. Üstelik, bu ilişkilerin belirlediği konumlar da dilin düzeninde tanımlanmıştır ve bir kültürün eski kuşaklarından yenilerine bu yolla taşınır. Demek ki, simgenin düzenine girmekle birey kendi kültürel konumunu, her şeyden önce kültürel bir kurum olan ailenin yapısı içindeki konumunu da kazanmış olur. Böylece birey kültürün düzeni içinde ayrımlaşmış bir özne halini alır. Söylemin belirleyici bir boyutunu da bu konum oluşturur. Çünkü, bir söz ancak belli bir konumda anlam kazanır ve söz konusu konum da bizzat söylemin kendisi kadar semboliktir.
Özne simgesel düzende kendini bir gösteren aracılığıyla işaret ederken bir, simge olarak simge düzeninin kurallarına tabi olur. Dil, öznenin gerçeklikle, kendisiyle, ötekilerle ilişkisini düzenler. Lacan'a göre, özne kendini simgesel düzende bir gösteren aracılığıyla temsil ettiğinde, sadece bu düzenin kurallarına tabi olmayı üstlenmiş olmaz, aynı zamanda bilinçdışına yolaçan bölünmeyi de kabullenir.
İnsan, kültürel simge sistemi sayesinde ve çerçevesinde kendi öz yaşantılamasını düşünmek suretiyle bu yaşantılamasından uzaklaştıkça, bir başka deyişle kendi gerçeğini toplumsal norm sistemlerine göre düşündükçe bir bilinçdışına da sahip olur.
Dil toplumsal bir veriyi, bir kültürü, yasakları ve yasaları taşır. Bu çok boyutlu simgesel düzene giren çocuk, bu düzen tarafından biçimlendirilecek, onun silinmez damgasını taşıyacaktır ve üstelik bunlar çocuk farkında olmaksızın gerçekleşecektir. Dilin simgesel sistemine geçiş, kültürel düzene geçmekle eşanlamlı olduğuna göre , "anne" , "baba" , "aile", "akrabalık ilişkileri" vb. sadece dilde ya da aile söyleminde belirlenmiş-tanımlanmış olmakla kalmaz ; kültürel bir yapı olarak aile, bu söylemin gerçekleşmesi, somutlaşması, maddileşmesidir. O halde kültürel söylemler, ideolojiler, sadece birer tasarım değildir, aynı zamanda nesnel bir niteliktirler, maddidirler. İdeolojiler, söylemler gerçekliği tasarım düzeyinde temsil etmekle kalmaz, bu gerçekliğin kurucu bir ögesini de oluştururlar.
Kültürün simge düzeyine geçiş öznenin yarılmasını da birlikte getirmekteydi. Özne kendini sosyokültürel simgeselleştirmede ayrımsar ve belirlerken, kendi otantik fenomenolojik solipsizmi de yitirmiş olur. Kendini sosyokültürel kod dolayımıyla düşünen özne giderek kendine yabancılaşır. İşte bilinçdışına yol açan bu yabancılaşmadır. Oidipus aracılığıyla simgesel sisteme geçme özneyi kurar ve gerçeklik sistemini oluştururken yarattığı yarılma da bilinçdışına sebep olmaktadır.
Simge,dolayımsız ikili ilişkinin arasına giren bir üçüncüdür. İşte insan yavrusuna, bir simge kullanarak ötekini kendinden ayırma imkanı veren - aslında bu imkanı bir zorunluluk olarak kabul ettiren - simge bir dolayım sağlayarak özneyi kurar. Simgesel düzenin temel simgesi Babanın Adı, anne-çocuk dolayımsızlığına son verir ve kendi yasasını kurar. Simgesel baba, annede "eksik" olana sahip olandır ve annenin tabi olduğudur. Bu anlamda Baba iki kez yoksun bırakıcı olarak devreye girer : hem çocuğu annesiyle dolayımsız ilişkisinden çıkarır (annenin tabi olduğu yasa Baba'nın yasasıdır), hem de anneyi fallik nesneden yoksun bırakır (fallusa sahip olan Baba'dır).
Dilde ifadesini bulan simgesel düzen böylece üçlü bir etkiye sahiptir : önce insan yavrusunu özneye dönüştürür, yani ona ilk kültürel kimliği olan cinsel kimliğini verir, ikinci olarak ve aynı zamanda bilinçdışı arzuyu kurar, üçüncü olarak ve aynı zamanda özneyi simgenin metaforlarında kültürel yüceltmeler dünyasına acılı fakat vazgeçilmez biçimde iliştirir. Simgesel düzen özneyi kurar, çünkü özne fenomenolojik aşkın bilincin , "cogito"nun kaçınılmaz bir sonucu, ontolojik bir kategori değidir. Fenomenolojik indirgeme umulmadık bir tortu bırakır aslında ; Dil. Dil paranteze alınamaz, der J.Derrida. Özne kültürel bir kodlamadır. Simge insan yavrusuyla başkaları ve dünya arasına girerek insana "ben" deme, yani kendini bir gösterenle temsil etme imkanı verdiğinde, özne de kurulmuştur.
KİMLİK
Öteki'nin alanı (simgesel düzen) öznenin kim olduğunu sorgulayıp araştıracağı, kimliğini kazanacağı yerdir. Kendi cinsiyetini sorgulayacağı alandır. Simge sistemi insana, kendini bir simge ile, "Ben" göstereniyle ifade etmeye imkan verdiği oranda onun kültürel kimliğinin gelişeceği bir hareket noktası sağlar. Burada ilk "Ben"in aile yapısı içinde kazanıldığını hatırlatmak gerekir. Yani, insana bu ilk "Ben"i bir imkan olarak sunan, ailenin, kültürel düzene özgü söylemidir. Çocuk bu ilk "Ben"i bu söylem içine yerleştirir.
Oidipal dönemde çocuk aile içindeki konumunu, ailenin kurucu yasası tarafından belirlenen kültürel kimliğini kazanır. Bu kimlik herşeyden önce fallus simgesi karşısındaki konumuyla tanımlanan cinsel kimliktir. Lacan'da fallus merkezcilik Kültürün öz niteliğidir. Çocuğu anne doğurduğu sürece, anne-çocuk ilişkisini yasaklayan simge baba olacak , babanın egemenliği de simgesel özetini bulacaktır.
İnsan yavrusunun dille karşılaşması ilk kurumun , ailenin söylemi yani Oidipus çerçevesinde geçtiğine göre bu ilk "Ben", simgesel Baba karşısındaki yapısal konumuyla belirlenir, o halde cinsel bir kimliktir.
İnsanın kültüre ilişkin ilk kimliği, yani kültürün düzeninde aldığı yer, vaat, ve görevin ilk ayrımlaşması hiç bir biyolojik gerekçede ifade edilemeyecek cinsel kimliğidir. Homoseksüelliğin ve transeksüelliğin biyolojik dayatmalara karşın mümkün olmasını sağlayan, insan cinselliğinin biyolojik değil, kültürel bir kodlama olmasıdır. Öte yandan insanın ilk temel kimliğinin cinsel kimlik olması psikanalizin cinselliğe verdiği vurguyu temellendirir. Analizde araştırılan, öznenin simgesele girişinde yani temel cinsel kimliğindeki yapılaşmadır, Oidipal söylemidir.
Oidipus karmaşasının çözümü nesne ilişkilerine çok önemli bir boyut katar. Cinsel arzu yasaklanmış nesneden (baba veya anne) sapar ve kültürün kabul ettiği metaforlarla ifade edilmeye başlar. Bu özdeşleşme-kimlik kazanma sürecinde kişi, kendini herşeyden önce cinsel kimliği olan biri olarak ortaya koyar. Özdeşleşme-kimlik kazanma süreci sadece kültürel bir yasanın (ensest yasasının) kabul edilmesiyle değil, aynı zamanda anne-babanın içselleştirilmesi yoluyla da ahlaki yaşamı, süperegoyu temellendirir. Çocuk anne-babasıyla özdeşleşirken onların aslında ideal imgeleriyle özdeşleşir. Bir anlamda onları idealize ederek kabul eder. Bir başka deyişle, çocuk anne-babanın süperegosuyla özdeşleşmiştir. Her ne kadar süperegonun oluşumunda Babanın Yasası temel rolü oynuyorsa da bu simgesel yasayı çocuğa kabul ettiren, babaya göndermede bulunan "anne"dir. O halde süperego ancak annenin babayı naklettiği ölçüde "Baba Süperego"su olabilir.
OİDİPUS
Lacan'a göre anne-çocuk ilişkisindeki doğal (klasik teori çerçevesinde oral) frustrasyonlar [engellenme] çocuk için simgesel bir yasa-yasak ile yapılaşır, ne ise o olarak, yani doğal halinde etkili olamaz. Bu simgesel yasa ve yasak ise annenin söyleminde geçen Babanın Adı'dır. Böylece çocuk Oidipus üçgenine girmiş olur.
Frustrasyonların kaynağı yasaklayıcı, yoksun bırakıcı, çocuğu anneden kastre eden "Baba"dır. Dikkat edilirse böylece kültür, biyolojik bir varoluşu kendi düzenine çekmek için simgesel bir hile kullanmış olur ; doğal anne-çocuk ilişkisini yasaklayan, dolayısıyla çocuk için biyolojik bir önem taşımamakla birlikte, birden önem kazanan kültürel baba ile çift değerli özdeşleşme ilişkisi. Aslında elbette doğal frustrasyonlar kendinden bir zorunlulukla "baba"ya, kültüre gönderim yapmaz. Frustrasyonları "baba"ya gönderen annenin söylemidir. O anne-çocuk ilişkisinde simgesel bir üçüncüye yer verdiği oranda çocuğu kültürün dünyasına bağlamıştır. Böylece çocuk ilk kez bir Nirvana durumu yaşantıladığı annenin uterusundan yine bu uterusun [rahim] hareketleriyle doğal dünyaya atıldığı gibi, annenin simgesel hareketleriyle de kültürün dünyasına atılarak ikinci bir doğum travmasında narsisistik omnipotensini yitirir.
Klasik teoriye göre erişkin bir cinsellik ve duygusal yapılanmaya ulaşabilmek için Oidipal karmaşanın üstesinden gelmiş olmak gerekir. Oidipus karmaşasının çözüme kavuşamaması nevrozun nedenidir. Erkek çocuğun Oidipus'u aşabilmesinde en iyi yol rakip babasının yerine geçmeyi arzulamasıdır. Bu, baba ile özdeşleşmeye açılan yol olacaktır.
Lacan'a göre Oidipus karmaşası, kültürel düzenin kökeninde yeralır. Oidipus biyolojik varlığı kültürel özneye dönüştüren simgesel bir karmaşadır; bireyin toplum içindeki ilk kimliği olan cinsel kimliği kazandığı, toplumsal bir üye haline dönüştüğü aşamadır. Oidipus olmasa insan kültürün düzenine giremez, çünkü Oidipus olmaksızın tatmin-frustrasyon diyalektiğinde geçen biyolojik anne-çocuk ilişkisi kültürel bir simgeyi, yani "Baba"yı da içine alacak şekilde dönüşemez. Psikotik durum bunun bir örneğidir. Oidipussuz kültür mümkün değildir. Çünkü, kültür kendi taşıyıcı faillerini Oidipus yoluyla üretir.
Değişebilir biçimlerinin ötesinde yapı olarak Oidipal fenomen insan varlığının evrensel ve kökten bir dönüşümüdür. Oidipus ikili dolayımsız ilişkiden sembolik düzene özgü dolaylı ilişkiye geçiştir.
Lacan'a göre Oidipus karmaşası da gerçek dünyanın bir karmaşası değil, simgesel bir karmaşadır, bir başka deyişle simgeselin kendi otonom gerçekliğinden geçen bir karmaşadır. Oidipus için gerçek bir babanın olması koşulu yoktur. Yalnızca simgesel baba işlevi, "Babanın Adı" yeterlidir. Kültürel Baba konumunun tüm anlamını veren, bizzat aile söylemidir. Ailenin kendi gerçek gerçekliği (yani ne ise o olan bu "numen" / "kendinde şey" ) simgeselin kendi otonom kuralları çerçevesinde anlamını kazanır. Böylece simgesel düzen biyolojik ihtiyaçlara, onları kültürün düzeni içinde bir "talep" olarak ifade etmek için simgenin özerk düzenini sunarken doğal (yani ne ise o olan) bu gerçekliğe de simgenin özerk kuralları çerçevesinde biçimini verir.
Lacan'a göre Oidipus aracılığıyla sosyokültürel düzene geçiş iki süreci aynı anda başlatmaktadır ; (1) Sosyokültürel öznenin kuruluşu (2) bilinçdışının kuruluşu. Aslında bunlara bir üçüncüyü, öznenin Oidipus aracılığıyla bağlandığı kültürün dünyasında gerçekleştirdiği kültürel yüceltmeler zincirini de eklemek mümkün.
Oidipus karmaşasının çözümü, anneyle ikili ilişkiyi yasaklayarak, öznenin kökensel arzusunu bilinmeyen duruma iter ve babanın metaforu sürecine göre ona yeni imgesel, toplumsal biçimler ikame eder. Başka şekilde söylersek, simgesel düzene geçiş kökensel bastırmaya andaş ve ayrılmaz bir biçimde bağlıdır. (Lemaire)
Freud'un, çağının fizyolojik kavramlarıyla haz-tatmin çizgisinde düşünmeye çalıştığı ve erojen bölgelerin otoerotik tatmininde tanımını bulan, geniş anlamıyla birincil narsisistik dönem Oidipus ile yıkılır. Öznenin tüm çabası Oidipus ile girdiği kültürün düzeninde, kültürün düzenine girmekle yitirdiğini (narsisistik omnipotensini) aramaktır.
Oidipus bilinçdışı arzunun çekirdeğini atarak insanın kültürün dünyasındaki yüceltme metaforlarına ilişmesini sağlar. Çünkü, özne bilinçdışı arzusunu tatmin için aslında beyhude bir çabayla temel arzusunu kültürel yüceltmelerle tatmin etmeye çalışacaktır. Her aşamada frustre olacak, her aşamada yeni bir imgesel özdeşleşmenin, imagonun (görsel imge) peşine takılacaktır. Aslında bilinçdışı arzu kültüre uygun dileğin ardında metonimik bir artık olarak kalacaktır.
İnsanı kültürün yüceltmelerine bağlayan "olmakta eksik"tir. İnsan kültüre girmekle yitirdiği narsisistik bütünlüğü, kültürün sunduğu "imago"larla özdeşleşmeye çalışarak, bu imago (görsel imge) metaforlarında [mecazlarında]  kapatmaya, tatmin etmeye çalışır. Bu yol ile bilinçdışı arzu asla doyurulamayacağı için insan kültür içinde sürekli ilerler ; doktor olmak, baba olmak, kitap yazmak vb. imagolarının peşinde koşar.
Kültürel insanın temel dramı ve çelişkisi budur işte. Ardında bıraktığını ileride arayacak, toplumsallaşmanın ilk adımı ile yitirdiğini (yani narsisistik bütünlüğünü) toplumsallaşma sürecinde kapamaya çalışacaktır. İşte, bizi kültürel dünyada yol almaya iten nostaljinin, eksiklik dünyasının temeli budur.
İnsan, dilin metaforlar düzeninde ilk gerçekliğinden her an biraz daha uzaklaşır ve hep ilk dolayımsız gerçekliğini, annesinden ona yansıyan bütünleşmiş bir imge olarak narsisistik omnipotensini, [her şeye gücü yetme] yani insanlaştırıcı kastrasyonla (hadım edilmiş; iğdiş etme ] yitirdiğini arar. İnsanın bu acılı çabası boşunadır aslında. Çünkü, insanın kültürün metaforlarında aradığı, zaten oraya girmekle yitirdiği şeydir: Bilinçdışı arzu asla tatmin edilemez (Lacan). İnsan hep düşlerinin peşinde koşar, fakat sadece düşkırıklıklarıyla ilerler.
ÖZETLENEN KAYNAKLAR
1. Freud'dan Lacan'a Psikanaliz (Saffet Murat Tura, Ayrıntı, 2.Basım, Mart 1996)
2. Defter (Yaz 1995, Sayı:24, Şeyh ve Ayna, Saffet Murat Tura, Sayfa:62-89)
3. Ege Psikiyatri Sürekli Yayınları, Kişilik Bozuklukları (Cilt 1, Sayı 3, Sonbahar 1996, Narsisizm Sorunsalında Kohut ve Lacan, Saffet Murat Tura, Sayfa:437-455)
4. Fallusun Anlamı (Jacques Lacan, Afa Felsefe Yazıları Ansiklopedisi, Ekim 1994, Önsöz, Saffet Murat Tura, Sayfa:7-37)
--
J. D. Nasio Posted

