JACQUES-MARİE EMİLE LACAN
Doğumu: 13 Nisan 1901-Paris, Fransa
Ölümü: 9 Eylül 1981 (80
yaşında)- Paris, Fransa
Çağı: 20. yüzyıl felsefesi
Bölgesi: Batı felsefesi -Okulu
Psikanaliz: Yapısalcılık-Postyapısalcılık
Önemli fikirleri: Ayna evresi- Arzu grafiği
Yapısalcılık: Yapısal dil bilimi olan strüktüralizm, dilin tümüyle bir yapı
özelliği gösterdiğini, terimlerin bu ilişkileri belirlediğini ileri süren dil
bilimi öğretisi Dilin tümüyle bir yapı özelliği gösterdiğini, terimlerin bu
ilişkileri belirlediğini ileri süren dil bilimi öğretisi, yapısal dil bilimi
Bilimin her dalında "yapı" dan yola çıkarak sonuçlara ulaşma yöntemi,
strüktüralizm
Jacques Marie Émile Lacan (d. 13 Nisan 1901 – ö. 9 Eylül
1981), "Freud'den bu yana en tartışmalı psikanalist"[1] olarak
anılan Fransız psikanalist
ve psikiyatrdır.
Asıl ve tam adı Jacques-Marie Emile Lacan’dır. Jacques
Lacan olarak bilinir. 13 Nisan 1901'de Paris’te
doğmuş, 9 Eylül 1981 de aynı
yerde ölmüştür. Tıp eğitimi aldıktan sonra, 1932'de "Kişilikle
İlişkileri Açısından Paranoyak Psikoz" adlı doktora teziyle psikiyatr oldu. Daha sonraki
çalışmaları da yine özellikle kuramsal-felsefi alanda yoğunlaşacak ve yeni bir Freud
okumasıyla psikanalizi
yeniden temellendirmeye yönelecektir.
Lacan’ın genel teorik şeması ve argümanları
anlaşılmakla birlikte, genelde sözlerinin oldukça karmaşık, belirsiz ve anlaşılması
güç bir niteliğe sahip olduğu bilinir. Dolambaçlı ve çetrefil söz oyunları,
eğretilemeler, anlaşılması ve yorumlanması güç göndermeler sürekli olarak bu
dile hâkimdir. Lacan güç bir yazardır bu bakımdan, ama Lacan’ın yazmaktan
çok konuşmuş olduğunu da
belirtmek gerekir. Onun yazıları daha çok öğrencileri ve izleyicilerinin
tuttuğu notlar ve kayıtlardan oluşur. Konuşmaları, daha doğrusu seminerleriyle
ünlüdür. Dönemin Fransız aydınları
seminerlerinin sıkı bir takipçisi olmuşlardır. Başlıca çalışması Ecrits (Yazılar) 1966' da
yayımlandı. Bu tarihi dönem, yapısalcılığın Fransa’da çok etkili ve güçlü
olduğu bir dönemdir. Dolayısıyla Lacan’ın konuşmaları dönemin aydınlarını
derinden etkiledi ve sonrasında da sürekli yeniden yorumlandı.
Kuramsal psikanaliz alanındaki çalışmaları Sigmund Freud’un yeniden yorumlanmasıyla yapısalcılık'tan postyapısalcılığa (Yapısalcılık ötesi) uzanan bir yol
izler. Dolayısıyla Lacan, yalnızca önemli bir psikoanaliz kuramcısı olarak
değil, daha başlangıçta psikanaliz, dil bilim, antropoloji ve felsefe alanındaki
geçişkenliği sağlamasıyla ve ardından da geliştirdigi formülasyonların ve
kavramların felsefi düzlemde yol açtığı sarsıcı sonuçlarıyla 20. yüzyıl felsefesinin önemli isimleri arasında yerini
alır.
Yirminci
yüzyılda ortaya çıkan disiplinler arasında belki de psikanaliz kadar farklı
alan ve konularda etkili hale dönüşmüş ve buna mukabil statüsü sürekli tartışma
konusu haline getirilmiş bir disiplin yoktur. Freudun ilk çalışmalarından
itibaren psikanalizin teorik statüsünün sürekli tartışıldığını, psikanalizin
bilim olup olmadığı, bilimsel bir bilim olarak nasıl temellendirilebileceği
konusunun, yani psikanalizin epistemolojik statüsünün bu tartışmaların temel
nesnesi olduğunu söylemek gerekli. Lacan'ın baslangıç noktası, öncelikle bu teorik statünün
değerlendirilmesi ve epistemolojik temel noktaların yeniden
değerlendirilmesidir. Lacan’ın özellikle psikanalizi bir Benlik Psikolojisi
olarak konumlayan Freud’un ardılı bazı psikanalistlere karşı, kendisine özgü
bir Freud savunmasına girdiği söylenebilir.
Lacan İd - Ego - Süperego kuramından uzaktır. O, daha çok erken dönem denilebilecek Freudla yani daha çok bilinç
dışının yapısı, oluşumu, yeri ve işleyişi ile uğraşan Freud'la bağlantılıdır. Çünkü
Lacana göre psikanaliz, ""bir bilim olarak bilinç dışının
bilimi""dir.
Psikanaliz bilim midir?
Farklı
Freud okumalarıyla psikanalizi yeniden temellendiren Lacan, 26 yıl boyunca
verdiği seminerleriyle de ünlüdür. Bu seminerler, öğrencilerin ve katılımcıların
notlarından bir araya getirilmiştir. Lacan, seminerlerle psikanalizin mevcut algılarını ve
sınırlarını zorlamış hatta iş Lacan'ın, Uluslararası Psikanaliz Derneği'nden
atılmasına varmıştır. Bu da
Lacan'ın, fikirlerinin çarpıtılacağından endişe ederek, ölümünden kısa süre
önce kapatacağı psikanaliz okulunu kurmasına neden olmuştur.1964de Uluslarası
Psikanaliz Birliğinden ""aforoz"" edildikten sonra verdiği
ilk seminerde Lacan, birkaç yönlü bir işe girişiyor: Bir yandan, dinleyicilerine
psikanalizin dört temel kavramını (bilinçdışı, tekrarlama, aktarım, dürtü)
kendine özgü bir tarzda tanıtırken, bir yandan da dönemin epistemolojisinden
yararlanarak psikanalizin bilim olup olmadığını, psikanalizi var eden özneyle
modern bilimi kuran öznenin (cogito'nun öznesinin) aynı olup olmadığını
sorguluyor. Freudun düşüncesini açımlarken onunla hesaplaşmaktan da geri
durmuyor. Söylemiyle felsefeyi psikanalizle, psikanalizi de felsefeyle
yüzleşmeye çağırıyor. Şu sorunun peşine düşüyor:
Psikanalizin
-kelimenin geniş anlamıyla- temelleri nelerdir?
Yani, psikanalizi praksis olarak kuran, temellendiren şey
nedir?
Psikanaliz
ile felsefeyi yüzleştiren, Hegel ile Freudu birlikte okuyan Lacanın 21.
yüzyılın filozofu olduğuna ilişkin Alain Badiounun fikri ne kadar muteber
olacak bilinmez ama, Lacan’ı hakkıyla değerlendirmenin fikriyatının oluşumunu
kavrama noktasında bize önemli ipuçları vereceği kuşkusuzdur.
[Psikanalizin Dört Temel Kavramı, Jacques Lacan, Çev. Çeviri : Nilüfer Erdem, Metis, 2013]
[Psikanalizin Dört Temel Kavramı, Jacques Lacan, Çev. Çeviri : Nilüfer Erdem, Metis, 2013]
Derleyen ve Özetleyen:
Hakan Kızıltan
Hakan Kızıltan
Lacan tüm yaşamı boyunca Freud savunucusu olduğunu
iddia etmiştir. Özellikle sosyo-kültüralist Amerikan okuluna ve "Ego (Ben)
Psikolojisine","Ego"nun (Ben) vurgulanmasına, psikanaliz
kavramlarını yumuşatarak deforme eden yazarlara karşı çıkar. Lacan'a göre bir
bilim olan psikanalizin bir tek nesnesi vardır : Bilinçdışı. Bu nesneyi, daha
doğrusu bu teorik nesneyi özgün kavramlar ile işlemek, ele almak gerekir. Bu
özgün bir nesnedir ; ne biyolojik kökenli kavramlarla ele alınabilir ne de
sosyoloji ağırlıklı olanlarla. Jacques Lacan, bu köktenci ve uzlaşmaz tutumu
nedeniyle uzun süre dışlandı, görmezden gelindi. Lacan, tüm yaşamı boyunca
organik psikiyatri teorik temelinde gelişen klasik psikiyatrik yaklaşıma da
karşı çıktı. Bu tutumuyla Lacan, antipsikiyatri savunucusu olmamakla birlikte,
bazı yazarlar eserini bu yönde yorumlamaya açık bulmuşlardır.
Lacan'ın özgün yanı, psikanaliz ile yapısalcı dilbilim
arasında kurduğu ilişkidir. Freud'un bilinçdışının işleyişi hakkında öne
sürdüğü mekanizmaların aynen dilde de bulunduğunu göstermiştir ki, esas buluşu
budur. Ancak, Lacan bu ilişkilendirme işleminin Freud'a yeni bir şey katmak
anlamına geldiğini düşünmez. Aksine, adeta dilbilim psikanalizin temel sorgulama
alanında yapısal olarak, yani bir konum olarak bulunan bir boşluğu
doldurmaktadır. Dilbilim, zaman bakımından psikanalizden sonra ortaya
çıkmıştır. Ancak, psikanalizin temel sorunsalı, yalnızca dilbilim ile
ilişkisinde netleşen bir sorunsaldır. Bu demektir ki, yapısalcı dilbilim
psikanaliz için bir sistematikleşme imkanı tanımaktadır.
Lacan'a
yakından bakarsak "Yapısal Kuram"dan (İd, Ego, Süperego kuramı) uzak
olduğunu görürüz. Özellikle
"Rüyaların Yorumu","Schreber
Vakası","Metapsikoloji"deki Freud ön plana çıkar, yani 1900-1915
arası erken Freud. Bu dönemde Freud'un temel sorunsalı bilinçdışı, bilinçdışı
çocukluk karmaşaları, bilinçdışının işleyiş mekanizmaları ve bastırma
mekanizmasıdır. Lacan, böylece psikanalizi
"bilinçdışının bilimi" olarak ilan edecektir
DİL
Bilinç kendini ancak dilin yani toplumsal-uzlaşımsal
bir kurumun dolayımıyla ele alabilir. İnsan kendi varoluş gerçeğini olduğu gibi
değil, ancak dilin ona sunduğu, kendi kuralları olan bir yapıdan dolayımlanarak
biçimlendirebilir, düşünebilir ve ifade edebilir. Bu dolayım, insanın kendisine
yabancılaşma sürecini mümkün kılar. Zira, bilinçdışı da insanın kendi gerçeğini
kültürel bir koddan dolayımlanarak kavramak zorunluluğuna bağlanır.
Dilin birimleri "gösterge"lerdir.Gösterge
bir "gösteren", bir de "gösterilen"den oluşur. Gösterge bir
ses değil, "işitsel imge"dir. Yani, gösteren fizik bir nesne değil,
bilişsel bir nesnedir. Gösterilen ise dış dünyadaki bir nesne değil,
"kavram"dır. Demek ki, göstergenin her iki ögesi de zihinseldir.
Gösterme ilişkisi, bir işitsel imgeyi (yani göstereni) bir kavrama (yani
gösterilene) bağlayan ilişkidir. Gösterge dış dünyada bir şeyin anlamlı olarak
yerini tutar, ama anlamı yine kendi içindedir, yoksa dışarıda gönderimde
bulunduğu şeyde değil. Anlamın kaynağı bilinçtir. Yoksa her şey, Demokritos'un
dediği gibi "atomlar ve boş uzaydan" ibarettir. Bu anlamsız
gerçekliğe anlam veren, onu bilinç edimime nesne edinmemdir. Anlamın, özün
kaynağı bilinçtir. "Atomlar ve boş uzaydan" oluşan gerçekliği
düşünmekle bizzat bu gerçekliğe anlam katmış olmam. Benim bilincimin nesnesi,
deyim yerindeyse, korelatlardır, yani anlam yine bilincime içkin kalır. İşte,
özgürlük de burada temellenir.
Gösterme ilişkisinde her iki ögenin bağlantısı
keyfidir. Yani, mesela "masa" işitsel imgesiyle "masa"
kavramı arasında ne deneysel ne de mantıki ilişki vardır. İkinci olarak,
göstergenin her iki ögesi de zihinseldir, bir başka deyişle dil içinde kalır.
Masa işitsel imgesi, (göstereni) kendisi zihin içinde kalmakla yetinmez, anlamını
dış dünyada gönderimde bulunduğu gerçeklikten değil, gene zihindeki masa
kavramından alır. İşte, dile otonomisini veren budur. Dil kendi içinde bir
bütündür, dış dünyaya gönderim zorunluluğu olmaksızın salt dil düzeyinde
çalışılabilinir.
Göstergenin (ya da Lacan'ın yer yer kullandığı daha
geniş kapsamlı "simge"nin) dilin kendi otonom kurallarıyla
belirleniyor olması, bilince tanınan tüm fenomenolojik ayrıcalıkların sonu
olur. Gerçekten de fenomenolojik indirgeme yöntemi, paranteze alma işlemi
aslında hiç umulmadık bir kalıntı bırakır. Dili bilinçten atamazsınız, çünkü bu
durumda bir bilinç edimi "cogito" mümkün olamaz. Dilden arınmış bir
düşünce düşünülemez.
İnsan kendisini ve gerçekliği ancak dilin verdiği
dolayım sayesinde düşünebilirken, hem gerçekliği kendisinden ayırdetme -
böylece gerçeklik nosyonu geliştirebilme - imkanına kavuşur, hem de giderek
daha toplumsallaşmış, "yüceltilmiş" kavramlarla kendini düşünürken,
kendi gerçekliğini dile getiren ilk simgeleştirmeleri de bilinçdışında bırakmış
olur. Bu noktada Lacan'a göre göstergenin sadece işitsel bir imge olmadığını,
simgeleştirmeye imkan veren her şey olabileceğini, gösterilenin ise (ya da
Lacan'ın daha sık kullandığı terim olan "öznede gösterilen"in ise)
öznenin yaşantıladığı her şey olduğunu (bir anlamda tüm bilişsel
simgeleştirmelerden soyutladığımızdaki haliyle heyecanlar demek yanlış olmasa
gerek) kaydedelim. Demek ki Lacan'da simgeler insanın çıplak yaşantılamasını
kendi biçimsel kurallarına göre yapılandırır.
Saussure'e göre dil, iletişim amacıyla onu kullanan
insanlardan bağımsız ve onlara öncel, kendine özgü bir yapısı ve yapısal
kuralları olan uzlaşımsal bir sistemdir ; dil, dilin bireysel kullanımı olan
söze kendini kabul ettiren toplumsal bir kurumdur. Bu şekilde ele alınınca
dilden bağımsız bir düşünce, dilin kurallarının dışında ve ötesinde bir düşünce
olamaz. Saussure'e göre dil sistemi ile düşünce ayırdedilemez. Düşüncenin
biçimleri de dille birlikte kurulur. Psikanalizin sorunsalı, Saussure'ün
kavramlarıyla konuşursak, dilden çok "söz"ü (söylemi) sorgular. Söz
bireyin, öznenin dili kullanmasıyla ortaya çıkan, gerçek bir nesne olarak
varolan ve - zaman içinde birbirini izleyen dil birimleriyle belirlendiğine
göre -art zamanlı bir boyuttur. Oysa dil, söze (yani bireysel kullanıma) olanak
tanıyan uzlaşımsal bir kurumdur, yani bir dili konuşanlar tarafından üzerinde
anlaşılmaya varılmış olmasından başka bir geçerlilik koşulu yoktur. Öte yandan
dil, sözün tersine gerçek nesne değildir, o bir potansiyel, bir gizil imkanlar
bütünüdür. Daha doğrusu, bireysel kullanıma (söze) imkan veren biçimsel
kurallar sistemidir. Dil, söz gibi "art zamanlı" da değildir ;
biçimsel kurallar dilbilimsel birimlerin eşzamanlı ilişkisinden ibarettir.
Jacobson'a göre, konuşurken iki tip edimde bulunuruz :
"ayıklama" ve "birleştirme". Ayıklama, birbirinin yerini
alabilecek ögeler arasında bir seçim yapma edimidir. Birleştirmeyse, bu ögeleri
daha üst düzeyde bir öge elde etmek için art zamanlı bir şekilde eklemleme
işlemidir. Bir başka deyişle, ayıklama Saussure'ün "dil" kavramı düzeyinde
gerçekleşir. Ayıklamada, birbiriyle eşzamanlı, gizil ilişkide olan ögeler
arasında bir seçim yapılır. Birleştirmeyse, Saussure'ün "söz"
düzeyinde geçer. Yani, burası aktüalize olmuş bir düzeydir ve belirtildiği gibi
artzamanlı bir ilişkilendirme süreci söz konusudur.
Lacan, "bilinçdışı dil gibi yapılaşmıştır"
derken, büyük bir olasılıkla, bilinçdışındaki simgelerin, yukarıdaki dil
düzeyini özetleyen ilişkiler içinde olduğunu savunmaktadır.
BASTIRMA
Klasik teoriye göre iki farklı mekanizma olan bastırma
ve yüceltme, Lacan'da bir tek mekanizmadır. Klasik teori bastırmayı egonun
savunma mekanizmalarından biri olarak, fakat hemen hemen diğer mekanizmalarla
aynı önemde bir mekanizma olarak ele alır. Klasik teoride bastırılan materyale
karşı ikinci bir savunma olarak "yüceltme" ya da başka farklı
mekanizmalarla semtom oluşumu devreye sokulur. Oysa Lacan'da bastırma ve
yüceltme (ya da patolojik durumlarda semtom oluşumuna yolaçan diğer
mekanizmalar) bir tek edimde gerçekleşir. Bu edim de dilbilimsel metafor
kavramında anlatımını bulur. İnsan kültürün simgelerinde metaforlarla
yüceltirken, metaforun ardında kalan gösteren bilinçdışına itilmiş olur.
Metafor: Mecaz, sözcükleri gerçek
anlamları dışında kullanma sanatıdır.
Lacan'a göre bastırma dilbilimsel metafora benzeyen
bir süreçtir. Metafor dilbilimsel bir gösterenin yerine, onunla eşzamanlı
ilişkide bulunan bir başka gösterenin ikame edilmesi eğilimidir. Böylece
gösterilen değişmeden kalmakla beraber gösterilenin kökensel göstereni, yerini
bir başka gösterene bırakmış olur. Edebiyatın daha ince bir söylem için
sıklıkla başvurduğu bu edime özne, daha toplumsal bir anlatım, bir söylem
kurmak için başvurur. İşte, Lacan'a göre bastırma mekanizmasında benzer bir
süreç söz konusudur.
Metaforda ilişkiye geçen gösterenler birbiriyle
eşzamanlı ilişkidedir. Bir başka deyişle, metafor dil ekseni düzeyinde
gerçekleşir. Bilinçdışı, metaforlar zinciriyle oluşmuş ise metaforların ardında
bıraktığı gösterenler birbiriyle eşzamanlı ilişki içindedir, tıpkı bir dilin
yapısında olduğu gibi. "Bilinçdışı bir dil gibi yapılaşmıştır" der
Lacan.
Lacan'a göre insan kendi gerçekliğini giderek üst üste
yığılan metaforlarla düşünür, böylelikle kendi gerçekliğiyle düşüncesi arasında
bir uçurum meydana gelir. Üst üste yığılan metaforlar ardında bilinçdışı
simgeler kalmıştır. İnsan kendi gerçekliğini giderek daha toplumsallaşmış
simgelerle düşünür ve dile getirirken esas çıplak gerçekliğini dile getiren
simgeleri geride, bilinçdışında bırakmış olur.
İnsan kendi gerçeğini bilinçdışı kılar. İnsan kendi
gerçeğini önce ailenin sonra diğer kültürel kurumların söyleminden
dolayımlanarak düşünürken esas otantik gerçekliğini bilinçdışı kılmış olur.
Kültürün simgesel düzeninin sağladığı hatta empoze
ettiği metaforlar zinciri, bastırmadan başka bir şey değildir. İnsan, biyolojik
bir varlıktan kültürel bir "özne" olma yolunda, temel dürtülerine
toplumsallaşmış tatminler aramak suretiyle ilerler. O halde "gerçeklik
ilkesi" denen şeyde kastedilen "gerçeklik" doğal bir gerçeklik
değil, kültürel bir gerçekliktir ve bu ilke de "haz ilkesine" tam
anlamıyla karşıt sayılmaz. Gerçeklik ilkesi altında "özne" ilkel
dürtülerine kültürel tatminler arar. Her kültürel isteğin ardında bilinçdışı
bir arzu yatar. Demek ki, Lacan'a göre bastırma simgesel arzulara toplum tarafından
kabul gören daha "uygar" simgelerin ikame edilmesinden ibarettir. Bu
durumda Lacancı analizin dilsel bir regresyon süreci olarak görülebileceğini
ileri sürmek yanlış olmaz.
Bastırma insanın kökensel arzusunu giderek kültürel
normlara daha uygun gösterenlerle ifade etmesi, böylece giderek esas arzusunun
ilk simgeleştirmesinden uzaklaşmasıdır. Yaşantılanan, gösterilen afekt sürekli
bilinç düzeyinde kalırken, bu yaşantılamanın düşünüldüğü gösteren bir başka
gösterenin, toplum tarafından kabul edilir, kültüre uygun bir gösterenin onun
yerini almasıyla bilinçdışı düzeyine düşmekte, yani insan kültürün dünyasında
ilerlerken arzusunun ilk simgeleştirilmiş halinden giderek uzaklaşmaktadır.
Bir tedavi tekniği olan psikanaliz regresif bir
süreçte üst üste yığılmış bu metaforlar zincirini geriye doğru kateder ve
arzunun ilk simgeleşmiş haline, öznenin esas arzusuna ulaşmaya çalışır. İkinci
gösteren kültürel düzeye uygun bir gösterense, bu süreç normal olarak kültürel
yüceltmeye açılacaktır. Yani, bastırma ve yüceltme aynı anda, bir tek edim
aracılığıyla gerçekleşecektir. Fakat, aynı şekilde semtom da oluşabilir. Hasta
bilinçdışına bastırdığı arzusunun ilk simgesi yerine semtomu da ikame edebilir.
Semtom bilinçdışı arzunun metaforik bir ifadesidir ve anlamını bu arzudan alır.
Kişi belli bir duygulanım ve heyecanı bilinçli olarak
yaşantılar ancak bunlara denk düşen fikirler her zaman bilinç alanında yer
almaz, esas fikirler bilinçdışı kalırken, bunların yerine başka fikirler bilinç
alanını kaplar ; kişi duygularını tamamen farklı fikirlerle yorumlayabilir.
Demek ki, bilinçdışına bastırılan fikirsel temsilcilerdir, neyse o olan yani
doğal haldeki içgüdüler değil. Böylece gösterilen değişmeden kalmakla beraber
gösterilenin kökensel göstereni yerini bir başka gösterene bırakmış olur.
AYNA
EVRESİ
Lacan’a göre kısaca , öznenin ilk
yapılanma dönemi.
Bu evrede çocuk, görüntüsünü bir
aynada görüp tanıdığı zaman, 6 ve 18 aylar arasında gerçekleşir. lacan ayna
evresinin, çocuktaki biyolojik olgunlaşmamışlıktan kaynaklanan temel eksikliği,
önceden gidermeye yönelik bir çözüm olduğunu ve bunun da aynada görülen kendi
bedeninin biçimi sayesinde gerçekleştiğini ileri sürdü.
İnsanın özelliği tamamlanmamış
olarak doğmasıdır. her şeyden önce sinir sistemi için geçerlidir ve bu ayna
evresinde çocuk, kimi zaman yürümeyi ve konuşmayı henüz becerememiştir. öyleyse
burada henüz tamamlanmamış bir biçimin önceden algılanması söz konusudur. Çocuk
ayna evresiyle, bir özne görüntüsünü ilk olarak tasarlar. bu görüntü, çocuğun,
başkasıyla bağıntı kurmasını ve dil alanına geçmesini olanaklı kılan ilk
simgesel kalıptır.
Lacan'ın gelişimde üç ayrı evre
ayırt ettiği söylenebilir ; parçalanmış beden, ayna evresi (kabaca imgesel
düzen) ve oidipal evre (kabaca simgesel düzen).
Parçalanmış beden evresi, çocuğun psikomotor eşgüdüm
düzeyinde bedeninden kalkan duyumları bütünleştiremediği evredir. Bu evrenin
kabaca Freud'un otoerotizm düzeyine denk düştüğü söylenebilir, çünkü Freud bu
evrenin karakteristiği olarak libidonun örgütlenmiş bir güç oluşturmadan önce eşgüdümden
yoksun bir şekilde değişik beden bölgelerine yatırıldığını söyler.
İmgesel'in düzenine uyan Ayna Evresi kabaca Freud'un
narsisizm dönemine denk düşer. Bu dönem 6-8 aylık bir çocuğun aynadaki kendi
imgesini coşkuyla tanıması, bir bütünlük olarak kendini kavraması ile ilk
işaretini bulur. İnsanın kendini, kendinden geri yansıyan bir imgeden (ki bu
yansıtıcı anne de olabilir) dolayımlanarak ele geçirmesi, insanın kendini ona
bir başkası tarafından yansıtılan imge sayesinde kurgulayabilmesi tarafından
anlamlıdır.
