KADINLARIN FELSEFESİ- FELSEFE-İ ZENÂN- AHMET MİTHAT-
Tanzimat dönemi romanlarında Türk kadınının
hayat, ahlak ve aile anlayışında meydana gelen değişiklikler önemli ölçüde yer
alır. Eski yaşam biçiminden modern hayata yöneliş, Müslüman-Türk kadınının
ikilemde kalmasına sebep olur. Avrupa ile olan ilişkilerin her geçen gün
daha da ilerlediği bu geçiş döneminde kadının benliğini bulma çabası, dönem
romanlarında okuyucunun dikkatine sunulur. Bu husus, Felsefe-i Zenan ve Jön
Türk‟te geniş olarak işlenir. Vakaların oluşmasında tamamen kadın kahramanlar
ön planda olduğundan, uzun hikâye/roman özelliği taşıyan Tanzimat dönemi
romanlarından Felsefe-i Zenan‟dan bahsetme gereği duyduk.
Felsefe-i Zenan, Ahmet Mithat
Efendi‟nin 1870‟te kaleme aldığı ve kadınla erkeğin eşit olduğu, kadının
ekonomik özgürlüğe sahip olması gerektiği, kadınların evlenmeden de hayatlarını
devam ettirebileceklerini ve temel sorun olarak eğitim almış kadının
kadınlık rollerini sürdürüp sürdürmeyeceği ya da nasıl sürdüreceğiyle
değil, eğitim süreciyle kadınlık rolleri
arasındaki çatışmayı bu konuyu alır.
Felsefe-i Zenan’da,
hayatını okumaya ve öğrenmeye adamış olan Fazıla, evlat edindiği iki kızına da
kendi yaşam felsefesini aşılar. Gerçekte kardeş olmayan fakat kardeş gibi bir
arada büyümüş Akile ve Zekiye, Fazıla Hanım’dan
terbiye görmüşlerdir. Fazıla Hanım onları, evliliğin doğuracağı aksaklıklardan,
evlendikleri zaman bir esaret altına gireceklerinden bahsederek evlilik
kurumundan soğutmuştur. Günlerini okuyarak, araştırarak geçiren bu kardeşlerden
Zekiye, Muhsin Paşa’dan eğitmenlik teklifi alır. İki sene Halep’te kalacak ve dönecektir.
Fakat burada Sıtkı adlı bir kâtiple tanışır ve her ne kadar evliliğe karşıda
olsa onunla evlenmeyi kabul eder. Evlendikten kısa bir süre sonra eşinin kendisini
aldattığını görür. Üzüntüsünden hastalanır ve ölür.
Akıle ve Zekiye onun
izinden giderler. Ancak hayata uygulanmayan bilginin aslında bir anlamı
olmadığına inanan Mithat Efendi, birbirinin alternatifi olmak üzere yarattığı
Akıle ve Zekiye’den birini, evin dışına hayata gönderir. Diğerini evin içinde
bilgisi ve öğrenme aşkıyla bırakır. Sorun karşısında açık bir seçim
yapamamış olan yazar, eserinin bu tarafıyla toplumun eğitim görmüş ya da
kendine yetiştirmiş kadına hazır olmadığı kadar, bu kadınların da hayata ve
topluma hazır olmadıkları mesajını vermek ister. Kendini bütün Osmanlı
kadınlarının manevi babası sayan Mithat Efendi’nin ilk eseri Felsefe-i Zenan’dan son eseri Jön Türk’e kadar konuyla ilgili görüşlerinde büyük değişiklik olmaz. Ancak
yazarın son eserine kadar aynı konuda ısrarlı duruşu, böyle bir toplumsal
sorunun varlığını düşündürür.
MÜGE CANPOLAT
Gelenekler kadını
yalnız bir erkeğe ait kılıp, erkeğe ise birden fazla kadını mümkün kıldıkça ve
erkekler de bu nimetten yararlanmakta kusur etme[dikçe] (...) bir kıza namus
taslayabilirler mi?
Gelenek
içindeki kadın-erkek eşitsizliğine karşı söylenen bu sözler, Ahmed Midhat'ın
Felsefe-i Zenân adlı eserindeki ayrıksı bir kadın tipinin başkaldırısıdır. Tanzimat
döneminde Batının da etkisiyle kadının toplumdaki yeri tartışılmaya
başlanmıştır. Bu dönemde türlerle beraber konular da Batıdan gelmektedir. Ahmed
Midhat'ın manevî kızı olan ilk kadın yazarımız Fatma Aliye Hanım da eserlerini
bu dönemde vermiştir. Şinasi, Namık Kemal, Şemsettin Sami gibi yazarlar, kadını
konu eden eserler yazmışlardır. Ahmed Midhat, kadını toplumda bulunduğundan
daha iyi bir konumda görmek isteyen bir yazardır. Bunun da ancak eğitimle
mümkün olacağına inanır. Handan İnci, Ahmed Midhat'ın Felsefe-i Zenân adlı
eseri için "yeni Türk edebiyatında kadın sorunlarını doğrudan doğruya
işleyen ilk eserdir" denebileceğini belirtir (s. v).
Handan İnci,
Ahmed Midhat'ın Felsefe-i Zenân adlı eserini Latin alfabesine aktararak
kitaplaştırmış ve eseri günümüz okuruna ulaştırmıştır. Kitap iki taraflıdır.
Bir tarafında Handan İnci'nin Felsefe-i Zenân ile ilgili görüşlerine yer
verdiği "Felsefe-i Zenân Hakkında" başlıklı girişi ve eserin bugünkü
harflere aktarılmış hali yer almaktadır. Bu kısmın başlığı Felsefe-i Zenân'dır.
