JEAN BAUDRİLLARD (1929 - 2006)
Simülasyon kuramını oluşturan ünlü
Fransız düşünür Jean Baudrillard,
1929 yılında Reims'de dünyaya geldi.
Baudrillard, meslek yaşamında ilk önce Almanca öğretmenliği yaptı ve
1966 yılında Nanterre Üniversitesi'nde Henri Lefebvre ile çalışmaya başladı. Bertolt Brecht'ten şiirler, Peter Weiss'den tiyatro oyunları
ve Wilhelm E. Mühiman'ın "Üçüncü Dünya'nın Devrimci
Cennetleri"ni çeviren yazar; ders ve konferanslar vermek üzere başta ABD
ve Japonya olmak üzere dünyanın pek çok ülkesine gitti. Nanterre Üniversitesi'nde sosyoloji dersleri
veren Baudrillard, "profesörlük" unvanını ancak 1990 yılında
alabildi. Yirmi yıldan
uzun bir süre başasistan olarak kaldı!
Günümüz düşün dünyasının en
"çarpıcı" isimlerinden olan Baudrillard; esas olarak, simülasyon,
yığınların zihniyeti, "öteki", baştan çıkarma gibi konuları
kitaplarında ele aldı. Üretimin,
rasyonel bir etkinlik olmadığını ileri sürmüş; tüketicinin, reklam vb. yollarla
aldatılmasını göz boyayıcı bir oyun ve hem üretimi hem de tüketicinin isteğini
tehdit eden bir öğe olarak yorumlamıştır.
"Körfez Savaşı" sırasında
Fransız televizyonunda görüşlerine en çok başvurulan düşünür oldu, kitle
iletişim araçlarında bir "star" haline geldi. İtalya, Meksika, Brezilya ve Japonya gibi
ülkelerde yapıtlarının büyük bir çoğunluğu çevrildi. Türkçedeki ilk kitabı "Metinler ve
Söyleyişler", çeşitli yapıtlarından alınmış metinlerin çevirisidir.
Eserleri:
Simülakrlar ve Simülasyon, Baştan
Çıkarma Üzerine, Cool Anılar, Amerika, Siyah Anlar 1-2, Kusursuz Cinayet, Tam
Ekran, Nesneler Sistemi, Tüketim Toplumu, Göstergenin Ekonomi Politiğine
Eleştirel Bir Bakış, Üretimin Aynası, Simgesel Değişim ve Ölüm, Foucault'yu
Unutmak, Beaubourg Olayı, Sessiz
Yığınların Gölgesinde ya da Toplumsalın Sonu, Passwords, Komünist Partisi ya da Politikanın
Sahte Cennetleri, İlahi Sol, Kötülüğün Şeffaflığı-Aşırı Fenomenler Üzerine Bir
Deneme.
HİPERGERÇEKLİK*
Gerçeklik çökmüştür ve bugün sadece
imgeden, yanılsamadan ya da simülasyondan ibarettir. Model temsil ettiği varsayılan gerçeklikten
daha gerçektir. Hiper-gerçeklik ”çoktan yeniden üretilmiş olan şeydir” “kökeni ya da
gerçekliği olmayan bir gerçeğin” modelidir.
HİPER-MEKAN (hyper-space)*: Modern mekan kavramlarmızın anlamsız
olduğuna işaret eden post modern terim.
Mekan modern sayıltıların varsaydığı gibi bir şeyi temsil etmez. Yok
edilmiştir ve mekansal engeller ortadan kalkmıştır. Her şey coğrafi bir akış
içindedir. Mekanda sürekli olarak ve öngörülmeyen biçimlerde hareket
etmektedir.
İÇPATLAMA (imploding,implosion)*: post-modern bir dünyada görüngülerin
içe doğru patlama ve böylece hem kendilerini hem de insanın onlar hakkındaki
varsaytımlarını imha etme eğilimleri. Böyle bir durumda anlam tamamen ortadan
kalkmaktadır.
*- Postmodernizm ve toplum
bilimleri, Pauline marie roseanu Çev.
Tuncay Birkan, Bilim ve sanat yay. Ankara 2004, (s. 14,17)
SİMULAKRUM: orjinali olmyan bir kopyanın
kopyası. Gerçek ile model arasında hiç fark kalmamıştır. (s. 17)
SİMÜLAKR: bir gerçeklik olarak algılanmak
isteyen görünüm
SİMÜLE ETMEK: Gerçek olmayan bir şeyi gerçekmiş
gibi sunmak,göstermeye çalışmak
SİMÜLASYON: Bir araç bir makine bir sistem bir
olguya özgü işleyiş biçiminin incelenme gösterme ya da açıklanma amacıyla bir
market ya da bir bilgisayar programı aracılığı ile yapay bir şekilde yeniden
üretilmesi. .
SİMÜLASYON KURAMI
“İllüzyondan
söz edebilmek imkansızdır. Çünkü ortada
gerçek diye bir şey kalmamıştır. ”
Simülasyon bir köken ya da
gerçeklikten yoksun gerçeğin modeller aracılığı ile türetilmesine denir.