Lacan’ın kuramı çekici olduğu kadar, kavramanın zorluğu yüzünden, iticidir de. Jacques Lacan’ın öğrencisi ve Françoise Dalto’nun yakın işbirlikçisi olmuş J. D. Nasio’ya danıştık. Kendisi 30 sene Paris VII Üniversitesinde eğitim vermiş ve şu anda psikanalist, psikolog ve sosyal alanda çalışanları eğitmekte en etkin yerlerden biri olan “Paris Psikanalitik Seminerlerinin” başındaki insan. Her biri bilim dünyası tarafından olumlu kucaklanan, tam 12 dile çevrilmiş 18 kitap yayımladı ve bazıları uzman olmayanlar tarafından da benimsendi. Türkçe’de İmge Yayınevi tarafından basılmış 5 kitabı var:
J.-D. Nasio, Lacancı kuramın iki temel parçasını açıklayacak; ilk önce kavramsal üçlü “İmgesel (imaginaire), Simgesel (Symbolique) ve gerçek (Reel)”, ardından da “Bilinçdışı” ve “Jouissance [yararlanma, tasarruf; zevk]” kavramını.
İmgesel
Bu üç boyutu detaylıca inceleyelim. İmgesel nedir?
İmge -belirtmiştik- ruhsal yaşamın imgelerden oluşan parçasıdır: kendimizin imgesi, başkalarının ve şeylerin imgesi. Bu imgeler parça parçadır; içimizdeki imgelerin şeylerin genel bir imgesi olduğu sanılmasın. Hayır! Genelde, şeylerin kırıntısını gösteren imgelerdir, mesela bir tırnak, bir gülüşün çizgisi, bir sahnenin ayrıntısı, bir renk, bir melodinin sesi. Ruhsal dünyanın bölük pörçük imgeleridir bunlar. Bu imgeler dikkate değer biçimde birbirleriyle bağlantılıdır. Soğanın kabukları gibi katman katmanlardır; çok önemli olan görevleri ruhsal enerjiyi yönlendirmektir. Şu anda sizinle konuşuyorum. Sizi görüyorum ve size söylediğime odaklanmış haldeyim. İşte beni ve konuşmamı canlandıran bu enerji, bilinçdışı imgelerle, kendimin, başkaların ve şeylerin bir milföy hamuru gibi parça parça olan imgeleriyle yönlendiren ruhsal bir enerjidir. Dolayısıyla bu imgeler libidonun, jouissance’ın, veya diğer bir deyişle enerjinin aracıymış gibi işlerler. Bu üç terimden Freud libidoyu kullanırdı ve libidonun imgeler yoluyla yer değiştirdiğini söylerdi; Lacan ise jouissance’dan bahseder; biz de, genel olarak ruhsal enerji, canlılık veya atılım diyoruz; beni harekete geçiren ve şu anda size cevap verdiren atılım. Takdir edersiniz ki jouissance’ın geçtiği bütün bu imgeler ruhsal bütünlüğü, Lacan’ın “ben” (moi) dediği şeyi, oluşturmakta.
Gündelik hayattan bir örnek alalım şimdi, en banal objelerden birini, pipoyu mesela! Pipoyu içtiğim zaman ağızda olmasının, dumanı hissetmenin ve tütünü tatmanın verdiği haz var. Ve hatta, elimde tutmanın ve tahtanın sıcaklığını hissetmenin hazzı.
Lacancı bakış açısına göre, bu eşyayı tutuyor olmanın hissi olsun, malzemesinin sıcaklığını algılamak olsun ya da ucunu ısırmak, hatta dumam içine çekmek; bunların hepsi bilinçdışma yerleşmiş, geçmişi tekrarlayan, taklit eden, güncel imgelerdir. Bana “Ben nedir?” diye soracak olursanız, hemen şöyle cevap veririm: ben, bana uygun olan ve bana bir hissi yaşatan eski imgelerin şimdide güncellenmesidir.
İşte imgesel bundan ibarettir. Daha güçlü örnekler de var, en sıradışı olan aşk gibi. Birini sevmek, daha doğrusu birini aniden sevmek, “yıldırım aşkı” dediğiz şey, varlığımıza derinlemesine kök salmış imgelerin ani patlayışıyla açıklayabileceğimiz insani bir olgudur. Bilincimize kendini kabul ettirerek ilişkilerimize ve kimi sevmeye karar vereceğimizi belirler.
—-
Simgesel
Genelde simgesel (symbolique) kelimesinin simgeden (symbole) geldiğini düşünürüz; bu bir hatadır. Lacan bu deyimi eserinin başında gerçekten de simge değilmiş gibi kullanırdı. Ancak yine de, zihinsel yaşamımızın bir boyutunu belirtmek için “simgesel” sözcüğünü muhafaza etti. Simgesel, imgelerin oluşturduğu bir yapı değil, bir kumaşın ipliği gibi bir ağa dağıtılmış birbirine benzer öğeler bütünüdür. Pamuk iplikleriyle değil de, “imleyen’lerle örülmüş bir argaç hayal edin. (argaç:Dokuma tezgahlarında enine atılan iplik,atkı) Simgesel birbirlerine çok sıkı kurallarla uyan ve her zaman birbirlerine bağlı bir gösteren sistemidir.
Lacan simgesel kavramını çok kesin bir şekilde tanımlamıştır. Sonuç olarak Simgesel bir gizli saklı öğeler sistemidir ve bu öğeler birbirlerine en önemlisi şu olan kurallarla bağlıdır: “Bir” imleyenin sadece “başka” imleyenlerin yanında değeri vardır. Lacan her zaman “Bir”in tek başına var olamayacağını, her zaman başkalarını referans aldığını söylemiştir. Böylece Simgesel’in iki birimi vardır: Bir ve başkalar.
Etki, mesela güzel bir günde içimde şimdiye kadar varlığından habersiz olduğum bir hissi fark ettiren öznel bir değişiklik olabilir. Bu keşif tarafından hazırlıksız yakalandığım anda da, bir Özne ortaya çıkar.
Okuyanlar bu tanımı biraz soyut bulabilirler ancak bilinçdışının gündelik hayatta kendini gösterdiğindeki işleyişinin kuramsal bir şekilde ve detaylarıyla farkına varmamız için sunduğu formalizasyon budur.
“Özne” dedim az önce, işte Lacancı kuramda yine çok önemli bir sözcük. Onu bazen kişi, birey veya “ben”le karıştırırız. Oysa Özne ne kişi, ne birey, ne de “ben’dir. Bu terim sadece bir etkinin yaratıldığını belirtiyor, ağın bir imleyeninin tekil ve eşsiz bir konumda olduğunda meydana gelen değişikliği: bütün başka imleyenleri bir araya toplayan, çevresel bir yüzük gibi kendini dış sınıra koymak gibi. Bir öteki onun yerine geçene kadar sistemin düzenleyici Biri haline gelir. Böylece sembolik düzenin, hareket halinde olan bir yapı düzeninden başka bir şey olmadığını anlamışsınızdır. Bu hareket tarafından tetiklenen etkiye Özne, ya da daha doğrusu, bilinçdışı öznesi, denir.
Gerçek
Bu terimin tanımı zordur çünkü yüksek bir kuramsal soyutlama seviyesi gereksinir.
Gerçek, gerçeklik değildir. Lacan’da Gerçek ve gerçeklik çok farklı iki bütündür. Gerçek bizi çevreleyen dünyanın eş anlamlısı değildir, yine ruhsal yaşamın içinde konumlandırmamız gereken bir boyuttur. Ruhsal yaşamdaki Gerçek ne imge, ne de imleyendir. Anımsayın: imge de, imleyen de olsa bu öğeler birbiriyle ilintilidir, yaprak gibi üstüste konulmuş imleyenler veya ağ gibi yapılanmış imleyenler (Bir ve başkalar). Bu imge ve imleyen ağları sürekli hareket halindedirler. Gerçekse, tam tersine, ne imgedir ne imleyen ve yapısı daha zayıftır. Gerçek sürüp giden ve değişmeden kendisine aynı kalandır. Gerçek varlığımızın hep baki kalan tarafıdır.
Belirgin bir örnek vermek zordur, ama ben yine de deneyeceğim. Bir durum uydurmama izin verin. Diyelim ki, bu gece bir kabustan uyanmış olayım, bir kaygı halini yaşamış olayım. Ertesi gün kendime geldiğimde şöyle derim: “Çocukken bir gölge odamın duvarlarına tırmandığında buna benzer büyük bir korku ve dehşet deneyimlediğimi hatırlıyorum.” Gerçek bu örneğin neresindedir? Gerçek tam da korkunun tabiatı, duygunun maddesidir. Çocukken nasıl yaşadıysam, kırk elli yıl soma bugün de aynısını yaşadığım, silinmemiş, değişmemiş duygusal bir hal.
Temeli unutmayalım: İmge, Simge ve Gerçek ruhsal yaşamın içsel bölge ve parçalarıdır. Öte yandan, Gerçek’i bazı zamanlar farklı bir anlamda da düşünebiliriz. Şimdi Gerçek kelimesinin bu diğer Lacancı anlamını bu defa dışsal yaşamdan örnek vererek ele almak isterim. Yeniden soralım kendimize:
Elbette gelecek bir olayı öngörebilir ve hatta hayal edebilirim ancak öngörüm hiçbir zaman gelecekteki gerçekle tam anlamıyla örtüşmez, gerçekten hiçbir zaman beni hangi kaderin beklediğini bilemem. Bu basit örnekle, size Gerçek’in bilinmez ve kavranılmaz tabiatını hissettirmek istiyorum. Gerçek simgeselleştirilmesi mümkün olmayandır.