Kitabın diğer tarafında ise sadeleştirilmiş metin bulunmaktadır. Bu kısmın
başlığı ise Kadınların Felsefesi'dir.
Felsefe-i
Zenân, Ahmed Midhat'ın ilk eserlerindendir. 1870 (hicrî 1287) yılında
yazılmıştır. Letaif-i Rivayat adlı eserler serisinin üçüncü kitabında yer alan
Felsefe-i Zenân için Ahmet Hamdi Tanpınar "Garp hikâyesi", Kenan
Akyüz ve Olcay Önertoy "büyük hikâye", Mustafa Nihat Özön de
"hikâye" terimini kullanır. Handan İnci'nin çalışmasının kapağında
ise "roman" terimi yer almaktadır. Ahmed Midhat Efendi hakkında en
kapsamlı çalışmayı yapan Orhan Okay'ın Batı Medeniyeti Karşısında Ahmet Midhat
Efendi adlı araştırmasında ise bu eser için hem "uzun hikâye" hem de
"roman" terimi kullanılmıştır.
Ahmed
Midhat, eserlerinin hemen hemen hepsinde eğitim, evlilik, kadının eğitimi,
tutsaklık gibi toplumsal konulara yer vermiştir. Bu konuları işlerken
gelenekten uzaklaşan bir tavır sergilediği söylenebilir. Yine toplumsal konular
arasına giren kadın-erkek arasındaki eşitsizlik, yazarı düşündüren bir durumdur.
Ahmed Midhat kendisini rahatsız eden bu durumu Felsefe-i Zenân'da işler.
Felsefe-i Zenân, kadının özneleştirildiği, erkeğin ötekileştirildiği bir
eserdir ve tamamen kadın bakış açısıyla yazılmıştır. Ama esas ilginç olan, bir
erkeğin yaşama bu açıdan bu derece bakabilmiş olmasıdır.
Felsefe-i
Zenân, iyi eğitimli ama neredeyse erkek düşmanı olan Fazıla, Akıle ve
Zekiye'nin yaşam "felsefe"lerini konu alır. Eser, yazar-anlatıcı
tarafından sunulan olaylar ve Akıle ile Halep'e giden Zekiye'nin birbirlerine
gönderdikleri mektuplar sıralanarak kurulmuştur. Ahmed Midhat, mekân
değişikliğine bağlı olaylar zincirinin bir kısmını Zekiye'nin ağzından mektup
yoluyla aktarır. Böylece okuyucuya seslenirken girişik bir üslup kullanmış
olur.
Ahmet Hamdi
Tanpınar, Ahmed Midhat'ın ilk eserleri için "ne psikoloji, ne canlı
karakter, ne de etraftaki hayatı canlandırmak endişesi" taşır diyerek
genel bir yargıda bulunmuştur (19 uncu Asır Türk Edebiyatı Tarihi, Çağlayan
Kit., 1997). Ancak bu sözlerin Felsefe-i Zenân için geçerli olduğunu
söyleyemeyiz.
Eser, Fazıla Hanımın tanıtılmasıyla başlar. Büyük Ayasofya mahallesinde
yaşayan Fazıla Hanım okumayı çok seven bilgili bir kadındır. Bunda babası
Bedreddin Efendiden aldığı özenli eğitimin büyük payı vardır. Fazıla Hanım,
babası öldükten sonra da okumayı bırakmaz. Olanca vaktini "kendine
ait" evinde okumaya ayırır ve kimselerle görüşmez. Tek arkadaşı Ayasofya
Kütüphanesinin memurudur. Bir gün kütüphane memuru, Fazıla Hanımın kapısına
yanında yedi-sekiz yaşlarında bir kız çocuğuyla gelir ve Fazıla Hanımdan
kimsesiz olan bu kıza bakmasını ister. Fazıla Hanım evliliği düşünmez ancak bir
çocuğu olmasını ister. Bu nedenle kızı sevinerek kabul eder. (Tanpınar'ın
aktardığına göre Ahmed Midhat sadece kendi çocuklarıyla değil semt çocuklarıyla
da ilgilenen bir babadır; Ahmed Midhat Efendinin çocuk sevgisi bu eserine de
yansımıştır.) Fazıla Hanım bu kıza Akıle adını verir. Bir süre sonra eski
komşusu Fatma Hanım, kızıyla birlikte çıkagelir; parasızlık yüzünden,
görevinden azledilmiş bir vali olan Muhsin Paşanın yanına sığınmak zorunda
kaldığını anlatır. Fatma Hanım, kızının cahil ve haylaz büyümesini istemez. Bu
nedenle de Fazıla Hanımdan kızını yetiştirmesini ister. Fazıla Hanım, Zekiye
adındaki bu kıza bakmaya razı olur. Bundan sonra olanca vaktini Akıle ve
Zekiye'nin eğitimine ayırır. Ahmed Midhat burada okuyucusuna "kızların
yetiştirilmesinde eğitime önem verilmelidir" mesajını iletmek
istemektedir. Bir buçuk yıl kadar sonra Fatma Hanım ölür. Bunun üzerine Fazıla
Hanım, Akıle ile Zekiye'yi evlat edinir. Kızlarının eğitimiyle uğraştığı beş
yıl boyunca da evliliğin kötülüğünden söz edip onlara bu düşüncelerini
aşılamaya çalışır. Fazıla Hanım bir gün bir rüya görür ve bu rüyadan daha çok
vakit yaşamayacağı anlamı çıkararak Esham-ı Umumiye Nezaretine gidip elindeki
hisse senetlerinin yarısını Akıle'ye, diğer yarısını da Zekiye'ye devreder. Bir
ay kadar sonra da Vakıflar'a gidip bütün malvarlığının yarısını Akıle'nin diğer
yarısını da Zekiye'nin üzerine geçirir. "Rüya" motifi Türk halk edebiyatında
sıkça kullanılan bir motiftir. Âşık şiirinde "rüya" motifi kimlik
değişiminin habercisi olarak kullanılır. Burada Ahmed Midhat'ın bu motifi
bilinçli olarak kullandığını söyleyebiliriz. Çünkü Ahmed Midhat, Boratav'ın
deyişiyle "eski Türk halk hikâyeciliğinin üzerine Avrupa roman sanatının
aşılanması ile meydana gelen Tanzimat sonrası hikâyeciliğin ilk
eserlerini" veren yazarımızdır (Halk Hikâyeleri ve Halk Hikâyeciliği, Adam
Yay., 1998). Boratav'ın da belirttiği gibi bazı motifler, birçok eserinde aynen
veya biraz değiştirilerek tekrarlanır. Burada dikkati çeken bir durum da Ahmed
Midhat'ın geleneğe karşı çıkarken geleneksel unsurları kullanmadaki
başarısıdır. Ahmed Midhat, Fazıla Hanımın öleceğini rüya motifiyle okuyucusuna
sezdirir. Tahmin edilebileceği gibi, bu rüyadan bir süre sonra Fazıla Hanım
hastalanıp ölür. Kızlarına vasiyeti de özgürlüklerine sahip çıkmaları ve
evlenmemeleridir.