Oidipal evre ise kültürel aile ortamında simgesel
düzen içinde, ikili değil artık üçlü ve dolayımlı ilişki içinde kendini
yerleştirmek bakımından ön plana çıkar. Bu bakımdan babayı içine alan kültürel
aile düzenine girme, kültür içinde kendi simgesel yerini veren (dolayısıyla
esasta baba tarafından taşınan) ensest yasağını (babanın yasası) tanıma, ikili
imgesel ayna ilişkisini kültürel bir yapılanma içinde düzene koyar, bu
ilişkinin sınırlarını belirler. Bu, insan varoluşu açısından kastrasyonun
tanınması (yasaya tabi olduğunun tanınması) anlamına gelir.
İlk kez Lacan'ın psikanalitik önemine değindiği Ayna
Evresi klasik teorideki narsisizm kavramıyla yakın ilişkidedir. Ayna Evresi tam
anlamıyla Oidipus öncesi dönem olarak kabul edilemez. Bazılarına göre Ayna
Evresi daha çok Oidipus'un sınılarında kalan, Oidipus'un başlangıcına temel
teşkil eden bir dönem olarak ele alınmalıdır.
Simgesellik öncesi çocuğun çevreyle ilişkisi ikili bir
ilişkidir. Çocuk bu dönemde bir başkasıyla, yaşıtı bir çocukla, annesinin
görsel imgesi ya da aynadaki kendi bütünsel imgesi ile imgesel yoldan
özdeşleşerek parçalanmış olarak yaşantıladığı bedenin bütünlüğünü kazanmaya
yönelir. Çocuk gerek seneztezik duyumlarını, gerekse hareketlerini
eşgüdümleyemediği için bedenini de bir bütün olarak yaşantılayamaz. İşte, bu
dönemdeki çocuk kendi beden imgesinin bir bütünlüğünü kazanmaya yönelir. Bu
dönemdeki çocuk, yani narsisistik dönemdeki çocuk neden kendi bütünsel imgesini
kazanmaya yönelir ? Onun arzusunu yönlendiren nedir ? Şüphesiz bu süreçte
bedenin parçalanmış bir biçimde yaşantılanması rol oynamaktadır. Ancak çocuğu
bir imgeyle özdeşleşmeye iten arzu nereden kaynaklanmaktadır ?
Lacan'ın narsisistik dönemi, yani Ayna Evresi çocuğun
annesi için her şey (retrospektif kuruluşuyla annesi için fallus) olmak, yani
onda "eksik" olan şey olmak arzusuyla, bütünsel imgesini kazanmak
için aynada kendi imgesiyle ya da başkasının, annesinin bütünsel imgesiyle
özdeşleştiği, anne-çocuk ilişkisinin dolayımsız dönemidir. Bu dönemdeki çocuk
annesiyle bütünleşmeyi arzular. Annesiyle bütünleşmeyi, annesinin her şeyi
olmayı, annesinin arzuladığı şey olmayı, annesinin arzusunun nesnesi olmayı
arzular. Böylece, narsisistik omnipotensine, Nirvana'nın bütünlüğüne, tüm
rahatsız eden uyaranlardan uzak, mutlak tatmin durumunun devinimsiz hazzına
ulaşacaktır
Lacan, Ayna Evresi'ndeki çocuğun arzusu, annenin
eksiği fallus olmaktır, dediği zaman klasik Freudçu kadın kastrasyon
karmaşasında penis=bebek denkleminin, annenin arzusunun bilinçdışı etkilerle
bebeğin arzusunu belirlediğini söylemiş olmaz yalnızca. Bunları da içerecek
şekilde ama daha geniş anlamda çocuğun anne için her şey (varlık) olma arzusunu
da yani omnipotens arzusunu da söylemiş olur. Çocuk anne için hiçlik, eksik,
sıfır değil her şey, varlık, bir olmayı, tek olmayı arzular. Görünmeyen değil
görünen, duyulmayan değil duyulan, anlaşılmayan değil anlaşılan, onaylanmayan
değil onaylanan, önemsenmeyen değil önemsenen, hiçlik değil varlık olmayı
arzular. Bu arzu anne ile tek olmak, içiçe geçmek, kaynaşmak arzusudur aynı
zamanda ; empatik bir tam içiçe geçmedir.
Şimdi tekrar Ayna Evresi'nin detaylarına dönelim.
Lacan'ın bu evreyi yaklaşık 6-8 aylık bir çocuğun ilk kez aynadaki kendi
imgesini coşku ile kavramasından hareketle ele aldığından söz etmiştik. Lacan
bu kavrayışın bir farkına varma, bir anlama olduğu kanaatindedir; insan
yavrusunun kendi mevcudiyetini, varlığını kavraması. Bu durumdaki insan yavrusu
gelecekte simgesel işleyiş içinde "ben" (I) diyeceği şeyin ilk
deneyimini kazanmaktadır.
Lacan'ın narsisistik dönemi olarak kabul
edebileceğimiz Ayna Evresi'nde çocuk başlangıçta parçalanmış olarak
yaşantıladığı kendi beden imgesini çevresindekilerin bütünsel imgelerinden
dolayımlanarak bütünleştirir ve böylece ortaya "Ben" denebilecek bir
şey çıkarsa da bu bütünlük Oidipus sayesinde, yani ailenin söylemi sayesinde
dilbilimsel bir gösterenle temsil edildiğinde "Ego" kurulmuş olur.
Lacan ben deneyiminin bir imge dolayımıyla
üstlenilmesi fenomenini göz önüne alarak bu deneyimin bir yabancılaşma, bir kurgu
üzerinde gerçekleşebileceğini söyler. Çocuk bu düzeyde psikomotor bütünlüğüne
ulaşmamıştır, ama kendini bu imge sayesinde bütünleşmiş, parçalarına ayrılmaz
bir bütünlük, bir kendilik olarak kavrar. Bu, Kohut'un "bütünleşmiş
benlik" (cohesive self) dediği şeyin bedensel imgesel bir temsili gibidir.
İmgesel düzende henüz "ben" ile
"ben-değil"in ayrımının tam netleşmediğini, sürekli bir gidip
gelmenin, benlik sınırında belirsizliğin sürmekte olduğunu kaydetmeliyiz. Söz
konusu netleşme ancak simgeselin dolayımlandırıcı, mesafe koyucu,
yabancılaştırıcı etkisi sayesinde kesinlik kazanabilir. Bu durumda imgesel
düzen, insanın kendisiyle imajını karıştırdığı bir yapılanma sunar. Fantezi ile
gerçeğin karıştığı bir düzeydir bu. Lacan, buradan hareketle insanın gerçekliği
tam olarak yakalayamayacağından söz eder.
İmgesel ilişki Ayna Evresi'nin temel karakteristiği
olmakla beraber bu ilişki biçimi tüm yaşam boyunca sürer. S.Lelaire'in dediği
gibi, "Ego öznenin imgesel özdeşleşmelerinin yeridir." Lacan'a göre
egonun esas işlevi bir imgeyle özdeşleşmek, bir kültürel imge halinde kendini
görmektir.
Egonun bütün işlevi Ayna Evresi'ndeki gibi imgesel
özdeşleşmeler yapmaktır. Ancak bu özdeşleşmeler kültürel simgesel düzenle
koşullandırılır. Söz gelimi, erkek çocuğun Oidipus çıkışında
"baba"sı ile özdeşleşmesi imgesel bir özdeşleşmedir, yani bir ego
işlevidir. Ancak bu özdeşleşmeyi yapılandıran simgesel bir temel vardır.Egoyu
baba ile özdeşleşmeye götüren Oidipal söylemdir. Böylece ego bilinçdışı
arzulara giderek daha toplumsallaşmış simgelerin ikame edilmesiyle
yönlendirilen bir imgesel özdeşleşme işlevinden ibarettir.
Ayna Evresi'ndeki çocuğun arzusu annesi için varlık
olmak, fallus olmaktır, dedik. Bu arzu esasta coşku ile ele geçirilen varlığın
onaylanmasının arzusudur. Çocuk adeta varoluşundan duyduğu keyfin onaylanmasını
bekler annesinden. Ancak Babanın Adı ile, toplumsal kültürel simgesel kodun
dolayımıyla karşılaşır. Bu simgesel dolayımlandırıcıyı fallus olarak algılar.
Omnipotensi ona yakıştırır. Babanın idealizasyonunu, çocuksu omnipotens
hayallerinin çöküşü koşullandırmaktadır.
Lacan'da Ayna Evresi'nin çocuk için eksiksizliğe,
Nirvana'ya ulaşmak için annesiyle özdeşleştiği, annesi için her şey olmak
arzusuyla kendi bedensel imgesini kazanmaya yöneldiği dönem olduğuna işaret
etmiştik. Demek ki Ayna Evresi'nin iki temel özelliği vardır;
1. Anneyle
bütünleşme arzusu
2. Beden
imgesinin diğer insanların bedensel bütünlüğüyle özdeşleşme yoluyla kazanılması
Lacancı analitik fenomenolojide bulunan temel varsayım
: insani arzu Öteki'nin arzusunun arzusudur ; insan arzulanmayı arzular. O
zaman ilk bakışta güç gibi gözüken şu denklem ortaya çıkar ; insan kendini
ancak dilde, yani Öteki'nin nezdinde, gene Öteki tarafından ona dayatılan bu
yabancı ortamda kendine yabancı(laşmış) olarak imleyebilir. İşte Lacan'a göre
bu ötekileşme, bu yabancılaşma bilinçdışının koşuludur. Böylece özne kendini
imlerken temelde Öteki'nin arzusunu dile getirir.
Anne-çocuk ilişkisinin kaçınılmaz bir boyutunu
oluşturan frustrasyonlar [engellenme; kösteklenme; set çekilme] sayesinde
çocukta bir gerçeklik duygusu gelişmeye başlar. Çocuk giderek omnipotent [her
seye gücü yeten olma], kendi dolayımsız tatmin kaynağı olma arzusunun sonuçsuz
kaldığını algılar ve erişkinin omnipotensini paylaşmaya yönelir. Böylece,
erişkinin sevgisi, bu sevgiyi kazanmak ve kaybetmemek arzusu ağırlık kazanmaya
başlar. Dış dünyanın koşulları çerçevesinde gerçekleşen frustrasyonlar
gerçeklik duygusunun yanında "gerçeklik ilkesinin"nin de gelişmesine
ışık tutar. Çocuk davranışlarının muhtemel sonuçlarını değerlendirmeye başlar.
Böylece gerçeklik ilkesi, dolayımsız tatmin arayışının yerine, gelecekte
vaadedilmiş bir tatmini ikame etmeye dayanır. Lacan'ın gerçeklik ilkesinden
anladığı şey de bir yönüyle bu metaforik mekanizmadan ibarettir.
Dış dünyayla "Ben"in ayrışmasını, gerçeklik
prensibinin oluşmasını koşullandıran oral frustrasyonların anneye bağlı olduğu
açıktır. Ancak söz konusu olan frustrasyonlar, bir anlamda, kaçınılmazdır.
Çocuğun oral dönemde ayrıştırmaya başladığı tek nesne olan anne, gidiş
gelişleriyle narsisistik omnipotensi yıkar ; anne çocuğa tabi bir nesne
değildir.
Lacan, insan "gerçeklik ilkesi"nin söz
konusu ettiği "gerçekliğin" doğal bir gerçeklik değil insani,
simgesel, kültürel bir gerçeklik olduğu görüşündedir. Bir başka deyişle, erken
oral frustrasyonların kendisi değil, nasıl simgeleştiği önem kazanır Lacan'da ;
çocukta bu frustrasyonlar hangi simgelerle kodlanmaktadır ? Oral dönemdeki
frustrasyonlar ancak simgesel bir dolayım sayesinde kişilik üzerinde etkili olabilir.
Lacan'a göre insani gerçeklik sisteminin kuruluşu doğal frustrasyonlardan çok,
bu frustrasyonların kültürel simge düzeyinde kazandığı anlama bağlıdır. Çocuk
annesiyle ilişkisindeki frustrasyonları, aile söyleminin sağladığı simgenin
dolayımıyla üstlenir. Böylece biyolojik kökenli frustrasyonlar
toplumsal-kültürel koda bağlanırken Oidipus karmaşasının ilk çekirdeği de
atılmış olur. Çocuk frustrasyonlarını annenin söylemi sayesinde Babanın Adı'na
bağlayarak üstlenmekle kültürün düzenine doğru çekilmiş olur. Kültürel bir
kurum olan "Baba" önemini ve anlamını buradan alır. Eğer anne
"Baba"ya gönderimde bulunmazsa çocuk imgesel ilişkide takılıp kalır ;
psikozun temeli budur.
Çocuğun ilkel yaşantılaması sadece narsisistik
doyumuna, Nirvana'ya yöneliktir. Onun annesiyle bir bütün olma arzusu bu
eksiksizliğe yönelmiştir. Oysa, biyolojik frustrasyonlarını Babanın Adı ile
devreye giren simgeleştirmeler sayesinde kodlarken temel arzunun karşısına
dikilen yasak tamamen ensest yasağıdır, özünde cinsel bir yasaktır.
İçgüdüler konusunda Lacan'ın vurguladığı şey, doğuştan
bazı biyolojik ihtiyaçlarımızın olması ve bunların özellikle anne tarafından
karşılanması olgusudur. Ön plana bir doyum kaynağı olan anne ile
tatmin-frustrasyon çizgisinde geçen ilişkiler taşınmıştır, yoksa içgüdülerin
mahiyeti değil. Hatta Lacan'a göre içgüdülere cinsel kimliği kazandıran
şeyin bizzat kültürün baskısı olduğu bile savunulabilir. Belki biraz
iddialı bir yorum olacak ama, Lacan'a göre biyolojik gereksinmeler neyse odur
ve anne ile ilişkide dolayımsız tatmin ararlar. Ancak kültürün düzeni, bir
simgesel yasayı (anne ile cinsel ilişki yasağı) çocuğa kabul ettirmekle, ne ise
o olan, yani kendinde hiçbir anlam taşımayan biyolojik ihtiyaçlara cinsellik
adını koyar, böylece biyolojik gereksinmeleri kültürün anladığı anlamda
cinselliğe dönüştürür. Böylece çocuk Babanın Yasası ile yasaklanan ilk saf
deneyimini retroaktif [geçmişteki bir süre için de geçerli olan; geçmişteki bir
süreyi de kapsayan] olarak annenin eksiği olan ve eksiksizliği, egemenliği
temsil eden Fallus simgesiyle kodlar. Babanın Adı'nın devreye girmesiyle
çocuğun arzusu, anne için Fallus olmak biçimini alırken, yine Babanın yasası
nedeniyle aynı anda bilinçdışı bir arzu haline gelir.
Lacan'ın terimiyle "insanlaştırıcı kastrasyon [hadım etme; iğdiş etme]"
" yani insan yavrusunu kültürel özneye dönüştüren kastrasyon
"olmak"tan "sahip olmak"a yöneltir özneyi. Söz konusu olan,
anne için annenin eksiği olan fallus [erkeklik organı], olmak değil, fallik nesneye
"sahip olmak" ya da "sahip olmamak"tır. Simgesel Baba
anne-çocuk dolayımsızlığına bir üçüncü olarak girerek, bu dolayımsızlığı, temel
narsisizmi bir "kayıp"a dönüştürür ve "varlıkta / olmakta
eksik" açılır. Türkçede bu kavramın tam vurgusunu vermek için hem
"varlık"ta (yani dolayımsız kendi gerçekliğinde) hem de
"olmak"ta (yani anne için fallus olmakta) eksik olarak düşünülmeli. İşte
bilinçdışı arzuyu kuran da bu eksiktir. Bu eksik simgesel-oidipal düzenin
eksiksizlik simgesi Fallus şeklinde bilinçdışının yapısına kodlanır. Çünkü, Baba
ana-oğul ilişkisine bir yasaklayıcı olarak girmekle çocuğun sahip olduğu
organın sadece penis olduğunu (hatta kız çocuk için bir penis bile olmadığını)
yani fallus olmadığını, yani bir yasaya, ensest yasağı yasasına tabi olduğunu
gösterir.
Narsis mitinde ifadesini bulan Ayna Evresi, yani
çocuğun annesinden yansıyan bütünsel imgesiyle özdeşleştiği dolayımsız ilişki
yasaklanmalıdır. Ayna Evresi'nin yıkılmadığı durumlarda, yani bir üçüncü olarak
Simgesel Baba dışarıda bırakıldığında simgesel döneme geçemeyen insan kendini
bir özne olarak ayırdedemez. İşte şizofren budur. Burada insan sadece
simgeselde bir özne olarak ortaya çıkmamakla kalmaz, kültürün simgesel
düzeninin kuralları çerçevesinde biçimlendiremediği kendi varoluşsal deneyimini
de sanrısal bir gerçeklik olarak yaşantılar. Babanın insanlaştırıcı
kastrasyonundan geçmeyen şizofren kültürel bir özne olmayandır, kültür dışıdır.
Ayna Evresi'ndeki çocuğun arzusu henüz kültürel bir
arzu değildir ve simge içermez. Ancak Oidipus'un devreye girmesiyle simgenin
retroaktif bir etkinliğiyle çocuğun simge içermeyen arzusu da simgeleşir. Çocuk
arzusunu bir yasaktan, Oidipal bir yasaktan dolayımlanarak kodladığı için
kökensel arzusu "fallus olmak" arzusu halinde bilinçdışına kodlanır.
Fallus simgesi aslında Babanın Simgesi, Babanın Adı
ile devreye girer. Baba bir yoksun bırakıcı, bir kastratör olarak devreye
girmektedir. Burada söz konusu olan tamamen simgesel bir kastrasyondur. Yani,
kastratör baba sadece simgesel bir babadır, annenin söyleminde yeralan bir üçüncüdür,
"Babanın Adı"dır. Böylece çocuk ilk kez simgesel bir yasayla
karşılaşır. Bu yasa ailenin temeli olan ensest yasağı yasasıdır. İşte çocuğun
ilk dolayımsız arzusunu retroaksiyonla fallus simgesi altında simgeleştiren de
çocuğun karşılaştığı yasanın cinsel mahiyetidir.
Babanın Yasası fallus olarak çocuğu anneden kastre
eder, anneyle dolayımsız ilişkiye son vererek çocuğu kültürün dünyasına
bağlayacak olan Oidipal özdeşleşme sürecini başlatır. Lacan bu sürece
"insanlaştırıcı kastrasyon" adını vermektedir. Ancak burada üzerinde
durulması gereken konu, çocuğu Oidipal üçgene bağlayanın, çocuğu
"babaya" gönderenin bizzat annenin söylemi olduğudur.
Babanın Adı'nın devreye girmesiyle çocuğun zaten
hiçbir zaman bilinçli olmamış, yani simgeleşmemiş arzusu Fallus göstereni ile
damgalanırken, bu gösteren bilinçdışı konuma düşmektedir. Çocuk bilinç
düzeyinde Babanın Adı ile devreye giren Yasa'ya uyarken kendi ilk
yaşantılamasını da retroaktif olarak Fallus simgesi ile kodlar. Çocuk ilk
arzusunu, ilk saf yaşantılamasını simgeleştirirken aynı zamanda bu simgeyi
bilinçdışına iten bir metaforla karşı karşıyadır. Böylece sadece bir
karşıt-yatırım söz konusudur. Hiçbir zaman bilinçli olmamış, simgeselleşmemiş
bir yaşantılama simgeleşirken, bu simge, yasanın (Babanın) gücü sayesinde
bilinçdışı olmakta, bilinçdışının çekirdeğini oluşturmaktadır.
Oidipusa giren çocuğun arzusu Oidipusun
retroaksiyonuyla simgeleştiği biçimiyle, annesi için annenin eksiği Fallus
olmaktır. Çocuğun arzusu anneyle bütünleşmek, onda eksik olan şeyin yerini
almak, onun arzusunun nesnesi olmaktır. Çocuk böylece dolayımsız tatmin
durumuna erişecektir. Ancak, anne-çocuk ilişkisindeki frustrasyonların Babanın
Adı ile simgeselleşmesi ve giderek Babanın Yasası olan ensest yasağı ile
ilişkilenmesi, çocuğun eksiksizlik arzusunu cinsel bir arzu olarak bilinçdışına
kodlanmasına yolaçar. Öyle ki, çocuk başlangıçta simgeleşmemiş eksiksizlik
arzusunu, annesi için annenin eksiği fallus olmak şeklinde simgeselleştirir.
Böylece, o, fallus olarak anneden kastre edilmiştir.
Kültür, anneyle ilişkiyi simgesel bir ensest yasağında
yasaklarken aslında dolayımsız tatmini, Nirvana'yı, ölümü yasaklar. Kültürel
yaşamın düşmanıdır ölüm, yani anneye dönme. Eğer anneyle dolayımsız hazzın
yasağı olmasa biyolojik varlık kültürel "özne"ye dönüşemez. Kültürün
yasası olan Babanın Yasası bu nedenle Kültür için zorunlu, dolayısıyla
evrenseldir.
Freud'un kabaca erkekte
"penisin kesilmesi tehdidi", kadındaysa "penis haseti"
başlıkları altında ele aldığı penise "sahip olmak" ile ilgili imgesel
sıkıntılara denk düşen karmaşa Lacan'da daha da derinde dil ile devreye giren
simgesel bir "olmak" sorunsalına bağlanır. Lacan'da kastrasyon sadece
-imgesel- bir penisin kesilmesi tehdidi değildir ; "fallus olmak"tan
yani her iki cins için de Öteki'nin arzusunun nesnesi olmaktan yoksun olmaktır.
Kadın olsun erkek olsun insan "eksik"tir, "kastre"dir, yani
narsisistik açıdan yaralıdır. Çünkü, kadın olsun erkek olsun fark etmez, insan
Öteki'nin arzusunun nesnesi olacak şey değildir. Öyleyse Öteki'nin arzusu klasik
olarak, mesela "İlksel Ego İdeali" denebilecek bir biçim kazanarak
özneye içselleşmiş demektir. "Ego İdeali" de daima utanç ile eşleşir.
Çünkü, "ego" (ben) daima idealinden, Lacan'ın deyişiyle
"eksik" (kastre) bir şeydir. Yani, insan Öteki'nin (burada annenin)
arzusunu karşılayamaz. Lacan'ın belirttiği gibi temel "eksiğin"
Oidipus'ta alacağı ton -ki fallus imleyeni de buradan gelir zaten- elbette
Babanın Yasası'na (ensest yasağı yasasına) tabi olacaktır, ama özü itibariyle
daha derine, Oidipus öncesine uzanır. Öznenin "ideali"ne göre eksik
olmasını bilinçdışında fallus imleyeni ile anlatmasını sağlayan şey, yani
"eksiğin" cinsel bir ton kazanmasını sağlayan şey,
"eksiğin" kendisinin değil ama Oidipus girişinde aldığı yorum gereği
damgalandığı imleyenini, annenin "eksiğinde" bulmasıdır. Cinselliğe
adanmış organı henüz cinsellik statüsü kazanmamış olan çocuk, annenin fallus
eksiğini onun arzusuna bağladığında kendi yetersizliğini, "eksiğini"
onu babaya götüren annenin arzusu nedeniyle cinsel bir yetersizlik olarak
deneyimler.
Burada dikkatimizi çekmesi gereken nokta
"olmak"taki "eksiğin" "olmak" kavramının
çağrıştırdığı tüm varoluşsal yükle bir "sahip olmak" sorunsalına
bağlanırken cinsel bir boyut, cinsel bir simge, bir imleyen ile damgalanmasıdır.
Lacan'ın "simgesel kastrasyon" terimiyle anlatmak istediği sürecin
bir boyutu budur. Lacan'ın deyişiyle bu "simgesel" kastrasyon Oidipus
döneminde kız çocukta birinin operasyonuyla kaybettiğini düşlediği penise karşı
haset, erkek çocukta ise kastasyon yoluyla cezalandırılma korkusu şeklinde
bildiğimiz Freudcu "imgesel" kastrasyon tonlarını kazanacaktır. Demek
ki, Lacan bu imgesel kastrasyona simgesel anlamını veren temel bir yapıya geri
gidiyor. Daha klasik ve yapısal terimlerle kabaca "İlksel Ego İdeali"
diyebileceğimiz bir oluşumu cinsel kimlik ile eşleyen narsisistik bir
kastrasyon sözkonusu burada. Nitekim Lacan, kastrasyonu cinsel kimlik
sorunsalına bağlar.
Freud, Lacan'ın da ısrarla üzerinde durduğu gibi, son
yazılarından birinde erkek ve kadın kastrasyon kompleksinin klasik psikanalizin
sonlandırılamaz noktalarından biri olduğunu söyler. Oidipus kompleksinin bir
parçası olan bu kompleks yalnızca cinsellikle ilgili bir cezalandırma tehdidi
ya da bir eksiklik, yetersizlik duygusu olmaktan öte, erkeğin ve kadının erkek
ve kadın olma (ya da aslında bir türlü olamama) tarzları hakkında bilhassa
fikir vericidir.
