Print Friendly and PDF

KALB HUZURU (PEACE OF MIND)

Bunlarada Bakarsınız



Yazan : Dr. JOSHUA LOTH LIEBMAN
Çeviren : SOFİ HURİ 
ESERİN MUHARRİRİ       
Şu şiddet, dağdağa ve kavga devrinde, gönül üzüntüleri ve yürek kanatıcı şüphelerle dolu olan bu devirde, kalb huzuru hakkında kitap yazmağa kalkışmak belki garip görünür. Hele böyle bir teşebbüse el atan kimse, sükûn ve huzurdan çok az nasibi olmuş bir kavmin mümessili, bir haham olursa, bu, işin garabetini kat kat arttırır. Bununla beraber ben, bu yolda beşer tabiatının esas problemlerine, onun ihtiyaç, saik, korku ve hayallerine yeni cevaplar bulmağa teşebbüs ettiğimden dolayı özür dilemek niyetinde değilim. Ben bu kitabı şu kanaatle yazıyorum: Fertler kendi nefisleriyle iç harbi halinde bulundukça, sürekli İçtimaî barış hiç bir zaman elde edilemez. Kooperatif bir dünyanın, içlerini kin asidi durmadan aşındıran erkek ve kadınların eliyle kurulamıyacağı iddiasındayım; ve inanıyorum ki, hakkında çok işittiğimiz şu «Emniyet Cemiyeti = Güvenlik Konseyi» nin kurulması emeli, bu cemiyeti teşkil edenler yalnız İktisadî değil mânevi ve hissi bakımlardan da, korkunç bir emniyetsizlik içinde bulundukça, bir hayal olarak kalacaktır.
Bu eserde, vicdan, sevgi, korku, keder ve Allah mefhumu gibi bütün beşeriyete şümulü olan kıyası mukassem (dilemma) lere [Dallı budaklı, içinden çıkılmaz meselelere verilen isim.] faydalı bulduğum cevapları göz önüne koymağa çalışıyorum; mahiyeti son derece müşkül olan bu kıyası mukassemler her türlü cemiyette vardır, ve insan insan olduğu müddetçe daima baki kalacaktır.
Şu şüphe kaldırmaz bir hakikattir ki İçtimaî hal ve keyfiyetlerin bizim beşerî cevaplarımız üzerinde çok mühim tesiri vardır; adalete ay kın İktisadî şartlar bir çok şahsiyetlerde sinir bozuklukları ve karakter düzensizlikleri husule getiril*. Sosyal ıslahatçı ve inkılâpçılar şu iddialarında haklıdırlar: İnsan kütleleri, amansız ve çok kere yıkıcı bir emek ve iş mücadelesi içinde yaşamağa mecbur bulundukça, hiç bir zaman, hakikî bir kalb huzuruna kavuşamazlar. Şu da muhakkaktır ki, daha âdilâne bir sosyal sistem, birçok insanları bugün içinde bulundukları iç mücadele ve düzensizliklerden kurtarabilir.
Ekonomik liberaller ve sosyal radikaller bu hakikati teslim etmekle beraber, çok kere bugünün ruhiyatçılarını ve dinîyatçılarını, bir kanserin üzerine sadece peroksid dökmekle itham ediyorlar; bu kanser ise İktisadî istismardır. «Kanseri kesiniz, bütün bozukluklar da biter,» diyorlar. Bu bence işi basitleştirmekte aşın ileri gitmektir. Aklı selimle muvazenenin menşei olacak şerefli ve adaletli bir İçtimaî sistem uğrunda muhakkak ki cenkleşmeliyiz. Böyle bir sistem gerçekleşince, bu zamanımıza mahsus his ve heyecanların mahsulü olan kötülükler ortadan kalkar. Bununla beraber, sosyal sistem ne olursa olsun, herhangi bir İçtimaî hayatta umumî psikolojik reaksiyonlar meydana çıkar, muayyen bir takım değişmez hissî kıymetler baş gösterir ve şimdi olduğu gibi o zaman da erkek, kadın, herkes kendi ruhî ihtiyaç ve düzensizliklerini daha ustalıkla idare etmeyi öğrenmek zorunda kalır.
