KADIN NEDEN MUTLU OLAMAZ?
Yıllardır
kadın hakkında yorumlar yapılır. Her şekilde sonuçlar kadın için bir şekilde
olumsuzdur. Özgürlük-eşitlik adına
birçok hüküm üretilir.
Sonuç
boştur.
Feminist
akımlar ile kadın desteklenir.
Sonuç
yine boştur.
Çalışan ve
kudretli kadın talep edilir.
Sonuç
yine boştur.
Hikmeti
nedir?
Hangi
sebep kadını mağdur eder, diye düşündünüz mü?
Çok
şeyler söyleyebilirsiniz. Ancak bir sebep var o da kadın ve kadınların kendisidir.
Görülen
odur ki;
Kadının
Anne tarafı baskın gelir, fedakârlıkta hiçbir erkek ona yetişemez.
Acıma
duygusu kuvvetlidir, kendisi acınacak duruma düşer.
Affeder,
istismara maruz kalır.
Cömerttir,
vücudunu dahi paylaşmaktan kaçınmaz, adı kötüye çıkar.
Çalışkandır,
bir yerine on işin hakkından gelmeye çalışır, hastalık başını bırakmaz.
Sevgisi
coşkundur, sınır tanımaz, ilkeleri ve töreleri yıkar gider.
Çok
hırslıdır, üstün olmak için gayret gösterir, emperyalist emellere kurban gider.
Yaratılışı
güzeldir, hep rahatsız edilir.
Çocuk
sahibi olmak ister, acılarını ve sıkıntıları peşinen kabul eder.
Bir
erkekle hayatını birleştirir, çok zaman erkeğin egosu altında ezilmeye
mahkumdur. İtiraz edince yine üzülen hep o olur.
………
Bu
sözleri artırabiliriz.
Kadını
yıkan asıl neden nedir, diye soracak olursanız burada kadınların ancak başka bir kadın tarafından
yıkıldığını ve erkeğin olmadığını görmek durumun acayip bir tarafıdır.
Kadınlar
cehennemde çok olacak diye duyduğumuz sözler onların dünya hayatını daha çok
ilgilendirir. Onlar bu dünyada cehennemdedirler. İstedikleri kadar özgür
olsunlar, cehennemdedirler. Bunun cevabını bulmak mümkün olsa da; değildir,
denilebilir.
Aşağıda
geçen hadiste Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem bu hakikatin bir cephesini
beyan etmiştir.
Rasûlüllah
sallallâhü aleyhi ve sellem (bir bayram namazında kadınlar tarafına geçerek):
“Ey kadınlar
cemaati! (Allah yolunda) sadakada bulunun, istiğfarı çok yapın. Zira ben siz
kadınların cehennemde çoğunluğu teşkil ettiğini gördüm”
buyurdular. Dinleyenlerden cesaretli bir kadın:
“Niye
cehennemliklerin çoğunu kadınlar teşkil ediyor, neyimiz var?” diye sordu.
Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem:
“Ağzınızdan
kötü söz çıkıyor ve kocalarınıza karşı nankörlük ediyorsunuz. Aklı ve dini
eksik olanlar arasında akıl sahibi erkeklere galebe çalan sizden başkasını
görmedim!” dedi. O kadın tekrar:
“Ey
Allah’ın Resulü! Aklı ve dini eksik ne demek?” diye sorunca Rasûlüllah
sallallâhü aleyhi ve sellem açıkladı:
“Aklı
noksan tabiri, iki kadının şahitliğinin bir erkeğin şahitliğine denk olmasını
ifade eder. Dinlerinin eksik olması tabiri de onların (hayız dönemlerinde)
günlerce namaz kılmamalarını, Ramazan ayında oruç tutmamalarını ifade eder.”
(Kütüb-ü-Sitte No: 5361)
Hadis,
ilk nazarda, kadınlara karşı her zaman ve her yerde görülen hafife alıyor bir
tavır taşıyor gibi gelebilir. Fakat aslında, bunu söylemek hadisteki inceliği
kavramamak olur. Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem, kadınlarda tabii
olarak mevcut, fakat farkında olamadıkları zaaflarını göstererek, şuurlu olarak
o zaaflarının üzerine gidilmediği takdirde karşılaşacakları zararın büyüklüğüne
dikkat çekmiştir.
Fıtrat,
bir kanundur, değişmesi dağların yer değişmesi gibi mümkün değildir. Rasûlüllah
sallallâhü aleyhi ve sellemin “Dağların yer değiştireceğine inanın da insanın
huy değiştireceğine inanmayın” bu gerçeğe ışık tutar.
Öyleyse
kadın ne yapacak?
Elbette
herkese düşen bir söz bulunur. Unutulmamalıdır ki, kadın yukarıdaki hadisin
ışığında kendini koruma altına alması ve hemcinsine karşı kendini korumasıdır.
Bilinmelidir ki, hadisin de işaret ettiği üzere tarih boyunca “Kadını erkek değil, yine kadın yıkmıştır.”
Büyükler
derler ki, “bir kız çocuğu doğunca dört
duvar ağlar”
Bu
şu demektir. Dört unsur kadının varlığına üzülecektir.
Ateş, su,
hava ve toprak
Yani;
kadın hakkında bir konuda birleşme mümkün olmayacak demektir.
Söz
uzar gider, her zaman olduğu gibi sonuçsuz kalır. Kadın içten ve dıştan
sebepler ile çile çekmekten de kurtulamaz. Bu onun dünyevî kaderidir.
Feminist
bir yazar olan Rosalind Coward’ın kadınlar hakkındaki kitabında indî zorlamalar
ile yer yer “suçortağı” kabul ettiği kadını savunmaya çalışırken “Şu Hain Kalplerimiz- Kadınlar Erkeklere
Neden Teslim Olurlar?” [1]
da kendileri için kullandığı “hain”
kelimesi garip olsa gerektir.
Giriş
bölümü şu şekildedir.
