JAPONLARI TANIMAK İSTEYENLER İÇİN
İnsanı Tanımak, İnsanları
Tanımaktır.
“Fuji Dağı’yla Konuştum” isimli kitabından sizin için seçtiklerim.
İçimde dağlanan bir sevinçle, inerek, çıkarak, düşerek,
kalkarak, bazı gün ve gecelerde ben de Fuji Dağı’yla konuştum. O Fuji Dağı ki,
“Güneş ve Ay insanın içine doğarsa, ne kadar güzeldir,” der, Hokusay’ın ünlü
tablosundaki Fuji Dağı. Dağ gibi köpük dalgalarının ufkunda, sanki uzakta ve
gizlenmiş duran, ama onların öykündüğü ve hakikatleri olan Fuji Dağı
“Yener SONUŞEN”
**
Japonların çok
araştırdıkları ve okudukları söylenir. En büyük ilk üç gazetenin toplam abone
adedinin kırk küsur milyon olduğu, her ay çok yüksek telif eserin basıldığı,
sadece aylık fotoğraf dergilerinin dört buçuk milyon civarında satıldığı gibi
figürler, Japonya’da bir kez kitapçıya gitme gafletinde bulunan herkese bunun
ne demek olduğunu anlatır.
Dönem başladıktan çok
kısa bir süre sonra sık sık kütüphanede bulduğum bazı kitaplar üzerine Fujita
Hoca ile konuşurken, “Senden bir şey rica edebilir miyim,” dedi. “Çok
okuyorsun ve bazı kitapların kütüphanede olmadığını biliyorum. Sana kitap
ısmarlama makbuz koçanını vereyim, istediğin kadar kitap ısmarlayabilirsin.
Sayfaların altlarını imzalamak için bana getir, biraz kitap dedikodusu da
yaparız, ” dedi. Böylece eğer aklımda yanlış kalmadıysa belki iki yüz kadar
kitabı sadece kendi konumla sınırlı kalmayarak, kütüphaneye ısmarlamış oldum.
Böyle bir imtiyaz ve şans öyle sanıyorum hemen hemen tüm üniversitelerimizdeki
hocalarımızın en sınır tanımaz rüyalarında bile göremeyebileceği bir şeydi.
Japonya
hakkında kitap okumak tamam, ama yazmaya gelince çok şaşırtıcı, geniş ve derin
bir kültürü olan Japonya için, Japonya’da birkaç hafta kalanlar (belki de)
kitap yazar, birkaç ay kalan bilim adamları, makale tasarlarlar, birkaç yıl
kalan, ya yazmayı hep erteler, ya da reddeder, derler.
Ben bu satırlarda Japonya diye belki de kendimi anlatıyorum. Cyrano de
Bergerac’ın dediği gibi, “Sensin” derseniz, “Hayır, bu satırlar arkadaşlarım, kan bağı olmayan
akrabalarım, hocalarım ve iyilik gördüğüm insanlardır” derim. “Forrest
Gump”ta üste düşen tüy neyse, Japonya’da karşıma çıkan insanlar
işte onu simgeler
“Uzakta (ama) yakın ülke
Türkiye” başlıklı bu kitap, Japonya’da Türkiye üzerine yazılı
olduğunu bildiğim, daha Türkiye’deyken (1983) duyduğum ve Japonca olduğu için
sadece sayfalarına bakabildiğim bir kitaptır. Adı, anlam olarak çok güzel. Eğer
bir gün Japonya üzerine bir kitap yazabilirsem, cevaben Türkiye kelimesinin
yerini Japonya olarak değiştirip bir kitap yazmak isterim, diye düşünürdüm o
zamanlar. İnsan çoğu kez uzak olduğuna ya da bilmediğine düşmandır. Bu uzaklık
bazen coğrafi uzaklık olarak da ifade edilebilir. Ama bugün dünyadaki coğrafi
yakınlık ve komşuluk ilişkilerine bakıldığında, sanki herkes komşularına
düşman, komşularının düşmanlarına dost gibidir. Hâlbuki komşuluk, hakkı
verilerek yapılsa çoğu kez akrabadan ileri bir ilişki ve statü oluşturmaktadır.
