Jean BAUDRİLLARD Kitaplarından
JEAN
BAUDRILLARD
Çeviren: Oğuz Adanır
Çeviren: Oğuz Adanır
Hiçbir şeye
sahip olmayanın elindeki alınacak.
“Bir şeyler olması gerekirken neden
hiçbir şey yok?” sorusu Leibniz’in sorduğu sorunun tam tersi olup, böyle bir
soru sormak metafizik düşüncenin de kesinlikle saf dışı edilmesi anlamına
geliyor.
Artık varlık yok hiçlik
var. Borges’in dostu olan Macedonio Fernández dalia önce hiçlikle ilgili bir araştırma yaparak sorgulamayı
olabilecek en uç noktalara taşımış Arjantinli bir yazardır: “Hiçlik de dahil olmak
üzere hiçlik konusunda, yalnızca hiçlik konusunda ama tamamıyla değil her şey
araştırılabilir. Hiçlik konusunda daha ileri gidilerek hiçliğin sahip olduğu
pek çok ince ayrıntıya kadar inilebilir ”[2] Jean Baudrillard bu hiçlik
sınırlarını daha da genişleterek en ince ayrıntılara kadar inmektedir. Burada
bir sonuca varmak gerekmektedir. İyiliğin, kötülüğün saf dışı edilmesinin;
sonsuzluğun, zamanın saf dışı edilmesinin; her şeyin/hepsinin, hiçliğin saf
dışı edilmesinin bir sonucu olduğu düşünülüyordu. İnsanlar her zaman her şeyi
bir araya getirmek, ikiliği indirgemek, kötülüğü saf dışı etmek, hiçliği yok
etmek gibi totaliter bir tavır takınmışlardır. Bu yöntemle de dünyadaki anlam
karmaşasına bir son vermişlerdir.
Oysa hiçlikle birlikte yaşamayı
öğrenmek gerekmektedir. Asıl önemli ve değerli olan şey hiçliktir. “Uçan bir güvercin[3]
için hava ve rüzgâr ne anlama geliyorsa, insan için de hiçlik o kadar hayati
bir öneme sahiptir.” Kant’ın verdiği örnekteki “hafif
güvercin” her türlü direnci alt ettiği takdirde daha iyi uçabileceğini
düşünmektedir.
Bu bir nihilizm olarak
nitelendirilebilir mi?
Hayır nitelendirilemez, zira nihilizm
hiçliğin unutulması demektir. Sahip olduğu o insanı her şeye karşı duyarsız
kılma gücü sayesinde nihilist olan bir şey varsa o da sistemdir. Baudrillard’ın
deyimiyle sistem “hakikaten inkarcıdır”, çünkü kendisi hiçliğin, her türlü
illüzyonun inkâr edilmiş biçimidir. Geriye meydan okuyan, dünyanın bir
illüzyona benzediğini iddia edip, bir şeyler olması gerekirken neden hiçbir şey
olmadığını soran ve “hiç bitip tükenmeyecek bir anlam görünümüne sahip
hiçliğin peşini bırakmayan” radikal düşünceden başka bir şey kalmamıştır.
Bu bir karşı metafizik düşünce değil,
tamamıyla metafizik düşünce karşıtı olarak nitelendirilebilecek bir
düşüncedir.
François L’Yvonnet
Zamandan söz ettiğim sırada onun
varlığını hissedemiyorum.
Bir yerden söz ettiğim sırada o yer
ortadan kaybolup gitmiş oluyor.
Bir insandan söz ettiğim sırada o
insan ölmüş oluyor.
Zamandan söz ettiğim sırada akıp
geçmiş oluyor.
Bu durumda insanın ortadan kaybolup
gittiği bir dünyadan söz edebiliriz.
Burada söz konusu olan şey ortadan
kaybolmadır yoksa tükenme, yok olup gitme ya da ortadan kaldırılma değil.
Kaynakların tüketilmesi, türlerin yok edilmesi gibi şeyler fiziksel süreçler ya
da doğal olgulardır.
Zaten bütün fark da burada yani
insanoğlunun kesinlikle özgün bir ortadan kaybolma biçimi icat etmiş olan
yegâne varlık olup, bunun doğa yasalarıyla hiçbir ilişkisinin
bulunmamasındadır. Belki de bu bir ortadan kaybolma sanatıdır.
İşe gerçeğin ortadan kaybolmasından
başlayalım. İletişim araçlarıyla sanal teknolojinin ortaya çıktığı ve her yerin
değişik tipte ağlarla kaplandığı bir çağda gerçekliğin katledilmesinden
yeterince söz edildi. Bu arada gerçeğin ne zaman ortaya çıkmış olduğu meselesi
unutulup gitti. Biraz yakından incelendiğinde gerçek dünyanın bilimsel,
analitik yöntemle değiştirilip dönüştürülme ve bu işin teknoloji aracılığıyla
gerçekleştirilme kararının verildiği modernleşme çağında ortaya çıktığı
görülmektedir. Hannah Arendt’in deyişiyle yeryüzü dışında (Galileo’nun teleskopu
bulması ve matematiksel hesabın keşfedilmesiyle başlayan) bir Arşimed noktası
icat edilerek doğal dünya kesinlikle bu noktanın dışında kalan bir yerlere
taşınmıştır. Bu bir yandan dünyayı çözümlemeye ve dönüştürmeye çalışan insanın
aynı zamanda bir gerçekliğe benzettiği dünyadan kopmaya başladığı andır,
öyleyse paradoksal bir şekilde gerçek dünyanın ortaya çıktığı andan itibaren
ortadan kaybolmaya başladığı söylenebilir.
Sahip olduğu o istisnai öğrenme
yeteneği sayesinde insan bir yandan dünyaya bir anlam, bir değer ve bir
gerçeklik kazandırmaya çalışırken, diğer yandan bunlara koşut bir şekilde
eriyip gitmelerini sağlayacak bir süreç başlatmıştır ("çözümlemek”
sözcüğün gerçek anlamında "eritmek” demektir).
Hiç kuşkusuz daha önceki dönemlere
giderek kavram ve dilyetisi sözcüklerinin de ne zaman ortaya çıkmış olduklarına
bir bakmak gerekir. Çünkü insan şeyleri kafasında canlandırıp, isimlendirip
kavramsallaştırarak var ederken aynı zamanda da onları ait oldukları ham
gerçekliğin içinden kurnazca çekip alarak yok olmalarına neden olmaktadır.
Örneğin, sınıf mücadelesi de Marx onu bu şekilde adlandırdıktan sonra
ortaya çıkmıştır. Oysa Marx ona bu ismi yakıştırmadan önce de çok
yoğun bir mücadele vardı. Bu ismi aldıktan sonra zaman içinde yoğunluğunu
yitirmiştir. Bir şeye bir isim verilip, temsil edilebilir bir hale getirilip, bir
kavram niteliği kazandırıldığı andan itibaren o şey bir hakikate dönüşme ya da
kendini bir ideoloji olarak dayatma pahasına bile olsa yavaş yavaş canlılığını
yitirmektedir. Bilinçaltı ve Freud tarafından keşfedilmesi konusunda da benzer
şeyler söyleyebiliriz. Bir kavram ortaya çıkmaya başladığında temsil ettiği
şey ortadan kalkmaya başlamaktadır.
Hegel, baykuş gün batarken uyanır
demektedir.
Kendisinden sanki bir gerçeklikten,
tartışılmaz bir gerçeklikten söz edercesine söz edilen ve hakkında bu kadar
çok şey söylenen küreselleşme belki de artık popülaritesini yitirmiş bir
hareket olup, biz şu anda başka bir şeyle cebelleşiyor olabiliriz.
Gerçek, kavramın içine bu yöntemle
sokulup yok edilmektedir. Daha da paradoksal olarak nitelendirilebilecek bir şey
varsa o da kavramın, fikrin (ama aynı zamanda fantazm, ütopya, düş ve arzunun)
tam ters denilebilecek bir süreç aracılığıyla gerçekleştirilme anında nasıl
ortadan kaybolduğudur. Gerçeklik abartılı boyutlara ulaşıp her şey yok olmaya
başladığında, sınır tanımayan teknolojik olanaklar zihinsel ya da maddi anlamda
her yeri sarıp sarmalamaya başladığında, insan sahip olduğu tüm olanakları
zorlayarak materyalizmin ulaştığı en üst aşama olarak nitelendirilebilecek
istisnasız tüm yaşam alanlarından kovarak kendisini içine kabul etmeyen yapay
bir dünya oluşturup ortadan kaybolabilmektedir. (Marx’a göre bu yorumlamarın
ulaştığı idealist bir aşama olup, bu aşamada dünyanın insandan yoksun bir dünya
haline getirilmesinin önü alınamayacaktır). Böyle bir dünya kesinlikle
nesneldir, çünkü ortada onun varlığına tanıklık yapabilecek hiç kimse
kalmamıştır. Tamamıyla işlemsel bir biçim kazandırıldığından bizim
tarafımızdan zihinsel bir şekilde canlandırılmaya ihtiyacı olmadığı gibi kafada
yeniden canlandırılabilmesi de olanaksızdır.
Zira insanın temel özelliklerinden
biri yeteneklerini sonuna kadar zorlamamakken, teknolojik nesnenin temel
özelliklerinden biri yeteneklerini sonuna kadar zorlayarak bunların çok ötesine
geçip, kendisiyle insan arasına kesin bir sınır çizgisi çekmek hatta yaşamın
her alanında insana karşı kullanabileceği sınırsız sayıda olanağa sahip olup,
belli bir süre sonra insanın tamamıyla ortadan kaybolmasını sağlamaktır.
Marx'ın öngördüğü modern dünya
çelişki üstüne oturan, olumsuz sürecin itici güç görevi yaptığı bir yerken;
zaman içinde giderek abartılı boyutlara ulaşan kusursuzlaşma çabasıyla şeylerin
var olabilmek için artık karşıtlarına gerek duymadıkları, ışığın var olabilmek
için artık gölgeye, dişinin var olabilmek için artık erile (ya da tersi)
ihtiyaç duymadığı, iyiliğin artık kötülüğe, dünyanın ise artık bizim
varlığımıza gerek duymadığı bir yer haline gelmiştir.
Bunlar bize insanın (ve bununla
ilişkili her şeyin, örneğin Günthers Anders’in sözünü ettiği geçerliğini
yitirmiş olmak, değerlerin can çekişmesi, vs.) ortadan kayboluş biçiminin
kendine özgü içsel bir mantığa boyun eğdiğini, insanlığın en büyük projesini
gerçekleştirmesinin, evreni egemenlik altına alma gibi devasa bir projeyi
gerçekleştirme arzusunun, her şeyi bilen bir varlık olmaya çalışmasının ki,
onun hayvan türlerinden çok daha hızlı bir şekilde ortadan kaybolmasını
hızlandıran şey de budur artık tüm doğallığını yitiren gelişme sürecini
hızlandırmanın bir sonucuna benzediğini göstermektedir.
İnsan bütün bunları sıradan bir ölüm
içtepisine boyun eğerek, kendi üstüne kapanmasına, zihinsel gerilemeye yol
açabilecek birbirlerinden ayırt edilemeyen biçimlere dönüşerek değil; tam
tersine gidilebilecek en uç noktaya kadar gitmesini sağlayacak bir içtepiye
boyun eğerek, tüm gücünü ve yeteneklerini sergileyerek hatta işi ölümü bile
ortadan kaldırmayı düşlemeye kadar götürerek yapmaktadır.
İşin en tuhaf olan yanı öyle ya da
böyle yapmak arasında herhangi bir fark bulunmamasıdır. Yaşama arzusunu
(Eros’u, tabii Eros sahip olunan tüm yeteneklerin ortaya dökülmesi, bilimsel
araştırma, bilinç ve haz alma konularında derinleşmek anlamına geliyorsa)
olabilecek en uç noktalara taşımak insanlığın yine sanal düzeyde ortadan
kaybolmasına yol açmaktadır. Sanki bir yerlerde birileri bizim için böyle bir
yazgı belirlemiş ve biz de uzun bir süreliğine bu programı yaşama geçirmek
zorundaymışız gibi davranıyoruz ki, bu da insanı zorla apoptoz olarak
adlandırılan hücrelerin kendi kendilerini yok etme sürecini başlatmasını
düşünmeye zorluyor.
İnsan bütün bunları kendisinden
kaçılması olanaksız bir yazgıya benzetebilir ya da bir yazgı illüzyonu
şeklinde algılayabilir. Biz de bu yazgının gidişatına boyun eğerek sonunda
Canetti’nin sözünü ettiği o nokta, yani vanîshing
point’i aşıp (ufuk noktasının ötesine) geçmiş olabiliriz; başka bir
deyişle insanlık farkına bile varmadan gerçeklik ve tarihe son vermiş; hakiki
ve sahte arasındaki her türlü ayrım ortadan kaybolmuş olabilir, vs.
Bu durumda bizim ve sahip olduğumuz
bedenin bizi tamamıyla egemenliği altına almış olan teknolojinin (düşüncenin
yapay zekâya özgü bir ilk dönem/ çocukluk dönemi hastalığı olarak görülmesi ya
da insanın makineye özgü bir ilk dönem hastalığı, ya da gerçeğin sanala özgü
bir ilk dönem hastalığı olması gibi) görünmez/hayaletleşmiş parçası, zayıf
halkası, ilk dönem hastalığından başka bir şeye benzemediği söylenebilir.
Her şeyin hâlâ bir başlangıç noktası
ve bir de sonu olduğuna, neden sonuç ilişkilerine, doğum ve ölüm, ortaya çıkma
ve ortadan kaybolma süreçlerine boyun eğen çizgisel gelişme perspektifine
uygun bir şekilde olup bittiğine inanılmaktadır.
Ortadan kaybolma olayı başka bir
şekilde, tekil bir olay ve belli bir şeyi arzulama, yani artık bu dünyaya ait
olmama arzusu gibi de düşünülebilir ki, bu olumsuz bir şey olmayıp tam tersine
bizim yokluğumuzda dünyanın (fotoğrafi) nasıl bir yere benzeyeceğini ya da
sonun ötesinde neyin bulunduğu, öznenin ötesine geçildiğinde neyle
karşılaşılacağı, her türlü anlamlama biçimiyle her şeyin ortadan kaybolduğu
ufuk çizgisinin ötesinde neyin bulunduğu, dünyada hâlâ olup biten bir şeyler
olup olmadığı, şeylerin önceden programlanmamış bir şekilde ortaya çıkıp
çıkmadıklarını öğrenme arzusu şeklinde de ifade edilebilir. Ortadan kaybolma
tamamıyla dış görünümle ilgili bir şey olup, dünya o ilk ortaya çıktığı haline
(yoksa yalnızca dil aracılığıyla yeniden canlandırılabilen gerçek dünyanın
değil) benzeyen görünümüne ancak kendisine sonradan eklenen tüm değerlerin
ortadan kaybolmasıyla yeniden kavuşabilecektir.
Burada ortadan kaybolma sanatının,
bir başka stratejinin ilk belirtileriyle karşılaşılmaktadır. Burada değerler,
gerçek, ideolojiler, nihai amaçlar çözülüp gitmiştir.
Ancak aynı zaman dilimi içinde ortaya
bütün bunlarla oynama olanağı sunan (kesinlikle kültürel ve estetik bir anlama
sahip olmayan) ve daha çok savaş sanatını andıran bir oyun çıkmıştır.
Modern dünyada sanat denilen şey
yalnızca gerçeğin bir başka gerçek üretme biçimi lehine ortadan kaybolmasını
sağlama şeklinde değil, Hegelln dediği gibi, sanat, sanat olarak
nitelendirildiği süre içinde yavaş yavaş ortadan kaybolma şeklinde ortadan
kaybolabildiği ölçüde var olabilmektedir. Zaten gerçek ortadan kaybolabildiği
ölçüde bir olay olma özelliğine, hayati bir öneme sahip olabiliyordu. Dikkat
edilirse “olabiliyordu” diyorum, zira günümüzde ortadan kaybolan sanat ortadan
kaybolmuş olduğunun farkında değildir. Zaten işin en kötü yanı da budur, çünkü
uzun bir süreden beri içinde bulunduğu bu derin koma halinde yoluna devam
etmektedir.
Sanat, ortadan kaybolduktan sonra
yaşamayı sürdüren her şeyin paradigmasına dönüşmüştür. Çok abartılı boyutlara
varan üretimleri nedeniyle henüz ortadan kaybolmamış gibi görünmeye, canlı bir
biçime sahip olduklarım göstermeye çalışanların yanı sıra ortadan kaybolmakla meşgul
olanlar ve ortada görünmedikleri halde var olmayı sürdürenlerden de söz
edebiliriz. Örneğin, politika dünyası bir
mağaraya ait gölgeleri yansıtmaktan başka bir şey yapmazken, bu mağaranın
içinde dolanan etten kemikten yoksun varlıklar etten kemikten yoksun
olduklarının kesinlikle farkında değil gibidirler. Bu şekilde ortadan kaybolan
kurumlar, değerler, bireylerin listesini yapmak çok zaman alacağı için bunu
bir kenara bırakıyoruz.
Buna karşın maalesef insan olarak
kendimize rağmen bundan böyle örneğin, klonlanma, enformatizasyon ve ağlar
aracılığıyla bu yapay yaşam alanının bir parçasına dönüşmüş olabilir, ortadan
kaybolmuş olmakla birlikte bir türlü tamamıyla ortadan kalkmış gibi görünmeyen
bir şeyleri sonsuza dek sürdürebiliriz. Oysa asıl maharet ölmeden önce ve ölmek
yerine ortadan kaybolmayı başarabilmektir.
Zaten hiçbir şey tamamıyla ortadan
kaybolmadığı gibi ortadan kaybolan her şey de birtakım izler bırakır. Sorun
her şeyin ortadan kaybolduğu bir yerde geriye nelerin kalmış olduğudur. Bu biraz
Lewis Carroirun Cheshire kedisinin başına gelenlere benzemektedir. Kedi
biçimsel anlamda görünmez hale geldiğinde bile gülümsemeyi sürdürmektedir. Bu
olay Tanrı’nın başına gelenlere de benzetilebilir, başka bir deyişle Tanrı
ortadan kaybolduktan sonra da yargılamayı sürdürmektedir. Gülümseyen bir kedi
insanı yeterince korkutabilirken, kendisi görülmediği halde gülümsemeyi
sürdüren bir kedi insanı daha da çok korkutabilir... Yargılayan bir Tanrı insanı
yeterince korkuturken, bir de gittikten sonra yargılamayı sürdüren bir Tanrı
düşünün...
Öyleyse ortadan kaybolan her şeyin
kurumlar, değerler, yasaklar, ideolojiler hatta düşünceler kaçak bir şekilde
yaşamayı sürdürdüğü ve gizli bir etkileme gücüne sahip olduğu söylenebilir.
Antik çağ tanrılarının Hıristiyanlaşma döneminde şeytana dönüştürülmeleri
gibi. Ortadan kaybolan her şey yaşantımızın içine eser miktarda sızarak boyun
eğmekte olduğumuz güncel süreçten çok daha tehlikeli sonuçlara yol
açabilmektedir. İçinde yaşamakta olduğumuz hoşgörü ve şeffaflık döneminde
birer birer ortadan kaybolan yasaklar, denetimler, eşitsizliklerin zihinsel
evrenimize kalıcı bir şekilde yerleştikleri görülmektedir. Hatta bilinçaltından
hiç söz etmeden daha önceki yaşamlarımızın izlerini sürebileceğimizi
düşleyebiliriz. Hiçbir şey tamamen ortadan kalkmamaktadır. Ancak burada
parapsikolojik açıklamalara başvurmadan ve psikolojinin dışına çıkmadan tıpkı
gerçekliğinkine benzer bir şekilde ortadan kaybolan özneyle ilgilenelim.
Bir irade, özgürlük ve yeniden
canlandırma örneğine benzeyen özneyle bir iktidar, bilgi ve tarih öznesinin
arkasında kendi hayaletini, suda yansıyan narsisik ikizini bırakarak gerçekten
de ortadan kaybolduğu söylenebilir. Özne dağınık, belirsiz ve tözden yoksun bir
öznellik yararına ortadan kaybolmuştur. Başka bir deyişle her şeyi kuşatan ve
etten, kemikten yoksun bomboş bir bilincin yansıtıldığı muazzam bir alana
dönüştüren özne vücudun yaydığı uçucu bir maddeye benzemektedir yani her şey
nesnellikten yoksun öznellik ışınlan yaymaktadır. Artık her monad, her molekül
kalıcı bir görünüm arz eden narsisizmle dur durak bilmeyen imgesel yinelemeler
ağına düşmektedir. Artık hiçbir şeyle mücadele etmediği için ortadan kaybolan
özne, dünyanın sonu geldiğinde karşılaşacağımız öznellik imgesi işte böyle bir
şeye benzemektedir. Özne kendisinden kaçamadığı nesnenin, gerçeğin, Ötekinin,
bir anlamda artık bu hiçbir şeyin karşı çıkamadığı olayın kurbanıdır.
En büyük rakiplerimiz artık bizi
ortadan kaybolup gitmekle tehdit ediyorlar.
Ortadan kaybolmanın en büyük boyutlusu
yalnızca şeylerin sanal düzeyden öteye geçmeyen bir töz değişikliğine
uğraması, gerçekliğin iç içe geçmiş görünümlerden ibaret bir şeye benzemesi
değil aynı zamanda öznenin sınırsız bir bölünmeye uğraması, bilincin
gerçekliğin en ince ayrıntılarının içine kadar zincirleme bir şekilde
püskürtülmesi demektir. Hemen her şeyi belirlediği, şeylerin gidişatı onunla
özdeşleştirildiği andan itibaren bilinç (irade, özgürlük) yüzeysel bir şey
haline gelmektedir. Din konusunda bir çözümleme yapan, yani dinle dünyayı
özdeşleştirdiğini sanan kardinal Ratzinger de dini dünyaya (politika,
toplumsal, vs.) hizmet eden bir şeye dönüştürerek yüzeyselleştirmektedir. Aynı
nedenden dolayı her gün sıradan nesnelliği kendisinden ayırmakta
zorlandığımız sanat yaşamdan farklı bir şey olarak kalmayı sürdüremediği için
yüzeysel bir şeye dönüşmüştür.
Öte yandan şiddet, tehdit, hastalık
ya da ölümün olumlu anlamda ortadan kaybolmuş oldukları ileri sürülebilir.
Oysa bilinçaltında tutulan her şeyin bu şekilde bertaraf edilmesi bunların
bulaşıcı bir habis görünüme bürünerek toplumsal ve bireysel yaşamın içine
sızmalarına neden olmaktadır.
Öyleyse ortadan kaybolmanın daha
doğrusu bir biçim olarak ortadan kaybolmanın (aynı şekilde ortaya çıkmanın da)
iyi ya da kötü olarak nitelendirilebilecek şöyle ya da böyle bir amaca hizmet
edebilmesi olanaksızdır. Ortadan kaybolma konusunda üretmeyi sürdürdüğümüz
hayallerin dışına çıkar ve haklı olarak birtakım şeylerin bir daha geriye
dönüşü olmayacak şekilde ortadan kaybolacağını umarken ortadan kaybolma denilen
şeye saygınlığının ya da basitçe gücünün, etkisinin yeniden kazandırılması
gerekmektedir. Ortadan kaybolmayı yeniden nihai bir boyut olarak kabul etmek
yerine içkin bir boyut görünümü kazandırmak hatta bana göre yaşamın ayrılmaz
bir parçası haline getirmek gerekir. Ortadan kaybolmayı bilmeyen bir şeyin var
olabilmesi mümkün değildir. Eğer şeyler konusunda çok mantıklı bir yorumlama
yapılacaksa bu iş ortadan kaybolma yetenekleriyle doğru orantılı bir şekilde
yapılmalıdır. Bundan daha güzel bir çözümleme kodu bulunamaz.
Gerçek ve ortadan kaybolma süreciyle
açıklanması çok zor ilişkiler kurduğumuz söylenebilir. Bakılan her imgenin
gerisinde kaybolup giden bir şey vardır. Zaten olayın insanı büyüleyen yanı da
budur. Tüm sanal gerçeklik biçimleri (telematik, enformatik, sayısal)
gerçekliğin ortadan kaybolup gitmesine neden olmuştur ki, herkesi büyüleyen
olay da budur. Resmî açıklamalara göre gerçek ve gerçeklik ilkesini bir külte
dönüştürdük, oysa asıl külte dönüştürülen şey gerçek midir yoksa günümüzde
herkesin yanıtlanmasını beklediği soru budur gerçeğin ortadan kaybolması
mıdır?
Öyleyse sıradan eleştirel açıklamalar
doğrultusunda aynı küresel manzara bir talihsizlik, kaçıp sığınılabilecek bir
mutluluk evreni ya da insanın başına gelen mutluluk verici bir olay olarak
yorumlanabilir.
Burada birbiriyle çelişen ikili
postüla bir çözüm üretilmesini olanaksızlaştırmaktadır.
Artık son demlerini yaşadığına tanık
olduğumuz gerçekliğin sistematik bir şekilde yok edildiğini gösteren en güzel
örnek günümüzde imgenin başına gelenlerdir. Hiç gözünün yaşına bakılmadan
sayısal imgeye dönüştürülen analojik imgenin ortadan kaybolmasıdır. İmgenin
başına gelenlerden ders çıkartılması gerekmektedir, zira azgın gibi bir
“nesnel” gerçeklik, teknolojinin yansıtma görevini üstleneceği nesnel bir
hakikat arayışı peşinde koşan bizler açısından gerçekleştirdiğimiz son büyük
buluş değişik imge üretim teknikleridir... Oysa günümüzde bir yansıtıcı görevi
yapması gereken teknoloji kendini kaptırıp her şeye sanal, dokunmatik,
enformatik, sayısal bir “gerçeklik” kazandırdığından imge bu antropolojik
devrimin en önemsiz ayrıntısı olarak kalmaya mahkum edilmiş gibidir.
Bu devrimin insanın kafasında en
güzel şekilde canlandırılmasını sağlayacak örnek negatif şerit zorunluluğu ve
gerçek dünyaya boyun eğmekten kurtularak sayısal bir görünüm kazanan
fotoğraftır. Bu negatif şeritten ve gerçekten kurtulma süreci değişik
boyutlarda sayısız sonuca yol açmıştır. Artık gerçek bir nesneye gerek
kalmamıştır, çünkü bu nesnenin görüntüsü sayısal bir şekilde
üretilebilmektedir. Fotoğraf çekmek özgün bir eylem olma niteliğini yitirmiştir,
çünkü imge anında silinerek yeni baştan çekilebilmektedir. Eskiden tanıklığı
tartışılamayan negatif kopya artık bu özelliğini yitirmiştir. Bu arada negatif
aşamasında nesne ve imgeyi birbirlerinden ayıran banyo, baskı ve mesafe olayı
da devre dışı bırakılmıştır. Banyo edilen film şeridi üzerinde yer alan imge
dünya tarafından üretiliyor ve bu şerit sayesinde yeniden canlandırma
özelliğine sahip olabiliyordu. Oysa doğrudan ekran üzerinde görülebilen
sayısal imge, ekran üzerinde görülebilen yığınla imgeden yalnızca bir
tanesidir. Otomatik makinenin çalışma biçimine boyun eğen yığının bir
parçasıdır. Sayısal, dijital teknoloji biçime, bilgisayar programı bakışa
egemen olduğunda hâlâ bir fotoğraftan söz edebilmek mümkün müdür?
Bütün bunlar basit bir teknik gelişme
olarak nitelendirilemez; başka bir deyişle sayısal teknolojinin ortaya
çıkmasıyla birlikte, nesnenin yansıttığı ışık ve bakışın birleşmesi sayesinde
var olabilen her türlü analojik fotoğrafla, imge üretimine kesinlikle bir son
verilip, bunların hepsi feda edilmiştir. Sayısal teknoloji alanındaki
gelişmelere koşut olarak yakında şeyleri üzerinde yansıtabilen negatif şerit,
negatif duyarlı katman diye bir şey kalmayacaktır. Geriye yalnızca imge
üretilmesini sağlayan bir bilgisayar programı, bir milyar pikselli dijital
sonuç ve inanılmaz bir fotoğraf çekme, her şeyi görüntüleme, bilmem neyin fotosentezi
gibi kolaylıklardan başka bir şey kalmayacaktır. Mecaz bir ifadeyle mevcudiyet
ve yokluk, ortaya çıkma ve ortadan kaybolma (fotoğraf çekme eylemi kısa bir
süreliğine bile olsa nesnenin “gerçekliğine” bir son verirken sanal imge ya da
sayısal kayıt böyle bir şey yapamamaktadır, tabii banyo sırasında yavaş yavaş
beliren imgeden söz etmeye bile gerek yok). Sayısalın ortaya çıkmasıyla
birlikte fotoğraf çekimine özgü bu çok değerli hareketlerden yoksun kaldık.
Dünya ve
dünyaya bakış değişti.
Özellikle son zamanlarda tanık olunan
aşırı hızla ilerleyen teknolojik gelişmeler ortaya imgenin gerçeği
“özgürleştirmesi” ve sayısal teknolojinin de imgeyi “özgürleştirmesi” gibi
saçma sapan bir fikrin çıkmasına yol açmıştır. Sanki bol bol ve her şeyin
fotoğrafının çekilmesi gerçek ve imgenin “özgürleşmesini” sağlayabilirmiş
gibi. Böyle bir düşünce fotoğraf çekmeye karar vermek, nesne ile nazik ve
karşıt anlamlı ilişki kurmak gibi bir riskin, meydan okumanın unutulması
demektir. Buna “bakışın” başarısızlığa uğraması da denilebilir; başka bir
deyişle bunlar fotoğraf çekme eyleminin ayrılmaz birer parçası olup nadiren
karşılaşılan bir şeydir. Fotoğrafı özgürleştirebilmek olanaksızdır.
Bir kez daha yinelemek gerekirse
bütün bunlar yaşamın tüm alanlarında, özellikle de düşünce, kavram, dilyetisi
ve yeniden canlandırma alanlarında olup biten binlerce şey arasından seçilip
alınmış hiçbir önemi olmayan örneklerden yalnızca bir, ikisidir. Zihinsel evren ve
düşüncenin ulaşabildiği her yer sonunda sayısallaştırılmaya boyun eğebilir.
Bir tür integral hesaplama yöntemini
andıran 0/1 üstüne oturan bilgisayar programının oluşturulmasıyla dilyetisi ve
düşünce birbirlerine simgesel bir şekilde eklemlenme yeteneklerini tamamıyla
yitirmişlerdir; başka bir deyişle burada da harfiyen aynı senaryo geçerlidir.
Yakın bir gelecekte ışıklı ve karanlık alan karşılaştırması yapılamayacak,
illüzyon ve gerçeklik arasında kararsız kalan bir düşünce, boşluk, sessizlik,
çelişkiden söz edilemeyecektir. Bütün bunların yerini hiç durmayan bir akıntı,
tek bir entegre devre alacaktır. Tıpkı sayısal zekânın imgeyi oynak bir üretim
ve stoklama, “fotosentez” sürecine zorlaması gibi enformatik zekâ da gerçeğin
tamamının üretilmesi, stoklanması ve “fotosentezlenmesi” konusunda aynı
kolaylıktan yararlanmamızı beklemekte hatta bizi buna zorlamaktadır. İçine
düşülen muazzam bir yanılsama varsa o da düşüncenin her yeri sarıp sarmalayan
bir hesaplama biçimi ya da fotoğrafın her yeri sarıp sarmalayan imgeyle
birbirine karıştırılmasıdır. Bu yönde ne kadar ilerlersek düşünce ve imgenin
sırları ve bize verdikleri keyif duygusundan o kadar uzaklaşmış olacağız.
Yalnızca sinirbilim alanlarında değil yaşamın tüm alanlarında beyne atfedilen
anormal ayrıcalık bir hastalık göstergesine benzemektedir. Bu arada son zamanlarda
Le Lay’nin (Coca Cola reklamı hakkında konuşurken) zaman ayırabilen insan beyni
önerisinden hiç söz etmeyelim. Paris belediyesinde çalışan kültür işlerinden
sorumlu biri kendine rağmen daha da edepsizce ve komik şeyler söylemiştir: “Biz insan beynini reklam ve sermayeye değil kültür ve
yaratıcılığa uygun hale getirmek istiyoruz!”
Hangi nedenle olursa olsun beyni bir
alıcı, sinaptik bir terminal, gerçek zamanlı zihinsel bir imge ekranına
benzetmek kadar yanlış bir şey olamaz (zaten bu anlamda beyni “yaratıcılığın”
dayanağı yapmak “işlevsel” bir beyin ile reklam pazarı arasında bir karşılıklı
bağıntı kurmaktan daha saçma bir düşüncedir). Kısaca tüm iletişim kuramlarının
ileri sürdükleri aptalca önvarsayım doğrultusunda (“Hepimiz birbirinden
habersiz birer alıcı ve verici” olup), beyin enformatik bir model, diğer
sayısal makinelere benzeyen süper bir makine olarak görülmeye başlandığı andan
itibaren beyin ve (sanal) gerçeklik aynı şekilde programlanmış bir ara yüz, bir
döngüsel süreç ya da ayna görevi yapmaktan başka bir işe yaramamakta ve sonuç
olarak hepsi yapay zekâ olarak adlandırılan şeyle ilişkilendirilmektedir. Bu
çerçevede beyne kesinlikle düşünce üretiminin stratejik kaynağı olmak gibi
ayrıcalık tanıyıp (tüm başka türden zekâ biçimleri, özelliklede yararsız
işlevler bölgesine sürülen kötülük aleyhine) tıpkı jeopolitik evren örneğinde
olduğu gibi her şeye egemen olmasını, bir egemenlik gücüne sahip olmasını
sağlıyoruz. Beyne benzer bir tekelci konum kazandırmaya, onu benzer bir
piramidal güçler sentezi haline getirmeye çalışıyoruz.
Bütün bunlar küresel bir egemenlik
sürecinin temel özelliklerine benziyor. Fotoğraf ve sayısal teknoloji genel
bir çözümlemeye hizmet eden mikro model görevi yapıyorlar. Zira bu egemenlik
insanla ilgili konulardaki tüm olumsuzluğun emilmesinden, 0/1 gibi basit,
birleştirici, alternatifi olmayan bir formüle indirgenmesinden başka bir şey
değildir. Tüm anlaşmazlıkların dijital yönteme başvurularak sona
erdirilebileceğini ummak tamamıyla farklı bir potansiyele sahip olmakla ilgili
bir şeydir.
İmgenin maruz kaldığı en son şiddet
biçimi sayısal hesap ve bilgisayar aracılığıyla yoktan var edilen sentetik imgedir.
İnsanın artık imge, imgenin yol
açtığı hayati öneme sahip “illüzyon” duygusu diye bir şey düşlemesi bile
olanaksızdır, çünkü sentetik fotoğraf üretme işlemi sırasında referans görevi
yapan bir şey olmadığı için gerçeğin var olmasına da gerek kalmamakta, imge bir
sanal gerçeklik şeklinde üretilmektedir.
Dijital ve sayısal üretim imgeyle
şeyler arasındaki benzerlik ilişkisine bir son vermekte, “düşlene bilen” bir
gerçeğin varlığına izin vermemektedir. Fotoğraf çekme eylemi, yani özne ve
nesnenin ortadan kaybolduğu o saniyelik yüzleşme anı (o deklanşöre basma anında
dünya ve o dünyaya bakan göz saf dışı edilirken bir anlık bilinç yitimi, çok
kısa süren bir ölüm anı imgenin mekanik bir şekilde üretilmesine yol
açmaktadır) dijital ve sayısal işlem sırasında ortadan kaybolup
gitmektedir.
Bütün bunlar kesinlikle özgün bir
araç olan fotoğrafın ölümüne yol açmaktadır. Analojik görüntüyle birlikte
ortadan kaybolan bir şey varsa o da fotoğrafın özüdür. Analojik görüntü özne ve
nesnenin aynı anda aynı yerde olduklarım gösteren bir kanıt niteliğine
sahipti. Analojik görüntü demek boğazımıza kadar içine batacağımız, her yeri
kaplayacak sayısalın son kez ertelenmesi demektir.
Analojik görüntünün referans olarak,
aldığı şey zaten içinden çıkılması olanaksız bir soruna benziyordu; bu durumda
gerçek hakkında neler söylenebilir? Peki yeniden canlandırma süreci konusunda
neler söylenebilir? Oysa sanal imge üretimiyle birlikte gönderen ortadan
kaybolurken imge de teknik bir programlama tarafından yok edilmektedir. Duyarlı
bir katman üzerinde beliren gerçek bir dünyadan söz edilemiyorsa (fikirlerin
üstünde belirdiği duyarlı bir katmana benzeyen dilyetisi için de aynı şey
geçerlidir) o zaman herhangi bir yeniden canlandırma sürecinden de söz
edilemez.
Bundan daha ciddi bir sorun var.
Analojik görüntüyü farklı kılan şey bir ortadan kaybolma, bir mesafe koyma,
dünyayı bir anlığına dondurma/ durdurma biçimine benzeyebilmesidir. Warhol’un
sözünü ettiği şu üstünde bir şeyler görüldüğü halde hiçbir şey göstermeyen,
bomboş bir imge niteliğine sahip olabilmesidir.