GİRİŞ/
KAHRAMANLAR YA DA İŞBİRLİKÇİLER:
ÇAĞDAŞ
TOPLUMDA KADINLARIN YERİ
1990'lar
büyük bir siyasal altüst oluş dönemi olacak gibi görünüyor. Eski kesinlikler
kayboldu. Berlin Duvarı yıkıldı. Komünist rejimler kargaşa içinde. Ortaya
beklenmedik "düşman"lar ve çatışma noktaları çıktı. Yeni bir dünya
düzeni kuruluyor ve bu süreç akışkan, istikrarsız ve oturmamış durumda. Ama her
şeyin yeni biçimler aldığı söylenemez. Bazı şeyler, özellikle toplumsal ve
eviçi idealler tam tersine, karşı konulmaz bir biçimde eskiden neyseler ona
dönüşüyorlar. Medyaya bakılırsa
feminizmin yol açtığı kaos ve kargaşa sona erdi. O kaos -cinsel rollerin
değişmesine ve öfkeli kadınların uzlaşmazlığına dayanan kaos- farklı bir çağa
aitti. Savaş yapıldı ve kazanıldı. Kadınlar, gürültücü kız kardeşlerinin
baskısı olmadan, nasıl yaşamak istediklerine kendileri karar veriyorlar artık.
Büyük
çoğunluğu aslında geleneksel şeyler istiyor: çocuk, aile, erkekler tarafından
çekici bulunmanın verdiği güven. Çalışmak isteyebilirler; erkeklerle
"eşit" ilişkiler kurmayı umabilirler; ama cinsler arasındaki
geleneksel ilişkiyi bozmadığı sürece.
Bugün
birçok kişi cinsler arasındaki savaşın bittiğini düşünüyor. 70'lerin feminizmi,
erkeklerin çabucak teslim alındığı kanlı ve sevimsiz bir hesaplaşma olarak
görülüyor. Kadınların olanaklarındaki hızlı değişimler, meselenin erkeklere
yanlışlarının gösterilmesi gerektiğinden ibaret olduğunun kanıtı gibi
kullanılıyor. Bununla beraber kadınların oy kullanamadıkları ya da
evlendiklerinde belli işlerden istifa etmek zorunda oldukları günler çok geride
kalmış sayılmaz -her ne kadar 1980'ler İngiltere'sinde bir kadının başbakan
olmasına izin verilmişse de. Margaret Thatcher -seçimlerde yenilmez, siyasal
hayatta korkunç bir hasım ve otoritenin cisimleşmiş hali-, kadınlar için her
şeyin geri dönülmez biçimde değiştiğinin kanıtı gibi görülüyor. Bundan sonra
kimse kadınların erkeklerden farklı olduğunu ve iki cinsin eşit olmadıklarını
söylemeye cesaret edemeyecek.
Thatcher'ın
kişisel başarıları, feminizmin fazlalık gibi göründüğü on yıllık bir dönemde
ortaya çıktı. Mesleki, ekonomik ve toplumsal eşitlik, kadınların nihai
kazanımları olarak belirdi bu dönemde. 70'lerde feministler kadınların pek çok
mesleğe giremediğinden, diğer mesleklerde ise yükselmelerinin engellendiğinden
yakınırlardı. Ama daha istatistikler bu yakınmayı desteklemeye kalkmadan
başarılı işkadını imajı yalnızca ekranlarımıza değil, bilinçlerimize de
yerleşmeye başladı. TV programları ve filmler kadınları borsada, bir şirketi
idare ederken ya da bir televizyon kuruluşunun başında gösteriyorlardı.
Dergiler de bize başarılı kariyerler, pırıl pırıl evler ve tatlı çocuklar
göstererek onların gerçek yaşamdaki muadillerini sergiliyorlardı.
"Sıradan" anneler, hayatları kendilerininkine hiç benzemeyen bu süper
annelerden şikâyetçiydiler. Ama onların sesleri basına ulaşmıyordu. Tersine,
gazeteler bu ışıltılı, aşırı dişi, işkadını anneleri "post feminist"
çağa geçildiğinin bir kanıtı olarak değerlendiriyorlardı.
Medya,
izleyicilerine feminizme artık ne kadar soğuk bakıldığını hatırlatmaktan zevk
alıyordu. Kadınlar bu "erkek
düşmanları"na sırt çevirip evlerinde aileleriyle mutlu olmayı
beceriyorlardı.
Bize,
genç kadınların feminizmin hayatlarında gereksiz bir şey olduğuna karar
verdikleri söyleniyordu. Daha radikal olanlar, feminizmin son kamusal kalıntısı
olarak gördükleri şeyden -iş kadınlarının savaşından- kopmuşlardı. Siyasal
cephede evsizlik, çevre ve ırkçılık gibi sorunlar, kadınların ilerlemesinden
daha büyük bir öncelik kazanmıştı. Kadın meselesiyle uğraşmaya devam edenler,
gücenik bir kuşağın komik kalıntıları olarak damgalanmışlardı. Bize çelişkinin
tamamen sona erdiği söyleniyordu -artık ilerleme zamanıydı.
Fakat işin
aslı öyle miydi?
Kadınların
talihi çoğunun temelli değişikliklere ihtiyaç duymayacağı kadar dönmüş müydü
gerçekten?
Kadınlar
kurbanlar olarak değil eşit bireyler olarak geleneksel aile yapılarını
benimseyip benimsememekte gerçekten özgür müydüler?
Yoksa
gerçekliği birbirlerine tarif etmekte özgür olmaktan çok, o eski mitin,
kadınların aileye ilişkin olarak neler hissettiklerini ve neler hissetmeleri
gerektiğini söyleyen mitin yeni bir versiyonunun tuzağına mı düşmüşlerdi?