Rejim ister kapitalist, ister sosyalist, ister komünist olsun, kadın, erkek, her insan yine hayatın ölüm ve dirim gibi sırf şahsî ve ferdî meseleleriyle olduğu kadar, ana, baba, evlât, kardeş, kızkardeş, ve karı koca gibi şahıslar arasındaki kanşık alâkalarla karşılaşmak zorundadırlar.
İster Moskova’da, ister Londra’da, ister New York’ta olsun, aile yine ailedir, erkek veya kadın her insan, aile veya iş rakiplerine karşı duydukları husumet hislerini, tecavüzkâr hallerini, red veya bozgunluk halleri karşısında duydukları korkunun reaksiyonlarını anlamak ve idare etmek mecburiyetindedirler. Demek oluyor ki, kooperatif bir sosyal sistemde, amansız bir rekabet sisteminde olduğundan daha sağlam bir beşer tabiatı edinmemiş şüphe kaldırmaz bir gerçek olmakla beraber, sosyal sistem ne olursa olsun keder yine keder olarak kalacak, emek ve zahmetle kazanılmış psişik (= ruhî zihnî) dirayet, ekmek kazanıldıktan ve iyi bir mevki ve geçim vasıtası elde edildikten sonra da insan oğlunun baş ihtiyaçlarından olarak kalacaktır.
Akılca benden çok üstün bir çok zatlar bugün sosyal ve ekonomik değişiklik plânı üzerinde çalışmaktadırlar. Düşünce kabiliyeti olan her insan bu zatların yaratıcı mesaileri için minnet hisleri beslemelidir. Bütün dünyaya şâmil İktisadî, sınaî ve siyasî bir demokrasi yaratma mücadelesinde müşterek zafer uğrunda hepimiz çalışmalıyız. Fakat aynı zamanda şu da iyice bilinmelidir ki daha sağlam bir cemiyetin daha sağlam insanlar eliyle kurulması icap eder! Ekseriyetle her insanın hayatında bazı dakikalar olur ki, kendisine en yakın olanlarla alâkası bakımından kendini suçlu hissederek içi yanar; başkalarını sevmek ister, halbuki içinde onu bırakmayan, sebebini kendisinin de bir türlü idrak edemediği bir korku duyar; bilhassa sevdiği bir insanı kaybetmek ihtimalini, yahut da kendi ölümünü düşününce çok üzülür ve zihni bulanır. Bir çok dinî kitaplar, sanki ona kendini daha suçlu ve daha günahkâr hissettirmek için sözbirliği etmiş gibi görünür, diğer taraftan, bir çok psikolojik eserler, ona emniyet telkin etmeğe çalışırken hakikatte zihnini daha çok karıştırır ve kendisini anormal psikoloji bahsinde bir «vak’a» kıyas eder. İnsanlar çok kere üzüntü ve sıkıntılarını lüzumundan fazla içlerinde saklarlar; çünkü öğüt almak için nereye baş vuracaklarını bilmezler. Şahsî tecrübem ve mesleğim icabı çok muhtelif insanlarla olan temasım bana şu kanaati vermiştir: Dindar bir adamın kaleminden çıkmış bir eserin, fikir âleminde bocalayıp duran insanlara çok yardımı olabilir. Bu eserde şöyle meseleler ele alınıp izah edilmeli: Modern psikoloji, insan denilen mahlûk hakkında neler keşfetmiştir? Bazân niçin kendimizden ve başkalarından nefret ediyoruz? Niçin bazen korkuya düşeriz ve niçin hayata ve Allah’a imanımızı kaybediyoruz, ve saire... Bu ilim bize kendi nefsimizi, kendi şahsiyetimizle alâkadar düşünüş tarzımızı, ve başka insanlarla olan alâkalarımızı ne suretle değiştirebileceğimizi anlatıyor.
Bu eserin hedefi, psikoloji ilminin beşer tabiatı hakkında keşfetmiş olduğu faydalı malûmatı, insanın kendini değiştirmek ve ıslâh etmek hususundaki hadsiz ve nihayetsiz kabiliyeti hakkında fen kliniğinin verdiği müjdeyi, ve bu son fennî keşiflerle, en hakikî dinî görüş kudretlerini ve asırların hedefini birleştirerek, çiğ damlaları serpintisi halinde okuyuculara sunmağa çalışmaktır.