Hani fıkradaki gibi, Polonyalılara sormuşlar, “En sevdiğiniz ülke
neresidir?” diye. “Tayland!” demişler. “Niye?” diye sorulunca da,
“Komşu değiliz!” demişler. Komşunuzla siz iyi olsanız, bazı kereler
diğer komşular, sizi ve onları bırakmaz. Ben hiçbir tarihi bağ gözetmeksizin
Japonya’da böyle bir kitap yazılmış olmasını, tek başına gerçek komşuluk şansı
diye düşünüyorum. Bugün de komşu olmadığımız bilindiği için, kimse araya
girmeden kıta ötesi bir yakınlık ne büyük imkân diye düşünüyorum.
**
Japonya’ya ilk
geldiğimde bir Pakistanlıyla karşılaştım. İnançlı bir insandı. Ünlü bir
bankacıydı. “Mr. Sonuşen, hiçbir zaman Japonlarla
inanç konusunda tartışmayın, ya da bizim inancımız şöyledir diye onları
uyarmaya çalışmayın. Çünkü ‘Niye domuz eti yemiyorsunuz?’ diye sorabilirler.
Çoğu kez zaten cevabı biliyorlardır. Dolayısıyla siz ‘ domuzun içinde şöyle
tenyeler, mikroplar barınır' derseniz, size ‘ bugün artık domuzlar eskisi gibi
pis yerlerde yaşamayabilir, pislikle beslenmeyebilir, hattâ süt havuzunda
büyütülebilir, böyle bir durumda veteriner kontrolünden de geçerse o zaman
yemenizde bir mahsur yoktur değil mi?,diye
sorabilirler.
**
Nitekim sonraları
gerçekten bana birkaç defa böyle söylediler. Bir seferinde hem soruyu hem
cevabı söylediler, ben hiçbir söylememiş olmama rağmen. Yine bir gün bir Japon,
galiba bir barış derneği üyesiymiş, “Yenersan sizin dininiz barış dini midir?” diye sordu. Ben de, “Evet, İslam, selam, bunlar hep barışla ilgili mesajları içerir,
etimolojik olarak da,” dedim. O Japon da bana, o günlerde savaşmakta olan
iki komşumuz için “Iran ve Irak’ ta yaşayanlar müslüman değil mi?”
dedi. Artık bir daha bu konuların üzerinde en naif bir cevabı bile vermemeye
karar verdim. Versem de Fûzûlî’nin, “sualime cevaptan gayrı şey vermediler”
dediği gibi, sadece cevap olarak algılanacağını hissettim. Aynen Kapalıçarşı’da
satıcıların “Buyrun içeri dediği zaman Japonların
kaçması gibi, inanç konusunda da Japonların tavrı aynıdır. Siz bir şey
söylerseniz kaçarlar, ancak bir şekilde kendilerinin merak edip, araştırıp,
bulup, inanıp, sahip çıkmaları hâlinde, Japonların inançları konusunda farklı
şeyler yapmaları mümkün olabilir.
**
Boye de Mente’nin “Japonlarla İş Yapmak” kitabında şöyle bir paragrafa rastladım. “Japonya da herkes
sizi görür, herkes sizi bilir, ama sizinle sadece görüşmesi gerekenler muhatap
olur,” diyordu ve ekliyordu: “Mesela
birçok insanın görev yaptığı altmış-yetmiş kişilik, açık ofis düzeni Japon
şirketlerinden birine girdiğinizde biriyle göz teması sağlayıp, şu kişi ya da
şu departmanı nasıl bulurum, diye sormak istediğiniz zaman çok zorlanırsınız.
Çoğu kez yabancı dil düzeylerinin o kadar da yeterli olmadığını düşünebilecek
olan ve kapıya yakın oturan genç, genellikle de hanım çalışanlar, sizi daha
görür görmez, ‘gerekli olduğu gibi yardımcı olamaya bilirim, iletişim
kuramayabilirim,ya da ' başıma dert
almayayım duygularıyla hemen önlerindeki bir şeylerle ilgilenmeye başlarlar.
Böylece hâl diliyle onlara sormamanızı size anlatmış olurlar,”
diyor. Bunu okuyunca hakikaten de durumu iyi tespit etmiş diye düşündüm.