Günümüzde gerçek artık minyatürleşmiş hücreler, matrisler, bellekler ve komut
modelleri tarafından üretilmektedir. Bu
sayede gerçeğin sonsuz sayıda yeniden üretimi mümkün olmaktadır. Bundan böyle rasyonel bir gerçeğe ihtiyacımız
olmayacaktır, zira gerçek ideal ya da negatif süreçlerle başa çıkabilecek bir
durumda değildir. Artık işlemsel bir
gerçeklik vardır. Aslında gerçek bu
değildir çünkü onu sarıp sarmalayan bir düşssellikten yoksundur. Bu atmosferden yoksun bir hiper-uzamda
kombinatuvar modellere benzeyen sentetik bir şekilde üretilmiş gerçek diğer
adıyla hiper-gerçektir.
Gerçek ya da hakikate özgü
perspektifle bir ilişkimizin kalmadığını gösteren bu farklı bir uzama geçiş
olayıyla birlikte tüm gönderen sistemlerinin tasfiye edildiği bir simülasyon
çağına girilmiştir. . . Burada bir taklit suret ya da parodiden değil aslı
yerine göstergeleri konulmuş bir gerçek bir başka deyişle her türlü gerçek
süreç yerine işlemsel ikizini koyan bir caydırma olayından söz ediyoruz. Gerçeğin tüm göstergelerine saşılıp gerçeğin
tüm aşamlarına kısa devre yaptıran kusursuz, programlanabilen göstergeleri
kanserli hücreler gibi çoğaltarak dört bir yana savuran bir makineden. . .
Bundan böyle her türlü düşsel ve gerçek ayrımından yoksun, yalnızca aynı
yörünge çevresinde dolanan modellere dayalı ve farklılık simülasyonu
üretiminden ibaret bir hiper gerçekten söz edebiliriz. (s15)
Gizlemek(dissimüler) sahip olunan
şeye sahip değilmiş gibi yapmak, simüle etmek ise sahip olunmayan şeye sahipmiş
gibi yapmaktır. Birincisi bir varlığa(şu
anda burada bulunmayan) diğeri ise bir yokluğa (şu anda burada bulunmamaya)
göndermektedir. Örneğin hastaymış gibi
yapan kişi yatağa uzanıp bizi hasta olduğuna inandırmaya çalışır. Bir hastalığı simüle eden kişi ise kendinde
bu hastalığa ait semptomlar görülen kişidir.
Öyleyse “mış” gibi yapmak ya da gizlemek gerçeklik ilkesine zarar vermez
yani bunlarla gerçeklik arasında her zaman açık seçik gizlenmeye çalışılan bir
fark vardır. Oysa simülasyon bu gerçekle
sahte ve gerçekle düşsel arasındaki farkı yok etmeye çalışmaktadır. . . Simüle
den kişinin gerçekten hasta olup olmadığını değerlendirmek mümkün değildir.
(s. 16)
Yine başka bir alan olan din
konusunda da Baudrillard Tanrı inancının nasıl simüle edildiğini inancın
göstergelere indirgenerek Tanrının devre dışı bırakıldığını şöyle anlatır: “din konusunda bir tanrısal güç simülakrına gönderme
yapılmaktadır. ’ Simülakrların mabetlere sokulmasını yasakladım çünkü doğaya
hayat veren tanrısal güç yeniden canlandırılamaz. ’ Bu doğru değildir. Çünkü bu tanrısal
güç yeniden canlandırılabilmektedir. Örneğin bu güç ikona ya da simülakrlar
şeklinde çoğalttığında neler olup bitmektedir. ? Örneğin imgelere dayalı görsel
bir teolojiye dönüştürüldüğünde hala ilahi bir gücün özelliklerine sahip olabilmekte
midir? Belki de kendi ihtişam ve çekiciliğini devreye sokarak bu ilahi gücün
ortadan kalkmasına neden olmaktadırlar? İkonlar aracılığıyla tezgahlanan bu
oyun sayesinde sonuçta görüntüler algılanabilen ve anlaşılabilen bir Tanrı
düşüncesinin yerini alabilmektedirler.