Freud tarafından kökeni kadın ve
erkek cinsel organlarının farklılığının çocuk tarafından algılanmasına
(dolayısıyla narsisistik beden imgesi sorunsalına) bağlanan bu karmaşa giderek
Oidipus kompleksinin bir parçası haline gelir. Klasik olarak Oidipus içinde erkek
çocuğun annesine yönelik cinsel arzuları ve babasıyla ilgili kıskançlık, öfke
duyguları nedeniyle babası tarafından penisi kesilerek cezalandırılacağı
korkularına dönüştüğü kabul edilen bu karmaşa, kendisinin iki olguda net bir
şekilde çözümlediğini belirttiği ve geniş ölçüde aşağıda açıklanacak olan kadın
kastrasyon kompleksine (penis haseti ; kadınlık aşağılık duygularına) benzeyen
bir bileşen de içerir. Yaptığı iki analitik incelemeye göre küçük erkek çocuğun
erişkin kadın (anne) karşısında yaşadığı yetersizlik duyguları, penisinin
küçüklüğü şeklindeki aşağılık duygularına, oidipal rakibinin güçlü ve büyük
penisine karşı gizli bir hayranlık, aynı zamanda öfke duygularına yol açar.
Burada kelimenin kadındaki penis haseti anlamında tam bir haset söz konusudur ;
iyi, güçlü, güzel olana karşı öfke. Çünkü, küçük oğlan çocuğu Oidipal
rakibinin (babasının), gücüne hayran olduğu penisi karşısında aşağılık duyguları
geliştirir ve gücünü idealize ettiği bu organ sırf varlığı sebebiyle ama kendi
küçüklüğünü, yetersizliğini hatırlattığı için, varlığıyla onu aşağıladığı için
öfke uyandırır. Öfkesi nedeniyle tahrip etmek istediği bu organ burada
ayrıntısına giremeyeceğimiz projektif mekanizmalar sebebiyle babası tarafından
kendi penisi kesilmek suretiyle cezalandırılacağı korkularına yol açar.
İki vakada net olarak incelediğini belirttiği bu
fenomen en azından bazı durumlarda erkek kastrasyon kompleksinin de hem erişkin
kadın hem de erişkin erkek karşısında yetersizlik, aşağılık duygularını
içermesi sebebiyle geniş ölçüde kadın penis hasetine benzer bir bileşen de
içerdiğini gösteriyor. Çocukluk kastrasyon kompleksinin erişkin erkek
bilincinde penisin küçüklüğü, erken boşalma (işlevsel olarak kısa, küçük
penis), iktidarsızlık (büyümeyen penis),kadın karşısında "küçük
düşme" (yani Türkçede ilginç bir yorumla çocuk durumuna düşme) gibi
kaygılara da dönüştüğü hatırlanırsa ve bu tipte kaygıların erkeklerde ne denli
yaygın olduğu düşünülürse, üstelik erkekte cinsel rekabete karşı şiddetli
tahammülsüzlük, cinsel olarak mukayese kaygılarının yol açtığı cinsel partner
karşısında aşırı kontrolcü tepkiler de değerlendirilmeye alınır ve buna bağlı
olarak erkeklerin paradoksal bir tarzda gerçek hoşlandığı kadınlardan kaçındığı
düşünülür ise, Oidipal annenin empatik yetersizliğine bağlı bu bileşenin (yani
kadın hasetine benzeyen bu bileşenin) erkek kastrasyon kompleksinin önemli bir
boyutu olduğunun kabul edilmesi gerektiği kanısındadır.
Paradoksal bir şekilde, yukarıda verilen erkek
kastrasyon kompleksinin kadın penis hasetine benzediği anlamak daha kolay iken,
kadın penis hasetinin, yani kadınsı cinsel aşağılık duygularının kökenini
anlamak daha zordur. Klasik
Freudcu çerçevede, biyolojik olarak erkeklerin üstün olmasına, yani biyolojik,
filogenetik sebeplerle, diğer memeli türleri ve bilhassa yüksek primatlarda
olduğu gibi insan türünün erkek cinsinin güçlü, zeki, atak, döğüşken, aktif ve
egemen cinsiyet olması, küçük kız çocukta penis (genel olarak erkek) karşısında
hayranlık ve aynı zamanda bu organın (genel olarak erkeğin) varlığının kendi
eksikliğini, yetersizliğini hatırlatması sebebiyle kimi kez iğrenme vb. gibi
duygularla kendini belli eden şiddetli bir öfke (yani haset) dolayısıyla
projektif mekanizmalarla bu organ (ve genel olarak erkek) tarafından cinsel
yoldan aşağılanma, zarar verilme korkuları gelişir. Sosyo-kültüralist
psikanaliz okulları ise kadındaki penis hasetini tamamen kültürel verilere,
penisin (ve erkeğin) bilinen toplumlarda ayrıcalık atfedilen değerine
bağlarlar.
Küçük kız çocukta penis haseti diğer kadının (annenin)
ve genel olarak kadınların aşağılanmasına, toplumsal kadın rolünün
küçümsenmesine yol açarken, bir kadın olarak kendini ayrıcalıklı, farklı (erkeklerin
becerilerine daha çok sahip) bir kadın olarak algılamaya sevkeder. Öte yandan
aşağılık duyguları altındaki kadın bu duyguları inkar etmek, bastırmak ya da
kontrol etmek için erkeklerle ilişkisinde yarışmacı bir tavır alır. Bu
sebeplerle kadın, cinsellikte daha çok sevildiğine
(incitilmeyeceğine,küçümsenmeyeceğine) inanmak ister.
Histerik yapılarda bu eğilim kaprisli tutumla kendini
belli eder. Öte yandan eşiti ve yaşıtı bir erkeğin sırf erkek olmasından
kaynaklanan egemenliğini kabul edemediği için bu egemenliği akılcılaştırarak
kabul edeceği erkeklere, özellikle yaş bakımından veya bilgi bakımından veya
sosyal mevki ve statü bakımından kendinden üstün erkeklere yönelir. Penis
hasetinin bu paradoksal sonucu, Oidipal baba sevgisi ve şefkatinin devamcısı
figürlere yönelmesi (ki kadında oidipus karmaşasının çözümü daha zordur) ve
narsisistik bakımdan da güçlü bir figürle bütünleşme yoluyla kendine saygı ve
güveni oluşturma gibi farklı gelişimsel yollardan gelen bileşenlerle güçlenir.
Daha nadir bazı durumlarda (burada iki narsisistik özellikli vakadaki
dinamiklere göre konuşulursa) oidipal babanın küçümseyici, cezalandırıcı
özellikleri ön planda ise (karizmatik özellikli erkeklere yönelik beğeni ve
özlem kişiliğin bütününden ayrı tutulmaya çalışılan fantazilerde korunmak
kaydıyla, bu figürün uyandırdığı anksiyöz durum sebebiyle) eş seçimi tam
tersine kadının kendisine yapılmasından korktuğu şeyi eşine yapabileceği
koşullarda, yani kişilik olarak erkeğin güçsüz, bağımlı veya çocuksu veya
sosyal bakımdan kendinden aşağı olduğu koşullarda gerçekleşir. Ya da, pek çok
evlilikte söylenebileceği gibi, yoğun düşkırıklıklarına bağlı olarak kadının
eşini algılayışı birinci durumdan ikincisine doğru kayar, dönüşür.
Psikanalitik bakımdan en iyi koşullarda sürdürülen analizlerde
dahi, çözüme varması zor olduğu bilinen erkek ve kadın kastrasyon
karmaşalarının erkek ve kadının sadece cinsel yaşamlarını değil (ki kimi zaman
en az etkilenen kısım budur) genel olarak kadın ve erkek oluş (veya olamayış)
tarzlarını geniş ölçüde belirlediğini kaydettikten sonra konumuza devam
edelim..
EKSİKLİK VE UTANÇ
Anal dönemi fallik döneme bağlayan kavşakta, öznede
fallus imleyenine denk düşen organın (penis ya da klitorisin) bir
"eksik" ve bir "utanç" ile eşleştiğini görürüz. Anal
dönemin nihai biçimini almış süperegoya (üstben) aktaracağı "süperego
çekirdeği", Öteki karşısında utanç, küçük düşme, sevgiyi kaybetme korkusu
ile kendini belli eder. Bu nahoş deneyimler dönemin ayırdedici niteliği olarak,
özellikle "beden-ben" ile eşleşmiştir. Burada bedeninden utanmanın
çağrıştırdığı bütün ağırlıkları da içerecek şekilde "beden-ben" ve
"utanç" bizi fallik dönemin başlangıcındaki narsisistik örselenmeye
götürecek kavramlar olarak ön plana çıkıyor.
Ayna Evresi'nde anneden ikinci kez fakat bu sefer
psikolojik olarak doğan, yani kendini annesinden ayrı işaretlemeye başlayan
bebeğin ayna karşısında "kendi imgesini bir bayram coşkusuyla ele
geçirmesi"ne dikkat çeker Lacan. Bu kuşkusuz "oluş"un
"beden-ben"de bedenleşen ve Öteki tarafından da paylaşılması beklenen
sevincidir. Bu beklenti her şeyden önce, bu yeni varoluşun canlılığının
doğrulanması beklentisidir ve karşılandığında bu anlamda kaydedilecektir.
Bebeğin henüz istemli hareket düzleminde kazanamadığı
beden bütünlüğünü Öteki'nin bedeninden dolayımlanarak önceden üstlenmesini
sağlamak gibi bir öneme de sahip olan Ayna Evresi temel olarak
"olmak" kavramını psikanalize sokmuş olması bakımından anlamlıdır.
Kohut'un diliyle konuşmak gerekirse "omnipotent, teşhirci muhteşem
benlik" ile "Öteki'nin arzusunu arzulayan" çocuk burada ilk
narsisistik örselenmelerine açılır. Artık bu narsisistik örselenmenin işaretini
kazanacağı ve Oidipal simgeselliğe ulaşacağı fallik gelişimin mantığına
geliyoruz. Yani, "olmak" sorunsalının narsisistik örselenmesinin
kendine yabancılaşmış işaretini bulacağı (penise) "sahip olmak" (ya
da olmamak) sonucuna bağlanıyoruz.
Öteki'nin arzusunu arzulayan özne,
fallik ilgilerini kazanıp dildeki becerilerini geliştirdiğinde Öteki'nin
(annenin) arzusunun, annenin kendi penis eksiğiyle ilişkilendirdiği bir tarzda
babaya tabi olduğunu keşfeder. (annenin
fallusa sahip olmaması, fallusa sahip olanın baba olduğuna işaret etmesi
bakımından anlamlıdır) O halde Öteki'nin arzusu burada dolayımlandırıcı bir rol
oynayarak çocuğa "Baba"yı göstermiş olur. İşte bu noktada kız olsun
erkek olsun insan yavrusu derinden sarsılır. Baba'nın fallusu karşısında sahip
olduğu şey, sahip olmadığından daha değerli değildir. Çünkü,
"beden-ben"in bu bölümü cinselliğe adanmış olmakla beraber -henüz-
cinsel bir erk taşımaz. "Beden-ben"in bu "eksiği" utanç
kaynağıdır. İnsan yavrusu böylece "olmak"taki eksiğini fallus
imleyeniyle işaretler.
Kültürün simge düzenine geçiş, öznenin yarılmasını da
birlikte getirir. Özne kendini sosyokültürel simgeselleştirmede ayrımsar ve belirlerken,
kendi otantik fenomenolojik solipsizmini de de yitirmiş olur. Kendini
sosyokültürel kod dolayımıyla düşünen özne giderek kendine yabancılaşır. İşte
bilinçdışına yol açan bu yabancılaşmadır.
Yukarıdaki ifadeden bilinçdışının saf fenomenolojik
bir yaşantılama olduğu çıkarılmamalıdır. İnsanın bireysel yaşamının başında
fenomenolojik solipsist bir evre olabilir. Fakat bu psikanaliz açısından
ulaşılmaz bir düzeydir. Çünkü, insanda ancak simgeleşmiş bir gerçeklik ele
alınabilir ve düşünülebilir, bir araştırma nesnesi olarak konumlandırılabilir.
İşte, bu nedenle "bilinçdışı bir dil gibi yapılaşmış" ise,
araştırabileceğimiz bu alandır.
Sosyokültürel simgesellik otantik solipsizmi yıkmakla
kalmaz, onu tamamen ortadan kaldırır. Öyle ki, insanda simgeselleşmemiş hiçbir
yaşantılama olamaz. Simgesel düzen otantik saf solipsizmin üzerini örter ve onu
bilinçdışı konuma dönüştürürken, aynı zamanda bu solipsizmi de simgeleştirir.
Yani, kaba bir benzetmeyle, simgeleştirme yatay bir düzeyde kültürel özneyi
kendi dolayımsız yaşantılamasından keserek ayırırken, dikey bir düzeyde de bu
saf fenomenolojik yaşantılamaya da retroaktif bir etkinlikle kültürel
simgesini, adını verir, simgeselleştirmenin ardında kalan simgeselleşmemiş
otantik deneyim de simgeleşir.
Otantik solipsizmin simgesi Fallus'tur, yani kültürel
egemenliğin, eksiksizliğin, bütünlüğün simgesi olan Fallus. Otantik solipsizmi
yıkan Babanın Adı, Babanın Yasası olduğu için, baba çocuğu annesiyle dolayımsız
bütünlüğünden ayıran güç olduğu için, yani baba çocuğu anneden kestiği, kastre
ettiği için yitirilen otantik solipsizm Fallus simgesi ile kodlanır. Bu kod
bilinçdışını da kuran kökensel bastırmaya denk düşer.
Freud iki tip bastırma ayırıyor : Kökensel bastırma ve
"kelimenin tam anlamıyla bastırma". Kelimenin tam anlamıyla
bastırmada bastırılan psişik temsilciler, aslında kökensel olarak bastırılmış
temsilciyle ilişkisinden ötürü bastırmaya maruz kalırlar. O halde kökensel
bastırma neye dayanır ? Freud, bu konuya açıklık getirmemektedir. Buna
Lacan'dan hareketle soruna bir yanıt bulunabileceği kanısındadır.
Kökensel bastırmanın hem bilinci hem de bilinçdışını
kuran bir edimin sonucu olduğu düşünülebilir. Bilinçdışı düzeyinde libido
yatırımı değişmeden kalmakta, bilinç düzeyindeyse bir yatırım çekilmesi söz
konusu olmaktadır. Fakat, kökensel bastırmada bastırılan temsilci hiçbir zaman
bilinç sisteminde yer almadığına göre burada bir yatırım çekilmesi söz konusu
değildir.Kökensel bastırmada, bilinçdışı sistemin uyguladığı bir karşıt-yatırım
söz konusudur. İkincil bastırmada da karşıt-yatırım vardır, ancak buna yatırım
çekilmesi de eklenmiştir.
"Tam olarak bastırma"da bastırılan simge
öncelikle bilinçte (ya da hemen bilinçaltında) yer alır, sonra da bir yatırım
çekilmesi ve bir karşıt-yatırım uygulaması yoluyla bu simge bilinçdışına
bastırılır, buna karşılık kökensel bastırmada hiç bilinçli olmamış bir simge
karşıt-yatırım uygulanmasıyla bilinçdışını kurar.
Kökensel bastırmada -hiç bilinçli olmamış ama
bilinçdışı da zaten kökensel bastırmayla kurulacağına göre bilinçdışı da
olmayan - bir temsilci bilinçdışına bastırılmaktadır. İlk akla gelen çözüm,
kökensel bastırmada hem ilk simgeselleşmenin meydana geldiği, hem ilk simgenin
bir ve aynı operasyonla bastırıdığı, hem de böylece gösterenle gösterilen
arasındaki kopmaz bağın kurulduğu şeklinde oluyor.
Kökensel bastırma ile yaşantılanan (gösterilen) ilk
simgesine ulaşır. İşte bu simgeleştirmeden sonra gösterenler zinciri
gösterilenlerle örtüşmeye başlar. Lacan'a göre bu süreç hiçbir zaman tam
anlamıyla gerçekleşmez.
Kökensel bastırma ilk simgeleştirmeyi, tüm gösteren
zincirinin gösterilenler üzerindeki hareketinin stabilize olması için ilk
referans noktasını sağlar. Demek ki, Lacan'a göre kökensel bastırmayla,
gösteren ve gösterilen arasında ilk fiksasyon meydana gelmekte ve Öteki'nin
alanındaki simgeler bu hareket noktasından itibaren stabilize olmaktadır.
Çocuk annesi için her şey olma arzusunu sonradan,
simgenin düzenine girdiği zaman fallus göstereni ile işaretler. Bu süreç
kökensel bastırma sürecidir. Bir başka deyişle, çocuğun annesi için fallus
"olmak" arzusu hiçbir zaman bilinçte yer almadan doğrudan
bilinçdışına kodlanır. Fallus göstereni hiçbir zaman bilinçte yer almamıştır,
çünkü bu gösterenin gösterdiği yaşantılama sırasında fallus göstereni yoktur,
dolayısıyla bilinç düzeyinde yer almış bir ide söz konusu edilemez. Simgesel
düzene geçiş kökensel bastırmaya andaş ve ayrılmaz bir biçimde bağlıdır
(Lemaire). Demek ki,biyolojik varlığı kültürün düzenine bağlayan süreç, öznenin
toplumsal olmayan arzusunu bastırma yoluna gitmektedir.
Peki,kökensel bastırmada çocuğun arzusu neden Fallus
simgesiyle kodlanmaktadır ? Bu tamamen ataerkil hatta fallus merkezci kültürel
yapımızdan ve kültürel bir kurum olan ailenin ensest yasağının yasası ile
düzenlenmiş olmasından kaynaklanmaktadır.
Özne simgesel düzene girerken, bu düzende kendi
kimliğini kazanacağı süreci başlatırken kendi ilk kimliğini, yani "Fallus
olmak" kimliğini de geride bırakmış olur. Böylece, kökensel bastırmayla
"varlıkta / olmakta" eksik de açılmış olur.
Lacan'da Oidipal duruma geçişle simgesel kültürel
düzene geçiş aynı anlama gelir. Lacan'da Ben ile Ben-olmayanın ayrışması,
gerçekliğin gerçeklik statüsüne ulaşması, özneyle nesne arasına giren simgenin
dolayımı sayesinde olmaktadır. Gerçi, Lacan'ın narsisistik dönemi olan Ayna
Evresi'nde "ben" denebilecek bir şey ortaya çıkmış, ayrışmaya
başlamıştır ama bu sadece bir imkandır ve bu imkanı gerçekleştiren bir dolayım
aktıdır, simge kullanmaktır. Çocuk kültürel babanın, simgenin dünyasına girdiği
oranda annesiyle dolayımsız ilişkisini, eksiksiz solipsizmini yitirir, böylece
de kendisini anneden ayırdetmeye başlar. Kendisini annesinin bir parçası
(fallusu) olarak görmek yerine, anneden kopmuş bir bütünlük olarak algılar.
Ben'in ayrışması demek, Ben'in Ben-olmayandan ayrışması demektir. Zaten,
gerçekliğin gerçeklik statüsünü almasını koşullandıran süreç de budur.
Lacan'da Ben-olanla Ben-olmayanın
ayrışması, yani klasik
teorideki Ego işlevine giriş doğrudan simgesel düzene, bir başka deyişle
Oidipal düzene girişle koşullandırılan bir süreç olarak yorumlanmıştır. Bu
durumda, egonun oluşumu ile süperegonun
oluşumunu andaş saymak gerekir.
Lacan'a göre psişik belirlenim toplumsal simge
sisteminin özneyi aşan yapısından kaynaklanır. Özne kendi gerçekliğini,
deneyimini ancak bu nesnel kültürel simge sisteminden dolayımlanarak kavrar,
düşünür ve dile getirirken, bu otonom gerçekliğin presubjektif yapısının
biçimsel kurallarına da tabi olur. Lacan'a göre dil ile belirlenme, kültürün
simgesel düzenine girme, Oidipal evre ile aynı anlama gelmektedir.
Şimdilik simgesel belirlenmeyle Oidipus arasındaki
ilişkiyi kabaca şöyle ifade edebiliriz : İnsan yavrusu dil ile kültürel bir
kurum olan ailede ve ailenin söylemi sayesinde karşılaşır. Demek ki, ailenin
Oidipal düzenini yansıtan aile söylemi, öznenin dil ile belirlenmesinin,
kültürel simge sistemine girmesinin, toplumsal öznenin kuruluşunun ilk
adımıdır. Bir başka deyişle, toplumsal simge sistemine giriş Oidipus karmaşası
sayesinde gerçekleşir.
Lacan'a göre simge ya da bütünüyle simge sistemi üçlü
bir etki ifa etmektedir. İlk olarak "ben" ile
"ben-olmayan"ı, içsel olanla dışsal olanı ayırdetmeye imkan
tanımaktadır. İkinci olarak subjektiviteyi, içselliği bu içselliğin ifadesi
olan söylemden ayırdetmeye imkan tanımaktadır. Yani, simgenin düzeninin özerk
yapısı, insanın kendi gerçekliğine de bir mesafe alarak düşünmesine imkan
tanımaktadır. İnsan kendi subjektivitesini, bu subjektiviteden bağımsız olarak
düşünebilme imkanına kavuşur. Bir anlamda bilinçdışını da kuran budur zaten.
Üçüncü olarak da simgenin düzeni insanı bir özne olarak diğerleri karşısındaki
konumuna yerleştirir. Oidipal dönemi düşünelim ; burada simgesel düzene giren
çocuk, anne ve baba karşısındaki kültürel konumunu gene simge sayesinde
kazanır. Çünkü, Oidipal düzen özünde simgesel düzendir.
İnsanların birbirleriyle kültürel ilişkilerinin, (söz
gelimi en basit ve arkaik biçimi Levi-Strauss'a göre akrabalık ilişkileri olan
kültürel yapıların) dilin biçimlerinin birbirleriyle ilişkileri çerçevesinde
belirlenmesi yapısına tam anlamıyla uyan bir yapısı vardır. Üstelik, bu
ilişkilerin belirlediği konumlar da dilin düzeninde tanımlanmıştır ve bir
kültürün eski kuşaklarından yenilerine bu yolla taşınır. Demek ki, simgenin
düzenine girmekle birey kendi kültürel konumunu, her şeyden önce kültürel bir
kurum olan ailenin yapısı içindeki konumunu da kazanmış olur. Böylece birey
kültürün düzeni içinde ayrımlaşmış bir özne halini alır. Söylemin belirleyici
bir boyutunu da bu konum oluşturur. Çünkü, bir söz ancak belli bir konumda
anlam kazanır ve söz konusu konum da bizzat söylemin kendisi kadar semboliktir.
Özne simgesel düzende kendini bir gösteren
aracılığıyla işaret ederken bir, simge olarak simge düzeninin kurallarına tabi
olur. Dil, öznenin gerçeklikle, kendisiyle, ötekilerle ilişkisini düzenler.
Lacan'a göre, özne kendini simgesel düzende bir gösteren aracılığıyla temsil
ettiğinde, sadece bu düzenin kurallarına tabi olmayı üstlenmiş olmaz, aynı
zamanda bilinçdışına yolaçan bölünmeyi de kabullenir.
İnsan, kültürel simge sistemi sayesinde ve
çerçevesinde kendi öz yaşantılamasını düşünmek suretiyle bu yaşantılamasından
uzaklaştıkça, bir başka deyişle kendi gerçeğini toplumsal norm sistemlerine
göre düşündükçe bir bilinçdışına da sahip olur.
Dil toplumsal bir veriyi, bir kültürü, yasakları ve
yasaları taşır. Bu çok boyutlu simgesel düzene giren çocuk, bu düzen tarafından
biçimlendirilecek, onun silinmez damgasını taşıyacaktır ve üstelik bunlar çocuk
farkında olmaksızın gerçekleşecektir. Dilin simgesel sistemine geçiş, kültürel
düzene geçmekle eşanlamlı olduğuna göre , "anne" , "baba" ,
"aile", "akrabalık ilişkileri" vb. sadece dilde ya da aile
söyleminde belirlenmiş-tanımlanmış olmakla kalmaz ; kültürel bir yapı olarak
aile, bu söylemin gerçekleşmesi, somutlaşması, maddileşmesidir. O halde kültürel
söylemler, ideolojiler, sadece birer tasarım değildir, aynı zamanda nesnel bir
niteliktirler, maddidirler. İdeolojiler, söylemler gerçekliği tasarım düzeyinde
temsil etmekle kalmaz, bu gerçekliğin kurucu bir ögesini de oluştururlar.
Kültürün simge düzeyine geçiş öznenin yarılmasını da
birlikte getirmekteydi. Özne kendini sosyokültürel simgeselleştirmede ayrımsar
ve belirlerken, kendi otantik fenomenolojik solipsizmi de yitirmiş olur.
Kendini sosyokültürel kod dolayımıyla düşünen özne giderek kendine yabancılaşır.
İşte bilinçdışına yol açan bu yabancılaşmadır. Oidipus aracılığıyla simgesel
sisteme geçme özneyi kurar ve gerçeklik sistemini oluştururken yarattığı
yarılma da bilinçdışına sebep olmaktadır.
Simge,dolayımsız ikili ilişkinin arasına giren bir üçüncüdür.
İşte insan yavrusuna, bir simge kullanarak ötekini kendinden ayırma imkanı
veren - aslında bu imkanı bir zorunluluk olarak kabul ettiren - simge bir
dolayım sağlayarak özneyi kurar. Simgesel düzenin temel simgesi Babanın Adı,
anne-çocuk dolayımsızlığına son verir ve kendi yasasını kurar. Simgesel baba,
annede "eksik" olana sahip olandır ve annenin tabi olduğudur. Bu
anlamda Baba iki kez yoksun bırakıcı olarak devreye girer : hem çocuğu
annesiyle dolayımsız ilişkisinden çıkarır (annenin tabi olduğu yasa Baba'nın
yasasıdır), hem de anneyi fallik nesneden yoksun bırakır (fallusa sahip olan
Baba'dır).