İşte bu sefer Gerçek kavramının bilim alanından alınmış bir örneği. Bir araştırmacı için Gerçek, keşfetmeyi beklediği, çözmek istediği bilmecedir. Hepimizin bildiği AİDS sorununu ele alalım. Biliyorsunuz bu sıralar, önemli bir takım bilim adamı virüsün panzehirini bulmak için bir araştırma içerisindeler. İşte bu araştırmacılar için Gerçek, bilmecenin çözülmesi yani hastalığa bir çare bulunmasıyla, bilimin ne kavrayabildiği ne de açığa çıkarabildiği açıklanamayanla tezahür eder.
Bilinçdışı ve Jouissance
Şimdi gerçekten de Jacques Lacan düşüncesinin tam kalbindeyiz. İmge, Simge ve Gerçek üçlüsünü yerli yerine oturttuktan sonra, Lacan doktrininin yapısını ayakta tutan iki büyük kolonu ele alalım şimdi. Bu kolonlardan birisi Bilinçdışı, diğeri ise Jouissance’dır; Lacan kuramının bu önemli iki teriminin her birine bir tanım önermiştir.
Bilinçdışı konusunda, Freud’a kıyasla kökten bir devrim gerçekleştirmiştir. Eğer Lacan’ın eserinden süregelecek ve gelecek evrimlere katılacak bir öneri varsa, o da şu aforizmadır: “Bilinçdışı bir dil gibi yapılanmıştır.” İkinci temel ilkeyse şudur: “Cinsel ilişki yoktur.” Bu deyiş kesinlikle kışkırtıcıdır; Lacan bunu öğretisinin son on yılında ortaya attı, halbuki ilki en başında söylenmişti.
Eğer beni  Simgesel kavramında iyi takip ettiyseniz, bilinçdışının ne olduğunu rahatlıkla anlayabilirsiniz. Simgesel’i dilden bahsetmeden konumlandırdım. Ancak Lacan’ın algılayışına göre simgeselin yapısı dilin yapısına tam anlamıyla uyuyor; yani bir takım gizli öğeler ağı, Birin diğer imleyenleri bir yüzük gibi kapsamakla bir sınır görevi aldığı birbirlerine bağlı imleyenler ağı.
Görüyorsunuz yapı, dil ve bilinçdışı nasıl da Bir ile başkalar arasındaki ilişkiyi belirten farklı adlandırmalar. Bilinçdışı, simgesel ve dil arasındaki fark daha çok bilinçdışının bir yapıdan daha fazla bir şey olmasında yatıyor. O hareket eden bir yapıdır, az önce bahsettiğimiz Simgesel’in işleyişidir Özne etkisini tetikleyen. Bilinçdışı her birimizin hayatını sürekli etkileyendir. Daha doğrusu bilinçdışı, insanın hayatında, dil sürçmesi, rüya ya da bazen duygusal ve belirleyici bir seçim şeklinde dışa vurandır. Mesela aşık olduğun ve daha sonra seçilmiş kişi olacak varlığın seçimi. Bu oldukça belirleyici ve duygusal seçimler Lacancı kurama göre bilinçdışının dışavurumlarıdır.
Özetle, “Bilinçdışı bir dil gibi yapılanmıştır.” deyişi, bilinçdışı iki imleyen tarafından düzenlenen bir ağdır anlamına geliyor: imleyen Bir ve başka imleyenler. Bu ikili, Bir imleyen için S1, başka imleyenler için S2 işaretleriyle yazılabilir. Etkilerin veya dışavurumların kendini istemsiz eylemler şeklinde tanıttığı bir ağ.
Jouissance “Cinsel ilişki yoktur”
Şimdi de jouissance konusuna gelelim. Tıpkı Gerçek gibi tanımlaması zor bir kavram. Bu benzetme masum değil çünkü jouissance, Gerçek boyutunu çokça anımsatıyor. Bilinçdışının imgesel boyutu çağrıştırdığını söylemiştik, jouissance ise Gerçek boyutunu çağrıştırıyor. Ancak daha ciddi ve açık olmak gerekirse jouissance’ın Gerçekle tam anlamıyla benzer olduklarını söyleyemem.
Bilinçdışı çalışmak, kendini belli etmek için yakıta ihtiyacı olan bir ağdır. İşte bu yakıt, bu giriş enerjisi, Lacan’a göre jouissance’dır. Unutmayalım Freud libido kelimesini kullanırdı.
İlk bakışta sanabileceğimiz gibi jouissance’ın orgazmla ve cinsel şehvetle bir alakası yoktur. Eğer Lacan burada olsaydı bizi düzeltirdi: “Hayır Bay Nasio! Jouissance’ın bir enerjiyle, Einstein’ın E=mc2′si, yani fiziğin tanımladığı gibi bir matematik formülüyle kıyaslanabileceğini sanmıyorum. Halbuki jouissance’ın -diye ısrar ederdi Lacan- resmedildiği bir simgesi yoktur. Hiçbir formül onu yazıya geçiremez.” Ben de boyun eğerdim: “Haklısınız Bay Lacan. Aslında benim algıladığım haliyle de jouissance, fen bilimlerinin tanımladığı enerjiyle aynı değildir. Ben yine de bu enerji kelimesini kullanıyorum, ama daha geniş bir anlamda, psikanalizde bilinçdışının işleyişini sağlayan motor gücünü jouissance olarak adlandırdığımızı anlatabilmek için.” Bilinçdışı jouissance sayesinde çalışır, kımıldar ve kendini belli eder.
Şimdi şu ünlü deyiş hakkında yorum yapmak istiyorum: “Cinsel ilişki yoktur”. Lacan’ın böyle mutlak ve kışkıştırtıcı deyişler ortaya attığını anımsayalım. Aralarından biri tam gediğine oturmuştu: “Kadın yoktur”(Lafemme n’existe pas). Bu deyişler, sıradan düşünce ve sağduyuya karşı birer meydan okumaydı, ancak bu yazarın metinlerini ciddi bir şekilde inceleme çabasını gösterdiğinizde skandalvari taraflarını kaybediyorlar, işte o zaman derin anlamlarını kavrayabiliyoruz.
Bu provakatör Lacan intibasını dağıtmak isterim çünkü kendisi kuramım inşa edişinde ve son derece titiz çalışmasında, fevkalade ciddiyet ve sorumluluk sahibi bir adamdı. Ona ve diğer üstatlara karşı, bizlere bilgi ve deneyimlerini aktarmak için sarf ettikleri çabadan dolayı minnetarım. Lacan’ı uzun süreler boyunca derinleştirdim ancak kendimi diğerleri tarafından da şekillenmiş sayıyorum. Freud gibi, Melanie Klein veya Françoise Dolto gibi. Kışkırtıcı tavırlarına rağmen Lacan’ın, kırk yıl boyunca güçlü, Fransız kültürüne ve psikanalize yeni bir ivme kazandırmış yaratıcı bir eser bırakmasını bilmiş büyük bir Entelektüel olduğunu hissettirmek istiyorum sadece. Lacan deyişlerinin kesin tavrı sebebiyle bu parantezi açmayı uygun gördüm. “Cinsel ilişki yoktur” tahmin edebileceğiniz gibi bir erkek ve kadın arasında cinsel ilişki yoktur demek değildir! İnsanlar var oldukça cinsel ilişki her zaman olmuş, oluyor ve olacaktır. Lacanın iddia ettiği şey,  jouissance sorunu üzerine daha ince ve nüans dolu bir şey. Böyle bir deyişin taşıdığı mesaj jouissance’ın ne adının, ne imleyeninin, ne de imgesinin olduğudur. Açıklayayım. Lacan bu deyişte “ilişki” kelimesini kullanıyor, tıpkı cebirde x ve y’nin arasındaki ilişkinin tanımlanıldığı gibi. Cinsel ilişki yok derken, bu “erkek jouissance’ı” ve “kadın jouissance’ını” simgeleyen harfler yoktur demek istiyor. Bu iki jouissance’ı yazmak için herhangi bir işaret yoktur. Eğer bu işaretler olsaydı, bu jouissance’ın doğru özünü tanımlamayı başardığımız anlamına gelirdi. Halbuki bu imkansızdır. Bu deyişle Lacan şunu söylemek istiyordu: jouissance’ın adı ve cebirsel bir resmedilme şekli yoktur. İşte “Cinsel ilişki yoktur” savının anlamı.
Diğer bir deyişi “Kadın yoktur “a kadınların kızdığına ve itiraz ettiklerine şahit oldum: “Nasıl böyle bir budalalık dile getirilir çünkü ben, kadınım ve varım! Beyefendi görüyorsunuz ki ben varım!” Aslında Lacan da, zamanında çağdaşlarına rağmen “Madde yoktur” (La matiere n’existe pas) diye söyleyen Berkeley gibi yaptı. Lacan ve Berkeley sadece evrensellik fikrine karşı çıkıyorlardı, bu madde de olsa kadın da. Daha açık olmak gerekirse, itirazları, evrenselliği içeren “La” artikeline karşıydı. Öyle ki Lacan daha sonra o artikelin üzerini çizecekti. Kısaca Lacan, evrensel bir kategori olarak kadının olmadığını düşünüyordu.  Neden? Kadın ve kadın cinselliği sorununa bütün bir metin ayırmak gerekir! Tutkulu bir konu ancak onu bir kenarda bırakalım ve sadece eğer evrensel kadın yoksa, bu kadının jouissance’ı ile olan ilişkisi tüm kadınlar için tek bir jouissance’dan söz etmemizi yasakladığındandır diyebiliriz. Psikanaliz için “kadınlar” vardır, hepsi birbirinden farklı çoğul kadınlar. İşte bilinçdışı ve jouissance hakkında hızlıca söyleyebilecelerimiz bunlar. Bu metinde, otuz yıldan daha uzun bir zamanda yaratılmış bir eseri özetlemeye, temel psikanaliz terimlerini az sözcüğe sığdırmak zorunda kaldım. Bunu böylesine daraltmanın verdiği rahatsızlık ve pişmanlık, Lacan’ı tanımayanların huzuruna sunmanın sevincine karışıyor. Arzum onları, Fransız psikanalizinin bu büyük yazarının eserlerini, kavrama zorluklarına rağmen keşfetmeye teşvik etmekti.
Fransızca Çeviri: Atakan Karakış mono kurgusuz labirent 2009 yaz yıl:3 sayı: VI-VII
Erişim:
--

Hzl: Özgür Öğütcen       
Bu yazının alt başlığı şöyle olmalıydı: “Üçüncü dalga (post)feminizmlerin  Lacan’dan öğreneceği bir şey var mı?
    Malum olduğu üzere 1970’lerin sonundan itibaren psikanalitik teori üniversitelerdeki ve psikiyatrik kurumlardaki itibarını hızla yitirdi. Psikanaliz bütün sosyal ve kültürel fenomenleri psiko-seksüel açıklamalara indirgemekle ve fallosentrik2 olmakla eleştirildi. Bu eleştirilerin dışında genel bağlamda ise psikanaliz üç düzeyde kriz içindedir: (1) Bilimsel bilgiye göre, insan zihninin bilişsel-nörobiyolojik modeli Freudcu modele baskın çıkmıştır; (2) Klinik anlamda, psikanalitik tedavi ilaçlar ve bilişsel-davranışçı terapiler karşısında hızla pozisyonunu kaybetmektedir; (3) Toplumsal bağlamda, geç kapitalizmin3 baskın hedonist yasakçılığı bireyin cinsel dürtülerini daha fazla geçerli bir kaynak saymayacak gibi görünmektedir.

  Lacan’ın Freud’a retourunun bize bilinçdışı ve kültür arasındaki ilişkiyi ve psişe ve toplumsal arasındaki ilişkiyi oldukça radikal bir biçimde yeniden düşünme olanağını yarattığını görürüz. Bu yüzden, bu üç düzeyli krizi kavramakta Lacan’ın güncel tartışmalarda ne ifade ettiğini görmek hepimiz için çok önem taşımaktadır.
    Bu yazıya şöyle bir soruyla başlamak yerinde olacaktır: “Bir erkek nedir?” ve bununla bağlantılı olmak üzere “Bir kadın nedir?” Birbiriyle bağlantılı bu iki soru her şeyden önce bu iki tanımın –yani erkeğin ve kadının- birbirlerini tamamlamadıklarını, birinin eksiğinin diğerinde olmadığını söylememizi talep eder. Bu karşılıksızlığın imgesel düzeyidir. Žižek’e dönecek olursak; “Evet, kadın yoktur” ama ‘Erkekte kendinin olduğunu varsayan kadından başka bir şey değildir”. Her iki cinsiyetin  kendi paylarına düşen, varlık-yokluk sorusunda maddileşen kastrasyonun (hadım etme) yasasına tabi olmaktır. Bu erkek için –Lacan’ın yapısalcı ilk döneminde bahsettiği- sahip olduğunu düşündüğü imgesel fallusun tehdit edilmesi, kadın için ise zaten sahip olmadığı fallusun yasıdır. Evans (1999), “cinsiyet farklılığı” kavramının Freud’un ve Lacan’ın kuramsal sözlüklerinin bir parçası olmadığı halde psikanaliz ve feminizm arasındaki en önemli tartışmalardan birisi haline geldiğini söyler. Freud sadece anatomik farklılıklardan ve bunların psişik sonuçlarından bahsetmiştir; Lacan ise cinsel konum ve cinsel ilişkiden ve sıkça cinsiyetlerin farklılaşmasından söz etmiştir. Buna karşın, hem Freud hem de Lacan cinsiyet farklılığı meselesiyle ilgilidirler ve Lacan’ın çalışması bu terime bir girişi de içeren önemli bir dizi temayı içermektedir ve bu yüzden Lacan’ın çalışması feminist yaklaşımlar için önemli bir odak noktası oluşturmaktadır.
Freud
    Freud’a feministlerin önemli bir kısmı tarafından, ta 70’li yıllardaki ikinci dalga feminizmden başlayarak üçüncü dalgada dahil, haksızlık yapıldığını düşünüyorum. Batı felsefi geleneğinde bir töz olarak ele alınan ‘kadın’ ve ‘erkek’ kategorilerini ilk sorunsallaştıran kişi odur, Freud’dur. Bu cinsiyet krizini kadın ve erkek tanımlarının içine yerleştiren de odur. Bu tanımlama, bu alt üst oluş üçüncü bir cinsiyetin tanınmasından ya da farklı ve sonsuz cinsel kimliklerin politik doğruculukla onanmasından daha radikaldir. Evet bir sorun vardır, bu sorun kadın ve erkek arasında değildir, her ikisinin de tek tek ne oldukları ile ilişkilidir. Öyleyse Freud şunu demektedir: kadın ya da erkek varlık olmak verili değildir, kadın ya da erkek olunur. Bütün sınırlılıklarına rağmen bu bağlam sonraki cinsiyet tartışmalarının sıfır derecesidir.
    Freud, daha 1920 gibi erken bir tarihte, Bir Kadın Eşcinsellik Olgusunun Ruhsal Kaynakları’nda, verili cinsiyet kategorilerini sorgulamaya başlamıştır.
“Libido tümümüzde yaşam boyunca normal olarak erkek ve dişi nesneler arasında gider gelir... Gelgitin sonlanışı temelli ve kesin olduğunda, doğal olarak  bu ya da diğer tarafı kesinlikle yeğleyen ve belki de nesne seçimini kendi yönüne çevirmek için yalnızca uygun anı beklemiş olan bir özel etkenin varlığından kuşkulanırız... (s.332, Olgu Öyküleri II)
“...Ancak analiz geleneksel ya da biyolojik terminolojide eril ve dişil olarak adlandırılan şeyin gerçek doğasını açıklayamaz: Sadece bu iki kavramı alır ve onları çalışmasının temeli yapar. Onları daha fazla indirgemeye kalkıştığımızda, erilliğin etkinlik, dişilliğin ise edilginlik içinde yokolduğunu görürüz ve bu bize yeterince şey anlatmaz...”(s.346, Olgu Öyküleri II)
    Freud’un çalışmasının altında yatan temel varsayımlardan biri erkekler ve kadınlar arasındaki belirli fiziksel farklılıklardır ve bunlar aynı zamanda psişik farklıklardır. Başka bir deyişle, belirli psişik özellikler ‘eril’ olarak diğerleride ‘dişil’ olarak adlandırılabilirler. Örneğin utangaçlık, alçakgönüllülük, yol gösterilme ve yardım gereksinimi Freud tarafından dişil zihinsel özellikler olarak tanımlanmıştır. Bunlara herhangi bir formel tanımlama getirmek yerine, Freud kendisini bir insan öznesinin nasıl eril veya dişil psişik özellikleri kazandığını tanımlamakla sınırlamıştır. Yukarıda da belirtildiği gibi cinsiyetlenme içgüdüsel veya doğal bir süreç değildir, ama anatomik farklılıkların toplumsal ve psişik faktörlerle etkileştiği karmaşık bir süreçtir. Freud’un başka bir bağlamda söylediği:

“Ruhbilimsel bir sorunun yerine anatomik bir sorun geçirmemizin ne gereği ne de haklılığı var...”(s.49-50, Cinsellik Üzerine)
    sözünü bu etkileşimi ifade etmede biyolojik olana karşılık sosyosimgesel olana bir eğilimi olduğu şeklinde yorumlayabiliriz.
    Bu cinsiyetlenme süreci kastrasyon kompleksinin etrafında dönmektedir: erkek çocukları penislerinden mahrum olmaktan korkmakta, kızlar ise zaten bundan mahrum olduklarını farzetmektedirler ve bunun sonucu penis haseti gelişmektedir.
Lacan

    Freud’u izleyerek, Lacan’da nasıl bir insan yavrusunun cinsiyetli/cinsiyetlenmiş (a sexed subject) bir özne haline geldiği sorusuyla ilgilenmiştir. Lacan’a göre, erillik ve dişillik biyolojik özler değildir ama simgesel pozisyonlardır ve bu iki pozisyondan birini üstlenmek öznelliğin yapılandırılmasında esastır. Özne, öz olarak cinsiyetli öznedir. ‘Erkek’ ve ‘kadın’, bu iki öznel pozisyon için dayanak oluşturan gösterenlerdir.
    Hem Freud’a hem de Lacan’a göre çocuk en başta cinsiyet farklılığını reddetmektedir ve bu yüzden cinsel bir konum alamaz. Küçük bir oğlan için kızların cinsel organı bir muammadır. Kız kardeşinde ya da bir akrabanın veya komşunun kız çocuğunda oradaki boşluğu gördüğünde bir gün onunda kendisininki gibi bir cinsel organı olacağını, onun cinsel organının şimdilik küçük olduğunu düşünür. Bu evredeki erkek çocuğu için kesin bir cinsiyet ayrımı kavramı yoktur. Ayrıca annesinin cinsel organının nasıl bir şey olduğu da büyük bir sorun oluşturmaktadır.(4) Çocuk sadece kastrasyon kompleksi içinde cinsiyet farklılığını keşfettiği zaman bir cinsel pozisyon almaya başlayabilir. Hem Freud hem de Lacan bu cinsel konumlanma sürecini Oedipus Kompleksi ile yakın bağlantı içinde görmüşlerdir. Ama bu bağlantının kesin doğası konusunda ayrılmaktadırlar. Freud’a göre, öznenin cinsel pozisyonu çocuğun Oedipus kompleksinde özdeşleştiği ebeveynin cinsiyeti tarafından belirlenmektedir (eğer özne babasıyla özdeşleşirse eril pozisyonu almaktadır; özdeşleşme anneyle olursa dişil pozisyonun edinildiği varsayılmaktadır). Ancak Lacan’a göre ise Oedipus kompleksi daima Baba’yla simgesel özdeşleşmeyi içermektedir ve bu nedenle Oedipal özdeşleşme cinsel pozisyonu belirleyemez. Bu yüzden Lacan’a göre, özdeşleşme yoktur ama öznenin cinsel pozisyonunu belirleyen fallusa ilişkisi vardır.  