Kadınların
durumlarının feminizme ihtiyaç duymayacakları kadar iyileşmiş olduğu fikri ilk
bakışta doğru gibi görünüyor. Feminist hareketin yükselmesine sebep olan pek
çok kısıtlama artık ortadan kalktı. Kadınların önünde, yirmi yıl önce hayal
bile edilemeyen olanaklar var. Tüm meslekler kadınlara açık. Ayrımcılığa engel
olan yasalar çıkarıldı. Pek çok kadın en tepeye yükseldi. Feminizmden önce
mizah anlayışında ve kültürde yerleşik bir yeri olan ve kadınları işçiler,
anneler ve ev kadınları olarak küçümseyen ve marjinalize eden dışlayıcı "cinsiyetçilik" de büyük
ölçüde kayboldu.
İstatistikçiler,
kadınların hayatının istihdam kalıpları ve nüfus açısından toptan bir dönüşüm
geçirdiği konusunda hemfikirler. 1980'ler boyunca iş piyasasında daha fazla
kadın işçiye ihtiyaç duyuldu, artık her sınıftan çok sayıda kadının -annelerin
bile- çalışması bekleniyor. Çocuklarından ayrı kalma zorunluluğu suçluluk
duygusu yaratmaya devam etse de, çalışan anneler artık eskisi gibi
damgalanmıyor. Aile yapıları da değişiyor. Boşanmalar, özellikle kadının
talebiyle gerçekleşen boşanmalar artıyor. Tek
ebeveyn sayısı çok fazla ve bunların neredeyse tamamı kadınlar.
Evlenmeden
birlikte yaşayan çiftler ve "gayri meşru" çocuklar çoğalıyor.
Bu
değişimler her seferinde, kadınların durumlarındaki aşama aşama kendini
gösteren, geri dönüşü olmayan gelişmenin kanıtı olarak yorumlanıyor. Kadınlar
artık yalnız başlarına bir hayat tasarlamaya eskisinden daha hazırlar.
İlişkilerden beklentileri daha yüksek, bu beklentiler karşılanmadığında kesin
tavır koymaya da daha yatkınlar. Kadınların evlilik geleneklerini
reddettikleri, evliliğin sahiplenme, boyun eğme ve itaat etme çağrışımlarının
onları rahatsız ettiği yolunda genel bir görüş var. Tüm bu etkenler
-kadınların kamusal başarıları ve aile yapılarında gözlenen büyük akışkanlık-
erkek egemenliğinin kalesi olan ailenin yavaş yavaş dağılmasıyla birlikte
kadınların kaderlerinde büyük bir iyileşme olduğu düşüncesini destekliyor gibi
görünüyor.
PEKİ AMA,
KADINLAR BU İYİLEŞMEYE NEDEN ŞEVKLE SARILMIYORLAR?
Neden
herhangi bir kadınla yapılan herhangi bir konuşmada, Betty Friedan'ın
1950'lerde "adı olmayan sorun"
olarak tanımladığı kadınlık durumunun 1990'larda da sürdüğü ortaya çıkıyor?
Bu kitap için yaptığım görüşmelerde neden sürekli olarak kadınların
sıkıntılarını, imkânsız seçimlerini, yaşadıkları baskı ve zorlamaları dinledim?
Bu
kaygılar ve yakınmalar, kadınların hayatlarının feminizmin sesini ilk kez
yükselttiği 1970'li yıllardakinden -daha kötü değilse- farklı olmadığının
tanığı.
Kadınların
işgücüne katılımlarının artması ve meslek başarıları bile tartışma gerektiren
bir konu. Para kazanma baskısını, kadınların kendileri kadar ekonomik
zorunluluklar da yaratır ve pazar ekonomisinin dayattığı çoğu değişiklikte
olduğu gibi, bazı kadınlar bundan daha çok yararlanır: Ailenin on yıldan fazla
süredir uğradığı değişimleri araştıran Malcolm Wicks şunları söylüyor:
"Son
yıllarda, giderek daha çok sayıda kadın işçiye ihtiyaç duyulmaktadır.
Ekonomideki inişler hesaba katılmazsa, bu değişim geri çevrilemez gibi
görünüyor. Bu yüzden şirketler esnek piyasalardan ya da çocuk bakımından söz
etmeye hazır. Onlar için diğer yan ödemelerle birlikte çocuk bakımı senetleri
vermek kolay. Ama bu, Samuel Smiles ahlâkıdır. Aslında çalışan ana babalar ya
da çocukları için düşünülen hayatın niteliğini kimse tartışmıyor. Yine kimse
işin sınıf boyutunu tartışmıyor. Bu değişimler düşük ücret sorununu halletmez
ve yetersiz iş koşullarında çalışan kadınların durumlarının iyileşmesine yardım
etmez. Bu değişimler kadınların çoğunluğunun değil, çok küçük bir bölümünün
yararınadır."
(Kent Üniversitesi, aile konusunda bir konferans, Mayıs 1991).
Wicks'in
dediğine göre, kadınların toplumsal durumu erkeklerinkinden daha kötüye
gidiyor. Daha önce söylediğimiz gibi hızla artan tek ebeveynlik bu zorlukların
en güvenilir göstergesi ve tek ebeveynlerin %90'ı kadınlar; bu da çok sayıda
kadının yoksulluk içinde yaşadığına işaret ediyor. Aynı zamanda, düşük ücretli
ev işlerinde çalışanların -dadıların, yardımcıların, temizlikçilerin- sayısında
da hızlı bir artış var.
Tüm
bunlar, çok sayıda "başarılı" kadının sorunlarını kısmen başka
kadınlara devrederek çözdüklerini gösteriyor. Meslek sahibi olmayan kadınlar
için küçük beklentiler ve düşük ücret hâlâ kural durumunda.
Ne yüksek
gelirleri ne de hizmetlileri olan kadınlar için eski sorunlar değişmeden
kalıyor. Kadınların genellikle tercih ettikleri büro eğitim ve sağlık işleri,
göreli olarak düşük ücretli olmaya devam ediyor.