Nitekim ilk gittiğim Japon şirketinde muhtemelen kırk katlı bir iş merkezinin,
otuz küsuruncu katında, tahminen her katında üç yüz-dört yüz kişi çalışıyordu,
aradığım kişiyi nasıl bulabilirim diye sormak için kitaptaki hileye başvurdum.
Hızla büyük ofise girdim. Beni gayrı ihtiyari gören insanlar daha durumu idrak
edip kendileri açısından ne yapacaklarına karar vermeden, bir tanesini seçip
göz temasıyla hafifçe öne eğilerek “Bir dakika,” diye işaret ettim. Benim de
şahit olduğum ve de Mente’nin bahsettiği gibi, intikal süresi geçtikten sonra,
hemen başını önüne eğip, koltuğuna oturmaya fırsat bulamadan önce o kişiyi
yakalamış oldum. Tam otururken kalktı. İçimden “Aferin de Mente’ye” dedim. O
hafta gidip bir kitabını daha satın aldım.
**
Japonya’dan döndükten
sonra, bir gün Kapalıçarşı’ya arkadaşım Erdener’in dükkânına ziyarete gittim. O
sırada bazı Japon turistler vitrinin önüne geldiler. Kapalıçarşı’da genellikle
âdettir ya, müşteriyi içeriye davet etmek için çok ısrarlı ikna hamleleri
yapılır. Hattâ sokaklardaki satıcı çocuklar mutlaka, “Yes Mr!”, “Where are you
from Mr/Mrs?”, sonra birkaç ayrı dilde çoğu kez tüm bilgileri yine o dillerdeki
“Where are you from?” olduğunu tahmin edebileceğiniz cümleler sarfederler.
Cüretle. Satıcı dediğin zaten öyle olur. Turkish iş. Ancak Erdener’in
dükkânında gördüğüm şey beni şaşırttı. Hemen içerden seslendi, “Oğlum içeri
girin,” diye. Sordum, “Ne o Japonları ikna
etmeye çalışmıyor musunuz?” Sanki Japonya’da dört yıl geçiren ben
değilmişim gibi. Sosyo kültürel olarak çok doğru bir şey söyledi: “Japonların eğer bir şey satmaya çalışırsan,
zorlandıklarını ya da baskı altında olduklarını hissederlerse, bazen de davet
edildikten sonra reddetmenin kendileri için çok güç olduğunu bildikleri için,
hemen kaçarlar. Beğenirlerse nasıl olsa içeri girip, sorarlar ve alırlar,” dedi. “Bu nasıl bir teknik,” dedim, “yakında
sosyal antropolog olacaksın korkarım.” “Tabii abi,” dedi. “Mesela geçen gün
bir adam geldi, şöyle elli yaşlarında, yanında da yirmi beş yaşlarında bir
hanım var. Durumu anladım. (Adamın psikolojisini kullanarak, mal satabilmek
için) biraz pahalıca bir yüzüğün fiyatını sordukları zaman, sanki çok yakın
davranıyormuşum gibi poz takınarak, ‘ o size
gelmez, olmaz, ’ dedim. Bizim
buralarda klasiktir bunlar. Kadın bir tuhaf oldu, adam irkildi. ‘Niye?,dedi. ‘Biraz pahalı,dedim. Adam kızdı. ‘Ne demek pahalı, çıkartın lütfen’ dedi
tahmin edeceğin gibi. Toplam alışveriş on dakika sürdü. Ben de çok pahalı bir
yüzüğü, çok özel bir psikolojinin esiri olan birine hemen satmış oldum. Bizim
meslek böyledir.”
**
Sergio, bir
televizyon programında o günlerde yeni yeni ünlü olmaya başlayan (Allah
korusun) AIDS hastalığıyla ilgili yapılan bir programda, uzun uzun Japonların
AİDS olmayacağı, fakat yabancıların muhtemelen taşıyacağı gibi bir yoruma
rastladığını söyledi. Hatta izleyicilerden biri, “Trenlerde ve
otobüslerde yabancıların tuttuğu tutamaklara dokunmamalı mıyız? diye
sormuş.
Bunun üzerine onunla
birlikte, muziplik olsun diye, Japonların çokça görebileceği bir şekilde
bulunduğumuz tren vagonunda ikimiz de dokunabildiğimiz kadar çok yere dokunup, “Bakalım
dokunduğumuz yerlere Japonlar dokunacak mı?” diye araştırma yaptık.