Sayısal ya da daha genelinde sentetik
imgenin ne bir “negatifi” vardır ne de “kaydedildikten bir süre sonra”
görülebilme olasılığı. Bu imgede ne ölen bir şeyler vardır ne de ortadan
kaybolan bir şeyler.
Sentetik imge bilgisayar, cep
telefonu, taşınabilen ya da taşınamayan düz ekranlı televizyon, vs. bir
dayanaktan diğerine otomatik bir şekilde aktarılabilen, uyulması gereken bir
dizi talimat ve bilgisayar programının ürünüdür. Otomatik bir şekilde elde
edilen imgenin dağıtımı da otomatik bir şekilde yapılmaktadır.
Bu durumda üstünde bir şeyler görüldüğü
halde hiçbir şey göstermeyen bomboş bir imgeye, bu boşluk, bu hiçliğe sahip
çıkmak gerekir mi?
Anlamdan yoksun bırakılan imge olayın
özünün, yani İmgenin gösterdiğinden daha önemli bir şey olduğunun ortaya
çıkmasını sağlamaktadır; tıpkı dilyetisinin ifade ettiği anlamdan daha önemli
bir şey olması gibi.
İmgenin de bir şekilde ne
gösterdiğinin farkında olmaması gerekmektedir. İmgenin bir araç olma
özelliğini yitirmesi, ben bir imgeyim demeye çalışmaması gerekmektedir. İmge
bir kurmaca, bir masal olarak kalmalı ve üstünde yer alan açıklanması
olanaksız olayı yansıtmakla yetinmelidir. İmge kendi kurduğu tuzağa düşmemeli,
belli bir şeyin imgesi olmaya mahkûm olmamalıdır.
Bu konuda başımıza gelebilecek en
kötü şey imgeleri üretilemeyen, ne olduğu neresi olduğuna hiç bakılmadan,
görülmeden sürekli fotoğrafı, filmi çekilemeyen, görüntüleri kaydedilemeyen bir
dünyada yaşamaktır. Bu “gerçek” dünyanın yanı sıra imgenin de yok olup
gitmesine neden olabilecek kadar büyük bir tehlikedir, çünkü gerçekle imgesi
birbirinden ayırt edilemez hale geldiğinde, boğazına kadar gerçeğin içine batan
imge ondan imge olarak yararlanmaya kalkıştığında en azından istisnai bir şey,
bir illüzyon, paralel bir evren olma özelliğini yitirerek, yok olup
gitmektedir. İçinde yüzmekte olduğumuz imgeler denizinde, imge, imge olarak
adlandırılabilecek kadar uzun bir süre izlenememektedir.
Oysa ben dünyayı tüm özgünlüğüyle
otomatik bir şekilde yansıtabilecek bir imge düşlüyorum. Örneğin, Bizans
döneminde yapılan ünlü tartışmada İkonoklastların düşledikleri dünyayı
yansıtacak bir imge. İkonoklastların tül üzerindeki İsa’nın kutsal yüzü olarak
adlandırdıkları imge gibi (bu bir tür elle hiçbir müdahale yapılmadan ilahi
varlığın yüzünün otomatik bir şekilde bir yüzeye kopyalanmasıdır acheiropoietique = elle yapılmamış ya da el
değmeden yapılmış) hemen o anda ilahi varlığın üzerinde belireceği imgeyi
hakiki bir imge olarak nitelendiriyorlardı. Bu negatif film şeridi üstündeki
görüntünün kağıda geçirilmesi türünden bir şeydir. Buna karşılık ilahi
varlığın simülakrlan olarak gördükleri elle üretilen \cheiropoietique] tüm ikonları şiddetle reddediyorlardı.
Buna karşın fotoğraf çekme eyleminin
bir tür “ acheiropoietique” bir
olaya benzediği söylenebilir. Gerçek ve gerçek düşüncesine hiç ilişmeden ışığın
otomatik bir şekilde kaydedilmesi olarak nitelendirilebilecek fotoğraf, bu
otomatik kayıt işlemi sayesinde dünyanın insan eli değmeden edebi bir şekilde
yorumlanmasını sağlayan bir prototipe benzetilebilir. Böyle bir imge üzerinde
beliren dünya yalnızca bu dünyaya ait izlerin yer aldığı, henüz hiçbir şeyin
simüle edilmediği hiçbir insan elinin değmediği ve özellikle hakikat diye bir
şeyin bulunmadığı (zira insan zihninin kusursuz bir örneği olarak adlandırılabilecek
bir şey varsa o da hakikat ve nesnel gerçekliktir) o ilk ortaya çıktığı anda
sahip olduğu bir büyüleme gücüne sahip olabilmektedir.
Fotoğrafık imgeye ısrarla bir anlam
yüklenmeye çalışılmaktadır. Böyle bir şey yapmak nesnelere poz verdirmek
demektir. Zaten üstlerinde bir öznenin bakışlarını hissettikleri anda şeyler
kendilerine anlam kazandıracak pozlar vermeye başlamaktadır.
Hemen her zaman bizim üstünde yer
almadığımız, var olmadığımız bir dünya düşlemedik mi? İnsanlardan yoksun,
hiçbir insani müdahaleye izin verilmeyen şiirsel bir dünya hayal etmedik mi? Şiirsel
dilyetisinden çok büyük bir zevk alınmasının nedeni dilyetisinin anlama boyun
eğmeden de sahip olduğu maddi ve edebi özellikleri sergileyebil mesidir. Bizi
büyüleyen şey budur. Çevrik sözcük [anagramme], deforme edilmiş imgeler, “halı yüzeyindeki gizli figür” için de aynı şeyi söyleyebiliriz. The Vanishing Point of the Language (dile özgü ufuk
noktasının ötesi).
“Halı yüzeyindeki gizli imge” gibi
fotoğrafın da sözcüğün hem teknik hem de metafizik anlamında bir şeyleri ifşa
etme görevini yerine getirdiği söylenemez mi? The
Vanishing Point
of the Picture (imgeye özgü
ufuk noktasının ötesi).
Özellikle sayısal teknolojiye sahip
fotoğraf makinelerinin olanaklarının sonuna kadar zorlanmaya çalışılması
kaçınılmaz bir şekilde seri halinde fotoğraflar çekilmesine yol açmaktadır.
Dünyaya özgü bir ayrıntıyı yakalayabilecek önsezilerden yoksun olup, bu
dünyanın sahip olduğu anlam ve görünümleri bitirip tüketemeyen bu çok sayıda
aynısından oluşan seriyel ve sayısal imge boşluk doldurmaya yaramaktadır.
Günümüzde insanlar kendilerini çok sayıda aynı görüntüyü çekmekten alıkoyamamak
gibi bir uç duyguya sahiptirler.
Bunun artık bir fotoğraf olduğu
söylenemeyeceği gibi sözcüğün gerçek anlamında bir imge olmadığı da
söylenebilir. Bunların daha çok imgeyi öldüren türden şeyler oldukları
söylenebilir. Aynı olayın “tematik” sekanslar, seriler halinde bunların sayılan
giderek artar gibi görünmekle birlikte aslında birbirlerini yok etmekten başka
bir işe yaramamaktadır ki, bu da haberin/bilginin sıfır derecesine kadar
gidebilmektedir insanın midesini bulandıracak kadar çok sayıda çekilmiş
fotoğrafla sergilenmesi yüzünden bu cinayetin önü alınamamaktadır.
Bu şekilde davranarak dünyaya karşı
bir şiddet uygulandığı gibi imgeye, bağımsız imgelere karşı da bir şiddet
uygulandığından söz edilebilir. Oysa bir imgenin bağımsız, kendine ait simgesel
bir uzama sahip olması gerekir. Yaşayan imgeler burada söz konusu olan şey
“estetik” nitelik değildir bu simgesel uzama diğer pek çok uzamı eleyerek sahip
olabilmektedir. Hakiki imgeler arasında sona ermek bilmeyen bir rekabet
vardır. Oysa sayısal teknoloji ürünü fotoğraflar çizgisel bir şekilde art arda
dizilmek durumunda olan genlere bezemektedir.
Bunun tam karşıtı sayılabilecek bir
perspektiften bakılarak fotoğrafın tamamıyla soyut bir şeye cosa mentale (daha önceden fotoğraflanmış
bir dünyanın zihinde canlandırılmasına) benzediği söylenebilir. Daha önceden
görüntülenmiş bir dünyaya ait görüntülerin elde edilebilmesi için fotoğraf
çekilmesine gerek yoktur. Burada objektif açı değiştirdikçe kafada
canlandırılan dünya da değişecektir. Bu bir tür kendi kendine bakarak kendinden
geçen fotoğraf olarak da yorumlanabilir.
İmgenin ayan tamamıyla bozulmuştur.
Fotoğraf, her şeyin fraktal ve mikroskopik boyutlarda görüntülenmeyi şart
koştuğu, ne olursa olsun görülebilmek sağlayan bir teknoloji çılgınlığıyla her
şeyi olağanüstü ayrıntılı bir şekilde sunarak yok edebilen bir şeye
benzemektedir. Burada fotoğraf artık biçim oyunlarıyla fotoğraf olma özelliğini
yitiren bir şeyden çok, tıpkı değişik ağlar
içinde zihinsel bir şekilde eriyip gidebilen ve artık tamamıyla bir
hayalete dönüşebilen birey gibi dünya da kendine ait bir imgeden diğerine
kendiliğinden sıçranmasını sağladığı otomatik bir yer değiştirme işlemine
benzemektedir.
Bu ayar bozukluğunun en uç aşaması
sentetik imgedir. Prenses Diana’yı ölüm halinde gösteren hileli
fotoğraflardan stüdyolarda üretilen sahte röportajlara kadar hemen her yerde
bizzat nesnenin karşısına geçerek fotoğraf çekmek diye bir şey kalmamıştır.
Güncel olay lan sanal bir şekilde yansıtmakta zorlanan, yeniden yaşanması
mümkün olamayacak bir anm tespiti olma niteliğini yitiren imgenin artık zaman
boyutuyla da hiçbir ilişkisi kalmamıştır.
Sanal imgede bu zamansal kesinlikten,
şu analojik imgeye özgü zamansal pundum'dan
eser yoktur. Eskiden, yani deyim yerindeyse “gerçek dünyada” yaşanırken
Barthes fotoğrafın kesinlikle var olan bir şeyin kesinlikle yokluğuna tanıklık
eden bir imge olduğunu söylüyordu. Sayısal fotoğraf ise henüz olup bitmemiş
ancak yokluğu hiçbir anlam ifade etmeyen şeyi anında/gerçek zaman dilimi içinde
gösteren bir imgedir.
Fotoğraf çekme eyleminin sayısal bir
özgürlüğe kavuşturulması, fotoğraf çekimini kişisel bir olay olmaktan
çıkartarak yalnızca teknik bir araç görevi yapması gereken makinenin kendi
kendine zincirleme imge üreten bir araca dönüşmesine yol açmaktadır ki, bunun
kusursuz bir seri üretim biçimi olduğu söylenebilir. Bu yapay zekânın bir tür
imge alanındaki eşdeğerlisidir. Sayısal teknolojiye sahip bir fotoğraf
makinesiyle çekilen imgelerin tamamını, “analojik” dünyada insanın aklından
bile geçiremeyeceği, üstünde her türlü oynanma, düzeltme, tekrarlanma olanağı
tanıyan bitmek bilmeyen bir seriye benzetebilmek mümkündür. Bu tür bir imge
insanı çektiği fotoğrafın sonucunu görmeyi heyecanla beklemek gibi bir duygudan
alıkoyuyor, başka bir deyişle bakılan şeyle bu şeyin fotoğrafını aynı anda
görebiliyorsunuz ki, bunun gülünç bir birlikteliğe benzediği, polaroit
makineyle çekildikten sonra yavaş yavaş ortaya çıkan görüntüyle tam bir
kontrast içinde olduğu söylenebilir. Sayısal teknolojinin sahip olamadığı şey
budur. Yavaş yavaş ortaya çıkamadığı için de artık bakış, negatif şerit ve
mesafe olayıyla ilişkisi kalmayan evrensel bir pikselleştirme sürecinin
rastlantısal bir parçasından başka bir şey olamamaktadır. Bu dünyaya yeni bir
bakış biçimi olup küreselleşmeninkinden bir farkı yoktur. Burada
küreselleşmeden kasıt her şeyin aynı programa, tüm imgelerin aynı "genoma”
boyun eğmesi demektir. İşte bu yüzden sayısal teknolojiye geçişin basit bir
teknolojik gelişme, daha üstün bir otomatik işleyişe sahip olma biçimi hatta
imgenin tamamıyla özgürleştirilmesi olarak görülmesi yanlıştır.
Zira sayısal teknoloji kabul edilemez
bir şeydir; başka bir deyişle sayısal teknoloji aracılığıyla gerçeğin
sınırları içinde yer alan hiçbir şeyle çelişmeyen ve yalnızca imgelerden oluşan
bir dünya oluşturulabileceği ileri sürülmüştür. Oysa böyle bir şey yapmak
analojik görüntünün zorlanmasından çok bu devrimin sayısal zekâ aracılığıyla
bundan böyle insanlığın geneline yayılarak bütün dünyada tarih ve öznel çelişki
sorunu olmayan tek bir birey gibi özgür bir şekilde hareket edebilmesi anlamına
gelmektedir. ..
Giderek yaygınlaşan bu sayısal
teknolojiye sahip fotoğraf makinesinin insan zekâsının tümünü özetlediği ve
bundan böyle tamamıyla özerk olup, insanın bu teknoloji karşısında var
olabilmek için ölmeyi kabul etmek zorunda olduğu görülmektedir. İnsanın ölümsüz
olabilmek için teknolojik anlamda ortadan kaybolması, sayısal düzenin bir
parçası haline gelmesi gerekmektedir.
“Tek başına geniş bir alan işgal
etmenin simgesi olan ideal örümcek bir yandan ağını örerken aynı anda da bu
ağın kendisi gibi algılanmaya başlanmaktadır. Daha da güzel bir şekilde ifade
etmek gerekirse ben artık ne örümcek ağma düşen bir sinek ne ağını ören
örümceğim. Ben kendisinden başka bir şeye benzemeyen, belli bir merkez
çevresinde değil gelişigüzel bir şekilde dört bir yana doğru genişleyip giden
ağın kendisiyim.”
Oysa bu ayan beyan bir ölümsüzlük
biçimidir ve işin aslına bakılacak olursa insana yapay zekânın üstünlüğünden
başka bir seçenek bırakılmamıştır.
Bu sistemli ortadan kaybolma biçimi
gidebileceği en uç noktalara kadar götürüldüğünde karşılaşılan manzara bu
teknolojinin evrensel düzeyde kabul görmekle birlikte nasıl çalıştığını hâlâ
hiç kimsenin bilmediği (sayısal teknoloji ürünü koyunlar neyi düşler? Dick) ve
insanı şaşırtan, paradoksal sorular sorulmasına yol açtığıdır:
Her şey ortadan kaybolmaya mı mahkûm
edilmiştir ya da daha kesin bir ifade kullanmak gerekirse neden her şey hâlâ
ortadan kaybolmamıştır? (Böyle bir soru hiç var olmamış bir felsefe tarafından
sorulan ve buradakiyle çok az benzerlik taşıyan bir paradoksa yol açmaktadır: Bir şeyler olması
gerekirken neden hiçbir şey yok?)
Neden her şey evrensel bir niteliğe
sahip değil?
Bütünsel bir gerçeklik, bir başı ve
bir sonu olan sayısal bir programlama düşünün büyüsüne kapılmış durumdayız.
Gerçek tüm söylevlerde yer alan bir leitmotif,
bir saplantıya benziyor. Oysa bizim gerçekten çok önüne geçilemez bir sürece
benzeyen gerçeğin ortadan kayboluş biçimi tarafından büyülenmiş olduğumuz
söylenebilir.
Sonuç olarak ortaya gerçekten de
gizemli olduğu söylenebilecek şöyle bir soru çıkmaktadır: Bu karşı konulması
olanaksız küresel güç nasıl olur da, dünyanın, en özgün yanlarının yok
edilmesine karşı duyarsız kalmasına yol açabilir?
Böyle bir tasfiye süreci, bu bütünsel
gerçeklik diktatörlüğü dünyayı nasıl bu kadar kolay etkileyebilir ve
büyüleyebilir?
Burada büyüleyici olan şey kesinlikle
gerçeklik değil gerçekliğin ortadan kayboluşudur. Bunun yol açtığı başka bir
sonuç da bu küresel gücün çok küçük ya da kendi başlarına bir anlam ifade
etmeyen (rogue events, terörizmin
yanı sıra Ebu Garip olayının fotoğrafları, vs.) olaylar karşısında neden
güçsüzleştiği ve savunmasız bir durumda kaldığıdır.
Bu içinden çıkılması olanaksız
sorulan yanıtlamak yerine, okuyucuyu, gerçekleştirdiğimiz güncel sayısal
“devrimin” kesinlikle karşı savı olarak nitelendirilebilecek, şu kendisinden
hiç söz edilmeyen diğer antropolojik devrime göndermek istiyorum (çok çabuk
sona eren sapkın düşünceler hariç bu devrimden gerçekten de hemen hemen hiç söz
edilmemiştir) .
Bu devrimin adı karşı çıkılması
olanaksız bir altın kural olan ikiliktir. İnsanın özü olarak nitelendirilebilecek
bu temel unsurla karşılaşabilmek için antropolojinin kökenlerine inmeye gerek
yoktur, çünkü ikilik denilen şeyle her yerde karşılaşılmaktadır. Bu insani öz
yalnızca yukarıda sorulmuş olan sorulara hiçbir şekilde yanıt vermeye
yanaşmamak la yetinmeyip aynı zamanda her türlü insani girişimi (bunların
hepsi kendilerine istenilen biçimlerin verilemediği, herhangi bir şeyle
bütünleşmek ya da uzlaşmak istemeyen sentetik, kendi kendine yeten ve bilinçli
bir şekilde unutulmuş girişimlerdir) her zaman başarısızlığa uğratmaktadır.
Normal insan temelde her zaman bir modeli
(bu bir eylem modeli, toplumsal ya da düşsel bir proje şeklinde olabilir) örnek
alarak ya da almadan yaşar ama aynı zamanda bu modele karşı her zaman meydan
okur. Aynı hareket onu hem güdümler hem de güdümlenmesini engeller. Bu konuda
psikoloji, psikanaliz ya da insan bilimleri alanındaki herhangi bir başka
dala başvurulmasına gerek yoktur. Bunlar uzlaşılmaz olanla uzlaşabilmek
amacıyla oluşturulmuştur. Sonuç, insanoğlu her zaman örnek aldığı modelin hem
başarılı hem de başarısız olabilmesi için elinden geleni yapar. Burada da bir
kusur, sapkınlık ya da ölüm içtepisinden söz etmeye gerek yoktur. İnsana bu
karşıtlık üstüne oturan enerjiyi kazandıran şey doğuştan itibaren sahip olunan
ikiliktir. Normal insan böyle biridir. Onu kendisiyle barıştırmaya ve yukarıda
sorulan sorulara bir çözüm aramaya kalkışmak tamamıyla akıl dışı bir şey, bir
kandırmaca olarak nitelendirilebilir.[ Stanislaw Lee’e göre iyi ki insanların
zekâsına güvenilebiliyor. Onların anlayamadıkları o kadar çok şey var ki.]
Günümüzde kendisi ve yaptıklarıyla
tek yanlı ve olumlu bir ilişki kurabilen herkesin anormal olduğu söylenebilir. Bu tamamen egemenlik altına,
denetim altına alınmış (tamamıyla normalleştirilmiş) bir insandır. Bunlar çok
sayıda olup ikili ve içinden çıkılamayan düşünceleri kafalarından silerek
gerçekliğe, kendi ürettikleri gerçekliğe inanan insanlardır. Gerçek dünya,
gerçek olması gereken dünya hakkında kuşkular duyulmasına son veren bu olumlu
yoğunlaşmanın sırrı henüz çözülememiştir. Bu da bizi kötülüğün zekâsının nasıl
bir şey olduğu sorusunu sormaya itiyor.
Teknolojik güdümleme sayesinde
basit varlıklara dönüştük.
Sayısal güdümleme aşamasında
gelindiğinde bu basitleştirilme çılgınlık boyutlarına ulaştı.
Bu durumda karnından konuşan kötülük
hakkında neler söylenebilir?
Eskiden radikal düşünceler konusunda
neler söyleniyorsa onlar söylenebilir; başka bir deyişle radikal düşünce
insanı terk edip gittiğinde, insan kendi kendisiyle barıştığında ve sayısal
teknoloji sayesinde tek tip bir görünüme büründüğünde, her türlü eleştirel
düşünce ortadan kaybolduğunda bu kez de nesneler radikalleşmektedir. Karnından
konuşan kötülük teknolojinin kendisine dönüşmüş gibidir.
Zira ikilik ne unutulabilir ne de yok
edilebilir. Oyunun kuralı ikiliktir. O bir tür şeylerin kesinlikle tersine
çevrilmesini sağlayan karşı çıkılması olanaksız sözleşme kuralıdır.
Eğer insan kendine özgü ikilik kuralı
tarafından terk edilmişse bu durumda roller değişmekte, yani makine yolunu
şaşırmakta, kusurlu ve sapık, şeytani, karnından konuşan bir şeye dönüşmektedir.
İkilik denilen şey güle oynaya öteki tarafa geçmektedir.
Öznel ironi ortadan kaybolduğunda ki,
sayısal oyunda ortadan kaybolmaktadır ironi nesnel bir görünüme bürünmekte ya
da çenesini kapatmaktadır.
Başlangıçta Söz vardı. Sessizlik ondan sonra ortaya
çıktı.
Artık ortada son denilebilecek bir şey kalmadı...
Ocak 2007
1. Nothing (Philosophy). 2. Nonbeing.
L Adanır, Oğuz. BD398.B38
Kaynak: JEAN BAUDRILLARD, Neden Her
Şey Hâlâ Yok Olup Gitmedi? [Pourquoi tout n ’atil Pas déjà disparu?],Çeviren:
Oğuz Adanır Boğaziçi Üniversitesi Yayınevi Boğaziçi Üniversitesi Yay. Birinci
Basım: Mayıs 2012, İstanbul
Toplumsal adlı kördüğüm, her şeyi sünger gibi emen bir
gönderene dönüşerek, ne olduğu hem bilinen hem de bilinmeyen kitlelerin
etrafında durmadan dönmektedir. İstatistiklerin kristal bir küre gibi
kullandıkları kitleler, madde ve doğal elementler gibi akımlar ve akıntılar
tarafından etkilenirler. Kitleler mıknatıslanabilirler. Çünkü toplumsal denen
şey onları statik bir elektrik gücü gibi sarıp sarmalamaktadır. Oysa çoğu kez
bu yığınlar yine de bir “kitle” olarak algılanırlar. Bir başka deyişle toplumsala
ve politikaya ait olan bütün elektrik akımını emerek nötralize ederler.
Politikaya ve toplumsala ait iyi bir iletici olmadıkları gibi, daha genelde iyi
bir anlam ileticisi de değildirler. Her şey onların üstünden kayar gider.
Onları her şey mıknatıslayabilir. Oysa bütün sonuçlar kitlelerin üstünde hiçbir
iz bırakmadan uçup gider. Sonuç olarak kitlelere yapılan çağrı her zaman
yanıtsız kalmıştır denebilir. Kitleler kendilerine yapılan bu çağrıları birer
ışık demetine dönüştürüp dalga dalga yaymaya kalkmazlar. Tam tersine Devlet,
Tarih, Kültür ve Anlamın çevresinde oluşturulmuş ışık demetlerini emerek
ortadan kaldırırlar. Onlar tepkisizliktir, tepkisizliğin, nötr olanın gücüdür.
İşte kitle bu anlamda yani geleneksel hiçbir pratiğe
ve teoriye, belki de genel olarak hiçbir pratiğe ve teoriye indirgenemeyen bir
olgu olarak, bizim modernliğimizin belirgin bir özelliğidir.
Düşünce yoluyla gündeme getirildiklerinde kitleler
edilginlikle, vahşi doğallık arası bir yerdedir. Oysa kitlelerde her zaman için
gizli bir enerji vardır. Günümüzde sessiz bir gönderen, yarın bir tarih yapıcı
ve sözü ele geçirdiklerinde de “sessiz bir çoğunluk” olmaktan kurtulacakları
düşünülen kitleler! Hâlbuki kitlelerin ne geçmişte ne de gelecekte
yazabilecekleri bir tarihleri yoktur. Özgürleştirilebilecek gücül bir
enerjileri ve yerine getirmek istedikleri bir arzuları yoktur. Onların gücü günceldir.
O güç şu anda, burada ve bütünlüğü içinde yanı başımızdadır. Bu güç ise onların
sessizliklerinde yatmaktadır. Şimdiye kadar kendilerini etkileyebilmiş tüm
güçlerden çok daha etkili bir emme ve nötralize etme gücüne sahiptirler. Yok
etme konusu da dâhil olmak üzere düş gücümüzün üstünde çalıştığı (ve etkinliği
tüm diğer) üretim, yayma ve genişleme şemalarından değişik olan özgün bir
tepkisizliğin gücü. Bu inanılmaz ve akıl almaz bir iç dalgalanma biçimidir,
(onu hala bir “süreç” olarak adlandırabilir miyiz?) sahip olduğumuz tüm anlam
sistemlerinin gelip kendisine tosladıkları ve ona karşı bütün güçleriyle
silahlandıkları, üstelik giderek artan bir şekilde kendisini anlamla kaplayıp,
donattıkları ve tüm gösterenlerin çökertildiği anlaşılmaz ve kabul edilmez bir
güç. Toplumsal adlı boşluk loş bir beynin içinde durmadan dönen, çakışan,
boşlukları dolduran nesneler ve kristal kümeler tarafından işlenip geçilmektedir.
İsterseniz havası alınmış bireysel taneciklerin, toplumsal artıkların ve kitle
iletişim araçlarına ait içtepilerin bir araya getirilmişine “kitle”
diyebilirsiniz. Giderek artan yoğunluğuyla çevresindeki tüm enerji ve ışık
demetini emen karabulut sonunda kendi ağırlığı altında ezilecektir. Kitle:
Toplumsalın içinde kaybolduğu kara bir deliktir.
Öyleyse kitle “sosyolojik” bir tanımlamanın tam
tersidir. Çünkü sosyoloji toplumsalın ve aşamalarının yaygınlaşmasını
betimlemekten başka bir şey yapamaz. Çünkü yalnızca olumlu ve kesinleşmiş bir
toplumsallık varsayımı aracılığıyla yaşayabilmektedir. Toplumsalın emilip
dağılmasını ve içten dinamitlenmesini anlayamamaktadır. Çünkü toplumsalın ölümü
gibi bir varsayım kendi ölümü anlamına gelmektedir.
Kitle terimi bir kavram olamaz. Olsa olsa hamurlaşmış,
vıcık vıcık ve lümpen-analitik bir “kavram” olabilir. Politik demagojinin
laytmotifidir. İyi bir sosyoloji ise onu “daha bir incelik isteyen” mesleksel,
sınıfsal, kültürel statü vb. kategoriler aracılığıyla aşıp geçmeye
çalışacaktır. Oysa bu bir yanılgıdır. Çünkü akıllı ve eleştirel bir sosyoloji
asıl bu hamur gibi ve eleştirel olmayan kavramların çevresinden dolanarak daha
ileriye gidebilir. Zaten geriye dönüp baktığımızda gördüğümüz şey: “Sınıf”,
“toplumsal ilişki”, “iktidar”, “statü”, “kurum” ve “toplumsal” gibi; yasal
bilim dallarının yüzünü ağartan açık seçik kavramların tümünün gerçekte her
zaman için karmaşık kavramlar olmuş olduklarıdır. Ancak bir takım esrarengiz
nedenlerle üzerlerinde uzlaşılmış ve çözümlenebilmeleri için her zaman belli
bir koda sahip olmuşlardır.
Kitle terimini özgünleştirmeye kalkmak gerçekten de
bir saçmalıktır –bu, anlamı olmayana bir anlam vermeye çalışmak gibi bir
şeydir. Örneğin “emekçiler kitlesi” denilmektedir. Oysa ne emekçiler kitlesi
vardır, ne de bir başka toplumsal özne ya da nesneye ait bir kitle. Geçmişteki
“köylü kitleleri” de gerçek birer kitle değillerdi. Çünkü bir kitle yalnızca
onu kapsayabilen ve sonuç olarak istatistik artıklar üreten ve simgesel
zorunluluklardan arınmış olanlar tarafından oluşturulabilir. Kitlenin bir
ayrıcalığı, bir yüklemi, bir niteliği ve bir göndereni yoktur. Onun kesin bir
şekilde tanımlanmasını ve tanımlanamamasını sağlayan şey de budur. Kitlenin
sosyolojik bir “gerçekliği” de yoktur. Hiçbir gerçek nüfus kesimiyle ya
da bir meslek kurumuyla bir ilişkisi olmadığı gibi toplumun bütünüyle de bir
ilişkisi yoktur. Kitleyi nitelendirebilmek için yapılabilecek her türlü
girişim, onu sosyolojiye devretme çabasından başka bir şey olamaz (sonsuz sayıda
eşdeğerli birey: 1+1+1+1 –sosyolojik tanım işte budur). Oysa tanımı yapılan şey
eşdeğerli olanınki değildir; nötr ya da ne biri, ne de diğeri
olanınkidir.
Kitlede her iki yöne doğru da bir kutuplaşma yoktur.
Kitlenin (iki ya da daha karmaşık sistemlerde daha fazla sayıda) kutupların
birbirlerinden ayrılması ve uzaklaşmaları sayesinde yaşayabilen bütün
sistemleri etkileyip çökerten gücü ve bu boşluğu yaratan şey de budur. Anlam
dolanımını olanaksız kılan da budur. Atomların boşlukta dağılmaları gibi onlar
da anında kitlenin içinde dağılmaktadırlar. Aynı zamanda kitlenin yabancılaşmasını
olanaksız kılan da budur. Nötrlük ve eşdeğerlik de söz konusu değildir.
Anlatacak şeyleri olmayan sözcülere karşın sesi çıkmayan (sözsüz) bir kitle
vardır. Söyleyecek hiçbir şeyi olmayanlarla, konuşmayan kitleler arasındaki
harika “birlik” işte budur. Bütün söylevlerin kökeninde yatan büyük boşluğun
adı kitledir. Kitlede gizli bir faşizm ya da gizli bir histeri yoktur. Yalnızca
bütün yitirilmiş gönderenlerin devrik simülasyonları vardır. Bütün
gönderen sistemlerinin, bütün ayakta duramayan anlamların, olmayan tarihin ve
artık var olmayan temsil etme sistemlerinin kara kutusu kitle: Toplumsalla
ilgili olan her şey unutulduğunda geriye kalan artıktır.
Anlamı dolandırma olanaksızlığına karşı
verilebilecek en iyi yanıt Tanrı örneğidir. Kitleler her zaman için bir Tanrı düşüncesi yerine bir Tanrı imgesini
yeğlemişlerdir. Çünkü Tanrı düşüncesi hiçbir zaman için resmi bir din kurumu
olan Kilise’nin dışına çıkamamıştır. Bunu ne günah, ne de bireysel kurtuluş
umudu gerçekleştirebilmiştir. Tanrı’dan kitlelere şehit ve aziz masalları,
kıyamet günü ve ölüm dansı hikâyesi, büyücülük, kiliselerdeki gösteri ve
törenlerden başka bir şey kalmamıştır Bütün bunlar Tanrı düşüncesinin
aşkınlığına karşın var olmuşlardır-. Çünkü kitlelerde ritüelin içkinliği
vardır. Kitleler putperest doğmuş ve putperest kalmışlardır. Kıyamet Günü
onları hiç rahatsız etmediği gibi, boş inançlarını ve şeytanı günlük
yaşantılarının içine sokmuşlardır. Tanrıya inanmanın ruhsal gücüne karşılık,
aşağılık günlük uygulamalar! İlginçliğini yitirmiş günlük ayinler ve ruhani
aldatmacalarla, her zaman kaçtıkları hoşgörüsüz ahlak ve inançla yüceltilmiş anlamı
başarısızlığa uğratmışlardır. Bunun nedeni dinin yüce ışığına erişmemiş
olmaları değildir. Çünkü o ışığı her zaman için bilmezlikten gelmişlerdir. Bir
inanç, bir dava ve sevilen bir lider adına ölmekten hiçbir zaman için
kaçmamışlardır. Yadsıdıkları şey dinin vadesi dolmuş aşkınlık, dışlanmışlık,
askıda bırakılmak, bekleyiş ve dünya işlerinden el etek çekmek gibi yönleridir.
Kitleler için Tanrı’nın krallığı her zaman için
yeryüzünde, imgelerin çok tanrılı içtenliklerinde, Kilise’nin zenginliğinde ve
yaşayış biçiminde var olmuştur. Bunun adı Din Yasasına fantastik bir şekilde yön
değiştirtmedir. Çünkü kitleler, dini bir büyücü gibi gösterişli bir şekilde
kullanarak emmişlerdir.
Akla ait tüm büyük şemaların benzer sonları olduğunu
biliyoruz. Bu büyük şemalar yollarını: Tarihin ipini, anlamı (ve özellikle
toplumsal anlamı) ellerinde tutan toplumsal sınıfın elinden çekip alarak
çizmişlerdir. Bu şemaların kitlelerin arasına girişiyle dolaylı ve radikal bir
biçim değişikliği görülmüştür. Tarihsel Akıl, Politik Akıl, Kültürel Akıl,
Devrimci Akıl hep böyle yapmışlardır –aralarında en ilginç olan ve kitlelerin
içinde yaşayarak gelişim süreçleri içinde onları üreten Toplumsal Akıl için de
aynı şey söylenebilir.
Kitleler “toplumsalın aynası mıdırlar?” Hayır,
kitleler toplumsala ait olmadıkları gibi, toplumsalı yansıtabilmekten
acizdirler –kitlelerin üstüne çarparak kırılan şey ise toplumsal adlı bu
aynadır.
Bu imgenin yeterince iyi betimlenmiş bir kitle imgesi
olduğu söylenemez. Çünkü hala tamamlanmış bir kavramla, ne olduğu belli olmayan
bir karşı koyma düşüncesini birlikte çağrıştırmaktadır. Oysa kitleler üstlerine
doğru gelen ışık enerjisi ve ışık dalgalarını yakalayarak eğen, büken ve yok
eden muazzam bir deliğe benzemektedirler. Bunun üstündeki her boyutun kıvrım
kıvrım kıvrılarak kendi üstüne sarılıp sıkıştığı ve bir nokta haline gelerek
yok oluncaya dek döndüğü ve uzamları birbirine bağlayan çizgilerin giderek
kamburlaştığı yavaş yavaş, için için çöktüğü bir çembere benzetebiliriz.
Bu konuyla ilgili olarak haber konusunda söylenen her
şey yinelenebilir.
İster politik, ister eğitici, isterse kültürel
içerikli olsun sonuçta niyet anlam ileterek kitleleri anlamın egemenliği
altında tutmaktır. Bir başka deyişle kendini haberin sürekli olarak
ahlaksallaştırılması zorunluluğu biçiminde dışa vuran anlam üretimi
zorunluluğu. Daha iyi haber verebilmek için, daha iyi toplumsallaştırmak için,
kitlelerin kültürel düzeylerini yükseltmeye çalışmak için vb. vb. Hepsi
palavra. Çünkü kitleler bu akılcı iletişim zorlamasına insanı aptallaştıracak
bir biçimde karşı koymaktadırlar. Onlar anlam yerine gösteri istemektedirler.
Hiçbir çaba onları içeriklerin ya da kodun ciddiyetine inandırmada yeterince
kandırıcı olamamıştır. Gösterge isteyen insanlara mesaj verilmeye
çalışılmaktadır. Oysa onlar içinde bir gösteri olması koşuluyla tüm içeriklere
tapmaktadırlar. Yadsıdıkları şey anlamın "diyalektiğidir". Onların
aldatılıp kandırıldığını ileri sürmek de boşuna uğraşmaktır. Bu iki yüzlü
varsayım anlam üreticilerinin entelektüel bir rahatlığa kavuşmak için ileri
sürdükleri bir varsayımdır. Kitleler sözüm ona aklın doğal ışıklarını
kendiliklerinden yutacaklarmış! Oysa kitleler, tam tersine kendilerine verilen
anlam ültimatomuna karşı gösteri istediklerini belirtirken tam anlamıyla
özgürdürler. Çünkü anlamın bu saydamlığından ve bu politik iradeden, ölümden
çekindikleri kadar çekinmektedirler. Anlamın gerisinde yatan ideal hegemonyanın
işleri basitleştiren şiddetinin kokusunu almaktadırlar. Kendi anlayışları
doğrultusunda, bütün söylemleri tek ve temelsiz irrasyonel bir boyuta,
göstergelerin anlamını yitirdiği ve büyünün başladığı bir noktaya, yani
görülene indirgeyerek, ona karşı gelmektedirler.