Çalışan
anneler için koşullar büsbütün kötü. İngiltere'de annelerin %75'i çalışıyor, bu
Avrupa'daki en yüksek oran; ama yine de İngiltere Avrupa'daki en berbat
anaokulu sistemine sahip. Yetersiz
toplumsal imkânların bir sonucu olarak çoğu kadın çocuklarını yetiştirebilmek
için ya kariyerini bırakıyor, ya da daha düşük ücretli, daha düşük statülü,
yarım günlük işlerde çalışıyor.
Geçtiğimiz
on yıl kadınların ve ailelerin yaşam düzeylerinde bir kötüye gidiş dönemi
olarak da görülebilir, buna kuşku yok. Sağlık ve özel ihtiyaçlar için yapılan
kamu harcamaları azaldı. Kadınlar ailenin esas sorumluluğunu taşımaya devam
ettikleri için, çalışıyor bile olsalar, yaşlıların ve hastaların bakımını da
üstlendiler. Pek çok kadın çevre kirliliğini, çevresel tehlikeleri doğrudan
ailelerine yönelmiş tehditler olarak gördü: Yiyeceklerden korkulmalıydı,
giderek kötüleşen trafik çocuk ölümlerini artırıyordu. Çocuk yetiştirmenin
başka zorlukları da vardı. Çocukların zihinsel gelişimini teşvik etmede annenin
rolünün vurgulanması anneleri kendi davranışlarının etkileri konusunda gerilime
sokuyordu.
Bu
kitap için görüştüğüm tüm kadınların, kaderlerini "baskılı",
"zor" ya da "imkansız" diye tanımlamalarına yol açan, bu
tür güçlüklerdi işte.
Kadınlar
üzerinde oluşan bu yeni baskıların bireysel olarak bilincine varılınca,
feminist başkaldırının yeniden dirilmesini beklemek mümkündü. Ama böyle bir şey
yoktu: Kadınların kadın olarak siyasal
görünürlüğü sıfırdı. Kadınların çoğunluğunu hiçbir zaman saflarına katamamış
olan örgütlü feminizm çözülmüştü. Kadınlar hakkındaki kamusal
tartışma, kadın ve iş alanına çocuk bakımında iyileştirme gibi konulara
hapsedildi. Düşük ücretle çalışan kadınların sorunları ve kadınlara mahsus
sıkıntılar ve çabalar, hiçbir kamusal platformda dile gelmedi. "Kadın meselesi"ne duydukları
inatçı ilgiyle medyanın alay konusu olmayı göze alan birkaç kişi dışında herkes
bu sorunların geçmişten kalıntılar olduğu konusunda birleşti.
Bu
siyasal ve toplumsal tartışma yetersizliğine ek olarak, hayli şaşırtıcı bir
gelişme daha vardı. Aile yeniden revaçtaydı. Tek ebeveyn sayısındaki dramatik
artışı gösteren istatistikler ailenin güçten düştüğü kanısını uyandırabilirdi.
Ama geleneksel aile toplumsal olarak yine idealize ediliyordu, özellikle de
seslerini kamusal alanda etkili biçimde duyurabilen kadınlar -Muhafazakâr
Partililer ya da eskiden muhalif olup şimdi geniş Tuscan ailesine övgüler düzen
Germaine Greer gibi eleştirmenler- tarafından.
Pratik
düzeyde bu, çalışan kadınların çoğunun, kendilerini evden işe koşturur ve
1950'ler ve 60'lardaki kadar katı bir annelik idealine varmaya çabalarken
bulmaları anlamına geliyordu. Geleneksel ailenin getirdiği onca soruna rağmen,
kadınların bunu değiştirmek istediklerine dair çok az işaret vardı. Kadınların,
baskıların, tatminsizliklerin, çözümsüzlüklerin farkında olmadıkları
söylenemezdi, ama eskisi gibi savaş çığlıkları atmak yerine bu duygularla
yaşamayı yeğliyorlardı.
Konuştuğum
kadınlardan hiçbiri, hayatını zor ve yıpratıcı olarak tanımlarken başka bir şey
istediğinden söz etmedi.
Biraz daha
yakından bakılınca, aile hayatında belirgin değişiklikler olduğunu gösteren
istatistikler bile geleneksel aile idealinin hâlâ yerinde durduğunun kanıtı
olarak da yorumlanabilir.
Boşananlar
çabucak yeniden evleniyorlar. Yalnız ebeveynlerin yarısı, beş
yıl içinde yeni ailelere giriyorlar. Çoğu kadın evlenmeden önce bir partnerle
yaşamalarına rağmen, hayatının bir noktasında evlenen kadınların sayısındaki
düşüş son derece küçük-1970'lerde on kadından sekizi evleniyordu, 90'larda
yedisi.
Aile
içindeki roller de pek değişmedi. Boşanmaların, tek ebeveynliğin ve çalışan
annelerin sayısının artışı, aile rollerindeki geleneksel paylaşımı ve
beklentileri etkilemedi. Çalışan kadınların büyük bölümü erkeklerin ev
sorumluluğunu paylaşmalarına izin vermiyorlar. Tersine, araştırmalar ev işlerinin
%80-90'ının hâlâ kadınlar tarafından yapıldığını gösteriyor. Birlikte yaşamanın
yaygınlaşması da ev işlerinde yeni bir eşitlik kurulmasına yol açmadı.
Erkeklerin
bakış açılarının, önceliklerinin ve eve katkılarının pek değişmemiş olduğu
aşikâr. Temel fark, erkeklerin şimdi eski kuşaklardan daha fazla şey
yaptıklarının düşünülmesi. Ama çoğu ailede, erkeklerin işi her şeyden önce
geliyor hâlâ. Bu gerçekle yüz yüze olan kadınların pek fazla seçenekleri
kalmıyor. Ya çift vardiyalı olarak çalışıyor ya da kendi işini kocasının
işinin saatleri ve gereklerine göre ayarlıyor. Kadınların kendilerinin de
kariyer sahibi oldukları ailelerde bile, çocuk bakımı ve ev işlerinin
ayarlanmasından hâlâ onlar sorumlular.