Kızları Fazıla Hanımın vasiyetine uyarlar. Annelerinin ölümünden bir buçuk
yıl sonra Muhsin Paşa Halep Valisi olur. Paşanın eşi, çocuklarına orada
öğretmenlik yapması için Zekiye'ye yüklüce bir aylık teklif ederek Halep'e
onlarla birlikte gelmesini istediğini söyler. Akıle, Zekiye'nin gitmesini
istemez. Ancak Zekiye kararlıdır. Zor da olsa ayrılırlar. Böylece Zekiye "yeni
Türk edebiyatında çalışma hayatına atılan ilk kadın olur" (s. ix). Zekiye
Halep'e gittikten sonra ablasıyla mektuplaşmaya başlarlar. Halep'te gayet
rahattır Zekiye. Paşanın otuz yaşlarında, zeki ve yetenekli bir divan efendisi
vardır. Sıtkı Efendi adındaki bu genç, Zekiye için sıradan bir koca adayı
değildir. Çünkü Sıtkı Efendi, sıradan kadınlara güven duymaz ve evlilik karşıtı
yazılar yazar. Zekiye de geleneğe karşı olan kendi yaşam felsefesi ile Sıtkı
Efendinin bu görüşlerinin birbirine uygun olacağını ve evliliklerinin diğer
evliliklere benzemeyeceğini düşündüğünden kalemine aldandığı bu adamla evlenir.
Duygulara göre değil düşüncelere göre verilmiş bir karardır bu. Ahmed Midhat,
bu noktada okurlarına "evlilik kararında duygular kadar düşünceler de önemlidir"
mesajını iletmeyi amaçlamıştır muhtemelen. Akıle, Zekiye'nin evlenmesine çok
üzülse de artık elinden bir şey gelmeyeceğini bildiğinden "belki kocasıyla
mutlu olur" diyerek kendini avutur. Aradan üç yıl geçer. Zekiye'nin bir de
oğlu olur. Ne var ki Sıtkı Efendi, evlenmeden önceki düşüncelerine aykırı
davranarak Zekiye'yi konaktan bir cariyeyle aldatır. Bu ihanete dayanamayan
Zekiye verem olur ve ölür. Eser çok bildik bir şekilde bitiyor. Bu, Ahmed
Midhat'ın eserin düşünsel yönüne biraz fazlaca değer vermesinden
kaynaklanıyor.
Ahmet Hamdi
Tanpınar, Ahmed Midhat'ın eserleri için "onun eserine hayatından girmek bu
eseri yakalamak için sanılacağından çok daha faydalıdır" der. Midhat Paşa 1869'da Bağdat'a tayin edilince, Ahmed Midhat Efendi de onunla
birlikte gider. Bu yolculuğun Halep'e kadar olan kısmını Felsefe-i Zenân'da
anlatır. Tanpınar, Ahmed Midhat Efendinin bu yıllardaki hayatı için "üst
üste bir kâinat keşfidir" der. Gerçekten de Ahmed Midhat, bu kâinat
keşfini Zekiye'nin mektuplarında uzun uzun anlatmıştır. Felsefe-i Zenân
"yeni Türk edebiyatında mektup türünün kullanıldığı ilk eser"dir (s.
x) aynı zamanda. Mektup türünün eser içinde önemli işlevleri vardır. Ahmed
Midhat, mektuplar aracılığıyla kişilerin öznel yanlarını sunma gayreti içindedir.
Ayrıca halk diline yakın bir dille yazma isteğinin sonucudur bu.