Bin yıldır süregelen ve
ikonoklastları ( kutsal imgeleri yok eden insanlara verilen ad, kutsal imgelere
tapınmaya karşı olan Bizans imparatorlarının yandaşı olan insanlar) hep
korkutmuş olan bu mücadele henüz sona ermemiştir. İkonoklastların, simülakrların sahip olduğu
bu mutlak güçten korkmalarına neden olan şey İkonoklastların Tanrı düşüncesinin
insanların bilincinden silip atabileceklerini sezmenin yanı sıra sonuç itibari
ile bu korkunç hakikatin Tanrını asla var olmadığı, yalnızca sümülakrlar
aracılığı ile var olabildiği hatta kendi simülaklarından bir şey olmadığı
düşüncesine göndereceğinin farkına varmış olmalarıdır. Zaten ikonoklastlar da bu yüzden imgelerden
nefret etmekte ve onları yok etmeye çalışıyorlardı”(s. 18)
Bu yorumlardan sonra Baudrillard,
Batı toplumunda imgelerin gerçekliği nasıl yerinden ettiğini anlatır; ” imgeler her zaman ölümcül bir güce sahip
olmuşlardır. . . öldürücü bir güce sahip imgenin karşısına, gerçeğin görünen ve
algılanabilen yanlarını sunan yeniden canlandırmanın diyalektik gücü ile
çıkılmaktadır. Batı, bu yeniden
canlandırma olayının önemine ya da göstergenin derin bir anlama sahip
olabileceğine ve bir şeylerin -bu tabiki Tanrıdır- bu değiş tokuşun
gerçekleşmesini sağladığına bütün kalbi ve iyi niyetiyle inanmaktadır. Tanrı bile simüle edildikten Tanrıya
olan inanç, göstergelerine indirgenebildikten sonra gerisini varın siz düşünün. İşte o zaman
bütün sistem yer çekiminin etkisinden kurtulmuş bir kütle devasa bir simülakra
dönüşmektedir. Bu gerçek dışı bir şey
değil simülakrdır, gönderenden yoksun ve nerede başlayıp nerede bittiği
bilinmeyen hiçbir şeyin durduramadığı bir kapalı devre içinde gerçeğin değil
yalnızca kendi kendinin yerine geçebilen bir şey. Yeniden canlandırmanın karşıtı olan
simülasyon işte budur. ”(s. 20)
Yeniden canlandırma ile simülasyon
arasında derin farklar olduğunu belirten Baudrillard, ontolojik anlamda
gerçekliğin simülasyonla bir bağının olmadığını savunur;” yeniden canlandırma;
gösterge ve gerçeklik arasında bir eşdeğerlik ilkesi(bu eşdeğerlik ütopik bir
şey bile olsa temel bir aksiyomdur) bulunduğunu kabul etmektedir. Oysa simülasyon eşitlik ilkesi ütopyasına
tamamen ters bir şey olup göstergeyi kesinlikle bir değer olarak yadsımakta ve
her türlü gönderenin ters yüz edilmesi ve öldürülmesi olarak görmektedir. Simülasyonu sahte yeniden canlandırmaya
karşılık; simülasyon bir simülakra dönüştürdüğü yeniden canlandırma düzenin
tamamını sarıp sarmalamaktadır. (s,18)
İmge kavramını çeşitli yönleri ile
açıklayan Baudrillard, simülakr ve imge ilişkisini şu boyutlarda ele
almaktadır. ”imgeye özgü çeşitli aşamalar şöyle sırlanabilir;
-derin bir gerçekliğin yansıması olarak
imge -derin bir gerçekliği değiştiren ve gizleyen imge -derin bir gerçekliğin
yokluğunu gizleyen imge
-gerçekliğin hiçbir çeşidiyle
ilişkisi olmayan kendi kendinin saf simülakrı olan imge
Birinci durumda imge, olumlu bir
niteliğe sahiptir çünkü imge burada bir tür ayin görevi yapmaktadır. İkinci durumda imge, olumsuz bir niteliğe
sahiptir. Kötü büyü türünden bir şeydir. Üçüncü durumda imge, bir görünümün yerini
almaya yani bir büyüleme aracı olmaya çalışmaktadır. Dördüncü durumdaysa imge artık görüntü
düzenine değil simülasyon düzenine ait bir şeydir. Bir şeyleri gizleyen göstergeler aşamasından
gösterilecek bir şey kalmadığını gizleyen göstergeler aşamasına geçiş bir dönüm
noktasıdır. Çünkü birinciler
ideolojilere özgü bir hakikat ve sır teolojisine gönderirken, ikinciler bir
simülasyon ve simülakrklar çağına girilmiş olduğunu artık ortada ne kendi
kullarına sahip çıkabilecek bir Tanrı, ne de gerçekle sahte ve gerçekle yapay
bir yönteme başvurularak diriltilmiş gerçeğin birbirinden ayrılmasını
sağlayacak bir Kıyamet Günü olasılığı bulunmadığını söylemektedirler. Çünkü her şey zaten ölmüş ve Kıyamet Günü
beklenmeden diriltilerek yaşama döndürülmüştür. (s. 21)
Modern bilimsel yaklaşımı eleştiren
Baudrillard, özgün bir kabile olan Tasadaylılar örneği ve Fransanın Creusot
bölgesinin bilimsel çalışmalar uğruna nasıl manipülasyona uğratıldığını ele
alır. Fransanın Creusot bölgesi tarihin
belli bir dönemine tanıklık etmesi yönü ile bölgedeki işçi mahalleleri, sanayi
kuruluşları, erkeği kadını ve çocuğuyla bütün bir kültür canlı canlı açık hava
müzesine dönüştürülmüştür. Müze ortadan kaldırılmış
her yer müze haline gelmiştir.
Tasadaylılar ise 800 yıllık otantik geçmişe sahip bir kabiledir. Etnologlar ve Antropologların keşfi ile
modern hayatın içine çekilen bu yerli kabile bir süre sonra yeni ortama uyum
sağlamayıp tekrar eski ormanlık alana gönderilmesi Etnologlar ve Antropologlar
tarafından teklif edilir. İşte bu durumu
Baudrillard;” Etnoloji sınırlı bir nesnel bilim dalı olmak yerine nesnesini
özgür bırakıp canlı olan herşeyi kapsayarak simülakrlara özgü her yerde hazır
ve nazır görünmez bir dördüncü boyuta dönüşmektedir. Etnolojinin yaşaması için nesnenin ölmesi
gerekir. Keşfedilen nesne ölerek hem
intikam almakta hem de kendini çözmeye çalışan bilime meydan okumaktadır. Ölü
nesne gözünün yaşına hiç bakmadan bilimi ters yüz etmekte ve ik başlangıç
noktasına geri döndürmektedir. ”(s. 22-24)
Başka bir örnek de Lascaux mağarası ile ilgilidir. Mağaranın orjinalini koruma bahanesi ile
ziyarete kapanmış ancak beş metre öteye aynı mağaranın tıpatıp benzeri inşa
edilerek ziyarete açılmıştır.