    Bu ilişki ‘sahip olma’ veya ‘olmama’nın her ikisinden biridir; erkeklerin simgesel fallusu vardır, kadınların yoktur (veya, daha kesin söylersek, erkekler ‘ona sahip olmadan olamazlar’). Bir cinsel pozisyonun elde edilmesi esastan simgesel bir edimdir ve cinsiyetler arasındaki fark sadece simgesel düzlemde tasavvur edilebilir.
    Ancak, cinsel farklılığın göstereni yoktur, öznenin kendisini erkek veya kadın halinde tam olarak simgeselleştirmesine izin yoktur ve bu yüzden ‘normal, tamamlanmış cinsel pozisyon’ imkansızdır. Bu nedenle öznenin cinsel kimliği daima tekinsiz bir meseledir ve müebbet bir kendini-sorgulamanın kaynağıdır.
Kendine ait cinsiyetin ne olduğu sorusu (Bir kadın mıyım ya da bir erkek miyim?) histeriyi tanımlayan sorudur. Hem erkekler hem de kadınlar için gizemli ‘öteki cinsiyet’ daima kadındır ve bu yüzden histeriğin sorusu hem erkek hem de kadın histerikler için aynıdır:
Bir kadın nedir?
    Öznenin anatomisi/biyolojisi, öznenin alacağı cinsel pozisyon sorusunun bir parçası olarak rol oynar, anatominin cinsel pozisyonu belirlemediği psikanalitik kuramın temel bir aksiyomudur. Burada cinsiyet farklılığının cinselliğin üreme işlevleriyle ilişkili olan biyolojik belirleyicileri (örneğin kromozom düzeyindekiler: Y kromozumu) ve üreme işlevinin temsil edilmediği bilinçdışı arasında bir kopma vardır. Bilinçdışında cinselliğin üreme işlevinin bu verili temsil-edilmeyişi nedeniyle ‘öznenin kendisini erkek veya kadın varlık olarak psişede konumlandırabilmesi’ mümkün değildir. Simgesel düzende cinsiyet farklılığının göstereni yoktur. Tek bir cinsel gösteren vardır o da fallustur ve bunun ‘kadın’ bir eşdeğer göstereni yoktur: daha kesin konuşursak bu sıfatla kadının cinsiyetinin simgeselleştirilmesi yoktur... bir simge olarak fallusun benzeri, eşdeğeri yoktur. Bu gösterenin bakışımsızlığı meselesidir. Bu yüzden fallus her iki cinsiyetin kastrasyon kompleksiyle kendi cinsiyetlerindeki sorunsallarının tamamlayıcısı olan can damarıdır.
    Gösterendeki bu kökensel bakışımsızlık Oedipus kompleksinde kadın ve erkekler arasındaki bakışımsızlığa öncülük eder. Erkek özne diğer cinsiyetten ebeveyni arzuluyorken ve aynı cinsiyetteki ebeveynle özdeşleşiyorken, kadın özne aynı cinsiyetten özneyi arzular ve ‘özdeşleşmesinin temeli olarak diğer cinsiyetin imgesini elde etmeye zorunludur’. ‘Bir kadın için kendi cinsiyetinin gerçekleşmesi –buna paralel yöntemle erkek için olduğu gibi- Oedipus kompleksi içinde başarılamaz, anneyle özdeşleşme yoluyla da başarılamaz, ama buna karşın ona tahsis edilen ekstra bir dolambaçlı yol aracılığıyla, babasal nesne ile özdeşleşme yoluyla başarılır. Bu bakışımsızlığın gösterilmesi Oedipus kompleksinin gideceği yönü belirler. Bu iki yol aynı izin altından geçerek meydana gelirler –kastrasyonun izi.
Eğer eril-dişil karşıtlığının aslında bir simgesi yoksa, cinsiyet farklılığını anlamanın tek yolu bunu aktiflik-pasiflik açısından anlamaktır. Bu tek yol olan karşıtlık erkek-kadın karşıtlığının psişede dolaylı olarak temsil edilmesinin de tek yoludur, çünkü cinselliğin biyolojik üreme işlevi psişede temsil edilmemektedir. Birinin nasıl bir erkek ya da bir kadın olduğu sorusu tamamiyle Öteki’nin alanında yer alan bir dramadır. Bunu derken öznenin kendi cinsiyetini sadece simgesel düzeyde gerçekleştirebileceğini söylüyoruz.
 Erkekler   Kadınlar
    Yukarıdaki sexuation denklemlerinde görülen cinsellik ve cinsiyet tartışması en başta eril ve dişil öznelerin kastrasyonla ilişkilerini simgeselleştirmenin iki yolunu temsil etmektedir. Bu ilişki çelişkili, bütünleştirici olmayan bir tarzda olduğundan cinsel ilişki de imkansız hale gelmektedir. Kısaca söylersek bu cinsiyetin gerçeğidir.
    Bu formüle baktığımızda üstte dört adet önerme görmekteyiz. Üsttekiler birer olumlama ve olumsuzlama (istisna) içermektedir. Altta ise $, a, S(A), La ve Φ’yi görmekteyiz. Bu nesneler “gerçeklik” olarak deneyimlediğimiz şeyin koordinatlarını sağlamaktadır. Φ nesneleri fallik keyif ve semptomun ya da sinthomun engelleyici etkileriyle ilişkilidirler; S(A) nesneleri “gerçeğin küçük parçaları” olabilirler ve dişil keyif ile ilişki kurarlar; ve a bulunması zor olan fantazi nesnelerinin, arzu nesnelerinin ve dürtü nesnelerinin işaretleyicisidir. Nesnelerin belirli bir düzenlenmesi “gerçeklik” etkisinin, jouissanceımızın arka planına karşı çıkan simgesel, imgesel ve gerçek düzenler arasındaki bir grup yaklaşım tarafından nasıl oluşturulduğunu anlatmaktadır. Encore’da Lacan bu “gerçeklik”e cinsel bir perspektiften bakmakta ve özne konumlarını belirleyenlerin de bu nesneler olduğunu söylemektedir.
Kısaca, Lacan burada, öznelliğin cinsiyet farklılığı tarafından nasıl parçalandığını ve fantaziler, semptomlar ve jouissance ile olan sorunsal ilişkiye nasıl bağlandığını göstermektedir.
    Elimizde tutmamız gereken önemli bir çıkarsama şudur: Cinsiyet farklılığının bütünsel bir açıklaması kesinlikle olamaz, çünkü dilin, hepimizin razı olacağı bir bütün haline gelmesine engel olan şey odur.
    Denklemin alt tarafında, eril öznenin “kadın” ile fantazi ilişkisi ($ ve a’yı birleştiren çizgi) görülmektedir. Kadının erkeğin semptomu olduğu fikri, La ve fallik nesne Φ arasındaki bağ ve şeklin eril tarafındaki $ ve Φ’nin dolaylı eşleşmesi ile ifade edilir. Böylece erkeğin fantazisi yerine semptomu olan kadın, erkeğin hem (büyük) Öteki’ne mesajı hem de keyifle olan imgesel ilişkisidir. Bu, erkeğin simgesel varoluşuyla iletişimi ve varlığının gerçeği ile ilişkisini sadece kadın sayesinde kurabileceği anlamına gelirken, bunun tersi geçerli değildir: Kadın, erkekten tamamen bağımsız olarak var olur. “Kadının erkeğin semptomu olması”, erkeğin sadece semptomu olan kadın aracılığıyla var olabileceği anlamına gelir, tüm ontolojik tutarlılığı semptoma bağlanır, semptomu yüzünden ertelenir, onun içinde ‘dışsallaşır’.
    Şekilde Lacan, dişil konumu $’ye benzer şekilde üzeri çizili olarak gösterir. O, S(A) ve  Φ arasında bölünmüştür. İkisi arasındaki eksen üzeri çizili bir La’dır. La’nın silinmesi, “dilin, kadının belirli bir kategorisini tanımlayamayacağı” ya da Zizek’in deyişiyle “kadının düşüncede inşa edilemeyeceği” anlamında “kadının var olmadığını” ifade eder. İşte bu yüzden kadının ne olduğunun dil içinde telaffuz edilememesi onun doğasından kaynaklanmaktdır.
    Şekilde, kadının simgesel düzende yeterince anlatılamaz oluşunun iki nesne-artık ürettiği görülmektedir. Bunlardan ilki, eril öznelere “kastrasyonun” tersine çevrilmesini temsil etme ve imgesel fallik tatmini ortaya çıkarma kapasitesi olan fallik gösteren Φ’dir. İkincisi onun karşıtı S(A), imgesel fallus sadece imgesel olduğu için simgesel düzende ortaya çıkan eksiğin gösterenidir. Dişil özne fallik gösteren tarafından aldatılamaz. Penisleri etrafında dönen fantazilerin köleleri olan erkeklerin aksine o, ne kastrasyon miti tarafından ikna edilir ne de simgesel düzendeki eksiğin bir fallus tarafından doldurulabileceğine inanır. İşte bu kastrasyonun sapağına girmeden dürtünün gerçeğine bir ilişki kurma yolu bulabilen ve jouissance feminine’i oluşturan ve S(A) ile temsil edilen “fallusun ötesindeki” keyfe ulaşabilme kapasitesidir. S(A), kaçınılmaz biçimde Oedipal düzene tabi olurken bu düzenin yetersizliklerinin ve onun sonradan uydurulmuş karakterinin farkında olan gerçek ile kurulan dişil bir ilişkiyi belirtir. Bunu başka bir şekilde ifade etmek gerekirse, S(A) olarak “kadın”, simgesel düzenin yetersizliğine “gerçeğin cevabı”dır.
Görüldüğü üzere ne eril özne dişil ile, ne de dişil özne eril ile doğrudan bir ilişki kuramaz. Bunun yerine ikisi de sadece, diğer öznelerle, fantazi ya da semptom formunda dolaylı olarak ilişkili olan nesnelerle bağlantı kurarlar; bu yüzden de “cinsel ilişki yoktur”.

Feminizm
    Elizabeth Grozs, Jacques Lacan: A Feminist Introduction(1990) adlı kitabında Lacanyen psikanalizin hangi açılardan feministlerin işine yarayabileceğini sorar ve yanıtını üç başlık altında özetler:
1- Lacan’ın Kartezyen cogito eleştirisi aynı zamanda önceden verili, bütünleşik, kati öznenin de eleştirisidir. Lacan böylece kendini-bilmek, bütünleşiklik ve efendilik kavramlarını da sorunsallaştırmıştır. Hatta bunu öz-bilincin kendisine de uygulamıştır. Ona göre bilinç her zaman bilinçdışı tarafından kesintiye uğratılmaktadır. Böylece kadın ve erkek özneler önceden verili biyolojik varlıklar olmaktan öte tarihsel ve sosyosimgesel etkiler sonucu oluşan varlıklara dönüşürler.
2- İkinci olarak Lacan’ın kuramı cinsiyet üzerine olan yaygın akademik ve politik söylemlerin sorgulanmasına yardımcı olmuştur. Onun çalışması, patriyarkal [ataerkil, patriarkal, pederşahi] öznelerin bir sosyal ve konuşma pozisyonu kazanmalarının kastrasyon meselesiyle ve erkek cinsel organının varlığı veya yokluğu bağlamında (oedipus kompleksi/babanın adı) tasarlanan bir cinsiyet farklılığı meselesiyle yüz yüze gelmekle oluştuğunu açık biçimde ortaya koymuştur. Lacan cinsiyet sorununu bütün toplumsal ve ruhsal işlevlerin merkezine koymuştur. En nihayetinde “Ben” olma hali cinsiyetlenmiş bir durumdur ve toplumsal olarak tasarlanmış uygun erkek ve kadınlarla özdeşleşmeye dayanmaktadır.
3- Lacan’ın çalışması öznelliğin ve toplumsal düzende anlam veya gösterme sistemlerinin merkeziliğini ortaya koymada yardımcı olmuştur.”
    Kartezyen res cogitans’ın (bir düşünen varlık) yerine Lacan, konuşan özneyi, kendisi dil aracılığıyla ve dil içinde tanımlanan özneyi koymuştur. Bu özne basitçe konuşan bir varlık değildir, ama konuşma aracılığıyla dilin içinde kurulan bir varlıktır. Bu yüzden söylemin kaynağı veya efendisi olarak düşünülemez, bu varlık daha çok temsillerin, anlamların, yazıların ve kayıtların sözcelenmesinin (enunciation, articulation) locusudur veya mekanıdır.
    Lacan’ın çalışmasındaki bu üç kilit alan –yani öznellik, cinsiyet ve dil- pek çok feminist tarafından da paylaşılan ortak çalışma alanlarıdır. Onun rasyonel, bilinçli özneyi yerinden edişi, konuşan öznenin “akılcı” söylemlerinin amaçlılığı hakkındaki yaygın varsayımların altını oyması ve “doğal” bir cinsiyet fikrini sorunsallaştırması özgür feminist kurama metafizik, eril bir hümanizmden açıkça daha çok şey sağlayacaktır. 