Tek
tek kadınların kamusal alandaki başarıları, cinsler arasındaki ilişkinin
değişmediğinin görülmesini engelliyor. Feminizmin medyada ve yerleşik düzende
saldırılara hedef olmasından yarar sağlayan kadınlar feminist idealleri
reddettiler. Feministlerin kadınların gerçek gücünü -çocuk doğurma ve yetiştirme
gücünü- kavramaktan aciz olduklarını söylediler. Kadının gerçek tatmini modern,
"çalışan anne" biçiminde
de olsa, kadınlık kaderini, yaşamakta bulduğunu iddia ettiler. Kimi çalışan
anneler, başarılarının bireysel yeteneklerinden ve evde "iyi bir kadın" çalıştırmalarının sağladığı destekten
kaynaklandığını öne sürdüler-Margaret Thatcher'a bakılırsa onun için tek "hazine" çocuk bakımı imiş.
Kamusal alanda başarılı olmuş bu kadınların arasında, feminizmin onlar için
yaptıklarının farkında olan hemen hemen yoktu; başka kadınlar için neler
yapabileceğini düşünen ise daha da azdı.
Daha
önce erkeklere ait alanlarda başarılı olan kadınlar, erkeklere erkek düşmanı
olmadıklarını kanıtlamak zorunda hissettiler kendilerini. Erkeklere iş
hayatında doğrudan meydan okuyan kadınların çoğu, endişeli, aşırı kadınsı bir
tarzı benimsedi. Bunun belirtisi de 1980'lerin başındaki sert iş kadını
görüntüsünün yerini daha bilinçli bir şekilde kurulmuş kadınsı görüntüye
bırakmasıydı; açıkça, erkeklere gerçekten meydan okunduğunu yadsımak amacıyla
dişilik öne çıkarıldı.
Fakat
cinsel olarak erkeklere cazip görünmek artık yeterli değildi. Kamusal kimliği
olan çoğu kadın, ailelerini, özellikle de küçük çocuklarını öne çıkardı.
Bunlar, kişisel başarıları ne olursa olsun, geleneksel kadınsı ihtiyaçları ve
önceliklerinin derinlerde aynı kaldığının kanıtlarıydı. Erkeklere cinsler
arasında her şeyin yolunda gittiğine dair güvence verme konusundaki sessiz
gündem sürdü, erkeklerden değişmeleri istenmedi.
Bu
çatışma yokluğu şaşırtıcıdır, çünkü aralarındaki görüş ayrılıkları ne olursa
olsun, feministlerin üzerinde anlaştığı bir nokta vardı: erkeklerin kendileri
değişmedikçe kadınların hayatında bir iyileşme olması mümkün değildir. Devlet
kreşleri ve daha iyi ücretler kadınların hayatını kolaylaştırır ama feministler
kadınların ve çocukların hayatlarında gerçek bir nitelik değişiminin, ancak
erkeklerde köklü değişimler olmasıyla mümkün olduğunu biliyorlardı. Ama
erkeklere yönelik bu meydan okuma hiçbir zaman güçlendirilemedi. Örgütlü feminizm, kadınların ne kadarının
"düşmanla işbirliği" yaptıkları gibi konulardaki sert tartışmalarla
parçalara ayrıldı. Feminizme sempati duyanlar da dahil olmak üzere öteki
kadınlar ise, özel hayatlarındaki bu rahatsız edici konu kapandığında rahat bir
nefes aldılar.
Kadınlar -benim
gibi bir dönem aktif feminist olanlar da- son derece bariz bir şekilde,
belli erkeklere gerçek imtiyazlar veren değerler sistemiyle mücadeleden
vazgeçtiler.
Bu sisteme uyarlandılar ve kararlarını kendi gözlerinde meşrulaştırmanın
yollarını buldular. Köklü değişiklik ihtiyaçları için erkeklerle mücadele etmek
yerine hayatlarının hoş olmayan yönlerini diğer kadınlara anlatmakla
yetindiler. Kamusal hayatta yüksek mevkilere ulaşan kadınlardan pek çoğu, bunu
erkeklerle uzlaşarak, hattâ, Margaret Thatcher'ın yaptığı gibi, öteki kadınları
reddederek gerçekleştirdiler. Cinsel ilişkilerdeki geleneksel kurallara karşı
çıkmadıkları gibi, erkeklerin çalışma biçimlerine de erkek ve kadınların
kamusal ve özel alanlardaki beklentileri arasındaki farklılıklara da meydan
okumadılar.
Bu
kitap için yaptığım görüşmeler, kadınların erkeklerle temelli bir hesaplaşmaya
girişmekten korktukları izlenimini doğruladı. Erkeklerden değişmelerini
isterlerse onların sevgi ve desteğini yitireceklerinden korkuyorlardı. Çoğu
kadın eşlerine kariyer seçimleriyle ya da ev işleriyle ilgili olarak karşı
çıkmayı bırakmışlardı. Bazı çarpıcı istisnalarla da karşılaştım velayet için
savaşan ve çocuklarının bakımını üstlenen babalar ya da kadının tam gün
çalışabilmesi için aralarında rol değişimi yapan erkek ve kadınlar. Kadınların
çoğunun "babaerkil" kibir
gösterilerine ya da patronluk taslamanın uç örneklerine artık tahammül
edemediği de görülüyor. Ama, aileyle ilgili geleneksel beklentiler ve
kadınların rolleri büyük ölçüde aynı kalmış.
Muhafazakâr
hükümetin eğitim, sağlık ve çocuk bakımına kaynak tahsis etme konusunda
takındığı düşmanca tutuma karşı politik bir mücadele yürütülemedi; oysa böyle
bir tahsis, tüm kadın ve çocukların hayat şartlarının iyileşmesini
sağlayabilirdi. Hattâ, dünyada komünizmin itibar kaybetmesiyle bağlantılı
olarak, çoğu kişi bu düşmanlığı, çok korkulan devlet sosyalizmine karşı gerekli
bir panzehir olarak kabul ediyordu. Tek tek ailelere yüklenen ve giderek artan
bu sorumlulukların esas kurbanları büyük oranda kadınlar olmasına karşılık,
tutarlı bir politik alternatif sunulmadığına bakılırsa, bu sürece pek az
kadının karşı çıktığı anlaşılıyor. Tersine, kadınlar yeni bireyci felsefenin
uygulanmasında merkezi yere sahiplerdi. Kadınlar, çatlakları bir araya getiren
çimento rolünü kendileri üstlendiler ve kendi ailelerinin önceliği fikrine
giderek daha fazla çekildiler; aslında çocuklarının iyi yetişmesini umursamayan
toplumun üzücü yetersizlikleri karşısında bireysel çözümler bulup ceplerinden
para ödediler.