Burada söz konusu edilen şeyin bir yutturmaca
olmadığını bir kez daha belirtelim. Çünkü söz konusu olan şey, kitlelerin
istekleridir. Anında ve olumlu bir şekilde oluşturdukları stratejidir -yani
kültürün, bilginin, gücün, toplumsallığın emilip yok edilmesi. Bu, günümüzde
bütün boyutlarıyla ortaya çıkan çok eski bir çalışma biçimidir. Daha önceden
bilinen bütün senaryoları altüst olmaya zorlayan derin bir karşıtlık. Anlam
artık toplumlarımızı sürükleyip götüren ideal çizgi olmaktan çıkmıştır.
Anlamdan kaçabilen artıklar da elbet bir gün özümseneceklerdir. Günümüzdeyse
anlam tam tersine karmaşık ve herhangi bir uzantısı olmayan bir olaya
dönüşmüştür. Belli bir zaman diliminde (Tarih, iktidar, vs.) üç boyutlu, ideal
bir uzam oyunudur. Temelde bu olaylar bizim "toplumlarımızın"
yalnızca uzamda kalan küçücük bir bölümünü ilgilendirmiştir. Bu olay bireyler
için de geçerlidir. Bizler ikinci derecede anlam taşıyıcılarız. Temelde çoğu
kez anlamın önünden ya da arkasından giderek, geçici bir paniğe kapılan
derinlerdeki kitle biziz.
Bu ters varsayımsa her şeyi değiştirmektedir. Sessiz
edilginlikler folkloruna ait olan anlamı aşağılayan binlerce örnek vardır.
Klaus Croissant adlı avukatın Fransa'dan sınır dışı
edildiği gece; Fransa'nın Dünya Kupası'na katılmak için oynadığı eleme maçını
naklen yayımlayan televizyon örneğini alabiliriz. "Santé"
Hapishanesi'nin önünde gösteri yapan birkaç yüz kişi. Gece yarısı koşuşan bir
avukat ve geceyi ekran başında geçiren yirmi milyon insan. Fransa kazandığında
atılan sevinç çığlıkları. Aydın beyinlerin bu aptallaştırıcı vurdumduymazlık
karşısında duydukları utanç ve şaşkınlık. Le Monde gazetesi: "Saat
21:00 Alman avukat, Santé Hapishanesi'nden alındı. Birkaç dakika sonra
Rocheteau ilk golü atacak." Bir utanç melodramı*. Ancak, bu
vurdumduymazlığın nedenini kimse araştırmaz. Yalnızca her zamanki gibi tek bir
neden gösterilir: Kitleler iktidar tarafından güdümlenmiş, futbolla
uyutulmuştur. Zaten böyle bir vurdumduymazlığın olmaması gerekir,
dolayısıyla bunun üzerinde düşünmeye değmez. Zaten olmaması gereken bu
vurdumduymazlığın bize söyleyebileceği bir şey de yoktur. Bir başka deyişle
"sessiz yığın" kendiliğinden vurdumduymaz olamaz. Çünkü ona
vurdumduymaz olma hakkı ve yetkisi verilmemiştir. Çünkü bu vurdumduymazlık
kendisine ancak iktidar tarafından bahşedilebilir.
*Aşırı solun sessiz yığın konusundaki hayal kırıklığı ve "akıllı"
soğukkanlılığı da bu utançla aynı kategoriye girmektedir. Örneğin Charlie
Hebdo: "Dünya, sessiz yığının umurunda bile değil. Yeter ki akşam
terliklerini giyip çenesini açabilsin. Hiç merak etmeyin sessiz yığın çenesini
kapatmışsa, onun dediği olur. İyi yaşar, iyi yer ve yeterince çalışır.
Şeflerinden istediği ise babalık ve yeterince korunmadır. Ancak babalık ve
koruma alışılmış dozun miktarını aşmamalıdır."
Bu yorumlamanın gerisindeyse ne müthiş bir aşağılama
yatıyor! Aldatıldıklarına göre, kitlelerin, kendilerine özgü davranışları
olamaz. Onlara zaman zaman içlerinden gelen devrimci bir "arzunun
rasyonelliği" bahşedilebilir. Bütün bunlara evet de Tanrı bizi yine
onların sessizliklerinden ve tepkisizliklerinden korusun. Oysa asıl yapılması
gereken, bu duyarsızlığı bir tür büyüye, insanları devrimci yeteneklerinden
saptıran sihirli bir yabancılaşmaya bağlamak yerine onu tüm olumlu vahşiliği
içinde çözümlemektir.
Zaten bu büyülü yabancılaşma, nasıl oluyor da
kitleleri devrimci yoldan ayırabiliyor? Bir yığın devrimden, birkaç asırlık
politik deneyimden, gazetelerin, sendikaların, partilerin, aydınların halkı
harekete geçirmek ve eğitmek için harcadığı tüm çabalardan sonra (bundan on ya
da yirmi yıl sonra da değişen bir şey olmayacaktır), nasıl olur da gösteri
yapan birkaç yüz kişiye karşılık tam anlamıyla yirmi milyon insan
"edilgin" kalır? Üstelik yalnızca edilgin kalmaz, bir futbol maçını
bilerek, isteyerek politik ve insancıl bir drama yeğler? Yapılması gereken, bu
soruyu sormaktır. Yapılan çözümlemelerin bu gözlem tarafından etkilenmemesi çok
ilginç. Bütün çözümlemeler yalnızca iktidarın güdümlemeyi bütün gücüyle elinde
tuttuğunu, öte yandan ise anlaşılmaz bir şekilde komaya girmiş bitkin bir kitle
olduğunu öne sürüyor. Gerçekteyse bunların hiçbiri doğru değildir. Her iki
bakış açısı da yanlıştır. Çünkü iktidar gerçekte kimseyi güdümleyememektedir.
Kitlelerse ne yolarını şaşırmışlar ne de gülünç duruma düşmüşlerdir. İktidar,
sorumluluğu futbol maçının üstüne bu kadar kolay bir şekilde yıkabildiği için
mutludur. Kitleleri futbol maçıyla uyutma sorumluluğunu seve seve yüklenmektedir.
Çünkü bu düşünce kendisini rahatlatmakta ve iktidar olduğuna inanmasını
sağlamaktadır. Böylelikle kitlelerin duyarsızlığının, gerçekte onların tek,
gerçek yaşam deneyimi olduğu gibi rahatsız edici bir düşünceyi, kitlelerin
kendilerine sunulan parlak idealleri kolektif bir şekilde reddederek misilleme
yaptığı vahşice karşı koyduğu saptamasını göz ardı edebilmektedir.
Oysa kitleleri ilgilendiren en önemli sorun bu
değildir. Unutulmaması gereken bir şey varsa o da bugüne kadar her türlü devrim
umudunun, toplumsallaşma ve toplumsal değişim umudunun bu biçimleri bozma, bu
fantastik yadsıma aracılığıyla var olduğudur. Bunu anlayabilmek için ise
Freud'un yaptığı gibi ruhsal* adlı şu kalıntıyı, şu kör kabuğu, şu anlam
artığını, şu çözümlenmemiş olanı (politik evrenin şu Kopernik vari bir şekilde
bugüne kadar altüst edilmemiş olmasının bir nedeni olmalı -çünkü bu değişim
bütün politik düzenin altüst olmasını öngörmektedir) yeni baştan ele alıp
incelemek belki de en iyi çözüm yoludur.
*Çözümleme açısından Freud'la benzerliğimiz ruhsal
sözcüğünde sona ermektedir. Çünkü onun düşünce eylemi baskı altına alma
(refoulement) ve bilinçaltı (inconscient) varsayımıyla noktalanmaktadır. Bu
sonuncular anlam üretimi ve anlamın bölümlenmesinde (partition) arzunun ve bilinçaltının
yeniden toplumsallaştırılmalarını da kapsamları içine almaktadır. Özgürleşme
yerine baskı altına almaya yol açan ve ılımlı arzu senaryosunun içine giren ve
anlamın kaçınılmaz bir şekilde yeniden yorumlandığı tek kişilik senfoni.
Sonuçta arzunun özgürleştirilmesi kolaylıkla politik devrimin yerini aldığında
anlam çatlağını genişleteceğine kapatacaktır. Oysa söz konusu olan şey
libidinal ekonomi terimleriyle kitlelerin yeniden yorumlanması değildir.
Birincil süreçteki (bilinçaltı) baskı altına alma ya da ölüm itkisiyle
beslenerek gizli bir iktidar ve baskı arzusuna göndermesidir (ve gizli bir
bilinçaltı yapısına sahip oldukları sanılan kitlelerin tutuculukları ve faşistliklerinden
söz edilebilmektedir). Bugün çökmekte olan Marksist çözümlemenin karşısına
çıkartılabilen tek seçenek psikanalizdir. Gerçekteyse bu seçenek bir kez daha
yeniden allanıp pullanmış olan değişmez seçenektir. Bir zamanlar kitlelere
cinsel esirliğin zorunlu kıldığı devrimci bir gelecek (Reich) satılmaktaydı.
Bugün ise aynı kitlelere bir yabancılaşma ya da esirleşme arzusu ya da gücül
özgürleşme arzusu kadar anlaşılmaz olan bir tür günlük mikrofaşizm
satılmaktadır. Oysa ortada ne faşizm, ne iktidar, ne de bir devrim arzusu
vardır. Bilinçaltı ya da arzu son umuttur. Çünkü kitlelerin bilinçaltı ya da
arzusu bir dayanak olarak gösterilerek, anlamın ortağı gibi yeniden
işlenebilir. Her yerde arzuya yeni anlamlar yüklenmeye çalışılmaktadır. Arzu,
politik umutsuzluğun son gönderenler sistemidir. Arzu stratejisi ise
şirketlerin pazarlama politikalarında iyice işlendikten sonra bugün devrimci
kitleler pazarlamasına devredilmiştir.
Politik olanla toplumsal olanı birbirinden ayırabilmek
artık imkansızdır. Çünkü Fransız Devrimi'nden bu yana ekonomi denilen (ister belirleyici
olsun, isterse olmasın) göstergeyle birbirlerine göbekten bağlanmışlardır. Oysa
bugün onların birlikte çöküşlerine tanık olmaktayız.
Politika, Rönesans döneminde din ve kilise çemberinden kurtularak Makyavel aracılığıyla ışıldamaya başladığında, önce hiçbir toplumsal ya da tarihsel "gerçeklikle" ilgisi olmayan saf bir strateji ve göstergeler oyunu olmuştur. Ancak daha sonra Cizvitlerin dünya işleri konusunda Tanrı'nın yokluğu üstünde oynayabilmiştir. Politik alan, Rönesans devri tiyatrosu ya da üç boyutlu resimden daha değişik değildir. Biçimi ise bir temsil etme sisteminin biçimi değil, bir oyunun biçimidir. İdeolojinin değil gösterge sistemleri düzeni ve stratejinin biçimi-kullanım biçimi gerçek bir kullanım biçimi olmayıp (Balthazar Gracian'ın Saraylı Adam'ındaki kurnazlığa dayanan bir oyun ve onun sonucu gibi) ustalığa bağlı bir kullanım biçimidir. Makyavelci politikanın edepsizlik ve ahlaksızlığı hala geçerlidir. Bu edepsizlik ve ahlaksızlık politikanın bir araç olarak kullanımında değil, amaçlarındaki patavatsızlığındadır. Nietzsche işte burada her şeyi bütün açıklığıyla görmüştür. Bu toplumsal, psikolojik ve tarihsel küçümsemede, bu simülasyon sınavlarında maksimum bir politik enerji vardır. O noktada politika henüz bir mantık kazanmamıştır, yalnızca bir oyundur.
Politika, Rönesans döneminde din ve kilise çemberinden kurtularak Makyavel aracılığıyla ışıldamaya başladığında, önce hiçbir toplumsal ya da tarihsel "gerçeklikle" ilgisi olmayan saf bir strateji ve göstergeler oyunu olmuştur. Ancak daha sonra Cizvitlerin dünya işleri konusunda Tanrı'nın yokluğu üstünde oynayabilmiştir. Politik alan, Rönesans devri tiyatrosu ya da üç boyutlu resimden daha değişik değildir. Biçimi ise bir temsil etme sisteminin biçimi değil, bir oyunun biçimidir. İdeolojinin değil gösterge sistemleri düzeni ve stratejinin biçimi-kullanım biçimi gerçek bir kullanım biçimi olmayıp (Balthazar Gracian'ın Saraylı Adam'ındaki kurnazlığa dayanan bir oyun ve onun sonucu gibi) ustalığa bağlı bir kullanım biçimidir. Makyavelci politikanın edepsizlik ve ahlaksızlığı hala geçerlidir. Bu edepsizlik ve ahlaksızlık politikanın bir araç olarak kullanımında değil, amaçlarındaki patavatsızlığındadır. Nietzsche işte burada her şeyi bütün açıklığıyla görmüştür. Bu toplumsal, psikolojik ve tarihsel küçümsemede, bu simülasyon sınavlarında maksimum bir politik enerji vardır. O noktada politika henüz bir mantık kazanmamıştır, yalnızca bir oyundur.
XVIII. yüzyıldaki devrimden sonra, her nedense
politikanın kesin bir tırmanış aşamasına geçtiği görülmektedir. Toplumsal,
politik alanın içine girmeye başlamıştır. Politika aynı zamanda bir gösteriye
dönüşmüştür. Çağımızdaysa gösteri mekanizmalarının egemenliği altına girmeye
başlamıştır (tiyatronun kaderi politikanınkiyle bir paralellik göstermektedir).
Çünkü politika bir gösteri alanına dönüşmüştür -üç boyutlu bir mekan olan sahne
için de aynı şeyler söylenebilir. Başlangıçta yalnızca kurgulanmış bir oyunken
daha sonra yavaş yavaş oynanan her yer ve temsil etme gerçekliğinin ön plana
çıktığı tarihsel bir alan görünümünü almıştır. Politika sahnesi: Halk, halk
iradesi gibi temel bir gösterilenin canlandırıldığı göstergelerin yanı sıra anlam
üstünde de çalışmaktadır. Elinden geldiğince iyi bir şekilde açıklamaya
çalıştığı gerçeği anlatmakla görevlendirilmiştir. Saydamlaşması, ahlaklı olması
ve iyi bir toplumsal temsil gücüne sahip olması istenmiştir. Oysa uzun bir süre
politik çemberle onun üstünde yansıyan toplumsal, tarihsel ve ekonomik güçler
arasında bir denge arayacaktır. Bu denge kuşkusuz burjuva temsil sistemlerinin
(Meşrutiyet, Anayasa, XVIII. yüzyıl İngiltere'si, ABD'si, burjuva devrimlerinin
Fransa'sı, 1848 yılının Avrupa'sı) altın çağıyla yaşamıştır.
Marksist düşüncenin yaptığı aşamalarla hem politika,
hem de politikanın sahip olduğu enerji tükenmeye başlamıştır. İşte burada
toplumsal ve ekonomik olanın egemenliği başlamaktadır. Bu noktada politika
(yasama, yürütme, uygulama) toplumsal alanın aynası olma zorunluluğuyla karşı
karşıya kalmıştır. Politikanın özerkliği toplumsalın hegemonyasıyla ters
orantılıdır. Liberal düşünceyse her zaman ikisi arasındaki diyalektik bir
özlemle yaşamıştır. Devrimci düşünce olan sosyalist düşünceyse açıkça, tarihsel
açıdan politikanın, toplumsalın saydamlığı içinde yok olacağını söylemektedir.
Bu savaştan toplumsal galip çıkmıştır. Ancak bu
genelleştirme, bu beyin yıkama ve toplumsalın politikanın sıfır derecesine
indirgendiği bir düzeyde; salt bir gönderene dönüşerek, her yerde hazır ve
nazır olan, fiziksel ve zihinsel uzamın tüm boşluklarını kapatan aynı
toplumsalın hali ne olacaktır? Bütün bunlar toplumsalın sonunu
işaretlemektedir. Toplumsalın enerjisi azalmakta, özgünlüğü elden gitmekte,
tarihsel niteliği ve idealliği buharlaşıp uçmaktadır. Toplumsal, bir sistem
uğruna adını yitirirken, politika da yok olmaktadır. Toplumsal artık
anonimleşmiştir. O artık KİTLEDİR. KİTLELERDİR.
Politika stratejik bir alan düzenlemesi olmaktan
çıkartılarak, önce bir temsil edilme sisteminin içine yerleştirilmiş, daha
sonra da güncel bir yeniden biçimlenme senaryosuna dönüştürülmüştür. Bir başka
deyişle aynı sistemin içinde aynı göstergelerin çoğullaştırılmasıyla uzayıp
giden ve artık hiçbir şeyi temsil etmeyen –belli bir “gerçeklik” ya da
toplumsal gerçeklik içinde hiçbir “eşdeğerlisi”nin bulunmadığı bir şeye
dönüşmüştür. Artık politik örgütleri güçlendirebilmek için bir toplumsal tanımı
bile yoktur (bir halk, bir sınıf, bir işçi sınıfı, nesnel koşullar).
İş görebilen tek gönderenin adı yine sessiz
çoğunluktur. Bütün güncel sistemler bu model üstünde iş görmektedirler.
Varlığı artık toplumsal değil, istatistiksel olan bu kaypak kavramın ortaya
çıkabildiği tek yer sondajlardır. Toplumsal adlı gökyüzünün ufkundaki hayal ya
da toplumsalın zaten içinde bulunduğu bir ufkun simülasyonu.
Sessiz çoğunluğun ya da kitlelerin düşsel bir gönderen
olması, onun var olmadığı anlamına gelmez. Bunun anlamı sessiz çoğunluğun
artık temsil edilemeyecek bir durumda bulunmasıdır. Kitleler artık bir
gönderen olmaktan çıkmışlardır. Çünkü artık temsil edilememektedirler. Ses
vermeyen bu kitleler sondajlar aracılığıyla sık sık yoklanmaktadırlar.
Düşünceleri yansıtılmamaktadır. Yalnızca ne düşüncükleri konusunda testler
yapılmaktadır. Referandum (kitle iletişim araçları da sonsuz bir soru/yanıt
referandumudurlar) politik gönderenin yerini almıştır. Oysa sondajlar, testler,
referandum ve kitle iletişim araçları temsil edici bir sisteme ait tertibatlar
değil, simülatif bir sisteme ait olan tertibatlardır. Artık amaçlanan şey bir
gönderen değil, bir modeldir. Klasik toplumsallaşmaya ait olan (bugün hala
ondan arda kalmış seçimler, kurumlar, temsil etme düzeni ve hatta baskı)
tertibatlar aracılığıyla bu bağlamda yapılan devrim bütünseldir. Diyalektik bir
yapı içinde yerini politik bir oyun ve karşıtlıklara bırakmış olan toplumsal
anlam hala bir kutuptan diğerine geçebilmektedir.
Simülasyon düzenindeyse her şey değişebilir. Örneğin
sondaj/sessiz çoğunluk ikilisi içinde artık ne kutup, ne de ayrımlayıcı
terimler vardır. Öyleyse toplumsala ait bir elektrik enerjisi de yoktur. Çünkü
bir çembere dönüşmüş bulunan kutuplar birbirine karıştığından kısa devre
yapmıştır (aynen ADN’nin içinde uyarıcı toz ve moleküllere komut vermeyle,
genetik kod konusunda olduğu gibi). Bu ideal bir simülasyon biçimidir.
Kutupların çökmesi ve modellerin yörüngeleşmiş dolanımı (bu aynı zamanda sesi
kesilmiş her türlü sürecin ana kalıbıdır).
Dış etkiler, mesajlar ve testlerin bombardımanına
uğrayan kitleler artık kara bir maden kütlesi gibidirler. Bir yerde yalnızca
tayflarının analizi aracılığıyla tanınabilen gaz kitleleri gibidirler
–istatistikler ve sondajlarla eşdeğerli olan ışık demetleri tayfı-. Zaten başka
bir şey beklemek de boşunadır. Artık ne dışavurum vardır ne de temsil edilme.
Yalnızca ve yalnızca açıklanamaz ve açıklanamamış olan bir toplumsallaşmanın
simülasyonu vardır. Onlardaki sessizliğin anlamı budur. Oysa bu sessizlik
yanıltıcıdır –çünkü bu konuşmayan bir sessizlik değildir. Yalnızca kendi
adına konuşulmasını yasaklayan bir sessizliktir. Bu anlamda bir
yabancılaşma biçimi olmaktan çok, etkili bir silahtır.
Artık hiç kimse sessiz çoğunluğu temsil ettiğini ileri
süremez. Bu sessizlik bir anlamda kendini temsil edenlerden öç alma anlamına
gelmektedir. Kitleler sınıf ya da halk gibi eskiden kendilerine başvurulan
bütünlere benzemezler. İçine çekildikleri sessizlik aracılığıyla artık tarihin
de ilgi alanı dışına çıkmışlardır. Öyleyse kitleler konusunda konuşulamaz.
Onlar birbirlerine eklemlenemezler. Temsil edilemezler ya da politik “ayna
evresi” (ünlü Lacan kuramı) ve düşsel özdeşleşme aşamalarından geçemezler.
Sonunda nasıl bir güç olabildikleri ortaya çıkmaktadır. Tarihin ilgi alanına
giremediklerine göre –ne kendi dillerinde (çünkü kendi dilleri yoktur) ne de
onların adına konuştuğunu ileri sürenlerde- yabancılaşma hastalığına
yakalanamazlar. Artık devrimci umutlar suya düşmüştür. Suya düşen umutlarsa
işçi sınıfı konusunda yapıldığı gibi kitlelerin kendi kendilerini yadsıma
palavrası üstüne kurulmuştur. Oysa kitle ne bir olumsuzlama ne de bir patlama
alanıdır. O bir emme ve merkezden dış çeperlere doğru dalga dalga yayılım
alanıdır.
Özgürlük, devrim ve tarihsellik şemalarının
erişemedikleri kitle, bu durumu kendine göre bir savunma ve misilleme yöntemi
haline getirmiştir. Kendi üstünde ne türden bir “iktidarın” etkin olduğunu
bilmeyen kitle, hayali bir politik sınıfın elinde düşsel bir gönderen ve
simülasyon modeline dönüşmüştür. Kitle aynı zamanda ölümün ta kendisidir.
Kendisini yönetmekle yükümlü olan bir politik sürecin sonudur. Politika onun
içinde bir irade ve temsil etme gücü şeklinde eriyip gitmektedir.
Uzun bir süre iktidar stratejisi kitlelerin uyuşukluğu
üstüne kurulmuş gibi görünmüştür. Kitleler edilginleştikçe de iktidar kendinden
eminleşmiştir. Oysa bu mantık iktidarın yalnızca bürokratik bir merkeziyetçi
olduğu dönem için geçerlidir. Bugün iktidara karşı kendi mantığı
kullanılmaktadır. İktidarın tepkisizleştirdiği şey (kitle) kendi ölümünün
göstergesine dönüşmektedir. İşte bu yüzden sistem kendi stratejisinde
değişiklik yaparak, kitlenin edilgin bir konumdan yönetime katıldığı bir konuma
geçmesi ve sessizliğine bir son vererek konuşmasını istemektedir. Oysa iş işten
geçmiştir. “Tehlikeli kitle” ve toplumsalın tepkisizlik adı altındaki
gerilemesi artık bir engel olmaktan çıkmıştır.
Sistem, kitleleri ne şekilde olursa olsun
konuşturabilmek için elinden geleni ardına koymamaktadır. Onlara toplumsal,
sendikal bir varlık olduklarını; eğlencelere ve özgür konuşmalara katılmaları
gerektiğini anlatabilmek için her yolu denemektedir. Adını söylemesi için bu
hayalete küfür etmek gerekmektedir. Günümüzde artık gerçek sorunun kitlelerin
ya da sessiz çoğunluğun sessizliği olduğunu bütün açıklığıyla gösteren başka
bir olay yoktur.
Tüm çabaların amacı kitlenin yeniden sessizliğe
dönmesini, tepkisizleşmesini engelleyebilmek ve yönlendirilebilen bir emülsiyon
olarak kalmasını sağlayabilmektir. Artık kutsal şef ve kilise döneminde
yaşamadığımız için kitlenin ne olduğu teşhisi konmaya çalışılırken saçma sapan
bir şekilde konuşulmaktadır –burada da enformasyon ve istatistiğin evrensel
egemenlik dönemine geçmekteyiz. Böylelikle kitleyi yoklayarak neler
yapabileceğini hissetmeye çalışan ve onu baştan çıkartıp kendi saflarına bir
türlü katamayanların öfkesini anlayabilmek kolaylaşmaktadır. Çünkü böylelikle
birtakım varsayımlara ve yığın hareketlerini öngören yanılsamalara
varılmaktadır. “Fransız halkı böyle düşünüyor… Alman halkının büyük
çoğunluğunun kınadığı… Prensin doğumu bütün İngiltere’yi yerinden oynattı, vs.”
- önünü görmekten aciz ve kendisine uzatılan ayna üstüne görüntülerini
düşüremeyen tüm düşünceler.
Üstelik gösterge bombardımanına tutulan kitleden
bunlara bir yanıt vermesi de istenmektedir. Bir “cyclotron” (Ağır tanecikleri
yörünge şeklinde hızlandırıcı.) içindeki çekirdeklerin tanecikler tarafından
bombardıman edilmeleri gibi, kitle de benzer bir şekilde imge, ses ve ışık
dalgaları tarafından bombardıman edilmektedir. Haber denilen şey de budur.
Haber ne bir iletişim ne de bir anlam biçimidir. Laboratuvarlarda yapılan atom
bombardımanı deneyleri gibi hiç durmadan input-output’larla dolup, boşalan ve
zincirleme bir tepkimeye uğrayan sürekli bir emülsiyon biçimidir. “Toplumsal”ın
oluşturulabilmesi için kitlenin “enerjisi” emilerek alınmalıdır.
Oysa bu tersine işleyen bir süreçtir. Çünkü ister
haber, isterse güvenlik olsun bütün bunlar “toplumsal ilişki”yi yoğunlaştırarak
onu yaratacaklarına, “entropik” süreçler olarak toplumsalın sonunu belirleyen
yöntemlere dönüşmektedirler. Kendilerine haber ileterek kitlelerin biçimlendirilebileceği
sanılmaktadır. Yine haber ve mesajlarla toplumsal enerjinin yok edilebileceği
sanılmaktadır. Artık toplumsallaşmayı belirleyen şey kuramsal sınırlar değil,
haber miktarıyla iletişim araçlarının karşısında geçirilen saatlerdir. Ancak bu
da yanlış bir düşüncedir. Çünkü haber kitlenin enerjisini yok etmek yerine, her
zaman için giderek büyüyen bir kitle yaratmaktadır. Haber, yaptığını iddia
ettiği gibi bilgilendirme ya da biçimlendirme ve yapılandırma yerine,
“toplumsal olanı” giderek daha bir nötralize edip, klasik toplumsal kurumlarla,
haberin içeriğine karşı duyarsız ve tepki göstermeyen bir kitle yaratmaktadır.
Simgesel yapıların toplumsal ve ona ait irrasyonel bir şiddet tarafından
parçalanmasından sonra sıra toplumsalın kitle iletişim araçları ve haberin
“irrasyonel” şiddetiyle parçalanmasına gelmiştir – beklenen sonuç doğal olarak
kitlenin atomlaştırılması, nükleer bir hale sokulması ve
molekülleştirilmesidir. Sonuç: İki yüzyıllık hızlı bir toplumsallaşmanın kesin
bir hezimete uğratılmasıdır.
Kitle, sahip olduğu toplumsal enerjiyi tüketebildiği
ölçüde bir kitle olarak algılanabilmektedir. Kitle bütün sıcak enerjileri
emerek nötralize edebilen soğuk bir depodur. Ayakta kalabilmeleri için
kendilerine, ürettiklerinden daha çok enerji harcanan maden ocaklarına
benzemektedirler. Toplumsal gerçeklik ilkesine özgü bu salt zayıflık ve yine
sözde ayakta tutulan toplumsalın bir iç patlama tehlikesiyle karşı karşıya
gelmesini engelleyebilmek için kademeli politik yatırım oranlarına müthiş bir
enerji harcanmaktadır. Sistem bu enerjinin içine saplanıp kalmıştır.
Gerçekte ne kadar mal varsa o kadar da anlam vardır.
Sermayenin mal ürettiği dönemlerde tüketim kendiliğinden gerçekleşmekteydi.
Oysa bugün hem tüketiciyi hem de talebi üretmek gerekmektedir. Bunu yapabilmek
ise malı üretmekten çok daha pahalıya mal olmaktadır (toplumsallık büyük ölçüde
şu 1929’daki talep kriziyle birlikte doğmuştur. Talep üretimi büyük ölçüde
toplumsalın üretimini de kapsamaktadır). Bu yüzden iktidar uzun bir süre
politik, ideolojik, kültürel ve seksüel anlam üretmiştir. Onu talep izlemiş ve
sonunda arzı emerek aşıp geçmiştir. Böylelikle anlam giderek azalmış ve bütün
devrimciler giderek daha çok anlam üretmeyi amaç edinmişlerdir.
Bugün artık her şey değişmiştir. Bundan böyle anlam
bunalımı yoktur. Çünkü her yerde giderek daha çok anlam üretilmektedir
–yetersiz kalan artık taleptir. Sistemin asıl sorunu da bu anlam talebi
üretimidir. Talep, anlam arzusu ve anlama minimal düzeyde katılma olmazsa
iktidar boş bir hayal ya da anlamsız bir perspektif olmaktan öteye
gidemeyecektir. İşte burada da talep üretimi anlam üretiminden çok daha
pahalıya mal olmaktadır. Sonuna kadar gidildiğindeyse bunun olanaksız bir şey
olduğu görülecektir. Çünkü sistem bütün enerjilerini bir araya getirebilse bile
bu işi başaramayacaktır. Çünkü mal ve hizmet talebi her zaman için yapay bir
şekilde üretilebilir. Biraz pahalı olmakla birlikte herkesin satın alabileceği
bir fiyata satılması da mümkündür. Bunun örneklerini gördük. Oysa anlam ve
gerçekliğin yokluğu doldurulamaz. Anlam yokluğuysa kesin bir yıpranmışlıktan
başka bir şekilde yorumlanamaz.
Kitle bütün toplumsal enerjiyi yuttuğu gibi, onu
yansıtmamaktadır. Bütün göstergeleri ve bütün anlamı yutup geriye iade
etmemektedir. Kendisine sorulan tüm sorulara aynı yuvarlak yanıtları
vermektedir. Hiçbir şeye katılmamaktadır. Akımlar ve testler aracılığıyla
yoklandığında bir kitleye benzemekte ve her türlü akımla, haberin
üstünden geçmesini sağlamakta, (hangi türden olursa olsun) iyi bir norm
ileticisi işlevi görmekte ve böylelikle toplumsal, salt bir saydamlaşmaya
uğrayarak yerini iktidar ve toplumsal oyunlara bırakmaktadır. Bütün bunlar
kitle adlı ele avuca sığmayan çekirdeğin çevresinde dönüp duran yıldız
kümecikleridir.
Kitle bir hayvan sürüsü kadar suskundur. Kitleyi
sürekli olarak sondajlarla tartmak boşuna uğraşmaktır (öte yandan sürekli
olarak katılması istenen haber olgusu aracılığıyla kendisine laboratuvar
deneylerinde hayvanlara yapılan işkenceye benzeyen bir tür işkence
yapılmaktadır). Çünkü doğrunun solda mı, yoksa sağda mı olduğu söylemediği gibi
devrimle, baskı arasında hangisini yeğlediğini de söylememektedir. Onun için
doğru ve akıl yoktur. Kendisine yapılan yakıştırmalar umrunda bile değildir.
Kitlede bilinç ve bilinçaltı yoktur.
Kitle insanı bezdiren bir suskunluktur. Politik
denklemlerdeki bilinmeyendir. Bu bilinmeyen, bütün politik denklemleri yok
edebilmektedir. Oysa herkes bu sessizliği konuşturmaya çalışmaktadır. Ancak
kitlelerdeki yanıtsızlık gücü ölçülemez. Hiçbir sondaj onu ortaya çıkartamaz.
Çünkü kitleler onu anında yok ederler. Sözünü ettiğimiz hipergerçeklik içinde
toplumsal ve politik alanın altını üstüne getirirler. Politika kitleleri
yanıtlar alabileceği bir toplumsal simülasyon ve yankılanma odasına sokmaya
çalışırken (kitle iletişim araçları, haber) kitleler tam tersine toplumsalın
içinde simüle edildiği ve yankılandığı muazzam bir mekana dönüşmektedirler.
Güdümlenme diye bir şey hiçbir zaman için var olmamıştır. Her iki taraf da aynı
silahlarla çarpışmıştır. Bugün savaşı kimin kazandığını söyleyebilmek
imkânsızdır. İktidarın kitleler üstündeki simülasyon gücü mü? Yoksa kitlelerin
iktidarı çökerttikleri ters simülasyon mu?
"Hipersimülasyon" aracılığıyla bütün
modelleri yansıtan kitle (mizahın içkin bir biçimi olan "hiperuyumluluk"
aracılığıyla), onları yok edebilecek bir güce sahip "simülasyon"un
hem öznesi, hem nesnesi olmak gibi ters bir işi başarmıştır. Kitleyi, kitle
iletişim araçlarının dışında bir yerde aramak boşunadır.
Kitle: Bir özne, bir özneler grubu ve bir nesne olmama
tersliğini başarmıştır. Onu gerçek ya da mitik bir özneye dönüştürmek için
girişilen tüm çabalar boşunadır. Onu bir nesneye dönüştürerek, işlenmiş bir
malzeme gibi inceleme ve çözümleme amacını güden tüm çabalar, nesnel yasalar
uyarınca tam tersine, kitlelerin güdümlenemezliği gerçeğine ya da kendilerinden
korkulan unsurlar, ilişkiler, yapılar ve bütünler gerçeğine çarpmaktadır.
Denenen tüm güdümleme girişimleri sonunda kitlenin içinde boğulmakta,
emilmekte, yolundan çevrilmekte ve başka bir şeye dönüştürülmektedir. Onun
neyi, nereye doğru sürüklediğini söyleyebilmek imkansızdır. En akla yakın
açılım, tüm güdümleme girişimlerini atlatarak sonsuza açılan bir dönem içinde
tükenmeye başladığıdır. Hiçbir çözümleme bu darmadağınık, merkez dışı, moleküler
gerçekliği açıklayamaz. Çünkü son aşamadaki "öz" çözümlemesinde nesne
kavramı buharlaşıp yok olmaktadır. Dolayısıyla ortada açıklaması yapılacak bir
nesne olmadığı gibi, bu açıklamayı yapabilecek bir özne de yoktur.
Kitle kavramı bu durumu "toplumsal kavramı"
için de geçerli kılmaya çalışmaktadır. Toplumsal da artık nesnel bir şekilde
açıklanamaz (ya da politik terimlerle söylemek gerekirse artık temsil
edilemez). Çünkü kendisini açıklamaya çalışan herkesi ortadan kaldırmaktadır
(ya da yine politik terimlerle söylemek gerekirse kendisini temsil
edebileceğini sananları yok etmektedir). Bütün bunları ancak sondajlar ve
istatistikler aracılığıyla saptayabliriz. Oysa bu sondaj ve istatistik
büyüleriyle, meteorik olarak adlandırılan alışkanlıkların gerçek nesneleri
yoktur. Özellikle de açıklamaya çalıştıkları kitleler onların çalışma alanı
içinde değildir. Yaptıkları tek şey eksikliği kolay kolay bağışlanamayacak olan
bir kitle hayali yaratmaktır. Bu hayali ise önceden bilinen yanıtlar, sözüm ona
kitleyi ve arzularını belirleyen bir kapalı devre gösterge sistemi aracılığıyla
"üretmektedir". Devingen, güdümlenebilmeleri için anında üretilen,
sonuçlarına yer değiştirtilebilen göstergeler -işte bunlar sondajdır-.
İstatistiklerin üzerinde kol gezen derin belirsizlik herkes tarafından bilinen
bir olgudur (olasılık hesaplarıyla, büyük sayılarda da bir belirsizlik olduğu
ve madde kavramındaki "devingenliğin" herhangi bir "nesnel
yasa" kavramına uymasında güçlükler çıktığı herkes tarafından bilinmektedir).
Pozitif olduğu söylenen bilimlere özgü deneylerin
bile, sondaj ve istatistiklerde kullanılan yöntemlerden daha inandırıcı
olduğunu söyleyebilmek oldukça güçtür. Kodlanmış ve yönlendirilmiş bir
"nesnel" sorgulama biçimi hangi alanda olursa olsun, bu kısır
döngüden kurtulamayan bir doğruya saplandığı gibi amaçladığı konuyu da ortadan
kaldırabilmektedir. Dünyanın nesnel belirsizliği konusundaki bu kararsızlık her
tarafa yayılabilir. Doğa bilimlerindeki maddeyle, cansız arasındaki ayrım
istatistik ve sondajlardaki kitleyle canlı "toplumsal" arasındaki
ayrımın aynısıdır. Bilimlere gelince onlar da aynı işaret ve aynı umut kırıcı
yanıtları göndererek son aşamada kitleler gibi her türlü tanımlamadan kaçmak
istemektedirler.
