JUNG: RÜYALARIN, SEMBOLLERİN, EFSANELERİN BÜYÜSÜNÜ ÇÖZMEYE ADANMIŞ BİR HAYAT
ALINTI
Hzl: Hasan Saraç
“Kendime
hayretle, hayal kırıklığıyla, hoşnutlukla bakıyorum. Kederliyim, bunalımdayım,
coşkuluyum. Ben bunların hepsiyim aynı anda, ama toplayıp da sonucunu bulamam.
Nihai değer veya değersizliği belirleme yeteneğine sahip değilim; kendim ve
hayatım hakkında hiçbir yargım yok. Tamamen emin olduğum hiçbir şey yok. Hiçbir
şey hakkında hiçbir kesin kanaatim yok. Yalnızca doğduğumu, varolduğumu
biliyorum ve bana öyle geliyor ki bir şekilde taşınıp getirilmişim buraya.
Bilmediğim bir şeyin temeli üzerinde yaşıyorum.”
İsviçre’nin kuzeyinde, Almanya
sınırına yakın küçük bir köyde 1875 yılının yirmi altı Haziran günü bir erkek
çocuğu dünyaya gelir. Prostestan bir papaz olan Paul Jung ve eşi Emilie
Preiswerk ona Carl Gustav adını verirler. Carl dört yaşındayken aile Basel
kentine taşınır. Henüz yedi yaşındayken babasından Latince dersleri almaya
başlayan Carl, öğrencilik hayatından hoşlanmasa da derslerinde başarılı bir
öğrencidir.
“İnsanın
zorluklara ihtiyacı vardır; onlar sağlık için gereklidir.”
Daha sonraları eğitim sisteminin
sıradanlığından şikâyet edecek, genç bir ruhun daha kucaklayıcı, şefkatli bir
yöntemle yoğrulması gerektiği yönündeki inancını şu sözlerle
açıklayacaktır. “Anlayışlı bir kalp bir öğretmende her şey demektir ve
paha biçilmez bir değerdir. İnsan geriye baktığında parlak öğretmenlerini
takdirle, insani duygularına dokunanları ise şükranla anar. Müfredat gerekli bir
hammaddedir ama gelişen bir bitki ve bir çocuğun ruhu için yaşamsal önem
taşıyan şey sıcaklıktır.”
“İnsan
anlamadığı kişiyi bir aptal olarak görmeye meyyaldir.”
Basel Üniversitesi Tıp
Fakültesi’nden mezun olduktan sonra Zürih’e yerleşen Carl bir yandan bir akıl
hastanesinde görev yaparken bir yandan da Psikoloji doktorasına devam
etmektedir. 1903 yılında, varlıklı bir ailenin kızı olan psikolog Emma
Rauschenberg ile evlenen genç akademisyen, ilk makalesini Sigmund Freud’a
gönderdikten bir müddet sonra Viyana’ya gidip Freud’un kendisi ile tanışır. İlk
buluşmalarında aralıksız on üç saat Freud ile tartışan Carl aradığı bilgeyi
bulduğuna inanmaktadır. Bu güçlü ilişki altı yıl boyunca inişli çıkışlı bir
mücadeleye sahne olur. İlk kişilik çatışmaları birlikte yaptıkları Amerika
seyahatinde ortaya çıkacaktır.
Carl Jung, Freud’un ve yine ünlü bir
psikolog olan Adler’in, insani dürtüleri yalnızca cinsellik ve güce tapınma
içgüdülerinin bir sonucu olarak izah etmelerine karşı çıkmakta, bu yaklaşımı
insan ruhundaki karmaşanın basite indirgenmesi olarak değerlendirmektedir. Buna
karşın Freud da kendi tebaası gibi gördüğü bu genç adamın farklı fikirler
ortaya atmasını, psikoloji biliminde önemsenmeyen arketiplere gereğinden fazla
değer vermesini kendi otoritesine bir başkaldırı olarak algılar.
“Bir şeyi
kabul edene kadar onu değiştiremeyiz. Suçlamak özgürleştirmez, tahakküm eder.”
Jung ve Freud’un fikri
birliktelikleri 1912 yılında sona erer. O günlerde psikoloji biliminin
tanrısıymış gibi tapılan bir efsane, yani Freud tarafından aforoz edilen Carl,
dostlarının kendine yüz çevirdiğini ve akademik çevrelerde tek başına kaldığını
fark ettiğinde uzun bir depresyon sürecine girecektir. O yıllarda bilimsel
makaleler yazmak ya da seminerlere, konferanslara katılmak yerine özel
hastalarını kabul etmekte ve geri kalan vaktini kendi iç yolculuğuna
adamaktadır. İstiareye yatarak gördüğü rüyalara bir anlam vermeye, bu
seanslarda karşılaştığı sembolleri resmetmeye, zihninde oluşan mandalaları
kayda geçirmeye çalışır. Bu analizler, çizimler ve notlar Carl Jung’un
ölümünden yirmi yıl sonra The Archetypes and the Collective Unconscious – Dört
Arketip adlı bir kitapta toplanacaktır.