Dilde ifadesini bulan simgesel düzen böylece üçlü bir
etkiye sahiptir : önce insan yavrusunu özneye dönüştürür, yani ona ilk kültürel
kimliği olan cinsel kimliğini verir, ikinci olarak ve aynı zamanda bilinçdışı
arzuyu kurar, üçüncü olarak ve aynı zamanda özneyi simgenin metaforlarında
kültürel yüceltmeler dünyasına acılı fakat vazgeçilmez biçimde iliştirir.
Simgesel düzen özneyi kurar, çünkü özne fenomenolojik aşkın bilincin ,
"cogito"nun kaçınılmaz bir sonucu, ontolojik bir kategori değidir.
Fenomenolojik indirgeme umulmadık bir tortu bırakır aslında ; Dil. Dil
paranteze alınamaz, der J.Derrida. Özne kültürel bir kodlamadır. Simge insan
yavrusuyla başkaları ve dünya arasına girerek insana "ben" deme, yani
kendini bir gösterenle temsil etme imkanı verdiğinde, özne de kurulmuştur.
KİMLİK
Öteki'nin alanı (simgesel düzen) öznenin kim olduğunu
sorgulayıp araştıracağı, kimliğini kazanacağı yerdir. Kendi cinsiyetini
sorgulayacağı alandır. Simge sistemi insana, kendini bir simge ile,
"Ben" göstereniyle ifade etmeye imkan verdiği oranda onun kültürel
kimliğinin gelişeceği bir hareket noktası sağlar. Burada ilk "Ben"in
aile yapısı içinde kazanıldığını hatırlatmak gerekir. Yani, insana bu ilk
"Ben"i bir imkan olarak sunan, ailenin, kültürel düzene özgü
söylemidir. Çocuk bu ilk "Ben"i bu söylem içine yerleştirir.
Oidipal dönemde çocuk aile içindeki konumunu, ailenin
kurucu yasası tarafından belirlenen kültürel kimliğini kazanır. Bu kimlik
herşeyden önce fallus simgesi karşısındaki konumuyla tanımlanan cinsel
kimliktir. Lacan'da fallus merkezcilik Kültürün öz niteliğidir. Çocuğu anne
doğurduğu sürece, anne-çocuk ilişkisini yasaklayan simge baba olacak , babanın
egemenliği de simgesel özetini bulacaktır.
İnsan yavrusunun dille karşılaşması ilk kurumun ,
ailenin söylemi yani Oidipus çerçevesinde geçtiğine göre bu ilk
"Ben", simgesel Baba karşısındaki yapısal konumuyla belirlenir, o
halde cinsel bir kimliktir.
İnsanın kültüre ilişkin ilk kimliği, yani kültürün
düzeninde aldığı yer, vaat, ve görevin ilk ayrımlaşması hiç bir biyolojik
gerekçede ifade edilemeyecek cinsel kimliğidir. Homoseksüelliğin ve
transeksüelliğin biyolojik dayatmalara karşın mümkün olmasını sağlayan, insan
cinselliğinin biyolojik değil, kültürel bir kodlama olmasıdır. Öte yandan
insanın ilk temel kimliğinin cinsel kimlik olması psikanalizin cinselliğe
verdiği vurguyu temellendirir. Analizde araştırılan, öznenin simgesele
girişinde yani temel cinsel kimliğindeki yapılaşmadır, Oidipal söylemidir.
Oidipus karmaşasının çözümü nesne ilişkilerine çok
önemli bir boyut katar. Cinsel arzu yasaklanmış nesneden (baba veya anne)
sapar ve kültürün kabul ettiği metaforlarla ifade edilmeye başlar. Bu
özdeşleşme-kimlik kazanma sürecinde kişi, kendini herşeyden önce cinsel kimliği
olan biri olarak ortaya koyar. Özdeşleşme-kimlik kazanma süreci sadece kültürel
bir yasanın (ensest yasasının) kabul edilmesiyle değil, aynı zamanda
anne-babanın içselleştirilmesi yoluyla da ahlaki yaşamı, süperegoyu
temellendirir. Çocuk anne-babasıyla özdeşleşirken onların aslında ideal
imgeleriyle özdeşleşir. Bir anlamda onları idealize ederek kabul eder. Bir
başka deyişle, çocuk anne-babanın süperegosuyla özdeşleşmiştir. Her ne kadar
süperegonun oluşumunda Babanın Yasası temel rolü oynuyorsa da bu simgesel
yasayı çocuğa kabul ettiren, babaya göndermede bulunan "anne"dir. O
halde süperego ancak annenin babayı naklettiği ölçüde "Baba
Süperego"su olabilir.
OİDİPUS
Lacan'a göre anne-çocuk ilişkisindeki doğal (klasik
teori çerçevesinde oral) frustrasyonlar [engellenme] çocuk için simgesel bir
yasa-yasak ile yapılaşır, ne ise o olarak, yani doğal halinde etkili olamaz. Bu
simgesel yasa ve yasak ise annenin söyleminde geçen Babanın Adı'dır. Böylece
çocuk Oidipus üçgenine girmiş olur.
Frustrasyonların kaynağı yasaklayıcı, yoksun bırakıcı,
çocuğu anneden kastre eden "Baba"dır. Dikkat edilirse böylece kültür,
biyolojik bir varoluşu kendi düzenine çekmek için simgesel bir hile kullanmış
olur ; doğal anne-çocuk ilişkisini yasaklayan, dolayısıyla çocuk için biyolojik
bir önem taşımamakla birlikte, birden önem kazanan kültürel baba ile çift
değerli özdeşleşme ilişkisi. Aslında elbette doğal frustrasyonlar kendinden bir
zorunlulukla "baba"ya, kültüre gönderim yapmaz. Frustrasyonları
"baba"ya gönderen annenin söylemidir. O anne-çocuk ilişkisinde
simgesel bir üçüncüye yer verdiği oranda çocuğu kültürün dünyasına bağlamıştır.
Böylece çocuk ilk kez bir Nirvana durumu yaşantıladığı annenin uterusundan yine
bu uterusun [rahim] hareketleriyle doğal dünyaya atıldığı gibi, annenin
simgesel hareketleriyle de kültürün dünyasına atılarak ikinci bir doğum
travmasında narsisistik omnipotensini yitirir.
Klasik teoriye göre erişkin bir cinsellik ve duygusal
yapılanmaya ulaşabilmek için Oidipal karmaşanın üstesinden gelmiş olmak
gerekir. Oidipus karmaşasının çözüme kavuşamaması nevrozun nedenidir. Erkek
çocuğun Oidipus'u aşabilmesinde en iyi yol rakip babasının yerine geçmeyi
arzulamasıdır. Bu, baba ile özdeşleşmeye açılan yol olacaktır.
Lacan'a göre Oidipus karmaşası, kültürel düzenin
kökeninde yeralır. Oidipus biyolojik varlığı kültürel özneye dönüştüren
simgesel bir karmaşadır; bireyin toplum içindeki ilk kimliği olan cinsel
kimliği kazandığı, toplumsal bir üye haline dönüştüğü aşamadır. Oidipus olmasa
insan kültürün düzenine giremez, çünkü Oidipus olmaksızın tatmin-frustrasyon
diyalektiğinde geçen biyolojik anne-çocuk ilişkisi kültürel bir simgeyi, yani
"Baba"yı da içine alacak şekilde dönüşemez. Psikotik durum bunun bir
örneğidir. Oidipussuz kültür mümkün değildir. Çünkü, kültür kendi taşıyıcı
faillerini Oidipus yoluyla üretir.
Değişebilir biçimlerinin ötesinde yapı olarak Oidipal
fenomen insan varlığının evrensel ve kökten bir dönüşümüdür. Oidipus ikili
dolayımsız ilişkiden sembolik düzene özgü dolaylı ilişkiye geçiştir.
Lacan'a göre Oidipus karmaşası da
gerçek dünyanın bir karmaşası değil, simgesel bir karmaşadır, bir başka deyişle
simgeselin kendi otonom gerçekliğinden geçen bir karmaşadır. Oidipus için
gerçek bir babanın olması koşulu yoktur. Yalnızca simgesel baba işlevi,
"Babanın Adı" yeterlidir. Kültürel Baba konumunun tüm anlamını veren,
bizzat aile söylemidir. Ailenin
kendi gerçek gerçekliği (yani ne ise o olan bu "numen" /
"kendinde şey" ) simgeselin kendi otonom kuralları çerçevesinde
anlamını kazanır. Böylece simgesel düzen biyolojik ihtiyaçlara, onları kültürün
düzeni içinde bir "talep" olarak ifade etmek için simgenin özerk
düzenini sunarken doğal (yani ne ise o olan) bu gerçekliğe de simgenin özerk
kuralları çerçevesinde biçimini verir.
Lacan'a göre Oidipus aracılığıyla sosyokültürel düzene
geçiş iki süreci aynı anda başlatmaktadır ; (1) Sosyokültürel öznenin kuruluşu
(2) bilinçdışının kuruluşu. Aslında bunlara bir üçüncüyü, öznenin Oidipus
aracılığıyla bağlandığı kültürün dünyasında gerçekleştirdiği kültürel
yüceltmeler zincirini de eklemek mümkün.
Oidipus karmaşasının çözümü, anneyle ikili ilişkiyi
yasaklayarak, öznenin kökensel arzusunu bilinmeyen duruma iter ve babanın
metaforu sürecine göre ona yeni imgesel, toplumsal biçimler ikame eder. Başka
şekilde söylersek, simgesel düzene geçiş kökensel bastırmaya andaş ve ayrılmaz
bir biçimde bağlıdır. (Lemaire)
Freud'un, çağının fizyolojik kavramlarıyla haz-tatmin
çizgisinde düşünmeye çalıştığı ve erojen bölgelerin otoerotik tatmininde
tanımını bulan, geniş anlamıyla birincil narsisistik dönem Oidipus ile yıkılır.
Öznenin tüm çabası Oidipus ile girdiği kültürün düzeninde, kültürün düzenine
girmekle yitirdiğini (narsisistik omnipotensini) aramaktır.
Oidipus bilinçdışı arzunun çekirdeğini atarak insanın
kültürün dünyasındaki yüceltme metaforlarına ilişmesini sağlar. Çünkü, özne
bilinçdışı arzusunu tatmin için aslında beyhude bir çabayla temel arzusunu
kültürel yüceltmelerle tatmin etmeye çalışacaktır. Her aşamada frustre olacak,
her aşamada yeni bir imgesel özdeşleşmenin, imagonun (görsel imge) peşine
takılacaktır. Aslında bilinçdışı arzu kültüre uygun dileğin ardında metonimik
bir artık olarak kalacaktır.
İnsanı kültürün yüceltmelerine bağlayan "olmakta eksik"tir. İnsan
kültüre girmekle yitirdiği narsisistik bütünlüğü, kültürün sunduğu
"imago"larla özdeşleşmeye çalışarak, bu imago (görsel imge)
metaforlarında [mecazlarında] kapatmaya,
tatmin etmeye çalışır. Bu yol ile bilinçdışı arzu asla doyurulamayacağı için
insan kültür içinde sürekli ilerler ; doktor olmak, baba olmak, kitap yazmak
vb. imagolarının peşinde koşar.
Kültürel insanın temel dramı ve çelişkisi budur işte. Ardında bıraktığını
ileride arayacak, toplumsallaşmanın ilk adımı ile yitirdiğini (yani narsisistik
bütünlüğünü) toplumsallaşma sürecinde kapamaya çalışacaktır. İşte, bizi
kültürel dünyada yol almaya iten nostaljinin, eksiklik dünyasının temeli budur.
İnsan, dilin metaforlar düzeninde ilk gerçekliğinden her an biraz daha
uzaklaşır ve hep ilk dolayımsız gerçekliğini, annesinden ona yansıyan
bütünleşmiş bir imge olarak narsisistik omnipotensini, [her şeye gücü yetme]
yani insanlaştırıcı kastrasyonla (hadım edilmiş; iğdiş etme ] yitirdiğini arar.
İnsanın bu acılı çabası boşunadır aslında. Çünkü, insanın kültürün metaforlarında
aradığı, zaten oraya girmekle yitirdiği şeydir: Bilinçdışı arzu asla tatmin
edilemez (Lacan). İnsan hep düşlerinin peşinde koşar, fakat sadece
düşkırıklıklarıyla ilerler.
ÖZETLENEN KAYNAKLAR
1. Freud'dan Lacan'a Psikanaliz (Saffet Murat Tura, Ayrıntı, 2.Basım, Mart
1996)
2. Defter (Yaz 1995, Sayı:24, Şeyh ve Ayna, Saffet Murat Tura, Sayfa:62-89)
3. Ege Psikiyatri Sürekli Yayınları, Kişilik Bozuklukları (Cilt 1, Sayı 3,
Sonbahar 1996, Narsisizm Sorunsalında Kohut ve Lacan, Saffet Murat Tura, Sayfa:437-455)
4. Fallusun Anlamı (Jacques Lacan, Afa Felsefe Yazıları Ansiklopedisi, Ekim
1994, Önsöz, Saffet Murat Tura, Sayfa:7-37)
--
J. D. Nasio Posted
Lacan’ın kuramı çekici olduğu kadar, kavramanın
zorluğu yüzünden, iticidir de. Jacques Lacan’ın öğrencisi ve Françoise
Dalto’nun yakın işbirlikçisi olmuş J. D. Nasio’ya danıştık. Kendisi 30 sene
Paris VII Üniversitesinde eğitim vermiş ve şu anda psikanalist, psikolog ve
sosyal alanda çalışanları eğitmekte en etkin yerlerden biri olan “Paris
Psikanalitik Seminerlerinin” başındaki insan. Her biri bilim dünyası tarafından
olumlu kucaklanan, tam 12 dile çevrilmiş 18 kitap yayımladı ve bazıları uzman
olmayanlar tarafından da benimsendi. Türkçe’de İmge Yayınevi tarafından
basılmış 5 kitabı var:
J.-D. Nasio, Lacancı kuramın iki temel
parçasını açıklayacak; ilk önce kavramsal üçlü “İmgesel (imaginaire), Simgesel
(Symbolique) ve gerçek (Reel)”, ardından da “Bilinçdışı” ve “Jouissance
[yararlanma, tasarruf; zevk]” kavramını.
İmgesel
Bu üç boyutu detaylıca inceleyelim. İmgesel nedir?
İmge -belirtmiştik- ruhsal yaşamın imgelerden oluşan
parçasıdır: kendimizin imgesi, başkalarının ve şeylerin imgesi. Bu imgeler
parça parçadır; içimizdeki imgelerin şeylerin genel bir imgesi olduğu
sanılmasın. Hayır! Genelde, şeylerin kırıntısını gösteren imgelerdir,
mesela bir tırnak, bir gülüşün çizgisi, bir sahnenin ayrıntısı, bir renk, bir
melodinin sesi. Ruhsal dünyanın bölük pörçük imgeleridir bunlar. Bu imgeler
dikkate değer biçimde birbirleriyle bağlantılıdır. Soğanın kabukları gibi
katman katmanlardır; çok önemli olan görevleri ruhsal enerjiyi yönlendirmektir.
Şu anda sizinle konuşuyorum. Sizi görüyorum ve size söylediğime odaklanmış
haldeyim. İşte beni ve konuşmamı canlandıran bu enerji, bilinçdışı imgelerle,
kendimin, başkaların ve şeylerin bir milföy hamuru gibi parça parça olan
imgeleriyle yönlendiren ruhsal bir enerjidir. Dolayısıyla bu imgeler
libidonun, jouissance’ın, veya diğer bir deyişle enerjinin aracıymış gibi
işlerler. Bu üç terimden Freud libidoyu kullanırdı ve libidonun imgeler
yoluyla yer değiştirdiğini söylerdi; Lacan ise jouissance’dan bahseder; biz de,
genel olarak ruhsal enerji, canlılık veya atılım diyoruz; beni harekete geçiren
ve şu anda size cevap verdiren atılım. Takdir edersiniz ki jouissance’ın
geçtiği bütün bu imgeler ruhsal bütünlüğü, Lacan’ın “ben” (moi) dediği şeyi,
oluşturmakta.
–
Gündelik hayattan bir örnek alalım şimdi, en banal
objelerden birini, pipoyu mesela! Pipoyu içtiğim zaman ağızda olmasının, dumanı
hissetmenin ve tütünü tatmanın verdiği haz var. Ve hatta, elimde tutmanın ve
tahtanın sıcaklığını hissetmenin hazzı.
Lacancı bakış açısına göre, bu eşyayı tutuyor
olmanın hissi olsun, malzemesinin sıcaklığını algılamak olsun ya da ucunu
ısırmak, hatta dumam içine çekmek; bunların hepsi bilinçdışma yerleşmiş,
geçmişi tekrarlayan, taklit eden, güncel imgelerdir. Bana “Ben nedir?” diye
soracak olursanız, hemen şöyle cevap veririm: ben, bana uygun olan ve bana bir
hissi yaşatan eski imgelerin şimdide güncellenmesidir.
—
—
İşte imgesel bundan ibarettir. Daha güçlü örnekler de
var, en sıradışı olan aşk gibi. Birini sevmek, daha doğrusu birini aniden
sevmek, “yıldırım aşkı” dediğiz şey, varlığımıza derinlemesine kök salmış
imgelerin ani patlayışıyla açıklayabileceğimiz insani bir olgudur. Bilincimize
kendini kabul ettirerek ilişkilerimize ve kimi sevmeye karar vereceğimizi
belirler.
—-
Simgesel
Genelde simgesel (symbolique) kelimesinin simgeden
(symbole) geldiğini düşünürüz; bu bir hatadır. Lacan bu deyimi eserinin başında
gerçekten de simge değilmiş gibi kullanırdı. Ancak yine de, zihinsel
yaşamımızın bir boyutunu belirtmek için “simgesel” sözcüğünü muhafaza etti.
Simgesel, imgelerin oluşturduğu bir yapı değil, bir kumaşın ipliği gibi bir ağa
dağıtılmış birbirine benzer öğeler bütünüdür. Pamuk iplikleriyle değil de,
“imleyen’lerle örülmüş bir argaç hayal edin. (argaç:Dokuma tezgahlarında enine
atılan iplik,atkı) Simgesel birbirlerine çok sıkı kurallarla uyan ve her
zaman birbirlerine bağlı bir gösteren sistemidir.
—
Lacan simgesel kavramını çok kesin bir şekilde
tanımlamıştır. Sonuç olarak Simgesel bir gizli saklı öğeler sistemidir ve bu
öğeler birbirlerine en önemlisi şu olan kurallarla bağlıdır: “Bir” imleyenin
sadece “başka” imleyenlerin yanında değeri vardır. Lacan her zaman “Bir”in tek
başına var olamayacağını, her zaman başkalarını referans aldığını söylemiştir.
Böylece Simgesel’in iki birimi vardır: Bir ve başkalar.
Etki, mesela güzel bir günde içimde şimdiye kadar
varlığından habersiz olduğum bir hissi fark ettiren öznel bir değişiklik
olabilir. Bu keşif tarafından hazırlıksız yakalandığım anda da, bir Özne
ortaya çıkar.
—
Okuyanlar bu tanımı biraz soyut bulabilirler ancak
bilinçdışının gündelik hayatta kendini gösterdiğindeki işleyişinin kuramsal bir
şekilde ve detaylarıyla farkına varmamız için sunduğu formalizasyon budur.
–
“Özne” dedim az önce, işte Lacancı kuramda
yine çok önemli bir sözcük. Onu bazen kişi, birey veya “ben”le karıştırırız.
Oysa Özne ne kişi, ne birey, ne de “ben’dir. Bu terim sadece bir etkinin
yaratıldığını belirtiyor, ağın bir imleyeninin tekil ve eşsiz bir konumda
olduğunda meydana gelen değişikliği: bütün başka imleyenleri bir araya
toplayan, çevresel bir yüzük gibi kendini dış sınıra koymak gibi. Bir öteki
onun yerine geçene kadar sistemin düzenleyici Biri haline gelir. Böylece
sembolik düzenin, hareket halinde olan bir yapı düzeninden başka bir şey
olmadığını anlamışsınızdır. Bu hareket tarafından tetiklenen etkiye Özne, ya da
daha doğrusu, bilinçdışı öznesi, denir.
Gerçek
Bu terimin tanımı zordur çünkü yüksek bir kuramsal
soyutlama seviyesi gereksinir.
Gerçek, gerçeklik değildir. Lacan’da Gerçek ve gerçeklik çok
farklı iki bütündür. Gerçek bizi çevreleyen dünyanın eş anlamlısı değildir,
yine ruhsal yaşamın içinde konumlandırmamız gereken bir boyuttur. Ruhsal
yaşamdaki Gerçek ne imge, ne de imleyendir. Anımsayın: imge de, imleyen de olsa
bu öğeler birbiriyle ilintilidir, yaprak gibi üstüste konulmuş imleyenler veya
ağ gibi yapılanmış imleyenler (Bir ve başkalar). Bu imge ve imleyen ağları
sürekli hareket halindedirler. Gerçekse, tam tersine, ne imgedir ne imleyen ve
yapısı daha zayıftır. Gerçek sürüp giden ve değişmeden kendisine aynı kalandır.
Gerçek varlığımızın hep baki kalan tarafıdır.
—
Belirgin bir örnek vermek zordur, ama ben yine de
deneyeceğim. Bir durum uydurmama izin verin. Diyelim ki, bu gece bir kabustan
uyanmış olayım, bir kaygı halini yaşamış olayım. Ertesi gün kendime geldiğimde
şöyle derim: “Çocukken bir gölge odamın duvarlarına tırmandığında buna benzer
büyük bir korku ve dehşet deneyimlediğimi hatırlıyorum.” Gerçek bu örneğin
neresindedir? Gerçek tam da korkunun tabiatı, duygunun maddesidir. Çocukken
nasıl yaşadıysam, kırk elli yıl soma bugün de aynısını yaşadığım, silinmemiş,
değişmemiş duygusal bir hal.
Temeli unutmayalım: İmge, Simge ve Gerçek ruhsal
yaşamın içsel bölge ve parçalarıdır. Öte yandan, Gerçek’i bazı zamanlar farklı
bir anlamda da düşünebiliriz. Şimdi Gerçek kelimesinin bu diğer Lacancı
anlamını bu defa dışsal yaşamdan örnek vererek ele almak isterim. Yeniden
soralım kendimize:
Elbette gelecek bir olayı öngörebilir ve hatta hayal
edebilirim ancak öngörüm hiçbir zaman gelecekteki gerçekle tam anlamıyla
örtüşmez, gerçekten hiçbir zaman beni hangi kaderin beklediğini bilemem. Bu
basit örnekle, size Gerçek’in bilinmez ve kavranılmaz tabiatını hissettirmek
istiyorum. Gerçek simgeselleştirilmesi mümkün olmayandır.
–
İşte bu sefer Gerçek kavramının bilim alanından alınmış bir örneği. Bir araştırmacı için Gerçek, keşfetmeyi beklediği, çözmek istediği bilmecedir. Hepimizin bildiği AİDS sorununu ele alalım. Biliyorsunuz bu sıralar, önemli bir takım bilim adamı virüsün panzehirini bulmak için bir araştırma içerisindeler. İşte bu araştırmacılar için Gerçek, bilmecenin çözülmesi yani hastalığa bir çare bulunmasıyla, bilimin ne kavrayabildiği ne de açığa çıkarabildiği açıklanamayanla tezahür eder.
İşte bu sefer Gerçek kavramının bilim alanından alınmış bir örneği. Bir araştırmacı için Gerçek, keşfetmeyi beklediği, çözmek istediği bilmecedir. Hepimizin bildiği AİDS sorununu ele alalım. Biliyorsunuz bu sıralar, önemli bir takım bilim adamı virüsün panzehirini bulmak için bir araştırma içerisindeler. İşte bu araştırmacılar için Gerçek, bilmecenin çözülmesi yani hastalığa bir çare bulunmasıyla, bilimin ne kavrayabildiği ne de açığa çıkarabildiği açıklanamayanla tezahür eder.
Bilinçdışı ve Jouissance
Şimdi gerçekten de Jacques Lacan düşüncesinin tam
kalbindeyiz. İmge, Simge ve Gerçek üçlüsünü yerli yerine oturttuktan sonra,
Lacan doktrininin yapısını ayakta tutan iki büyük kolonu ele alalım şimdi. Bu
kolonlardan birisi Bilinçdışı, diğeri ise Jouissance’dır; Lacan kuramının bu
önemli iki teriminin her birine bir tanım önermiştir.
Bilinçdışı konusunda, Freud’a kıyasla kökten bir
devrim gerçekleştirmiştir. Eğer Lacan’ın eserinden süregelecek ve gelecek
evrimlere katılacak bir öneri varsa, o da şu aforizmadır: “Bilinçdışı bir dil gibi
yapılanmıştır.” İkinci temel ilkeyse şudur: “Cinsel ilişki yoktur.” Bu deyiş
kesinlikle kışkırtıcıdır; Lacan bunu öğretisinin son on yılında ortaya attı,
halbuki ilki en başında söylenmişti.
Eğer beni Simgesel kavramında iyi takip
ettiyseniz, bilinçdışının ne olduğunu rahatlıkla anlayabilirsiniz. Simgesel’i
dilden bahsetmeden konumlandırdım. Ancak Lacan’ın algılayışına göre simgeselin
yapısı dilin yapısına tam anlamıyla uyuyor; yani bir takım gizli öğeler ağı,
Birin diğer imleyenleri bir yüzük gibi kapsamakla bir sınır görevi aldığı
birbirlerine bağlı imleyenler ağı.