Gerek "madde" gerekse bilimin ele aldığı tüm
konularda müthiş bir ironi vardır. Tıpkı susan kitlelerde olduğu gibi.
Kitlelerin istatistiklerde ortaya çıkan yanıtları, sorulan sorulara o kadar
uygun düşmektedir ki, Hegel'in sözünü ettiği kadınlık ironisini
anıtsatmaktadır. Yalancı bir sadakat, aşırı bir bağlılık; sonuçta, ölümsüz
Aslan Asker Schweik örneğinde olduğu gibi kendisini yöneten yasalara sıfırı
tükettiren bir edilgenlik ve boyun eğme simülasyonu.
Sözcüğün yazılı anlamında (bir düşsel çözümler
biliminin) patafizik bir simülasyon bilimine dönüştürülerek, oradan da
nesnel, evrensel yasaları ve onları kendilerine göre yorumlayan çılgınlarla
birlikte yaşanan dünyanın "hipersimüle" bir açıklamasına
gönderecektir. Kitlelerdeki bu bilinçsiz mizah gücü bizi toplumsal denilen
metafizik beladan kurtararak bir patafiziğin içine sokacaktır.
Oysa bu düşünce şimdiye kadar açıklanmış tüm gerçeklik
süreçlerinin tersini söylemektedir. Bu belki de bir anlam yanılsamasıdır. Bilim
adamını, maddenin ya da canlının "nesnel bir şekilde" yanıt
vermediğine inandırmak güçtür. Ya da sorduğu sorulara aldığı aşırı
nesnel yanıtlar karşısında kuşkuya düşmesi beklenemez. Çünkü böyle bir
varsayımın saçma ve üstünde durulmaya değmez bir şey olduğunu düşünecektir.
Zaten o bilim adamının başka türlü düşünemeyeceği ve bunu hiçbir zaman yapmayacağı
kesindir. O sorularından ve yanıtlarından memnundur.
Aynı varsayım her yerde geçerlidir, bu herkesin
bildiği inandırıcılık aksiyomudur. Reklamcı, insanların, üretmiş olduğu reklamlara
inanmadığına inanmak istemez -en alt düzeydeki minimum bir olasılık bile olsa
mesajın amacına ulaştığını ve anlamının çözüldüğünü düşünmek ister. Bu
alanda hiçbir kuşkuya yer yoktur. Mesajın alıcı üstündeki yansımasının sıfır
olduğu gerçeği ortaya çıktığı anda reklam kurumu o anda yok olacaktır. Çünkü
yaşamı kendi kendine tanıdığı yaşama hakkıyla belirlenmiştir (bilimin nesnel
dünyaya yaklaşımı da benzer bir yaklaşımdır. Reklamcı ters varsayımın geçerli
olabileceği o korkutucu düşünce yüzünden reklam mesajlarının hiçbir zaman için
alıcıya bütünüyle varamadıklarını, izleyicinin bu boşluğa yansıyan içerikler
arasında bir ayrım yapmadığını ve iletişim aracının yalnızca bir zaman geçirme,
eğlendirme ve büyüleme rolü oynadığını bir türlü kabul edemez. McLuhan'ın
pergamberce lafı: MEDIUM IS MESSAGE, içinde yaşanan bir türlü kitle iletişim
araçsal "cool" kültürel evreyi kapsayan tipik bir formüldür. Bu evre
özden yoksun bir "etherin" bütün mesajları uyutup, nötralize ettiği,
anlamı dondurduğu bir evredir. Eleştirel düşünce değerlendirmekte, seçmekte,
ayrımlar üretmekte ve anlam konusunda bir seçim yapmaktadır. Buna karşın
kitleler hiçbir seçim ve ayrım yapmadıkları gibi aldırmazlık/duyarsızlıktan
başka bir şey üretmemektedirler- aracın büyüleme gücünü mesajın eleştirel
boyutuna tercih etmektedirler. Çünkü büyülenmenin anlamla bir ilişkisi yoktur.
Büyülenme anlamdan yararlanmamayla doğru orantılı bir durumdur. Araç yararına
mesajın ve simülasyon yararına doğrunun nötralize edilmesiyle sağlanır. Kitle
iletişim araçları işte bu düzeyde iş görürler. Onların ilkesi büyülemedir. Anlama
karşı giriştikleri şiddetli saldırı; iletişimin başka bir iletişim biçimi
yararına anlama karşı giriştiği olumsuzlayıcı saldırı. Hangisi?
Anlamın yararlandığı aracın dışında kalan ve iletişimdeki yoğunluğun anlam
tarafından yutularak çökmesiyle sonuçlanacak bir iletişim biçimi bize göre
olanaksız bir varsayımdır. Çünkü hoşa giden şey ne anlam ne de aşırı
anlamlılıktır. İnsanı büyüleyen şey anlamın nötralize edilmesidir (Witz,
nüktenin gerçekleştirdiği işlem, bkz. Simgesel Değiş Tokuş ve Ölüm'ün içinde). Bu
nötralize etme işiyse bir ölüm güdüsü tarafından gerçekleştirilmemektedir.
Çünkü bu durumda yaşamın bir anlamı olacaktır. Oysa tam tersine bütün bunlar
gönderene, mesaja ve her türlü dilbilimsel kategorilendirme girişimlerine karşı
bir alerji, bir meydan okuma ve sonunda göstergenin büyülenme içinde kaybolması
yararına inkar edilmesiyle sonuçlanmaktadır (artık ne gösteren vardır ne de
gösterilen. Anlam kutupları emilip yok edilmiştir). Hiçbir anlam bekçisi
bunların farkında değildir. Anlam ahlakı büyülemeye karşıdır.
Politika adlı çember de bir inanılabilirlik varsayımı
üzerine kurulmuştur. Bu varsayıma göre kitlelerin eylem ve söylevlere karşı
geçirgen oldukları, bir görüşe sahip oldukları ve sondajlarla, istatistiklere
ait somut veriler oldukları söylenmektedir. Çünkü politikacılar ancak bu
verilerin varlığına inandıklarında, politikanın varlığına inanabilmektedirler.
Oysa politika uzun bir süreden bu yana yarı sportif yarı eğlendirici bir özel
eğlence programına dönüşmüştür (Amerika'da seçimler sırasında çekilen
piyangolar ya da seçim akşamları yayınlanan radyo ve televizyon programları).
Bütün bunlar eski, komik ve büyüleyici töresel güldürüler biçiminde
yapılmaktadır. Halkın gözünde seçimler çoktandır bir televizyon oyununa
dönüşmüştür. Politikaya yataklık eden televizyon oyunları sonunda politika
sahnesi ve oyunlarını teatrelleştirerek intikam almaktadır. Halk
yalnızca seyircidir. Maç, film ya da çizgi roman politika için birer
örnek algılama modeline dönüşmüşlerdir. Eve getirilmiş bu sinemada insanlar kendi
kişisel görüşlerindeki değişiklikleri günlük sondajlarla eğlenerek
izlemektedirler. Çünkü burada da sorumluluk almayı gerektiren bir durum yoktur.
Gerek politik gerekse tarihsel açıdan kitlelerin hiçbir zaman bilinçli
sayılabilecek bir yönteme başvurmadıkları görülmektedir. Onlar her zaman
sorumsuzluğu seçmişler ve her zaman aptalcasına ölmüşlerdir. Bu politikadan
kaçmak değildir. Bu toplumsallaşmanın, politikanın, kültürün başını çeken
kastla; biçimsiz kalıntı değerine sahip, anlamsız yığın arasındaki onarılmaz
karşıtlıktır. Bir taraf sürekli olarak anlamın egemenliğini kusursuzlaştırmaya,
bu alanda yatırım yaparak toplumsalı anlamlı kılmaya çalışırken; diğeri bütün
bu anlam oyunlarına yön değiştirtmekte ve onları nötralize edip, alaşağı
olmalarını sağlamaktadır. Bu kavganın bir galibi olduğunu söyleyebilmek o kadar
kolay değildir. Çünkü bu kavganın bir benzeri tarihsel olanla günlük olan,
kamusalla kişisel dünya arasında da vardır.1960'lı yıllara kadar tarih sesini
yükselterek kendini zorla kabul ettirmiştir. Kişiye özel ve günlük olansa
politikanın karanlık yüzünü oluşturmaktadır. İkisi arasında olsa olsa
diyalektik bir ilişki bulunduğunu ve bireysel gibi günlük olanın da tarihin
ötesine geçip, evrensele ulaşarak bir çiçek gibi açabileceği düşünülebilir. O
günlerin gelmesini beklerken kitlelerin kendi evlerine kapanması insanı
üzebilir. Tarihi, politikayı ve evrenseli yadsımaları ve aptalca bir tüketim
sürecinin günlük sorunları arasında yitip gitmeleri (iyi ki çalışıyorlar, iyi
ki bu çalışma onların bilinçlenmelerini beklerken, kendilerine
"nesnel" bir tarihi konum sağlıyor) ancak üzücü olabilir. Oysa bugün
tarihin sesi kesilmiş, soluğu çıkmaz olmuştur. Çünkü artık günlük olaylar
seslerini çıkartmaya başlamıştır. Günlük yaşamdaki can sıkıntısının, tarihin
anlamsız yönünü oluşturmadığı düşünülmeye başlanmıştır -daha iyisi özel yaşamın
kendi üstüne kapanması politikaya bir meydan okuma anlamına da gelebilir
ve politik güdümlemeye karşı etkin bir direniş biçimi olarak gösterilebilir.
Roller değişmeye başlamıştır. Yaşamın can sıkıcılığı, günlük yaşam, eskiden
küçük burjuva olarak kınanan, iğrenç ve (cinsellik de dahil olmak üzere)
depolitik olan her şeyin ön plana çıkması, tarih ve politikayı soyut bir
olaylar bütünü olmaya doğru itmektedir.
İnsanın gözünü korkutan korkunç bir varsayımdır bu.
Çünkü buna göre depolitize edilmiş kitleler politikanın gerisinde değil,
ilerisindedirler. Özel yaşam, ismi konulamayan şeyler, günlük olaylar,
anlamsızlıklar, küçük ayak oyunları ve küçük edepsizlikler vs., temsil edilmenin
önünde gitmektedirler yoksa arkasından değil. Kitleler o "safça"
olarak adlandırılan günlük yaşantıları içinde ("politikanın sonu" ile
ilgili çözümlemelere aldırmadan) politikanın sonu konusunda çoktan bir karar
vermişlerdir. Kullandıkları dilin dilbilimi aşması gibi bu kararla politikayı
aşmışlardır.
Dikkat! Bir temsil etme diyalektiğiyle her türlü
devrime karşı gelip, evrensele doğru gidişin içine girmeyen bu özel ve
asosyal evreni, oyunu oynamayı yadsıyan bu kendi üstüne kapanışı, kimileri, tüm
sıradanlığına karşın (özellikle cinsellik ve arzu adı altında), yeni bir
devrimci enerji kaynağı olarak görüp, kendisine anlam vererek, tarihsel bir
olumsuzluk gibi göstermeye çalışmaktadırlar. Küçük ayrımlar, körü körüne
uygulamalar, anonim marjinallikler ve mikro arzuların coşkusu. Anlamsızlığı
canlandırarak anlam düzeyine yüceltebilmek ve politikanın hesabına geçirmek
için girişilen entelektüel sıçramalar. Sıradanlık, tepkisizlik ve depolitik
olmak bir zamanlar faşist kökenliydiler -bir anlam değişikliğine uğramadan ya
da anlamlarını yitirmeden- şimdi de devrimci olmaya çalışıyorlar. Arzu
politikasının ötesinde kalan sıradanlığın gerçekleştirdiği bir mikro devrim
-yine bir "özgürlükçü" numarasıdır. Çünkü anlamın yadsınmasının bir
anlamı olamaz.
Sessiz yığınların ortaya çıkış olayı, tarihselin
toplumsala direniş devresine denk gelmektedir. Çalışmaya direnme, tıbbi bakıma
karşı direnme, okula direnme, sosyal sigortalara, habere karşı direnme gibi.
Resmi tarih toplumsaldaki gelişmenin sürekliliğini kaybeder. Göz kamaştırıcı ve
övgüye değer olan gelişmenin dışında kalan her şeyi bir barbarlık kalıntısı
gibi karanlığa doğru iter. Oysa söylenenin tam tersine toplumsal kesin bir
zafer kazanmıştır. Artık bu hareket değiştirilemez (toplumsallık konusunda
herkes aynı düşünceye sahip gibidir), toplumsala karşı direniş bütün alanlarda
toplumsaldan çok daha hızlı bir şekilde gelişmiştir. Değişiklik, ilkellik
ve şiddet, düzenin aşılıp geçilmesiyle başlamıştır (ki bunlar daha sonra
toplumsal tarafından özümsenmiştir. Hiç korkmayan toplumsalın sağlığı oldukça
yerindedir, teşekkür ederiz. Çünkü aşılanma ve güvenceden yalnızca deliler
kaçar). Bu cephesel karşı koymalar toplumsallaşmanın cepheden, şiddetle
saldırdığı bir döneme rastlarken, direnişin kökeninde yine kendi kültürlerini
ve orijinal yapılarını korumaya çalışan geleneksel gruplar vardı. Direnişin
kökeninde kitle diye bir şey yoktu, tam tersine soyut ve türdeş bir toplumsal
modele karşı gelen farklı yapılar vardı.
Amerikan sosyolojisinin çözümlediği "two steps
flow of communication" (iletişimin iki basamaklı akışı) da aynı türden bir
direnmeyle karşılaşmaktadır. İster politik, ister kültürel, isterse reklama
özgü olsun kitle, iletişim araçlarının mesajlarını karşılarken edilgin bir yapıya
sahip değildir. Tek anlamlı, tek tip ve zorunlu bir çözme işlemine başvurmadığı
gibi mesajları da kendi bildiği gibi çözmektedir. (Başka mesajlar aracılığıyla)
bu mesajları durdurmakta , yerlerini değiştirmekte (bu ikinci bir düzeydir),
egemen olan koda karşı özel alt-kodlar üretmekte ve aynen ilkel toplulukların
yaşamına sokulan Batı parasının (Yeni-Gineli Siyanlar) ya da Korsikalıların
düşman kabile stratejisinden yola çıkarak gözden geçirdikleri seçim
stratejileri gibi yeni simgesel anlamlara sahip olmaları sonucu, yeniden
yorumlandıklarında ilk anlamlarından apayrı ve değişik anlamlara sahip
olabilmektedirler. Egemen kültürün dağıttığı bu malzemenin alt-gruplar
tarafından ayartılması, emilmesi ve eritilmesi adlı kurnazlık gerçekte
evrensel bir kurnazlıktır. "Az gelişmiş" kitlelerde tıbbın sihirli
bir biçimde kullanılmasını sağlayan da aynı olgudur. Bütün bunlar bir araya
getirilip arkaik ve irrasyonel bir zihniyete bağlandıklarında rasyonel tıbbın
açtığı yaralara (bilinçaltından) "bilmeden" ancak (görünür olana karşı)
bilinçli bir şekilde karşı koyan, üstelik işi çığrından çıkartarak olaya yön
değiştirten saldırgan bir uygulama biçimi görmek mümkündür.
Oysa bu bile oturmuş bir yapıya ve geleneksel
anlamlara sahip bir grubun işidir. Kitleden kaynaklanan toplumsallaşmayı
başarısızlığa uğratan güç onun yapısızlığı ve tepkisizliğidir demek başka bir
şey söylemektir. Keza, kitle iletişim araçları konusundaki geleneksel direniş,
mesajların gruba özgü kod ve kendi amaçları doğrultusunda yeniden
yorumlanmasından ibarettir. Kitleler kendilerine gönderilen her şeye, blok
halinde ve onları birer gösteriye dönüştürerek yön değiştirtmektedirler. Bunun
için bir başka koda gerek yoktur. Anlam gibi bir sorunları da yoktur.
Direnmezler de. Her şeyi anlamsızlık adlı biçimsiz bir toprağın içine sokmak
yerine bütün yönlere doğru yayılan bir büyülenme/güdümleme çemberinin içine
kaydırmayı yeğlerler.
Kitle iletişim araçlarının her zaman kitleleri sarıp
sarmaladıkları söylenmiştir -bu zaten kitle iletişim araçlarının
ideolojisidir-. Güdümlemenin sırları gece gündüz aralıksız sürdürülen bir kitle
iletişim araçları semiyolojisinde aranmıştır. Ancak iletişimin bu saftoron
mantığı içinde kitlelerin bütün kitle iletişim araçlarından çok daha güçlü
bir iletişim aracı oldukları unutulmuştur -ya da en azından hiçbirinin bir
önceliğe sahip olmadğı unutulmuştur. Gerek kitle gerekse kitle iletişim
araçları aynı sürecin içindedirler. Mass(age) is message.
Aynı şey sinema için de geçerlidir. Çünkü bu aracı
yaratanlar da başlangıçta rasyonel, belgesel, haber yönü güçlü, toplumsal bir
iletişim aracı olabileceğini düşünürken, sinema kısa bir süre sonra düşselin
alanı içine girmiştir.
Teknik, bilim ve bilgi için de benzer şeyler
söylenebilir. Bu onların kaderidir. Sihirli ve tüketilen bir (eğlence) gösteri
olmak. "Gereksinim kuramı" konusundaki ciddiyetlerine ve yararlılık
söylevi konusunda ortak bir görüşe sahip olmalarına karşın, ekonomistler,
tüketimi hiçbir zaman için rasyonelleştirememiş ve apışıp kalmışlardır. Oysa
çok kısa bir süre içinde kitlelerin gereksinimlerle hiçbir ilişkileri (belki de
hiç olmamıştır) kalmamıştır. Bu süre içinde tüketimi bir konum ve prestij
aracına dönüştürüp, yararsız yarışmalar ve yarışır gibi yapmalar ya da zaten
kullanım değerini aşan ölümüne bir gösteriş değeri gibi bir boyut içine
oturtmuşlardır. Kitleye karşı bütün cephelerden saldırılmakta (resmi
propaganda, çevreciler ve sosyologlar), sağlıklı ve hesaplı tüketim duyguları
işlenmeye çalışılmakta ancak hiçbir yanıt alınamamaktadır. Sistem açısından
durum umutsuzdur. Çünkü bir gösterge/değere atfedilen aşırı değer ve gösterge
değer aracılığıyla (ekonomistler bile onu bir değişken olarak ele aldıklarında
ekonomik aklın ipin ucunu kaçırdığını görmektedirler) kitleler ekonomiyi
başarısızlığa uğrattıkları gibi gereksinimlerin amacına ve davranışlarla,
amaçlar arasındaki dengeye karşı da direnmektedirler. Kullanım değerine karşı
gösterge/değer. Ekonomi politiği atlatmak için bu kadarı bile yeterlidir.
Sonuçta bütün bunların değişim değerine, yani sistemin işine yaradığı gibi laflar
edilmeye de kalkılmasın. Çünkü sistemin bu işten çıkar sağlaması ve onu
desteklemesi ("yabancılaşmış kitleler") önemli değildir. Çünkü uzun
vadede -daha şimdiden- kitlelerin oynadıkları oyun sonucu, ekonomi gereğinden
çok kullanılarak, her türlü rasyonel kullanım tanımlamasıyla ilişkisini kesmiş,
bir gösteriye hatta bir komediye dönüşmüştür. Bütün eğitim sistemleriyle,
sosyalist eğitim biçimlerine karşı direnen toplumdışı bir kullanım -kitlelerin
(siz, biz, herkes) artık ekonomi politiğin öte yakasına geçmelerini sağlayan
bir kullanım. Üstelik kitleler bunu yapabilmek için "diyalektik" ve
"özgürlük" kuramlarını ve gelecekte olacağı varsayılan devrimleri
beklememişlerdir. Kendilerini hiçbir şeyin kurtaramayacağını ve bir sistemin
ancak bir hipermantığa sahip olabileceği bir düzeye getirildiğinde
rahatsızlığının son hadde ulaşarak, onun, bir gün aniden sona erebileceğini
bilmektedirler. "Tüketmemizi isteyen siz değil misiniz? -Alın işte, her
şeyi yararsız ve saçma sapan bir şekilde ve giderek daha çok tüketeceğiz".
Tıp konusunda da benzer şeyler söylenebilir. Cepheden
gelen direniş (zaten bütünüyle yok olmuş değildir) daha kurnaz bir yıkım
biçimine dönüşmüştür. Çünkü artık denetlenemeyen bir ilaç tüketimi aynı
düşünceyi sağlık olayına da şırıngalamıştır. Sonuç büyük bir paniktir. Tıbbın
toplumsal amaç ve ereklerinin ayağını kaydıran korkunç bir bakım ve ilaç
tüketimi tırmanışı başlamıştır. İçinde bulunduğu durumda tıbbı yok edebilecek
daha iyi bir yol biliyor musunuz? Bundan böyle hekimler ne yaptıklarının ve ne
olduklarının farkında olmadıkları gibi, güdümlediklerini sandıkları bir sırada
güdümlendiklerinin farkında bile değildirler. "Bakılmak istiyoruz, ilaç
istiyoruz, sağlık güvencesi istiyoruz, sağlıklı olmak istiyoruz, daha çoğunu
istiyoruz, her geçen gün de daha çoğunu isteyeceğiz, hem de sonsuza dek!"
Yoksa kitlelerde tıbba karşı bir yabancılaşmadan mı söz etmek gerekir? Hayır,
kesinlikle hayır. Tam tersine kendilerine ait olan sosyal sigortalar adlı
kurumu alaşağı etmek üzereler. Bir mala benzetilen toplumsallıktan her geçen
gün biraz daha çok isteyerek (Sisteme: "Şu toplumsaldan biraz daha
versene, biraz daha, biraz daha" dercesine ta onu yok edinceye kadar) onun
varlığını tehlikeye sokmaktadırlar.
Arz-talep konusunda olduğu gibi şu toplumsaldan
isteme olayının bireysel bir tüketim maddesine indirgenmesi kadar büyük
bir delilik olabilir mi? Bu komik ve saçma bir şeydir. Çünkü bu tepkisiz
kitleler kendileri için çizilmiş toplumsal adlı yolda yürüyerek onun mantığını
ve sınırlarını aşmakta ve toplumsal adlı bütün binayı çökertmektedirler. Yıkıcı
bir hipersimülasyon (başka bir yerde çözümlemiş olduğumuz Beaubourg örneği
gibi), yıkıcı bir hiperuyumluluk, zafer kazanmış bir meydan okuyuşun bütün
görünümlerine sahiptir -bu meydan okuyuşun ne boyutlarını ne de sistemden
hakkını geri alışını hiç kimse ölçemeyecektir. Olayın can damarı işte bu
kaçınılmaz olan kör dövüşünde yatmaktadır. Sessiz çoğunluklar kendilerine zorla
onattırılmak istenen toplumsallaşmayı ya da kendilerini edilgin bir hayalete
dönüştürmek isteyenleri hayalete dönüştürerek kendi mantıkları doğrultusunda
ortadan kaldırmaktadırlar -yoksa bu işi ne bir sınıf kavgası ne de kendileriyle
ilişkisini yana yakıla kesmek isteyen aydın sınıfı aracılığıyla değil.
Günümüzde artık kitlelerin anlam ve özgürlüğe de sahip
bir toplumsallaşma adı altında vaftiz edilmeyi yadsıdıkları ilginç bir noktada
bulunuyoruz. Onları yeniden ele geçirip, kullanma düşüncesinden artık
vazgeçmeliyiz. Çünkü kitle diye bir şey yoktur. Bütün iktidarların gelip
içinde yok oldukları bu sessiz yığın bir sosyolojik bütünlük ya da gerçeklik
değildir. 0, iktidarın sırtında taşıdığı bir gölge, içine düştüğü dipsiz bir
çukur ve bir emme biçimidir. Bunu anlamak yeterlidir: Akışkan, devingen, uyumlu
hatta bütün isteklere aşırı derecede uyan ve katılmanın en aşırı ucu olan bir
hipergerçek uyumluluk yumağı. İşte iktidarın içinde bulunduğu güncel felâket.
İşte devrimin içine düştüğü iflâs çukuru. Çünkü için için kaynayan bu kitle hiç
bir zaman için patlamayacaktır. Üstelik her türlü devrimci söylev onun
içinde yok olacaktır. Öyleyse bu kitlelerle herkesin başı derttedir. Onlar bu
söylevlerdeki laytmotiftir. Bütün toplumsal projelerdeki sabit fikirdir. Oysa
onlar bütün bunları başarısızlığa uğratmaktadırlar. Çünkü hala toplum ve onun oluşmasının
kaynağında bulunduğuna inanılan eskatolojik bir umut ve klasik bir kitle
tanımıyla sınırlamışlardır. Oysa kitleler toplumsala ait değildirler.
Onlar her türlü toplumsallaşma ve sosyalizmin mal sahibidirler. Oysa şimdiye
kadar pek çok kuramcı, özgürlük tuzağı olan politikayla alay etme ve temsil
etme biçimlerinden dem vurarak anlam üstüne konuşmuşlardır. Ancak
kitleler: Anlam, politika, temsil edilme, tarih ve ideolojinin içinden
uyurgezer bir halde ve hepsini yadsıyarak, üstelik bütün radikal eleştirilerin
yapmak istediklerini yaparak geçtiklerinde bu sonuncular ne söyleyeceklerini
şaşırmakta ve geleceğe yönelik bir devrim –eleştirici devrim, prestij devrimi,
toplumsal ve arzu devrimi- düşlemeye başlamaktadırlar. Oysa şu salyangoz gibi
kendi içine doğru kıvrılan devrim, onların devrimi değildir. Çünkü eleştirici
ve dışa doğru patlayan bir devrim değildir. İçten, kendi kendine güdümlenen kör
bir devrimdir. Öyle canlı kanlı ve neşeli bir devrim değil, tepkisiz
(hareketsiz) bir devrimdir bu. Sessiz ve kendi üstüne kapanan bir devrim '
bütün sözü ele geçirme ve bilinçlenme biçimlerine ters düşen bir devrim. Onun
bir anlamı ve bize söyleyebilecek hiç bir şeyi yoktur.
Toplumsalın ölümünün son perdesinin oynandığı bir
bağlamda kitleyle ilişki kurabilen tek olay terörizmdir. Oysa kitlelerden
terörizm kadar kopuk bir şey yoktur. İktidarın onları karşı karşıya
getirmek istemesi de boşunadır. Oysa toplumsalın ve anlamın yadsınmasında
birbirlerine bu kadar benzeyen başka iki şey yoktur. Çünkü terörizm, kapitalizmi
(dünyadaki emperyalizmi, vs) hedef aldığını söylemektedir. Ancak yanlış yere,
kapitalin gerçek düşmanı olan toplumsala saldırmaktadır. Güncel terörizm ise
toplumsalın-terörizmini hedef almaktadır. Toplumsalın şu anda üretildiği
biçimini (ya da bizi bir sessiz yığın olarak üreten, her yanımızdan sarmış olan
bir denetleme ve koruma, dokulaşmış, nükleer ve bir yörüngeye oturtulmuş bir ağ
gibi ören) toplumsalı hedef olarak seçmiştir. -Yasa ve baskı yerine model
enjekte eden, şiddet yerine ikna/caydırma yöntemiyle iş gören hipergerçek,
algılanamayan bir toplumsallık- Terörizm ise bütün bunları kendisi de hipergerçek
olan bir başka eylemle yanıtlamaktadır. Daha başlangıcında bu eylem aynı
merkezden yönetilen kitle iletişim araçlarına ve büyülenmeye mahkûm edilmiştir.
Öte yandan bir temsil etme ve bilinçli olma yerine, bitiştirme yöntemini
yeğleyerek zihinsel çoğaltma, büyüleme ve paniğe mahkûm edilmiştir -kendisiyle
dövüştüğü sistem kadar anlamsız ve belirsiz olan ya da onun içinde patlayan
küçücük bir noktaya benzeyen terörizm-. Terörizm ne bir patlama olabilir, ne
bir tarihselliğe sahip olabilir ne de politik bir eylem olabilir. Buna karşın
için için kaynamakta, saydamlaşmakta ve şaşırtmaktadır; bu yüzden de
kitlelerdeki tepkisizlik ve sessizliğin derinliklerdeki bir benzeridir.
Terörizmin herhangi bir şeyi konuşturmak, diriltmek ya
da harekete geçirmek gibi bir amacı yoktur. Onun devrimci uzantıları yoktur; bu
açıdan bakıldığında söylenenlerin tam tersini başardığı ve en çok eleştirilen
yanı bu olmakla birlikte sorununun bu olmadığı görülmektedir. Onun amacı sessiz
yığınlara saldırmaktır. Oysa bu sessizlik haber tarafından
mıknatıslanmış durumdadır. Şu bizi sarıp, sarmalayan toplumsal, haber,
simülasyon, caydırma, anonim ve geçici denetleme gibi sihirleri güdümleyerek
onların ölümünü amaçlamaktadır. Toplumsal soyutlama adlı büyü, kendisinden daha
büyük, daha anonim, daha nedensiz ve daha geçici olan terörist eylem adlı büyü
tarafından yok edilmeye çalışılmaktadır.
Temsil edici olmayan tek eylem biçimi terörizmdir.
İşte bu yüzden temsil edilemeyen tek gerçek olan kitlelerle uyum içindedir.
Bunun anlamı: Terörizm kitlelerin sessizliği ve suskunluğunu ya da onların
edilgin direnişini şiddete dayanarak temsil edecek demek değildir. Bunun
anlamı şudur: Terörizmin körü körüne giriştiği saçma ve temsili imkânsız
karakteridir. Her ikisi de her türlü temsil sisteminin yadsınmasında en üst
noktaya ulaşmış bulunan güncel biçimlerdir. İşte bu kadar. Hiç kimse bu temsil
edilemeyen iki eleman arasında ne gibi bir ilişkinin oluşabileceğini
söyleyemez. Bu sorunu bizim bilgi felsefemiz bile çözemez. Çünkü her zaman için
bir dile, konuyu iletecek olan bir araca ya da bir yeniden canlandırma aracına
ilke olarak sahip olmak zorundadır. Oysa biz yalnızca yeniden canlandırma
özelliğine sahip zincirleme şeyleri biliyoruz. Analojik, benzer,
anındalaştırılmış, gönderensiz zincirlemelerden yola çıkarak diğer sistemlere
ulaşabileceğimiz ileri sürülemez. Hiç kuşkusuz kitlelerle terörizm arasında çok
güçlü bir ilişki vardır. Bu ilişkinin tarihsel kökenini daha önce var olan
(temsil edilme, halk/meclis, işçi sınıfı/parti, marjinaller/grupçuklar)
sistemlerde aramak boşunadır. Toplumsal enerjinin herhangi bir temsil edici
sistemin iki kutbu arasında pozitif bir enerji gibi dolanan bir enerji türü kitleler
ve terörizm gibi temsil edici bir niteliğe sahip olmayan kutuplar arasında ters
bir enerji gibi dolanmaktadır. Bu ters enerji ise toplumsal bir yığılma ve
dönüşümle değil tam tersine toplumsal dağılma ve toplumsalın dağıtılması
ve politik olanın emilmesi ve yok edilmesiyle oluşmaktadır.
Bunun adınaysa terörizm “üreten sessiz yığınlar
çağı” denemez. Şaşırtıcı olan ve bir olaya dönüşen bu ikisi arasındaki aynı
andalıktır. Politikayla, toplumsalın sonunu belirleyen (bunun vahşice olan
yanını ister onaylayalım, ister onaylamayalım) tek şey budur. Bizdeki bütün
temsil etme sistemlerinin içten bir şiddetli patlamayla karşı karşıya
gelişlerini gösteren tek şey ise bu aynı andalıktır.
Terörizmin amacı Devlet'in baskıcı yanını ortaya
çıkartmak değildir (işin bu yanı daha çok kitlelerin gözünde son bir temsil
edilme şansını bulan kışkırtıcı küçük grupların olumsuzluklarında yatmaktadır).
Temsil edilebilme (canavarlaşma ya da bilinçlenme anlamında değil) olanağından
yoksun olan terörizm yarattığı zincirleme tepkilerle iktidarların da temsil
edici olamayacaklarını göstermektedir. İşte onun yıkıcılığı da buradadır.
Temsil edilememe olayını çok küçük dozlarda, ancak çok somut bir şekilde
iktidarlara enjekte ederek onların sonunu çabuklaştırmaktadır.
Şiddetin kökenindeki gerçekte, bütün temsil edici
kurumların (sendikalar, örgütlenmiş hareketler, bilinçli "politik"
mücadele, vs) yadsınması yatmaktadır. Kendisiyle bir dayanışma içinde olanları
bile yadsımaktadır, çünkü dayanışma onun şiddetini bir modele, ambleme öyleyse
bir temsil edilmeye dönüştürebilmektedir ("Onlar bizim için öldüler ve
giriştikleri eylemler bizim işimize yaradı..."). Anlamı yerinden
oynatabilen, terörizmin toplumsal yasallığını hiçe sayan, onun hiçbir politik
uzantısıyla hiçbir tarihsel sürekliliği olmadığını söyleyen her şey mübahtır.
Terörizmin aynadaki “görüntüsü” onun tarihi bir uzantısı değildir. Aynadaki bu
görüntü ya da kitle iletişim araçları tarafından öyküleştirilmesi insana bir
saniyeliğine şok geçirtebilen ses dalgalarına dönüşmektedir. Terörizmin politik
bir olay olmaması gibi bu öykü de (radyo, televizyon ve basındakiler) bir haber
niteliğine sahip, nesnel bir olay değildir. Terörizm ve haber ayrı şeylerdir,
ne anlam ne de temsil edilme düzenine aittirler -belki de bir ölçüde mitlere benzedikleri
söylenebilir ancak hiç kuşkusuz bir simülasyon düzenine aittirler.
Şiddete dayalı terörizmin bir başka yönü de her türlü
belirleme ve niteliği yadsımasıdır. Bu anlamda terörizmi "eşkıyalık"
ve komando eylemlerinden ayırmak gerekir. Komando eylemi belli bir düşmanı
amaçlayan (bir treni havaya uçurmak, karşı görüşlü partinin binasına bombalı
saldırı, vs.) bir savaş eylemidir. Diğeriyse cinayete dayalı geleneksel
şiddettir (bir bankayı soymak ya da fidye istemek gibi). Bütün bu eylemlerin
ekonomi ya da savaşa dayalı bir "amaçları" vardır. Rehin alma ve
geciktirmeli ölüm oyunuyla işe başlayan güncel terörizmin ise ne amacı ne de
belirli bir düşmanı vardır (amacı olduğunu söylüyorsa da bu ya sudan nedenlere
dayanmaktadır ya da gerçekleştirilmesi olanaksız şeylerdir). Zaten onları
gerçekleştirmeye yarayabilecek en son çözüm yolu da terörizmdir. Filistinliler,
İsrail'i aldıkları rehineler aracılığıyla mı tehdit etmektedirler? Hayır, asıl
amaçladıkları şey İsrail aracılığıyla efsanevi bir düşmandır. Hayır, o düşman
efsanevi bile değildir. Bu düşman anonim, birbirine benzeyen ve her yerde, her
zaman var olan bir tür evrensel düzen ve en "suçsuz" insana kadar
herkestir. İşte bu terörizmdir. Herkesi, her yerde, her zaman vurabileceği için
çözülemeyen, orijinal bir yanı vardır. Bu bakımdan askerî bir komando eylemi ya
da bir fidye isteme olayından farklıdır. Körü körüne giriştiği bu dövüş,
sistemin vurdumduymazlığına bir yanıttır. Çünkü sistem de uzun zamandan
beri amaçlarla araçlar ve cellatlarla kurbanlar arasında bir ayrım
yapmamaktadır. Rehin alma gibi ölümü yaşatan bir terörist eylemin hedefi, bütün
sistemin en özgün ürünü, bütünüyle anonim ve birbirinden ayırdedilemeyen
bireydir. Her insan bir diğerinin yerine geçebilir. Ters bir mantıktan yola
çıkıldığında suçsuzlar hiçbir şey olmadıkları ve kader çizgileri bulunmadığı
için, kendileri gibi anonim bir sistemin en canlı örneği olmanın bedelini
ölümle ödemektedirler. Bundan böyle onlar evrenselleşmiş, soyut bir
toplumsallaşma sürecinin, toplumsalın en son ürünü olarak düşünülebilirler. Bu
insanlar hiçbir şey olmadıkları için terörizmin kurbanı olmaktan da
kaçamayacaklardır.