    Lacan’ın feminizm üzerine, özellikle de Anglo-Amerikan feminizmi üzerine etkileri çoğu zaman çifte-değerli olmuştur. Eğer politik teori sosyal normların nasıl özneler tarafından başarılı bir şekilde içselleştirildikleri ile ilgiliyse, bilinçdışı güçlerin bir psikanalitik kavrayışı da bu içselleştirmenin nasıl başarısız olduğunu anlamakla ilişkilidir. Jacqueline Rose’a göre, psişik hayatın tam kalbindeki herhangi türden istikrarlı bir kimliğe yönelik bu direnç psikanaliz ve feminizm arasındaki doğal yakınlığın da kaynağıdır. Geleneksel politik kimlik kavramının altında bu içsel istikrarsızlık yatmaktadır, ama bu aynı zamanda öznelliğin normatif olmayan teorilerinin olasılığına da alan açmaktadır. Lacan’ın ve Freud’un gösterdikleri üzere, ‘dişil/feminine’ kategorisi bir kişinin anatomisi tarafından belirlenen bir şey değildir; psişik süreçlerin sonucudur, tek başına biyolojiye veya tek başına toplumsal süreçlere indirgenemez. Lacanyen feminizmin önemli bir sonucu kadın ve erkek arasındaki sınırları çözündürmesidir.
Erkekler ve kadınlar arasında sabit kimlikler olarak doğal cinsel bir bölümlenme yoktur; cinsel farklılık sosyal pratiklerin ve sosyal ilişkilerin bir sonucudur.
Diğer feministlerle Lacanyen olanlar arasında pek çok tartışma yaşanmıştır: en başta da Lacan’a oldukça eleştirel yaklaşan Luce Irigaray ve Julia Kristeva ile diğerleri arasında.
    Luce Irigaray, Lacanyen bir psikanalist olarak Ecole Freudienne’de yetişmiştir ama 1974 yılında doktora tezi olan Speculum of the Other Woman’ın yayınlanmasıyla bu topluluktan atılmıştır. Irigaray, Lacanyen psikanalizden hem çok etkilenmiştir, ona çok şey borçludur, hem de bu teori hakkında çok çok eleştireldir. ‘Psikanalizin Yoksulluğu’nda üç temel eleştiri hattı geliştirmiştir: ilki, psikanalizin ve onun kadınlara yaklaşımının tarihsel olarak belirlendiğidir; ikincisi, simgesel düzenin anneyle itiraf edilmemiş bir bütünleşmenin / kaynaşmanın üzerinde yer aldığıdır; ve sonuncusu, Irigaray’a göre psikanaliz baskın kültürel fantazileri ebedileştirmektedir ve bunların güdümündedir; kültürel fantazilerden özellikle kadınlarla alakalı olanların güdümündedir demektedir. Kısaca söylemek gerekirse, Irigaray ‘feminen’in/dişilin psikanalizin ve genel anlamda Batı kültürünün inkar edilmiş bilinçdışı olduğunu öne sürmektedir.
    Irigaray açısından temel mesele patriyarkal çerçeveye sıkışmadan dişil olanın nasıl tanımlanacağıdır. Psikanalitik cinsiyet farklılığı anlayışı farklılığın görünür, aşikar olması temeline dayanmaktadır ve bu yüzden dişil daima erilliğin bir yokluğu veya olumsuzlaması olarak anlaşılmaktadır. Sonuçta kadınlar temsilden dışlanmaktadır.
    This Sex Which is Not One adlı yapıtında Irigaray cinsiyet farklılığının göstereni olarak fallusun tekilliğine, dişil cinselliğinin çoğulluğunu (vagina, dudaklar, klitoris, memeler ve uterus) öne sürerek karşı çıkmıştır. Ona göre dudakların ikiliği dişil cinselliği temsil etmektedir. Irigaray’a verilen Lacanyen yanıtta, onun -dişilliğin bir tür önceden verili libido olduğunu öne sürerek- bir özcü olduğu söylenmiştir ve aynı zamanda simgesel kastrasyonu reddettiği belirtilmiştir.
    Fransız feminizmini derinden etkileyen ikinci kişi Julia Kristeva’dır. Etkisi özellikle erken dönem semiyotik üzerine olan çalışmaları üzerinden olmuştur. Irigaray Speculum’u yayınladığı yıl (1974), Kristeva’da Revolution in Poetic Language kitabını yayınlamıştır. Kristeva, ‘gösterme sürecini’ ‘semiyotik’ ve ‘simgesel’ arasındaki diyalektik bir etkileşim olarak tanımlamaktadır. Semiyotik ve simgesel bazen Lacan’ın imgesel ve simgesel arasında yaptığı ayrıma benzer şekilde bir arada işlemektedir, ama semiyotik daha çok Lacancı gerçekin özelliklerine sahiptir. Kristeva’ya göre, simgesel dilin formel yapısıdır, buna karşın semiyotik ise pre-Oidipal birincil süreçlerle ilişkilidir. Bu yüzden semiyotik bedende ve Kristeva’nın chora dediği şeyde yerleşmiştir. Chora sabitlenmiş bir alan değildir, ancak sonsuz bir harekettir ve simgeselin altındaki devinimdir. Semiyotik simgesel üzerinde bozucu bir basınç yaratmaktadır ve dildeki boşluklar, anlamsızlığa ve gülünç olmaya eğilim aracılığıyla sezilebilir. Kristeva bu türde bir dilin avant-garde şiirde ve edebiyatta bulunabileceğini söylemektedir. Beckett’in romanlarında olabilir mi?

Kristeva’da kadınlar ve feminizm hakkında en az Lacan kadar acımasızdır. Şöyle demiştir: ‘Birisinin bir kadın olduğuna inanmak bir kişinin bir erkek olduğuna inanmak kadar saçma ve bilgisizcedir’.
Kristeva’ya göre, bir kişi bir kadın olamaz/olabilemez çünkü ‘kadın’ sosyal bir yapıdır. Kristeva kadını dışsal temsil olarak tanımlamaktadır; yani söylenemeyen olarak. Irigaray’dan farklı olarak, fallosantrik düzenle ilişkili pozisyonları açısından kadınların olumsuzlanmasını dişilin pozitif temsil olarak telaffuzundan daha çok vurgulamaktadır. Kristeva’ya göre kadınlar, baskın ideoloji ve dil karşısında, toplum içinde bastırılmış diğer gruplarla aynı dışlanmış pozisyonu paylaşmaktadırlar. Bu bağlamda kadınlar ve diğer ezilen gruplar, baskın söylemin dışında olmaları hasebiyle, semiyotikle ilişkilidirler.
    Lacanyen cinsiyet farklılığı teorisi Queer teori perspektifinden de eleştirilmiştir. Judith Butler, Bodies That Matter kitabında psikanalizin cinsiyet farklılığı meselesine yaklaşımının heteroseksüel çiftlerin normalizasyonuna dayandığını öne sürerek bu sorunu tartışır ve psikanalizin diğer cinsel ilişki biçimlerini dikkate almadığını söyler. Foucault’nun söylem kavramını kullanarak, Butler psişe ve toplumsalın bir süreklilik olarak görülmeleri gerektiğinde ısrar eder ve cinsiyet farklılığının bizatihi kendisinin söylemsel olarak kurulduğunu öne sürer. Lacan’ın ‘Ayna Evresi’ ve ‘Fallusun Gösterilmesi’ makalelerini Freud’un ‘Narsizm Üzerine’ adlı makalesiyle karşıtlık içinde okuyarak psikanalitik fallus kavramının olumsallığını ve bünyevi istikrarsızlığını ortaya koyar. Burada önemli bir nokta Butler’ın bizatihi fallus kavramını reddetmediği, ama daha çok psikanalitik teorideki ayrıcalıklı statüsüne karşı çıktığıdır... (1993)

NOTLAR

(1). Birinci dalga feminizm terimi ondokuzuncu yüzyıl ve yirminci yüzyılın başındaki, özellikle ABD ve İngiltere’de ortaya çıkan, kadınların oy hakkı ve yasalardaki cinsiyet eşitsizliğine karşı ortaya çıkan feminist hareketi nitelemede kullanılmaktadır. İkinci dalga feminizm ise 1960’larda ortaya çıkan ve 70’lerde oratadan kalkan Kadın Hareketi, Feminist Hareket ya da Kadınların Özgürleşmesi Hareketi diye de tanımlanan hareketleri içermektedir. Birinci dalgadan farklı olarak ikinci dalga sadece yasalardaki eşitsizliklere değil aile, toplum, işyeri ve gündelik hayat gibi alanlardaki eşitsizliklerede ilişkin talepleri içermektedir. Eşit işe eşit ücret, doğum izni, işyerinde tacizin önlenmesi gibi politik talepler bu dönemde oluşturulmuştur.  En son ortaya çıkan ve 1990’lardan günümüze olan üçüncü dalga ise çoğul bir yapı arzetmektedir. Artık feminizmin bir hareket olarak mümkün olup olmadığı gibi postmodern temalardan, çokkültürcü liberal türlerine kadar pek çok feminizm türü bu dönemde ortaya çıkmıştır.
(2). Freud, 1905 yılında ilk hali yayımlanan Cinsellik Üzerine Üç Deneme (orijinal adı “Drei Abhandlungen Zur Sexualtheorie”) adlı yapıtının 1920’deki 4. yeniden basımına yazdığı önsözde psikanalizin pan-seksüalizm ile etiketlendiğinden ve her şeyi cinsellikle açıklamakla suçlandığından bahsetmiştir. Bu tarihten sonra da psikanalizin, toplumsal olgularda dahil, pek çok bireysel ve toplumsal olguyu cinselliğe –öznenin bilinçdışı motivasyonlarına- indirgemekle suçlandığı görülmektedir. Feminist eleştirmenler ise Freud ve Lacan başta olmak üzere psikanalistleri patriyarkal bir nesne olarak fallusa verdikleri ayrıcalıklı önemden dolayı eleştirmişlerdir. Tabi ki bu noktada Freud’a ve Lacan’a eleştirel yaklaşmakla birlikte, özellikle Lacan’ın ortaya koyduğu, penis ve fallusun farklı statülerini göz önünde bulunduran feminist eleştirmenleri ayrı tutmak gerekir.
(3). Geç kapitalizm kavramı Fredric Jameson’ın bir kavramıdır. Kapitalizm dönemselleştirmeleri Marx’ın klasik üretim tarzları kavramıyla bağlantı içinde anlaşılabilir: buna göre her üretim tarzı farklı bir üstyapısal düzenlenmeye de denk düşmektedir. İşte geç kapitalizm de 1950’lerden sonra finans sermayesinin egemen olduğu kapitalizm dönemini tanımlamaktadır. Bu kavramsallaştırmanın ekonomik boyutunu oluşturan kişi Belçikalı bir Marksist olan Ernest Mandel’dir. Jameson’da Postmodernism, or the Cultural Logic of Late Capitalism (Verso, 1992) kitabında bu dönemin kültürel görüngülerini incelemektedir.  E. Mandel’in tartışması için bkz. Geç Kapitalizm, Çev.Candan Badem, Versus Yayınları.
(4)  Bu konudaki daha ayrıntılı bir tartışma ve betimleme için Freud’un Küçük Hans vakasına (Olgu Öyküleri I’in içinde) ve Cinsellik Üzerine Üç Deneme (Türkçeye Cinsellik Üzerine adıyla çevrilen kitabın içinde) adlı yapıtlarına bakınız.

KAYNAKLAR
- Barnard S, Fink B (eds.), 2002, The Reading Seminar XX, SUNY Press, NY
- Benhabib S, Butler J, Cornell D, Fraser N, 2008, Çatışan Feminizmler, çev. F.E. Sezer, Metis, İstanbul
- Brennan T (ed.), Between Feminism and Psychoanalysis, Routledge, London and NY
- Copjec J, 1994, Sex and the Euthanasia of Reason (in Read My Desire: Lacan Against Historicist), MIT Press, Cambridge and London
- Evans D, 2006, An Introductory Dictionary of Lacanian Psychoanalysis, Routledge, London and NY
- Flax J, 1990, Psychoanalysis, Feminism and Postmodernism in the Contemporary West, University of California Press, Berkeley, LA, Oxford
- Freud S, 2006, Cinsellik Üzerine, çev. E.Kapkın, Payel, İstanbul
- Freud S, 2001, Histeri Üzerine Çalışmalar, çev. E.Kapkın, Payel, İstanbul
- Freud S, 1998, Olgu Öyküleri I,II, çev. E.Kapkın, Payel, İstanbul
- Grozs E, 1990, Jacques Lacan: A Feminist Introduction, Routledge, London and NY
- Lacan J, 1999, On Feminine Sexuality: The Limits of Love and Knowledge, Book XX  Encore 1972-1973, translated by B.Fink, Norton, London and NY
- Mitchell J, Rose J, 1982, Jacques Lacan and the Ecole Freudienne, translated by J. Rose, Macmillan, London
- Salecl R (ed.), 2000, Sexuation, Duke University Press, Durham and London
- Sullivan ER, 2004, The Logic of Sexuation, SUNY Press, NY
- Wright E, 2002, Lacan ve Postfeminizm, çev. E.Kılıç, Everest, İstanbul
- Zizek S, 2007, How to Read Lacan,  Norton, London and NY
- Zizek S, 2005, The Metastases of Enjoyment: On Women and Causality, Verso, London and NY

Erişim:
http://okul.selyam.net/docs/index-17296.html
--
Psikanalitik sinema kuramlarına dair ülkemizde yeterince değil ama özellikle Batı ülkelerinde az gevezelik edilmemiştir. Söz konusu sinema ve psikoloji ilişkisi olsa dahi bu teorik yaklaşımlarda psikoloji hep ön planda tutulmuş sinema ise gerektiğinde başvurulan bir “şey” olarak çoğu kez soyutlanmıştır. Sinemayla ilgili doğrudan bir metin üretmeyen Lacan’ın teorileriyle sinema bir “psikiolijik indirgemeciliğin” malzemesi yapılmıştır adeta. Özellikle sinemayı Lacan’ın psikolojiyle ilgili metinlerinden yola çıkarak, ortaya çıkan sinema ürünlerine sanatsal eleştiri noktasında değil, çözümlenmesi gereken birey olarak yaklaşma çabaları, sinema filmlerinin içeriğinden, özünden, niyetinden çok teorinin “doğruluğu”nun kanıtlanma çabasına dönüşmüştür.
Bu konuda en popüler teorisyenlerin başında kuşkusuz Slavoj Zizek gelmektedir. Özellikle, Popüler Kültürden Jacques Lacan’a Giriş alt başlığını taşıyan ‘Yamuk Bakmak’ adlı kitabıyla ülkemizde sinema teorisi üzerine yapılan akademik çalışmalarda başvuru kaynağı olarak önemli bir yer tutar. Zizek, kitabının önsözünde, Yamuk Bakmak’ın niyetini anlatırken şöyle bir tespitte bulunur;
“Lacan’ın ‘Freud’a dönüşü’, genellikle ‘bilinçdışı, dil gibi yapılanmıştır’ düsturuyla, yani imgesel büyülenmenin maskesini indirme ve onu yönlendiren simgesel yasayı açığa çıkarma gayretiyle ilişkilendirilir. Gelgelelim Lacan’ın öğretisinin son yıllarında, vurgu imgesel ile simgesel arasındaki yarılmadan gerçeği (simgesel olarak yapılanmış) gerçeklikten ayıran bariyerin üzerine kaymıştır.” der. Ve kitabının muradının, “Gerçeklik ne kadar gerçektir” sorusunun yanıtını arayacağını söyler. Elbette Zizek, bunu Lacan’ın teorileri, çözümlemeleri üstünde ilerleyerek yapar.
Bakmak ve görmek yeter mi?
Elbette bu bilginin temelinde Lacan’ın teorik yaklaşımları söz konusudur. “Bu isimler, psikanalitik kavramları sinema çalışmalarına sistematik bir şekilde taşıyan ilk kuramcılardır,”
Lacan’ın, özellikle bir arzu nesni olarak sinema, “Bakış” ve rüya, fantazya, gerçeklik gibi konularda ileri sürdükleri sonu gelmez bir tartışma malzemesi. Tartışmanın bir başka boyutu ise kurulan cümlelerin, kullanılan kavramların karşılığının bire bir örtüşüp örtüşmemesi konusudur ki, bence özellikle bu aşamada karşıtlıkların bir başka nedeni de tamamıyla bu olacaktır. Yani başka bir deyişle argüman birliğinin henüz oturmamış olması. Özellikle bakış ve özne ilişkisine dair tanımlama çok tartışılan bir konudur. Çünkü, Lacan’ın sinemayla ilgili teorik yaklaşımında “bakmak” ile “arzu nesnesi” arasındaki ilişki neredeyse birincil önem taşır.
“Lacan’ın arzu anlayışında bakış öznenin nesneye hakim olmasının aracı değildir, fakat Öteki’nin görüş hakimiyetine direndiği noktadır. Bakış öznenin görüşündeki anlamsız lekedir; özne onu doğrudan göremediği ve onun dışında kalan görsel alana bu lekeyi başarılı bir şekilde dahil edemediğinden dolayı, o öznenin görüşündeki hakimiyet duyusunu tehdit eder. Lacan’ın işaret ettiği gibi, bakış ‘görüntüde eksik olan, yansıtıcı ve kavranabilir olmayandır.”
Buradan itibaren, “Bakmak” ve ideoloji, gerçek, kurmaca ve sinemanın bireyin üzerindeki etki alanına giriş yapılabilir,
“Bakışın (ve aslında Gerçek’in) yansıtılmaya direnmesine karşın, sinema öznenin bakışla ilişkiye geçebildiği bir alan sunar, ki bu tür bir ilişkinin sinemanın dışında kuralabilmesi mümkün değildir. Erken dönem Lacancı sinema kuramı bir bakımdan haklıdır. Bizi sinemaya bakışın çekiciliği sevk eder. Fakat gördüğümüz gibi, bu hakimiyetin değil, zevkin çekiciliğidir.”