Özellikle
de daha yoksul kadınlar açısından ve ailenin bu yüksek beklentileri ile
toplumsal değişimler arasındaki boşluğu dolduracak geniş aile artık var
olmadığı için, bu bireysel çözümler, ulaşılması güç çözümlerdir. Fakat bu
zorluklar, kadınların aileleri için işleri kolaylaştırma azmini kırmadı.
Çoğu
kadın, birçok kişi başarısız olduğu halde kendi ilişkileri ve fedakârlıklarının
başarıya ulaşacağını hayal ederek kendilerini kandırdıklarını içten içe
biliyorlar.
Polly Toynbee, hâlâ her şeyini geleneksel beklentilere bağlayan kadınların
varacağı muhtemel sonuçlara ilişkin karanlık bir tablo çiziyor:
"Kadınlar,
sanki sürekli bir başka şey için prova yaparmışçasına, sanki sonuçta bir ödül
varmışçasına aileleri için çalışırlar. Ölümden sonra hayatın varlığına
inanıldığı günlerde bu kolaydı-ama şimdi?
Kırk
beşinde boş bir yuva, işsizlik ya da emekliliğe kadar son on yılda birtakım
süfli işlerde çalışmak gibi alternatifler için buna değer mi?
Ya da
kocalar çekip gider ve evlilik dağılır. Pazarlığın bir parçası da yaşlılıkta
yalnız kalmaktan kurtulmak olsa bile, garantisi yoktur. Terk edilmiş kadının
kendini ayakta tutma koşulları Viktorya çağındakinden daha iyi değildir. Tek
fark, refah devletinin darülacezenin yerine geçmiş ve boşanmış ya da bekâr
annelerin sosyal güvenlik yardımlarıyla yaşıyor olmasıdır.” (Times
Review, 14 Eylül 1991)
Buna
rağmen, kadınlar için aile ve kadının ailedeki rolü merkezî, ve birincil yerini
hiç de yitirmiş gibi görünmüyor.
KADINLAR
MESLEKLERİNDE BAŞARILI OLSALAR DA OLMASALAR DA, HÂLÂ BİR ERKEK BULUP EVLENMEYİ
VE CİNSLER ARASINDAKİ GELENEKSEL AYRIMI SÜRDÜRMEYİ DÜŞÜNÜYORLAR.
İLİŞKİLER
TERS GİDERSE, BİR DAHA BİR DAHA DENİYORLAR.
Toplumsal
yapıyı bir arada tutan, kadınlardır; bunu gönüllü olarak yaparlar, en azından
fazla yakınmazlar. Kısacası, kadınlar, yeni bir kisve altında da olsa kadınlığın eski biçimlerinin sürmesinde
suçortaklığı yapıyorlar.
Bu
suçortaklığı alanı -kadınların geleneksel aile yapıları ve beklentileri
konusundaki köklü, temel suçortaklıkları, erkeklerle aralarındaki kişisel ilişkiler
de erkeklerin idealize edilmesi ve sürekli onlardan onay ama isteği konusundaki
suçortaklıkları- bu kitabın ana
konusu. Bu, erkeklere derinden bağımlılığın sürdürülmesini ve bütün kadınların
talihini döndürebilecek değişikliklerin neler olabileceğini tasarlamaktaki
isteksizliği içeren bir suçortaklığıdır. Kadınların
suçortaklığı pek çok şeye rıza gösterir. Kimi zaman şiddet, tecavüz, cinsel
sömürü gibi, kötü muamelenin en uç biçimlerine bile. Ama daha yaygın olarak bu
suçortaklığı örtülüdür, kişisel hayatlarımızı erkekleri koruyarak ve onların
davranış alışkanlıklarını besleyecek şekilde yaşama tarzımızdır.
Kadınlar
neden en kritik noktada heyecanlarını kaybedip ve feminizmin onlara verdiği
derslerin çoğunu almamış olmayı seçtiler?
Feminizm
yanlış mı yapmıştı?
Yoksa
kadınlar feminizmin, sonucu belirsiz ve acı veren bir mücadele olmasından mı
korktular?
Kadınlar
neden erkeklere her şeyin yolunda olduğunu garanti etme konusunda bu kadar
endişeliydiler?
Kadınlar
erkeklerin her zamanki gibi davranmalarına -ofiste uzun saatler geçirmelerine,
çocuklara çok az ilgi göstermelerine, siyasal ve toplumsal çevreyi
belirlemelerine, kadınların ve çocukların hayatlarını iyileştirme çabasından
uzaklaşıp toplumsal ve siyasal öncelikler üzerinde yoğunlaşmalarına- neden izin
verdiler?
SONUNDA
PEK ÇOK KADIN NEDEN KADINLARIN ÇOĞU İÇİN DAHA İYİ BİR HAYAT VAADEDEN TOPLUMSAL
VE KİŞİSEL DEĞİŞİMLERİ GERÇEKLEŞTİRMEK İÇİN MÜCADELE ETMEK YERİNE ERKEKLERLE
UZLAŞMAYI TERCİH ETTİ?