Anlam'a bu şekilde meydan okuyan terörist eylem, doğal
felâketle aynı anlama gelebilmektedir. Guatemala'daki bir zelzeleyle Lufthansa
Hava Yolları'nın bir Boeing uçağını üç yüz yolcusuyla birlikte kaçırmak
arasında hiç bir fark kalmamıştır. Doğa teröristtir. Bütün teknolojik
sistemlerdeki esneklik eksikliğinin yol açtığı çatlaklar gibi New York'taki
elektrik kesintileri (1965 ve 1977) gerçekten daha gerçek ve düşlenenden daha
düşsel terörist hareketlere neden olmuşlardır. Daha iyisi, bu büyük teknolojik
aksaklıklar, büyük doğal felâketler gibi öznesiz bir radikal yıkım olasılığının
mümkün olduğunu göstermektedirler. 1977 yılında New York'taki elektrik arızası
çok iyi örgütlenmiş bir grup terörist tarafından gerçekleştirilmiş olsaydı
sonuçta değişen bir şey olmayacaktı. Aynı şiddet olayları ve aynı
yağmalamaların, aynı şekilde bitmesi ve aynı toplumsal düzene dönüş yine aynı
şekilde olacaktı. Buradan yola çıkıldığında, terörizm bir şiddete başvurma
kararı değil, her yerdeki toplumsalın normalliği içinde tersine dönen, saçma ve
denetlenemez bir dönüşüm anlamına gelmektedir. Doğal felâketler de aynı yönde
gitmektedirler. Çünkü ancak o zaman toplumsal felâketin mitleşen bir
dışavurumuna dönüşebilmektedirler. Ya da doğal felâket anlamsızı ya da hiç
bir şeyi temsil etmeyen (ya da Tanrı’yı temsil eden, çünkü Continental Edison
şirketinin bir yetkilisi, New York’taki son elektrik arızası sırasında Tanrı’nın
işe karıştığından söz etmiştir) bir serüvendir. Böylelikle, toplumsalın içinde
bulunduğu durum, felâketin ya da kendisini destekleyen tüm temsil edilme
biçimleriyle birlikte bir tür çöküşün simgesine dönüşmektedir.
Kitleler, kitle iletişim araçları ve terörizm
arasındaki üçlü ilişki günümüz açısından için için kaynayan egemen bir süreci
betimlemektedir. Bütün bu süreç henüz yeni başlayan bir şiddet tarafından
etkilenmiştir. Bu şiddet yörüngesel ve nükleer bir şiddettir. Esinlenme ve
büyülenmeye dayanmaktadır. Bir boşluk duygusundan kaynaklanan bu şiddet bütün
bir süreci belirlemektedir (çünkü büyülenme nötrleşmenin en yoğun
şeklidir). İçin için kaynama ise bizim için ancak şiddete dayalı bir felaket
şeklinde olabilir. Çünkü kökeninde birkaç yüzyıldan bu yana bize ait olan Batı
tipinde patlama eğilimli ve yönlendirilmiş bir yayılma sistemi vardır.
Oysa için için kaynama zorunlu olarak bir felaket
süreci anlamına gelmez. Hatta için için kaynama egemen olunmuş ve
yönlendirilmiş biçimiyle ilkel ve geleneksel toplumları gizliden gizliye
belirlemiştir. Bu toplumlar genleşmeyen ve merkezkaç olmayan biçimlere sahiptir
-hiçbir zaman evrenseli amaçlamamış, kendi üstüne kapanma eğiliminde olan,
hiçbir üst aşama evresine sahip olamayacak, ayırıcı kutuplardan yoksun ve bütün
bunlara karşın çökmeyen (bizim için açıklanması çok güç olan, için için
kaynamalarla sönüp gitmiş ve bu çökme konusunda hiçbir neden olmadan, hiçbir
olay ve saldırıya uğramadan dağılan) tuhaf grupçuklardır. İlkel toplumlar yönlendirilmiş
için için kaynayan bir süreç yaşamışlardır. Bu süreci denetleyemedikleri
gün yok olup gitmişler ve patlayan bir sisteme dönüşmüşlerdir (nüfus ya da
indirgenmesi olanaksız bir tüketim fazlası, kendisine hakim olunamayan bir
yayılma süreci ya da sömürgeleştirme sonucu Batılı sistemlerin şiddet
kullanarak merkezkaç ve genleşen bir norma alıştırdığı yeni süreç).
"Modern" uygarlıklar ise her düzeyde,
pazarın evrenselleşmesi görünümü altında bir yayılma ve patlama; hukukun ve zaferlerin
evrenselleşmesi adı altında da ekonomik ve felsefi değerler üstüne
kurulmuşlardır. Hiç kuşkusuz en azından belli bir süre bir patlama ya da
denetlenebilen ve aşama yanlısı bir enerjinin özgürleştirilme aşamasını
yaşamışlardır. Bu dönemi onların kültürlerinin altın çağı olarak
adlandırabiliriz. Ancak belli bir hızlandırma ve zorlama sürecine göre bu
patlama süreci denetlenemeyecek bir hale gelmiş ve ölümcül bir hız ve genleşme
düzeyine erişmiştir. Daha doğrusu evrenselin sınırlarına ulaşmış ve yayılabileceği
alanları tüketerek aynen ilkel toplumların için için kaynayan süreci
denetleyememeleri sonucu, patlayan bir süreç tarafından yıkılmaları gibi bizim
kültürlerimiz de bu patlayan süreci dengeleyememe ve ona egemen olamama sonucu
yavaş yavaş yok olmaya başlamışlardır.
İçin için kaynama kaçınılmazdır ve gerçeklik, birikim,
evrensellik ilkeleriyle yayılan sistemlerden kaynaklanan gelişme ilkelerini
kurtarma çabaları arkaik, gerici ve nostaljik çabalardır. Cinsel ve çoğul
enerjileri, bölük porçük yoğunlaşmaları, vs.'yi özgürleştirmek isteyenleri de
buna katabiliriz. "Moleküler devrim" bizim kültürümüzün yayılma
alanının en küçük noktalarını (ya da parçaların yaygınlaşması, vs.) oluşturan
"enerjileri özgürleştirmenin" yalnızca son dönemini kapsamaktadır.
Sonsuz kapitalin yerini alan sonsuz arzunun ölçülemeyecek küçüklükteki
girişimi. Çeşitli uzamlar ve toplumsalın öğütücü girişiminden sonra moleküler
çözüm. Yayılma ve özgürleştirme ilkesini kurtarabilmek için patlayan sistemden
gelen son ışık hüzmeleri artık kullanılamayacak bir durumda olan enerjiyi
denetlemek ya da enerjinin sınırlarını genişletmek! Bizim temel laytmotifimiz
işte budur.
Ancak için için kaynama sürecini hiçbir şey ortadan
kaldıramayacaktır. Geriye kalan tek seçenek şiddetli ve felaket türünden bir
için için kaynama ya da yumuşak ve içe dönük bir patlama ya da yavaş çekim
türünden bir patlamadır. Bu sonuncuyla ilgili bir takım izler bulmak mümkündür.
Evrenselciliğin ve temsil ediciliğin karşıtı olan, ilkel kabilelere benzeyen,
merkeziyet yanlısı, vb. yeni itkiler vardır: Topluluk haline gelmeler, çevre
sağlığı, sıfır gelişme hızı, uyuşturucular- gibi yeni denetleme girişimleri söz
konusudur.
Oysa için için kaynama konusunda fazla düşlemeye
değmez. Çünkü o geçici ve başarısız olmaya mahkum edilmiştir. İçin için
kaynayan sistemlerden, patlayan sstemlere geçilirken geçiş dengeli bir şekilde
olmamıştır. Her zaman şiddete başvurulmuştur. Bizim de için için kaynayan
evreye geçişimiz şiddete dayalı ve felaket nevinden bir şey olabilir.
Toplumsal, açık seçik ve tek anlamlı bir süreç değildir. Modern toplumlar gelişme yanlısı bir toplumsallaşma ya da bir toplumsallıktan kurtulma sürecini başarabilecek midirler? Her şey bu terime verilecek anlama bağlıdır. Oysa bu terimin kesin bir anlamı yoktur ve sahip olduğu anlamların hepsini tersine çevirebilmek mümkündür. “Toplumsal gelişme”nin kilometre taşları için de benzer şeyler söylenebilir (kentleşme, sanayi yoğunlaşması, üretim, iş, tıp, okuma-yazma, sosyal sigortalar, toplumsal güvenceler vb.). En etkin toplumsallaştırma aracı olan Kapital de dâhil olmak üzere bütün bunların toplumsalı aynı devinim içinde ürettikleri ve yok ettikleri söylenebilir.
Soyut süreçlerden oluşan toplumsalın daha önceki
toplumların simgesel ve ritüel kalıntıları üstüne kurulduğu düşünülecek olursa,
güncel kurumların giderek daha soyut yinelemeler ürettikleri söylenebilir. Oysa
bu tüketici ve yok edici soyutlamayı toplumsaldaki en sengin töz için
harcayabilirler. Bu bakış açısından toplumsalın sahip olduğu kurumların
gelişimiyle doğru orantılı bir şekilde gerilediği söylenebilir.
Kitle iletişim araçları ve haberle hızlanan süreç en
üst yaygınlaşma düzeyine ulaşmaktadır. Kitle iletişim araçları, bütün
kitle iletişim araçları, haber, bütün haberler iki yönde gidip
gelmektedirler. Görünüşte daha çok toplumsal üretirken, toplumsal ilişkilerle
toplumsalın kendisini derinlemesine nötralize etmektedirler.
Oysa toplumsalı üretenler (kitle iletişim araçları,
haber) aynı zamanda onu yıkmakta ve ürettiği kitleler tarafından emilmekteyse
sonuçta toplumsal, anlamsız bir tanıma dönüşmektedir. Bu terim bütün
söylevlerde evrensel bir kandırmaca işlevine sahiptir ve hiçbir şeyi
çözümlemediği gibi, hiçbir şeyi de belirlememektedir. Yüzeysel ve yararsız
olduğu gibi –çünkü her göründüğü yerde bir başka şeyi gizlemektedir: Meydan
okuma, ölüm, ayartma, ritüel, yineleme gibi- bir soyutlamayla, bir kalıntı ya
da toplumsalın bir sonucu hatta bir simülasyon ve bir göz yanılsaması
olduğunu bile gizlemektedir.
“Toplumsal ilişki” terimi karmaşık bir terimdir.
“Toplumsal bir ilişki” ne demektir, “toplumsal ilişkilerin üretimi” ne
demektir? Burada her şey bir simülasyona dönüşmüştür. Toplumsal, tanımı gereği,
bir anda ortaya çıkabilen bir “bağ” ya da bir “ilişki midir”? Eğer böyleyse
toplumsal ciddi bir soyutlama ve rasyonel bir cebir işlemine –tabi tutulmuş
demektir- ya da “ilişki” terimini zorla rasyonalize ettiğinden başka bir şeye
mi dönüşmüştür? “Toplumsal ilişkinin” orada bulunma nedeni belki de başkadır,
örneğin yok ediciliği yüzünden orada olabilir. Belki de toplumsal denen şeyin
altına kalın bir çizgi çekmekte ya da onun sonunu haber vermektedir.
“Sosyal bilimlerse” hem bu toplumsal ilişkiyi hem de
bu toplumsalın sonsuzluğunu açıklamaya çalışmışlardır. Oysa oynadıkları oyunu
bozmak gerekmektedir. Çünkü toplumsalın yaşamadığı toplumlar da vardır.
Tarihsiz toplumlar da. Bu toplumlarda simgesel zorunluluk ağları ne
“toplumsal”a, ne de “ilişki”ye dayanmaktadır. Oysa diğer uçta bulunan bizim
“toplumumuz” beki de toplumsalı yok etmekte ve toplumsalı toplumsalın gölgesi
adı altında gömmektedir. Toplumsal çeşitli şekillerde yok edilebilir –ne kadar
yok etme şekli varsa, o kadar da tanım vardır. Toplumsalın çok kısa bir süreyle
bizim toplumumuz içindeki simgesel biçimlenmeler arasında yaşamayı başardığı
söylenebilir. Oysa daha önce böyle bir şey olmamıştır. Daha sonra da
olmayacaktır. “Sosyoloji”den başka onun sonsuzluğuna tanıklık edebilecek bir
şey yoktur. Ve “sosyal bilimlerdeki” laf kalabalığı ise o kaybolduktan sonra
daha uzun bir süre devam edecektir.
İki yüz yıldır bitip tükenmek bilmeyen bir enerjiye
sahip olan toplumsal, bu enerjiyi giderek yeri değiştirilmiş ve
yoğunlaştırılmış süreçler aracılığıyla elde etmektedir. Sonsuza uzanan bir
perspektife sahip olan toplumsal (uzam ve zaman gibi toplumsal da, sonsuza
uzanan bir perspektifleşmeye neden olmuştur) her şeye bir anlam vererek uyumlu
kılan, merkezileştirilmiş bir perspektiftir. Toplumsalın tanımıysa ancak bu
panoptik perspektif doğrultusunda yapılabilir.
İster politika ya da ekonomi, isterse resim ya da
mimarlık olsun perspektifin bir simülasyon modeli olduğunu unutmamak gerekir.
Özelliği ise diğer modellerde duyulmamış, görülmemiş nesnellik ve gerçeklik
yanılsamalarına yer vermesidir. Toplumsal belki de çok büyük bir yanılgıdır.
Çünkü toplumsal adlı bir “orta oyunu”, belki de hiçbir zaman için derinlemesine
bakıldığında şeyler hiçbir zaman için toplumsal bir şekilde değil, simgesel,
sihirli ve irrasyonel bir şekilde yaşamıştır. Bunun altında Kapitalin topluma meydan
okuma formülü yatmaktadır. Bir başka deyişle bu perspektifte panoptik,
gerçeklik, rasyonellik ve bir üretkenlik makinesi olan Kapitalin nesnel bir
amacı ve aklı yoktur. O her şeyden önce bir şiddettir ve bu şiddet toplumsala
toplumsal aracılığıyla uygulanmaktadır. Karşıt ve dayanışma içindeki bir
toplumsal ve bir sermaye tanımı Kapitalin umrunda bile değildir. Kapital
temelinde toplumsal bir makine değildir. Bir başka deyişle onun döneminde de
hiçbir zaman bir toplumsal sözleşme yapılmamıştır. Geçmişte de yasal olarak
ayrı süreçler arasında hiçbir zaman böyle bir sözleşme yapılmamıştır –bütün
bunlar hava cıvadır. Uğruna savaşılacak şeylerle, meydan okumalardan başka bir
şey yoktur: Bir başka deyişle içinde “toplumsal ilişkinin” bulunmadığı başka
şeyler de vardır [meydan okuma: Oluşmuş bir yapıdaki iki kutup, iki terim
arasındaki karşılıklı diyalektik ilişki değildir. O, her terimin yapısal
konumunu, her kişiyle onun karşısında yer alan herkesi ve özellikle de meydan
okuyanı yok eden bir süreçtir. Böylelikle içinde yaşadığı zamana ters
düştüğünden bir “ilişkiye” neden olması düşünülemez. Mantık artık değişim
değerinin geçerli olduğu bir mantık değildir. Değer konumlarıyla, anlam
konumlarının terk edildiği bir mantıktır. Meydan okuyan kişi ise her zaman için
intihar eden, ancak zafer kazandıran bir intihar biçimini seçmiş olan kişidir.
Değer anlamın yok edilmesini (kendi anlamının demek istiyoruz) amaçladığından
karşısındakini her zaman için aynı değerde olamayacak daha abartılı bir yanıt
vermeye zorlamaktadır. Meydan okumanın hiçbir zaman için bir anlam, bir isim,
bir kimlikle eşdeğerli olabilecek bir anlamı, bir ismi, bir kimliği olmamıştır
–meydan okuma, anlama, iktidara, gerçekliğe, içinde yaşanılan varoluş biçimine
ve bu şekilde yaşamaya karşı bir meydan okumadır. İktidara, anlama ve değere
yalnızca bu “tersine çevirme” olayı bir son verebilir yoksa ne kadar uygun
olursa olsun hiçbir iktidar ilişkisi ona bir son veremez. Çünkü iktidar
ilişkisi kutuplaşmış, ikili ve yapısal bir ilişki içine girdiğinden yeni bir
anlam ve iktidar uzamı yaratmaktadır.
Burada ileri sürülebilecek pek çok varsayım vardır:
I- Toplumsal diye bir şey hiçbir zaman var
olmamıştır. Toplumsal bir “ilişki” hiçbir zaman söz konusu olmamıştır.
Hiçbir şey toplumsal denebilecek bir şekilde iş görmemiştir. İşte bu meydan
okuma, ayartma ve ölüm tablosu içinde yalnızca ve yalnızca simüle edilmiş
toplumsal ve toplumsal ilişki vardır. Böyle bir durumdaysa “gerçek”, gizli ya
da ideal bir toplumsallığı düşlemek hiçbir işe yaramamaktadır. Böyle bir şey
yapmak simülasyona yer değiştirtmek anlamına gelebilir. Toplumsal denen şey
simüle edilmişse başına gelebilecek en kötü şey ani bir şekilde bu
simülasyondan kurtarılmak olacaktır. –Böylelikle bir gönderen (référence) alanı
olmaktan çıkan ve oyun oynamaya boş veren toplumsal bir anda iktidarı,
iktidarın oyununu, ve onu yaşatan toplumsalın aynasını da yıkmaktadır.
Simülasyondan kurtarma böylelikle bir meydan okumaya (kapitalin toplumsala ve
topluma meydan okuma biçiminin tersi) dönüşmektedir. Kendi özgün mantıklarına
göre kapitale ve iktidara bir meydan okuma –oysa anların bir mantığı
yoktur. Toplumsal uzam simülasyonu bozulur bozulmaz buharlaşıp yok
olmaktadırlar.
Bugün böyle bir olaya tanık olmaktayız. Toplumsal
düşüncenin parçalanması, toplumsalın içine kapanmasıyla, gölgesinin yok oluşuna
tanık olmaktayız. Bu toplumsalı oluşturan ve onu üreten düşünceye karşı gerçek
bir meydan okumadır. Üstelik bütün bunlar bir anda olup bitmektedir. Sanki daha
önce toplumsal diye bir şey yokmuş gibi. Bu bir gelişme ya da devrime
benzemekten çok bir felakete benzeyen bir çöküştür. Bir toplumsal krizden çok,
ürettiği düzenin emilişine benzemektedir. Çökmekte olan toplumsal için taze kan
yerine geçen (deliler, kadınlar, uyuşturucu madde bağımlıları, suçlular vb.)
marjinal kalıntılarla hiçbir ilişkisi yoktur. Bu süreç artık yeniden
toplumsallaştırılamaz. Toplumsal gerçeklik ve rasyonellik ilkesi güneşin
doğuşuyla yok olan hortlak gibi buharlaşıp uçmaktadır.
II- Toplumsal diye bir şey her zaman var olmuştur.
Üstelik her geçen gün daha da gelişmektedir. Her şeyin içine girmekte ve
ortalıkta toplumsaldan başka bir şey görünmemektedir. Yok olacağına bir zafer
kazanmıştır. Çünkü toplumsalın gerçekliği kendini her yerde kabul ettirmiştir.
İnsanın nesnel gelişimi denen önyargıyı bir olguya dönüştüren toplumsala karşı,
kendisinden geriye kalan her şeyin bir artık, belki de toplumsalın bizzat
kendisinin bir artık olduğu söylenebilir. Çünkü toplumsal, gerçekliği,
ancak bu şekilde alt edebilmiştir. Giderek büyüyen ve neredeyse evrensel bir
boyuta sahip olan simgesel bir düzenin yaygınlaşması. Bir kalıntı olarak
gerçeğin yerini alan şey toplumsalın ta kendisidir. Bu çok kurnazca bir ölüm
biçimidir.
Bu durumda toplumsalın içine giderek daha bir
battığımız söylenebilir. Bir başka deyişle hep birlikte toplumsalın dışına püskürtülmekteyiz
ya da ölmüş bir çalışma biçimi, ölü ilişkiler ve bu ilişkilerin içkinleşmesi,
ölü bir dil ve dizimler (“ilişki” teriminin kendisi zaten ölmüştür ya da ölmek
üzeredir) üstüne kurulu terörist bürokrasilerdeki gibi korkunç bir karmaşıklık içinde
yaşıyoruz.
Bu durumda toplumsal ölmüştür diyemeyiz, çünkü
toplumsal bundan böyle zaten bir ölüm depolama alanı anlamına gelmektedir.
Öte yandan biz zaten süpersosyal bir uygarlık ya da aşındırılamayan,
yıkılamayan toplumsalın yaygınlaşmasıyla birlikte genişleyen bir kalıntı
uygarlığı içinde yaşamaktayız.
Artık ve yeniden işleme: “Toplumsal”, amacını çoktan
yitirmiş olan bir üretim evresinden çıkarak yumaklaşmış ve (tarihsel) yazımı
bütünüyle durdurulmuş, kendi ekseni etrafında dönerek betimlediği her “devrimle”
birlikte büyüyen bir toplumsaldır. Böylelikle toplumsalın tarih boyunca
kalıntıların “rasyonel” bir yönlendirilişi olarak nasıl büyüdüğü ve yakın bir
gelecekte bu kalıntılar tarafından rasyonel bir şekilde nasıl üretildiği
görülecektir.
1544 yılı, Paris’te ilk düşkünler evinin açıldığı
tarihtir. Serseriler, deliler, hastalar, toplumun dışladığı ve bir kalıntıya
dönüşmüş olan herkes, o sırada henüz yeni doğmuş bulunan toplumsal tarafından
bakıma alınmışlardır. Bu bakım 19. yüzyılda Sosyal Yardım, 20. yüzyılda da
Sosyal Sigortaya dönüşecektir. Toplumsalın gelişmesiyle birlikte doğru orantılı
olarak neredeyse toplumsalın bütünü de kalıntılaşmış ve kendisine bir halka
daha eklenerek boyutları genişletilmiştir. Artıklar tüm bir toplumu
kapsadığındaysa kusursuz bir toplumsallaşmayla karşı karşıya kalınmaktadır.
Herkes bunun hem dışında hem de içindedir. Herkes hem tümüyle dışlanmış hem de
toplumsallaştırılmıştır.
Simgesel bütünleşme, işlevsel bütünleşmenin yerine
geçmiştir. İşlevsel kurumlar, simgesel bütünleştirmeden kurtulan kalıntılarıyla
ilgilenmektedirler –bir ismi bile olmayan toplumsal bir sürecin bir anda ortaya
çıktığı görülmektedir. Toplumsal ilişkiler bu çözülmeyle doğru orantılı olarak
yeşermeye, yayılmaya ve zenginleşmeye başlamıştır. Sosyal bilimlerse bütün
bunların allanıp pullanmış bir sonucudur. Bu terk edilmişlik duygusunun bir
sonucu olduğu bilinen “toplumsal” adlı süreç konusunda: “Toplumun zavallı
üyelerine karşı olan sorumluluğu” gibi bir deyimin tadına doyum olmamaktadır.
Le Monde gazetesindeki “Toplum” başlığı altında her
nedense göçmen işçiler, suçlular, kadınlar vs.’nin bulunması, bir başka
deyişle: Hiçbir zaman için toplumsallaştırılamayacakların bulunması ve
toplumsal bir “durumun” patolojik bir duruma dönüşmesine neden olmaları oldukça
ilginçtir. Yutulması gereken boşluklar ve toplumsalın yaygınlaşmasıyla birlikte
yalıtılan parçalar vardır. Toplumsala ait olası en uzak sınır noktasında yer
alan bu kalıntılar böylelikle onun hukuki alanı içine girmekte ve
genişletilmiş bir toplumsallık kavramı içindeki yerlerini almaktadırlar.
Toplumsal adlı makine de işte bu artığa dönüşecektir. Toplumsal kendi
yolunda ilerlerken bütün artıkları yok ettiğinden sonuçta kendisi de bir artığa
dönüşecektir. Kalıntı durumundaki kategoriler “Toplum” başlığı altında
toplandığında toplumsal bizzat kendisini bir artık olarak sunmaktadır.
Böyle bir durumda özgün bir yapı gibi görünmek yerine,
artık ve artıkların yönetimi gibi görünecek olan toplumsalın, toplumsal
sözleşme (Rousseau) ve toplumsal ilişkiyle ilgili rasyonelliğine ne olacaktır?
Bir artığa dönüştüğü andan itibaren toplumsal, bir süreç ya da pozitif tarihin
içinde yer alamaz. O artık bir ölüm yönetim ve yığılım yeridir. Hiçbir anlama
sahip değildir. Çünkü bundan böyle başka işlerle ilgilenmeye çalışacaktır. O
artık bir dışkıya dönüşmüştür. Hiçbir ideal perspektife sahip değildir. Çünkü
artık ölüp gitmiş, aşılıp geçilmiş bir hiçliktir. Ölümden geriye kalan ve
kendisiyle uzlaşılamayan bir şeye benzemektedir. Bunun üstüneyse bir ölüm
politikasından başka bir şey oturtulamaz. O, zorunlu bir içine kapanma ve
zorunlu bir dışlamadır. Toplumsal, üretici akıl göstergesi adı altında artık
bir içe kapanma alanına dönüşmüştür. Belki de günümüzde “toplumsal” adlı bir
mekân bile yoktur.
İşte bu kalıntıların yönetiliş perspektifine bakılarak
toplumsalın ne olduğu söylenebilir. Bir hak, bir gereksinim, bir hizmet,
yalnızca ve yalnızca bir kullanım değeri. Dahası politik ve karmaşık bir yapı.
İnsanı misafir edip, kucaklayan bir yapı. Kullanım değeri olarak, toplumsalın
ekonomik değerinin sonuna kadar gidildiğinde toplumsalın bir yuva olarak
ekolojist bir değere sahip olduğu görülmektedir. Bireyin çevreyle olan
ilişkilerinde “toplumsal” bir denge biçimi ya da ekosistem olarak insan
neslinin homeostase (çeşitli yapılardaki canlı organizmalar arasındaki denge)
ve süper biyolojisidir –hatta bir yapı bile değildir: Bir töz ya da besleyici
bir tözdeki sıcak ve proteinli bir anonimliktir. Yaşama güçlükleriyle dolu her
alanı bir ana gibi koruyan ya da her türlü sigortayı yapan şirketler gibi,
yaşamın her tarafta nitelikli olmasını sağlamaya çalışarak, yitik bir yaşamın
eşdeğerlisi olmaktadır- temizleyici, sigortalayıcı, edilginleştirici ve
müdahaleci bir toplumsallığın gerilemiş biçimi. Bu biçim ise toplumsal
enerjinin en adi biçimidir. Davranışların ve çevrenin yararlılığı üstüne
kurulmuştur. Bizim için toplumsal böyle bir biçime sahiptir –bu entropik bir
biçimdir- ya da bir ölüş biçimidir.
Zenginliği bir başka şekilde dağıtma yolu bulunmadığı
sürece toplumsala düşen görev: Düzeni çökerterek, tahammül edilmesi olanaksız
bir ütopik duruma neden olabilecek bu zenginliğin fazlasını emip,
temizlemektir.
Eskiden dini bir yanı da bulunan, birikmiş bir
"artık" bırakmayan ve her türlü zenginliğin tersine döndürüldüğü bir
düzen düşüncesi bizim gibi toplumlar için düşünülmesi oldukça güç olan bir
şeydir. Zaten bunu beceremedikleri -ve her zaman bir fazlalık, bir
"artık" üretebildikleri- için bu sonuncular demografik, ekonomik ya
da dil düzeyinde bir anlama sahip bir "toplum" oluşturabilmişlerdir
-bu düzende "artık" yok edilmek durumundadır (hiçbir zaman için
kurban edilmemelidir çünkü bu çok tehlikeli bir şeydir). Bu "artığı"
ortadan kaldırmak yeterli bir girişimdir.
Bu anlamda Toplumsal: "Artık" üretip, onu
yok etmek demektir. Bütün zenginlikler kurban edilebilseydi insanlar gerçeğin
ne anlama geldiğini bilemezlerdi. Bütün zenginliklere sahip olabilselerdi
yararlı ve yararsız olanın bir anlamı kalmayacaktı. "Toplumsalın"
görevi artığın yararsız bir şekilde tüketilmesini sağlayarak bireylerin kendi
yaşamlarını yararlı bir şekilde yönetmelerini sağlamaya çalışmaktır.
Kullanım ve kullanım değeri temel bir ahlak
oluşturucusudurlar. Var olma biçimleriyse: Açlık ve hesaplama simülasyonu
şeklindedir. Sahip olduğumuz zenginlikler yeniden dağıtılabilseydi kullanım
değeri kendiliğinden ortadan kalkardı (ölüm için de aynı şey
söylenebilir, eğer ölümün yeniden dağıtımı ya da başlangıçtan bugüne yeniden
düzenlenmesi mümkün olsaydı bir kullanım değeri olarak yaşamı kendiliğinden
ortadan kaldırırdı). Böylelikle bir anda kullanım değerinin vahşi ve mutsuz bir
ahlaki sözleşme olduğu ve her şeyde işlevsel bir hesaplamayı zorunlu kıldığı
ortaya çıkardı. Oysa bizi ölüm yönetmektedir. Egemenliği altında bulunduğumuz
kullanım değeri fantazmı tarafından zehirlenmiş olan bizler, zenginliklerin ve
ölümün yeni baştan dağıtılması felaketine tanıklık etmeye dayanamayız.
Oysa her şeye yeniden başlama zorunluluğu yoktur. Geriye bir şeylerin kalması
gerekmektedir. Toplumsal da zaten bu geriye kalanla ilgilenmektedir.
Bugüne kadar araba, ev ve diğer "mallar"
bireylerin fiziki ve zihni isteklerini az çok yanıtlayabilmişlerdir. Ya bütün
zenginlikler yeniden paylaşılmaya kalkışılsaydı o zaman ne olurdu? Hep birlikte
yok olurlardı denebilir -ılımlı bir ekonominin ölçülüşü gidişi çarpılacak,
yapılmış olan hesaplarla amaçlar anlamlarını yitireceklerdi. Değerler
sistemindeki ani bir denge bozukluğu örneğin (bir ülkede dövizlerin aniden
artması o ülke parasının yıkılmasını sağlayan en hızlı ve radikal çözümdür).
Sonuç olarak ya hepsi bir yığılma toplumunda olduğu gibi kullanım değerinin
patolojik bir dağılımına geri gönderilecek (3-4 araba sahibi olmak gibi) ve bu
kullanım değeri de hipergerçekçi bir işlevsellik içinde yok olacaktır.
Her "artık" eşdeğerlik sistemini yok
edebilir. Eğer ölçüsüz bir şekilde yeniden dağıtılırsa aynı zamanda bizim
zihinsel eşdeğerlikler* sistemimizi de bir umutsuzluğa sevk edecektir.
Öyleyse kurumlaşmış toplumsalın, zenginliklerin kaynağı olması ve yayılmasında
ana kalıp işlevi görmesiyle, onların denetlenmiş çalınmasında bir aracı olarak
öngörülmesinde bir tür bilgelik vardır.
*Bu eşdeğerlikler sistemi zorunlu olarak kapitalist
ekonomi politiğe bağlı değildir. Bir iş ve ücret, hak etme ve zevk alma arasındaki
denge, her türlü burjuva ahlakının ötesinde bir kendini ölçme ve bir direniş
biçimi olabilir. Eşdeğerlisi olmayan bir şeyin elimize geçmesi karşılığı
ödenemeyecek bir iyilik şeklinde olabilir. Toprak ya da çalışma gibi insana
özgü bir eşdeğerlik tarafından satın alınamadığı ya da yeri doldurulamadığı
takdirde insanı saran ve ölümcül bir etkisi olan şu tanrılara özgü savurganlık
ve lütufkarlık Holderlin'i çıldırtmıştır. Burada burjuva ahlakıyla hiçbir
ilişkisi olmayan bir tür başka bir yasa vardır. Örnek olarak zenginlik ve
mutluluğa en yakın insanlardaki ölümcül can sıkıntısını verebiliriz -ya da
büyük bir mağazaya girmiş olan müşterilere her istediklerini bedava
alabileceklerini söylediğinizde ne olacağını söyleyelim: Panik, Devletin,
kendilerine sahip oldukları üzüm bağlarını sökmeleri için bu bağlardan
kazanacakları paranın çok üstünde bir para vermesi karşısında bağcılar bir
bozguna uğramış gibi olmuşlardır.
Her şeyi yeni baştan düzenlemekten aciz, bir kullanım
değerine indirgenmiş bir toplumda, toplumsalın kurumlaşması ve
"nesnel" bir şekilde çarçur edilmesinin altında bir tür zeka ve
bilgelik yatmaktadır. Bunun adı: Prestij olayları, Concorde uçağı, aya gitme,
uydular hatta aptalca vaatler nedeniyle kamu harcamaları ve Sosyal Sigortalardır.
Aptallık ve kullanım değerinin sınırlarını da çizen bir zeka. Gerçek saflar,
her türlü sosyalistlerle, hümanistlerdir. Çünkü onlar bütün zenginliklerin
yeniden dağıtılmasını ve yararsız bir şekilde harcanmamasını istemektedirler.
Kullanım değerini savunan sosyalizm toplumsal karşısında hepten çarşafa
dolanmaktadır. Çünkü toplumsalın, insanlar ve şeylerin optimal kolektif bir
yöneticisi olabileceğini sanmaktadır.
Oysa toplumsal hiçbir zaman böyle bir şeye
benzememiştir. Bütün sosyalistçe umutlara karşın o mantıksız, denetlenemeyen
korkunç bir patlamaya benzemiş ve optimal bir yönetimi hiç gözünün yaşına
bakmadan yıkıp harcamıştır. Zaten böyle olabildiği için işlevseldir. Böylelikle
(idealistlerin böğürmelerine aldırış etmeden) rolünü çok da iyi oynamaktadır.
Bilinçli olarak çarçur etmeye yön vermekte, kullanım değerini kendine rağmen
ayakta tutmakta ve gerçeklik ilkesini kurtarmaktadır. Toplumsal iyiyle, kötünün
ve her türlü ahlaki düzenin ayrımlanmasında karşılaşılan şu zorunlu nadir olanı
imal etmektedir -Marshall Sahlins'in betimlediği "ilk bolluk
toplumlarının" bundan bihaber olduklarını biliyoruz. Sosyalizm genelleşmiş
zenginlikten yararlanmayı savunarak, bu ender bulunanı yok etmeye çalışırken
aynı zamanda kusursuz bir görünüme kavuşturmaya çalıştığı toplumsalı da yok
ettiğini görememektedir.
Bu bakış açısından toplumsalın ölümü sorunu, iyice
yalınlaşmaktadır. Toplumsal da dahil her şey kullanım değerine dönüştüğünde,
içinde yaşanılan dünya, Marx'ın düşlediğinin tam tersine, hiç tepki göstermeyen
bir dünya olmaktadır. Çünkü Marx, güzele doğru giden bir toplumsalın içinde
emilmiş olan bir ekonomik yapıyı düşlüyordu. Oysa başımıza gelen şey,
toplumsalın bir ekonomi politik içinde (sıradanlaştırılarak) emilmesidir. Bunun
adına da ancak "işletme" denebilir.
Toplumu kurtaran şey sahip olduğu zenginlikleri
kötü bir şekilde kullanmasıdır. Mandeville'in, Arıların Masalı'ndan
bu yana değişen bir şey yoktur. Sosyalizmin de buna karşı yapabileceği bir şey
yoktur. Bütün ekonomi politik bu tersliği, bu toplumsal işleyişin uğursuz
karmaşıklığını çözme amacıyla icat edilmiştir. Ancak her zaman için ikinci
dereceden bir işleve sahip olduğundan başarısızlığa uğramıştır. Ya da
politikanın, toplumsalın içinde eriyip, yok oluşunu gördükten sonra başarıya
ulaşmak üzeredir. Yaşadığımız dönem toplumsalın ekonomik tarafından emildiği
bir dönem midir? Daha da politikleşmiş, "Ubris"siz (Özellikle gurur
konusunda her türlü ölçüsüzlüğü belirleyen Yunan kökenli bir isim.) ve hala
kapitalist dönemi belirleyecek olan ölçüsüzlük ve aşırılığın bulunduğu ekonomik
düzen.
III- Toplumsal diye bir şey vardır ancak şu anda
öyle bir şey yoktur. Çünkü o uyumlu bir uzam ve gerçeklik ilkesi olarak var
olmuştur. Toplumsal ilişki, toplumsal ilişkilerin üretimi, dinamik soyutlama
olarak toplumsal, tarihsel zıtlıklar ve karşıtlıklar uzamı olarak toplumsal bir
yapı, kazanılması gereken bir savaş, bir strateji, bir ideal olarak hep var
olmuştur.
Bütün bunların bir anlamı olmuş ve bir şeyler söylemek
istemişlerdir. Toplumsal her zaman ne ilk varsayımdaki gibi bir aldatmaca ne de
ikinci varsayımdaki gibi bir kalıntı olmamıştır. Oysa iktidar ve kapital olarak
anlam kazanmaya başlaması aynı zamanda üretime ait, ideal bir uyumluluğa sahip
sınırlı ve rasyonel bir dağılım alanına girmesiyle mümkün olmuştur.
Kısaca bu iş ikinci dereceden bir simülasyonun dar
alanı içinde olup bitmiştir. Bugün üçüncü dereceden bir simülasyon tarafından
emilerek öldürülmektedir.
Artık toplumsala ait perspektif bir uzam yoktur.