Bilinç ve Hollywood sineması
Sinema izleyicisi bir yönüyle kodlanmış bilgiler üstünden “bakma”yı sever. Bu bakmak eylemi ideolojik kimlikle biçimlenir. Görmek istediğini görür, gördüğünü yadsır ama yine de görmek istemediği şeylerle karşılaştığında da onun bilinçinde ciddi bir travmaya yol açar. “Sinemada izleyicinin bilinç kontrolünden yoksun kalması, onu ideolojik manipülasyona karşı son derece savunmasız bırakır. Sinema izleyicisinin sözde-hayal alemi, sinemanın başlıca politik sorunun teşkil eder: Film biçimi, izleyicelerin ideolojik işleyişin farkına varmasını sağlayan bir araç olarak hizmet görmekten çok, karşıt bir politik doğrultuda –eleştirel olmayan bir öznelliğin propagandasını yapmakta- önemli bir bileşen olarak işler.”
Bu yöntemi öncelikli olarak Hollywood sinemasının “auter” olma özelliği taşıyan Stanley Kubrick, Spike Lee, Michael Mann, Orson Welles, David Lynch gibi yönetmenlerin yapıtlarından yola çıkarak yapıyor. Avrupa sinemasından ise İmkansız Nesnesi başlığı altında Fransız Yeni Dalga akımını, İtalyan Yeni-Gerçekçi Sinemasında Politik Arzu başlığıyla Yeni-Gerçekçi sinema etkisi bulunmaktadır. 


Geniş Bilgi:
Gerçek Bakış/ Lacan Sonrası Sinema Kuramı
Todd McGowan Çeviren: Zeynep Özen Barkot
Say Yayınları ,2012, İstanbul

--
Elisabeth Roudinesco Lacan’ı anlamaya çalışırken diyor ki;
Ya kendisinden önce olan biteni unutma eğilimde ya da bugün ve gelecek adına geçmişte olan biteni çarpıtıp göklere çıkaran bireyci ve pragmatist günümüz insanı için birini tanımak ve anlamak mümkün mü gerçekten?
Sapık, cani, sahtekar, Maocu, tecavüzcü, silah koleksiyoncusu demek, ya da denilene inanıp düşünmeden geçmek varken Lacan’ı niye tanımaya çalışalım?
Yanıtımız da paradoksal olarak pragmatist olacak belki ama vermek zorundayız: Psikanalizden gelecek şifa için...Psikanaliz ne olursa olsun kendi hakikatinin peşinde koşmaktan vazgeçmiyor çünkü ve çağın iki eğilimine, yani zevk düşkünlüğü ile kendi kimliğinin üzerine kapanmaya ters düşüyor.
  “20.yy Freudcuydu, 21. yy. daha şimdiden Lacancı’dır.” Çünkü her şeyden önce Lacan bizim zamanımızı önceden biliyordu. “Irkçılığın, cemaatçiliğin, cehalet tutkusu ve düşünce nefretinin tırmanacağını(…), devrim ve aydınlanmanın çıkmazlarını, dine dönüşen bir bilime, bilime dönüşen bir dine ve sadece biyolojik bir varlığa dönüşen insana inanılacağını haber vermiştir. ‘Pek yakında’, diyordu daha 1971’de, ‘ırkçılık adını vereceğimiz ve sırf konuştukları için her türden bilinç/vicdan sorunuyla karşı karşıya kalan varlıklarla hayatın yeniden üretimi düzeyinde her şeyi denetimi altına alacak ayrımcılık sorununun içinde boğulacağız.’” 
Öncelikle, söz… Bilinçdışını bir dil olarak ele almıştı Lacan. İnsan denen varlığın içinde durmadan onun varlığının üzerindeki örtüleri kaldırmaya sevk eden bir sözün yaşadığını göstermişti. Söz, baştan çıkarıcıydı, uzun uzadıya aklı yürütmelerle dolu ve taşkın ve hatta küfürbazdı. 
 Fantaziler ve yansıtmalar… Lacan aşkı nefrete, tanrı buyruğunu bir geri tepme telkinine dönüştürmeyi seviyordu. “Böylece başkasıyla her türlü ilişki biçiminden, bilinçdışının negatifliğinin ebediliğini ortaya çıkarmış oluyordu: Işık ve gölge oyunu, sözün acımasızlığı, fanteziler, yansıtmalar.”
 Bir kaygı ustasıydı Lacan, kaygı kliniğinde uzmanlaşmıştı. Kaygının, tıpkı depresyon gibi liberal ve bireyci toplumların semptomu haline geldiğini düşünürsek, manidardı…
  Çapkındı, egosantrik ve erotikti… Aşktan kaçınmıştı hep. “Aşk insanın kendisinde olmayanı, istemeyen birisine vermesidir.”  Ondandır ki aşka ruh ile ölmek arasında gidip gelen adlar veriyordu…
 Her zaman bir şeyle ve onun tersiyle uğraşıyordu: Yasak ve yasağı delme, aile ve aile içi kavgalar, simgesel düzen ve pat diye ortaya çıkan gerçek, imgesel kapılma (ayna) ve bundan koparılma (gözden düşmüş nesne). 
 Dünyadaki kargaşanın en duyarlı seyircilerinden biri, ulusların, devletlerin politikalarının külyutmaz bir yorumcusu, insan ruhunun gölgelerinde ustaca gezen, kendi gölgelerine de değmekten çekinmeyen, iyi olduğu kadar kötü, gerçek olduğu kadar şeytan: Lacan… Ne kadar okusak az, ne kadar anlasak yetersiz…

Erişim:
 http://www.sabitfikir.com/sahanebirkitap/her-seye-ve-herkese-karsi-aynen-lacan
****************
AYRAÇ
-Mars gezegenine ulaşmak, kendi kendine ulaşmaktan daha kolaydır.
-Görüşünüz, yalnızca kalpten bakabildiğinizde berraklaşır. Dışarı bakanlar düş kurar, içe bakanlar uyanış yaşar. Dünyanın bu karışık halinde içe bakmaya devam. Kendi içimizdeki şiddet ile yüzleşmeye devam. İçimizdeki şiddetten öğrenmeye, şefkate dönüşene kadar yanında oturmaya devam.
-Bilincimize çıkaramadığımız şey; hayatta karşımıza “yazgı” olarak çıkar.
C.G. JUNG

“Kadının Adı Yok” ve benzeri başlıklarla nice kitaplar yazıldı; her ne kadar ben  okumamış olsam da, pek çok “kadıncı” kadın okuru olduğundan haberliyim. Sayısız sıfat ekleyebilirsiniz “kadın” sözcüğünün  önüne. “Güzel” dersiniz, “hamarat” dersiniz, “seksi” dersiniz, “evcimen” dersiniz; nadiren de “zeki “ dersiniz içinizdeki şaşkınlığı bazan güç bastırarak, “her nasılsa zeki.”
Neden kadın bilge yoktur?
Varsa da “bırak Allah aşkına! Sen ona kadın mı diyorsun?” diyerek eril etkinlik alanına iltica ettiğini vurgulamadan, altında bir çapanoğlu aramadan edemeyiz. “Bilimadamı” dememeliyiz; “biliminsanı” dersek cinsiyetçi söylemden kurtuluruz. Acaba bu gerçekçi mi, yoksa Nietzsche’nin Şen Bilim’de dediği gibi bir “incipit parodia” [Şimdi parodi başlıyor.] habercisi mi? Bana kalırsa ikincisi. Nedeni şu; “Aslında kadın da yok!” Tıpkı “erkek”in olmadığı gibi. Olmayan bir cinsî adlandırmadan bilgelik mi bekliyoruz!  Başlasın mı o halde parodi?

Sigmund Freud, meşhur “Cinsellik Üzerine” adlı yapıtının bir bölümünde şöyle demiştir.
“Eğer kendimizi bedensel var oluşumuzdan sıyırabilsek ve bu dünyanın işlerini saf düşüncenin başladığı bir gözle, örneğin başka bir gezegenden görebilseydik, başka bakımlardan bu denli benzeşen insanlarda aralarındaki farkı bu denli açık dış belirtilerle vurgulayan iki cinsiyet bulunması kadar hiçbir şey dikkatimizi şiddetle çekmezdi.”
Kendi türünü iki alt türe ayırmış bir tür gerçekten şaşırtıcı olurdu dış bir bakış için. Kitaptan haberli olanlar bilir; Freud, kadın ve erkek arasındaki cinsel farkı biyolojik açıdan organ benzemezliği olarak ele aldığında, eleştiriler de gecikmeyecekti. Acaba iki cinsi birbirinden ayıran mutlak belirleyici biyolojik olanla mı sınırlı idi?
Bu müthiş bir “sığlık” olmaz mıydı?
Oysa Freud tartışmayı her ne kadar böyle başlatırsa da, cinsiyetlerin inşa edildiğini; ancak bu inşanın sonunda kadın ve erkek yapılarının görünür olduğunu söylemeyi ihmal etmemişti. Cinsiyetlerin kurulması ne anlama gelmektedir? Freud’a bakılırsa, “libido” baştan sona kadın ve erkek farklılaşmasına hizmet eden kesin bir seçim değildir; dahası sonul halini alıp subuta ermişlik diye bir durumdan da sözedilemez  hiçbir vakit. Başka deyişle, etken ve edilgen formlar, daha sonra Jung’un da “anima/animus” ile açımlayacağı üzere her birimizin yapısında yer alır. Hiç birimizde, cinsel haz nesnelerini başlangıçtan beri seçmiş, değişmez, sabit libidinal temel aranamaz. Neredeyse bir polemik tarzında ilerleyen Freud’un cinsiyetler üzerine yaptığı tartışma, nihai önermelerle sonlanmaz. Hayatı boyunca; mademki mutlak biyolojik ayrımdan ibaret değilse, “nedir cinsiyetler arasındaki farkın açıklaması?” sorusu üzerine türlü girişimlerde bulunur. Fakat şu bir gerçek, henüz Freud’da bile psikanaliz bakımından cinsiyet farklılıkları salt anatomik bir problematik olarak değerlendirilmez. Tam tersi, biyolojik realite daha ziyade, doğurduğu  psikolojik sonuçlar açısından önemsenir.
Jacques Lacan’a gelindiğinde ise, cinsiyet farklarının açıklanmasında biyolojinin belirleyiciliği fikri silinmeye yüz tutar. İlgili çevrelerde “Encore” olarak tanınan  ve alt başlığı “Kadın Cinselliği Üzerine, Sevgi ve Bilginin Sınırları”olan Seminer XX’deki tartışmayı ağırlıkla cinsiyet farklılıklarını anlama üzerine yürütmüştü.
Jung nasıl ki psikanalize “kolektif bilinçaltı” kavramını eklediyse; Lacan da bahis konusu soruna eğilirken anatomik terimlerden koparak çok yeni  bir kavrama başvurur: Jouissance.
Başlıca iki alan mühimdi Lacan için: Dil bağlamı ve “jouissance”ki basbayağı dil alanına ait bir öz-evlat muamelesi yaptığı bu Fransızca kavram, Lacan’ın bilinçli olarak İngilizce de dahil pek çok dile birebir çevrilemez kıldığı bir kripto olacaktır cinsiyet kuramında.
Bazı çevirilerde
“zevk”; kimilerinde “acıyla karışık haz” ya da en yakın “acıdaki keyif” olarak karşılık buldu.
“jouissance” Fransızca “jouir” fiilinden türetilmiş olmakla birlikte, Lacan terim haline getirdiği bu sözcüğe fazladan dilbilimsel değneğini dokundurmuş ve “acıdaki haz” anlamını kast ettiğini belirtmiştir. Bu nedenle, Lacan eserlerini ciddi olarak çevirenler, onun arzusuna uyarak olabildiğince “jouissance” kelimesini orjinal haliyle, çevirmeden bırakmışlardır. Esasen “cinsel doyuma ulaşmak” anlamını da işaret eden kavramın köküne inat; Lacan “zevk” i tam da “doyuma ulaşamayan” olarak kurar. Kuramsal bir ima ile karşılaşmamış olsam bile ben; Lacan’ın bu kavram ile ifade etmeyi denediği alanın, Spinoza’nın Etika’da enine boyuna irdelediği “arzu” kavramından ilham almışlığını görmezden gelemedim. [J. Lacan Book XX Encore 1972-1973:The Seminar of Jacques Lacan, “On Feminine Sexuality, The limits of Love and Knowledge” London, 1999.]
Bu kavram; ve onun merkezde olduğu seminer çalışması bazı çevrelerde salt “kadın sorunu”na değgin, adeta feminizme hizmet eden bir eser olarak nitelenmişse de, bu Lacan’ı okumamış olmaktan beter bir anlayışsızlıktır olsa olsa. Çünkü Lacan kuramında “jouissance”(Okunuşu: Juisans) özne-nesne ilişkilerini de aydınlatmakta kullanılan; öznelerin zevkini örgütlemekte temel olan hayli sağlam bir terim. Üstelik Encore; sadece cinsiyet farklılıklarından değil, pek çok temadan söz ediyor. Örneğin, Hegel’deki özne-nesne özdeşliğinden tutun; “hakikat” sorununa, Sassuare’ün bazı önermelerini ters çevirmekten Aristo’ya kadar hayli geniş bir patika yolu.
Her ne kadar oldukça çarpıcı ve aydınlatıcı olsa da çizimlerle geliştirdiği cinsiyet denklemlerinden ayrıntılı olarak söz etmeyi fazla gerekli bulmuyorum. Sexuation Denklemleri olarak bilinen açıklamalarda esasen insan genelinden ötelenerek  nasıl olup da “kadın” ve “erkek” haline geldiğimizi bize ispata çalışmaz. Bunun yerine bizleri “konuşan özneler” olarak ele alıp; fantazilerle bağımızın koordinatlarını haritalar. Bu nesne seçimleri ve fantaziye yakınlığımız ise, eril ve dişil formlara giriş çıkışımızı imler yalnızca. Cinsiyetlenme denklemleri  en özet haliyle bize şu bilgiyi sunar ki, benim Lacan kuramında en önemsediğim bölüm de bu özet felsefesi:
Cinsiyetlenme üç kritik adım üzerinde ilerler. Bunlardan ilki, sahip olduğumuz doğal cinsiyet farklılıkları, diğeri geliştirilmiş cinsel söylem’dir. Sonuncusu ise; öznenin kendisine münasip cinsiyeti seçtiği düzenek.
Üzerinde en fazla durulan zamansal adım; cinsel söylem alanı. Ne de olsa Lacan bilinçdışının bir dil gibi yapılandığını öne sürmekle, tümden psikanaliz için çığır açıcı bir yenilik getirmiş oluyordu. Öyle ise söylem alanı, cinsiyetlenme bağlamının en dikkate değer bileşeni olacaktı.