J. L. L.
Vaktiyle, gençliğimin taşkın hayallerle dolgun zamanlarında, hayatta lüzumu teslim edilmiş «varlıkların» bir listesini yaptım. Bazen başka adamlar ellerinde bulunan veya elde etmek istedikleri malların listesini yapmazlar mıydı? Ben de onlar gibi bir liste yaparak, dünyada arzu ettiğim şeylerin bir envanterini yaptım: Sıhhat, sevgi, güzellik, istidat, kudret, zenginlik, şöhret, ve kendi zannımca bir insanın hayatta nasibi olmak icap eden ikinci derecede bir hayli unsurlar...
Bu envanteri mükemmel saydığım bir şekilde tamamladıktan sonra, onu, göğsüm kabararak, o zamanlarda benim hocam, rehberim ve ruhanî modelim olan akıl ve dirayet sahibi yaşlı zata götürdüm. Belki de hocama benim erken gelişmiş zannettiğim ferasetimi ve alâkalarımın büyük şümulünü göstermek istiyordum. Ne ise, hocama listeyi verdim, ve kendinden fazla emin toy bir genç haliyle dedim ki: «İşte, bu dünyanın bütün varlıklarını gösteren bir liste yaptım. Bir insan bütün bunlara sahip olabilirse, bir mâbud gibi olur.»
Büyük dostum listeyi sabırla gözden geçirirken, gözköşelerinin hafifçe kırıştığını gördüm, liste herhalde hoşuna gitmiş olacaktı. Düşünce ile onu tekrar gözden geçirerek: «Mükemmel liste doğrusu!» dedi. «Tasnif güzel, mâkul da sıralanmış, şu kadar var ki, genç dostum, galiba en mühim unsuru dışarıda bırakmışsın. Unutmuş olmalısın ki onsuz bütün varlıklar, mallar, mülkler, çirkin bir azap, ve senin bütün listen çekilmez bir yük olur.»
Sesime bir kabadayılık çeşnisi vererek sordum: «Eksik olan bu unsur ne imiş?»
Elindeki ufacık kurşunkalemle benim listemin üzerine çaprazlamasına iki çizgi çizdi. Benim ilk gençlik hayalimin mahsulünü böyle bir kalemde parçaladıktan sonra, üç kelime yazdı: «Peace of Mind» (Kalb Huzuru).
«Bu mevhibeyi Allah sevgili kullarına saklar. İstidat ve güzelliği çok kimselere verir. Servet âdi bir metadır, şöhret ise nadir bulunur şey değil. Fakat kalb huzuru işte, bu, Cenabı Hakkın rızasının nihaî alâmeti olan bir mükâfat, sevgilisinin en büyük alâmetidir. O bunu çok idare ve ihtiyatla ihsan eder. Bir çok insanlar bu nimeti hiç göremezler; bazıları, bütün hayatları müddetince, evet, tâ iyice ihtiyar oluncaya kadar bu nimetin geleceği saati beklerler,» dedi.
Genç alnımı karartan şüphe bulutuna uzun uzun baktıktan sonra, hocam izah etti: «Bu benim şahsî fikrim değildir. Ben sadece Psalmistleri (Zeburları yazanlar), Marcus Aurelius’u ve Laotse’lerin sözlerini tekrarlıyorum.» (Kendisinin ne büyük emeklerle kazanmış olduğu dirayeti eski üstatlara atfetmek onun itiyatlarındandı.) «Bu hikmet sahibi adamlar ayrı ayrı aynı sözleri söylüyorlar: «Ey cümle kâinatın Rabbi olan Allah! dünyevî atiyelerini ahmak adamların önüne yığ. Benim başımın üzerine ancak sükûnun tatlı sularını dök. Bana fikir rahatlığı, kalb huzuru mevhibesini ihsan eyle.»