(Toplumsal) Sözleşmenin rasyonel toplumsallığıyla, diyalektik toplumsallık
(Devlet ve sivil toplum, kamu ve özel kesim, toplumsal ve bireysel) yerlerini,
iletimin, kendilerini elektrikleyen binlerce taktik kombinezon ve sürekli
dolanımın mıknatısladığı (geçici bir yer çekimi bölgesinde tutulan milyonlarca
molekül ve parçacık tarafından transistorize edilmiş) bir şebeke ve devreler
düzeninin toplumsallığına bırakmaktadır. Bunun adına hala socius denilebilir
mi? Los Angeles'ta toplumsallık denen şeyin anlamı nedir? Ya daha ileride,
gelecek kuşaklar için toplumsallık denen şey hangi anlama gelecektir? (Çünkü
Los Angeles, bugün hala TV, sinema, telefon ve otomobil çağını yaşamaktadır).
İçinde yaşayan bireylerin birer terminale
dönüştükleri, artık ne denetlenebilen ne de ortak bir şekilde kullanılabilen
yan yana konmuş bir iletişim uzamından ibaret paramparça bir toplumsallık. Oysa
toplumsal ancak perspektifin bulunduğu bir uzam içinde var olabilir. Aynı
zamanda bir caydırma uzamı olan simülasyon uzamı içinde de ölür.
Simülasyon uzamı gerçekle modelin birbirlerine
karıştıkları bir uzamdır. Gerçekle rasyonel arasında artık ne eleştirel ne de
spekülatif bir uzaklık vardır. Modellerin gerçek içinde yansıtılması diye bir
şey de yoktur. (Bu olayı Borges'in bir yapıtındaki bir haritanın gerçek uzamın
yerini almasına benzetebiliriz.)
Ancak burada dönüşüm aynı alan içinde, şu anda burada,
gerçekten modele inilerek yapılmaktadır. Bunun adı korkunç bir kısa devredir.
Çünkü gerçek, hipergerçekleştirilmiştir. Ne gerçekleştirme ne de idealleştirme
yalnızca ve yalnızca hipergerçekleştirme vardır. Hipergerçek ise gerçeğin
şiddet yoluyla değil, modelin iktidar düzeyine yükseltilmesiyle yıkılmasıdır.
Öngörme, caydırma, önleyici dönüşüm, vs. şeklinde düşünülen model gerçeğin
yutulduğu bir çember gibi iş görmektedir.
Bunu, gerçeğin gerçekten daha gerçekmiş gibi göründüğü
ve yakalanması ya da algılanması çok güç, çok gizli ve çok kurnazca çekilmiş
çizgiler aracılığıyla görmek mümkündür. Bütün iletişim ve enformasyon
araçlarının görevi (konuşmalar, canlı yayınlar, sinema, dürüst-televizyonculuk,
vs.) bu gerçeği ya da bu haddinden fazla gerçek olanı üretmektir. Oysa
haddinden fazla müstehcen ve porno denebilecek bir gerçek söz konusudur. Aynen
pornografik filmlerde yapılan zoomlara benzeyen, hiçbir zaman için bu şekilde
var olmamış olan ve aslında ancak belli bir uzaklıktan bakıldığında bir
anlam kazanan gerçeğe bizler haddinden fazla yaklaştırılmaktayız. Her türlü
gerçek olasılığını kusursuz bir duplikasyonla caydırma; makroskopik bir aşırı
sadakat, hızlandırılmış bir yeniden kazanma, bir doyum noktasına ulaştırma,
gerçekle gerçeğin yeniden canlandırılması arasındaki uçurumun kapanması
sonucunda, gerçeğin enerjisinin içinden geçtiği ayrık kutupların için için
patlamasıyla caydırma. Bu hipergerçeklik, hem sistem hem de gönderen olarak
ortadan kaldırıp model düzeyine yükselttiği bir gerçeği yok etmektedir.
Bu hipergerçeklik toplumsalı da aynı şekilde yok
etmiştir. İkinci dereceden bir simülasyon olmayı başaran toplumsal, üçüncü
dereceden bir simülasyona dönüşememektedir. Çünkü bu müstehcenleşmiş haliyle,
umutsuzca ve hızı azalıp gücü artan sahneye koymalar aracılığıyla kendi kazdığı
çukura düşmüştür. Hipergerçekleştirilmiş toplumsalın göstergeleriyle her yerde
karşılaşmak mümkündür. Bunlar toplumsalın zamanından önce ortaya çıkan ve
ortalığı kaplayan göstergeleridir. Toplumsal ilişkinin saydamlığı her yerde
görülmekte, anlatılmakta ve tüketilmektedir. Toplumsal tarih hiçbir zaman için
bir devrime yol açmamıştır. Olsa olsa toplumsalla, devrim göstergeleri
tarafından hızlandırılmış olabilir. Toplumsal bizi hiçbir zaman için sosyalizme
götürecek zamana sahip olmamıştır. Çünkü kendisine hipersosyal ve
hipergerçeklik tarafından kısa devre yaptırılmıştır (Bunun adı belki de
sosyalizmdir?). Böylelikle proletarya "kendi kendini yadsıyacak"
zaman bile bırakmamıştır. Sınıf kavramı gülünç, genişletilmiş "çalışanlar
kitlesi" gibi bir benzetme ya da geçmiştekini anımsatan bir proletarya
simülasyonu içinde beklenen tarihten çok önce ortadan kaldırılmıştır.
Böylelikle ekonomi politik, diyalektik olarak aşılıp geçilişini, bütün gereksinimlerin
halledilmesi ve şeylerin optimal örgütlenmesini sağlamadan, üstelik bütün
bunların bir temeli olup olmadığını görmeden önce, ekonominin hipergerçekliği
(üretimin aşırı bir şekilde artması, talep üretiminin mal üretiminin yerini
alması ve bitmeyen bir kriz senaryosu) tarafından yutulmuştur.
Bundan böyle hiçbir şey kendi yok oluşuna tanık
olamayacaktır. Çünkü hiçbir şey gerçeğin yerini almış olan bu simülasyondan
kaçamamaktadır. Bu arada toplumsal sırrını bile açıklayamadan öteki dünyaya
göçmüş olacaktır.
Oysa toplumsal ve sosyalist düşüncenin inanılmaz
saflığı karşısında bizi duygulandıracak o kadar çok anımız var ki. Sosyalizm,
evrenselleşmek ve bu arada o evrenselliğin içine çok karmaşık ve çelişkili bir
"gerçeklik" ideali sokmak istemiştir. Kalıntısal ya da düşsel, daha
da kötüsü bundan böyle simüle edilmiş ve yok edilmiş bir
"toplumsal"ın anısıyla yaşayacağız.
"Belli bir noktadan sonra tarih gerçekliğini
yitirmiştir. Bütün insanlık farkına bile varmadan bir anda gerçekliği terk
etmiştir. Geçmişte olan bitenlerin gerçek olmadıklarını anlayabilmemiz mümkün
değildi. Bundan böyle amacımız bu yok oluş noktasını bulmak olacaktır. Bu
noktayı bulamadığımız sürece güncel yok oluş sürecinden kurtulabilmemiz mümkün
değildir. Bu ise dayanılması çok güç bir düşüncedir." Canetti
Fransa'nın şu anda sosyalizmin kendinden geçmiş bir
biçimine sahip olduğu varsayımını ileri sürebiliriz.
Bunu anlayabilmek için Mitterand'ın yüzündeki o
kendinden geçmiş kara toprak çağrısını görmek yeterlidir.
Kendinden geçme genel olarak saf bir konum, saf bir
biçim, içeriksiz ve tutkudan yoksun bir biçime geçiştir. Tutkunun karşıtı
kendinden geçmedir.
İşte bu anlamda Devletin de kendinden geçmiş olduğu
söylenebilir. Tutkudan yoksun, kimsenin temsil etmeye çalışmadığı,
duyarlılığını yitirmiş ancak dış görünümü (saydamlığı) açısından çok güçlü bir
Devlet, politika-ötesi denebilecek bir kendinden geçmişlik biçimini almıştır.
Bir yandan bu Devlete hiç kimse inanmazken, öte yandan herkes kendini bütünüyle
devlete adamakta, ona sahip çıkmakta ve politik açıdan ortadan kaybolmuş ya da
kaybolmakta olan şu tek biçimi yani Devleti evrensel boyutlarda talep
etmektedir.
Benzer şeyler sosyalizm konusunda da söylenebilir. Bir
anlamda saf sosyalizm böyle bir şey olmalı. Bir amaç uğruna ilerlediği yolda,
gerçekliğini yitirmiş bir modelin akıl almaz yükselişi.
Belli bir kopuş sürecine göre sol ne sağı devirmiş ne
de onun yerini almıştır. Solun ortaya çıkış sürecinde tuhaf olan bir şeyler
vardır ve bu tuhaflık sağın ortadan kayboluşunun zorunlu bir sonucu olmasından
kaynaklanmaktadır. Sağ zaten uzun bir süredir yokmuş gibi birdenbire ortadan
silinip gitmiştir. Bunun böyle olacağı belliydi. Oysa sol da uzun bir süreden
bu yana yoktur. Ancak bu durum, solun, Fransız toplumunun temel amacı buymuş
gibi bir anda, olağanüstü bir şekilde ortaya çıkmasına neden olmuştur. Bu sanki
sonsuza dek sürüp gidecek ulusal bir miras gibidir (Bu miras zaten hemen
Panthéon, Mont-Valérien, vb. törenlerle kutsallaştırılmıştır). Bu pazarlama
sonuç olarak ulusal miras yılının taçlandırılması olarak nitelendirilebilir.
Öyleyse bu ne bir devrim ne de tarihi bir olaydır. Bu
oldukça geciktirilmiş tarih-sonrası (post-historique) bir tür doğumdur (bunun
bir düşük olduğuna kesinlikle inanılabilir). Bu, kapitalin Fransız toplumuna
çaktırmadan yaptığı bir tür gizli bir çocuk benzeri, çok özel bir rahatlama
biçimidir. Önce filizlenen, sonra gizli gizli gelişen ve bir anda her yanı
kaplayan bir şey gibi. Tıpkı Alien filmindeki gibi. Sol, Alien adlı canavarın
kendisidir. Bu olayın kendisi genelinde devasa bir özel efekt gibidir -çok da
başarılıdır-. Bu insanın içini bayıltan popüler yazgımızın kısa süren bir
kendinden geçme anıdır.
Bütün bunların: Çalışanların, sendikaların, politik
partilerle, pek çok bireysel irade ve girişimin çok uzun süren toplumsal ve
politik bir mücadelenin meyvesi olduğuna inanabilmek isterdim -ama bundan
kesinlikle emin değilim.
Seçimlerin politik tözü konusunda insanların da
herhangi bir yanılgıya düşmüş olduklarını sanmıyorum. Onlar da bu durumdan
kendilerine göre -neredeyse sinematografik denilebilecek bir şekilde yeni seçim
adlı aracı bir özel efekte dönüştürüp, kendisine tüm kazanma yollarının açılmış
olduğu bir sol üzerine bahse tutuşarak -yararlanmayı bilmişlerdir. "Biz
kazandık!" Ancak dikkat, bu devasa güven bir meydan okuma biçimindedir
yani terimin tüm anlamlarında solla alay edilmektedir. Ülkeyi temsil edenler bu
konuda oldukça nahiftirler. Seçilmiş olmalarını popüler bir onaylama ve rıza
şeklinde algılamaktadırlar. Oysa birinin iktidara doğru itilmesinden daha
karmaşık bir şey olamayacağı ve halk için en keyif verici gösterinin her zaman
için politik bir sınıfın başarısızlığı olduğundan bihaber gibidirler. O çok
ünlü "popüler bilincin" derinliklerinde bir yerde, hangisi olursa
olsun politik sınıf onun için bir düşman olarak kalmaktadır. En azından böyle
olduğunu ummak gerekir.
Seçimlerin temsil ettiği (acting-out) bir şey varsa, o
da insanların büyük bir çoğunluğu için umutlarının gerçekleştiği bir irade ve
temsil etme biçimi olarak sosyalizme bir bağlılık ifadesi şeklinde
algılanamayacağıdır. İnsanları daha çok estetik ve ahlaki açıdan etkilemiş olan
bu seçimlerin, tarihsel ve politik açıdan bir neticeye ulaşabileceğini
sanmıyorum. Zaten önemli olan da o kendinden geçebilme duygusudur. Değişiyor,
değişecek! Bu değişime tarihsel bir aşıp geçme ya da bir amaçlılık anlamında
inanılmamaktadır. Bu daha çok bir rıza gösterme, inanma niyeti şeklinde tezahür
etmektedir. Yeniliğe, değişiklik hatta moda oyunlarına atfedilen tuhaf ve
devingen bir inanç biçimi. Bunu kesinlikle mecaz bir anlamda ya da hafife
alınabilecek türden bir şey olarak söylemiyorum. Sözcüğün yazılı anlamında
politik açıdan çekiciliğini yitirmiş olan bu sosyalizmle, bu kendinden geçmiş
ve cinsel açıdan çekiciliğini yitirmiş olan sosyalizmle birlikte, moda alanında
(moda da kendinden geçmiş ve cinsellik ötesi bir konuma ulaşmıştır) nasıl hazır
giyim (prét-â-porter) çağına girilmişse, aynı şekilde bir hazır inanç
(prét-â-croire) çağına girilmiştir.
Sosyalizmin bir model olarak iktidara geçişi, onun
tarihsel bir olay olarak ortaya çıkış sürecinden tamamıyla farklıdır. Bir olay,
bir mit, bir sarsıcı güç olarak sosyalizmin, nasıl söylesem, kendi kendine
benzeyebilme ve bir modele dönüşme gücüne sahip olacak zamanı olmamıştır. Toplumla
bütünleşebilecek zamanı olmamıştır -bu açıdan bakıldığında sosyalizm durağan
bir konum olarak nitelendirilemez ve zaten çok kısa süren tarihsel çıkışlar
yapmıştır. Oysa günümüzde sosyalizm durağan ve inanılabilir bir model olmaya
çalışmaktadır -bu artık devrimci bir zorunluluk değil, bir değişim simülasyonu
(geliştirilebilecek en güzel senaryo anlamında simülasyon), aynı zamanda bir
gelecek simülasyonudur. Bu evrende hiçbir gerçek sürpriz, şiddet, taşkınlık ve
tutkuya yer yoktur. Her model gibi sosyalist model de bütünüyle kendine
benzemek ve hipergerçekleşmek zorundadır. İşte bu yüzden onun kendinden geçmiş
bir model olduğunu söylüyorum çünkü hipergerçek kendi kendine benzeyen donup
kalmış bir gerçeğin kendinden geçmesi, düşselin alanından atılarak kendi modeli
içinde (bu model bir değişim modeli olsa bile) donup kalmasıdır.
Bütün bu söylenenlerin amacı, içinde bulunulan durumu
kavrayabilmek ve çok önemli bir soru olan: Neler yapılabileceği sorusunun
yanıtını bulabilmektir. Bir başka deyişle: Bu sosyalizmle birlikte politika ve
politika sahnesi yeniden canlanarak hayata dönmüş müdür? Zaman ve tarihin
içinde kendilerini kaybettikleri (bilinçlerini yitirdikleri) politika-ötesi
süreçte bir yavaşlama var mıdır? -Yani politik ve toplumsal çıkarlar genel bir
caydırma süreci olarak değişim içinde yer almakta mıdırlar ve gerçek ortadan
kaybolarak yerini tüm modellerin kendinden geçmiş bir biçimine mi bırakmıştır?
Toplumun içinde kendisiyle bütünleştiği kendinden geçmiş bir model olarak
Devlet, şiddetin kendisiyle bütünleştiği kendinden geçmiş bir model olarak
terör, vb. Ben bu soruların yanıtını veremiyorum. Zaten Canetti'nin sözünü
ettiği kör nokta da burasıdır yani bütün insanlığın gerçekliği terk etmiş
olduğu nokta. Bizim temel sorunumuz da bu noktanın çözülmesidir yani tarihin
gerçekliği ya da gerçek dışılığı. Tüm soruların çözümü buradadır ve ne yazık ki
bu nokta eleştirel düşüncenin etkinlik alanı dışında kalmışa benzemektedir.
Hayati bir öneme sahip ve içinden çıkılması zor olan durum budur. Tabii tarihte
kanını ve canını herhangi bir toplumsal projeyle, kısaca gerçeklik uğruna feda
edecek mucizevi bir altüst olma gerçekleşmezse, Canetti'nin dediği gibi bu
güncel yok oluş sürecinden kurtulabilmemiz mümkün olamayacaktır.
"Düşlerin devlet kontrolü altında bulunduğu bir
sırada, gerçeklik kendini bir düş sanmaktadır."
Sosyalizmde, eleştirel değerlerin kuramsal gelişmesi
bu kendinden geçme süreci içinde yer almaktadır. Kendinden geçmiş eleştirel
değerler bundan böyle iktidar adlı tepeden aşağı bakıp bakıp bizimle alay
edeceklerdir.
Oysa kuramsal kavramlar asla gerçek bir alternatif
sunamazlar -bu konuda kesinlikle bir yanılgıya düşmemek gerekir. Bu kavramlar
en radikal şekilde bir uygulama alanı bulduklarında olsa olsa gerçekliği tehdit
edebilmektedirler. Onları gerçeğe karşı bir meydan okuma olarak
nitelendirebiliriz. Bu konumda kalmalarında da yarar vardır, aksi takdirde bir
yargı değeri, bir ilke ve özellikle de üzerine saldırıp, kendilerine bir yol
açmaya çalıştıkları şu gerçeklik ilkesi şekline girerek karşımıza çıkabilir ve
aleyhimizde çalışabilirler.
Mecaz (métaphore)'ın mecaz olarak kalmasında fayda
vardır. Kavram kavram olarak kalmalıdır. Entelektüellere oh olsun!
Oysa şu son zamanlarda başımıza gelenlere bir bakın.
Yükselen bir sosyalist alternatif, tüm kavramsal değerlerin (gelişme, tarih
ahlakı, politikanın rasyonelliği, yaratıcı düş gücü ve last but not least :
sonuncu ama aynı derecede önemli, iktidardaki düşüncenin güzelleştirdiği erdem
anlayışı) politik iktidar göstergesi şeklinde maddileştirilmesi -özetle
temelinde yerilse bile, entelektüel sınıfa özgü Platoncu bir ideal.
68 Mayıs'ını gerçekleştirenler yanılmamışlardı -68
Mayıs'ında iktidara gelen düş gücü değildi. 68 Mayıs'ını
gerçekleştirenler düşselliğin içinde yücelmişler ve keyifli bir şekilde de
intihar etmişlerdir ki bu da tarihte karşılaşılabilecek başarıların en zarif
biçimidir. 68 Mayıs'ı toplumsalın şiirsele olan gereksinimini alevlendirmiş,
gerçeklikle arzuyu tersine döndürmüştür yoksa sosyalist bir eyleme geçiş süreci
içinde, bu ikisi arasında, erdemli bir uzlaşmaya yol açmamıştır. Neyse ki 68
Mayıs'ı asla bir gerçekliğe dönüşmeden, şiddet yüklü bir metafor olarak
kalmıştır. Bugün gerçekliğin sonuçlarına katlanmak durumundayız. Bugün
düşsellik Nanterre'in o gerçek dışı duvarlarından aşağı süzülerek bakanlığın
çekmeceleri içine girmiştir ve bu olay bütün entelektüel ortamın hiç fark
ettirilmeden ele geçirilmesini sağlamıştır.
İnsan vaatlerde bulunulan, gerçekliğin var olduğu
iddia edilen, sözden söz hakkına geçildiği söylenen, yasadışı tüm metaforların
yasallaştırıldığı, gerçekçi bir toplumsal illüzyonu içinde nasıl yaşayabilir
ki? Burada politik açıdan bile bir tür temel bir yanılgının varlığından söz
edilebilir. Çünkü toplumun gidişatını onun iradesine dayanan, onunla uyumlu bir
projeyle uzlaştırma arzusu; bu politikaya özgü, her zaman ikiyüzlü olmuş (zaten
gerçekten de ancak ikiyüzlü olabildiği zaman etkili olabilen -Mandeville) vaat
edileni yaşama geçirme arzusu ölümcül bir arzu olduğu kadar, ölümüne de can
sıkıcıdır. Sosyalizmin içine düştüğü yanılgı da işte budur. Ancak bu başka bir
sorundur. Zaten bugün iktidar (ve bu durum yalnızca sosyalistler için geçerli
değildir) açık ve seçik olarak iktidar olmak istemeyen, politikayla hiçbir
ilişkileri bulunmayan ve söylevin ahlaksızlığı (söylevin ahlaksızlığı dünyevi
bir hırsın temelidir ve bu konuda Makyavel'le, Cizvitler kesinlikle aynı görüşü
paylaşmaktadırlar) ve karmaşıklığı karşısında apışıp kaldıklarını açıkça itiraf
eden ve düşüncenin sunduğu gerçekliğe sadık olan insanlara bırakılmışlardır.
Durum bu olunca, düşüncenin gerçekliğini meslek edinmiş olan entelektüeller ne
iş yapacaklardır? Toplumsalı sürükleyip götüren şey iyi niyet olunca, gerçek
anlamda politika üretebilmek için, geriye kötü niyetli olmaktan başka çıkar yol
kalmamaktadır.
Hemen acele etmeyelim. Çünkü büyük bir çaresizlik
içindeyiz. Yeni iktidar kendisine kültürel ve entelektüel bir görüntü vermeye
çalışıyor. Artık "cynique" bir tarihi güç olmak istemiyor, değerlere
sahip çıkmaya çalışıyor. Politik tözüne ihanet etmiş olduğu için,
entelektüellerin de kendi politik tözlerine ihanet ederek kavramla
uzlaşmalarını ve kendilerinin politik alanda benimsemiş oldukları ikiyüzlü
tavrı, entelektüellerin de kavram karşısında takınarak, gerçekten yana tavır
koymalarını ve umutlarının usul usul gerçekleştiğini görerek mutlu olmalarını,
gerçekle rasyonelin terbiyeli bir şekilde uzlaştırılmasına ses çıkarmamalarını
istemektedir. Bir iktidara benzemeyen bu iktidarın bize sunmuş olduğu bu türden
bir tuzak sözleşmeyi -demokrasinin ulaşabileceği en üst aşama, erdemin ikiyüzlü
gücü- hep birlikte imzalamış bulunuyoruz. Çünkü entelektüel ne yazık ki her
zaman ahlaksızlığın baskıcı gücüyle suç ortaklığı yapabilecek derecede
kız-oğlan-kızdır. Artık o da "cynique" bir uygulama düzeyine, bir
başka deyişle düşüncenin ahlaksız ve karmaşık düzeyine aynen politikacıların
ahlaksız ve karmaşık bir iktidar düzeyine ulaşamamaları gibi ulaşamamaktadır.
Gerçekte o kadar da korkulacak bir durum yoktur. Çünkü
bu sosyalizm bir alternatif simülakrından başka bir şey olamaz -bu gerçekten de
büyük bir olay değildir. Bu modası geçmiş bir ideolojinin öldükten sonra
somutlaştırılmasıdır. Bu mitolojinin ya da tarihin verdiği değil, modelin
aldığı biçimdir -bu model ise temelde sahip olduğu güç konusunda hayale
kapılmamakta ve yalnızca inanılabilir olmaya çalışmaktadır. Bu gücün gerisinde,
varlığı ima edilmeye çalışılan politik tutku konusunda da aynı şekilde hayaller
görmemekte ve duygusal bir söylev, ahlaki ve tarihi bir "artefact"
olmaya çalışmaktadır -bir dizi başarısızlıktan sonra, iktidarın greve girmiş
olduğu bu sahilde karaya oturan şu dinine bağlı sosyalizm simülakrına, şu ahlak
hayaletine karşı yapabileceğimiz hiçbir şey yoktur. Tıpkı bir tözden yoksun
olan Giscardcı iktidar hayaletine karşı hiçbir şey yapamamış olmamız gibi.
Tıpkı devrimci düşüncenin, kapitale karşı güçlü olup, kapitalin hayaleti
karşısında yok olup gitmesi gibi.
Simüle edilen bir düzen her türlü yadsıma gücünü
elimizden alırken, simüle edilen bir sosyalizm de her türlü katılma olasılığını
elimizden almaktadır. Çünkü simüle ettiği değerleri (gelişme, kâr ve üretim
-Işık yüzyılı, tarih ve rasyonellik) çözümledik ve gerçeklikle kurmuş
olduğunu iddia ettiği ilişkileri indirgedik ancak onları birer simülakr ya da
ikinci elden hayaletler olarak ortadan kaldırmadık. Bunlar hem saydam hem de
bir tözden yoksun oldukları için çökertilememektedirler. Bugün Avrupa'yı tehdit
eden de bu ikinci elden sosyalist hayalettir. Bugüne kadar kapitalin
hayaletleri arasında dolaşıyorduk, bundan böyle sosyalizmin ölmüş modelleri
arasında dolanacağız. Bütün bunların hipergerçekliğiyse hiçbir şeyi
değiştiremeyecektir. Zaten bir anlamda hipergerçeklik uzun bir süre önce bizim
gündelik yaşantımızın bir parçası haline gelmiştir. Politika adlı bir kansere
yakalanmış durumdayız. Giderek büyüyen bir duyarsızlık (iktidar bize ulaşamadan
üstümüzden kayıp gitmektedir. Biz de iktidarı çözümlerken ona ulaşamadan onun
üstünden kayıp gidiyoruz) en modern patoloji tipinin tıpatıp aynısıdır yani
nesnel bir biyolojik saldırı şeklinde değil organizmanın antikor üretiminde (ya
da doku sertleşmesinde olduğu gibi antikorların organizmaya karşı çalışmaları
gibi) giderek yetersiz kalmasına benzeyen bir durum.
Keza bugün iktidardaki sosyalizm de gerçekte bir hayal
kırıklığı sürecini kasıla kasıla yaşayan bu toplumda, bir sonraki evreden başka
bir şey değildir. Oysa bu noktada farkına varamadığımız bir şeyler olmuş
gibidir. Çünkü ilk kez karşımıza çıkan kolektif bir kültürel ve duygusal
söylevde: 1968 Mayıs'ının, bu toplumun kıyısında köşesinde ahlaki ve politik
ütopyadan geriye kalan ne varsa, ideolojik bir sağaltıcı felaket gibi süpürüp
temizlediği her şeyi işlemselleştirilmiş birer hayalet olarak sahneye
çıkartılmıştır. Son yirmi yıl içinde her türlü kolektif kararsızlığın dayanağı
ve sözde bir nesnelliğin kendisine saldırılmasını engellediği, devasa bir
protez gönderenler sistemi olarak bize kabaca ekonominin reklamı yapılmıştır.
Bunun sonucunda ortaya yalnızca belli olgular değil, aynı zamanda belli değer
yargılarıyla, politik bir karar da çıkmıştır (hiç kuşkusuz her şey hiç kimsenin
içinden çıkamadığı -ama bu o kadar da önemli bir şey değildir, bir ekonomik
rasyonellik simülasyonu üzerine oturtulmuştur. Ekonominin yargılanma öyküsüyse
gerçekliğin ta kendisine dönüştürülebilir -böylelikle de gerçek bir kolektif
sözleşme niteliği kazanabilir). Bu kez de bize bir başka kolektif sözleşme
sunulmaktadır: Hükümetin protezleşmiş somut uzantıları olarak ahlak ve kültür.
Bir protez olarak -toplumsal, bir protez olarak- kültür ("Fikirlerinizle
ilgileniyoruz", "Arzularınız bizi ilgilendiriyor",
"Yaratıcılığınız bizi ilgilendiriyor" -BNP (Banque Nationale de
Paris)'nin bankacısı hiç olmazsa dürüsttü: "Bizi paranız
ilgilendiriyor" diyordu. Üçüncü Dünya insanlarıysa biraz daha kabaca:
"Çöp kutularınız bizi ilgilendiriyor" demektedirler). İnsanları
sonunda duyarsız bir hale getiren aşırı nesnelleştirilmiş bir yönetim
biçiminden sonra, ölmüşlere (Le Panthéon) yaslandırılmaya çalışılan ve gücünü
tarihsel düş gücünün kalıntılarından yani sentezlenmiş bir kolektif irade
hayaletinden alan toplumsal bir öznellik ve duyarlık. İşte tam da bu noktada
biz entelektüeller tuzağa düşürüldük. Çünkü ekonomi, programlama ve liberal
ekonomi söz konusu olduğu sürece zihinsel ve politik açıdan sınır tanımayan bir
zenginliğe sahip eleştirel ve felsefi küçük bir alevin namus bekçileri ve
kuramın (zaten o sıralarda kuramın keyfi de yerindeydi. Sanırım kuram bu son
yirmi yıl içinde hiçbir şey yapmadan bu kadar çok kazandığı, bu düzeyde bir
saldırganlık ve neşe düzeyine sahip olduğu bir dönemi hiç kuşkusuz bir daha
kolay kolay yaşayamayacaktır) o sessiz etkinliğine umut bağlamış insanlar
olarak içimizde birer vicdan taşıyorduk.
Oysa itici güçler bulundukları yerden hoşnuttular,
yani onlar başka bir yerde, iktidarın dışında, yarınlarından emin bir şekilde,
diğer Fransa'da yaşıyorlardı. Bu itici güçleri iş hayatına doğru püskürtmek ne
büyük bir yanılgı, ne büyük bir tehlike! Kuramsal gücün bir kurum tarafından
emilmesinden daha kötü bir şey olamaz. Şunu demek istiyorum: Bir zamanlar içinde
yer almadığımız bu durumu çözümler, düşsel kompozantlarına (bileşenlerine)
ayrıştırırken başvurmuş olduğumuz ütopist kavramlar, bugün kolektif bir irade
hayaletine bürünüp, bize karşı entelektüel açıdan gerçek değer yargısı ve
yargılama gibi yine bize ait silahlarla donanarak, bir simülasyon evreninde
bile kendi sınıfımızı yok edebilecek bir güce sahip olabilmektedirler.
Gerçekle, göstergeler arasındaki o yüce çarpıtmanın bekçileri olarak bizler, bu
ikisini uzlaştıran oyunun sahneye konulması aracılığıyla tuzağa düşürülmüş,
felç olmuş durumdayız.
Bu sanki kristalleri katılaştırarak, süspansiyon
durumundaki eriyik haline bir son veren ve tersine döndürülmesi olanaksız olan
kimyasal bir hızlandırma gibidir.
Artık düşmanımız yok. Çünkü iktidar onların elinde.
(Öznel açıdan) en iyiler (nesnel açıdan) en kötülerdir. Pragmatik açıdan -çünkü
her türlü pragmatik paradoksaldır ve bizim de bundan kaçabilmemiz mümkün
değildir -bizim de bir tür "double bind" (aşağı tükürsen sakal,
yukarı tükürsen bıyık anlamına gelen psikanalizde şizofreniyle ilgili bir terim
-ç.n.), çözümü olanaksız bir bilmeceyle (yoksa tarihsel bir çelişki değil)
karşı karşıyayız. Gerçekte ikinci sınıf, gerçek dışı bir olay olan bu bilmeceye
sanki birinci sınıf ve gerçek bir olaymış gibi gerçek anamda katılmamız
istenmektedir. Olması gereken zamanda gerçekleşen olay sayısı yok denecek kadar
azdır. Kimileri henüz olgunlaşmadan, başkalarıysa iş işten geçtikten sonra
gerçekleşirler ve bunlar tarihin başarısız bir dönemine ait olayların yeniden
sağlığına kavuşturulmaya çalışılan biçimlerinden başka bir şey değildirler. Simulatio
post mortem (ölüm sonrasında simüle edilenler). Zamanından önce gerçekleşen
düşükler olduğu gibi, zamanından sonra gerçekleşen düşükler de vardır. Bu olay
da onlardan biridir. Bu coşkunluğun değil (diğerleri arasında) sevgisizliğin,
tarihsel bir kopuşun değil (Fransa'nın derinliklerindeki retroaktif gerçeklikle
yer değiştirmiş) tarihin tükenişinin bir sonucu olarak ortaya çıkmış olan bu
sosyalizm, gerçekliğini tarihi bir modelden yoksunluk nedeniyle yaşamının belli
bir döneminde yitirmiş olan bu sosyalizm, bir simülasyon ve yeniden sağlığına
kavuşturma düzenine aittir. Ancak bizden kendisine gerçekliğin özgün bir
versiyonuymuş gibi davranmamızı istemektedir (söz konusu olan şey kesinlikle
bu sosyalist psikodramın oyuncularının sahtekâr ya da kandırılmış insanlar
olmaları değildir -kimilerinin bu olayla bütünleşmelerinden ve coşkularından
söz etmiyoruz. Çünkü söz konusu edilmesi gereken şey çok daha üzücü bir şeydir.
Sorgulanması gereken şey, tarihi eylemin özgünlüğü ve bütünlüğüdür). Bunun
sonucunda bizden, bu noktaya bizi sanki tarihin karşı koyulmaz ilerleyişi
getirmiş ve bütün bunların biçimsel açıdan yaşamı değiştirme umuduna uygun
inanılmaz benzerlikler sunduğuna (eski Rimbaudcu slogan yeni sosyalist slogan
haline gelmiştir - keyiflenin, bugün yaşamı değiştireceğiz. Bu olağanüstü bir
şey değil midir? Her zamanki gibi metaforun gerçeklik içindeki çöküşü)
inanıyormuşuz gibi yapmamız, simülasyona başvurmamız istenmektedir.
Karşı karşıya bulunduğumuz bilmece bundan ibaret
değildir. Yapılması güç olsa da her türlü sosyalist projede, amaçları
itibariyle saf olsa da -dahası nahiftirler- derin bir karmaşanın bulunduğunu
ifşa etmek gerekmektedir. Yeniden Mandeville'in Arılar Masalı'na dönerek
(kimileri XVIII. yüzyılda Devrimin bütün bunlara son verdiğini söyleyeceklerdir
ama ben bu düşünceye kesinlikle katılmıyorum), toplumsal bir gelişme ve
değişimi sağlayan şeyin onun pozitif değerler sistemi ve ahlakı değil,
ahlaksızlığı ve günahlarıyla, kendi değerlerine karşı olan ahlaki gevşekliğidir
dediğini hatırlatmak istiyorum. Bir anlamda politikanın sırrı budur.
Toplumların işleyişindeki yapısal ikiyüzlülük, iktidardaki insanların
psikolojik ikiyüzlülüklerinden çok farklı bir şeydir. Toplumsal süreci
derinlemesine belirlemeye çalışan bu ikiyüzlülük: Toplumun büyük bir
çoğunluğunun içinde yaşadıkları toplumsallığı bozmaya çalışması, kendi
değerleri karşısında kendi görünümlerine tanıdıkları esneklik, ahlaksızca bir
strateji ve kopuş sayesinde ayakta kalabilen bir oyun'a dönüşmektedir.
Oysa sosyalist inanç bütün bunların karşısındadır -bu
aynı zamanda tüm sosyologlar için de geçerlidir- (ve ben de zaten bu yüzden
onlar için politikanın bir anlamının kalmamış olduğunu söylüyorum). Çünkü
onlara göre her toplum gücül düzeyde toplumsal özelliklere sahiptir yani kendi
değerleriyle dayanışma içinde ve sunduğu kolektif öneriyle de uyum içindedir.
Bu durumda sorun toplumu kendi projesiyle uzlaştırmak ve toplumsallaşmak
isteyeni "toplumsallaştırmaktan" ibarettir. Her türlü ikiyüzlülükle,
değerler düzeyinde güdülen her türlü yüzeysellik stratejisine bir son
verilmelidir -toplumsal ilişkinin, kolektif sorumluluğun (ve aynı zamanda
denetimin de tabii) yoğunluğunun maksimalizasyonu, yapıların ve işleyişlerinin
şeffaflığı, kültür ve kamu ahlakının kutsanması. Şeffaflık içinde yitip gitmiş,
inanılmaz nahiflikteki sosyalist düş işte budur. Hangi grup bunlara hiç
inanmamış -özellikle hangi grup bunları hiç düşlememiştir ki? Neyse ki böyle
bir toplumsal projeyle bugüne kadar hemen hiç karşılaşılmamış olduğu, hiçbir
grubun kendini ideal açıdan toplumsallaşmamış saymadığını, kısaca bugüne
kadar (entelektüellerin kafalarının dışında) asla sınırlı sorumluluğa sahip bir
kolektif özneyle, bu türden bir amaç olasılığının embriyonu hatta gölgesiyle
bile karşılaşılmamış olduğu söylenebilir. Enerjilerini bu yolda harcayan, bu
ahlaki toplumsallaştırma düşünü gerçekleştirmeye çalışan toplumlar daha işin
başında kaybetmeye mahkum olmuş toplumlardır. Temel yanlışlık işte budur. Neyse
ki bu türden girişimler her zaman başarısız olacak, amaçlarına ulaşamayacak ve
böylelikle de toplumsal gerçekleşemeyecektir.