Lacan kuramında cinsiyetleri sabitlenmiş karşıtlık  sembolleri yahut dışlamalar üzerinden de izleyemeyiz. Çünkü cinsiyet zaten tüm sembolleştirme girişimlerine inatçı bir direnç gösterir. Cinsiyetlenme süreci bir travmanın, bir problemin ya da trajedinin adıdır. Bu nedenle de sexuation süreçlerini simgesel şemalarla açımlama çabaları baştan başarısızlığa yazgılıdır. Bu çıkmaz; varoluşsal derin bir çıkmazdır, adlandırma güçlüğü ise söz konusu alanın hegemonik bir mücadele alanına dönüşmesiyle sonuçlanır. Lacan sonul adlandırmalar yerine cinsiyetlenme denklemleri ile  travmanın matriksini sunar bize. Tam burada sorulması gereken temel bir soruyla karşı karşıyayız:
Neden cinsel farklılığın yekpare ve tatmin edici bir açıklaması yapılamıyor?
Lacan’da bunun yanıtı Freud’da olduğu gibi muamma değil neyseki. Ona göre bu açıklanamazlığın nedeni; bizatihi cinsiyetlenme fenomeninin kendisidir çünkü; kullanılan dil’in herkesin üzerinde ortak kabul geliştireceği bir bütünlük halinde tezahürünü engelleyen cinsiyet olgusudur. Kendisinin dil’lenmeyi imkansız kıldığı bir fenomenin açıklamasını dil’den beklemek ancak “safdillik” olabilir.
Nedensellikleri ve nasıllığı açık seçik ortaya konmuş sabit eril ya da dişil öznelerden bahsedemeyeceksek, onların cinsel hazların temellükünde biraraya gelmesi nasıl mümkün olacak peki?
Şimdi Lacan’ın o çarpıcı önermesine geldi sıra. Ne demişti Lacan; “cinsel ilişki yoktur.” Eril ve dişil özneler, birbirleriyle bedensel bakımdan birleştiklerinde, bunu bir “ilişkisizlik” olarak tanımlamak garip bir şey?
Sahiden soğuk duş etkisi yapan bu önermenin Lacan’da son derece anlamlı izahının bulunduğunu inkar edemeyiz.  Eril ve dişil özne birbiriyle değil, çeşitli fantaziler ve “semptom”lar dolayımıyla simge formundaki nesnelerle ilişki içine girer. Başka deyişle; hazzı mümkün kılan bedensel birleşme; hazzın yaşanabilirliğini öylesine şahsileştirir ve “tek-kişilik”leştirir ki; kadın ve erkek birbirlerinin yörüngesine girmeksizin yüzen iki gökcismi gibi kendi haz merkezlerine çekilirler.
Lacan kuramı üzerine en çok yazıp çizenlerden biri kuşkusuz Slovaj Zizek. Fakat yıllarca Lacan ile birlikte çalışmış Arjantin kökenli psikanalist Juan David Nasio’nun yazılarının da Zizek kadar beni enterese ettiğini söylemek zorundayım. Türkçeye de İmge Kitabevi tarafından çevrilmiş “Jacques Lacan’ın Kuramı Üzerine Beş Ders” adlı kitabı özellikle Lacan’ı doğrudan okuma güçlüğü çekenlere de yardımcı olabilecek açılımlar sunuyor.
“Cinsel ilişki yoktur” önermesini konu ettiği alt başlıklardan birinde Nasio; Lacan’a sonsuz bir sadakat içinde bu durumu “dil” bağlamında açımlar. Anladıklarımı aktaracak olursam, Nasio’nun söylediği mealen şudur: 
Psikanaliz, ağzıyla kuş tutsa, “Jouissance” yani  “zevk”in bilgisine ulaşamaz ve onu kavramsal netliğe kavuşturamaz. Çünkü zevk, bilinçdışında yapılanır ve gösteren’den yoksundur. Zevki gösteren gösterenler olmadığı için, özne diğer cins ile bir münasebet içine giremez. Münasebete girdiği psikolojik düzey temsiller ve fantaziler dolayımından başka bir elle tutulurluk arz etmez. Jouissance’ın -ya da bir anlığına “zevk” demeyi sürdürelim- psişede yer alan enerjisi öylesine kapalıdır ki dil’de icrayı imkansız kılar. Bununla yetinmeyerek iki öznenin ilişkisizliğine yol açar.
Tüm bu açıklamaların asgari bir dilbilim, yapısalcılık ve semiyoloji bilgisi olmadan okunmasının zorluğunu elbette biliyorum. Şimdi sizi daha gündelik dilden seslenen bir yazarın “cinsel ilişki yoktur” önermesine bakışıyla tanıştırmak istiyeşim tam da bu yüzden.
Alain Badiou, “Aşka Övgü” adlı kitabında, önermeyi müthiş bir yalınlıkla, tatlı tatlı şöyle tercüme ediyor:
“Jaques Lacan bize cinsellikte aslında herkesin, hani denebilirse, kendi işine baktığını anımsatır. Elbette ötekinin bedeninin aracılığı sözkonusudur, ama sonuçta zevk yalnız sizin zevkiniz olacaktır. Cinsellik birleştirmez, ayırır. Çıplak olmanız, ötekinin bedenine yapışmanız bir imgedir, düşsel bir tasarımdır. Gerçekteyse, zevk sizi ötekinden uzaklara, çok uzaklara götürür. Gerçek özseverdir, aradaki bağ düşseldir. Dolayısıyla, cinsel ilişki yoktur” 
Badiou’nun söylemine belki şu cümlelerle destek olabiliriz: Özne zevk içinde yüzdüğü anda kendini kurarken, kendinden menkul duvarına toslar, cinsel ilişki bu anlamda kendi etinin hapishanesine girmek tecrübesine dönüşür. Bu ise mutlak ilişkisizliği doğurur en nihayet.
Hazır yeri gelmişken, Badiou okumasam Lacan’da dikkatimi çekmemiş olan bir noktayı paylaşmak istiyorum. “Cinsel ilişkide bir ilişkisizlik olduğu doğruysa, insan bu eksikliği nasıl karşılar?”sorusunun Badiou, Lacan okumaları ışığında şöyle yanıtlanacağını ileri sürer. Aşk ile. Lacan, hiçbir vakit, aşkı cinsel ilişkinin kılık değiştirmiş hali olarak ele alıp indirgemez. Tam tersine, cinsel ilişkinin olmazlığı, aşka ihtiyacımızı mecburi kılar. Onun yarattığı eksikliğin açmazı, yoksunluk travması aşk ile onarılmaya çalışılır. Eril öznenin dişil özne ile kurabileceği ilişki formunu aşk, dilde de olanaklı kıldığı için mümkünleştirir. Badiou’ye göre bu; Lacan’ın o meşhur önermesinden çok daha ilginçtir. Bu düşünce  Lacan’ı, “Öznenin aşkta ‘ötekinin varlığı’na erişmeye çabaladığını düşünmeye itmiştir. Aşkta özne kendinden öteye, özseverliğin ötesine geçer” Badiou haklı olarak aşktaki karşılaşmanın tastamam bu olduğunu söyler; “Ötekini olduğu haliyle sizinle birlikte var etmek için, ona doğru atılırsınız. Aşkın cinsellik gerçeği üstünde düşsel bir resim olduğu yönündeki, bütünüyle bayağı anlayıştan çok daha derin bir anlayıştır bu.”
Freud’du Lacan’dı Badiou’ydü derken, gele gele Fuzuli’ye varışımız da talihin tatlı cilvesi imiş. Demiyor muydu hatırlardan çıkmayan beyitinde Fuzuli;
“İlm kesbiyle paye-i rıf’at arzû-yı muhalmiş ancak
 Aşk imiş her ne var alemde ilm bir kıyl u kal imiş ancak”

Lacan; kuramının münasip bir noktasında “kadın yoktur” demeye vardırmıştı işi. H. Miller’ın da tekrarladığı bu cümle; filolojik bağlamda “kadın” sözcüğünün karşısında bulunan karanlığı işaretler yeteri kadar. Şema bir türlü tamamlanmaz. Hep “camera obscura” mesafesinden gölgelenir. O halde, feminist edebiyatın da zaman zaman kullandığı dil kalıpları, patriyarkal dil’e itiraz edeceğim derken, kendisini bir “anti-tez”olarak sabitleyerek, en az diğeri kadar cinsiyetçi söyleme hizmet etmeyecek mi? Dilin sonsuz sayıdaymış izlenimi veren permütasyonları bunu imkanlı kılmazken, “kadın doktor/erkek doktor” tefriki kadar saçma olmayacak mı, terimlerden sorunu çözmeye çalışmak. 'Neden kadın bilge yoktur?' sorusunu tertib etmek kadar, onu yanıtlamak için mantıksal veriler toplamaya çalışmak da saçma. Çünkü sorunun kodlanışındaki ezeli hata, yanıtın doğruluğunu en baştan ketleyecek.
Âdemoğulları! Bu hitabı nereye koyacaksınız?
Lacan’ın teolojiyle alakası ne kadar derindi bilmiyorum ama, dilsel imkansızlığın en çarpıcı izini şahsen Genesis’te örgütlenmiş dil kalıplarında görüyorum ben. Dahası, ortada henüz bedensel bir birleşme ve dolayısıyla “Jouissance /zevk“ yokken, Âdem bir “insan” genelinin ifadesi idi.
Yaradılışın ilk insan-elemanı olan Âdem’e yakıştırılan cinsiyet, tamamen sonradan giydirilen kılıftır. Adem; dişil özneyi de içinde taşıyan cinsiyetsiz bir prototip olarak, dişil’i dışsallaştırdığında eril bir imkana sembolik adımını atmamış mıydı? Sadece şu dakika için teolojik itikadı yoksayarak soruyorum:
Kadir-i Mutlak, Âdem’i halk ederken, madem ona bir eş gerektiği fikriyle Havva’da karar kıldı, tıpkı Âdem gibi alak, nufte ya da topraktan yaratmak yerine, niçin Âdem’in kaburga kemiğini uygun gördü?
Pekala Havva’yı da müstakil yaratımın konusu yapacak kudret sahibi idi. Yanıt bana kalırsa çok açık. Çünkü Âdem’in tasarımına Havva başlangıçten beri varlığın içinde bulunan, varlığın yapısına karışmış olan, mündemiçti. Ve Âdem “ben” oluşunu Havva’yı kendinden zuhur ettirmeksizin idrak edemezdi. Dolayısıyla eril özne; kendini pre-Jouissance evresinde ancak dişil öznenin benzemezliklerinden yola çıkarak inşa etmeye başlayabilirdi. Âdem; Tanah’ın ilgili bölümlerinde erkek ya da kadının değil; insan’ın adı olarak kodlanışını bir müddet devam ettirebildi. Fakat, Havva da dahil bütün soy’un ondan türemesi  ve Âdem’in artık “eril”adlandırmalara maruz kalması sonucu, kadın yahut erkek hepimiz şu hitabın muhataplarıydık: “Ey Âdemoğulları!”
Şimdi bu teolojik motifi ister itikadi olarak dikkate alalım; ister bir kurmaca olduğunu düşünelim, sonuç değişmez. Tarih; “insan”ın inşasını anlatılarken, bir kadının doğurganlığından değil, erkeğin kendisi-olmayanı doğurmasıyla işe koyuldu. Dil bu anlatının sonrasında değil bizzat kendisi olarak tezahür etti. Ben kendi adıma bu hitabdan hiçbir vakit gocunmadım: Âdemoğlu tabiri yerine Havva kızı olarak adlandırılma talebinin, filolojik bir garabetten öte anlamı olmadığını farketmek için eril bir inşayı bekleyecek değilim. Çünkü adım gibi biliyorum ki önsel tasarımında Adem, tam da şimdi talep edilmesi gereken cinsiyetlenme denklemlerine sığmayacak bir tikellikten uzak ilk-an’ı göstermektedir. Ben linguistik (Belagat-dil bilimi) manada da onun zürriyetine dahil olmaktan neden gocunacalım?
Bütün bu sorular çevresinde dönerken, aslında Âdem-Havva kıssası’nı dil bağlamında irdelemenin müstakil bir makale konusu olabileceğini; hatta Jung yardımıyla kısmen Lacan kuramına çentikler atacağı imkanını  fark ettim. Zaten tüm bu kavramsal yoklama girişimi, geçenlerde yapılan bir hasbihâl’in ilhamından kaynaklandı. Nedendir kadın bilge olmamaklığı sorusuna yanıt tezgahlama derdinde değilim. Buna kalkışmayacağım bile. İnsani bakımdan, çok daha farklı ayrımlar kullanabileceğimizin de sezgisiyle, ontolojik çıkmazıyla yüzleşebilmiş yahut travmasıyla yüzleşememişler olarak bile ayırmak mümkün türümüzü. Öyle ise; yani durum buysa, neden eril özne daha fazla yüzleşti bu travmayla?
Aklınızdan geçen sorunun bu olacağını kestirebiliyorum. Tarihin muayyen bir başlangıç noktasını alıp, “efendim üretim biçimi ve üretim ilişkileri marifetiyle, erk tanziminin kullanışlı ögeleri olarak kurgulanma süreci vasıtasıyla yahut daha indirgemeci bir üslupla anatomik üstünlük/zayıflık tezleri yordamı ile” eril ve dişil öznelerin sosyo-ekonomik ve zihnî projelendirilmesine türlü açıklamalar öne sürebilirim. Unutmadan şunu da ifade etmeliyim ki, cinsiyet farklarının oluşumunda, biyolojik elemanların çok da kayda değmez olduğunu katiyen düşünmüyorum. Fakat insan-oluş zamansallığında bu yalnızca bir adım olabilir: Bugün bulunduğumuz noktadan “fallus” sahibi olmak ya da olmama düşüncesine dönüş, sadece geri-adım olacaktır ki, bu tarihselliği yok-saymak demek. Hepsi yahut birkaçı vasıtasıyla eril inşadan nasiplenmiş türümüzün alt türü olan insan-erkeği, dünyanın temerküz etmiş varoluş kipleriyle daha fazla yüzleşti neticede. Bunun üzerine düşündü, yazdı; yazdıkça merakı kırbaçlandı, düşündükleri üstüne düşündü vs. Ne derseniz deyin. Yaşamın türlü varoluş kiplerinde esişini her daim sürdüren yel’i teninde duyumsamış olanlar, bunu duymazdan gelemeyecek kadar hassaslaşırlar bir biçimde. Tenine yeldeğmeyen yok ki. Yalnızca yeldeğişine bigane kalabilme “şans” yahut “şansızlığı” söz konusu olan. Dahası, kim ki bunu özgür bir seçim sanarsa, bence yanılır. Düşünme, düşünme üzerine düşünme insani bir etkinliktir ve türümüzün bir bölümü kaçınılmazlık olarak tecrübe eder.
Sonuçları herkesin mâlumu. Dişil öznenin “ev-içi” ekonomisine sürülmüş olmasını şansızlık addedenler haklıdırlar. Ama yine de ben bunun bir baht açıklığı olarak değerlendirilme ihtimalini gözardı edemeyeceğim tüm “feminist” dizgeyi karşıma alma pahasına. Çünkü erk sahiplerinin dil yapılanması dahil, her türlü dominant edimlerinin kendisi kadar en az, o erk’te pay sahibi olmayı talep etme durumu da içtenliği ve insan-oluşu kirletmekte sorumlu olacak.
Hem psikanalitik hem de dilbilimsel düzeyde, dörtbaşı mamur; sabitleri elde tutulur bir eril-dişil çerçevesi çizemiyor olsak da, yaşadığımız dünyanın her türlü ekonomik ve sosyal amilleri bu tefrike göre ayarlanmaya devam edegeliyor.
Kadın ve erkek bugün her zamankinden ustalıklı koordine edilmiş, pazar değeri yüksek birer “proje”dirler.
Bu acıklı tefrikin giderek yükselen “eşcinsellik” olgusunun en büyük müsebbibi olduğunu iddia edeceğim.
Bir insana “Jouissance” temsillerini kesinkes dikte ettiğinizde; cinsel tercihine  tekabül etmezlik halinde, kendini pekala “diğer” cinsî tercihe sürülmüş olarak buluvermek, salt bedensel yapı farklarıyla açıklanamayacak kadar karmaşık ve ilgiye değer. “Ya...ya da”nın kıskacına alınmış insan için varoluşun bir buz pistine dönmesi çok da şaşırtıcı değil.