O zamanlarda bu büyük dostumun dirayetli düşünüşüne tamamen inanmak bana güç geldi. Fakat çeyrek asırlık şahsî tecrübemle, meslekî müşahedelerim, ancak bu zatın peygamberce sözlerini tasdika hizmet etmiştir. Zamanla anladım ki kalb huzuru Cenabı Hakkın tâ kendisinin hususiyetidir, ve her zaman hayatın derinliğini arayan zatların ülküsü olmuştur. Şimdi öğrenmiş bulunuyorum ki, diğer bütün varlıklar, topyekûn, insanın gönül sükûnuna her halde bir şey katmaz; diğer cihetten de gördüm ki derunî sükûn, servetin maddî yardımı, hattâ beden sıhhatinin destekleyişi bulunmadığı yerde mevcut oluyor ve devam ediyor. Ağır ağır, ve acı tecrübelerle öğrendim ki kalb huzuru bir kulübeyi büyük bir konağa; bunun eksikliği ise bir kral sarayını, daracık bir zindana çevirebilir.
Bu bezginlik bilmez derunî sükûn daima ve bütün dünya tarafından aranagelmiştir. Buddha’nın, Maimonidis’in veya Thomas â Kempis’in yazılarını tetkik edecek olursanız, görürsünüz ki ayrı ayrı olan doktrinlerini hepsi de aynı esasa, şümullü bir ruhanî sükûn esasına istinat ettirmişler. Her asırda, her akideden insanların hayat yükü altında ezilmiş, ve meşakkat mahsulü dualarını tahlil ediniz, niyazları en basit ihtiyaçlara, nzka ve fikir rahatlığına dayanır. Mütekâmil insanlar boş şeyler için dua etmezler. Bir gözyaşı vadisi olan şu dünyada yüreklerini ve seslerini Hakka yönelttikleri zaman ondan, kuvvet, cesaret ve anlayış dilerler.
Bilhassa şu zamanımızda, insanların duaları feryat ve figan ederek mevhibeler sahibi olan Cenabı Hakkın huzuruna yükselirken, onlara hem kale hem de mâbet olacak bir iç sükûnu ihsan edilmesi için yalvarıyorlar. Hem de çok haklı olarak. Bu asrın insanı, bir cehennemi çevreleyen öyle bir dar geçitten geçiyor ki böylesini ne Dante tasvir edebilmiştir ne de Dore! Ruhî endişelere düşmüş, türlü heyecan tezatları arasında ikiye bölünmüş, ekonomik güvensizliğin pençesinde ezilmiş, siyasî şüphe ve cynicism’in içine batmış şu tüyleri yolunmuş horoza benzeyen insan, medeniyet yolunda kurumlu kurumlu yürürken ne kadar yaralanması kolay bir kuştur! Vaktiyle hayli ötmüş, hem de bazı yerlerde oldukça büyük cesaret göstererek... Fakat şimdi artık talih baltasının kendi boynunu vurmak üzere bilenmekte olduğundan kuşkulanmağa başlamıştır. Onu bir titreme alıyor, beti benzi kesiliyor; çalsın sazlar, gelsin daha ağır şaraplar diye bağırıyor; bununla talihinin hayaletini defedeceğini sanıyor... Çünkü gerçekten, bu asrın adamı, T. S. Eliot’un bir şiirinde Prufrock adındaki yorgun ve acınacak adam gibi korkuya düşmüştür.
Bu korkusunun şevkiyle kurtulmuş çare ve vasıtalarını düşünmeğe, kendisine yeni tehlikeleri atlatacak ve eski tehlikelerle karşılaşmak için şiddetle muhtaç olduğu cesareti verecek bir şey araştırmağa koyulur. Halbuki onun ihtiyacı (hepimizin ihtiyacı) emniyet verici bir takım karışıklık ve felâkete karşı gelecek dayanıklı bir iç muvazenesi, bir ruhanî istikrardır. Kalb huzuru, ne hayat karışıklıklarından kaçanların sığmağı olacak bir fildişinden kal’edir, ne de Whitehead’in dediği gibi menfi bir anestezi mefhumudur. Tam aksine olarak, bize talihin ve kaderin yumruklarını sabır ve temkinle karşılamak, hattâ bu gibi darbelerin bizi yaratıcı hayat yolundan ayıramıyacağı kanaatinden ileri gelen bir şevk ve tehalükle karşılamak için kuvvet verir.