Ziyaretçiler önce gerçek mağaraya dikiz deliğinden bir göz attıktan
sonra kopyasının tamamının ziyaret edebilmektedir. Baudrillard göre gerçeği ile kopyası arasında
bir fark yoktur. Çünkü bir kopya ikisini de yapaylaştırmaya yetmiştir. (s. 25)
Gerçekliğin dönüşümünü ABD’deki
Disneyland üzerinden değerlendiren Baudrillard bu koca oyun merkezinin anlam
dünyasını kritik eder. Disneyland,
ABD'li canlı resimci ve film yapımcısı Walt Disney tarafından 17 Temmuz 1955'te
kuruldu. Dünya'nın en büyük eğlence
parkı ve önemli bir turizm merkezi olan Disneyland, sanatçının kahramanlarını
yaşatan düzenlemeleri ve donatımlarıyla daha çok çocukların ilgisini çeken bir
panayır durumundadır. Bugün, birçok iş
dalını içeren Walt Disney Kurumu'nun bir bölümüdür.
Baudrillard’a göre:” Disneyland bütün
simülakr düzenlerinin iç içe geçmiş olduğu kusursuz bir modeldir. Her şeyden önce Korsanlar, Geleceğin dünyası
v. b. şeylerden bir illüzyon ve fantazm
(bir arzu veya istek uğruna gerçeğin deforme edilmesi durumudur. )
oyunudur. Bu düşsel evren, kendine düşen
görevi başarıyla yerine getirmektedir.
Kalabalıkları buraya çeken şey; gerçek Amerika’nın minyatürleşmiş
toplumsal bir mikro kozmosa benziyor olması ve alınan kolektif keyiftir. Disneyland’da Amerika’nın sahip olduğu tüm
değerler minyatürleştirilmekte ve çizgi filmler aracılığı ile çoğaltılarak
kendinden geçmektedir. Disneyland,
“gerçek” ülkenin, “gerçek” Amerikanın bir Disneyland’a benzediğini gizlemeye
yaramaktadır. Disneyland’ı çevreleyen
Los Angeles ve Amerika gerçeğe değil hipergerçeğe ve simülasyona aittir. Buradaki sorun yanıltıcı bir yeniden
canlandırılmış gerçeklikten (ideoloji) çok gerçeğin gerçeğe benzemediğini
gizleyebilmek ve gerçeklik ilkesinin devamını sağlayabilmektir. Disneyland’taki düşsellik ne gerçektir, ne de
sahte. Burası gerçeğe özgü düşselliği,
gerçeğe simetrik bir şekilde yeniden üretebilmek amacıyla tasarlanmış bir
caydırma(ikna) makinesidir. (s. 29)
Benzer bir çözümlemeyi Baudrillard
Amerika’da devlet başkanı Nixon’un istifasına yol açan Watergate skandalı
üzerinden değerlendirir. Ona göre:
“Watergate skandali ahlaki ve politik bir ilkeyi eski sağlığına kavuşturmaya
çalışırken diğer yandan da düş gücünü harekete geçirerek yitip gitmekte olan
gerçeklik ilkesine o ilk görünümünü yeniden kazandırma gayreti
içerisindedir. Bu skandalın ifşa
edilmesi yasalara saygı duyulduğunu göstermektedir. Watergate’ın yaptığı tek şey herkesi
Watergate’ın bir skandal olduğuna inandırmasıdır. Yapılan şey düzenin ahlaki açıdan temizlenip
paklanması ve ovulup parlatılarak yeniden devreye sokulmasından başka bir şey
değildir. Watergate bir skandal
değildir. Çünkü herkes onun bir skandal
olmadığını gizlemeye çalışmaktadır.