—
—
Görüyorsunuz yapı, dil ve bilinçdışı nasıl da Bir ile
başkalar arasındaki ilişkiyi belirten farklı adlandırmalar. Bilinçdışı,
simgesel ve dil arasındaki fark daha çok bilinçdışının bir yapıdan daha fazla
bir şey olmasında yatıyor. O hareket eden bir yapıdır, az önce bahsettiğimiz
Simgesel’in işleyişidir Özne etkisini tetikleyen. Bilinçdışı her birimizin
hayatını sürekli etkileyendir. Daha doğrusu bilinçdışı, insanın hayatında, dil
sürçmesi, rüya ya da bazen duygusal ve belirleyici bir seçim şeklinde dışa
vurandır. Mesela aşık olduğun ve daha sonra seçilmiş kişi olacak varlığın
seçimi. Bu oldukça belirleyici ve duygusal seçimler Lacancı kurama göre
bilinçdışının dışavurumlarıdır.
Özetle, “Bilinçdışı bir dil gibi yapılanmıştır.”
deyişi, bilinçdışı iki imleyen tarafından düzenlenen bir ağdır anlamına
geliyor: imleyen Bir ve başka imleyenler. Bu ikili, Bir imleyen için S1, başka
imleyenler için S2 işaretleriyle yazılabilir. Etkilerin veya dışavurumların
kendini istemsiz eylemler şeklinde tanıttığı bir ağ.
Jouissance “Cinsel ilişki yoktur”
Şimdi de jouissance konusuna gelelim. Tıpkı Gerçek
gibi tanımlaması zor bir kavram. Bu benzetme masum değil çünkü jouissance,
Gerçek boyutunu çokça anımsatıyor. Bilinçdışının imgesel boyutu çağrıştırdığını
söylemiştik, jouissance ise Gerçek boyutunu çağrıştırıyor. Ancak daha ciddi ve
açık olmak gerekirse jouissance’ın Gerçekle tam anlamıyla benzer olduklarını söyleyemem.
Bilinçdışı çalışmak, kendini belli
etmek için yakıta ihtiyacı olan bir ağdır. İşte bu yakıt, bu giriş enerjisi,
Lacan’a göre jouissance’dır. Unutmayalım Freud libido kelimesini kullanırdı.
İlk bakışta sanabileceğimiz gibi jouissance’ın orgazmla ve cinsel şehvetle bir alakası yoktur. Eğer Lacan burada olsaydı bizi düzeltirdi: “Hayır Bay Nasio! Jouissance’ın bir enerjiyle, Einstein’ın E=mc2′si, yani fiziğin tanımladığı gibi bir matematik formülüyle kıyaslanabileceğini sanmıyorum. Halbuki jouissance’ın -diye ısrar ederdi Lacan- resmedildiği bir simgesi yoktur. Hiçbir formül onu yazıya geçiremez.” Ben de boyun eğerdim: “Haklısınız Bay Lacan. Aslında benim algıladığım haliyle de jouissance, fen bilimlerinin tanımladığı enerjiyle aynı değildir. Ben yine de bu enerji kelimesini kullanıyorum, ama daha geniş bir anlamda, psikanalizde bilinçdışının işleyişini sağlayan motor gücünü jouissance olarak adlandırdığımızı anlatabilmek için.” Bilinçdışı jouissance sayesinde çalışır, kımıldar ve kendini belli eder.
İlk bakışta sanabileceğimiz gibi jouissance’ın orgazmla ve cinsel şehvetle bir alakası yoktur. Eğer Lacan burada olsaydı bizi düzeltirdi: “Hayır Bay Nasio! Jouissance’ın bir enerjiyle, Einstein’ın E=mc2′si, yani fiziğin tanımladığı gibi bir matematik formülüyle kıyaslanabileceğini sanmıyorum. Halbuki jouissance’ın -diye ısrar ederdi Lacan- resmedildiği bir simgesi yoktur. Hiçbir formül onu yazıya geçiremez.” Ben de boyun eğerdim: “Haklısınız Bay Lacan. Aslında benim algıladığım haliyle de jouissance, fen bilimlerinin tanımladığı enerjiyle aynı değildir. Ben yine de bu enerji kelimesini kullanıyorum, ama daha geniş bir anlamda, psikanalizde bilinçdışının işleyişini sağlayan motor gücünü jouissance olarak adlandırdığımızı anlatabilmek için.” Bilinçdışı jouissance sayesinde çalışır, kımıldar ve kendini belli eder.
Şimdi şu ünlü deyiş hakkında yorum yapmak istiyorum:
“Cinsel ilişki yoktur”. Lacan’ın böyle mutlak ve kışkıştırtıcı deyişler ortaya
attığını anımsayalım. Aralarından biri tam gediğine oturmuştu: “Kadın
yoktur”(Lafemme n’existe pas). Bu deyişler, sıradan düşünce ve sağduyuya karşı
birer meydan okumaydı, ancak bu yazarın metinlerini ciddi bir şekilde inceleme
çabasını gösterdiğinizde skandalvari taraflarını kaybediyorlar, işte o zaman
derin anlamlarını kavrayabiliyoruz.
Bu provakatör Lacan intibasını dağıtmak isterim çünkü
kendisi kuramım inşa edişinde ve son derece titiz çalışmasında, fevkalade
ciddiyet ve sorumluluk sahibi bir adamdı. Ona ve diğer üstatlara karşı, bizlere
bilgi ve deneyimlerini aktarmak için sarf ettikleri çabadan dolayı minnetarım.
Lacan’ı uzun süreler boyunca derinleştirdim ancak kendimi diğerleri tarafından
da şekillenmiş sayıyorum. Freud gibi, Melanie Klein veya Françoise Dolto gibi.
Kışkırtıcı tavırlarına rağmen Lacan’ın, kırk yıl boyunca güçlü, Fransız
kültürüne ve psikanalize yeni bir ivme kazandırmış yaratıcı bir eser
bırakmasını bilmiş büyük bir Entelektüel olduğunu hissettirmek istiyorum
sadece. Lacan deyişlerinin kesin tavrı sebebiyle bu parantezi açmayı uygun
gördüm. “Cinsel ilişki yoktur” tahmin edebileceğiniz gibi bir erkek ve kadın
arasında cinsel ilişki yoktur demek değildir! İnsanlar var oldukça cinsel
ilişki her zaman olmuş, oluyor ve olacaktır. Lacanın iddia ettiği şey,
jouissance sorunu üzerine daha ince ve nüans dolu bir şey. Böyle bir deyişin
taşıdığı mesaj jouissance’ın ne adının, ne imleyeninin, ne de imgesinin
olduğudur. Açıklayayım. Lacan bu deyişte “ilişki” kelimesini kullanıyor, tıpkı
cebirde x ve y’nin arasındaki ilişkinin tanımlanıldığı gibi. Cinsel ilişki
yok derken, bu “erkek jouissance’ı” ve “kadın jouissance’ını” simgeleyen
harfler yoktur demek istiyor. Bu iki jouissance’ı yazmak için herhangi bir
işaret yoktur. Eğer bu işaretler olsaydı, bu jouissance’ın doğru özünü
tanımlamayı başardığımız anlamına gelirdi. Halbuki bu imkansızdır. Bu
deyişle Lacan şunu söylemek istiyordu: jouissance’ın adı ve cebirsel bir
resmedilme şekli yoktur. İşte “Cinsel ilişki yoktur” savının anlamı.
Diğer bir deyişi “Kadın yoktur “a kadınların kızdığına ve itiraz ettiklerine şahit oldum: “Nasıl böyle bir budalalık dile getirilir çünkü ben, kadınım ve varım! Beyefendi görüyorsunuz ki ben varım!” Aslında Lacan da, zamanında çağdaşlarına rağmen “Madde yoktur” (La matiere n’existe pas) diye söyleyen Berkeley gibi yaptı. Lacan ve Berkeley sadece evrensellik fikrine karşı çıkıyorlardı, bu madde de olsa kadın da. Daha açık olmak gerekirse, itirazları, evrenselliği içeren “La” artikeline karşıydı. Öyle ki Lacan daha sonra o artikelin üzerini çizecekti. Kısaca Lacan, evrensel bir kategori olarak kadının olmadığını düşünüyordu. Neden? Kadın ve kadın cinselliği sorununa bütün bir metin ayırmak gerekir! Tutkulu bir konu ancak onu bir kenarda bırakalım ve sadece eğer evrensel kadın yoksa, bu kadının jouissance’ı ile olan ilişkisi tüm kadınlar için tek bir jouissance’dan söz etmemizi yasakladığındandır diyebiliriz. Psikanaliz için “kadınlar” vardır, hepsi birbirinden farklı çoğul kadınlar. İşte bilinçdışı ve jouissance hakkında hızlıca söyleyebilecelerimiz bunlar. Bu metinde, otuz yıldan daha uzun bir zamanda yaratılmış bir eseri özetlemeye, temel psikanaliz terimlerini az sözcüğe sığdırmak zorunda kaldım. Bunu böylesine daraltmanın verdiği rahatsızlık ve pişmanlık, Lacan’ı tanımayanların huzuruna sunmanın sevincine karışıyor. Arzum onları, Fransız psikanalizinin bu büyük yazarının eserlerini, kavrama zorluklarına rağmen keşfetmeye teşvik etmekti.
Diğer bir deyişi “Kadın yoktur “a kadınların kızdığına ve itiraz ettiklerine şahit oldum: “Nasıl böyle bir budalalık dile getirilir çünkü ben, kadınım ve varım! Beyefendi görüyorsunuz ki ben varım!” Aslında Lacan da, zamanında çağdaşlarına rağmen “Madde yoktur” (La matiere n’existe pas) diye söyleyen Berkeley gibi yaptı. Lacan ve Berkeley sadece evrensellik fikrine karşı çıkıyorlardı, bu madde de olsa kadın da. Daha açık olmak gerekirse, itirazları, evrenselliği içeren “La” artikeline karşıydı. Öyle ki Lacan daha sonra o artikelin üzerini çizecekti. Kısaca Lacan, evrensel bir kategori olarak kadının olmadığını düşünüyordu. Neden? Kadın ve kadın cinselliği sorununa bütün bir metin ayırmak gerekir! Tutkulu bir konu ancak onu bir kenarda bırakalım ve sadece eğer evrensel kadın yoksa, bu kadının jouissance’ı ile olan ilişkisi tüm kadınlar için tek bir jouissance’dan söz etmemizi yasakladığındandır diyebiliriz. Psikanaliz için “kadınlar” vardır, hepsi birbirinden farklı çoğul kadınlar. İşte bilinçdışı ve jouissance hakkında hızlıca söyleyebilecelerimiz bunlar. Bu metinde, otuz yıldan daha uzun bir zamanda yaratılmış bir eseri özetlemeye, temel psikanaliz terimlerini az sözcüğe sığdırmak zorunda kaldım. Bunu böylesine daraltmanın verdiği rahatsızlık ve pişmanlık, Lacan’ı tanımayanların huzuruna sunmanın sevincine karışıyor. Arzum onları, Fransız psikanalizinin bu büyük yazarının eserlerini, kavrama zorluklarına rağmen keşfetmeye teşvik etmekti.
Fransızca Çeviri: Atakan Karakış mono kurgusuz labirent 2009 yaz yıl:3
sayı: VI-VII
Erişim:
--
Hzl: Özgür
Öğütcen
Bu yazının alt başlığı şöyle olmalıydı: “Üçüncü dalga
(post)feminizmlerin Lacan’dan öğreneceği
bir şey var mı?
Malum olduğu
üzere 1970’lerin sonundan itibaren psikanalitik teori üniversitelerdeki ve
psikiyatrik kurumlardaki itibarını hızla yitirdi. Psikanaliz bütün sosyal ve
kültürel fenomenleri psiko-seksüel açıklamalara indirgemekle ve fallosentrik2
olmakla eleştirildi. Bu eleştirilerin dışında genel bağlamda ise psikanaliz üç
düzeyde kriz içindedir: (1) Bilimsel bilgiye göre, insan zihninin
bilişsel-nörobiyolojik modeli Freudcu modele baskın çıkmıştır; (2) Klinik
anlamda, psikanalitik tedavi ilaçlar ve bilişsel-davranışçı terapiler karşısında
hızla pozisyonunu kaybetmektedir; (3) Toplumsal bağlamda, geç kapitalizmin3
baskın hedonist yasakçılığı bireyin cinsel dürtülerini daha fazla geçerli bir
kaynak saymayacak gibi görünmektedir.
Lacan’ın
Freud’a retourunun bize bilinçdışı ve kültür arasındaki ilişkiyi ve psişe ve
toplumsal arasındaki ilişkiyi oldukça radikal bir biçimde yeniden düşünme
olanağını yarattığını görürüz. Bu yüzden, bu üç düzeyli krizi kavramakta
Lacan’ın güncel tartışmalarda ne ifade ettiğini görmek hepimiz için çok önem
taşımaktadır.
Bu yazıya
şöyle bir soruyla başlamak yerinde olacaktır: “Bir erkek nedir?” ve
bununla bağlantılı olmak üzere “Bir kadın nedir?” Birbiriyle bağlantılı
bu iki soru her şeyden önce bu iki tanımın –yani erkeğin ve kadının-
birbirlerini tamamlamadıklarını, birinin eksiğinin diğerinde olmadığını
söylememizi talep eder. Bu karşılıksızlığın imgesel düzeyidir. Žižek’e dönecek
olursak; “Evet, kadın yoktur” ama ‘Erkekte
kendinin olduğunu varsayan kadından başka bir şey değildir”. Her iki cinsiyetin kendi paylarına düşen, varlık-yokluk
sorusunda maddileşen kastrasyonun (hadım etme) yasasına tabi olmaktır. Bu erkek
için –Lacan’ın yapısalcı ilk döneminde bahsettiği- sahip olduğunu düşündüğü
imgesel fallusun tehdit edilmesi, kadın için ise zaten sahip olmadığı fallusun
yasıdır. Evans (1999), “cinsiyet farklılığı” kavramının Freud’un ve
Lacan’ın kuramsal sözlüklerinin bir parçası olmadığı halde psikanaliz ve
feminizm arasındaki en önemli tartışmalardan birisi haline geldiğini söyler.
Freud sadece anatomik farklılıklardan ve bunların psişik sonuçlarından
bahsetmiştir; Lacan ise cinsel konum ve cinsel ilişkiden ve sıkça cinsiyetlerin
farklılaşmasından söz etmiştir. Buna karşın, hem Freud hem de Lacan cinsiyet
farklılığı meselesiyle ilgilidirler ve Lacan’ın çalışması bu terime bir girişi
de içeren önemli bir dizi temayı içermektedir ve bu yüzden Lacan’ın çalışması
feminist yaklaşımlar için önemli bir odak noktası oluşturmaktadır.
Freud
Freud’a
feministlerin önemli bir kısmı tarafından, ta 70’li yıllardaki ikinci dalga
feminizmden başlayarak üçüncü dalgada dahil, haksızlık yapıldığını düşünüyorum.
Batı felsefi geleneğinde bir töz olarak ele alınan ‘kadın’ ve ‘erkek’
kategorilerini ilk sorunsallaştıran kişi odur, Freud’dur. Bu cinsiyet krizini
kadın ve erkek tanımlarının içine yerleştiren de odur. Bu tanımlama, bu alt
üst oluş üçüncü bir cinsiyetin tanınmasından ya da farklı ve sonsuz cinsel
kimliklerin politik doğruculukla onanmasından daha radikaldir. Evet bir sorun
vardır, bu sorun kadın ve erkek arasında değildir, her ikisinin de tek tek ne
oldukları ile ilişkilidir. Öyleyse Freud şunu demektedir: kadın ya da
erkek varlık olmak verili değildir, kadın ya da erkek olunur. Bütün
sınırlılıklarına rağmen bu bağlam sonraki cinsiyet tartışmalarının sıfır
derecesidir.
Freud, daha
1920 gibi erken bir tarihte, Bir Kadın Eşcinsellik Olgusunun Ruhsal
Kaynakları’nda, verili cinsiyet kategorilerini sorgulamaya başlamıştır.
“Libido tümümüzde yaşam boyunca
normal olarak erkek ve dişi nesneler arasında gider gelir... Gelgitin sonlanışı
temelli ve kesin olduğunda, doğal olarak
bu ya da diğer tarafı kesinlikle yeğleyen ve belki de nesne seçimini
kendi yönüne çevirmek için yalnızca uygun anı beklemiş olan bir özel etkenin
varlığından kuşkulanırız... (s.332, Olgu Öyküleri II)
“...Ancak analiz geleneksel ya da
biyolojik terminolojide eril ve dişil olarak adlandırılan şeyin gerçek doğasını
açıklayamaz: Sadece bu iki kavramı alır ve onları çalışmasının temeli yapar.
Onları daha fazla indirgemeye kalkıştığımızda, erilliğin etkinlik, dişilliğin
ise edilginlik içinde yokolduğunu görürüz ve bu bize yeterince şey
anlatmaz...”(s.346, Olgu Öyküleri II)
Freud’un
çalışmasının altında yatan temel varsayımlardan biri erkekler ve kadınlar
arasındaki belirli fiziksel farklılıklardır ve bunlar aynı zamanda psişik
farklıklardır. Başka bir deyişle, belirli psişik özellikler ‘eril’ olarak
diğerleride ‘dişil’ olarak adlandırılabilirler. Örneğin utangaçlık,
alçakgönüllülük, yol gösterilme ve yardım gereksinimi Freud tarafından dişil
zihinsel özellikler olarak tanımlanmıştır. Bunlara herhangi bir formel
tanımlama getirmek yerine, Freud kendisini bir insan öznesinin nasıl eril veya
dişil psişik özellikleri kazandığını tanımlamakla sınırlamıştır. Yukarıda da
belirtildiği gibi cinsiyetlenme içgüdüsel veya doğal bir süreç değildir, ama
anatomik farklılıkların toplumsal ve psişik faktörlerle etkileştiği karmaşık
bir süreçtir. Freud’un başka bir bağlamda söylediği:
“Ruhbilimsel bir sorunun yerine
anatomik bir sorun geçirmemizin ne gereği ne de haklılığı var...”(s.49-50,
Cinsellik Üzerine)
sözünü bu
etkileşimi ifade etmede biyolojik olana karşılık sosyosimgesel olana bir
eğilimi olduğu şeklinde yorumlayabiliriz.
Bu
cinsiyetlenme süreci kastrasyon kompleksinin etrafında dönmektedir: erkek
çocukları penislerinden mahrum olmaktan korkmakta, kızlar ise zaten bundan
mahrum olduklarını farzetmektedirler ve bunun sonucu penis haseti
gelişmektedir.
Lacan
Freud’u
izleyerek, Lacan’da nasıl bir insan yavrusunun cinsiyetli/cinsiyetlenmiş (a
sexed subject) bir özne haline geldiği sorusuyla ilgilenmiştir. Lacan’a göre,
erillik ve dişillik biyolojik özler değildir ama simgesel pozisyonlardır ve bu
iki pozisyondan birini üstlenmek öznelliğin yapılandırılmasında esastır. Özne,
öz olarak cinsiyetli öznedir. ‘Erkek’ ve ‘kadın’, bu iki öznel pozisyon için
dayanak oluşturan gösterenlerdir.
Hem Freud’a
hem de Lacan’a göre çocuk en başta cinsiyet farklılığını reddetmektedir ve bu
yüzden cinsel bir konum alamaz. Küçük bir oğlan için kızların cinsel organı bir
muammadır. Kız kardeşinde ya da bir akrabanın veya komşunun kız çocuğunda
oradaki boşluğu gördüğünde bir gün onunda kendisininki gibi bir cinsel organı
olacağını, onun cinsel organının şimdilik küçük olduğunu düşünür. Bu evredeki
erkek çocuğu için kesin bir cinsiyet ayrımı kavramı yoktur. Ayrıca annesinin
cinsel organının nasıl bir şey olduğu da büyük bir sorun oluşturmaktadır.(4)
Çocuk sadece kastrasyon kompleksi içinde cinsiyet farklılığını keşfettiği zaman
bir cinsel pozisyon almaya başlayabilir. Hem Freud hem de Lacan bu cinsel
konumlanma sürecini Oedipus Kompleksi ile yakın bağlantı içinde görmüşlerdir.
Ama bu bağlantının kesin doğası konusunda ayrılmaktadırlar. Freud’a göre,
öznenin cinsel pozisyonu çocuğun Oedipus kompleksinde özdeşleştiği ebeveynin cinsiyeti
tarafından belirlenmektedir (eğer özne babasıyla özdeşleşirse eril pozisyonu
almaktadır; özdeşleşme anneyle olursa dişil pozisyonun edinildiği
varsayılmaktadır). Ancak Lacan’a göre ise Oedipus kompleksi daima Baba’yla
simgesel özdeşleşmeyi içermektedir ve bu nedenle Oedipal özdeşleşme cinsel
pozisyonu belirleyemez. Bu yüzden Lacan’a göre, özdeşleşme yoktur ama öznenin
cinsel pozisyonunu belirleyen fallusa ilişkisi vardır.
Bu ilişki
‘sahip olma’ veya ‘olmama’nın her ikisinden biridir; erkeklerin simgesel
fallusu vardır, kadınların yoktur (veya, daha kesin söylersek, erkekler ‘ona
sahip olmadan olamazlar’). Bir cinsel pozisyonun elde edilmesi esastan simgesel
bir edimdir ve cinsiyetler arasındaki fark sadece simgesel düzlemde tasavvur
edilebilir.
Ancak,
cinsel farklılığın göstereni yoktur, öznenin kendisini erkek veya kadın halinde
tam olarak simgeselleştirmesine izin yoktur ve bu yüzden ‘normal,
tamamlanmış cinsel pozisyon’ imkansızdır. Bu nedenle öznenin cinsel kimliği
daima tekinsiz bir meseledir ve müebbet bir kendini-sorgulamanın kaynağıdır.
Kendine ait
cinsiyetin ne olduğu sorusu (Bir kadın mıyım ya da bir erkek miyim?) histeriyi
tanımlayan sorudur. Hem erkekler hem de kadınlar için gizemli ‘öteki
cinsiyet’ daima kadındır ve bu yüzden histeriğin sorusu hem erkek hem de kadın
histerikler için aynıdır:
Bir kadın nedir?
Bir kadın nedir?
Öznenin
anatomisi/biyolojisi, öznenin alacağı cinsel pozisyon sorusunun bir parçası
olarak rol oynar, anatominin cinsel pozisyonu belirlemediği psikanalitik
kuramın temel bir aksiyomudur. Burada cinsiyet farklılığının cinselliğin üreme
işlevleriyle ilişkili olan biyolojik belirleyicileri (örneğin kromozom
düzeyindekiler: Y kromozumu) ve üreme işlevinin temsil edilmediği bilinçdışı
arasında bir kopma vardır. Bilinçdışında cinselliğin üreme işlevinin bu verili
temsil-edilmeyişi nedeniyle ‘öznenin kendisini erkek veya kadın varlık olarak
psişede konumlandırabilmesi’ mümkün değildir. Simgesel düzende cinsiyet
farklılığının göstereni yoktur. Tek bir cinsel gösteren vardır o da fallustur
ve bunun ‘kadın’ bir eşdeğer göstereni yoktur: daha kesin konuşursak bu sıfatla
kadının cinsiyetinin simgeselleştirilmesi yoktur... bir simge olarak fallusun
benzeri, eşdeğeri yoktur. Bu gösterenin bakışımsızlığı meselesidir. Bu yüzden fallus
her iki cinsiyetin kastrasyon kompleksiyle kendi cinsiyetlerindeki
sorunsallarının tamamlayıcısı olan can damarıdır.
Gösterendeki
bu kökensel bakışımsızlık Oedipus kompleksinde kadın ve erkekler arasındaki
bakışımsızlığa öncülük eder. Erkek özne diğer cinsiyetten ebeveyni arzuluyorken
ve aynı cinsiyetteki ebeveynle özdeşleşiyorken, kadın özne aynı cinsiyetten
özneyi arzular ve ‘özdeşleşmesinin temeli olarak diğer cinsiyetin imgesini
elde etmeye zorunludur’. ‘Bir kadın için kendi cinsiyetinin gerçekleşmesi
–buna paralel yöntemle erkek için olduğu gibi- Oedipus kompleksi içinde
başarılamaz, anneyle özdeşleşme yoluyla da başarılamaz, ama buna karşın ona
tahsis edilen ekstra bir dolambaçlı yol aracılığıyla, babasal nesne ile
özdeşleşme yoluyla başarılır. Bu bakışımsızlığın gösterilmesi Oedipus
kompleksinin gideceği yönü belirler. Bu iki yol aynı izin altından geçerek
meydana gelirler –kastrasyonun izi.
Eğer eril-dişil karşıtlığının aslında bir simgesi yoksa, cinsiyet
farklılığını anlamanın tek yolu bunu aktiflik-pasiflik açısından anlamaktır. Bu tek yol olan
karşıtlık erkek-kadın karşıtlığının psişede dolaylı olarak temsil edilmesinin
de tek yoludur, çünkü cinselliğin biyolojik üreme işlevi psişede temsil
edilmemektedir. Birinin nasıl bir erkek ya da bir kadın olduğu sorusu tamamiyle
Öteki’nin alanında yer alan bir dramadır. Bunu derken öznenin kendi cinsiyetini
sadece simgesel düzeyde gerçekleştirebileceğini söylüyoruz.