“Uzay
yolculukları yalnızca bir kaçıştan, insanın kendisinden kaçmasından ibarettir,
çünkü Mars’a ya da Ay’a gitmek insanın kendi varlığına nüfuz etmesinden daha
kolaydır.”
Jung karısı Emma ile yaşadığı
sorunlardan, o süreçte doğan dört kız ve bir erkek çocuğundan, hastaları ve
asistanlarıyla girdiği cinsel ilişkilerden bahsedilmesinden hoşlanmadığı için
hayatı boyunca bir otobiyografi yazmamış, gazetecilerle mülakat yapmamıştır. Bu
yasağı bir tek kişi, bir başka deneyimli psikolog olan Aniela Jaffe delebilmiş
ve üç yıl ünlü meslektaşı ile birlikte çalıştıktan sonra ortaya çıkan değerli
eserini Jung’un ölümünden hemen sonra, Memories, Dreams, Reflections – Anılar,
Düşler, Düşünceler adıyla yayınlamıştır.
Jung, iç dünyasına trans halinde
yaptığı yolculuklar sırasında gördüğü şaşırtıcı, yol gösterici rüyalarından bu
biyografisinde sıkça bahseder. Psikoloji bilimine yön verecek bu deneyimlerden
birini Jaffe kitabında şöyle anlatır:
“Jung evinin
ikinci katında koltukta oturmaktadır. Etrafındaki dekor, mobilyalar, tablolar
da ona çok doğal gelmektedir. Zaten olması gerektiği gibi çevresindeki her şey
kendi dönemine ve alışkanlıklarına uygundur. Birden evinin birinci katını
gözünde canlandıramadığını fark eder. Merakla alt kata iner ve kendini on dört,
on beşinci yüzyıl mimarisinin içinde bulur. Zemin pembe taşlarla kaplanmıştır.
Tablolar birkaç yüzyıl öncesine aittir. Koltuklar eski, perdeler farklıdır.
İçerdeki bir odada duvara gizlenmiş bir kapıyı açtığında, aşağıya inen bir
merdiven görür.
Bu sefer
varlığından bile haberi olmadığı bodrum katına iner. Çevresini Roma dönemine
ait kalıntılar, freskler, taşlar kuşatmıştır. Heyecanla olan biteni anlamaya
çalışırken aniden önüne bir kapak daha çıkar. Onu kaldırdığında aşağıya inen
eskimiş taş basamakları bulur. En alt bölüme indiğinde artık tarih öncesi
sayılabilecek bir yere geldiğini anlar. Yerde iki kafatası görür.”
Jung içinde kabaran duygu seliyle
aniden uyanıp, yıllardır aradığı cevabı uykusunda bulmanın heyecanıyla
rüyasında gördüklerini en ince ayrıntısına kadar hemen orada, o gece not eder.
Bilimsel metotlar ve bulgular kadar spiritüelliğe, arketiplere, doğaüstü güçlere,
mitolojiye ve sembollere de önem vermesiyle ünlenen Jung böylece kolektif
bilinçaltı kavramını ortaya atacaktır. Jung’a göre kişiler egoları ve kendi
bilinçaltları kadar, insanlık tarihi boyunca bireylerin, toplumların
bilinçaltında biriken bilgi ve deneyimlerin de etkisi altındadır.
“Siz
bilinçaltınızı bilince dönüştürene kadar, o sizin hayatınızı yönlendirecek ve
siz ona kader diyeceksiniz.”
Jung, tıpkı düşüncelerine önem
verdiği felsefeciler Nietzsche, Schopenhauer, Hesse gibi, batı kültürüne olduğu
kadar oryantal bilgeliğe, deneyimlere ve inançlara da ilgi duyardı. İlk olarak
1924 yılında New Mexico – Arizona eyaletlerine giderek orada yaşamlarını
sürdürmeye çalışan yerli kabileler üzerinde iki sene araştırmalar yapar. Orada
tanıştığı bilgeler Jung’a “Bu beyaz adamlar her
zaman bir şeyler istiyorlar, sürekli bir huzursuzluk hali içindeler. Neyi
amaçladıklarını, neyin peşinde koştuklarını bilmiyoruz, anlamıyoruz” diyeceklerdir.