Watergate sistem
muhaliflerine kurulmuş bir tuzak iktidarı güçlendirebilmek amacı ile gerçekleştirilen
bir skandal simülasyondur. (s. 31-32)
Baudrillard tüm bu örnekler üzerinden
ele aldığı simülasyon atmosferinin bireyi ve gerçekliği nasıl kaosa
sürüklediğini şu ifadelerde anlatır. ” Bu karmaşık durum Mobiyüs şeridine
benzer ikiye bölündüğünde yüzeylerini tersine çevirmenin olanaksız olduğu
ikinci bir sarmalla karşılanır. Burada
hiçbir şey çözülmediği gibi tam tersine her şey daha da
karmaşıklaşmaktadır. Bu cehennem
azabının kökünde anlamı kavranması güç bir kurnazlık ve şeytanlıkla değişikliğe
uğratan simülasyon vardır. Sistemle,
sisteme ters düşen alternatifi dışbükey bir aynanın iki ucunda yekvücut olmuş
gibidirler. Bundan böyle sağdan sola
tersine çevrilebilen, sağın solu bir mıknatıs gibi kendine doğru çektiği
kısır-döngüleşmiş bir politikanın yoldan çıkmış eğik perspektifi içine girmiş
bulunuyoruz. ”(s. 37)
Bütün her şeyin tersyüz edildiği
simülasyon sürecinde ölümlerin bile nasıl simüle edildiği ve bunu üzerinden ne
tür politik amaçlar hedeflendiğini Baudrillard şöyle anlatır. “Bütün bunlar arasındaki ortak payda
gerçeğin düşsel, hakikatin skandal, yasanın yasak çiğneme, çalışmanın iş,
sistemin bunalım ve kapitalin de kendini devrim aracılığıyla kanıtlama
girişimidir. Ölümün
simüle edildiğini iddia eden Baudrillard, A. B. D. başkanlarının suikastını örnek gösterir. Ona göre Kennedy cinayeti gerçek anlamda politik
boyuta sahipti. Oysa Johnson, Nixon, Ford yalnızca hayali, simüle edilmiş suikastlara hedef
olabildiler. Çünkü onlar birer iktidar
kuklası olduklarını gizleyebilmek için bu türden yapay tehditlerin yaratacağı
“aura”’dan (cazibe, çekicilik) yararlanmak istediler. Eskiden krallar
ölmek zorundaydı. (Tanrılar da) Zaten onları güçlü kılan şey de buydu. Günümüzün krallarıysa aşağılık bir ölme
numarasına yatmaktadırlar. Bunun nedeni
iktidarın avantajlarını elden kaçırmama isteğidir. ”(s. 38-39)
Modern çağın en güçlü araçlarından
biri olan televizyonu da projeksiyona alan Baudrillard, televizyon yayınları,
mekanlar ve mesajlar üzerinden oluşturulan simülasyonu irdeler. Gerçekliğin kökünden yerinden oynatıldığı
devasa süreç içerisinde televizyon büyük bir role sahiptir. Reality Show’lar, haberler, stüdyolar birer
hiper-gerçek yutturmacanın sahneleri gibidirler. Örneğin 1971 yılında Amerikan televizyonu bir
Amerikalı ailenin (Loud ailesi) günlük yaşamını kaydetmek için evlerinin her
köşesine kameralar koyup yedi ay aralıksız çekim yaparak bir TV programı
sunmuştur. Simülasyon bütün işlevsellik
ve nedensellikleri tersinir kılma gücüne sahiptir. Yapımcılara göre Loud ailesi deneyindeki amaç
gerçek bir yaşamın kaydedilmesidir.
Ancak bu mümkün olamaz, çünkü her yerde kameraların bulunduğu evde bu
aile ‘sanki biz orada değilmişiz gibi’ davranamaz. Bu sanki Loud ailesi oradaymış gibi sözüyle
aynı anlama gelmektedir. Daha sonraları
Tuman Show adlı film de
benzer bir yaklaşımla yapılmıştır. Evi
zannettiği televizyon stüdyosu aynı zamanda Truman’ ın gerçek zannettiği bütün
yaşamını hiper-gerçek yapar. Loud
ailesinde gözlenen şey: anlamsız olana aşırı anlam yüklemek. Çünkü amaç gerçeğe saplantılı bir biçimde
yaklaşma arzusudur. Bu arzu sonucunda
gerçek artık yok edilmiş, yerini simülakrı almış ve çekimler tamamlandıktan
sonra Loud ailesi dağılmıştır. Loud
ailesi yaşamları kaydedilip televizyonda gösterilmeden yaşayamayan bir
ailedir. Bu program bir ailenin
yaşamının kaydı olmaktan çok bir kurban törenidir. Sonuç olarak der, Baudrillard; ”sözünü
ettiğimiz şey dur durak tanımayan kronik bir hastalık gibi gerçeğin içine
yerleşerek onu değiştirmeye çalışan bir “medium”dur. Burada “medium”un süzgeçten geçirerek sunduğu
haber ya da bir lazer ışığının boşlukta oluşturduğu üç boyutlu bir reklam
imgesi gibi bir hayalete dönüşmüş bir gerçekten sözediyoruz”(s. 53,55)
Nükleer santrallerin de bir tür
simüilasyon işlevi gördüğünü belirten Baudrillard bu güçle oluşturulan bir
caydırma imajı olduğunu ifade eder. Ona
göre, nükleer silahlar da simülasyon evreninin birer parçasıdırlar. Daha farklı bir yaklaşımla bunlar
simülasyonun varabileceği en üst aşama olan nükleer aşamasının bir göstergesi
konumundadırlar. Bu nükleer aşamanın en
büyük işlevi ise caydırmadır. Nükleer
silahlar muazzam gücünü atom çekirdeğinin parçalanması sonucu ortaya çıkan
enerjiden değil, çekirdeğin her an parçalanabileceği korkusunu dünyaya
şırıngalamaktan alırlar. Öyleyse bu
silahların gücü nötralize edici bir güçtür.