Ciddî düşünüşlü sosyal ıslahatçılar bütün samimiyetleriyle soruyorlar: «Bugün insanların, kalb huzuruna hakları var mı? Dünya böyle bir rekonstrüksyon (= yeniden inşa) karışıklığı içinde çırpınırken, böyle bir hâleti düşünmeğe mânen kimsenin hakkı var mı?» İşte cevabımız: «Bünyesi yenilenmemiş fertlerden yeni bünyeli bir topluluk yapılamaz. Şahsî muvazenesizlik, insanları hiç bir zaman sosyal bir istikrara götüremez. Kalb huzuru ise hem ferdî hem de sosyal muvazene için en evvel lâzım olan esas unsurdur.»
Bu sadmeye karşı dayanıklı muvazene, ruhun içinde yer bulmalıdır. Marcus Aurelius diyor ki: “İnsan bünyesini tutan destek ve kemer içten olmalıdır, yoksa mabet sarsılıp yıkılır.» Şu kadar var ki bu destekleyici kemerler, insan ruhunun mabedi kendi özüyle barışık olmadıkça, asla bina edilemez.
Büyük iş! Şu halde, kalb huzuru ne satın alınabilecek bir müstahzar, ne de krem ve saire gibi deriye sürülebilecek bir maddedir; ne yemeklerden evvel birer hap almak suretiyle ne de haftada üç derslik bir «kurs»a yazılmakla ele geçebilir: Bazen edebî, felsefî, ve sanat eserleri gibi yüksek şeylerle uzun müddet meşgul olmak, derunî sükûna doğru mükemmel bir adımdır diye düşünürüm, sonra hatırlarım ki, en büyük bilginlerin ve artistlerin bir çoğu acınacak derecede huzursuz, ve muayyen işlerini tamamlamak için amansız bir çılgınlıkla koşan kimselerdi. Hayır, münevverlik daima insana kalb huzuru getirmez. Goethe’nin Faust’u, — ki bir çok cihetlerden bu asrın dertli adamının asıl nümunesidir— büyük emeklerle kazanılmış fen, felsefe ve matematik bilgisine sahipti, halbuki ıstırap içinde kıvranan bu kahraman, ruh itminanı araken şeytanla ne feci bir pazarlığa girişti, biliyoruz.
Arasıra, Beethoven’in muazzam armonilerini dinler, sükûn buluruz; yahut da Chopin’in şafak düşüncelerinde teselli buluruz. Fakat bunlar ancak arasıra alman afyon dozlarıdır; iç sıkıntılarımız dayanılmıyacak hadde geldiği zaman âsabımızı yatıştırıp bize sükûn verir. Bazı talihli kimseler var ki bir El Greco’nun tefekkürlerinde veya bir Constable’in sükûn verici köy şiirlerinde huzur bulurlar. Renk muvazenesi, nispet ve büyük ressam eserlerinin iç plânı, sükûn hâletine doğru değerli ipuçları temin eder. Fakat mademki, boyalı bir bezin eb’adı yalnız iki (belki de üç) tür, ruhun hesapsız eb’adını tamamıyla tatmin edemez.
Şu halde kendi nefsimizle barış içinde olmak gibi çok çetin bir hüneri öğrenmek için gözlerimizi nereye çevirelim? İçkiye mi? Muasır insanların ruhları üzerinde cüzam illeti kabuğu mesabesinde olan delicesine içki düşkünlüğünün gittikçe artmasına rağmen, buna değil! Uyuşturucu maddelere mi? Yatıştırıcı ve uyuşturucu ilâçlarda sükûnarayan Amerikalıların sayısı gittikçe artan milyonlarca hapları yutmalarına rağmen buna değil, şehvanî inhimâklerde de sürekli bir teselli veya zevk bulamayız, hem de sayısı aşkın dereceyi bulmuş olan sinemalarla fantazi mecmualar bu faaliyetleri hayatta her şey ve her şeyin hedefi olarak göstermelerine rağmen...
Muhakkak ki ne Milton’un «Ulvî ruhun son hastalığı» diye vasıflandırdığı şöhretin, ne de parmaklarımızın arasından cıva gibi kayıp giden servetin peşinden hızla koşmak suretiyle huzur bulabiliriz. Hele bir saatin her ân emrimize hazır duran «bin bir sersemletici boş şeylerinde» sükûn bulmanın hiç imkânı yok; bunlar gerçi «dilediğimiz zaman bizi uyuşturur», fakat ok hızıyla gidişimizi durdurduğumuz dakikada hemen eski huzursuzluğumuza döneriz. Ve nihayet çok yüksek beşer sevgisinde de (o sevgi hissi ki bize bazen tam saadetin hayalini bütün kuvvetiyle gösterir, bazen da bu hayali tamamen karartır), mânevi kalb huzurunu güvenilecek bir şekilde bulmak imkânı yoktur.