“Kendi
karanlığınızı bilmek, başkalarının karanlığıyla başa çıkmanın en iyi
yöntemidir.”
Jung daha sonra iki yıl kadar
Kenya’da, ardından Mısır ve Hindistan’da araştırmalarına devam edecek,
özellikle Budizm, Zen Budizm felsefelerini ve Konfüçyüs’ün öğretilerini
inceleyecektir.
Jung’un üzerinde çalıştığı
Analitik Psikoloji kavramı üzerine yazdığı makaleler 1917 ve 1928 yıllarında
bilimsel dergilerde yayınlanır. Freud ile yollarını ayırdıktan sonra uzun bir
süre meslektaşlarından ilgi görmeyen Jung, Pyschological Types – Psikolojik
Tiplemeler ve Psychology and Alchemy – Psikoloji ve Simya eserleriyle
yeniden akademik dünyada ses getirmeye başlayacaktır.
“İnsanın
bilinçdışı aklı, bilinçli akıl kör ve güçsüz olduğu zaman bile doğruyu görür.”
Psikoloji bilimine kazandırdığı
kolektif bilinçaltı tanımı kadar Jung, ortaya attığı Anima ve Animus
kavramları ile de dikkatleri üzerinde toplayacaktır. Jung’a göre anima
erkeklerin kolektif bilinçaltında oluşan dişiliği, animus ise dişilerin
kolektif bilinçaltında boy gösteren erkeksi varlığı ifade eder. Değerli
düşünürün ses getiren en önemli eserlerinden biri de 1952 yılında yayınlanan
Synchronicity – Eşzamanlılık adlı bilimsel çalışmasıdır.
“Ben başıma
gelen şeylerin toplamı değilim, ben olmayı seçtiğim şeyim.”
Jung’un özel yaşantısını, evdeki
çalışma ortamını, zihninde bir türlü cevabını bulamadığı soruları, dehasını
konu alan kapsamlı bir biyografi Prof. Arthur I. Miller tarafından 2010 yılında
kaleme alınmış, 137 Jung, Pauli, and the Pursuit of a Scientific Obsession
adıyla ilk olarak Amerika’da yayınlanmıştır.
Kuantum Fiziği çevrelerinin yakından
tanıdığı, parlak zekâsı ve sorgulayıcılığı Einstein ile eş tutulan, 1945 Nobel
Fizik Ödülü sahibi çılgın bir adam olan Wolfgang Pauli ile Psikoloji dünyasının
gelmiş geçmiş en büyük dehalarından Carl Gustav Jung’un yirmi yıla yakın bir
süre simya, mistisizm, Kabala gibi kavramların peşinde nasıl birlikte
koştukları bu kitapta tüm ayrıntıları ile anlatılır.
“Bana aklı
başında bir adam gösterin, onu sizin için tedavi edeyim.”
Neredeyse tüm hayatını Küssnach
adında küçük bir kasabada, Zürih gölüne bakan muhkem bir taş binada ailesi ile
birlikte geçiren Jung, 1955 yılında eşi Emma öldükten sonra daha önce inşasına
başladığı taş kuleyi bitirecek ve vaktinin çoğunu artık o kuleden göle bakarak,
pipo içerek ve düşünerek geçirecektir.
Sosyal yaşamdan, kalabalıklardan pek
hoşlanmayan Jung, son bir kez etrafındakilere seslenip “Bu gece şöyle güzel bir
kırmızı şarap içelim” dedikten az sonra hayatı boyunca şifresine çözmeye
çalıştığı bir başka gizemi, öteki dünya gerçeğini keşfetmek üzere uzun bir yolculuğa
çıkar.
Yaşamın ve evrenin şifresini hayatı
boyunca özel rakamların kombinasyonlarında aramış bir bilgenin altıncı ayın
yirmi altıncı günü doğduktan tam seksen altı yıl sonra altıncı ayın altıncı
günü ölmüş olması yalnızca bir tesadüf müdür acaba?
Hasan Saraç – edebiyathaber.net (06 Mart
2012)
- See more at:
http://www.edebiyathaber.net/carl-gustav-jung-ruyalarin-sembollerin-efsanelerin-buyusunu-cozmeye-adanmis-bir-hayat/#sthash.vS02eTfO.dpuf
http://www.edebiyathaber.net/carl-gustav-jung-ruyalarin-sembollerin-efsanelerin-buyusunu-cozmeye-adanmis-bir-hayat/
Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.
Yorumlar