Ahmed
Midhat, toplumsal yaşamda kadının hangi nitelikleriyle ön planda olması
gerektiğini eserindeki dört kadın karakterin adlarıyla belirtir: Akıle, Fazıla,
Kamile ve Zekiye. Yazar vermek istediği mesajların aracısı olarak Zekiye ve
Akıle karakterlerini kullanmıştır. Her iki karakter de yedi-sekiz
yaşlarındayken Fazıla Hanımın yanına gelir. Bu yaşlar eğitimin etkilerinin en
kuvvetli olduğu yaş döneminin başlangıcıdır. Akıle de Zekiye de karakterlerini işte bu dönemde öğrenimle kazanır. Fazıla
Hanım çocuklara özgürlüğün önemini anlatsa da aslında onların benliklerini
sınırlamaktan öteye gidemez. Ayrıca, kölelik-özgürlük karşıtlığının yanında
bekârlık-evlilik, bilgili olma-cahil olma gibi karşıtlıklar da eserin
yapılanmasında etkili olmuştur.
Evliliğe
karşı büyük bir nefret ve tiksinti duyan Fâzıla Hanım, okumaktan başka hiç bir
şeyden tad almazdı. Sırası geldikçe evliliğin kötülüğünden söz ederek ve
dünyada her şeyden el çekip sadece okuyarak yaşamaktaki tadları sayıp dökerek
çocuklara da bu düşüncelerini aşılamaya çalışırdı.
Kısacası, Fâzıla Hanım kızların eğitim ve terbiyesiyle
uğraştığı beş yıl boyunca düşüncelerini bunlara tamamıyla aktarmayı başarmıştı.
Âkile on yedi yaşına geldiğinde, çevresinde ün kazanan olgunluğu yüzünden büyük
aileler tarafından istendiği halde kocaya varmamak için verdiği kesin kararını
özür göstererek kabul etmemiş ve on dört yaşındaki Zekiye de bu konuda Âkile
ile aynı şekilde hareket etmişti.
Sh:7
"Gözümün nuru Zekiyeciğim,
İkinci mektubunu aldım. O kadar hayretle okudum ve
içindekileri anlayabilmek için o kadar kafa yordum ki kaç kere okuduğumu
sayamam ve mektuptan ne gibi sonuçlar çıkardığımı da hakkıyla anlatamam.
Mektupta sözünü ettiklerin üç maddeden ibaret.
Bunların birincisinde düşüncelerin pek yerinde, fakat benim kafamda özgürlükten başka bir şeyin
olmadığına dair yersiz inancın hakkımda büyük bir iftiradır. Ben kölelik
üzerine uzun uzadıya düşündükten sonra kafamı özgürlük sevdasıyla doldurdum. Hatta sana kaç
kereler demedim mi ki bir adam dış görünüşte ne kadar büyürse gerçekte köleliği
de o ölçüde artar. Galiba bu
söylediklerimi unutmuşsun. Kuzum ben bu konuda düşüncelerimi o kadar geliştirip
derinleştirdim ki hatta özgürlüğün son noktasında bile kölelik buldum. Artık bu hal üzerine
hanımların, beylerin özgürlük şeklinde görülen köleliğini, hâkimiyet
görüntüsündeki mahkûmiyetlerini ve rahat tarzında görülen rahatsızlıklarını
ölçememiş olduğumu meydana koymak doğru mudur, yanlış mıdır?
Bunu sen düşün.
Canım bunları bize merhum annemiz de söylemez miydi?
demez miydi?
Demek oluyor ki sen bunları unuttun. Fakat ben
unutmadım. Hatta annemin verdiği şu ders üzerinde düşüncelerimi derinleştire
derinleştire, yazmış olduğum gibi, özgürlüğün en uç noktasında bile kölelik buldum. Evet buldum ya! Çünkü özgürlük aşkı bile gerçekte o
kadar acımasızdır ki kendisine tutkun olan zavallıların başını sokmadık bela
bırakmaz. O gaddarın bu kadar kahrını çekmek ve dayanmak bile kölelik demektir.
Her ne ise, ben sözü bu kadarcık açtıktan sonra,
özgürlük ve kölelik üzerine söyleştiğimiz şeyleri belki hatırlarsın.
Hatırlarsın ama, neyleyim ki orada hanımların köle, hizmetçilerin ise özgür
olduğunu düşünmeye başlamışsın. İşte ben buna teessüf ederim. Çünkü hanım olup
da zalim gibi göründüğü halde mazlum olmak ne kadar fena bir şeyse, bu hanıma
hizmet edip de zulüm gören örtüsü altında bir zalim olmak daha fenadır.
Gelelim İkincisine. Divan efendisinin yeteneğini güzelliğiyle ve
güzelliğini yeteneğiyle ölçmek hayra alamet değildir sanırım. Çünkü dünyada bu
kadar zavallıların başlarım ateşe yakan ve kitapları dolduran maceraları
okuyanları bile ağlatan haller ya yetenek veya güzellik dedikleri şeyden gelir.
Eğer bunların ikisi bir yerde toplanırsa artık sonucu neye varır Allah bilir.
Sen bile divan efendisinde öncelikle bunları görmüşsün. Hem de ikisinin de
birbirine uyumlu ve eşit olduğunu farketmişsin. Ama sen dersin ki ben sevda
aleyhinde olan düşüncemi böyle iki küçük şeyle zayıflatmam. işte bunu yalan
söylersin. Çünkü şimdiye kadar
nefret ettiğin ve reddettiğin köleliği nasıl ki hoş görmeye başladın ve bu
konuda daha önce aldığın dersleri bile unuttun, yavaş yavaş aşkın zararlarını
da gözünde küçülterek sonunda kendini onun hain pençesine kaptırırsın da
haberin bile olmaz. Hiç bir aşk yoktur ki masallarda denildiği gibi görür
görmez canı gönülden ortaya çıkıversin. Bu bela insanı o
kadar sessizce yakalar ki sana bunun nasıl olduğunu anlatmak istersem insanın
vücudunu elektrik akımıyla doldurmalarını örnek gösterebilirim. Hani insanı dört ayağı cam iskemleye oturtup diğer
taraftan vücuduna elektrik vermezler mi. O zaman insan hiç bir şey hissetmez,
fakat beş dakika sonra o hale gelir ki vücuduna dokunulacak olsa ateşler saçar.