Herhalde biraz da beklentimizden, bazılarının sanki korkuyla baktığını görür
gibi olduk. Tabii ki o günlerde bu hastalık yeni bilinmeye başlamıştı.
Yine de Japonlar en
azından bizim başka bir hastalığa duçar olduğumuzu düşünmüş olabilir.
**
“Japonya da hep birileri sizi görür, izler ama siz bilmezsiniz.
” Bunu Japonya’da yaşayan bir yabancı söyledi.
Mesela
trende giderken aslında en az birkaç kişi size bakıyordur ama siz farkında
değilsinizdir. Çünkü bakanlar, Batılılar gibi değil, Japonlar gibi bakar. Yani
sizin onları görmeyeceğiniz bir an ve şekilde,” diye de ekledi...
Bunu duyar da durur
muyuz? Hemen ertesi gün genellikle sadece koltukların dolu olduğu ve ayakta
sadece birkaç kişinin olduğu, bir vagonda tutamağı tutmuş ufuklara doğru
bakarken, birdenbire yumuşak bir bakışla da olsa sağ tarafıma hızla dönüp “Bakan
var mı?” diye denedim. Üç kişiyle göz göze geldik. Çok şaşırdılar.
Doğrusu ben de gülmemek için kendimi çok zor tuttum. Sanki onlar için
bakmadığımı hissettirmeye çalıştım. Ama o kadar tuhaf bir durum oldu ki,
bir sonraki istasyonda herkes indi.
Sanıyorum
hepsi gideceği istasyona bir sonraki trenle gitmişlerdir.
**
Japon ve Türk
arkadaşlarımla birlikte bir balıkçıda yemek yiyorduk. Kocaman gözlü bir balık
geldi. Japon arkadaş da gözü ağzına atarak yemeye başladı. Türk arkadaş yüzünü
buruşturarak “Balık gözünü böyle mi yiyorsunuz,” dedi. Türkiye uzmanı
olan Japon arkadaşımız da, “Siz de Türkiye* de koyun kellesinin gözünü böyle
yemiyor musunuz?” diye sordu. Bu iki göz
arasındaki fark insanın ancak aydınlanma gözü kadar farklıdır
**
GAİJİN yabancı demektir. Enteresandır, Japoncada ayrıca YABANJİN diye bir kelime daha var ki, yaban adam
demek. JİN kelimesi [cin diye okunuyor]
insan için kullanılıyor. Bunun çok daha nazikçesi gaikokujin.
Yani yabancı ülkelerden gelen insan. Dolayısı
ile gaijin biraz amiyane tâbirle gâvur sözcüğü gibi vurguya sahip. Bir
akşam üstü Mitaka istasyonundan otobüse bindim, yorgun argın iş dönüşü. Otobüs
nisbeten kalabalık. Yoldaki duraklardan birinde dört-beş yaşlarında çok tatlı
bir kız çocuğuyla, -herhalde- büyükannesi, benim yanımdaki koltuğa kadar
ilerlediler. Küçük kız beni görünce ninesine, “Nineciğim
gaijin böyle mi oluyor?” diye
sordu. Ninesi büyük bir telaş içinde, “O sözü
söyleme,aman sakın ha” diyerek, bir yandan da kendi bakışlarını gizlemeye
çalışarak, Japonca bilip bilmediğimi anlamaya çalışıyordu. Bilmiyor gibi
yaptım. Ama çok komik. Düşünsenize, karşınızdaki minnacık Japon size “Gâvurlar böyle
mi olur?” diyor. Çok eğlenceli. Artık giderek akıllanıyor olmalıyım
ki, otobüsten inmeme iki dakika kala çocuğa doğru eğilip, muhtemelen ninesinin
de duyduğu bir sesle, “Boşverin dedim, “ben bir
gaijin’im. Rahat rahat söyle.” Bu
yaştaki özgürlük, gerçek ifade özgürlüğünün yaşandığı tek dönemdir. Başımı
kaldırıp nineyi yapabildiğim en zarif şekilde selamlayıp, zaten durmuş olan
otobüsten indim. Çok şükür ben Japonya'dan döndükten bir müddet sonra
Japonların incelmiş kültürlerinin ve hayat tarzlarının yanlış anlaşılmasına
sebep olan “ALİEN REGİSTRATİON” sözcüğü kaldırılmış.