Erkekler
Kadınlar
Yukarıdaki
sexuation denklemlerinde görülen cinsellik ve cinsiyet tartışması en başta eril
ve dişil öznelerin kastrasyonla ilişkilerini simgeselleştirmenin iki yolunu
temsil etmektedir. Bu ilişki çelişkili, bütünleştirici olmayan bir tarzda
olduğundan cinsel ilişki de imkansız hale gelmektedir. Kısaca söylersek bu cinsiyetin
gerçeğidir.
Bu formüle
baktığımızda üstte dört adet önerme görmekteyiz. Üsttekiler birer olumlama ve
olumsuzlama (istisna) içermektedir. Altta ise $, a, S(A), La ve Φ’yi
görmekteyiz. Bu nesneler “gerçeklik” olarak deneyimlediğimiz şeyin koordinatlarını
sağlamaktadır. Φ nesneleri fallik keyif ve semptomun ya da sinthomun
engelleyici etkileriyle ilişkilidirler; S(A) nesneleri “gerçeğin küçük
parçaları” olabilirler ve dişil keyif ile ilişki kurarlar; ve a bulunması zor
olan fantazi nesnelerinin, arzu nesnelerinin ve dürtü nesnelerinin
işaretleyicisidir. Nesnelerin belirli bir düzenlenmesi “gerçeklik” etkisinin,
jouissanceımızın arka planına karşı çıkan simgesel, imgesel ve gerçek düzenler
arasındaki bir grup yaklaşım tarafından nasıl oluşturulduğunu anlatmaktadır.
Encore’da Lacan bu “gerçeklik”e cinsel bir perspektiften bakmakta ve özne
konumlarını belirleyenlerin de bu nesneler olduğunu söylemektedir.
Kısaca, Lacan burada, öznelliğin cinsiyet farklılığı
tarafından nasıl parçalandığını ve fantaziler, semptomlar ve jouissance ile
olan sorunsal ilişkiye nasıl bağlandığını göstermektedir.
Elimizde
tutmamız gereken önemli bir çıkarsama şudur: Cinsiyet farklılığının bütünsel
bir açıklaması kesinlikle olamaz, çünkü dilin, hepimizin razı olacağı bir bütün
haline gelmesine engel olan şey odur.
Denklemin
alt tarafında, eril öznenin “kadın” ile fantazi ilişkisi ($ ve a’yı birleştiren
çizgi) görülmektedir. Kadının erkeğin semptomu olduğu fikri, La ve fallik nesne
Φ arasındaki bağ ve şeklin eril tarafındaki $ ve Φ’nin dolaylı eşleşmesi ile
ifade edilir. Böylece erkeğin fantazisi yerine semptomu olan kadın, erkeğin hem
(büyük) Öteki’ne mesajı hem de keyifle olan imgesel ilişkisidir. Bu, erkeğin
simgesel varoluşuyla iletişimi ve varlığının gerçeği ile ilişkisini sadece
kadın sayesinde kurabileceği anlamına gelirken, bunun tersi geçerli değildir:
Kadın, erkekten tamamen bağımsız olarak var olur. “Kadının erkeğin semptomu olması”, erkeğin sadece semptomu olan kadın
aracılığıyla var olabileceği anlamına gelir, tüm ontolojik tutarlılığı semptoma
bağlanır, semptomu yüzünden ertelenir, onun içinde ‘dışsallaşır’.
Şekilde
Lacan, dişil konumu $’ye benzer şekilde üzeri çizili olarak gösterir. O, S(A)
ve Φ arasında bölünmüştür. İkisi
arasındaki eksen üzeri çizili bir La’dır. La’nın silinmesi, “dilin, kadının
belirli bir kategorisini tanımlayamayacağı” ya da Zizek’in deyişiyle “kadının düşüncede inşa
edilemeyeceği” anlamında “kadının var olmadığını” ifade eder. İşte bu yüzden
kadının ne olduğunun dil içinde telaffuz edilememesi onun doğasından
kaynaklanmaktdır.
Şekilde,
kadının simgesel düzende yeterince anlatılamaz oluşunun iki nesne-artık
ürettiği görülmektedir. Bunlardan ilki, eril öznelere “kastrasyonun” tersine
çevrilmesini temsil etme ve imgesel fallik tatmini ortaya çıkarma kapasitesi
olan fallik gösteren Φ’dir. İkincisi onun karşıtı S(A), imgesel fallus sadece
imgesel olduğu için simgesel düzende ortaya çıkan eksiğin gösterenidir. Dişil
özne fallik gösteren tarafından aldatılamaz. Penisleri etrafında dönen fantazilerin
köleleri olan erkeklerin aksine o, ne kastrasyon miti tarafından ikna edilir ne
de simgesel düzendeki eksiğin bir fallus tarafından doldurulabileceğine inanır.
İşte bu kastrasyonun sapağına girmeden dürtünün gerçeğine bir ilişki kurma yolu
bulabilen ve jouissance feminine’i oluşturan ve S(A) ile temsil edilen
“fallusun ötesindeki” keyfe ulaşabilme kapasitesidir. S(A), kaçınılmaz biçimde
Oedipal düzene tabi olurken bu düzenin yetersizliklerinin ve onun sonradan
uydurulmuş karakterinin farkında olan gerçek ile kurulan dişil bir ilişkiyi
belirtir. Bunu başka bir şekilde ifade etmek gerekirse, S(A) olarak “kadın”,
simgesel düzenin yetersizliğine “gerçeğin cevabı”dır.
Görüldüğü üzere ne
eril özne dişil ile, ne de dişil özne eril ile doğrudan bir ilişki kuramaz.
Bunun yerine ikisi de sadece, diğer öznelerle, fantazi ya da semptom formunda
dolaylı olarak ilişkili olan nesnelerle bağlantı kurarlar; bu yüzden de “cinsel
ilişki yoktur”.
Feminizm
Elizabeth Grozs, Jacques Lacan: A Feminist
Introduction(1990) adlı
kitabında Lacanyen psikanalizin hangi açılardan feministlerin işine
yarayabileceğini sorar ve yanıtını üç başlık altında özetler:
1- Lacan’ın Kartezyen cogito eleştirisi aynı zamanda
önceden verili, bütünleşik, kati öznenin de eleştirisidir. Lacan böylece kendini-bilmek, bütünleşiklik ve efendilik kavramlarını da
sorunsallaştırmıştır. Hatta bunu öz-bilincin kendisine de uygulamıştır. Ona
göre bilinç her zaman bilinçdışı tarafından kesintiye uğratılmaktadır. Böylece
kadın ve erkek özneler önceden verili biyolojik varlıklar olmaktan öte tarihsel
ve sosyosimgesel etkiler sonucu oluşan varlıklara dönüşürler.
2- İkinci olarak Lacan’ın kuramı cinsiyet üzerine olan
yaygın akademik ve politik söylemlerin sorgulanmasına yardımcı olmuştur. Onun
çalışması, patriyarkal [ataerkil, patriarkal, pederşahi] öznelerin bir
sosyal ve konuşma pozisyonu kazanmalarının kastrasyon meselesiyle ve erkek
cinsel organının varlığı veya yokluğu bağlamında (oedipus kompleksi/babanın
adı) tasarlanan bir cinsiyet farklılığı meselesiyle yüz yüze gelmekle
oluştuğunu açık biçimde ortaya koymuştur. Lacan cinsiyet sorununu bütün
toplumsal ve ruhsal işlevlerin merkezine koymuştur. En
nihayetinde “Ben” olma hali cinsiyetlenmiş bir durumdur ve toplumsal olarak
tasarlanmış uygun erkek ve kadınlarla özdeşleşmeye dayanmaktadır.
3- Lacan’ın çalışması öznelliğin ve toplumsal düzende
anlam veya gösterme sistemlerinin merkeziliğini ortaya koymada yardımcı
olmuştur.”
Kartezyen
res cogitans’ın (bir düşünen varlık) yerine Lacan, konuşan özneyi, kendisi dil
aracılığıyla ve dil içinde tanımlanan özneyi koymuştur. Bu özne basitçe konuşan
bir varlık değildir, ama konuşma aracılığıyla dilin içinde kurulan bir
varlıktır. Bu yüzden söylemin kaynağı veya efendisi olarak düşünülemez, bu
varlık daha çok temsillerin, anlamların, yazıların ve kayıtların
sözcelenmesinin (enunciation, articulation) locusudur veya mekanıdır.
Lacan’ın
çalışmasındaki bu üç kilit alan –yani öznellik, cinsiyet ve dil- pek çok
feminist tarafından da paylaşılan ortak çalışma alanlarıdır. Onun rasyonel,
bilinçli özneyi yerinden edişi, konuşan öznenin “akılcı” söylemlerinin
amaçlılığı hakkındaki yaygın varsayımların altını oyması ve “doğal” bir
cinsiyet fikrini sorunsallaştırması özgür feminist kurama metafizik, eril bir
hümanizmden açıkça daha çok şey sağlayacaktır.
Lacan’ın
feminizm üzerine, özellikle de Anglo-Amerikan feminizmi üzerine etkileri çoğu
zaman çifte-değerli olmuştur. Eğer politik teori sosyal normların nasıl özneler
tarafından başarılı bir şekilde içselleştirildikleri ile ilgiliyse, bilinçdışı
güçlerin bir psikanalitik kavrayışı da bu içselleştirmenin nasıl başarısız
olduğunu anlamakla ilişkilidir. Jacqueline Rose’a göre, psişik hayatın tam
kalbindeki herhangi türden istikrarlı bir kimliğe yönelik bu direnç psikanaliz
ve feminizm arasındaki doğal yakınlığın da kaynağıdır. Geleneksel politik
kimlik kavramının altında bu içsel istikrarsızlık yatmaktadır, ama bu aynı
zamanda öznelliğin normatif olmayan teorilerinin olasılığına da alan
açmaktadır. Lacan’ın ve Freud’un gösterdikleri üzere, ‘dişil/feminine’
kategorisi bir kişinin anatomisi tarafından belirlenen bir şey değildir; psişik
süreçlerin sonucudur, tek başına biyolojiye veya tek başına toplumsal süreçlere
indirgenemez. Lacanyen feminizmin önemli bir sonucu kadın ve erkek arasındaki
sınırları çözündürmesidir.
Erkekler ve kadınlar arasında sabit kimlikler olarak doğal cinsel bir
bölümlenme yoktur; cinsel farklılık sosyal pratiklerin ve sosyal ilişkilerin
bir sonucudur.
Diğer feministlerle Lacanyen olanlar arasında pek çok
tartışma yaşanmıştır: en başta da Lacan’a oldukça eleştirel yaklaşan Luce
Irigaray ve Julia Kristeva ile diğerleri arasında.
Luce
Irigaray, Lacanyen bir psikanalist olarak Ecole Freudienne’de yetişmiştir ama
1974 yılında doktora tezi olan Speculum of the Other Woman’ın yayınlanmasıyla
bu topluluktan atılmıştır. Irigaray, Lacanyen psikanalizden hem çok
etkilenmiştir, ona çok şey borçludur, hem de bu teori hakkında çok çok
eleştireldir. ‘Psikanalizin Yoksulluğu’nda üç temel eleştiri hattı
geliştirmiştir: ilki, psikanalizin ve onun kadınlara yaklaşımının tarihsel
olarak belirlendiğidir; ikincisi, simgesel düzenin anneyle itiraf edilmemiş bir
bütünleşmenin / kaynaşmanın üzerinde yer aldığıdır; ve sonuncusu, Irigaray’a
göre psikanaliz baskın kültürel fantazileri ebedileştirmektedir ve bunların
güdümündedir; kültürel fantazilerden özellikle kadınlarla alakalı olanların
güdümündedir demektedir. Kısaca söylemek gerekirse, Irigaray
‘feminen’in/dişilin psikanalizin ve genel anlamda Batı kültürünün inkar edilmiş
bilinçdışı olduğunu öne sürmektedir.
Irigaray
açısından temel mesele patriyarkal çerçeveye sıkışmadan dişil olanın nasıl
tanımlanacağıdır. Psikanalitik cinsiyet farklılığı anlayışı farklılığın
görünür, aşikar olması temeline dayanmaktadır ve bu yüzden dişil daima
erilliğin bir yokluğu veya olumsuzlaması olarak anlaşılmaktadır. Sonuçta
kadınlar temsilden dışlanmaktadır.
This Sex Which is Not One adlı yapıtında Irigaray cinsiyet
farklılığının göstereni olarak fallusun tekilliğine, dişil cinselliğinin
çoğulluğunu (vagina, dudaklar, klitoris, memeler ve uterus) öne sürerek karşı
çıkmıştır. Ona göre dudakların ikiliği dişil cinselliği temsil etmektedir. Irigaray’a verilen Lacanyen
yanıtta, onun -dişilliğin bir tür önceden verili libido olduğunu öne sürerek-
bir özcü olduğu söylenmiştir ve aynı zamanda simgesel kastrasyonu reddettiği
belirtilmiştir.
Fransız
feminizmini derinden etkileyen ikinci kişi Julia Kristeva’dır. Etkisi özellikle
erken dönem semiyotik üzerine olan çalışmaları üzerinden olmuştur. Irigaray
Speculum’u yayınladığı yıl (1974), Kristeva’da Revolution in Poetic Language
kitabını yayınlamıştır. Kristeva, ‘gösterme sürecini’ ‘semiyotik’ ve
‘simgesel’ arasındaki diyalektik bir etkileşim olarak tanımlamaktadır.
Semiyotik ve simgesel bazen Lacan’ın imgesel ve simgesel arasında yaptığı
ayrıma benzer şekilde bir arada işlemektedir, ama semiyotik daha çok Lacancı
gerçekin özelliklerine sahiptir. Kristeva’ya göre, simgesel dilin formel
yapısıdır, buna karşın semiyotik ise pre-Oidipal birincil süreçlerle
ilişkilidir. Bu yüzden semiyotik bedende ve Kristeva’nın chora dediği şeyde
yerleşmiştir. Chora sabitlenmiş bir alan değildir, ancak sonsuz bir harekettir
ve simgeselin altındaki devinimdir. Semiyotik simgesel üzerinde bozucu bir
basınç yaratmaktadır ve dildeki boşluklar, anlamsızlığa ve gülünç olmaya eğilim
aracılığıyla sezilebilir. Kristeva bu türde bir dilin avant-garde şiirde ve
edebiyatta bulunabileceğini söylemektedir. Beckett’in romanlarında olabilir mi?
Kristeva’da kadınlar ve feminizm hakkında
en az Lacan kadar acımasızdır. Şöyle demiştir: ‘Birisinin bir kadın olduğuna
inanmak bir kişinin bir erkek olduğuna inanmak kadar saçma ve bilgisizcedir’.
Kristeva’ya göre, bir kişi bir kadın olamaz/olabilemez
çünkü ‘kadın’ sosyal bir yapıdır. Kristeva kadını dışsal temsil olarak
tanımlamaktadır; yani söylenemeyen olarak. Irigaray’dan farklı olarak,
fallosantrik düzenle ilişkili pozisyonları açısından kadınların
olumsuzlanmasını dişilin pozitif temsil olarak telaffuzundan daha çok
vurgulamaktadır. Kristeva’ya göre kadınlar, baskın ideoloji ve dil karşısında,
toplum içinde bastırılmış diğer gruplarla aynı dışlanmış pozisyonu
paylaşmaktadırlar. Bu bağlamda kadınlar ve diğer ezilen gruplar, baskın
söylemin dışında olmaları hasebiyle, semiyotikle ilişkilidirler.
Lacanyen
cinsiyet farklılığı teorisi Queer teori perspektifinden de eleştirilmiştir.
Judith Butler, Bodies That Matter kitabında psikanalizin cinsiyet farklılığı
meselesine yaklaşımının heteroseksüel çiftlerin normalizasyonuna dayandığını
öne sürerek bu sorunu tartışır ve psikanalizin diğer cinsel ilişki biçimlerini
dikkate almadığını söyler. Foucault’nun söylem kavramını kullanarak, Butler
psişe ve toplumsalın bir süreklilik olarak görülmeleri gerektiğinde ısrar eder
ve cinsiyet farklılığının bizatihi kendisinin söylemsel olarak kurulduğunu öne
sürer. Lacan’ın ‘Ayna Evresi’ ve ‘Fallusun Gösterilmesi’ makalelerini Freud’un
‘Narsizm Üzerine’ adlı makalesiyle karşıtlık içinde okuyarak psikanalitik
fallus kavramının olumsallığını ve bünyevi istikrarsızlığını ortaya koyar.
Burada önemli bir nokta Butler’ın bizatihi fallus kavramını reddetmediği, ama
daha çok psikanalitik teorideki ayrıcalıklı statüsüne karşı çıktığıdır...
(1993)
NOTLAR
(1). Birinci dalga feminizm terimi
ondokuzuncu yüzyıl ve yirminci yüzyılın başındaki, özellikle ABD ve
İngiltere’de ortaya çıkan, kadınların oy hakkı ve yasalardaki cinsiyet
eşitsizliğine karşı ortaya çıkan feminist hareketi nitelemede kullanılmaktadır.
İkinci dalga feminizm ise 1960’larda ortaya çıkan ve 70’lerde oratadan kalkan
Kadın Hareketi, Feminist Hareket ya da Kadınların Özgürleşmesi Hareketi diye de
tanımlanan hareketleri içermektedir. Birinci dalgadan farklı olarak ikinci
dalga sadece yasalardaki eşitsizliklere değil aile, toplum, işyeri ve gündelik
hayat gibi alanlardaki eşitsizliklerede ilişkin talepleri içermektedir. Eşit
işe eşit ücret, doğum izni, işyerinde tacizin önlenmesi gibi politik talepler
bu dönemde oluşturulmuştur. En son
ortaya çıkan ve 1990’lardan günümüze olan üçüncü dalga ise çoğul bir yapı arzetmektedir.
Artık feminizmin bir hareket olarak mümkün olup olmadığı gibi postmodern
temalardan, çokkültürcü liberal türlerine kadar pek çok feminizm türü bu
dönemde ortaya çıkmıştır.
(2). Freud, 1905 yılında ilk hali
yayımlanan Cinsellik Üzerine Üç Deneme (orijinal adı “Drei Abhandlungen Zur
Sexualtheorie”) adlı yapıtının 1920’deki 4. yeniden basımına yazdığı önsözde
psikanalizin pan-seksüalizm ile etiketlendiğinden ve her şeyi cinsellikle
açıklamakla suçlandığından bahsetmiştir. Bu tarihten sonra da psikanalizin,
toplumsal olgularda dahil, pek çok bireysel ve toplumsal olguyu cinselliğe
–öznenin bilinçdışı motivasyonlarına- indirgemekle suçlandığı görülmektedir.
Feminist eleştirmenler ise Freud ve Lacan başta olmak üzere psikanalistleri
patriyarkal bir nesne olarak fallusa verdikleri ayrıcalıklı önemden dolayı
eleştirmişlerdir. Tabi ki bu noktada Freud’a ve Lacan’a eleştirel yaklaşmakla
birlikte, özellikle Lacan’ın ortaya koyduğu, penis ve fallusun farklı
statülerini göz önünde bulunduran feminist eleştirmenleri ayrı tutmak gerekir.
(3). Geç kapitalizm kavramı Fredric
Jameson’ın bir kavramıdır. Kapitalizm dönemselleştirmeleri Marx’ın klasik
üretim tarzları kavramıyla bağlantı içinde anlaşılabilir: buna göre her üretim
tarzı farklı bir üstyapısal düzenlenmeye de denk düşmektedir. İşte geç
kapitalizm de 1950’lerden sonra finans sermayesinin egemen olduğu kapitalizm
dönemini tanımlamaktadır. Bu kavramsallaştırmanın ekonomik boyutunu oluşturan
kişi Belçikalı bir Marksist olan Ernest Mandel’dir. Jameson’da Postmodernism,
or the Cultural Logic of Late Capitalism (Verso, 1992) kitabında bu dönemin
kültürel görüngülerini incelemektedir.
E. Mandel’in tartışması için bkz. Geç Kapitalizm, Çev.Candan Badem,
Versus Yayınları.
(4)
Bu konudaki daha ayrıntılı bir tartışma ve betimleme için Freud’un Küçük
Hans vakasına (Olgu Öyküleri I’in içinde) ve Cinsellik Üzerine Üç Deneme
(Türkçeye Cinsellik Üzerine adıyla çevrilen kitabın içinde) adlı yapıtlarına
bakınız.
KAYNAKLAR
- Barnard S, Fink B (eds.), 2002,
The Reading Seminar XX, SUNY Press, NY
- Benhabib S, Butler J, Cornell D,
Fraser N, 2008, Çatışan Feminizmler, çev. F.E. Sezer, Metis, İstanbul
- Brennan T (ed.), Between Feminism
and Psychoanalysis, Routledge, London and NY
- Copjec J, 1994, Sex and the
Euthanasia of Reason (in Read My Desire: Lacan Against Historicist), MIT Press,
Cambridge and London
- Evans D, 2006, An Introductory
Dictionary of Lacanian Psychoanalysis, Routledge, London and NY
- Flax J, 1990, Psychoanalysis,
Feminism and Postmodernism in the Contemporary West, University of California
Press, Berkeley, LA, Oxford
- Freud S, 2006, Cinsellik Üzerine,
çev. E.Kapkın, Payel, İstanbul
- Freud S, 2001, Histeri Üzerine
Çalışmalar, çev. E.Kapkın, Payel, İstanbul
- Freud S, 1998, Olgu Öyküleri I,II,
çev. E.Kapkın, Payel, İstanbul
- Grozs E, 1990, Jacques Lacan: A
Feminist Introduction, Routledge, London and NY
- Lacan J, 1999, On Feminine
Sexuality: The Limits of Love and Knowledge, Book XX Encore 1972-1973, translated by B.Fink,
Norton, London and NY
- Mitchell J, Rose J, 1982, Jacques
Lacan and the Ecole Freudienne, translated by J. Rose, Macmillan, London
- Salecl R (ed.), 2000, Sexuation,
Duke University Press, Durham and London
- Sullivan ER, 2004, The Logic of
Sexuation, SUNY Press, NY
- Wright E, 2002, Lacan ve
Postfeminizm, çev. E.Kılıç, Everest, İstanbul
- Zizek S, 2007, How to Read
Lacan, Norton, London and NY
- Zizek S, 2005, The Metastases of
Enjoyment: On Women and Causality, Verso, London and NY
Erişim:
http://okul.selyam.net/docs/index-17296.html
--
Psikanalitik sinema kuramlarına dair ülkemizde
yeterince değil ama özellikle Batı ülkelerinde az gevezelik edilmemiştir. Söz
konusu sinema ve psikoloji ilişkisi olsa dahi bu teorik yaklaşımlarda psikoloji
hep ön planda tutulmuş sinema ise gerektiğinde başvurulan bir “şey” olarak çoğu
kez soyutlanmıştır. Sinemayla ilgili doğrudan bir metin üretmeyen Lacan’ın
teorileriyle sinema bir “psikiolijik indirgemeciliğin” malzemesi yapılmıştır
adeta. Özellikle sinemayı Lacan’ın psikolojiyle ilgili metinlerinden yola
çıkarak, ortaya çıkan sinema ürünlerine sanatsal eleştiri noktasında değil,
çözümlenmesi gereken birey olarak yaklaşma çabaları, sinema filmlerinin
içeriğinden, özünden, niyetinden çok teorinin “doğruluğu”nun kanıtlanma çabasına
dönüşmüştür.
Bu konuda en popüler teorisyenlerin başında kuşkusuz Slavoj Zizek gelmektedir. Özellikle, Popüler Kültürden Jacques Lacan’a Giriş alt başlığını taşıyan ‘Yamuk Bakmak’ adlı kitabıyla ülkemizde sinema teorisi üzerine yapılan akademik çalışmalarda başvuru kaynağı olarak önemli bir yer tutar. Zizek, kitabının önsözünde, Yamuk Bakmak’ın niyetini anlatırken şöyle bir tespitte bulunur; “Lacan’ın ‘Freud’a dönüşü’, genellikle ‘bilinçdışı, dil gibi yapılanmıştır’ düsturuyla, yani imgesel büyülenmenin maskesini indirme ve onu yönlendiren simgesel yasayı açığa çıkarma gayretiyle ilişkilendirilir. Gelgelelim Lacan’ın öğretisinin son yıllarında, vurgu imgesel ile simgesel arasındaki yarılmadan gerçeği (simgesel olarak yapılanmış) gerçeklikten ayıran bariyerin üzerine kaymıştır.” der. Ve kitabının muradının, “Gerçeklik ne kadar gerçektir” sorusunun yanıtını arayacağını söyler. Elbette Zizek, bunu Lacan’ın teorileri, çözümlemeleri üstünde ilerleyerek yapar.
Bu konuda en popüler teorisyenlerin başında kuşkusuz Slavoj Zizek gelmektedir. Özellikle, Popüler Kültürden Jacques Lacan’a Giriş alt başlığını taşıyan ‘Yamuk Bakmak’ adlı kitabıyla ülkemizde sinema teorisi üzerine yapılan akademik çalışmalarda başvuru kaynağı olarak önemli bir yer tutar. Zizek, kitabının önsözünde, Yamuk Bakmak’ın niyetini anlatırken şöyle bir tespitte bulunur; “Lacan’ın ‘Freud’a dönüşü’, genellikle ‘bilinçdışı, dil gibi yapılanmıştır’ düsturuyla, yani imgesel büyülenmenin maskesini indirme ve onu yönlendiren simgesel yasayı açığa çıkarma gayretiyle ilişkilendirilir. Gelgelelim Lacan’ın öğretisinin son yıllarında, vurgu imgesel ile simgesel arasındaki yarılmadan gerçeği (simgesel olarak yapılanmış) gerçeklikten ayıran bariyerin üzerine kaymıştır.” der. Ve kitabının muradının, “Gerçeklik ne kadar gerçektir” sorusunun yanıtını arayacağını söyler. Elbette Zizek, bunu Lacan’ın teorileri, çözümlemeleri üstünde ilerleyerek yapar.