Bir bakıma onlar birer gösteri nesnesinden başka bir şey
değildirler. Söz konusu olacak patlama
fiziksel bir Einstein formülünün dışa
dönük bir patlamasından çok içe dönük bir patlama olacaktır. Yaşamlarımızı felç eden şey bir atom
bombasının tepemize inmesi değildir.
Kaldı ki böyle bir şey olmayacaktır; olması gerekmez. Nükleer savaş tehdidi, bir caydırma
makinesidir. Nükleer silahlar (ve
nükleer santraller) vardır orada olacaklardır bu caydırma nesneleri bize her an
bir patlama olacağı endişesi ile tetikte tutarak içe dönük bir patlama olayı
yaratmaktadırlar. Caydırma, bir strateji
değildir. Nükleer silahlara sahip
devletlerarasında değiş tokuş edilmekte ve gidip gelmektedir. Bundan böyle strateji diye bir şey
olmayacaktır. Savaş tehdidi askerlerin
elinde bir çocuk oyuncağına dönüşecektir. Burada teknik bir programlamadan
dünyanın engebesiz kusursuz nötr bir yüzeye döndürülmesinden bahsediyoruz. (s. 59)
Vietnam Savaşını da bir örnek olarak analiz
Baudrillard, savaşın nasıl simüle edildiğine ve olayın arkasındaki farklı
politik çıkarlara dikkatleri çeker.
Baudrillard Vietnam Savaşına dair önemli bazı sorular sormaktadır.
Birincisi bu denli kanlı, vahşi ve uzun bir savaş
nasıl olur da birdenbire aniden duruvermiştir.
İkincisi Amerikan tarihinin en büyük bozgunu neden
Amerikan iç dengesiyle, politika sistemini allak bullak edememiştir. Öyleyse ortada bambaşka bir neden vardır. Bu
savaş, birlikte barış içinde yaşama düşüncesine en zor anlarından birini
yaşatmaktan başka bir işe yaramamıştır.
Bu savaş Çin’in bu barış içinde
birlikte yaşama sürecinin içine alınmasını sağlamıştır. Uzun yıllar Çin’in bu savaşa somut bir
şekilde müdahale etmemesi sağlanmıştır.
Bozguna uğramış görünen Amerika Çin karşısında çok önemli bir politik
zafer kazanmıştır. Zaten Vietnam
savaşının amacı budur. Aynı şey Vietnam içinde geçerlidir. Savaş silahlı direniş gruplarından düzenli
orduya geçildiği anda bitmiştir.
Sağlıklı bir politika ve disiplinli bir iktidarın var olmasını
engelleyen bütün unsurlar temizlenmiştir. Burada zafer ya da bozgunun
gerçekliğinin sözü bile edilemez. Amaç
politik bir değişikliğin sağlanmasıdır.
Savaş görünümlerin çok ötesinde bir süreçtir. . A. B. D Vietnam’ı terk
etmiştir. Ama savaşı kazanmıştır. (s.
63-64)
Tarihin sinema aracılığı yeniden
canlandırıldığı fikrini taşıyan Baudrillard, sinemanın tarihi yeniden nasıl
simüle ettiğinden bahseder. Ona göre “Tarih yitirmiş olduğumuz bir gönderenler sistemidir,
yani tarih bize özgü bir mite dönüşmüştür. ” Simülasyon çağı ile geçmiş bir tarihe ait
fantazmların biriktirildiği, ideolojiler ve retro (geriye dönük eski moda) modaların
tepeleme yığıldığı bir boşluk içindeyiz, buradan sinema aracılığıyla bir tarih
bilincine sahip olma adında bir illüzyon ortaya çıkar. Tarih öldükten sora sinemaya görkemli bir
giriş yapmışlardır. Retro mantığı ile
çekilen sayısız tarihi film elimizden kayıp gitmiş tarihin imgesel bir miti
haline gelmiştir. Sinemanın bize
gösterdiği tarihin tarihsel gerçekle olan ilişkisi perdedeki tarihin
hipergerçek bir şeye dönüştüğünün kesin bir kanıtıdır. Chinatown, Barry Lyndon ,1900, gibi tarihi
filmlerde rahatsız edici bir kusursuzluk göze çarpmaktadır. Bir başka deyişle bu filmler kusursuz, olağanüstü
‘artefact’lar(insan eliyle yapılmış şey, yapay doku) dahice simülakrlardır.
Baudrillard bunlara en güzel örneğini
Barry Lyndon olduğunu öne sürer. Barry
Lyndon bir tarihin yeniden canlandırılması değil bir simülasyonudur. Bütün gereksizlikler, bütün zararlı ışınlar
titizlikle temizlenmiştir. Bu filmlerde
sahnenin olabildiğince görkemli bir şekilde parlamasını sağlama kaygısı onların
birer simülakr olmasını sağlar. . Sinema en fantastik ya da mitik olandan gerçekçi
ve hipergerçekçi olana doğru giden bir gelişim çizgisi izlemiştir. Sunduğu güncel ürünlere bakılacak olursa
sinemanın teknik açıdan giderek mutlak gerçeğe yaklaştığı, gerçeği tüm
sıradanlığı, hakikati tüm çıplaklığı ve can sıkıcılığıyla verdiği hatta
tekniğin sağladığı kendine güven duygusuyla gerçeğin kendisi hemen şu anda
burada olanın ta kendisi, anlamsız bir şey inanılmaz bir çılgınlık modeline
dönüştüğü görülmektedir. Bu gün sinema
ve gerçek özgünlüklerini yitirmişlerdir.