Nitekim aynı Japonlar, Japonya’daki TORUKO BURN, yani Türk hamamı
diye anılan ve normal banyo yapılan hamamlardan farklı hizmetleri olduğu
söylenen yerlerden, Türk Büyükelçiliğinin ısrarlı ve başarılı çalışmalarıyla
Türk ismini de aynı yıllarda kaldırttılar. (Hem de özel sektöre ait olmalarına
rağmen)
**
Japon arkadaşlarla
Levent’teki evde sohbet ediyoruz. Kim bilir kaçıncı sohbet.
Arkadaşlarımızdan
biri, “Biz hep beraber Konya, ya Şeb-i
Arûss’ a gidiyoruz, sen de gelir misin” dedi. Hiçbir rezervasyonumuz olmadan, otobüsle
Ankara üzerinden aktarmalı, geceli gündüzlü bir yolculukla, Konya’ya gidiyoruz.
Arkadaşlarımın ellerinde bilgi dolu kitaplar, kafaları merak yüklü, yürekleri
temiz. Allah’tan Mevlânâ, bütün kalp sahiplerini güzelliğe çağırmış. Beni bir
bakıma onların güzel kalbi götürdü.
**
Tokyo’da, üşümekten
harabolduğumuz bir gecede, beş film sinemasında, Hal Ashby’nin yönettiği ve
Peter Sellers’ın oynadığı “Being There”
(Türkçeye (Bahçıvan adıyla çevrildi)
filmini izlemiştik. İnsanın kendini keşfetmesine olan inancımla,
İstanbul’a döndükten sonra, küçük bir bahçe edinip, çeşit çeşit ağaçlar ve
çiçekler ektim. Bir gün, o sıralarda çalıştığım şirket için ambar yöneticisi
aranırken, aday olarak gelen beyin CV’sinde hobiler arasında bahçeciliği de gördüm.
Çok da haz etmemiş gibi yaparak, “Bu
bahçecilik de nedir?” dedim. “Keşke
yazmasaydım” der gibi bir ifadeyle, “Ben,”
dedi, “efendim çiçekleri severim” “Öyle mi,” dedim, “peki bu işte ne
kadar iyisindir?” “Söyleyeyim mi, söylemeyeyim mi,” diye gözlerimin
içine bakarak, “Ben,” dedi, “çiçeklerle
konuşurum,” “O zaman iş şenindir,” dedim.
“Ben mi seçildim?” diye sordu. “Kıymetlerimizi emanet etmek için, çiçek ya da kuşdili bilen
birisinden daha emin kim vardır ki,” dedim.
Yener SONUŞEN Kimdir?
1959 yılında Eskişehir'de doğdu. Çocukluğundan itibaren satır
aralarını okuma alışkanlığı edindi. Çok özel durumlar dışında sadece dinlemeyi
değil konuşmayı da seçti. Çalışarak okuduğu Boğaziçi Üniversitesi İşletme
Bölümü hariç, yurtiçi ve yurtdışı birçok okuldan diploma ve belgeler topladı.
Okumayı sevdi. Dört yıl Japonya olmak üzere, seyahat etmeyi ve güzellikleri
keşfetti.
İnsan ömrünün her safhasının bütünü ilgilendiren seyirler
olduğuna inandı. Yolculuğun kalp ve insan'a doğru olduğunu anladı. 2003-2005
yılları arasında bir numaralı profesyoneli olduğu şirket, bu dönemde 2,27
milyar dolardan 6.6 milyar dolar ciroya ulaştı ve uluslararası şirketler ligine
girdi. Son iki yıldır şirket alım-satımları ve danışmanlık işlerini sürdürüyor.
Fuji Dağı'yla Konuştum, hazırladığı üçlemenin ilk kitabı.
Daha fazlasını bulmak için Kaynak: Yener SONUŞEN, Fuji Dağı’yla
Konuştum, Beta Basım Yayım Dağıtım A. Ş.1.Basım Mart 2008, İstanbul
Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.
Yorumlar