Bakmak ve görmek yeter mi?
Elbette bu bilginin temelinde Lacan’ın teorik
yaklaşımları söz konusudur. “Bu isimler, psikanalitik kavramları sinema
çalışmalarına sistematik bir şekilde taşıyan ilk kuramcılardır,”
Lacan’ın, özellikle bir arzu nesni olarak sinema, “Bakış” ve rüya, fantazya, gerçeklik gibi konularda ileri sürdükleri sonu gelmez bir tartışma malzemesi. Tartışmanın bir başka boyutu ise kurulan cümlelerin, kullanılan kavramların karşılığının bire bir örtüşüp örtüşmemesi konusudur ki, bence özellikle bu aşamada karşıtlıkların bir başka nedeni de tamamıyla bu olacaktır. Yani başka bir deyişle argüman birliğinin henüz oturmamış olması. Özellikle bakış ve özne ilişkisine dair tanımlama çok tartışılan bir konudur. Çünkü, Lacan’ın sinemayla ilgili teorik yaklaşımında “bakmak” ile “arzu nesnesi” arasındaki ilişki neredeyse birincil önem taşır.
Lacan’ın, özellikle bir arzu nesni olarak sinema, “Bakış” ve rüya, fantazya, gerçeklik gibi konularda ileri sürdükleri sonu gelmez bir tartışma malzemesi. Tartışmanın bir başka boyutu ise kurulan cümlelerin, kullanılan kavramların karşılığının bire bir örtüşüp örtüşmemesi konusudur ki, bence özellikle bu aşamada karşıtlıkların bir başka nedeni de tamamıyla bu olacaktır. Yani başka bir deyişle argüman birliğinin henüz oturmamış olması. Özellikle bakış ve özne ilişkisine dair tanımlama çok tartışılan bir konudur. Çünkü, Lacan’ın sinemayla ilgili teorik yaklaşımında “bakmak” ile “arzu nesnesi” arasındaki ilişki neredeyse birincil önem taşır.
“Lacan’ın arzu anlayışında bakış öznenin nesneye hakim
olmasının aracı değildir, fakat Öteki’nin görüş hakimiyetine direndiği
noktadır. Bakış öznenin görüşündeki anlamsız lekedir; özne onu doğrudan
göremediği ve onun dışında kalan görsel alana bu lekeyi başarılı bir şekilde
dahil edemediğinden dolayı, o öznenin görüşündeki hakimiyet duyusunu tehdit
eder. Lacan’ın işaret ettiği gibi, bakış ‘görüntüde eksik olan, yansıtıcı ve
kavranabilir olmayandır.”
Buradan itibaren, “Bakmak” ve ideoloji, gerçek, kurmaca ve sinemanın bireyin üzerindeki etki alanına giriş yapılabilir, “Bakışın (ve aslında Gerçek’in) yansıtılmaya direnmesine karşın, sinema öznenin bakışla ilişkiye geçebildiği bir alan sunar, ki bu tür bir ilişkinin sinemanın dışında kuralabilmesi mümkün değildir. Erken dönem Lacancı sinema kuramı bir bakımdan haklıdır. Bizi sinemaya bakışın çekiciliği sevk eder. Fakat gördüğümüz gibi, bu hakimiyetin değil, zevkin çekiciliğidir.”
Bilinç ve Hollywood sineması
Buradan itibaren, “Bakmak” ve ideoloji, gerçek, kurmaca ve sinemanın bireyin üzerindeki etki alanına giriş yapılabilir, “Bakışın (ve aslında Gerçek’in) yansıtılmaya direnmesine karşın, sinema öznenin bakışla ilişkiye geçebildiği bir alan sunar, ki bu tür bir ilişkinin sinemanın dışında kuralabilmesi mümkün değildir. Erken dönem Lacancı sinema kuramı bir bakımdan haklıdır. Bizi sinemaya bakışın çekiciliği sevk eder. Fakat gördüğümüz gibi, bu hakimiyetin değil, zevkin çekiciliğidir.”
Bilinç ve Hollywood sineması
Sinema izleyicisi bir yönüyle kodlanmış bilgiler
üstünden “bakma”yı sever. Bu bakmak eylemi ideolojik kimlikle biçimlenir.
Görmek istediğini görür, gördüğünü yadsır ama yine de görmek istemediği
şeylerle karşılaştığında da onun bilinçinde ciddi bir travmaya yol açar. “Sinemada izleyicinin bilinç kontrolünden yoksun
kalması, onu ideolojik manipülasyona karşı son derece savunmasız bırakır. Sinema izleyicisinin sözde-hayal
alemi, sinemanın başlıca politik sorunun teşkil eder: Film biçimi,
izleyicelerin ideolojik işleyişin farkına varmasını sağlayan bir araç olarak
hizmet görmekten çok, karşıt bir politik doğrultuda –eleştirel olmayan bir
öznelliğin propagandasını yapmakta- önemli bir bileşen olarak işler.”
Bu yöntemi öncelikli olarak Hollywood sinemasının
“auter” olma özelliği taşıyan Stanley Kubrick, Spike Lee, Michael
Mann, Orson Welles, David Lynch gibi
yönetmenlerin yapıtlarından yola çıkarak yapıyor. Avrupa sinemasından ise
İmkansız Nesnesi başlığı altında Fransız Yeni Dalga akımını, İtalyan
Yeni-Gerçekçi Sinemasında Politik Arzu başlığıyla Yeni-Gerçekçi sinema etkisi
bulunmaktadır.
Geniş Bilgi:
Gerçek Bakış/ Lacan Sonrası Sinema
Kuramı
Todd McGowan Çeviren: Zeynep Özen Barkot
Say Yayınları ,2012, İstanbul
Todd McGowan Çeviren: Zeynep Özen Barkot
Say Yayınları ,2012, İstanbul
--
Elisabeth
Roudinesco Lacan’ı anlamaya çalışırken diyor ki;
Ya kendisinden önce
olan biteni unutma eğilimde ya da bugün ve gelecek adına geçmişte olan biteni
çarpıtıp göklere çıkaran bireyci ve pragmatist günümüz insanı için birini
tanımak ve anlamak mümkün mü gerçekten?
Sapık, cani,
sahtekar, Maocu, tecavüzcü, silah koleksiyoncusu demek, ya da denilene inanıp
düşünmeden geçmek varken Lacan’ı niye tanımaya çalışalım?
Yanıtımız da
paradoksal olarak pragmatist olacak belki ama vermek zorundayız: Psikanalizden
gelecek şifa için...Psikanaliz ne olursa olsun kendi hakikatinin peşinde
koşmaktan vazgeçmiyor çünkü ve çağın iki eğilimine, yani zevk düşkünlüğü ile
kendi kimliğinin üzerine kapanmaya ters düşüyor.
“20.yy Freudcuydu, 21. yy. daha şimdiden
Lacancı’dır.” Çünkü her şeyden önce Lacan bizim zamanımızı önceden biliyordu. “Irkçılığın,
cemaatçiliğin, cehalet tutkusu ve düşünce nefretinin tırmanacağını(…), devrim
ve aydınlanmanın çıkmazlarını, dine dönüşen bir bilime, bilime dönüşen bir dine
ve sadece biyolojik bir varlığa dönüşen insana inanılacağını haber vermiştir.
‘Pek yakında’, diyordu daha 1971’de, ‘ırkçılık adını vereceğimiz ve sırf
konuştukları için her türden bilinç/vicdan sorunuyla karşı karşıya kalan
varlıklarla hayatın yeniden üretimi düzeyinde her şeyi denetimi altına alacak
ayrımcılık sorununun içinde boğulacağız.’”
Öncelikle, söz…
Bilinçdışını bir dil olarak ele almıştı Lacan. İnsan denen varlığın içinde
durmadan onun varlığının üzerindeki örtüleri kaldırmaya sevk eden bir sözün
yaşadığını göstermişti. Söz, baştan çıkarıcıydı, uzun uzadıya aklı yürütmelerle
dolu ve taşkın ve hatta küfürbazdı.
Fantaziler ve yansıtmalar… Lacan aşkı nefrete,
tanrı buyruğunu bir geri tepme telkinine dönüştürmeyi seviyordu. “Böylece
başkasıyla her türlü ilişki biçiminden, bilinçdışının negatifliğinin
ebediliğini ortaya çıkarmış oluyordu: Işık ve gölge oyunu, sözün acımasızlığı,
fanteziler, yansıtmalar.”
Bir kaygı ustasıydı Lacan, kaygı kliniğinde
uzmanlaşmıştı. Kaygının, tıpkı depresyon gibi liberal ve bireyci toplumların
semptomu haline geldiğini düşünürsek, manidardı…
Çapkındı, egosantrik ve erotikti… Aşktan
kaçınmıştı hep. “Aşk insanın kendisinde olmayanı, istemeyen birisine
vermesidir.” Ondandır ki
aşka ruh ile ölmek arasında gidip gelen adlar veriyordu…
Her zaman bir şeyle ve onun tersiyle
uğraşıyordu: Yasak ve yasağı delme, aile ve aile içi kavgalar, simgesel düzen
ve pat diye ortaya çıkan gerçek, imgesel kapılma (ayna) ve bundan koparılma
(gözden düşmüş nesne).
Dünyadaki kargaşanın en duyarlı
seyircilerinden biri, ulusların, devletlerin politikalarının külyutmaz bir
yorumcusu, insan ruhunun gölgelerinde ustaca gezen, kendi gölgelerine de
değmekten çekinmeyen, iyi olduğu kadar kötü, gerçek olduğu kadar şeytan: Lacan…
Ne kadar okusak az, ne kadar anlasak yetersiz…
Erişim:
http://www.sabitfikir.com/sahanebirkitap/her-seye-ve-herkese-karsi-aynen-lacan
http://www.sabitfikir.com/sahanebirkitap/her-seye-ve-herkese-karsi-aynen-lacan
****************
AYRAÇ
-Mars gezegenine ulaşmak, kendi kendine ulaşmaktan daha
kolaydır.
-Görüşünüz, yalnızca kalpten bakabildiğinizde
berraklaşır. Dışarı bakanlar düş kurar, içe bakanlar uyanış yaşar. Dünyanın bu
karışık halinde içe bakmaya devam. Kendi içimizdeki şiddet ile yüzleşmeye
devam. İçimizdeki şiddetten öğrenmeye, şefkate dönüşene kadar yanında oturmaya
devam.
-Bilincimize çıkaramadığımız şey; hayatta karşımıza
“yazgı” olarak çıkar.
C.G. JUNG
“Kadının Adı Yok” ve benzeri başlıklarla nice kitaplar yazıldı; her ne
kadar ben okumamış olsam da, pek çok “kadıncı” kadın okuru olduğundan
haberliyim. Sayısız sıfat ekleyebilirsiniz “kadın” sözcüğünün
önüne. “Güzel” dersiniz, “hamarat” dersiniz, “seksi”
dersiniz, “evcimen” dersiniz; nadiren de “zeki “ dersiniz
içinizdeki şaşkınlığı bazan güç bastırarak, “her nasılsa zeki.”
Neden kadın bilge yoktur?
Varsa da “bırak Allah aşkına!
Sen ona kadın mı diyorsun?” diyerek eril etkinlik alanına iltica ettiğini
vurgulamadan, altında bir çapanoğlu aramadan edemeyiz. “Bilimadamı”
dememeliyiz; “biliminsanı” dersek cinsiyetçi söylemden
kurtuluruz. Acaba bu gerçekçi mi, yoksa Nietzsche’nin Şen Bilim’de
dediği gibi bir “incipit parodia”
[Şimdi parodi başlıyor.] habercisi mi? Bana kalırsa ikincisi. Nedeni şu; “Aslında
kadın da yok!” Tıpkı “erkek”in olmadığı gibi. Olmayan bir cinsî
adlandırmadan bilgelik mi bekliyoruz! Başlasın mı o halde parodi?
Sigmund Freud, meşhur “Cinsellik
Üzerine” adlı yapıtının bir bölümünde şöyle demiştir.
“Eğer kendimizi bedensel var
oluşumuzdan sıyırabilsek ve bu dünyanın işlerini saf düşüncenin başladığı bir
gözle, örneğin başka bir gezegenden görebilseydik, başka bakımlardan bu denli
benzeşen insanlarda aralarındaki farkı bu denli açık dış belirtilerle
vurgulayan iki cinsiyet bulunması kadar hiçbir şey dikkatimizi şiddetle
çekmezdi.”
Kendi türünü iki alt türe
ayırmış bir tür gerçekten şaşırtıcı olurdu dış
bir bakış için. Kitaptan haberli olanlar bilir; Freud, kadın ve erkek
arasındaki cinsel farkı biyolojik açıdan organ benzemezliği olarak ele
aldığında, eleştiriler de gecikmeyecekti. Acaba iki cinsi birbirinden ayıran
mutlak belirleyici biyolojik olanla mı sınırlı idi?
Bu müthiş bir “sığlık”
olmaz mıydı?
Oysa Freud tartışmayı her ne
kadar böyle başlatırsa da, cinsiyetlerin inşa edildiğini; ancak bu
inşanın sonunda kadın ve erkek yapılarının görünür olduğunu söylemeyi ihmal
etmemişti. Cinsiyetlerin kurulması ne anlama gelmektedir? Freud’a
bakılırsa, “libido” baştan sona kadın ve erkek farklılaşmasına hizmet eden
kesin bir seçim değildir; dahası sonul halini alıp subuta ermişlik diye bir
durumdan da sözedilemez hiçbir vakit. Başka deyişle, etken ve edilgen
formlar, daha sonra Jung’un da “anima/animus” ile açımlayacağı üzere her birimizin yapısında yer alır.
Hiç birimizde, cinsel haz nesnelerini
başlangıçtan beri seçmiş, değişmez, sabit libidinal temel aranamaz. Neredeyse bir polemik tarzında
ilerleyen Freud’un cinsiyetler üzerine yaptığı tartışma, nihai önermelerle
sonlanmaz. Hayatı boyunca; mademki mutlak biyolojik ayrımdan ibaret değilse,
“nedir cinsiyetler arasındaki
farkın açıklaması?” sorusu üzerine türlü girişimlerde bulunur. Fakat şu bir
gerçek, henüz Freud’da bile psikanaliz bakımından cinsiyet farklılıkları salt
anatomik bir problematik olarak değerlendirilmez. Tam tersi, biyolojik realite
daha ziyade, doğurduğu psikolojik sonuçlar açısından önemsenir.
Jacques Lacan’a gelindiğinde ise, cinsiyet farklarının
açıklanmasında biyolojinin belirleyiciliği fikri silinmeye yüz tutar.
İlgili çevrelerde “Encore” olarak tanınan ve alt başlığı “Kadın Cinselliği
Üzerine, Sevgi ve Bilginin Sınırları”olan Seminer XX’deki tartışmayı
ağırlıkla cinsiyet farklılıklarını anlama üzerine yürütmüştü.
Jung nasıl ki psikanalize “kolektif bilinçaltı”
kavramını eklediyse; Lacan da bahis konusu soruna eğilirken anatomik
terimlerden koparak çok yeni bir kavrama başvurur: Jouissance.
Başlıca
iki alan mühimdi Lacan için: Dil bağlamı ve “jouissance”ki basbayağı dil alanına ait bir öz-evlat muamelesi
yaptığı bu Fransızca kavram, Lacan’ın bilinçli olarak İngilizce de dahil pek
çok dile birebir çevrilemez kıldığı bir kripto olacaktır cinsiyet kuramında.
Bazı çevirilerde “zevk”; kimilerinde “acıyla karışık haz” ya da en yakın “acıdaki keyif” olarak karşılık buldu.
Bazı çevirilerde “zevk”; kimilerinde “acıyla karışık haz” ya da en yakın “acıdaki keyif” olarak karşılık buldu.
“jouissance” Fransızca “jouir” fiilinden türetilmiş
olmakla birlikte, Lacan terim haline getirdiği bu sözcüğe fazladan dilbilimsel
değneğini dokundurmuş ve “acıdaki haz” anlamını kast ettiğini
belirtmiştir. Bu nedenle, Lacan eserlerini
ciddi olarak çevirenler, onun arzusuna uyarak olabildiğince “jouissance”
kelimesini orjinal haliyle, çevirmeden bırakmışlardır. Esasen “cinsel doyuma
ulaşmak” anlamını da işaret eden kavramın köküne inat; Lacan “zevk” i tam da
“doyuma ulaşamayan” olarak kurar. Kuramsal bir ima ile karşılaşmamış olsam
bile ben; Lacan’ın bu kavram ile ifade etmeyi denediği alanın, Spinoza’nın
Etika’da enine boyuna irdelediği “arzu” kavramından ilham almışlığını görmezden
gelemedim. [J. Lacan Book XX Encore
1972-1973:The Seminar of Jacques Lacan, “On Feminine Sexuality, The limits of
Love and Knowledge” London, 1999.]
Bu kavram; ve onun merkezde
olduğu seminer çalışması bazı çevrelerde salt “kadın sorunu”na değgin, adeta
feminizme hizmet eden bir eser olarak nitelenmişse de, bu Lacan’ı okumamış
olmaktan beter bir anlayışsızlıktır olsa olsa. Çünkü Lacan kuramında
“jouissance”(Okunuşu: Juisans) özne-nesne ilişkilerini de aydınlatmakta
kullanılan; öznelerin zevkini örgütlemekte temel olan hayli sağlam bir terim.
Üstelik Encore; sadece cinsiyet farklılıklarından değil, pek çok temadan söz
ediyor. Örneğin, Hegel’deki özne-nesne özdeşliğinden tutun; “hakikat”
sorununa, Sassuare’ün bazı önermelerini ters çevirmekten Aristo’ya
kadar hayli geniş bir patika yolu.
Her ne kadar oldukça çarpıcı ve
aydınlatıcı olsa da çizimlerle geliştirdiği cinsiyet denklemlerinden ayrıntılı
olarak söz etmeyi fazla gerekli bulmuyorum. Sexuation Denklemleri olarak bilinen açıklamalarda
esasen insan genelinden ötelenerek nasıl olup da “kadın” ve “erkek”
haline geldiğimizi bize ispata çalışmaz. Bunun yerine bizleri “konuşan
özneler” olarak ele alıp; fantazilerle bağımızın koordinatlarını
haritalar. Bu nesne seçimleri ve fantaziye yakınlığımız ise, eril ve dişil formlara
giriş çıkışımızı imler yalnızca. Cinsiyetlenme denklemleri en özet haliyle bize şu bilgiyi
sunar ki, benim Lacan kuramında en
önemsediğim bölüm de bu özet felsefesi:
Cinsiyetlenme üç
kritik adım üzerinde ilerler. Bunlardan ilki, sahip
olduğumuz doğal cinsiyet farklılıkları, diğeri geliştirilmiş cinsel
söylem’dir. Sonuncusu ise; öznenin kendisine münasip cinsiyeti seçtiği
düzenek.
Üzerinde en fazla durulan
zamansal adım; cinsel söylem alanı. Ne de olsa Lacan bilinçdışının
bir dil gibi yapılandığını öne sürmekle, tümden psikanaliz için çığır açıcı
bir yenilik getirmiş oluyordu. Öyle ise söylem alanı, cinsiyetlenme bağlamının
en dikkate değer bileşeni olacaktı.
Lacan kuramında cinsiyetleri
sabitlenmiş karşıtlık sembolleri yahut dışlamalar üzerinden de
izleyemeyiz. Çünkü cinsiyet zaten tüm
sembolleştirme girişimlerine inatçı bir direnç gösterir. Cinsiyetlenme süreci
bir travmanın, bir problemin ya da trajedinin adıdır. Bu
nedenle de sexuation süreçlerini simgesel şemalarla açımlama çabaları baştan
başarısızlığa yazgılıdır. Bu çıkmaz; varoluşsal derin bir çıkmazdır,
adlandırma güçlüğü ise söz konusu alanın hegemonik bir mücadele alanına
dönüşmesiyle sonuçlanır. Lacan sonul adlandırmalar yerine cinsiyetlenme
denklemleri ile travmanın matriksini sunar bize. Tam burada sorulması
gereken temel bir soruyla karşı karşıyayız:
Neden cinsel farklılığın yekpare
ve tatmin edici bir açıklaması yapılamıyor?
Lacan’da bunun yanıtı Freud’da olduğu gibi muamma değil
neyseki. Ona göre bu açıklanamazlığın nedeni; bizatihi cinsiyetlenme
fenomeninin kendisidir çünkü; kullanılan dil’in herkesin üzerinde ortak
kabul geliştireceği bir bütünlük halinde tezahürünü engelleyen cinsiyet
olgusudur. Kendisinin dil’lenmeyi imkansız kıldığı bir fenomenin
açıklamasını dil’den beklemek ancak “safdillik” olabilir.
Nedensellikleri ve nasıllığı
açık seçik ortaya konmuş sabit eril ya da dişil öznelerden bahsedemeyeceksek,
onların cinsel hazların temellükünde biraraya gelmesi nasıl mümkün olacak peki?
Şimdi Lacan’ın o çarpıcı
önermesine geldi sıra. Ne demişti Lacan; “cinsel ilişki yoktur.” Eril ve dişil özneler,
birbirleriyle bedensel bakımdan birleştiklerinde, bunu bir “ilişkisizlik”
olarak tanımlamak garip bir şey?
Sahiden soğuk duş etkisi
yapan bu önermenin Lacan’da son derece anlamlı izahının bulunduğunu inkar
edemeyiz. Eril ve dişil özne birbiriyle değil, çeşitli fantaziler
ve “semptom”lar dolayımıyla simge formundaki nesnelerle ilişki içine
girer. Başka deyişle; hazzı mümkün kılan bedensel birleşme; hazzın
yaşanabilirliğini öylesine şahsileştirir ve “tek-kişilik”leştirir ki; kadın ve erkek birbirlerinin yörüngesine
girmeksizin yüzen iki gökcismi gibi kendi haz merkezlerine çekilirler.
Lacan kuramı üzerine en çok
yazıp çizenlerden biri kuşkusuz Slovaj Zizek. Fakat yıllarca Lacan ile
birlikte çalışmış Arjantin kökenli psikanalist Juan David Nasio’nun
yazılarının da Zizek kadar beni enterese ettiğini söylemek zorundayım. Türkçeye
de İmge Kitabevi tarafından çevrilmiş “Jacques Lacan’ın Kuramı Üzerine Beş Ders” adlı kitabı özellikle Lacan’ı doğrudan okuma güçlüğü
çekenlere de yardımcı olabilecek açılımlar sunuyor.
“Cinsel ilişki yoktur”
önermesini konu ettiği alt
başlıklardan birinde Nasio; Lacan’a sonsuz bir sadakat içinde bu durumu “dil”
bağlamında açımlar. Anladıklarımı aktaracak olursam, Nasio’nun söylediği
mealen şudur:
Psikanaliz, ağzıyla kuş tutsa, “Jouissance” yani
“zevk”in bilgisine ulaşamaz ve onu kavramsal netliğe kavuşturamaz. Çünkü zevk,
bilinçdışında yapılanır ve gösteren’den yoksundur. Zevki gösteren
gösterenler olmadığı için, özne diğer cins ile bir münasebet içine giremez. Münasebete girdiği psikolojik düzey temsiller ve
fantaziler dolayımından başka bir elle tutulurluk arz etmez. Jouissance’ın
-ya da bir anlığına “zevk” demeyi sürdürelim- psişede yer alan enerjisi
öylesine kapalıdır ki dil’de icrayı imkansız kılar. Bununla yetinmeyerek
iki öznenin ilişkisizliğine yol açar.
Tüm bu açıklamaların asgari
bir dilbilim, yapısalcılık ve semiyoloji bilgisi olmadan okunmasının
zorluğunu elbette biliyorum. Şimdi sizi daha gündelik dilden seslenen bir
yazarın “cinsel ilişki yoktur” önermesine bakışıyla tanıştırmak
istiyeşim tam da bu yüzden.
Alain Badiou, “Aşka Övgü”
adlı kitabında, önermeyi müthiş bir yalınlıkla, tatlı
tatlı şöyle tercüme ediyor:
“Jaques Lacan bize cinsellikte aslında herkesin, hani
denebilirse, kendi işine baktığını anımsatır. Elbette ötekinin bedeninin
aracılığı sözkonusudur, ama sonuçta zevk yalnız sizin zevkiniz olacaktır. Cinsellik
birleştirmez, ayırır. Çıplak olmanız, ötekinin bedenine yapışmanız bir
imgedir, düşsel bir tasarımdır. Gerçekteyse, zevk sizi ötekinden uzaklara, çok
uzaklara götürür. Gerçek özseverdir, aradaki bağ düşseldir. Dolayısıyla, cinsel
ilişki yoktur”
Badiou’nun söylemine belki şu cümlelerle destek olabiliriz: Özne
zevk içinde yüzdüğü anda kendini kurarken, kendinden menkul duvarına toslar,
cinsel ilişki bu anlamda kendi etinin hapishanesine girmek tecrübesine dönüşür.