Jean Baudrillard
Jean Baudrillard
trc: Ayşegül Sönmezay
Baştan çıkarma,
silinemeyecek bir alınyazısının ağırlığı altında eziliyor. Dine göre baştan
çıkarma şeytanın stratejisiydi; şeytanın bu stratejiyi bir büyücü ya da bir
âşık edasıyla tasarlamış olmasının önemi yoktu. Baştan çıkarma, daima kötülüğün
bir stratejisi olarak kabul edildi. Ya da dünyanın bir stratejisi olarak
görüldü. O, dünyevi hayatın bir hilesi oldu ber zaman. Öyle bir lanet ki.
Ahlak-bilime ve felsefeye, günümüzde ise psikanalize ve arzunun üzgüıleşmesi’'ne karşın hiç
değilmeden kalabilmişti Günümüzde cinselliğin, kötülüğün ve sapkınlığın değeri
artarken, lanetlenmiş olan her şey genellikle programlanmış bir dirilişi
kullarken haşlan çıkarmanın karanlıkta kalması -hatla kesin olarak karanlığa
gömülmüş olması paradoksal bir durum gibi görünebilir.
Zira, XVIII.
yüzyılda bile, hâlâ baştan çıkarmadan söz ediliyordu. Hatla, aristokrat
çevrelerin, bir tür meydan okumayla ve gururla sürdürdükleri en hararetli
uğraşlarından biriydi baştan çıkarma. Burjuva Devrimi bu duruma son verdi.
(diğerleri, yani daha sonraki devrimler de onu kesin olarak sonlandırdılar
-çünkü bütün devrimler. Öncelikle görünümlerin baştan çıkarmasına son
verirler). Burjuva çağı, doğaya ve üretime adanmıştı: oysa gerek doğa gerekse
üretim, baştan çıkarmaya tümüyle yabancıydı: hatta baştan çıkarma için
Öldürücüydü. Foucault'nun da belirttiği gibi, cinselliğin kendisi de bir üretim
(söylemin, sözün ve arzunun üretimi) sürecinin sonucu olduğuna göre, bu çağın
baştan çıkarmayı daha büyük bir karanlığa gömmesine şaşmamalı. Hâlâ, doğanın
değerinin arttığı koşullarda yaşıyoruz -gerek eskiden olduğu gibi, ruhun iyicil
doğasının değerinin arttığı, gerek şeylerin iyicil maddi doğasının değerinin
antiği, gerekse arzunun psişik doğasının değerinin arttığıldoğa, bastı
almışlığın her tüt başkalaşımından; psişik, toplumsal ya da maddi bütün
enerjilerin özgürleştiği bir ortamdan geçerek hâlâ yükseliyor.
Oysa baştan çıkarma,
hiçbir zaman doğayla aynı nitelikte değil, tam tersine hile niteliğindedir
-hiçbir zaman enerji niteliği göstermez; işaret ve rittlel olma nitelikleri
taşır. Bu yüzden de, bütün büyük üretim ve yorum sistemleri onu, hep
kavıaınlann var olduğu alanın dışına atmışlardır lböyle olması da kendi
yaramadır çünkü ancak dışarıya, bu terk edilmişlik duygusunun derinlerine
yerleşerek onlan meşgul etmeye devam ediyor ve onlan yok etme tehdidini
sürdürebiliyor. Baştan çıkarma daima, Tanrının kurduğu
düzeni ortadan kaldırmaya bakar; bu düzen, üretimin ya da arzunun düzeni haline
gelmiş olsa da Bugün bile, her tür ortodoks görüş onu, bir lanet ve hile olarak
görmektedir; bütün hakikatleri yoldan çıkaran bir kara büyüdür o; işaretleri
efsunlar; işaretlerin uğursuz kullanımların yüceltir. Her bir söylem, bu ani
tersinirlikle ya da anlaına dair hiçbir iz bırakmaksızın kendi işaretleri
tarafından soğurulmakla tehdit edilir.
Bu yüzden de, kentli
söylemlerinin tutarlılığını ve erekliliğini belit olarak kabul eden bütün
disiplinlerin lek yapabildiği, onun üstündeki laneti kovmak olmuştur. İşte tam
bu noktada baştan çıkarma İle dişilik birbirine karışır ve bugüne dek daima
birbirine karışmıştır. Her tür erillik, dişilikteki bu ani tersinirlikle meşgul
olur. Cinselliğin, anlamın ve iklidann arka yüzü olan baştan çıkarmanın ve
dişiliğin önüne geçmek imkânsızdır.
Günümüzde, laneti
kaldırmak İçin çok daha şiddetli ve sistemli yöntemler kullanılıyor. Nihai
çözüm yollan bulma çağına giriyoruz; cinsel devrim çağı; eşikte ve eşik alımda
yer ulan bütün hazlar üretme ve yönetme çağı: arzu alanında mikroiştemlden
yararlanma çağı: en son serüven de, kadınlığı ve cinselliğiyle kendinden üreyen
kadındır, Baştan çıkarmanın sonu.
Ya gevşek bir baştan
çıkarma zafer kazanacak ve öfkeli bir toplumsal evrende bütün ilişkiler
kadınsılaşma. boş ve dağınık bir tür erotikleşme sürecine girecekler.
Ya da bunlardan
hiçbiri olmayacak. Zira. Hiçbir şey baştan çıkarmanın kendisinden imha büyük
olmayı beceremeyecek; onu yok eden düzen bile.
Günümüzde,
özgürleşen söylemiyle cinsellikten daha az güvenilir başka bir olan yoktur. Günümüzde, çoğalan
suretleriyle arzudan daha az güvenilir başka bir alan da yoktur.
Cinsellik alanında
çoğalma, bütünsel yok oluşa yakın bir anlam ifade ediyor. Cinselliğin,
cinselliğin işaretlerinin üretiminin bu biçimde anınlmasmm sırrı burada:
hazzın, özellikle de dişil hazzın aşırı gerçekliği burada: Belirsizlik
ilkesi, yalnızca siyasal akla ve iktisadi akla değil cinsel akla da el attı.
Önselliğin
özgürleşme evresi, aynı zamanda onun belirsiz* ieştiği evre halini aldı. Artık
ne yokluk var, ne yasak, ne de sınır: Bütün gönderim ilkeleri yok oldu.
İktisadi aklın tek dayanağı kıtlıktır ve hedefine ulaştığı, yani kıtlık
hayaleti ortadan kalktığı an bu akıl da buharlaşır. Arzunun da lâk dayanağı
yokluktur. BUtÜn varlığıyla talebin içine sokulduğunda, hiçbir kısıtlama
olmaksızın kendini işlemselleşlirdiğinde bütün gerçekliğini yitirir çünkü
imgelemi olmayan arzu her yenle, ama aynı zamanda da genelleşmiş bir simülasyon
ortamındadır. Arzunun hayaleti, cinselin ölü gerçekliğine musallat olur. Cinsel
her yeredir, cinsellik hariç (Barthes)
Cinsel mitolojide
dişile geçiş, belirginlikten genel belirsizliğe doğru geçişle aynı döneme
rastlar. Dişil olanın erilin yerini alması, yapısal terselmedeki gibi bir
cinsiyetin yerini diğerinin alması değildir. Bu süreç, cinsiyetin belirgin bir
gösteriminin sonudur: cinsiyet aynmını belirleyen yasanın su üstünde kalan
bölümüdür. Dişilin göğe yükselmedi, hazzın doruk noktasına ulaşmasına ve
cinsiyet gerçekliği ilkesinin felakete uğramasına denk düşer.
O halde, cinsiyetin
aşıngerçekliğinin ölümcül bir özellik kazandığı bu koşullarda tutkuyu yaratan
dişiliktir, tıpkı eskiden olduğu gibi, ama bunun tam tersi bir ortamda: yani
ironinin ve baştan çıkarmanın varolduğu koşullarda.
Freud haklı: Aslında
tek bir cinsellik, tek bir libido var -eril olanı. Cinsellik de bu kuvvetli,
ayrımcı yapıdan; fallusa, hadım edilmeye, baba adına, bastırılmışlığa
odaklanmış bu yapıdan başka bir şey değil. Ondan başka yapı da yok, Fallusa
dayanmayan, engellenmemiş, damgalanmamış başka bir cinsellik hayal etmek
boşuna. Bu yapının içinde dişili engelin öbür yanına geçirmeyi istemek ve
öğeleri birbirine kanşiırmak hiçbir işe yaramaz -ya yapı aynen kalır ve dişilin
tamamı eril tarafından soğurulur ya da yapı çöker ve ne dişil kalır ne de eril:
Yapının sıfır noktası. Günümüzde aynı anda birçok olay yaşanıyor: Erotik çok
değerlilik, arzunun sonsuz potansiyel gücü, dallanma, kırınımlar, libidonun
yeğinlikleri -özgürleştirici bir seçenek için akla gelebilecek bütün
varyantlar; Freurt'dan özgürleşmiş psikanalizin sınırlarından ya ds
psikanalizden Özgürleşmiş arzunun sınırlarından gelen özgürleştirici bir
alternatifin çeşitli değişkeleri; tümü, cinsel paradigmadaki kaynamanın ardında
ve yapının farksızlaştırılmasında ve potansiyel yansızlığında birleşir.
Dişil olana gelince;
cinsel devrim onu tuzağa düşürür: Onu bu tek yapıya hapsederek, yapı kuvvetliyse
negatif ayrımcılığa, zayıflamışsa müstehzi bir zafere mahkûm eder.
Bununla birlikte
dişil başka bir yerdedir ve bugüne dek hep başka yerlerde olmuştur: Gücünün
sırrı da buradadır. Tıpkı herhangi bir şeyin, varlığı özüne yelmediği için
kendini sürdürmesi gibi, dişil de hiçbir zaman olduğunu sandığı yerdi olmadığı
için baştan çıkartıcıdır. Yani aslında dişil, kendisine atfedilen acıllann ve
baskıların tarihinde de -kadınların çektiği tarihsel azapta (bütün kurnazlığı
orada gizlenebilmesidir)- değildir. Dişil, kölelik oyununu, kendisini bir
kenara ayınp bastıran ve cinsel devrimin daha da acıklı bir şekilde ayınp
bastırdığı bu yapı içinde kabul eder yalnızca -suça ortak olan hangi sapmadan
(Neyin sapması? Yoksa erilin mi?) güç alarak dişilik tarihinin bundan ibaret
olduğuna bizleri inandırmaya çalışıyorlar?
Bastrılmışlık, zaten eksiksiz olarak burada;
güce ve egemenliğe dair diğer biçimlerin dışında, kadınların cinsel ve siyasal
sefaletinin anlatısında varlığını sürdürüyor.
Cinselin ve
iktidarın bir alternatifi var ve psikanalizin bunu bilmesi mümkün değil; çünkü
onun belit [kabul edilmiş
gerçek] dizgesi cinselliğe dair özellikler gösteriyor ve bu başka yer. hiç kuşkusuz
erillik/dişilik karşıtlığının -özü bakımından eril, hedefleri bakımından cinsel
ve varlığı sonlanmadıkça yıkılmayan bu karşıtlığınldışında kalan bir dişilik
düzleminde yer alıyor.
Dişilin bu gücü,
baştan çıkarmanın gücünden başka bir şey değil.
Kuvvetli yapılar dan
psikanalizin ve cinselliğin gerilemesi, her ikisinin de psi ve moleküler bir
evrende (kesinkes özgürleşmelerini sağlayan bir evreııde) gözden düşmesi, başka
bir evrenin (bu ikisinin asla bulunamadığı yöne paralel bir yönde bulunan bir
evrenin) kapısını aralıyor, bu evren de, psişik ve psikolojik ilişkilere göre,
bastınlmışlığa ya da bilinçdışma göre değil oyunun kurallarına, meydan okumaya,
ikil ilişkilere ve görünümlerin stratejisine göre yorumlanıyor: Baştan
çıkarmaya göre -yapıya ya da ayırt edici karşıtlıklara göre de değil, baştan
çıkarıcı tersinirliğe götelbu evrende dişil, erile karşıt olan değil, onu
baştan çıkarandır,
Baştan çıkarmada
dişil, ne vurgulanmış ne de vurgulanmamış bir Öğedir. Dişil, arzunun ya da
hazzın belli bir “özerkliği”ni: bedende, sözde ya da yazıda yitirdiği (?) bir
Özerkliği kapsamaz; kendi hakikatini de talep etmez; baştan çıkarır.
Elbette, baştan
çıkarmanın egemenliği, kabul gereği dişil sayılabilir; aynı kabul cinselliği de
esas olarak eril saymayı gerektirebilir; burada önemli olan böyle bir biçimin
her zaman var olmuş olmasıdır -ve kendinden uzakta resmettiği dişil hiçbir şey
olmayan, hiçbir zaman kendini ‘'üretmeyen”, hiçbir zaman kendini ürettiği yenle
olmayan (o halde, elbette hiçbir "feminist" taleple yer almayan)
şeydir üstelik de, psişik ya da biyolojik
bilseksüellik perspektifiyle değil, baştan çıkarmanın transseksüelliği olması
perspektifi doğrultusunda bunu yapar. Bütün cinsel düzenlemeler bu alanı
etkisizleştirmek isterler hatta, cinsellikten başka bir yapı olmadığı belitine
dayanan ve bu kurala uygun olarak başka hiçbir şeyden söz edemez hale gelen
psikanalizin kendisi bile.
Kadınlar, karşıt
hareketler oluştururken, fallokralik yapının karşısına ne koyuyorlar?
Belli bir özerkliği,
bir farkı, arzudaki ve hazdaki özgüllüğü, bedenlerine dair başka bir kullanım
biçtmilni, bir sözü, bir yazıyı -ama, asla bastan çıkarmayı değil. Sanki baştan
çıkamıa kendi bedenlerinin yapmacıklı bir üslupla sahneye konmasıymış gibi;
vasallığın ve fuhşun yalgısıymış gibi, ondan utanıyorlar. Şunu anlamıyoılar:
Boştan çıktırma simgeler evrenine hükmetmeyi temsil eder: oysa iktidar, gerçek
evrene hiibnetnıeyi temsil ermekten ibarettir. Baştan çıkarmanın sağladığı
egemenlik, siyasal ya da cinsel iktidarın sağladığı egemenlikle bir tutulamaz.
Feminist hareket
hakikaiin düzeniyle garip ve acımasız bir işbirliğine girer. Sanki baştan
çıkarma, kadın hakikatinin yapay alarak yoldan çıkmasıymış gibi onunla mücadele
eder ve onu dışlar; oysa baştan çıkarma, son tahlilde onun bedenine ve arzusuna
kazınmıştır. Böylelikle, dişilin o müthiş ayrıcalığını; hakikate, anlama asla erişememiş
olma ve görünümler hükümdarlığının mutlak efendisi olarak kalma ayrıcalığını
bir kalemle siler. Baştan çıkarmanın içkin gücü; baştan çıkarmanın, hakikatin
elindeki her şeyi almaya, onu yeniden oyunun içine; görünümlerin katıksız
oyununun içine sokmaya ve buradn, bir anda bütün anlam ve iktidar sistemlerini
bozmaya dayanan güctü: Baştan çıkarmanın gücü, görünümleri kendi çevrelerinde
döndürür, bedenin, urzu derinliği olarak değil, görünüm olarak hareket etmesini
sağlar -oysa bütün görünümler tersinme özelliği gösterirler -sisiemler,
yalnızca bu düzJemde kırılgan ve dayanıksızdırlar-anlam ise yalnızca büyü
karşısında dayanıksızdır. Bütün diğer güçler karşısında tek başına onlara eşit
ve onlardan üstün olan, basit bir görünümler stratejisi oyunuyla hepsini
alaşağı edebilen bu gücü inkâr etmek inanılmaz, bir körleşmedir.
Freud, anatomi
kaderdir, diyordu. Kadın hareketinin, tanımı gereği fallik olan ve anatominin
damgasını taşıyan bu kaderi reddetmesiyle birlikte, esas olarak anatomik ve
biyolojik bir seçeneğin kapılarının açılması şaşırtıcı gelebilir
"Kadındaki
haz, kloritsin etkinliğiyle vajinanın edilgenliği arasında seçim yapmak
dururumunda delildir. Vajinal okşamadaki hazzın, klitoris okşammasındaki hazzın
yerini alması gerekmez. Her biri, yeri doldurulmaz biçimde kadının haz
duymasına katkıda bulunurlar»... Örneğın. gögüslerin okşanması, vulvaya
dokunulması. dudakların aralanması vajinanın dış çeperi üstünde gelgit hareketi
yapan bir basıncın olması. Döl yatağı boynuna hafif dokunuşlar. vb., yalnızca
kadına ilgli bazı hazlar yaratnak içindir' (Luco İrigaray).
Bir kadının sözleri
mi?
Evet ama hep anatomiye ve bedene dair sözler.
Dişinin Özgüllüğü erojen bölgelerin dağınık olmasında; hazzın yaygın
çokdeğerliği ve arzu sayesinde bütün bir bedenin çehre değiştirmesi anlamına
gelen kendi merkezinden uzaklaşmış erojenliktedir: Cinsel devrimin ve kadın
devriminin laytmotifi budur; Bellmer'in Anagramları’ndan Deleuze'ün
makineleşmiş bağlantılarına kadar bütün bir beden kültürümüz bu laytmotifin
etkisi altındadır Hep bedenden söz edilir Anatomisiyle olmasa bile organik ve
erojen özellikleriyle bedenden; işlevsel bedenden; böylesine patlamış ve
eğretilemeli haliyle bile, onun temel yönelimi haz. doğal tezahürü de arzudur.
İkisinden birini kabul etmek zorundayız: Bütün bunlarla birlikte, ya beden bir
eğretilemeden ibarettir (öyleyse, cinsel devrimin ve beden kültürüne dönüşmüş
kültürümüzün anlamı ne?), ya da, beden ve kadın üstünde bunca laf etliğimize
göre, anatominin başat olduğu bir kader sürecine, başka bir deyişle kader
olarak kabul ettiğimiz anatomi sürecine kesinkes girmiş olmalıyız. Bütün bu
saydıklarımız arasında, Freud'un formülüne kökten karşı çıkan hiçbir şey yok.
Hiçbir yerde
baştan çıkarmadan söz edilmiyor; bedenin arzuyla değil hileyle işlemesinden, baştan
çıkanlmış bedenden, baştan çıkarılacak bedenden, kendi hakikatinden tutkuyla
uztıklaştırılmış bedenden, kafamızı kurcalayıp duran ve arzu denen etik
hakikatten söz edilmiyor -ciddi olan, bir o kadar da dinsel özellik taşıyan bu
hakikat, günümüzde bedende cisimleşiyor ve eskiden, din bedeni nasıl uğursuz ve
aldatıcı saydıysa bugün de baştan çıkarma beden için aynı anlama geliyor:
hiçbir yerde, görünümlere terk edilmiş bedenden söz edilmiyor.
Oysa, kader sayılan anatomiye kökten
karşı çıkan tek şey baştan çıkarmadır. Yalnızca baştan çıkarma, bedenleri
birbirinden ayıran cinselleşmeyi ve bundan doğan kaçınılmaz fallik iktisadı
parçalayabilir.
Sistemleri,
altyapılarından boşlayarak alaşağı edebileceğini sanan bütün hareketler
nahiftir. Baştan çıkarma. hepsinden daha zekidir, adeta kendiliğinden zekidir,
şiddetli ve ani bir kendinden-gerçekliktir -kendini kanıtlamaya, temellenil
itmeye ihtiyaç duymaz-gerçeğin sözde derinliklerinin, çeşitli nıh hallerinin,
anatomilerin, hakikatlerin, iktklarların altüst oluşu içinde birdenbire
belirir. Şunu çok iyi bilir ki, -bu onun sırrıdırlne anatomi vardır ne de
psikoloji; bölün işaretler tersinebilir. Görünümlerden başka hiçbir şey ona ait
değildir -bütün iktidarlar onun elinden kurtulabilir, ancak o da, bu
iktidarların bütün işaretlerini tersinir duruma getirebilir.
Kim ona karşı
koyabilir ki?
Tek gerçek koz görünümlere hükmedişte ve
onlara yönelik stratejide, varlığın ve gerçeğin iktidarına karşı durmaktadır.
Varlığı başka bir varlığın, hakikati de başka bir hakikatin karşısına koymak
işe yaramaz: İşte bu noktada, temelleri yıkmak bir tuzaktır; çünkü, görünümlerle hafifçe oynamak yeterlidir
Oysa kadın, görünümden başka bir şey
değildir. Ve görünüm olarak dişil erilin derinliğini tamamen başarısızlığa uğratmak
için yeterlidir. Kadınlar "aşağılayıcı" saydıkları bu formülün
karşısına dikilınektense, bu hakikatin baştan çıkarıcılığını kalbullenseler çok
daha iyi olacak; çünkü güçlerinin sırrı burada ve onlar, erilin derinliğinin
karşısına dişilin derinliğini koyarak bu güçlerini yitiriyorlar.
Hatta, derinlik
olarak erile zıt olan şey, yüzey olarak dişil de değildin daha çok, yüzeyi ve
derinliği birbirinden ayırt edilemeyen dişildir erile zttolan Yada, otantik
olanla yapay olanın bir-birinden farksız olmasıdır. Joan Riviene’in, "Kadınlık: Maskeli Balo" (La
Psychanalyse, sayı 7) adlı yazısında onaya attığı temel önerme
şuydu ve her her baştan çıkarmayı kapsıyordu: "Dişiliğin otantik ya da yüzeysel olması, esas olarak aynı şeydir.”
Bu,
yalnızca dişil için söylenebilir. Eril, kesin bir ayrımcılığın ve mutlak
ölçütün ne olduğunu bilir. Eril kesindir, dişil ise çözülemez
Oysa dişile ilişkin
bu önerme, yani otantik olanla yapay olanın dişilde temelsiz olarak var olduğu
önermesi, aynı zamanda –ilginçti-simülasyonun alanını tanımlar: Simülasyonda
da, gerçekle modeller âlâsındaki ayırımı ortaya koymak imkânsızdır; simülasyon
modellerinin ortaya koyduğu gerçekten başka bir gerçek yoktur; tıpkı,
görünümlerin dişiliğinden başka bir dişilik olmadığı gibi, Simülasyon da
çözümsüzdür.
Bu tuhaf çakışma
dişili, kendi anlamındaki belirsizliğe gönderir: O hem simülasyonun en kesin belirtisidir hem de
simüllasyanun Ötesine geçmek için tek çıkar yoldur -özellikle de baştan çıkarma
söz konusu olduğunda.
Şu dişilik; insan topluluğunun sonsuz
ironisi.
Hegel
Belirsizliğin ilkesi
olarak dişilik.
Dişilik, cinsel
kutupların bocalamasına yol açar O, erilin karşıt kutbu değildir: o, ayırt
edici karşıtlığı ve böylelikle cinselliğin kendisini ortadan kaldırandır;
tarihsel olarak eril fallokraside kendini böyle cisimleştirdiği gibi, yarın da
dişil fallokrasi de kendini bu şekilde cisimleştirebilir.
Dişilik,
kararsızlığın ilkesi olduğuna göre, kendisi de kararsız olduğu yerde, yani
dişilik oyununda en büyük kararsızlığı yaşayacaktır.
Travestilik. Onlar ne eşcinseldir ne de
transseksilel: travestillerin hoşlandığı şey, cinsiyetin ayırt edilemediği bir
oyundur. Başkalarında yarattıkları ve
kendilerini de etkileyen cazibenin kaynağı, alışılageldiği gibi bir cinsiyetin
diğeri karşısındaki çekiciliği değil cinsel bocalama halidir. Onlar, gerçekte ne
erkek/erkeklerden, ne kadın/kadınlardan, ne de farklı cinsel varlıklar olarak
kendilerini aşırı derecede vurgulayarak tanımlayanlardan hoşlanırlar.
Cinsiyetin olması için, işaretlerin biyolojik varlığı çogaltmıtsı gerekir.
Burada ise işaretler biyolojik vatlıktan ayrılır ve gerçek anlamda cinsiyet
kalmaz: travestilerin âşık olduğu şey bu işaretler oyunudur: onları cezbeden
ise bu işaretleri baştan çıkarmaktır. Onlar için her şey makyajdan, tiyatrodan
ve baştan çıkarmadan ibarettir. Cinsiyet oyunlarına karşı saplantılı bir
bağlılıkları varmış gibi görünürler: ancak onların asıl saplantısı oyundur ve
onların yaşamlarının, bizimkinden çok daha fazla cinselliğe adanmış gibi
görünmesinin nedeni cinselliği, bedenlerinin her hareketiyle, duygularıyla ve
ritüeliyle bir oyun; coşkulu Ama minik bir çağrı olarak görmeleridir.
Nico'nun bu denli güzel görünmesinin tek
nedeni, dişiliğinin bir oyundan ibaret olmasıydı. Onda güzellikten de öte. yüce
bir şey vardı ve bu. farklı bir baştan çıkarıcılık yayıyordu. Nico’nun sahte
bir travesti olduğunu, travesti rolü yapan gerçek bir kadın olduğunu öğrenen
herkes şaşkınlığa uğradı. İşaretler içinde hareket eden ve kadın
olmayan/kadın, baştan çıkarcılığın sınırlarına, cinsiyetiyle kendini kanıtlamış
hakiki bir kadından çok daha fazla ulaşabilir. Yalnızca o. katıksız cazibeye
sahip olabilir çünkü o, cinsel bakımdan çekici olmaktan çok baştan çıkarıcıdır.
Gerçek cinsellik belirince cazibe de yok olur; kendine uygun başka bir arzu
yaratabilir elbette, ama yapmacıklıktan gelen mükemmellik yoktur artık
Baştan çıkarma,
cinselliğe göre çok daha eşsiz ve soyludur ve bu nedenle onu çok daha değerli
buluruz
Travestiligin temcilerini biseksüellikte
aramak yanlış olur. Çünkü, ister karma olsun ister ikideğerli, ister belirsiz olsun ister
dönüşmüş, cinsiyetler ve cinsel karakterler gerçekliklerini korurlar ve
cinsiyete ilişkin psişik bir gerçekliğe tanıklık etmeyi sürdürürler. Buna
karşın, cinselin hu tanımı gölgede kalmıştır. Ve bu oyun, çapkınlığa denk
düşmez. Sapkınlık. Öğelerin düzenini yoldan çıkarmaktır. Oysa burada, yolundan
çıkarılan herhangi bir öğe yoktur: yalnızca baştan çıkarılan işaretler vardır
Bilinçdışında ve "Örtülü
homoseksüellik” alanında araştırma yapmak da boşuna. Örtülü olmayı ele
alan bu eski kazüistik, bir yandan yüzeyin ve derinliğin cinsel imgelemini
üreli iken, diğer yandan da, belirtisel bir okumayı ve düzeltilmiş bir anlamı
ima eder. Burada hiçbir şey örtülü değildir, her şey. Cinsiyetin
gizli ve belirleyici ısrarına ilişkin bir varsayımı, işaretlerin yüzeysel
oyununu çekip çeviren derin fantazmalar oyununa dair bir varsayımı tartışmaya
yöneliktir -oysa oyunun tamamı bu geri dönüşlülüğün baş döndürücü ortamında
gerçekleşin bu ortamda
cinsiyet, işaretlerde töz-ötesi hale geçer ve bu geçiş her tür baştan
çıkarmanın sırrıdır.
Belki travestinin
baştan çıkarma gücü de, doğrudan doğruya parodiden doğar-cinselin üstanlamında
gerçekleyen bir cinsiyet parodisi. Yani, travesiilerin fuhşu kadınların bildik
fuhşundan başka bir anlam taşır. Antikçağ insanlannın kulsal fuhşuna (ya
da erdişilige verilen kutsal konuma) yakındır. Makyaja ve tiyatroya başvururken
bunları, haz duymayan bir cinsiyetin ritüele ve parodiye dayanan gösterişi
olarak görür.
Baştan çıkarma,
kendi rolünü bir parodiye oynatır ve bu parodide, dişil karşısında oldukça
acımasız olan ve kadının baştan çıkarma silahlarının erkek tarafından müsadere
edilmesi olarak değerlendirilebilecek bir kıyıcılık boy gösterir. Böylelikle
travesti, baştan çıkarıcı tek şey olan ilk savaşçı konumunu yeniden üretmiş
olur -kadın bir hiçtir (faşizme ve faşizmin travestiye olan hısımlığına göz
kırpar). Ancak travesti. cinsiyetlerin toplamı olmaktan çok iptali değil midir?
Ve eril, dişiliğin bu şekilde
gülünçleştirilmesiyle kendi konumunu ve ayrıcalıklımın feshederek ritüele
dayanan bir oyunun kontrapunto [çeşitli melodileri birbirine uydurma ] öğesi haline gelmez
mi?
Her halükârda,
dişilin bu parodisi sanıldığı kadar kıyıcı değildir, çünkü o, erkeklerin, kendi fantazmalannda
aşılmış, bozulmuş. parodi haline getirilmiş Dişilik olarak imgeledikleri ve .sahneye
koydukları şekliyle dişiliğin parodisidir (Barcelona'nın travestileri
bıyıklannı kesmezler ve kıllı göğüslerini rahatça sergilerler); bu parodi,
bu toplumda dişiliğin, erkeklerin gülünçleştirdiği işaretlerden başka bir şey
olmadığını onaya koyar. Dişiliğin üst-simülasyonunu yapmak kadının,
simülasyonun eril modelinden başka bir şey olmadığını söylemektir. Bu, kadının
oyunu aracılığıyla kadın modeline kadın/işaret aracılığıyla kadın/kadına meydan
okumaktır. Oyununu yapayın sınırlarında oynayan, mükemmelliğe varacak ölçüde
hem dişiliğin mekanizmaları içinde oynayıp hem de onJan bozan bu capcanlı ve
simüllasyona dayanan meydan okuma, "kendi varlığı içinde yabancılaşmış” bir dişiliğin ideolojik-politik
taleplerinden daha berrak ve radikal olabilirdi. Burada dişiliğin herhangi bir
varlığının (kendi doğası, üslubu, kendi hazzı ve Freud’un dediği gibi, özgül
libidosu yoktur) olmadığı ifade edilir. Her tür otantik dişilik arayışı,
kadınlann sarf ettiği söz. vb. karşısında, kadının bir hiç olduğu ve gücünü de
buradan aldığı söylenir.
Feminizmin hadımlık kuramını toptan inkâr
etmesinden çok daha etkili bir yanıt. Çünkü bu inkâr, anatomik değil de
simgesel olan ve her tür sanal cinsellik üstünde ağırlığını hissettiren bir
kaderi karşısında bulur. Bu yasanın alaşağı edilmesi, yalnızca kendi paredik
kararlılığına, dişilik işaretlerinin ayrıksılığına, cinsiyetlerin çözülemeyen
biyolojisine ve metafiziğine son veren işaretlerin çoğalmasına bağlıdır -makyaj,
bundan ibarettir: Muzaffer parodi, ölçüsüz kararlılık, hadımlığın simgesel
yasasından başka bir şey olmayan bu derin simülasyonun yüzeysel
hipersimülasyonu-baştan çıkarma alanında oynanan transseksüel oyun.
Yapay
uygulamaların ironisi -makyaj yapmış ya da fahişe kadının bir
çizgiyi vurgulayarak bir işaretten fazlasını yaratması ve bu yolla doğrunun
karşıtı olan yanlıştan değil, yanlıştan daha yanlış olandan yola çıkarak
cinselliğin doruğunu canlandırması ve aynı zamanda, simülasyonun içinde kendini
ortadan kaldırması. Kendi kapalı yetkinliğinde bile cinsellik oyununa son
vererek ve cinsel gerçekliğin sahibi ve efendisi olan erkeği hayali Özne
saydamlığına havale ederek, kadını idol ya da cinsel nesne halinde
biçimlendirme ironisi. Nesnenin ironik gücü; kadının öznelliğe terfi ederken
yitirdiği güç.
Her tür eril güç, üretimden gelen güçtür,
isterse kendini kadın olarak üreten kadın söz konusu olsun, kendini üreten her
şey eril gücün siciline işlenir. Dişiliğin tek ve karşı konmaz gücü, bunun
tersi olan baştan çıkarmadır. Baştan çıkarma, üretimin gücünü geçersizleştirme
dışında özgül değildir ve özgül olaıı hiçbir şeye sahip değildir. Ancak daima
bu gücü geçersizleştirir,
Zaten, fallusun iktidarı bugüne dek hiç
var olmuş mudur?
Bütün bir
ataerkil egemenliği, fallokrasiyi, erilin hatırlanamayacak kadar eskilere
dayanan ayrıcalıklarını konu alan tarih, belki de ayaküstü uydurulmuş bir
yalandır. Örneğin, ilkel toplumlarda kadınların
değiş tokuş edilmesi konusunda aptalca bir değerlendirme yapılarak, bunun nesne-kadının
ilk evresi olduğu söylenir. Bu konuda bize söylenen her şey. eşitlikçi ve
devrimci modernliğin laytmotifi [bir opera veya müzik parçasında zaman zaman
tekrarlanan nağme, kılavuz motif, ana motif] olan, cinsiyetlerin eşitsizliğine
dayanan evrensel söylem, günümüzde enerjisini, devrimin başarısızlığa uğramış
olmasından alır ve bunların tümü koskocaman bir yanlış anlama yaratır. Bunun
tam tersini öne süren -dişilin, hiçbir zaman egemenlik altında kalmadığını; her
zaman egemen olduğunu öne süren-varsayım çök daha makul ve bir bakıma çok daha
ilginçtir. Elbette burada dişil, yalnızca cinsiyeti değil, her tür cinsiyeti
kesen biçim: cinsiyetsizliğin gizli ve etkili biçimi olarak her ttlr iktidar
anlamına gelir. Yol açtığı tahribatla cinselliğin bütün boyutlarında bugün
kendini hissettiren meydan okuma -aynı zamanda baştan çıkarmaya da ait olan
meydan okuma, bugüne dek daima muzaffer olmadı mı?— anlamına gelir.
Bu anlamda eril, bugüne dek yalnızca
bir tortu; siperlerde, kurumlarda, yapaylıklarda savunulacak ikincil ve
kırılgan bir oluşum olabilmiştir. Nitekim fallus kalesi de bir kalenin, yani
zayıflığın bütün işaretlerini sunar. Varlığını, ancak aşikâr bir cinselliğin,
Üreme ya da hazla kendini tüketen cinsel bir erekliliğin surlarında
sürdürebilir.
Yalnızca dişi cinsiyetin var olduğu
ve erilliğin, bundan kurtulmak için gösterdiği insanüstü bir vahayla varlığını
sürdürdüğü varsayımı da öne sürülebilir. Bir anlık dalgınlıkla yeniden dişilin
parçası oluverir insan. Dişil kesinkes ayrıcalıklı, eril de kesinkes tehlike
altındadır -ortaya gülünç bir durum çıkar: Bunlardan birini ''kurtarma"yı
islemek onu, diğerinin “iktidarının kırılganlığına ulaştırmaktan başka hiçbir
işe yaramaz: erilin içine düştüğü bu durum kısaca ayrıksı, çelişkili, paranoil
ve yorucudur.
Cinsel fabl fallik fablın tersidir
buna göre, bir çıkarma işleminin sonucunda kadın erkekten doğar -oysa fallik
fablda, istisnai olarak erkek kadından doğar. Bu fabl, Bettelheim’ın Blessures
symboliques'le yer alan çözümlemelerini de pekiştirir: Erkekler, kadının çok daha üstün
olan ilk iktidarıyla baş edebilmek için onun karşısına kendi iktidarlannı ve
kuıumlarını dikerler. Devindirici güç, bir penise sahip
olma isteği değil, tersine, kadının döllenme gücü karşısında erkeğin duyduğu
kıskançlıktır. Kadının sahip
olduğu bu ayrıcalığı ortadan kaldırmak olanaksızdır. Bu yüzden de ne pahasına
olursa olsun İki doğal ayrıcalıgı gözden düşürecek farklı bir toplumsal,
siyasal, iktisadi eril düzen yaratmak gerekmiştir. Ritüel düzende, karşıl
cinsiyete ilişkin işaretleri belli bir düzene koyan uygulamalar, büyük ölçüde
erildir: Çizip kanatma, sakatlama, yapay dölyolu açma, couvade, vb
Paradoksa dayanan bir varsayım ne
denli ikna ediciyse, bunlar da o ölçüde ikna edici olabilir (yine de kabul edilmiş varsayımdan çok daha
ilginçtir), ancak, özünde öğelerin yeri değiştirilmiştir yalnızca ve dişili,
ilksel bir töz, bir tür antropolojik altyapı haline getirir; anatomiye
ilişkin saplamaları tersyüz ederek onlan yeniden belirler ancak bunu bir kader
olarak bırakır ve bir kez daha "dişilik ironisi" her şeyini yitirir.
Dişil, bir cinsiyet olarak
kurulduğunda, hatla bu, Özellikle, onun üsIündeki baskıyı ortaya koymak için
yapıldığımla ironi de ortadan kalkar. Aydınlanma daki insancılığın ebedi
aldatmacası da budur. Köle cinsiyetini, köle ırklarını, köle sınıflanın kendi
köleliklerinin bağlamından kurtarmayı hedeflemek, Dişilin, tümüyle ayrı bir
cinsiyet haline gelmesini islemek! Bu öylesine büyük bir saçmalık ki. ne
cinsiyet ve ne de iktidar bağlamında doğrulanabilir.