Çünkü sinema tarihin ortadan kaybolmasına ve egemenliği bir arşivin
eline geçirmesine bizzat katkıda bulunmuştur.
Fotoğraf ve sinema yararlandıkları
mitlerden vazgeçme pahasına tarihin çağdaşlaştırılma sürecine görsel ve nesnel
bir biçim kazandırarak büyük ölçüde katkıda bulunmuşlardır. Bugün sinema tasfiye edilmesine katkıda
bulunduğu tarihin yeniden yaşama döndürülmesi için tüm teknik olanaklarını onun
hizmetine sunabilir. Ancak içlerinde yok
olup gideceği hayaletlerden başka bir şey üretemez. (s. 70-77)
Gündelik yaşamlarımızın önemli
sayılabilecek durak noktalarından birini oluşturan devasa alışveriş
merkezlerindeki düzen ve mesajlarla toplumsal bir kültür kurgusu
tasarlanmaktadır. Her şeyin birbirine
benzediği alıcı ile satıcının birbirleriyle karşılaşmadığı çalışanların
yalnızca boşalan rafları düzenlediği yani tüketicilerin açtıkları delikleri
tıkadıkları, rafların rölyef bir reklam panosunu andırdığı hipermarketler için
Baudrillard total bir ekran benzetmesi yapar.
Nesneler burada birer mal olma özelliklerini yitirirler. Hipermarketlerin tamamında bize bakan
güvenlik kameraları da bu simülasyon evreninin bir parçasıdır. Güvenlik sisteminin yeterli işleyebilmesi
için gereken maliyet yüksek olduğundan bu çalışıp çalışmadığını bile bilmediğimiz
güvenlik kameraları baskıyı anıştıran yani bir baskı simülasyonu oluşturan
caydırma adlı daha önce tanımladığımız işlevi yerine getirirler.
Hipermarket bir tüketim merkezi
olmanın ötesinde bir anlam taşır. Burada
sergilenen nesneler özgün bir gerçekliğe sahip değildir. Onların düzenlenişi geleceğe
özgü toplumsal ilişki modelini andıran seriler, daireler ve seyirlik şeyler
formatındadır. Baudrillard kapitalizmin
geleneksel kurumları ile hipermarketlerin gelecekte karşımıza çıkacak her türlü
toplumsal denetim biçimi yani toplumsal yaşam ve birlikteliğin dağınık
işlevlerini(iş, boş zamanları değerlendirme, beslenme, sağlık, ulaşım medya,
kültür) tek bir bir homojen çatı (zaman/mekan) altında buluşturma
modelidir. Baudrillard; geleceği önceden
haber veren bir model olarak hipermatketlerin (özellikle A. B. D’de) yerleşim
bölgelerinin dağılımını belirlediğini söyler.
O, kentleri hipermarketlerin birer uydusu olarak görür. Ona göre modern bir kent bile onu
ememektedir. Çevresinde oluşturduğu
yörüngeye banliyöler oturtmakta, kimi zaman da üniversite hatta fabrika gibi
yeni yerleşim alanları için bir gref(birbirine bağlayan merkez) vazifesi
görmektedir. Merkezde
hipermarket vardır ve kent bir taşıma düzeniyle insanların sürekli bu merkeze
gidip gelmelerini sağlar. (Eskiden
kilise-cami vardı.) Birer simülasyon kutbuna dönüşmüş olan bu yeni nesne
sistemleri yani modernliğe özgü şeylerden çok bir hipergerçeklik, geçmiş ve
gelecekten yoksunlaştırılmış işlevsel aynı andalık, her şeyi etkileyebilme
arzusu vardır. (s. 110-114)
İletişim araçları ve bunların yayın
ürünlerinin oluşturduğu etkileri ele alan Baudrillard, bu yöntemle gerçeklik ve
anlam üzerinde ne tür müdaheleler gerçekleştirildiğini analiz eder. Ona göre
her gün daha fazla haberle karşılaşmamıza rağmen anlamın daha az üretildiği bir
dünyada yaşıyoruz. Bunun nedeni olarak
üç varsayım söz konusudur.
Birinci varsayıma göre haber anlam
üretmektedir ancak genel anlam kaybını engelleyememektedir.
İkinci varsayıma göre haberin anlamla
bir ilişkisi yoktur. Haber başka bir
düzene aittir.
Üçüncü ve Baudrillard’ın üzerinde
önemle durduğu varsayımda ise şöyle söyler: Haber enflasyonu ile anlam
deflasyonu arasında, anlamın haber tarafından yok edildiği bir zorunlu ilişki
vardır.
Toplumsallaşma denen şey iletişim
araçlarının gönderdiği mesajlarla ilgilenme oranıyla ölçülmektedir. Böylelikle haber her yerde hızlı bir anlam
dolaşımını sağlamaktadır. Ancak haberin
anlam ürettiğini sandığımız sırada aslında tam tersi olmaktadır. Haber kendi ürettiği içerikleri yok
eder. Baudrillard, burada iki tane neden
belirler: Birincisi haber iletişim kurmaz, bir iletişim oyunu sahneler. İkisi farklı şeylerdir ve simülasyon
tanımlamasına uymaktadır. Karşılıklı
konuşmalar, izleyici telefonları, tartışma programları, interaktif yayınlar ise
bu sahnenin ana dekorunu oluştururlar.