Bu ise mutlak ilişkisizliği doğurur en nihayet.
Hazır yeri gelmişken, Badiou
okumasam Lacan’da dikkatimi çekmemiş olan bir noktayı paylaşmak istiyorum. “Cinsel
ilişkide bir ilişkisizlik olduğu doğruysa, insan bu eksikliği nasıl karşılar?”sorusunun Badiou, Lacan okumaları ışığında şöyle
yanıtlanacağını ileri sürer. Aşk ile. Lacan, hiçbir vakit, aşkı
cinsel ilişkinin kılık değiştirmiş hali olarak ele alıp indirgemez. Tam
tersine, cinsel ilişkinin olmazlığı, aşka ihtiyacımızı mecburi kılar. Onun yarattığı
eksikliğin açmazı, yoksunluk travması aşk ile onarılmaya çalışılır. Eril
öznenin dişil özne ile kurabileceği ilişki formunu aşk, dilde de olanaklı
kıldığı için mümkünleştirir. Badiou’ye göre bu; Lacan’ın o meşhur
önermesinden çok daha ilginçtir. Bu düşünce Lacan’ı, “Öznenin
aşkta ‘ötekinin varlığı’na erişmeye çabaladığını düşünmeye itmiştir. Aşkta özne
kendinden öteye, özseverliğin ötesine geçer” Badiou
haklı olarak aşktaki karşılaşmanın tastamam bu olduğunu söyler; “Ötekini
olduğu haliyle sizinle birlikte var etmek için, ona doğru atılırsınız. Aşkın
cinsellik gerçeği üstünde düşsel bir resim olduğu yönündeki, bütünüyle bayağı
anlayıştan çok daha derin bir anlayıştır bu.”
Freud’du Lacan’dı Badiou’ydü derken, gele gele Fuzuli’ye
varışımız da talihin tatlı cilvesi imiş. Demiyor muydu hatırlardan çıkmayan
beyitinde Fuzuli;
“İlm kesbiyle
paye-i rıf’at arzû-yı muhalmiş ancak
Aşk imiş her ne var alemde ilm bir kıyl u kal imiş ancak”
Aşk imiş her ne var alemde ilm bir kıyl u kal imiş ancak”
Lacan; kuramının münasip bir
noktasında “kadın yoktur” demeye vardırmıştı işi. H. Miller’ın da
tekrarladığı bu cümle; filolojik bağlamda “kadın” sözcüğünün karşısında
bulunan karanlığı işaretler yeteri kadar. Şema bir türlü tamamlanmaz. Hep “camera
obscura” mesafesinden gölgelenir. O halde, feminist edebiyatın
da zaman zaman kullandığı dil kalıpları, patriyarkal dil’e itiraz edeceğim
derken, kendisini bir “anti-tez”olarak sabitleyerek, en az diğeri kadar
cinsiyetçi söyleme hizmet etmeyecek mi? Dilin sonsuz sayıdaymış izlenimi
veren permütasyonları bunu imkanlı kılmazken, “kadın doktor/erkek doktor”
tefriki kadar saçma olmayacak mı, terimlerden sorunu çözmeye çalışmak. 'Neden
kadın bilge yoktur?' sorusunu tertib etmek kadar, onu yanıtlamak
için mantıksal veriler toplamaya çalışmak da saçma. Çünkü sorunun
kodlanışındaki ezeli hata, yanıtın doğruluğunu en baştan ketleyecek.
Âdemoğulları! Bu hitabı nereye
koyacaksınız?
Lacan’ın teolojiyle alakası ne
kadar derindi bilmiyorum ama, dilsel imkansızlığın en çarpıcı izini şahsen Genesis’te
örgütlenmiş dil kalıplarında görüyorum ben. Dahası, ortada henüz
bedensel bir birleşme ve dolayısıyla “Jouissance /zevk“ yokken, Âdem bir
“insan” genelinin ifadesi idi.
Yaradılışın ilk insan-elemanı
olan Âdem’e yakıştırılan cinsiyet, tamamen sonradan giydirilen kılıftır.
Adem; dişil özneyi de içinde taşıyan cinsiyetsiz bir prototip
olarak, dişil’i dışsallaştırdığında eril bir imkana sembolik adımını atmamış
mıydı? Sadece şu dakika için teolojik
itikadı yoksayarak soruyorum:
Kadir-i Mutlak, Âdem’i halk ederken, madem ona bir eş
gerektiği fikriyle Havva’da karar kıldı, tıpkı Âdem gibi alak, nufte ya da
topraktan yaratmak yerine, niçin Âdem’in kaburga kemiğini uygun gördü?
Pekala Havva’yı da müstakil
yaratımın konusu yapacak kudret sahibi idi. Yanıt bana kalırsa çok açık. Çünkü Âdem’in
tasarımına Havva başlangıçten beri varlığın içinde bulunan, varlığın yapısına
karışmış olan, mündemiçti. Ve Âdem “ben” oluşunu Havva’yı
kendinden zuhur ettirmeksizin idrak edemezdi. Dolayısıyla eril
özne; kendini pre-Jouissance evresinde ancak dişil öznenin benzemezliklerinden
yola çıkarak inşa etmeye başlayabilirdi. Âdem;
Tanah’ın ilgili bölümlerinde erkek ya da kadının değil; insan’ın adı olarak
kodlanışını bir müddet devam ettirebildi. Fakat, Havva da dahil bütün soy’un
ondan türemesi ve Âdem’in artık “eril”adlandırmalara maruz kalması
sonucu, kadın yahut erkek hepimiz şu hitabın muhataplarıydık: “Ey
Âdemoğulları!”
Şimdi bu teolojik motifi ister
itikadi olarak dikkate alalım; ister bir kurmaca olduğunu düşünelim, sonuç
değişmez. Tarih; “insan”ın inşasını anlatılarken, bir kadının
doğurganlığından değil, erkeğin kendisi-olmayanı doğurmasıyla işe koyuldu.
Dil bu anlatının sonrasında değil bizzat kendisi olarak tezahür etti. Ben kendi
adıma bu hitabdan hiçbir vakit gocunmadım: Âdemoğlu tabiri yerine Havva kızı
olarak adlandırılma talebinin, filolojik bir garabetten öte anlamı olmadığını
farketmek için eril bir inşayı bekleyecek değilim. Çünkü adım gibi biliyorum ki
önsel tasarımında Adem, tam da şimdi talep edilmesi gereken cinsiyetlenme
denklemlerine sığmayacak bir tikellikten uzak ilk-an’ı göstermektedir. Ben linguistik
(Belagat-dil bilimi) manada da onun zürriyetine dahil olmaktan neden
gocunacalım?
Bütün bu sorular çevresinde
dönerken, aslında Âdem-Havva kıssası’nı dil bağlamında irdelemenin
müstakil bir makale konusu olabileceğini; hatta Jung yardımıyla kısmen Lacan
kuramına çentikler atacağı imkanını fark ettim. Zaten tüm bu
kavramsal yoklama girişimi, geçenlerde yapılan bir hasbihâl’in ilhamından
kaynaklandı. Nedendir kadın bilge olmamaklığı
sorusuna yanıt tezgahlama derdinde
değilim. Buna kalkışmayacağım bile. İnsani bakımdan, çok daha farklı ayrımlar
kullanabileceğimizin de sezgisiyle, ontolojik çıkmazıyla yüzleşebilmiş yahut
travmasıyla yüzleşememişler olarak bile ayırmak mümkün türümüzü. Öyle ise;
yani durum buysa, neden eril özne daha fazla yüzleşti bu travmayla?
Aklınızdan geçen sorunun bu
olacağını kestirebiliyorum. Tarihin muayyen bir başlangıç noktasını alıp, “efendim
üretim biçimi ve üretim ilişkileri marifetiyle, erk tanziminin kullanışlı
ögeleri olarak kurgulanma süreci vasıtasıyla yahut daha indirgemeci bir üslupla
anatomik üstünlük/zayıflık tezleri yordamı ile” eril ve dişil
öznelerin sosyo-ekonomik ve zihnî projelendirilmesine türlü açıklamalar öne
sürebilirim. Unutmadan şunu da ifade etmeliyim ki, cinsiyet farklarının
oluşumunda, biyolojik elemanların çok da kayda değmez olduğunu katiyen
düşünmüyorum. Fakat insan-oluş zamansallığında bu yalnızca bir adım
olabilir: Bugün bulunduğumuz noktadan “fallus” sahibi olmak ya da olmama
düşüncesine dönüş, sadece geri-adım olacaktır ki, bu tarihselliği yok-saymak
demek. Hepsi
yahut birkaçı vasıtasıyla eril inşadan nasiplenmiş türümüzün alt türü olan insan-erkeği,
dünyanın temerküz etmiş varoluş kipleriyle daha fazla yüzleşti neticede.
Bunun üzerine düşündü, yazdı; yazdıkça merakı kırbaçlandı, düşündükleri üstüne
düşündü vs. Ne derseniz deyin. Yaşamın türlü varoluş kiplerinde esişini her
daim sürdüren yel’i teninde duyumsamış olanlar, bunu duymazdan
gelemeyecek kadar hassaslaşırlar bir biçimde. Tenine yeldeğmeyen yok ki.
Yalnızca yeldeğişine bigane kalabilme “şans” yahut “şansızlığı” söz
konusu olan. Dahası, kim ki bunu özgür bir seçim sanarsa, bence yanılır.
Düşünme, düşünme üzerine düşünme insani bir etkinliktir ve türümüzün bir
bölümü kaçınılmazlık olarak tecrübe eder.
Sonuçları herkesin mâlumu. Dişil
öznenin “ev-içi” ekonomisine sürülmüş olmasını şansızlık addedenler
haklıdırlar. Ama yine de ben bunun bir baht açıklığı olarak
değerlendirilme ihtimalini gözardı edemeyeceğim tüm “feminist” dizgeyi karşıma
alma pahasına. Çünkü erk sahiplerinin dil yapılanması dahil, her türlü
dominant edimlerinin kendisi kadar en az, o erk’te pay sahibi olmayı talep etme
durumu da içtenliği ve insan-oluşu kirletmekte sorumlu olacak.
Hem psikanalitik hem de dilbilimsel düzeyde, dörtbaşı mamur;
sabitleri elde tutulur bir eril-dişil çerçevesi çizemiyor olsak da, yaşadığımız
dünyanın her türlü ekonomik ve sosyal amilleri bu tefrike göre ayarlanmaya
devam edegeliyor.
Kadın ve erkek bugün her zamankinden ustalıklı koordine edilmiş, pazar değeri yüksek birer “proje”dirler.
Kadın ve erkek bugün her zamankinden ustalıklı koordine edilmiş, pazar değeri yüksek birer “proje”dirler.
Bu acıklı tefrikin giderek yükselen
“eşcinsellik” olgusunun en büyük müsebbibi olduğunu iddia edeceğim.
Bir insana “Jouissance” temsillerini kesinkes dikte
ettiğinizde; cinsel tercihine tekabül etmezlik halinde, kendini pekala
“diğer” cinsî tercihe sürülmüş olarak buluvermek, salt bedensel yapı
farklarıyla açıklanamayacak kadar karmaşık ve ilgiye değer. “Ya...ya da”nın
kıskacına alınmış insan için varoluşun bir buz pistine dönmesi çok da şaşırtıcı
değil.
Konu ne kadar da mümbit ve
çetrefil! Yoklanacak, yoksanmış ve bulunmayı bekleyen ne çok alt-kavram var.
Ancak şu ön-kabulü aşma küstahlığına vardırmamalı işi: Ortada feneri
tuttuğumuzda rahatça betimleyebileceğimiz apaçık bir tünel yok. Böyle bir
tünel teşbihine başvuracaksak, gerçek şu ki karanlık, pek karanlık;
belki de bir ucu kapalı bir tünel bu. Tıpkı masal tekerlemelerinden birinde
duyumsuyorum kendimi; “az gittim, uz gittim; arkama dönüp baktığımda, bir
arpa boyu yol gittim.” Durum bu. Şimdi daha iyi idrak edebiliyorum; sürrealist
sinemanın öncülerinden tatlı ihtiyar Bunuel’in neden 1977’de çektiği
filmine o adı verdiğini: “Cet obscur objet du désir”
Yani “Arzunun O
Belirsiz/Karanlık Nesnesi” Çünkü arzunun temsili olan
“nesne” sahiden de belirsiz, karanlık, cinsiyetlenmemiş ve bir o kadar sürreal
[gerçeküstü]!
Arzunun
Şu Karanlık Nesnesi (1977)/ Cet obscur objet du désir: Konusu:
Karısının ölümünden beri cinselliği tatmayan varlıklı ve entelektüel Mathieu,
evine hizmetçi olarak aldığı ateşli İspanyol güzeli Conchita''yı tutkuyla
arzulamaktadır. Sırlarla dolu Conchita ise kendisiyle yatmayı takıntı haline
getiren Mathieu''yü çeşitli numaralarla oyalar… Buñuel''in gerçeküstücü
kökenlerinden çarpıcı izler taşıyan bu film, aynı zamanda ahlaki çöküş ve
politik yozlaşma içindeki bir topluma yöneltilmiş keyifli bir taşlama.
Başroldeki tek karakter için iki kadın oyuncu kullanan Buñuel (biri ateşli ve
bayağı Conchita, diğeri mesafeli ve sofistike Conchita), sinema dilinde bir
yeniliğe de imza atıyor
Not: Lacan’ı merkeze alan bir yazıda Zizek’ten alıntı yapmamış olmam, onu
önemsemediğim yahut ondan habersizliğim olarak okunsun istemem. Lacan
literatürünü doğrudan okumak yerine ikinci elden okumayı salık verenlerin
refere noktalarında başat yer Zizek’e ait. Ben bunu ortalama bir entelektualizm
refleksi olarak algılıyorum. Biraz zor olmakla birlikte,(özel Lacan sözlükleri
dahi hazırlandığı biliniyor)pekala Lacan doğrudan okunabilir yine de. O
bakımdan, Lacan üzerine hazırlanan popular literaturde yeteri kadar Zizek
yorumuna yer verildiği için, sık atıf yapılmayan Lacan okumalarına başvurmayı
bir tercih olarak kullandım. Yoksa Zizek, kendisi hakkında “Lacan çekiciyle
putkıran” adam denecek kadar fazla sayıda eserine Lacan parmakizini maharetle
yerleştirmiştir, bu bir gerçek.
Dil, bilinçdışının koşuludur. J. Lacan
Jacques Lacan (1901 - 1981), Kuramsal
psikanaliz alanındaki çalışmaları Sigmund Freud’un yeniden yorumlanmasıyla
yapısalcılıktan yapı sökümcülüğe uzanan bir yol izlemiştir.
Lacan, yalnızca önemli bir psikanaliz
kuramcısı olarak değil, daha başlangıçta psikanaliz, dilbilim, antropoloji ve
felsefe alanındaki geçişkenliği sağlamasıyla ve ardından da geliştirdiği
formülasyonlarm ve kavramların felsefi düzlemde yol açtığı sarsıcı sonuçlarıyla
20. yüzyıl felsefesinin önemli isimleri arasında yerini alır.
Psikanalizin psikiyatri içinde “paradigma” olamayışıdır.
1-Klasik eğitimli psikiyatrların tutuculuğu
2-Psikiyatrların bilimsel açıklık yerine
kapalı bir örgütlenme seçmiş olması
Popper’in “yanlışlanabilirlik” ilkesi
■ Popper’a
göre teorik önermeler deney yoluyla ancak “yanlışlanabilir”, ama asla
doğrulanamaz.
■ Teoriler
deney yoluyla yanlışlanana kadar doğru kabul edilir.
* “Bugün haftanın günlerinden biridir.”
* “Bugün pazardır.”
■ Popper’a
göre psikanaliz “yanlışlanamaz” bir teori olmakla birlikte, bu yanlışlanamazlık
mantıki kesinliğe dayanmaz, psikanalizin bir metafizik olmasına dayanır.
■ Bu
epistemolojik çerçevede, Pooper’a göre psikalaniz, metafizik bir masaldan
ibarettir. Teorinin yapısı yanlışlanmaya kapalıdır.
■ Althusser
açısından ise psikanaliz bilimsel bir teoridir.
Psikanalizde Özne
Bilinçdışı ötekinin söylemidir.
Psikanaliz özneye bir şekilde, bir miktar
özne olmadığını da gösterir.
Özne bir bütün olmayı hedefleyemez.
Psikanalizde özne, bütünlüğü içinde birey
olmaktan .ok, karmaşası ve çatışmaları içinde bir guruptur.
“İnsan, kendi arzularına tabi olduğu yalnızlık
durumundan çok, yasaklarını bilinçli olarak kabul ettiği sitede özgürdür”
Spinoza
Psikanalizin insanı açıklamak bakımından
antropolojiye çok daha zengin katkıları olduğunu ya da olabileceğini düşünmek
için pek çok neden var.
Psikanaliz, elbette insan etkinliğini
koruyamıyor ise de bu materyalinin en zengin çeşitliliği gösterdiği
psikopatoloji alanında filizlendi. Bugün psikiyatri içindeki durum onun insanı
açıklama bakımından önemine gölge düşürmez.
Dilbilim ve Psikanaliz
Lacan’ı psikanaliz geleneği çerçevesinde
özgün kılan, arasında kurduğu ilişkidir.
Bilinç fenomenlerinin tüm psişik olgularını
içermesi anlayışını Descartes’a bağlamak mümkündür.
İnsanın bilincinde olmadığı düşüncesi
olmazdı.
İnsanların doğumdan itibaren maruz
kaldıkları toplumsal baskı, bazı arzuların bilinçdışına bastırılmasına neden
olur ve bu bilinçdışı arzular da kendini “lapsus’larda (dil sürçmesi), “hatalı
hareketlerde”, rüyalarda ve nevrozlarda simgesel bir tarzda şekil değiştirerek
gösterir ve tatmin yollan arar.
Bu nedenle psikanaliz bir “derinlikler
psikolojisidir.
Nevroz geçmişteki bastırılmış bir
çatışkının güncel olarak ve simgesel bir tarzda ifade edilmesi olarak
görülebilirdi.
Bir anlam araştırması olan psikanalizin tam
olarak teorikleştirilebilmek için dilbilime ihtiyaç duyduğu söylenebilir.
Bu bağlamda Lacan’ın tüm yaptığı, söz
konusu teorik gereksinimi karşılanmaktan ibarettir
Kişi belli bir duygu ve heyecanı bilinçli
olarak yaşar, ancak bunlara düşen fikirler her zaman bilinç alanında yer almaz;
esas fikirler bilinçdışı kalırken, bunların yerine başka fikirler bilinç
alanını kaplar.
Demek ki fikir dışına bastırılan fikirler
temsilcilerdir, doğal haldeki içgüdüler değil.
Lacan ise
1- Bilinçdışı
simgelerden oluşur.
2- Bilinçdışı tamamen
simgesel kültür yaşantısının sonucudur.
Psikanaliz bilinçdışının bilimidir.
Lacan’ın özgün yanı, psikanaliz ile
yapısalcı bilim arasında kurduğu ilişkidir.
Yapısalcı dil bilim, psikanaliz için bir
sistematikleşme imkânı tanımaktadır.
Psikanalizin teorik sorgulama alanının
teorik nesnesi bilinçdışıdır. Özgün bir nesne olarak bilinçdışını araştırmada
kullanılan yegane araç ise dildir.
Lacan’a göre simge ya da bütünüyle simge
sistemi üçlü bir etki ifa etmektedir.
1. Ben ve ben olmayanı içsel olanla dışsal
olanı ayırt etmeye imkan tanımaktadır.
2.Sübjektiviteyi, içselliği, bu içselliğin
ifadesi olan söylemden ayırt etme imkanı tanımaktadır.
3.Simgenin düzeni insanı bir özne olarak
diğerleri karşısındaki konumuna yerleştirir.
“Bir gösteren bir özneyi bir başka gösteren için temsil eder.”
LACAN’I ANLAMA KILAVUZU
• 20.
yüzyılın en tartışmalı kuramsal alanlarından birisi psikanalizdir. Daha
Freud’un ilk çalışmalarından itibaren psikanalizin kuramsal statüsü sürekli
sorunsallaştırılmış; psikanalizin bilim olup olmadığı, bilimse bir bilim olarak
nasıl temellendirilebileceği yani epistemolojik düzlemde nasıl ortaya
konulabileceği her zaman tartışmalı olmuştur
• Lacan'ın
başlangıç noktası, öncelikle bu teorik statünün değerlendirilmesi ve
epistemolojik temel noktaların yeniden değerlendirilmesidir
• Lacan
bu adımların takipçisi ve savunucusudur öncelikle. Lacan'ın, kendisini bir
Freud savunucusu olarak ifade ettiği ve bunu özellikle Freud sonrası kuramsal
adımlardan vazgeçen ya da onları yadsıyan psikiyatri eğilimine karşı ortaya
koyduğu söylenebilir. "Benlik Psikolojisi" Lacan için kabul edilemez
bir yöndür.
• Lacan’a
göre psikanaliz, bir bilim olarak bilinçdışının Bilimi'dir.
• Psikanaliz
bir bilim olacaksa, öncelikle epistemolojik olarak kendi ayrımını
temellendirebilmelidir, yani nesnesini ayrımlayabilmelidir. Bu noktada Lacan
pozitivizm-ampirizm sonrası gelişen bilim anlayışını kuramsal olarak temel alır
ve Freud'u buna göre yeniden okur. Buna göre, psikanalizin nesnesi (Freud'un da
pek çok yerde işaret etmiş olduğu ama tamamen açık kılamadığı haliyle),
Bilinçdışı'dır. Bunun bir teorik nesne olduğunu belirtmek gerekir ve burada
ayrıca psikanalizi başka bilimlerden ayırmak üzere, bilinçdışının, özgün bir
teorik nesne olduğunu da belirtmek gerekir Lacan'a göre. Althusser'in Lacan
üzerine erken yazılardan biri olan yazısında belirttiği gibi, bu Lacan'ın, onu
yeni bir düzleme getirmek üzere "Freud'a dönüş hareketi" dir.
• Böylece,
yani bu dönüş girişimiyle Freud ve dolayısıyla da psikanaliz, doğum zamanının
sınırlarından ve sorunlarından çıkarılıp yeniden doğru bir şekilde
değerlendirilebilecektir.
• Lacan,
bilinçdışı dil gibi yapılanmıştır der.
• Yani,
dil bir göstergeler sistemi'dir ve dışsal bir gönderimi yoktur. Lacan bunu
psikanalize uyguladığında vardığı sonuç, Bilinçdışı'nın tıpkı Dil gibi kendine
özgü bir yapı ya da sistem olduğudur. Bilinçdışının dış dünya ile özsel bir
bağlantısı yoktur, anlam ayrımlarını kendi iç-öğeleri ile belirleyen bir çeşit
göstergeler dizgesi söz konusudur.
• "Lacan,
dilsel gösterge ile psikanalizin Simgesi'ni aynı şeyler olarak düşünmektedir".
Althusser
• Özne,
Dil dolayımıyla böylece kendini simgesel düzende bir gösteren olarak işaret
edilmiş olarak bulur ve öznelliğini de zaten bu şekilde kazanır. Bu andan
itibaren birey-özne bir simge olarak simge düzenin bir parçası ya da öğesidir.
Dil, bu bağlamda öznenin gerçeklikle, kendisiyle, ötekilerle ilişkisini düzenler
• Lacan'ın
Freud'un çalışmasından ısrarla aldığı ve kendi kuramında merkezi bir yere
koyduğu formülasyonlardan birisidir Oidipus Karmaşası ya da başka bir isimle
Oidipus Kompleksi. Bu Lacanci psikanaliz teorisinde Oidipus Yasası olarak
belirir.
• Oidipus
karmaşası, kültüre ve dolayısıyla insan olmaya giden zorunlu bir süreçtir;
Oidipus’suz kültür ya da uygarlık olamaz Lacan’a göre. Ancak bu doğal bir
karmaşa değil, simgesel bir karmaşadır.Simgesel yapının devreye girmesiyle
insan yavrusunun simgesel sisteme geçişini ve bu geçişte oluşan evreleri
açıklar. Örnegin, buradada gerçek bir babadan söz edilip edilmediği önemli
değildir, önemli olan Oidipus yasasını geçerli kılmak üzere simgesel baba
işlevidir, ki bunun tanımı Babanın Adı olarak belirtilir. Böylece simgesel
düzene giren çocuk, kendi kültürel konumunu bu simgesel adı tanımakla edinmeye
başlar. Burada dikkat edilmesi gereken nokta, Oidipal Yasa'nın özünde simgesel
bir yasa olmasıdır.
• Lacan’a
göre, Oidipus karmaşasıyla simgesel düzene dahil olmak, daha önce, Dil
dolayımıyla belirtilmiş olan iki temel noktanın geçekleştirilmesi anlamına
gelir.
-Bilinçdışının kuruluşu,
-Birey-öznenin kuruluşu.
• Oidipus
karmaşası olarak belirtilen karmaşa ya da Yasa, anne ile çocuğun doğal
ilişkisinin yasaklanması, ve bu yasakla doğan bilinçdışı arzunun Babanın
Adı'yla yeni imgesel biçimlerle ikame edilmesiyle çözülür. İnsan yavrusu
böylece toplumsal biçimleri edinir ve birey-özne olur. Özetle, kültürel düzene
girişin anahtarı bu kökensel bastırmayla söz konusu olmaktadır.
Serhat AKMEŞE
Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.
Yorumlar