Bu
sorular, kendi hayatımın da bu toplu geri çekilmeden payını aldığını fark
etmemden doğdu -yirmili yaşlarımdaki atılgan, ütopik feminizmden geleneksel
aile yapısına döndüğüm ve herhangi bir örgütlü feminist politikaya katılmadığım
otuzlu yaşlarıma. İlk çocuğuma hamileyken işi bırakınca seve seve bırakmak
şöyle dursun, bunu hayal bile etmemiştim. Ama bana şevk vermeyen günlük iş
koşuşturmasıyla evde bebeğe bakmak arasında bir tercih yapmam gerektiğinde,
karar vermek kolay oldu. Üniversitedeki işimi bıraktım ve evde yazmayı
sürdürdüm, böylelikle ikimizin de asla düşünemeyeceğimiz şekilde, partnerimi ve
kendimi geleneksel iş bölümüne zorlamış oldum. Bu karar bir kez verildikten
sonra, gördüğüm hemen her kadın, aşağı yukarı aynı hikayeyi yaşadığını
anlatıyor.
Kadınların
kendilerinin geleneksel yapıların yerinde tutulmasına ne ölçüde ortak olduğu
sorusuyla hesaplaşmaktan artık kaçınamazdım.
Bu
soruları sormama şiddetle muhalefet edecekler tabii ki olacaktır. Onlara
bakılırsa, kadınların suçortaklığından söz etmek, erkek iktidarının
yaygınlığını görmezden gelmek anlamına gelir. Durumun tamamen eşitsiz güç
ilişkileri açısından görülmesi gerektiğinde ısrar ederler. Erkekler - iktisadî,
toplumsal ve siyasal-iktidara sahiptir, kadınların yapabildiklerinin en iyisini
yapmaktan başka pek bir seçenekleri yoktur. Kadınların incinebilirliklerini ye
eski davranış ve duygu biçimlerine sadakatlerini "bağımlılık döngüsü"yle açıklarlar.
Erkeklere
bu iktisadî bağımlılık, boşanıp yeniden evlenenlerden fiziksel ve cinsel
şiddetin en uç hallerine kadar pek çok şeyi açıklamakta kullanılır. Bu çeşit
analizlere, "kadınların kötü muameleye maruz kalması(nın), kadınların
toplum içindeki konumlarından ve toplumdaki eşitsiz güç yapılarından
kaynaklan(dığını)" açıklayan BİRLEŞMİŞ MİLLETLER RAPORLARINDA BİLE
RASTLANIR.
Bu,
kadınların konumuyla ilgili olarak son yirmi yıldır sürekli tekrarlanan klasik
solcu ve feminist analizdir. Bu analiz, kadınlarla erkekler
arasında, ancak kadınların tam ekonomik eşitlik ve bağımsızlığa ulaşmalarıyla
çözümlenebilecek bir yapısal ekonomik eşitsizlik olduğunu varsayar. Çoğu
feminist, geleneksel aile kalıplarının kadınların ekonomik eşitsizliğinden
kaynaklandığına ve bu eşitsizlik tarafından yeniden üretildiğine inanıyordu. SONUÇ OLARAK, kadınlar erkeklerle
suçortaklığı yapmıyor, onlar tarafından eziliyordu. Herhangi bir kitlesel
ayaklanma olmayınca, kadınlar kendileri için en tatmin edici uzlaşmayı
seçerler: kendi ailelerinde buldukları sevgiyi. Çoğu kadının meseleyi görüş
açısı budur ve tabii ki bu analizin kimi boyutlarına katılmamak aptalca olur.
Kadınların bağımlılığının nedeni kısmen ekonomik eşitsizliklerdir ama tüm
kadınların, tercihlerinin ne olduğu hesaba katılmaksızın tam gün çalışmaları da
çözüm değildir.
Kadınların
erkekler tarafından ezildikleri için onlarla suçortaklığı yaptıkları fikri hâlâ
çok radikal biçimlerde ifade edilebilir. Örneğin Susan Faludi çok satan kitabı
Backlash'te bu fikre yeni ve çok önemli bir yorum getiriyor. Hem post-feminist
bir eşitlik durumuna geçildiği hem de yüksek yönetim kademelerindeki kadınların
evlerine döndükleri inancının Amerikan hayat tarzının her alanında -siyasetten
sinemaya hattâ çağdaş psikolojiye kadar- feminizme karşı bütünsel bir saldırı
olduğunu öne sürüyor. Medyanın feminist eşitlik mücadelesinin kazanıldığı ama
eşitliğin kadınları mutlu etmediği yolundaki iddiasının temelinde kadınlardan
duyulan korku olduğunu söylüyor. Feminizmin en basit iddiaları böyle isterik
bir saldırıya neden oluyorsa daha fazlası kim bilir neler yapar diye soruyor.
Faludi'nin
iddiası, kadınların bu tercihleri yapıp bu tavırları takınmalarının nedeninin
her şeyin onlara karşı olması olduğunu varsayar.
Tüm
toplumsal yapılar onların aleyhine işlerken, özellikle de her türlü değişiklik
girişimine isterik bir tepki verilirken kadınlar değişemezler. Aile güzellemesini, dişi kadın ve cinsel
mazoşist (acı çekmekten zevk alan) [2]
tiplerini pazarlayanın medya olduğunu söyler Faludi. Kadınlar kendileri ise
devamlı olarak feminizme olan borçlarını itiraf eder ve önlerinde hâlâ uzun bir
yol olduğunu bilirler.
Faludi'nin
görüşü, İngiltere'deki durumla da ilgili. Feminizme karşı saldırı, başarıya
ulaşmak için alışılmış okul, üniversite ve ilişki ağlarından geçen ve yayın
yönetmenlerinin -kadın konulu haberciliği "kadın
değil insan olarak görülmek isteyen modern kadını aşağıladığı"
gerekçesiyle dışlayan The Times'ın yayın yönetmeni Simon Jenkins gibi-
demeçlerini desteklemekte açık çıkarları olan genç erkeklerin bulunduğu gazete
ve televizyonda başladı. Kadın gazeteciler ve yazarlar (ancak), feminizm gibi
tüm örgütlü düşünce sistemleriyle aralarına mesafe koyarak sadece süslü ve
esprili yazılar yazdıkları oranda popüler oluyorlardı.