Şunları sana acizane bir hatırlatma olarak sunuyorum.
Çocuk değilsin ya. Başını bu gibi belalardan korumak ve kurtarmak görevi bana
değil sana ait bir şeydir.
Sözü üçüncü konuya getirince, yazı dersleri alışına ve
özellikle şiir hevesine düşmekliğine adeta gülüveririm. Gerçi biz söz sanatları
diye birçok şeyler gördük. Hatta bunun üzerine seninle bir de tartışmamız
olmuştu. Hani "Söz sanatı ne demektir?" diye bunu küçümsediğim
zaman, sen bana karşı çıkarak "Belâgat[1],
fasâhat[2]
*, kitâbet[3]
ve bilmem ne mecazı olmayınca söz söz olur mu? Böyle bir söze adeta saçma sapan
sayıklama derler" demiştin. İşte sanırım ki bu defa seni yazı ve şiir
hevesine düşüren şey de o zamandan kalma bir düşünce olmalıdır. Kuzum bu söz
sanatı filan festekiz, bunlar dünyada sözden başka bir sanatın olmadığı
zamanların ürünüdür. Bilim adamları kafa yoracak başka bir şey bulamamışlar da
buna kafa yormuşlar. "Ve leyse kurbe
kabri Harb'in kabru"[4] yok ağırdır yok hafiftir çekişmesine kadar varmışlar.
İçinde bulunduğumuz şu yüzyıl bunların hepsini bir kenara bırakıyor. Sözün,
konuşulan kişiye düşüncelerini anlatmak demek olduğu meydana çıkıyor. Sözü
kısaltmak, genişletmek filan davaları mahvolup gidiyor. Konuşanın, dinleyene
düşüncelerini anlatacak kadar söz söylemesi gerektiği anlaşılıyor. Çünkü
yüzyılımızın edebiyatçıları görüyorlar ki söz sanatlarına bağlı kalarak yazılan
kitaplar sağlam oldukları halde anlaşılamadıkları için her birine ayrıca beş on
tane açıklama kitabı yazmak gerekiyor. Bu yüzden öyle açıklamaya, notlamaya
gerek kalmayacak şekilde yazmak hevesindeler.
Hele şiir hakkındaki düşüncen adeta gülünç bir şeydir.
Hem özgürlük
sevdasındasın, hem de köleliğe heves ediyorsun. Şiir dilin köleliği değil
midir? Dili sınırlı bir daire içine sokmak ve söylemek istediğin bir şeyi
söyleyemeyip, söylemenin gerekmediği bir şeyi de ya vezin doldurmak veya kafiye
bulmak, kısacası şiirin kurallarına uymak derdi yüzünden söylemek dil için
adeta bir kölelik demektir. A kuzum! Biraz da doğayı sevsen a! Doğa insana nesri
mi öğretiyor nazmı mı? Şimdi doğanın okulundan aldığın dersle yetinmek fena mı
olur. Buna karşılık doğanın dışına çıkacağım diye nefsini zorlamak iyi bir şey
midir?
Özetle ey Zekiyeciğim, sözü edilen ikinci mektubun pek
garip geldi. Güya benim düşüncelerimle beslenmiş bir fikir değil de, adi ve
bayağı bir fikrin ürünü gibi göründü. Sen adeta benim istemediğim bir yola
girmeye başlamışsın. Eğer yol yakınken dönersen diyecek yok. Fakat bu yolda
devam edersen beni çok ağlatacağın açıktır, işte sözüm bu kadar. Kâmile
Hanım'ın hayır duada bulunduğunu belirterek sözlerimi bitiririm.
Âkile
Sh:26-30
"İki gözüm, Sevgili Zekiyem,
Son mektubun geldi. Defalarca okunmasıyla hem beni hem
de Kâmile Hanım'ı zehirledikçe zehirledi. Rüyam yorumladık ve sonuçta kalbinin
divan efendisi hakkında neler hissettiğini anladık. Herkes kendisine ait
davranışlarında serbest olduğu için bu konuda seni engellemeye yetkimiz yoktur.
Bununla birlikte ayıplamamız da yasak değil ya? Doğrusu böyle beş ay içinde
düşüncelerinin bu derece değişmesini ayıplamaya değer gördük.
Şimdi sen dersin ki sevmek, sevilmek ayıp bir şey
midir?
Hayır, ayıp değildir. Fakat senin gibi iyinin fenanın
farkına varmış ve kocaya varmak konusunda gördüğü fenalıklar üzerine on sekiz
on dokuz yaşlarına kadar bunun aleyhinde düşünmüş olan bir kız için ayıptır.
A kuzum! Sen değil miydin ki, "Âkıleciğim bu gece yatakta bir şey daha hayal
ettim. Düşündüm, baktım, gördüm ki evlenen ve kocaya varanların dirliği,
düzenliği pek geçici bir şey. Aradan altı ay veya bir yıl geçtikten sonra
geçinmeleri mecburiyet halini alıyor da onun için birbirlerini sever gibi
görünüyorlar.
Bir erkek bir kadına ne yapsa yapsın bir yıl sonra
yaranamaz olur. Bir kadın için de aynen böyle olduğu açıkça görülüyor.