Şu halde gözümüzü nereye çevirelim? Dâvamızı hangi mahkemeye götürelim? Nasıl bir vaziyet alalım ve kalb huzurunu bulmak için giriştiğimiz şu sonsuz, esrarlı ve her cihetçe ehemmiyetli olan bu araştırmada hangi prensibe tutunalım?
Bunlar, çok düşünce ve samimî cevaplar istiyen değerli sualler. Bu problemin anahtarını çok basit bir âlet halinde Matthew Arnold’un «Empodecles on Etna» adlı asil şiirinde bulabiliriz, eğer bunu kullanmağa cesaretimiz varsa... Yunan filozofu Empedocles, bir yanar dağın tepesinde kendi kendine konuşurken, aşağıdaki muztarip dünyaya dikkatle bakıyor, insan kederlerini tahlil ediyor, bütün zihnî ve hissî kabiliyetlerini bu meselenin halline hasrediyor; öyle bir mesele ki şimdi olduğu gibi o zamanda da fena bulmaz sahneler içinde fâni bir kanaat bulmak imkânı etrafında inceden inceye araştırmalar yapılmıştır. Empedocles, insan, huzursuzluk veren kederini kendi yaratmıştır, kanaatindedir, ve sükûnetle diyor ki:
«İç huzuru istiyoruz, Fakat iç tarafa bakmağa razı değiliz...»
Fakat iç tafara bakmağa razı değiliz'. Burada, şairin amansız bir kalem çalışıyla, bütün inatçılığımız, bir tek cümle içinde açığa vuruluyor. Hasta olduklarım bildikleri hade acı ilâçları almağa razı olmayan hastalara benziyoruz. Sararmış yüzümüze ayna tutmak mı? Asla! Böyle bir araştırma bizi hastalık arazının içteki köküne, ıstırap içinde kıvranan ruhumuzun gizliliklerine götürür. Böyle bir şeyi akla getirmek bile abes! Halbuki, hastalığımızın kökünü bu suretle araştırmadıkça, iyileşmemize ümit olamaz, o takdirde ise kendini aldatan ve korkağın nasibi olan yarım hayatı kabul etmemiz icap eder.
Esasen, «iç tenliğe bakmak» kolay iş değil. Bununla beraber bu işin de tekniği vardır, ve son zamanlara kadar din bu tekniği inhisar altında bulunduruyor gibiydi. Ruhanî tefekkür ve mürakaba daima muayyen bir nevi kendini tanıma hususiyetine götüren bir yol olmuştur. Hiç şüphe yok ki, bir san salkım ağacının ıssız gölgesine sığınıp kendi nefsiyle hasbihalde bulunabilen murakaba ehlinin mânevî mükâfatı çok büyüktür. Eski Judaizm (Yahudilerin dinî itikat ve umdeleri.), iç murakabesinin şifa verici kıymetini anlamış ve büyük murakabe ve itiraflara yol açsın diye birçok büyük bayram günlerini buna vesile olmak üzere tertip etmiştir.
Katolik kilisesinin değerli bir usulü vardır: iyi bir itirafa hazır olmak üzere «vicdan muayenesi» denilen murakabe. Bir Katolik itiraf hücresine girmeden önce, vicdanını yoklar, yaptığı ve ihmal ettiği işleri günah bakımından sıralar. Bu, onun ahlâkî ve manevî vaziyetini anlamasına yarar. Bu usulün darlığını sonra göstereceğiz, şimdilik şu kadarını kabul edelim ki, kulağa söylenen bu itiraf, ruhun muayyen iç kısımlarına nüfuz etmek için pratik tarihî bir vasıtadır.
Son yarım asırda, ve son on sene içinde artan bir hızla inkişaf eden yeni bir usul vardır. Bu usul ile, insanın ruh huzurunu tehdit eden en derin hislere ve psikolojik karışıklıklara nüfuz etmek kabil olmaktadır. Sigmund Freud’un öncüsü olduğu bu yeni usul, insanların çok derindeki esas saiklerini tetkike, ve bu esas enerjilerin nasıl, ne zaman ve neden sinir kanallarına saptığını keşfetmeğe vesile olmaktadır.