AMA MESELE
SALT FEMİNİZMİN MEDYA TARAFINDAN DİZGİNLENMESİ DEĞİL. BU İDEOLOJİNİN
ÇIĞIRTKANLARI SADECE ERKEKLER DEĞİL, KADINLARIN KENDİLERİ DE. Son on
yılda kadınlar evde çifte sorumluluk alma konusunda yalnız istekli değil, son
derece hevesli de göründüler; kendi başarıları kocalarının ya da
sevgililerininkinden üstün olduğunda kendilerini rahatsız hissettiler,
erkeklerin cinsel onayını elde etmek için neredeyse deli oldular. Bütün bunları
yaparken, feminizmin herhangi bir yaygın çözüm öneremese de bu tür
stratejilerin tuzaklarını yirmi yıl önce gösterdiğini biliyorlardı.
Feminizmin
iddiaları kadınların çoğunluğuna hiçbir zaman ulaşmadı. Feminizm dışarıdan
olduğu kadar içeriden de göçertildi. Feminizm basının kötülüğü yüzünden değil,
iç ayrışmalar, görüş birliğinin olmaması, suçluluk krizleri ve hareket içindeki
siyasal ümitsizlikten dolayı yıkıldı. Medya tarafından aldatıldıklarını
söyleyerek, milyonlarca kadının umut ve isteklerinin neden medyanın çizdiği
yeni imajlara, tam anlamıyla uyumlu denemese bile, paralel hale geldiğini de
açıklamış olamayız. Medya pırıltılı, başarılı ama erkeklerce yönetilen kadının
uç örneklerini pazarlıyor olabilir ama verdiği temel mesajın genelde geleneksel
değerlere bir dönüş olduğu gerçeğini yansıttığını gösteren çok sayıda kanıt
vardır.
Bu
kitabı yazmamın nedeni, bu psikolojik geri dönüşün nedenlerini bulup
çıkarmaktı. Bu dönüşün dinamiği neydi?
Kadınlar
iş, erkekler, çocuklar ve aile hakkında gerçekte ne hissediyorlardı?
Görüştüğüm
kadınların büyük çoğunluğu ne erkeklerin iktidar arzusunun masum
kurbanlarıydılar ne de medya tarafından aldatıldıkları söylenebilirdi. Toplumda
genel olarak kadınlar büyük değişiklikleri talep edecek yeterli imkâna,
tecrübeye ve hattâ güce sahipler. Ama bunu yapmıyorlar. Bu edilgenlik cehaletle
açıklanamaz. Her yeni kuşaktan kızlara kadınlık ve geleneksel beklentileri esas
olarak kadınların kendileri öğretiyorlar. Bu edilgenliğin nedenleri daha
derinde, kadın ve erkek psişesinde ve kadınlarla erkeklerin ilişki kurma
biçimlerinde yatıyor.
Beni
ilgilendiren, aile dinamiğinin bu iç ilişkileri ve kadın ve erkek psişesinin
derindeki yapıları. Kadınların sorunları, karşılaştıkları engeller ve dışsal
faktörler üzerine çok şey yazıldı. Ama öznel boyutla ilgili, özellikle de pek
çok yönden kendini feminist projeye yakın hisseden biri tarafından yazılmış
neredeyse hiçbir şey yok. Kadınların tercihlerini belirleyen hoşnutluk, korku
ve endişelerle ilgili pek az metin var. Kadın ve erkeklerin aileye getirdiği
eski tarihe pek ilgi gösterilmedi. Birbirlerine olan ihtiyaçları neden
toplumsal sorun ve endişelerin yükünü kadınların taşıması biçiminde ifade
buluyor?
Neden
toplumun yarısı kendini gergin bir şekilde yeni kuşakları toplumun çözülmemiş
problemlerinden korumaya çalışırken buldu?
Bu
kitap kadınların kişisel anlatımlarına dayanıyor. Yeterince temsili olacağı
umuduyla aşağı yukarı 150 kadınla konuştum; bunların yarıdan biraz fazlası
meslek sahibi kadınlardı. Korkarım kadınların küçük bir bölümünden aldığım
verileri genelleştirdiğim yolunda suçlamalar alacağım ve daha çok orta sınıftan
kadınlarla görüşmüş olmakla eleştirileceğim. Ama söylediğim şeylerin belli bir
yankı uyandıracağını da düşünüyorum.
Kadınların
aile içinde yaşadıkları kimi korkular, zevkler, endişeler ve patolojiler ırk,
sınıf ve bölge farklarını aşıyor gibi görünüyor. Bu duyguların dillendirilmesi
çağdaş yaşamın kadınlar için nasıl bir şey olduğu konusunda daha dürüst bir
yaklaşım geliştirmenin ilk adımı olabilir. Ve ancak kadınlar daha dürüst
olduklarında, erkeklerle işbirliği yaptıkları suçortaklığının temelinde yatan
"dişilik" ve "kadınlık" mitlerinden kurtulabilirler.
(s.10-21)
Kitap
kadını anlatıyor, derdine çare arıyor, olabilir. Fakat hayatî bir gerçek gözden
kaçırılıyor. Kadın haklarındaki sınırı kim çizecek?
(Allah
Teâlâ-Erkek-Kadın)
Bu üçleme arasında sınırları belirleyen ne
olacak denildiğinde, her kesimin cevabı farklı olunca da, kadın sorunu
bitmeyecek gibi görünmektedir.
Bitmezde.
[1] Şu Hain Kalplerimiz-Kadınlar Erkeklere
Neden Teslim Olurlar? Rosalind Coward
İngilizceden çeviren: Aksu Bora -
Asuman Emre Kitabın özgün adı: Our Treacherous Hearts Why Women Let Men Get
Their Way Faber and Faber/1992 basımından çevrilmiştir.
[2] Mazoşist,
acı çekmekten zevk alan kişidir. Benzer terim olan sadist ise acı çektirmekten
hoşlanan anlamına gelmektedir.
Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.
Yorumlar