Konu ne kadar da mümbit ve çetrefil! Yoklanacak, yoksanmış ve bulunmayı bekleyen ne çok alt-kavram var. Ancak şu ön-kabulü aşma küstahlığına vardırmamalı işi: Ortada feneri tuttuğumuzda rahatça betimleyebileceğimiz apaçık bir tünel yok. Böyle bir tünel teşbihine başvuracaksak, gerçek şu ki karanlık, pek karanlık; belki de bir ucu kapalı bir tünel bu. Tıpkı masal tekerlemelerinden birinde duyumsuyorum kendimi; “az gittim, uz gittim; arkama dönüp baktığımda, bir arpa boyu yol gittim.” Durum bu. Şimdi daha iyi idrak edebiliyorum; sürrealist sinemanın öncülerinden tatlı ihtiyar Bunuel’in neden 1977’de çektiği  filmine o adı verdiğini: “Cet obscur objet du désir” Yani “Arzunun O Belirsiz/Karanlık Nesnesi” Çünkü arzunun temsili olan “nesne” sahiden de belirsiz, karanlık, cinsiyetlenmemiş ve bir o kadar sürreal [gerçeküstü]!
Arzunun Şu Karanlık Nesnesi (1977)/ Cet obscur objet du désir: Konusu: Karısının ölümünden beri cinselliği tatmayan varlıklı ve entelektüel Mathieu, evine hizmetçi olarak aldığı ateşli İspanyol güzeli Conchita''yı tutkuyla arzulamaktadır. Sırlarla dolu Conchita ise kendisiyle yatmayı takıntı haline getiren Mathieu''yü çeşitli numaralarla oyalar… Buñuel''in gerçeküstücü kökenlerinden çarpıcı izler taşıyan bu film, aynı zamanda ahlaki çöküş ve politik yozlaşma içindeki bir topluma yöneltilmiş keyifli bir taşlama. Başroldeki tek karakter için iki kadın oyuncu kullanan Buñuel (biri ateşli ve bayağı Conchita, diğeri mesafeli ve sofistike Conchita), sinema dilinde bir yeniliğe de imza atıyor
Not: Lacan’ı merkeze alan bir yazıda Zizek’ten alıntı yapmamış olmam, onu önemsemediğim yahut ondan habersizliğim olarak okunsun istemem. Lacan literatürünü doğrudan okumak yerine ikinci elden okumayı salık verenlerin refere noktalarında başat yer Zizek’e ait. Ben bunu ortalama bir entelektualizm refleksi olarak algılıyorum. Biraz zor olmakla birlikte,(özel Lacan sözlükleri dahi hazırlandığı biliniyor)pekala Lacan doğrudan okunabilir yine de. O bakımdan, Lacan üzerine hazırlanan popular literaturde yeteri kadar Zizek yorumuna yer verildiği için, sık atıf yapılmayan Lacan okumalarına başvurmayı bir tercih olarak kullandım. Yoksa Zizek, kendisi hakkında “Lacan çekiciyle putkıran” adam denecek kadar fazla sayıda eserine Lacan parmakizini maharetle yerleştirmiştir, bu bir gerçek.

Dil, bilinçdışının koşuludur. J. Lacan
Jacques Lacan (1901 - 1981), Kuramsal psikanaliz alanındaki çalışmaları Sigmund Freud’un yeniden yorumlanmasıyla yapısalcılıktan yapı sökümcülüğe uzanan bir yol izlemiştir.
Lacan, yalnızca önemli bir psikanaliz kuramcısı olarak değil, daha başlangıçta psikanaliz, dilbilim, antropoloji ve felsefe alanındaki geçişkenliği sağlamasıyla ve ardından da geliştirdiği formülasyonlarm ve kavramların felsefi düzlemde yol açtığı sarsıcı sonuçlarıyla 20. yüzyıl felsefesinin önemli isimleri arasında yerini alır. 
Psikanalizin psikiyatri içinde “paradigma” olamayışıdır.
1-Klasik eğitimli psikiyatrların tutuculuğu
2-Psikiyatrların bilimsel açıklık yerine kapalı bir örgütlenme seçmiş olması
Popper’in “yanlışlanabilirlik” ilkesi
        Popper’a göre teorik önermeler deney yoluyla ancak “yanlışlanabilir”, ama asla doğrulanamaz.
        Teoriler deney yoluyla yanlışlanana kadar doğru kabul edilir.
* “Bugün haftanın günlerinden biridir.”
* “Bugün pazardır.”
        Popper’a göre psikanaliz “yanlışlanamaz” bir teori olmakla birlikte, bu yanlışlanamazlık mantıki kesinliğe dayanmaz, psikanalizin bir metafizik olmasına dayanır.
        Bu epistemolojik çerçevede, Pooper’a göre psikalaniz, metafizik bir masaldan ibarettir. Teorinin yapısı yanlışlanmaya kapalıdır.
        Althusser açısından ise psikanaliz bilimsel bir teoridir.
Psikanalizde Özne
Bilinçdışı ötekinin söylemidir.
Psikanaliz özneye bir şekilde, bir miktar özne olmadığını da gösterir.
Özne bir bütün olmayı hedefleyemez.
Psikanalizde özne, bütünlüğü içinde birey olmaktan .ok, karmaşası ve çatışmaları içinde bir guruptur.
 “İnsan, kendi arzularına tabi olduğu yalnızlık durumundan çok, yasaklarını bilinçli olarak kabul ettiği sitede özgürdür” Spinoza
Psikanalizin insanı açıklamak bakımından antropolojiye çok daha zengin katkıları olduğunu ya da olabileceğini düşünmek için pek çok neden var.
Psikanaliz, elbette insan etkinliğini koruyamıyor ise de bu materyalinin en zengin çeşitliliği gösterdiği psikopatoloji alanında filizlendi. Bugün psikiyatri içindeki durum onun insanı açıklama bakımından önemine gölge düşürmez.
Dilbilim ve Psikanaliz
Lacan’ı psikanaliz geleneği çerçevesinde özgün kılan, arasında kurduğu ilişkidir.
Bilinç fenomenlerinin tüm psişik olgularını içermesi anlayışını Descartes’a bağlamak mümkündür.
İnsanın bilincinde olmadığı düşüncesi olmazdı.
İnsanların doğumdan itibaren maruz kaldıkları toplumsal baskı, bazı arzuların bilinçdışına bastırılmasına neden olur ve bu bilinçdışı arzular da kendini “lapsus’larda (dil sürçmesi), “hatalı hareketlerde”, rüyalarda ve nevrozlarda simgesel bir tarzda şekil değiştirerek gösterir ve tatmin yollan arar.
Bu nedenle psikanaliz bir “derinlikler psikolojisidir. 
Nevroz geçmişteki bastırılmış bir çatışkının güncel olarak ve simgesel bir tarzda ifade edilmesi olarak görülebilirdi.
Bir anlam araştırması olan psikanalizin tam olarak teorikleştirilebilmek için dilbilime ihtiyaç duyduğu söylenebilir.
Bu bağlamda Lacan’ın tüm yaptığı, söz konusu teorik gereksinimi karşılanmaktan ibarettir 
Kişi belli bir duygu ve heyecanı bilinçli olarak yaşar, ancak bunlara düşen fikirler her zaman bilinç alanında yer almaz; esas fikirler bilinçdışı kalırken, bunların yerine başka fikirler bilinç alanını kaplar.
Demek ki fikir dışına bastırılan fikirler temsilcilerdir, doğal haldeki içgüdüler değil.
Lacan ise
1- Bilinçdışı simgelerden oluşur.
2- Bilinçdışı tamamen simgesel kültür yaşantısının sonucudur.
Psikanaliz bilinçdışının bilimidir.
Lacan’ın özgün yanı, psikanaliz ile yapısalcı bilim arasında kurduğu ilişkidir.
Yapısalcı dil bilim, psikanaliz için bir sistematikleşme imkânı tanımaktadır.
Psikanalizin teorik sorgulama alanının teorik nesnesi bilinçdışıdır. Özgün bir nesne olarak bilinçdışını araştırmada kullanılan yegane araç ise dildir. 
Lacan’a göre simge ya da bütünüyle simge sistemi üçlü bir etki ifa etmektedir.
1. Ben ve ben olmayanı içsel olanla dışsal olanı ayırt etmeye imkan tanımaktadır.
2.Sübjektiviteyi, içselliği, bu içselliğin ifadesi olan söylemden ayırt etme imkanı tanımaktadır.
3.Simgenin düzeni insanı bir özne olarak diğerleri karşısındaki konumuna yerleştirir.
“Bir gösteren bir özneyi bir başka gösteren için temsil eder.”

LACAN’I ANLAMA KILAVUZU

        20. yüzyılın en tartışmalı kuramsal alanlarından birisi psikanalizdir. Daha Freud’un ilk çalışmalarından itibaren psikanalizin kuramsal statüsü sürekli sorunsallaştırılmış; psikanalizin bilim olup olmadığı, bilimse bir bilim olarak nasıl temellendirilebileceği yani epistemolojik düzlemde nasıl ortaya konulabileceği her zaman tartışmalı olmuştur
        Lacan'ın başlangıç noktası, öncelikle bu teorik statünün değerlendirilmesi ve epistemolojik temel noktaların yeniden değerlendirilmesidir
        Lacan bu adımların takipçisi ve savunucusudur öncelikle. Lacan'ın, kendisini bir Freud savunucusu olarak ifade ettiği ve bunu özellikle Freud sonrası kuramsal adımlardan vazgeçen ya da onları yadsıyan psikiyatri eğilimine karşı ortaya koyduğu söylenebilir. "Benlik Psikolojisi" Lacan için kabul edilemez bir yöndür.
        Lacan’a göre psikanaliz, bir bilim olarak bilinçdışının Bilimi'dir.
        Psikanaliz bir bilim olacaksa, öncelikle epistemolojik olarak kendi ayrımını temellendirebilmelidir, yani nesnesini ayrımlayabilmelidir. Bu noktada Lacan pozitivizm-ampirizm sonrası gelişen bilim anlayışını kuramsal olarak temel alır ve Freud'u buna göre yeniden okur. Buna göre, psikanalizin nesnesi (Freud'un da pek çok yerde işaret etmiş olduğu ama tamamen açık kılamadığı haliyle), Bilinçdışı'dır. Bunun bir teorik nesne olduğunu belirtmek gerekir ve burada ayrıca psikanalizi başka bilimlerden ayırmak üzere, bilinçdışının, özgün bir teorik nesne olduğunu da belirtmek gerekir Lacan'a göre. Althusser'in Lacan üzerine erken yazılardan biri olan yazısında belirttiği gibi, bu Lacan'ın, onu yeni bir düzleme getirmek üzere "Freud'a dönüş hareketi" dir.
        Böylece, yani bu dönüş girişimiyle Freud ve dolayısıyla da psikanaliz, doğum zamanının sınırlarından ve sorunlarından çıkarılıp yeniden doğru bir şekilde değerlendirilebilecektir.
        Lacan, bilinçdışı dil gibi yapılanmıştır der.
        Yani, dil bir göstergeler sistemi'dir ve dışsal bir gönderimi yoktur. Lacan bunu psikanalize uyguladığında vardığı sonuç, Bilinçdışı'nın tıpkı Dil gibi kendine özgü bir yapı ya da sistem olduğudur. Bilinçdışının dış dünya ile özsel bir bağlantısı yoktur, anlam ayrımlarını kendi iç-öğeleri ile belirleyen bir çeşit göstergeler dizgesi söz konusudur.
        "Lacan, dilsel gösterge ile psikanalizin Simgesi'ni aynı şeyler olarak düşünmektedir". Althusser
        Özne, Dil dolayımıyla böylece kendini simgesel düzende bir gösteren olarak işaret edilmiş olarak bulur ve öznelliğini de zaten bu şekilde kazanır. Bu andan itibaren birey-özne bir simge olarak simge düzenin bir parçası ya da öğesidir. Dil, bu bağlamda öznenin gerçeklikle, kendisiyle, ötekilerle ilişkisini düzenler
        Lacan'ın Freud'un çalışmasından ısrarla aldığı ve kendi kuramında merkezi bir yere koyduğu formülasyonlardan birisidir Oidipus Karmaşası ya da başka bir isimle Oidipus Kompleksi. Bu Lacanci psikanaliz teorisinde Oidipus Yasası olarak belirir.
        Oidipus karmaşası, kültüre ve dolayısıyla insan olmaya giden zorunlu bir süreçtir; Oidipus’suz kültür ya da uygarlık olamaz Lacan’a göre. Ancak bu doğal bir karmaşa değil, simgesel bir karmaşadır.Simgesel yapının devreye girmesiyle insan yavrusunun simgesel sisteme geçişini ve bu geçişte oluşan evreleri açıklar. Örnegin, buradada gerçek bir babadan söz edilip edilmediği önemli değildir, önemli olan Oidipus yasasını geçerli kılmak üzere simgesel baba işlevidir, ki bunun tanımı Babanın Adı olarak belirtilir. Böylece simgesel düzene giren çocuk, kendi kültürel konumunu bu simgesel adı tanımakla edinmeye başlar. Burada dikkat edilmesi gereken nokta, Oidipal Yasa'nın özünde simgesel bir yasa olmasıdır. 
        Lacan’a göre, Oidipus karmaşasıyla simgesel düzene dahil olmak, daha önce, Dil dolayımıyla belirtilmiş olan iki temel noktanın geçekleştirilmesi anlamına gelir.
-Bilinçdışının kuruluşu,
-Birey-öznenin kuruluşu.
        Oidipus karmaşası olarak belirtilen karmaşa ya da Yasa, anne ile çocuğun doğal ilişkisinin yasaklanması, ve bu yasakla doğan bilinçdışı arzunun Babanın Adı'yla yeni imgesel biçimlerle ikame edilmesiyle çözülür. İnsan yavrusu böylece toplumsal biçimleri edinir ve birey-özne olur. Özetle, kültürel düzene girişin anahtarı bu kökensel bastırmayla söz konusu olmaktadır.
Serhat AKMEŞE

Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.

Benzer Yazılar

Yorumlar