Mesela bir erkek fakir olsa karısı "Kocam fakir
bana bir şey yapmıyor", zengin olsa "Mutlaka beni beğenmeyip üstüme
evlenmek veya odalık almak arzusunda", sert mizaçlı olsa "Aman bu
herifin yüzünden düşen bin parça olacak", pek güler yüzlü olsa "Artık
böyle karı gibi erkeği de ne yapmalı. Erkekliğini göstermiyor" denir.
Bir adamın karısı ise zayıf olsa "Şu sıska
kadından usandım", etlice olsa "Bu şişman kadından da bıktım", lepiska
saçlı olsa "Aman sarışın !", siyah saçlı olsa "Pek de kara
yağız", yaradılışı ağır olsa "Of! Bunun da nazından geçilmiyor",
alçakgönüllü olsa "ne kadar sırnaşık ve yılışık" demeye başlar.
Bunlar "her gün gül koklayan gülden de usanır" hükmüne göre birlikte
yaşamaktan zevk almanın azalmasından ileri geliyor" derdin
Ey, şimdi bunun aksini düşünmen nereden kaynaklanıyor?
Acaba Halep'te görüşünü değiştirecek başka türlü durumlara mı rastladın? Etme
bu çocukluğu iyi değildir a kuzum.
Gerçi ben bilirim ki benim bu sözlerimi sen kulak
arkası edeceksin. Belki bu karşı çıkışım senin aşk ateşini bir kat daha
alevlendirecek. Fakat bir kere de kendi kendine düşün. Divan efendisi
hakkındaki kuruntularının sonucu neye varacak. Biraz da bunu düşün. Şimdi onun
sohbet ve yakınlığından alacağını tahmin ettiğin tadlar daha sonra çekeceğin
eziyet ve sıkıntılara değecek mi? Buralarını ölç. Bir erkekle bir kız
evlendikleri zaman ömürlerini daima sevgili gibi geçireceklerine inanırlarsa da
sonra bunun ne kadar yanlış bir şey olduğunu görmezler mi?
O sevgililer bir süre sonra birbirlerine hizmetçi,
ardından hakim ve sonunda zalim olmazlar mı?
Ve insan kısmı daima hayranlıkla seyredecek ve ve bu
hayretten tad alacak bir şey aramaya mecbur olduğundan, karı koca bir kere
zalim derecesine vardıktan sonra herif kendisine bir eğlence aramak azmine
düşmez mi? Ve dünyada ahlak perdesi gerçekte o kadar da sağlam olmayan bazı
biçareleri onu parça parça etmeye zorlayan da bu hal değil midir?
İşte iki gözüm, şu sözlerim sana kardeşçe bir öğütten
ibarettir, Yoksa benim neme gerek? Sen kocaya vardığın zaman, seni şehvet
hisleri için bir ... bilen herifin şehvet ve hırs kucağında gerek isteyerek,
gerek istemeyerek geçirdiğin geceler ben burada böyle bir felaketten uzak,
yatağımın içinde tatlı tatlı nice hayallerin tadına vararak, mutluluk yatağında
uyurum veya hayallerime çeşitli yazarların düşüncelerini de ekleyip hep
birlikte eğlenmek istersem elime bir de kitap alırım. Çünkü dünyada mutluluk
denilen şey bir tür rüyadan ibarettir. Hatta dünya bile rüyadır. Rüyadan ibaret
olan bu dünyada benim hayallerimin güzelliğini bozacak bir arkadaşı kabul
edersem akılsızlık etmiş olurum.
Bu mektubu yazarken Kâmile Hanım da yanımdaydı.
Yazdıktan sonra kendisine okudum. "Ah kızım yazdıkların azdır bile. Koca
güzel bir sadberk gülüdür. Fakat içine biber doldurmuşlar, insan onun dış
özelliklerine baktığı zaman alıp koklamaya can atar. Fakat bir kere koklarsa
gözlerinden yaş akar" dedi. Ben bu sözü ilk defa işittim. Bu benzetme
sizin gibi bilgili bir kadına alaylı bir gülümese verse de hükmü aklı olanı
ağlatacak küvettedir. Aman unutmayayım. Kâmile Hanım özel olarak gözlerinden
öptü ve selam eyledi. Bildiririm.
Âkile
Sh:35-37
Âkile o geceyi ve ertesi günü keder ve üzüntüyle
geçirdi. İkinci gece odasına bir genç kız geldi ki halinden paşanın kızı ve
Zekiye'nin öğrencisi olduğunu anladı. Fakat kız güya Zekiye'den haber getirmek
için mezardan çıkıp da gelmişti. Gözler batmış ve kanla dolmuş olduğundan kan
kuyusundan başka bir şeye benzetilemezdi. Bet beniz kül. Güya yüzü çelikten
yapılmış gibi. Güler yüze işaret edebilecek ve gülümseme zannedilecek derecede
olsun büzüşmek ihtimali yok. Odaya girdiği halde misafire ne "safa
gelsin" ne "keyfiniz nasıldır?" gibi bir söz bile söylemeyip
erkân minderi üzerine çıkıp oturdu. Sanki geri döneceği yer yine mezar
olacakmış da oranın halini aklından geçiriyormuş gibi bakışını sadece bir
noktaya dikerek ve o noktayı değiştirmeyerek derin derin düşünür ve akciğer
rengi gibi bir renk almış olan dudakları durmaksızın titrerdi. Âkile zannetti
ki kız yedi yıldır hastalık çekmiş.