Sahnede olmayan şey ise iletişimdir, onun yerini iletişim simülasyonu
almıştır. Anlam ve iletişim
hiper-gerçekleşmiştir. Gerçeğe son veren
şey gerçekten daha da gerçek görünendir.
İmgeler ve göstergeler sonucunda gerçeklik katsayısını yükseltir ve bize
haberin kendisinden başka inanacağımız bir şey bırakmaz. Baudrillard’ın belirttiği ikinci neden ise,
iletişimin gerisinde iletişim araçlarının ve her geçen gün artan haberin
toplumsal yapıyı bozmalarını, engelleyememesidir. Yani haber hem anlam hem de toplumsalı
anlamsızlaştırmaktadır. Böylelikle haber
sayesinde toplumsal kitleler içinde için için kaynarlar. Benzer biçimde anlam ve anlama ait tüm
içerikler egemen bir iletişim aracı tarafından yutulurlar. Bir derinlikten yoksun anlık ve anında
unutulma özelliğine sahip olan reklamlar.
Tüm özgün kültürel biçimlerle tüm özgün dil yetilerini yutmaktadırlar. Reklamda göstergenin enerjisi en alt seviyeye
inmektedir. Reklamın sahip olduğu
geçmişi ve geleceği olmayan anındalık özelliğine sahip biçim ise gündelik
yaşamları reklam biçimine dönüştürmeye başlamıştır. Böylece tüm güncel eylem biçimleri yok olup
gitmektedirler. Reklamın panosuna çarpan
toplumsal ise tamamen çözülmüş erimiş basitleşmiş ve toplumsal görüntüsüyle
anında yanıtlanan bir şeye dönüşmüştür.
Bu nedenle duvardaki afişlerde toplumsal değil toplumsalın hayaleti ile
karşılaşılır. Günümüzdeki reklamın en
ilginç boyutu özgün bir biçim ya da kısaca bir iletişim aracı olarak
yoğunluğunu yitirmesi ve ortadan kaybolmasıdır.
Artık reklam bir sınai malın
reklamını yapmaktan ziyade kendisi bir ticari mal gibidir. Aslında her ikisi birbirine karışmış
durumdadır. Bu bakımdan reklam için
kendi kendisinin mesajına dönüşerek reklamını yaptığı malı içerisinde
eritmektedir. “Reklam kamusal anlama sahip her şeye karşı duyarsız
kalındığını gösteren bir ayna paradoksal bir aşağılama aynasıdır”. Reklam da tıpkı haber gibi
simülasyonun duyarsızlaştırma ve anlam yıkımı süreçlerinin bir işlevsel
parçasıdır. İletişim araçları toplumsallaşmayı sağlamaya yönelik araçlar değil,
toplumsalın kitleler içinde için için kaynamasını/erimesini sağlayan
araçlardır. Çünkü iletim aracı ve gerçek içinden çıkmanın olanaksız olduğu tek
bir nebulaya dönüşmüşlerdir. Baudrillarda
göre iletişim araçlarının yararlı kullanımı diye bir şey olamaz. İletişim araçları anlamla yanılgıyı birlikte
sırtlayıp götürmekte ve bunları diledikleri şekilde kullanmaktadırlar. (s.
116-123,130-)
Postmodern bir sosyolog olarak
nitelenen Jean Baudrillard Simülakrlar ve
Simülasyon adlı eseri ile
Kapitilazmin tüm boyutları ile gerçekliği ve toplumsal hayatı nasıl kuşattığını
ele almaktadır. Ona göre “Çağımızdaki temel hastalığın adı:
Gerçeğin üretimi ve yeniden üretimi denilen şeydir. Bu yüzden ‘maddi’ üretimin bizzat kendisi
hipergerçek bir şeye dönüşmüştür. ”
Baudrillard, ekonomi, sanat, bilim,
siyaset, medya ve sinema üzerinden özellikle de Amerika’ya yoğunlaşarak bu
alanlarda gerçekliğin nasıl yerinden edildiğini ve simülasyon aracılığı ile
gerçeklikten kopuk nasıl sanal bir dünya oluşturulduğunu detayları ile
incelemektedir.
Baudrillard, ”Gerçek simülasyona dönüştü. Buna yol açansa kültür endüstrisinin
kendisidir. Yaşadığımız evren simülasyon
evrenidir” der.
Gerçekliğin simülakrlar sayesinde dumura uğratılması sonucunda bir kaosa
girildiğini belirten Baudrillard, bu durumu Möbiyus şeridi denilen kısır
döngülü bir sarmala benzetir. Bu aşamada
artık için için kaynama/iç patlamalar yaşanacağı ifade edilir. Yakın dönem Sosyologları
içinde çarpıcı analizleri ile çözümlemeler yapan Baudrillard, simülasyon kuramı
ile sosyolojiye önemli katkılar sağlamıştır.
Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.
Yorumlar