Oysa dişil ne eşdeğerlik ne ile değer
dikeni içinde yer alır: Ou yüzden de o, iktidar içinde çözünmez. Hatta dişil
yıkıcı dahi değildir, o tersinir. Buna karşılık iktidar, dişilin tersinirliği
içinde çözünebilir. "Olgulara bakarak kimin; yani erilin mi dişilin mi çığlar
boyunca diğeri üstünde egemen olduğuna karar verilememekle birlikte (bir kez
daha belirtelim. Dişile baskı uygulandığı savı, artık karikatür haline gelmiş
fallokratik bir efsaneye dayanır), cinsellik konusunda tersinir biçimin
doğrusal biçime üstün geldiği açıktır. Dışlanmış biçim, egemen biçime gizlice
üstün gelir. Baştan çıkancı biçim de, üretici biçimden üstündür.
Bu anlamda dişilik delilikle aynı
cephededir Çünkü delilik de nonrmalleştirilme (başka varsayımların yanı sıra,
özellikle billinçdışı varsayımı sayesinde) dayatmasına gizlice üstün gelir.
Çünkü dişilik de, yeniden yönlendirilme ve normalleştirilme (özellikle cinsel
özgülleşme içinde) dayattnasına gizlice Üstün gelir.
Ve haz içinde.
Kadınlara baskı uygulandığına dair önemli
gerekçelerden biri de haz yoksunluğu. haz duyma eksikliğidir Bir tür mukavemet yarışı ya da cinsel
ralli şemasına uygun olarak bu aşikâr haksızlığı derhal ortadan kaldırmak için
herkes çaba göstermelidir. Haz giderek bir gereklilik ve temel bir hak görünümü
almaya başladı. İnsan
haklarının son evladı olarak kesinkes uyulması gereken bir buyruk saygınlığına
ulaştı Ona karşı çıkmak ahlâka ters düşmek olarak görülmeye başlandı. Oysa
Kant’taki ereksiz ereklilikler kadar bile sevimli değil. Haz arzunun yönetimi
ve özyönetimi olarak kendini dayatıyor ve herkesin, tıpkı yasalarda olduğu gibi
onu bilmek zorunda olduğu varsayılıyor.
Bu, hazzın da tersinir [tersine
çevrilebilir ] olduğunu, yani haz yokluğu ya da reddinde daha büyük bir
yoğunluk olabileceğini bilmezden gelmelidir. Oysa bu noktada, yani cinsel erek
rastlantısal hale geldiğinde. baştan çıkarma ya da zevk olarak
adlandırılabilecek bir şey çıkıverir ortaya. Hatta haz daha tuıku verici ve
tutkulu başka bir oyunun gerekçesidir yalnızca -Duygu İntjtararorltığu'nda
böyleydi; haz aracılığıyla ulaşılmak istenen yer, hazzın en uç noktası ve
ötesiydi; haz, arzunun saf işleyişine üstün gelen bir meydan okumadır: çünkü
onun mantığı daha da baş döndürücüdür, çünkü haz bir itkiden başka bir şey
değilken, arzu bir tutkudur.
Ancak bu sarhoşluk hazzın reddinde
de etkili olabilir. "Yoksunluk" şöyle dursun kadınlann, büyük bir
başarıyla daima cinsel sakınım hakkından yararlanmadıklarını, yani
hazsızlıklarının özü sayesinde meydan okumadıklarını ya da daha doğrusu,
erkeklerdeki hazzın, mevcut haline meydan okumadıklarını kim bilebilir?
Hiç
kimse, böylesi bir kışkırtmanın ne ölçüde yıkıcı olabileceğini ve mutlak
kudretinin nelere kadir olduğunu bilemez. Tek başına haz duymaya, zevklerin ve
fetihlerin toplamına kapanmaya indirenmiş olan erkek bu sorunun içinden hiçbir
zaman çıkamamıştır.
Peki, çeşitli
stratejileri olan bu oyunun galibi kim?
Görünürde, bütün saflarda erkekler var. Ne var
ki, yolunu yitirmedigi ve bu topraklarda batağa saplanmadığı pek söylenemez;
tıpkı iktidar mücadelesinde olduğu gibi bir bakıma ileri cephelere kaçış
halinde; burada hiçbir birikim, hiçbir hesap onu kurtarmıyor ve elinden
kaçırdıkları için duyduğu gizli umutsuzluğu gidermiyor. Artık bütün bunlara bir
son verilmesi ve kadınların da haz duyması gerekiyor. Onları özgürleştirmenin
ve onlara haz vermenin yollan bulunmalı -çünkü, hazsızlığa dair herhangi bir
stratejiyle karşı karşıya kalınınca, eninde sonunda haz onadan kalkar ve bu
yüzden bu dayanılmaz meydan okumaya bir son vermek gerekir. Çünkü hazzın
stratejisi yoktur O, kendi ereğinin arayışında olan bir enerjiden başka bir şey
değildir. O, kendisini bir araç, arzuyu da taktik bir öğe olarak kullanacak
herhangi bir stratejiden çok daha zayıftır. Laclos’dan Casanova’ya ve Sade'a
(hatta. Baştan Çıkarıcının Günlüğü ile Kierkegaard'a) kadar, XVIII. yüzyılda
benimsenen serbestiyetçi cinselliğin ana konusu da budur; cinselliği hâlâ bir
tören, bir ritüel ve bir strateji olarak gören bu anlayış, cinsellik hakikatini
onaya koyan İnsan Hakları ve psikolojiyle birlikte yok olmuştur.
Hazza çağrı ve hap çağında yaşıyoruz.
Cinsel sakınım çağının sonu. Kadınların, büyük bir gayret göstererek karşı
koydukları temel bir şeyden, şimdi yoksun bırakıldıklarını anlamış olmaları
gerekiyor; onlar, hapın «akılcı nedenlerle»
benimsenmesine “başansız” eylemler tayfı sayesinde karşı koymuşlardı.
Pek çok kuşak okula, tıbba, güvenliğe, çalışmaya karşı da aynı direnci
göstermişti. Sınırsız özgüllüğün, sözün ve hazzın yol açabileceği yıkım
karşısında aynı derin sezgi vardı: Meydan okuma, başka bir meydan okuma artık
mümkün değildi; sürekli ereksiyon halinin lehine şantaj yapmak için her tür
simgesel mantığın kökü kazındı (haz oranının düşme eğilimi gösterdiği güz önüne
alınmadı mı?
“Geleneksel” kadın ne bastırılmıştı
ne de ona haz yasağı getirilmişti: Kendi konumu içinde bir bütündü: ne yenik
düşmüştü ne de edilgendi; üstelik. er geç “kurtuluş” gününü göreceğini de hayal
etmiyordu. Bazı saflar, geçmişe şöyle bir bakarak bütün zamanlarda kadının
kendine yabancılaşmış olduğunu ve sonra arzusu sayesinde kurtulduğunu
söylüyorlar. Oysa, bu bakış açısında derin bir küçümseme var; tıpkı,
«yabancılaşmış» olduğu söylenen ve hiçbir zaman gizemli bir sürtıdeıı başka bir
şey olamadıktan varsayılan kitleler karşısında benimsenen bakış açısında olduğu
gibi.
Bütün çağları aşarak yabancılaşmış
kadın tablosunu yapmak hiç de zor değil: devrimi ve psikanalizi himayesine
alarak ona arzunun kapılarını açmak da son derece kolay. Bütün bunlar o denli
yalın ve bu yalınlıktan içinde o denli müstehcen ki -bundan daha kötü olan bir
şey varsa, o da cinsiyeçiligin ve ırkçılığın ifade edilmesi: merhamet.
Neyse ki; dişil, hiçbir zaman merhametin imgesi
olmadı. Onun, daima
kendine özgü bir stratejisi oldu: meydan okumanın durmak bilmeyen ve muzaffer
stratejisi (bu stratejinin en temel biçimi de baştan çıkarmaydı). Haksızlığa
maruz kaldığını düşünerek ağlamak ve bu haksızlığı gidermeye çalışmak boşuna
Cins-i latif uğruna adalet mücadelesi verme oyunu oynamak da. Her şeyi, sırrı XX. yüzyılda
anlaşılan bir tür kurtuluşa ve arzuya konulan ipoteğe bağlamak da. Oyunlar
tarihin her bir anında, hep başından sonuna kadar oynandı; üstelik bütün
kartlarla ve bütün kozlarla Hiçbir oyunu erkekler kazanmadı; hiçbir zaman
Aslında esas şimdi, sırf hazzın işareti yüzünden kadınlar kaybetmek üzereler
-bu da başka bir tarih.
Bu
her şeyi ürelen, her şeyi konuşturan
her şeyin haz almasını sağlayan, her şeye söylem bulan bir kültürde
dişilin güncel tarihidir. Ayn bir cinsiyet olarak dişilin, değer olarak dişilin
belirsizlik ilkesi olan dişil aleyhine ilerlemezdir (eşil haklar, eşit haz).
Cinsel kurluluş. yalnızca dişil hukukun, konumun, hazzın dayatıldığı bu
stratejiyle mümkündür. Cinsiyet olarak dişil ile cinselliğin çoğaltılmış kanılı
olarak hazzın aşın ışıklandınlmıısı ve sahneye konması.
Porno ise hepsini açıkça sergiler. Apaçıklık, haz ve
anlamlılık üçlemesi olarak porno, haz duyan dişilin bu denli kuvvetli bir
biçimde yükseltilmesinden başka bir şey delildir . sırf, «siyah kıta» üstünde öleden beri
dolaşan belirsizliği gömebilmek için yapılır her şey. Hegel'in sözünü ettiği, «insan topluluğunun sonsuz ironisi» de
bitti artık. Bundan böyle kadın haz
duyacak ve neden haz duyduğunu da bilecek. Bütün dişillik gtirünür hale
getirilmiş olacak -hazzın amblemi kadın olacak, haz ise cinselliğin amblemi.
Belirsizlik de son buldu, sular da. Kökten müstehcenlik başlıyor artık.
Pasolıni'nin Sodom'un 120 Günü adlı
eseri -baştan çıkarmanın gerçek çöküşü: Her tür tersinirlik acımasız bir
mantık uyarınca ortadan kaldırılır. Orada her şey, geri dönüşü olmayan bir
biçimde eril ve ölüdür. İşkencede bile cellatlarla kurbanların suç ortaklığı ve
iç içeliği yok olmuştur: Her şey cansız bir işkenceden, duygusuzca işlenmiş bir
suçtan, soğuk bir entrikadan ibarettir (hazzın bedenlerden bolca yararlanma
hakkı ve her tür baştan çıkarmanın karşıtı olduğu hemen dikkat çekiyor: Haz,
yatağından çıkarılan bir maden, bedenlerdeki makine sisteminin teknolojik bir
ürünü, zevklere dair bir lojistiktir; dosdoğru hedefe gidiyor ve kendi ölü
nesnesinden başka hiçbir şey bulamıyor orada).
Film, işte bu hakikati resmediyor:
Egemen olan eril sistemde, her tür egemen -yâlnızca bu özelliğiyle eril olma
özelliği kazanan-sistemde tersinirliği, oyunu ve simgesel içermeyi
cisimlleştiren etken dişilliktir. Sodom, yalnızca cinselliğin değil. Ölüm ve
Ölüm alışverişi de dahil her tür ilişkinin hedef olduğu bu asgari baştan
çıkarmadan bile arındırılmış bir evren (bu durum, Sade'da olduğu gibi Sodom'da
da. sodomuin hâkimiyetiyle ifade ediliyor). Tam bu noktada dişilliğin, diğer
cinsiyetin karşıtı olmadığı ortaya çıkıyor, dişillik, her tür hak ve tasarrufu
elinde tutun cinsiyete, cinsellik tekelini elinde tutan cinsiyete gönderme
yapımdır: Eril, başka bir şeye duyulan saplantı ve cinsellik onun
hayal kırıklığına uğramış biçiminden, baştan çıkarmadım başka bir şey değildir.
Baştan çıkarma bir oyun, cinsellik ise bir işlevdir. Baştan çıkarma ritüel,
cinsellik ve arzu ise doğa niteliğindedir. Dişil ve erilde bu iki temel biçim
arasında bir çatışma vardır, herhangi bir biyolojik farklılık ya da nahif bir
iktidar rekabeti değildir.
Dişil, baştan çıkarmadan ibaret
değildir; o aynı zamanda, erilin
cinselliği temsil etmesine, cinselliğin ve hazzın tekelini elinde tutmasına
meydan okur, aynı zamanda o, erilin kendi egemenlik alanını sonuna dek ve öldüresiye
kullanmasına meydan okur. Kültürümüzün bütün cinsellik tarihi boyunca hiç
fasıla vermeden süren bu meydan okumanın yarattığı baskı yüzünden falloklrasi
yıkılıyor; üstelik de sırf onu gözden kaçırdığı için. Cinselliğe dair bütün
düşüncelerimiz fallik işlev ve cinselliğin olumlu tanımı çevresinde
yapılandığına göre, fallokrasiyle birlikte bu düşüncelerin de yıkılması
mümkündür Her olumlu biçim, kendi olumsuz biçimiyle sıkı bir uyum içindedir;
Ancak tersinir biçimin ölümcül meydan okuyuşunu da bilir. Her yapı kendi
üğelelrinin tersyüz olmasına ya da altüs olmasına razı gelir, ancak tersinmeye
razı olmaz Söz konusu olan bu tersinir biçim, baştan çıkarmanın biçimidir.
Kadınların tarihsel olarak sürgün
edildikleri biçim değil; gynaikonitis kültürü, pudralar ve danteller, ayna
evresiyle ve kadın imgelemiyle yeniden değer kazandırılan baştan çıkarma,
cinsel oyunların ve kumazlıkların sergilendiği alan (nezakel de dahil olmak
üzere, bütün diğer ritüeller ortadan kaybolduğu halde, Batı kültüründen kalan
tek beden ritüeli bu alanda muhafaza edilmiş olsa da) değil: cinsellik
referansını paramparça eden ironik ve alternatif bir biçimdir baştan çıkarma:
arzunun değil, oyunun ve meydan okumanın alanıdır baştan çıkarma.
Baştan çıkarmanın en beylik oyununda
hile öne çıkan odur: Ben kaçacağım, sen ise bana haz veremeyeceksin, ben sana
oyun edeceğim ve hazzı elinden alacağım. Bu hareket kazandıran bir oyundur onun
yalnızca cinsel bir strateji olduğunu düşünmek yanlış olur. Daha doğrusu bir yer değişttirme
stratejisidir (st-ducere: uzaklaştırmak, yolundan çevirmek), cinsellik
hakikatini saptırma stratejisidir: Oyun
oynamak haz almak değildir. Burada söz konusu olan, işaret niteliğinde bir
tutku, bir oyun olan baştan çıkarmanın bir tür hükümranlığıdır, baştan çıkantıa
uzun vadede oyunu kazanır, çünkü işaretler tersinir ve belirsiz olma özelliği
taşırlar.
Baştan çıkarmanın saygınlıkları,
Hıristiyanlığın hazza dair tesellilerinden çok daha üstündür Onlar, hazzın
doğal bir amaç olduğunu düşünmemizi isterler ve pek çok insan, bu amaca bir
türlü ulaşamadığı İçin deliye döner Oysa, bizim kültürümüzün libido dizaynı bir
yana, sevmenin itkiyle hiçbir alakası yoktur -sevmek bir meydan okuma ve bir
kozdur Ötekinin de bizi sevmesi için ona meydan okumaktır; baştan çıkmak,
ötekinin de baştan çıkacağı konusunda onunla bahse girmektir (bir kadını,
baştan çıkmayı becerememekle suçlamaktan daha etkili bir argüman yoktur) Bu
bakımdan sapkınlık başka bir anlam kazanır: Sapkınlık, baştan çıkmadan ve
baştan çıkma becerisine sahip olmadan baştan çıkmış gibi yapmaktır.
Baştan çıkarmanın kuralı, her şeyden
önce, ritüele dayanan kesintisiz bir değiş tokuşun: baştan çıkaranın da baştan
çıkanın da hiçbir oyun oynamadığı bir yeniden değer artırma sürecinin kuralıyla
aynıdır, çünkü, birinin kazandığı zaferle ötekinin uğradığı bozgunu birbirinden
ayıran çizgi ayırt etlilemez durumdadır -ve daha çok baştan çıksın ve benden
daha çok sevsin diye ötekine yönelen bu meydan okumanın Ölüm dışında hiçbir sınırı yoktur. Oysa cinselin yakın ve sıradan
bir amacı vardır: Haz, yani arzunun yerine getirilmesinin doğrudan biçimi.
Un destin si funeste (s. 142-143) adlı kitabında Roustang şöyle der:
«Çözümlene yapılırken, kadının haz talebini duymaya başlayan bir erkeğin ne
büyük bir tehlikeyle karşı karşya kaldığı görülecektir. Eğer kadın, arzusu yüzünden,
erkeğin onu kapatmaktan kendini alıkoyamamasından ileri gelen bozulmazlığını
bozuyorsa; eğer kadının kendisi doğrudan ve sınırsız bir talep haline
geliyorsa; eğer kadın kendine egemen olmuyorsa ve talep haline gelişine de
egemen olmuyorsa, erkek de kendini intiharın eşiğinde bulacaktır. Hiçbir
oyalamayı, hiçbir mazerete tahammül etmeyen; şiddeti ve süresi bakımından
sınırsız olan bir talep kadının, kadın cinselliğinin ve hatta kadına özgil
hazzın... temsil ettigi mutlakı paramparça eder. Kadına özgü haz, daima aniden
yücelltebilir; oysa, erkeğin bağlı olduğu ve kaçış yolu bulamadığı böyle bir
kadının Hak talebi, erkeğin dayanak noktalarını yitirmesine ve tam bir
olumsallık duygusuna yol açar... Bütün arzu talebe geçtiğinde dünya tersyüz
olur ve patlar. Hiç kuşkusuz bu nedenle kültürümüz, kadınlara hiçbir şey
istememeyi öğretmiştir, giderek hiçbir şey arzulamasınlar diye.»
“Bütünüyle talebe geçen arzu” da neyin nesi? Yine
kadının «arzu»sundan mı söz ediliyor?
Burada deliliğin ayırt edici bir biçimi yok mu
ve bu biçimin «özgürleşme» ile ilişkisi pek zayıf değil mi?
Sınırsız bir cinsel talebin, hazza ilişkin
sınırsız bir gerekliliğin bu yeni ve dişil biçimlendirilişi de neyin nesi?
İşte bizim kültünlmüzün saplanıp kaldığı sınır
noktası -ve Roustang'ın haklı olarak belirttiği gibi kültürümüz intihamı
eşiğinde ki toplu bir şiddet biçimini kapsıyorlancak yalnızca erkek için değil:
Kadın ve genci olarak cinsellik için do bir sınır noktası bu.
«Yalnızca kadınları seven
erkeklere/kadınlara hayır diyoruz; yalnızcı ekekleri seven erkeklere/kadınlara
da hayır diyoruz; yalnızca çocukları seven erkeklere/kadınlara da hayır diyoruz
(sonra yaşlılar var, sadeler var, mazolar var, köpekler, kedilr var)... Nazik
ve ben merkezci yeni mililitanlar, cinsel ırkçılık yapma, cinsel bakımdan
benzeniz olma hakkını talep ediyorlar. Ama bizler, her tür sektör yaklaşımına
hayır diyoruz. Oğlancı olmak için ille de kadın düşmanı olmak; lezbıyen olmak
için ille de erkeklerden korkmak gerekiyosa; kendini tecavüzden korumak için
ille de gecenin getirdiği zevkleri, buluşmaları, ayartmaları reddetmek
gerekiyorsa; bu bazı yasaklar karşısında verilen mücadele adına başka bazı
tabuları, ahlakçıları, kuralları, türlü biçimlerdeki kısıtlamaları sürdürmekten
başka bir şey değildir...
Bedenlerimizde tek bir ya da iki
cinsiyeti değil, pek çok cinsiyeti hissederiz. Ne erkeği görürüz ne de kadını;
antrepomorfik insan türünü görürüz. Basmakalıp kültür engelleri, fizyolojik
ayırımlar yüzünden kendi bedenimiz bizi yorar. Eriliz, diriliz, yetişkiniz ve çocuğuz,
dişil seviciyiz. eril seviciyiz ve oğlancıyız, dişil yapıcıyız, eril yapıcıyz,
ibneyiz. Cinsel zenginliğimizi tek bir cinsiyete indirgemeyi reddediyoruz.
Bizim seviciliğimiz, sahip olduğumuz çok zayıdaki cinselliğin tekbir yüzü.
Kendimizi, toplumun bize dayattıklarıyla sınırlamayı kabul etmiyoruz; yani
yalnızca hetero olmayı, lezbiyen olmayı, oğlancı olmayı ve tanımı yapılan bütün
bu ürün yelpazesini reddediyoruz. Arzularınıız söz konusu olduğunda akıllıca
davranmak istemiyoruz.” (Judath Belladenna Barbara Penton)
Cinselliği sınırsızca yaşama çılgınlığı; arzunun,
isteğe ve haz ta ölçüsüzce dağılması -burada, Roustang’ın söylediklerinin
tersyüz olmuş bir hali yok mu?
Hiçbir şey arzu etmesinler diye, bugüne dek
kadınlara, hiçbir istekte bulunmamayı Öğretmiştik; bugün ise, hiçbir arzulan
olmasın diye her şeyi istemeyi öğretmiyor muyuz?
Haz. bütün
karanlık kıtanın kodlarını mı çözdü mü?
Eril, Yasa ya daha yakın olabilir;
dişilik ise hazza. Ancak, hazzın kendisi de, şifreleri çözülmüş bir cinsel
evrenin belit dizgesi değil midir?
-Yasa’nın giderek tükenmesinin yarattığı dişil
ve özgürteşlirici referans. Yasanın tükenmiş bir biçimi olan haz, Ynsa'nııı
hazzı yasaklayıp soııra da onun bir emri halini alması.
Ters uyun etkisi: Haz, özerk olduğunu
iddia etlikçe ve özerk olmak istedikçe Yasanın bir sonucu olabilir ancak. Ya da
Yasa ortadan kalkar ve ortadan kalkan Yasa'nın yerini, yeni bir anlaşma olarak
haz alır. Hiç fark etmez: Hiçbir şey değişmemiştir ve işaretlerin tersyüz,
olması, belli bir stratejinin yarattığı bir sonuçlan başka bir şey değildir.
Gerek günümüzdeki ani değişikliğin, gerekse eskiden cinsel akla egemen olan
eril ve yasak üstünde dişilin sahip olduğu çifte ayrıcalığın yönü budur.
Dişilin yüceltilmesi, Cinsel Aklın benzersiz bir hiçimde genelleştirilmesinin
ve yönlendirilerek genişletilmesinin en mükemmel aracıdır.
Beklenmedik bir kader, arzuya yönelik
her tür yanılsamayı ve özgürleşmeye yönelik İter tür ukdulaştırma çabasını
kestirip atar. Marcuse:
«Ataerkil sistemde eril değerlerin
dişil karşısavı olarak gürülen her şey. gerçekten toplumsal ve bastırılmış
tarihsel bir alternatif -soyalist alternatif..oluşturulurabilir. Ataerkil
toplumdan kurtulmak kadına, bir kadın olarak özgün nitelikler atfedilmesini
reddetmekten; yani bu niteliklerin toplumsal hayatın bütün alanlarında, çalışma
ortamı olduğu kadar eğlence ortamında da serpilip gelişmesine fırsat vermekten
başka bir şey değildir. Kadının özgürleşmesiyle birlikte erkek do
özgürleşecektir.”
Diyelim ki, dişil özgürleştirildi ve
yeni bir kolektif Eros'tın hizmetine sunuldu (ölüm itkisi için gerçekleştirilen
işlemin aynısı -yeni toplumsal Eros üstünde gerçekleştirilen geçersizleşlinne
diyalektiğinin aynısı) Peki, dişil, özgün niteliklerin bir bütünü olmaktan
uzaklaşıp (belki bastırılma durumunda ve yalnızca bu durumda söz konusudur)
“özgürleştikten” sonra, gerek toplumsalın gerekse cinselin dünyasında erotik
bir belirsizliğin ve Özgün niteliklerin yitirilmesinin ifadesinden başka bir
şey olmadığı ortaya çıktığında ne olacak?
Baştan çıkarılmada dişilin güçlü bir
ironisi vardı; günümüzde bu denli güçlü başka bir ironi de dişilin
belirsizleştirilmesinde ve bu muğlaklıktadır; bu belirsizlik içinde onun Özne
olarak Yükseltilmesi onun nesne ve konumunun da yükselmesini, yani
genelleştirilmiş bir pornografiyi getiriyor beraberinde. Bu öylesine tuhaf bir
çakışma ki, özgürleşmeyi hedef alan feminizm, bine ve nesne olma konumlannı
birbirinden kesin olarak ayırmak isterken başarısızlığa uğruyor. Feminizmin
içine düştüğü bu durumun düzelmesi umudu hiç yok; çünkü dişilin özgürlenmesi.
yalnızca kendi radikal muğlaklığıyla birlikte belli bir anlam kazanabiliyor.
Dişil talebin akın etmesini degeıli sayma eğilimi taşıyan Roustang'ın metni
bile, bütün arzunun talebe yansımasının. kadın için bir felaket olacağını
hissettirmekten kendini alıkoyamıyor Bu talebin erkekte yol açtığı intikamı
eşiğinde olma halini kesin bir argüman olarak ele almadıkça, dişil talebin ve
hazzın canavarrlığını, eskiden onu mahveden bütün yasaklardan ayırmak da mümkün
olmayacaktır
Zaten bu muğlaklık erilden ve onun
zayıflığından yanadır “Özgürleşmiş” dişil öznenin erkekte yol açtığı paniğin
tek eşdeğeri, «yabancılaşmış» dişil cinsiyetin ve dişil cinsel nesnenin
pornografik apaçıklığı karşısındaki kırılganlığıdır, ister kadın «kendi
arzusundaki akılcılığın bilincine vararak» haz duymayı şart koşsun, isterse tam
bir fahişe gibi davranarak kendini hazzın kollarına bıraksın -dişil, ister özne
ister nesne, ister özgürleşmiş ister fahişe olsun: her durumda kendini cinselin
toplamı, apaçık bir açgözlülük, yalayıp yutma eylemi olarak önerir. Pornonun,
yalnızca dişil cinsiyet çevresinde kurulmuş olması kazara ortaya çıkmış bir
durum değil elbette Bunun asıl nedeni, ereksiyonun hiçbir zaman kesin
olmamasıdır (hiçbir zaman pornoda iktidarsızlık durumunu anlatan bir sahne
yoktur: İktidarsızlık ihtimali, bütün pormo boyunca, dişilin kendini sakınımsız
olarak sunmasına dayanan bir yanılsamayla engellenir). Kendini kanıtlaması ve
kesintisiz olarak kendini göstermesi beklendiği için sorunsal halini alan bir
cinailikle en belirgin konum. yani erillik, oldukça kırılgandır. Oysa dişil
cinsiyet, kullanılabilirliği, apaçıklığı, sıfır noktasında oluğuyla yalnızca
kendisine eşittir. Erilin, kesintili olarak kendini ortaya koymasına karşılık,
dişilin devamlılık göstermesi, tek başına ona üstünlük sağlamaya yeter; bu
üstünlük, hem hazzın organik gösteriminde hem de bizimle fantazma boyutuna
dönüşen cinsel sonsuzlukta kendini gösterir.
Tıpkı üretici güçlerin özgürleşmesi
gibi, cinsel özgürleşme de potansiyel olarak sınırsızdır. Bolluğun
gerçekleşmesini gerektirir. «sex affluent society». Maddi mal varlıklarının kıt
olmasına tahammül edemediği gibi, cinsel mal varlılarının kıt olmasına da
tahammül göstermez. Kaldı ki, ütopik devamlılığı ve tasarrufu
cisimleştirebilecek tek şey dişil cinsiyettir. İşte bu yüzden, bu toplumda
bulunan her şey dişileştirilecek, dişillik kipine uygun olarak
cinselleştirilecektir. nesneler, mal varlıkları, hizmetler. her tür ilişki
-reklamcılıkta kullanılan etki çamaşır makinesine cinsiyet atfetmekten ibaret
değildir (bu son derece saçma olurdu); nesneye hayali dişil nitelik vermek,
bütünüyle kendini bırakmış olmak, asla kendi içine çekilmemek, asla
rastlantısal olmamaktır.
Porno cinsellik de, işte bu apaçık
tekdüzeliğiyle oyalanıyor, bu tekdüzelik içinde pörsümüş ya da ereksiyon
halinde olan erkeklerin gülünç olmaklan başka bir rolleri yoktur. Hard core da
hiçbir şeyi değiştiremedi: Erilin tek önemi fazla kararlı, fazla belirgin
-çünkü fallus dini kural anlamı taşır-ve böylelikle fazla kırılgan olmasındadır.
Cazibe ise yansız olana, belirsiz apaçıklığa, hareketli ve dağınık bir
cinselliğe doğru güvenle ilerliyor. Bütün bunlar, yüzyıllar boyu bastırılan ve
soğukluğa sürüklenen dişilliğin tarihten öç alması olabilir mi?
Belki de. Kesin olan şu ki, bu durum cinsel
işaretin bitkin düştüğünün bir göstergesidir, ister, eskiden ereksiyona,
dikliğe, nesebe, büyümeye, üremeye, vb. dair bütün şemaları besleyen ve
günümüzde bütün bu temaların saplantılı bir simülasyonunda yitip giden erilin
tarihsel işareti olsun, istenç bu. bütün zamanlarda baştan çıkarmakla
cisimleşmış dişil işaret olsun. Cinsel işaretlerin makineleşerek
nesneleşmesi sürecinden sonra günümüzde kırılganlık olallâk erilin ve sıfır
noktası olarak da dişilin üstünlüğü yaşanıyor.
Günümüzde cinscilik alanında tecuvüze
ve şiddete -zincirlerinden boşanmış dişil hazzın “intiharın eşiğinde”ki eril
üsiünde uyguladığı şiddet- dayanan orijinal bir dunun içindeyiz. Ne var ki,
burada söz konusu olan şey eril cinsel iktidann kadın üstünde uyguladığı
tarihsel şiddetin tersi değildir. Burada söz konusu olan şiddet, vurgulanmayan
öğenin akın etmesi karşısında vurgulanan öğenin uyguladığı yansızlaştırma,
çöküntüye uğratma ve yok etmeye dayanan şiddettir. Bu şiddet, içi dolu ve cinse
özgü bir şiddet değil, caydırıcı şiddettir, yansızın şiddetidir, sıfır
noktasının uyguladığı şiddettir.
Porno da bu tür bir şiddettir:
Yansızlaştırılmış cinsiyetin şiddeti.
Görünümlerin kutsal ufku
En saf biçimin, bu dağınık,
cazibesiz, kozsuz baştan çıkarma olduğunu mu düşünmeliyiz?
En saf biçimin, bizim gizemsiz devrelerimizde,
affektsiz fantazmalannnzda, bağlamışız bağlantı şebekelerimizde dolaşan bu
baştan çıkarma tayfı olduğunu mu düşünmeliyiz?
Tiyatronun en saf biçiminin, katılıma ve
kendini ifade elmeye fırsat veren, ancak sahnenin ve sahne bUytlsUniln yok
olduğu modem happening olduğunu mu düşünmemiz gerekiyor?
Resim sanalının ve sanatın en saf biçiminin
varsayımsal, aşın gerçekçi, gerçeğin üstünde kalan -acling pictures, land an,
body-art-lve yanılsamanın nesnesinin, çerçevesinin ve sahnesnin yok olduğu bu
müdahale olduğunu mu düşünmemiz gerekiyor?
Gerçekten de saf biçimler içinde
yaşıyoruz: eskiden gizli ve farklılarmış olan figürlerin radikal, yani görünür
ve farklılaşmamış müstehcenliği ortamında sürdürüyoruz yaşamımızı Toplumsalın
durumu da aynı: oda, bugün kendi saf, yani müstehcen ve boş biçimini sürdürüyor
-baştan çıkannanın durumu farksız, günümüzde baştan çıkarma her tür rastlantısallığı
belirsizlisi, büyüyü kaybederek hafif ve farklılaşmamış bir müstehcenlik
biçimini aldı.
Walter Benjamin'in sanat eserlerine
ve sanat eserlerinin kaderine uyguladığı soykütüğüne başvurmak gerekiyor.
Tapınmanın eski biçimlerinde sanal eserinin öncelikli konumu ritüel nesne
olmasıydı. Daha sonraları, zorunlulukların en aza indirgendiği sistemlerde
kültürel ve estetik bir biçim halini aldı. Bu biçimiyle de biricik olma
Özelliğini koruyan sanat eseri, rilüel nesnede içkin olma özelliğini kaybederek
aşkın olma ve bireysel olma niteliklerini kazandı Ancak, bu estetik hiçim
siyasal biçimlenmeye meydan vermiyor; eser, teknik kopyalamaya dayanan
kaçınılmaz kaderini yaşıyor ve bir eser olarak yok oluyor. Her ne kadar rilüel
biçim özgünlüğe önem vermesede (kulsallık, kült nesnelerinin estetik
özgünlüğüyle ilgilenmez) siyasal biçimin içinde yolunu kaybediyor: Ortalıkta
dolaşan bir yığın nesnenin hangi özgün yaratıma ait olduklannı bilemiyoruz
Siyasal biçim, en küçük yoğunluktaki nesnelerin en geniş dolaşımına denk
düşüyor
Demek ki. baştan çıkarmanın ritüel
evresi (ikil, büyülü, çalışmalı) estelik evresi (Baştan Çıkarıcı'nın «estetik
stratejimin« yansıyan evre; bu stratejinin yörüngesi, dişil olanın ve
cinselliğin, ironik ve şeytanca olanın yörüngesine yaklaştığı zaman bizller
İçin taşıdığı anlamı kazanıyor: Görünümlerin lanetli ayartıcılığı, stratejisi,
oyunu) ve nihayet «siyasal» evresi var (burada, pek açık olmasa da Benjamin'in
ifadesini kullanıyoruz). Siyasal evrede baştan çıkarmanın hem özgünlüğü hem de
rilüel ve estetik biçimleri tümüyle kayboluyor: bütün yönlere dağılan baştan
çıkarma siyasetin, biçimsel olmayan biçimi halini alıyor, Böylece baştan
çıkarma, hiç de anlatılır olmayan ve içeriksiz bir hiçimi sonsuza dek yeniden
üretmeye kendini adayan siyasetin, giderek etkisini yitiren bir aldatmacasına
dönüşüyor. (Biçimsel olmayan bir biçim olarak teknik sistemden ayni ması
imkânsızlaşıyor ve ağlar tarafından kurulmuş bir biçim olmaktan ibaret kalıyor
-tıpkı nesnenin siyasal biçiminin, dizisel yeniden üretim tekniğinden
ayrılamaması gibi). Bu «siyasal» biçim, tıpkı nesnelerde olduğu gibi, düşük
yoğunluktaki baştan çıkannanın en geniş dağılımım anlatıyor.
Baştan çıkarmanın kaderi böyle mi
olacak? Yoksa, kapanımlı olma özelliği taşıyan bu kadere karşı çıkıp, baştan
çıkarmanın bir kader olmasını mı savunmalıyız? Üretimi mi bir kader olarak
kabullenıneliyiz. yoksa baştan çıkarmayı mı?
Derinliklerden gelen hakikatin karşısına
görünumün kaderini mi koymalıyız? Her ne olursa olsun, anlamsızlık ortamında
yaşıyoruz; bu ortamın kuşkusuz hali simülısyon olduğuna göre coşkulu hali de,
oha olsa baştan çıkarmadır
Ne anatomi ne de siyaset bir kader
olabilir. Oysa baştan çıkarma kaderdir Kaderden, kozdan, büyüden,
alınyazısından ve esrimeden bize arta kalan şeydir baştan çıkarma. Her şeyin
görünür ve coşkusuz etkisine dayanan bir dünyada, sessiz etkilerin bırakuğı bir
mirastır.
Dünya çırılçıplak, kral çıplak,
nesneler apaçık. Bütün üretim ve h3tta hakikatin kendisi bttylesi bir
yoksunluğu hedefliyor Çok kısa bir süre Önce ortaya atılan içi kof cinsellik
hakikatli bile yoksunluğa dayanıyor. Neyse ki onun da hiçbir derinliği yok.
Baştan çıkarma ve hatta hakikatin baştan çıkarması, en zorlu kapılan açan
anahtarı elinde tutuyor. «Onu soymak istememizin nedeni
belki de onu çıplak hayal etmenin bu denli zor olmasıdır.»
Kaynak: Jean BAUDRİLLARD, Baştan
Çıkarma Üzerine, “De la seduction” trc: Ayşegül Sönmezay, Ayrıntı, 2005,
İstanbul
https://archive.org/details/BastanCikarmaUzerine-jeanBaudrillard
[1] Jean Baudrillard tarafından aktarılmıştır, Les Exilés du dialogue (Enrique Valiente Noailles ile birlikte gerçekleştirilen kitap),
Paris, Galilée, 2005, s. 154.
Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.
Yorumlar