Bu sessizlikle aradan bir saat kadar vakit geçtikten
sonra Kâmile Hanım konuşmaya yeltenip "Efendim sizi pek kederli
görüyorum" dediğinde kız yalnız bir "Ah!" ile karşılık verdi.
Bunun üzerine Âkile, "Evet, bize göre sözün başlangıcı da sonu da ah
olacak" dedi.
Meğer zavallı kız derdini deşmek için bir vesile
aramaktaymış. Âkıle'nin bu kadarcık bir söz açmasıyla birlikte kız "Ah
hanım! Siz yalnız hocamın ölümünden haberdar olduğunuz halde bu kadar
üzülüyorsunuz. Ya ben ne halde bulunmalıyım? Ben ki nelerden haberdarım"
dedi. Âkile, paşanın kızında şu yeteneği görünce, çok merak ettiği Zekiye'nin
ölümüne dair ayrıntılı bilgi alabilmek için, "Ah! Kardeşim Zekiye ile
hasret kıyamete kaldığından dolayı bu derece kederin yeterli olmadığını ben de
bilirim ve üzüntümü arttırarak ta ömrümün sonuna kadar ağlayabilmemi sağlasın
diye sizin haberdar olduğunuz şeyleri ben de öğrenmek isterim" dedi. Kız
hıçkıra hıçkıra "Zekiye’nin başından geçenleri hikâye etmeye gücüm yetse bile
sizin nasıl dayanıp dinleyebileceğinize şaşarım. Her ne ise, merhumenin
sırlarım benden başka bilen olmadığından sizi bu sırlardan yoksun bırakmamak
için durumu anlatmaya kendimi zorlamalıyım" deyip söze başladı.
"A efendim! Hocama kalsaydı ömründe kocaya
varmazdı. Bu konuda bana o kadar şeyler söyledi ki ben bile soğudum. İşte
evliliğin bu derece aleyhinde iken yine bunu kabul edişi sadece Sıdkı
Efendi’nin kalemine aldanmasından ileri gelmiştir. O vefasız herif kendisine
neler yazdı bilseniz. Sonunda kalemiyle hocamın sevgisini kazandı. Hatta annem
evliliği kendisine teklif eylediği zaman hocam o gece bana ders veremeyip bütün
gece Sıdkı Efendi’nin lakırdısını etti. Kendisine böylesine nefret ettiği bir
şeyi niçin kabul ettiğini sorduğumda "A yavrum! O düşünce sıradan bir koca
aleyhindeydi. Fakat Sıdkı Efendi'nin bunlardan farklı olması gerekir. Yazdığı
şeyleri sen de okudun ya. Baksan a o da sıradan kadınlara güvenemediği için
evliliğin aleyhinde bulunuyor. Genel âdete karşı olan iki fikir birbirlerine
uygundur. Şu hale göre ben Sıdkı Efendi ile evlenirsem bizim karı kocalığımız
diğer karı kocalıklara benzemez. Evlilik konusunda mutluluk denilecek bir şey
varsa ona da biz sahip oluruz" demişti. Eyvah ki zavallının tahmini yanlış
çıktı. Şöyle ki; bizde Mâhıtâbân isminde bir cariye vardı. Hocam gelin
olacağı zaman babam kendisine çeyiz halayığı gibi bir şey olmak üzere bir
cariye vereceğini söyleyerek hangisini isterse onu almakta hocamı serbest
bıraktı. O akşam Mâhıtâbân gelip hocamın eline ayağına düştü. "Canım
hanımcığım, beni iste" diye bin- bir türlü ricalarda bulundu. O da kabul
etti. Ben bunu duyar duymaz koştum, Mâhıtâbân'ı kabul etmemesi için uyardım. Bu
Mâhıtâbân öyle bir Mâhıtâbân'dır ki Halep'e geldik geleli Sıdkı Efendi için
yanıp tutuşuyor. Hatta kendisini çırak ettirmek[5]
suretiyle paşadan istemesini Sıdkı'ya bir vasıtayla bildirmiş idiyse de Sıdkı
Efendi kabul etmemişti" dedim. Kimbilir o zaman ne gibi bir düşünceyle
hocam uyarımı kabul etmedi. Galiba düşündü ki Sıdkı Efendi'nin böyle bir aşifteyi
kabul etmeyişi ahlak ve doğruluğundan, yaradılışının yüceliğinden ileri
gelmiştir. Bu düşünce üzerine Mâhıtâbân yüzünden bir felaket yaşanmayacağına
emin oldu. Kısacası kızı kabul edip götürdü.
Hele Mâhıtâbân bir erkeği kendisine bağlayabilecek
güzellik ve inceliğin birkaç katına sahip bir kız olduğundan, Sıdkı Efendi ne
kadar perhizkâr bir çocuk olursa olsun Mâhıtâbân'ın güzellik ve çekiciliğinin
mutlaka perhizini bozduracağı daha işin başından anlaşılmaktaydı, işin sonu da
böyle oldu ya.
Bir gece hocam uykudan uyanır. Bakar ki efendisi
yatağında yok. Besbelli dışarı çıkmıştır diye bekler, gelmez. Halep'in hali
malum ya. Vakit yaz olduğundan damlarda yatılırdı. Hocam damın diğer ucunda
Mâhıtâbân'ın yatağım saklayan perdenin arkasında[6]
bir fısıltı işitir. Başından aşağı soğuk su dökülmüş gibi bir şeyler hisseder.
Hemen kalkar. Yavaş yavaş perdenin yanma sokulur ve bir delikten içeriye bakar
ki Sıdkı Efendi uzanmış ve Mâhıtâbân'ı da yanına alıp elele vermiş konuşuyor.
Konuşmanın başlangıcını işitememişse de en çok gerekli olan yerini herhalde
duymuş. Mâhıtâbân "Sizi istediğim zamanlar hanımın üzerine gül
koklamam. İnsana bir eş yeterlidir derdiniz. Şimdi sizi kazandığıma siz de
şaşırırsınız ya" dermiş. Efendi de buna "O sözler eski
atasözlerini birer kere daha tekrarlamaktan ibaretti. Bir şey şeriata uygun
olduktan sonra onu kabul etmemek olur mu?" cevabım verirmiş.
"Ne olacağım? Sen beni bir erkekle bulmuş olaydın ne olur
idiysen ben de aynıyla öyle oldum” deyip
dönmüş ve işte o gece öksürdüğü zaman bir de kan tükürmüş. Bu kan sonunda
ölümüne sebep oldu."
Paşa'nın kızı hikâyeyi bu şekilde bitirdikten sonra
Âkile ile birlikte bir süre daha ağladılar. Kız hikâyenin kalan kısmını
anlatacak olduğunda ne kendisi söylemeğe ve ne de Âkile dinlemeğe kuvvet
bulamayacaklarım anladıklarından birbirlerinin yüzüne bakıp kaldılar.
Âkile bir hafta kadar bu kederle yas tutup, ondan
sonra İstanbul'a dönmeye karar verdi. Dönmeden önce Zekiye'nin mezarını ziyaret
etmeyi istedi ve paşanın kızı ve Kâmile Hanımla birlikte mezarı görmeye gitti.
Paşa, Zekiye'nin ölümüne çok üzüldüğü için zavallının mezarım güzelce
düzelttirip taş diktirmiş ve etrafına parmaklık çevirtmişti. Âkile bunu görünce
kederli bir gülümsemeyle "Ah Zekiyeciğim! Vah iki gözüm! Ben seni dünyanın
gürültüsünden patırtısından kurtulmuş ve şuracıkta dünyadan el çekerek mutluluk
uykusuna dalmış zannediyordum. Meğer henüz dünyadan el çekmemişsin. Veya
çektirmemişler. Dünyanın bu gibi yalancı süslerinden ne mutluluk gördük ki,
şimdi sonsuzluk yurdunu bile böyle süslemişler" deyip paşanın kızıyla
Kâmile Hanım Fatiha okurken o da kendisini mezarın üzerine atarak taşlarını
öpüp koklamaya başladı.
"Ah! Kokladığım şey bayağı bir taştan ibaret.
Fakat bunda güya Zekiye'nin kokusu hissolunuyor zannediyorum. Ey taş! Sen ne
kadar şanslıymışsın ki buracıkta sonsuza kadar Zekiyeciğime eşlik etmek
mutluluğuna sahip olmuşsun...
Aman yine hata ettim, dünyada hangi sonsuz mutluluk
var ki sahip olabilesin. Yarın felek senin de belini büker.
Ey Zekiye!
Sen bilirsin ki dünyada ben hiç bir arzuda
bulunmamıştım. işte ilk defa olarak bende şimdi bir arzu ortaya çıktı. O da
şuracakta hayatın yükünden kurtulup seninle koyun koyuna yatmak ve kıyamet
gününde mükafat kapısından da elele tutuşup girmektir.
Yarab! Acaba bu arzu gerçekleşir mi?.. Hayır hayır. Bu
ümidin de kapısı kapalı. Yarab! Sen galiba Âkıle kulunu bir mutsuzluk örneği
olarak yaratmışsın. Eğer benim bir isteğimi kabul ederek sevindirmek isteseydin
şuracıkta Zekiyeciğime kavuştururdun" dedi ve hüzünlü hüzünlü gökyüzüne
bakıp gözlerini acının kanlı yaşlarıyla doldurarak "Yine hata ettim. Yine
kulluk dairesinin dışına çıktım. Beni yarattığın zaman karışabildim mi ki şimdi
öldürmek konusunda da görüş belirtmeye yetkim olsun" dedi ve vakit
geçmekte olduğu için ağlaya ağlaya konağa dönmek zorunda kaldı. Paşanın kızı
Âkıle'den pek çok hoşlanmıştı. Onun İstanbula dönmek kararına canı sıkılarak
babasından ve annesinden aldığı izin üzerine Halep'te kalması ve kendisiyle
vakit geçirmesi için Akıle Hanım'a rica ettiyse de Âkile Hanım "Kurtuluş
yalnızlıktadır" düşüncesini enine boyuna kıza anlatarak nasılsa
elinden kurtuldu ve arkadaşı Kâmile Hanım'la
birlikte İstanbul'a dönerek ömrünün kalan kısmını eskisi gibi yalnızlık ve el
çekmişlik köşesinde mutluluk ve güvenlik içinde geçirdi gitti.
Sh: 51-55
Kaynak: Ahmet Mithat-
Kadınların Felsefesi-Felsefe-i Zenân, Yayına hazırlayan: Handan İnci, Birinci
Baskı Osmanlıca 1287 (1870), İstanbul, İkinci baskı 1998, İstanbul
[4] "Harb’in
mezarının yanında (başka) bir mezar yoktur" anlamındaki bu Arapça mısra
eskiden söyleyiş zorluğuna örnek vermek için kullanılmıştır.
[5] Yaşlı köle
veya cariyelerin geçimini sağlayarak veya evlendirerek bağımsız bir hayat
sürmelerine izin vermek.
[6] Arabistan’da
yazın damda yattıkları zaman herkes yatağını duvardan duvara bir perde çekerek
saklar (not metne aittir).
Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.
Yorumlar