Hasımlarının bütün cehalet ve düşmanlığına rağmen, dinamik psikoloji çok büyük adımlar atmıştır. Bir çok akıl, beden ve his hastalıklarının tedavisinde lüzumu muhakkak bir unsur haline gelmiştir. Tedavi fenninin bu en yeni kolu hakkında, burada kısa bile olsa, izahat vermeyi hedef tutmuyorum. Yalnız şu kadarını söylemek istiyoruz, «nazarları iç tarafa yöneltmek» bahsinde şimdiye kadar icat edilegelen bütün usullerin en tesirlisi ve hakikî iç tabiatimizi en çok meydana çıkaran usuldür.
Psikiyatri aynası derunî kusurlarımızı ve ruhumuzdaki manevî çatlakları öyle korkunç bir açıklıkla meydana koyuyor ki birçok kimseler hakikati gösteren bu aynaya bakmaktan korkarlar. Psikanaliz ilmi, insanı sadece aşağılık ihtiraslar ve kötü arzular sahibi bir mahlûk olarak tanıtır diye çok hatalı bir fikir vardır. Doğrusu, bu ilim bizim şevki tabiîlerimiz, ilcâlarımız ve esaslı sevgi ve nefret hislerimiz üzerine aksettirdiği parlak ışıkla bizi müşkül mevkie koymaz değil, Fakat bu ışık, insanın kendini tanımasına engel olan aşırı hissiliğin zararlı sislerini dağıtmak için husule getirilmiştir. Ne zaman şahsiyetimizin atom bombası kadar amoral (—ahlâka uymayan) ve amansız patlayıcı enerjilerle yüklü olduğunu kabul edersek, o zaman kendimizi anlamak yolunda ilk adımı atmış oluruz. Bundan başka, ne zaman, bu enerjilerini yapıcı, güzel şekillere çevirmek hususunda psikolojinin kazanmış olduğu zaferi idrak edersek, o zaman ve ancak o zaman, şimdiye kadar hissî bir şekilde perdelenmiş olan beşer tabiati bahsinde samimiyetle söz söyleyebilir ve o suretle davranabiliriz.
Meselâ, beşikte yavru kuş gibi cıvıldayan bir tombul bebek hakkmdaki yanlış hissî mefhumlarımıza bakalım. Bu güzel yavru, annesi ona sevgi dolu gözlerle bakarken, nasıl mâsum bir melek haliyle sevimli sesler çıkarıyor. Cennetten gelmiş küçük bir mahlûk gibidir, bizler de ona en temiz hisleri atfetmek hususunda yarışırız. Halbuki hakikatte bu tombul küçük sevgiliye bugünün psikolojisi ne diyor? Bu küçük mahlûk, bir alay kuvvetli enerjiler paketidir: içi, annesini yalnız kendine mal etmek istiyen bir sevgi, istediği şey olmayınca içten gelen kuvvetli öfke, yabancı bir dünya ile karşılaşmanın neticesinde duyulan ve aynı dakikada hem korku hem de zevk veren derin emniyetsizlik ve endişe hisleri ile doludur. İçinde, kardeşleri, kızkardeşleri ve babasına karşı iki yüzlü hisler uyanır. Onları sever; elbette, fakat aynı zamanda bu sevgi saltanatında bu rakiplerden bazen korkar, bazen da nefret eder.
Küçük bir çocuk hakkında verilen bu psikograf doğru ise (bütün psikologlar doğrudur diyorlar), şu halde beşikten ve çocukluktan çıkmış ve büyük bir olgun insan sahasına girmiş olan şahsiyetin, müthiş teşevvüşlerini nasıl tasvir edelim? Bu karışıklıklar yüzünden bozguna uğrıyan ve düşen nice kimseler var! Bu savaşta niceleri şaşırır, kendi kendini sakatlatır, ve biçimsizleştirir. Sayıları gittikçe artan sinir hastası ve küçük zorbaların, kendi kendilerini sakat eden ve öldüren insan sürülerinin dünyayı doldurduğunu gördükçe, anlarız ki bu en karışık harp sahasını teftiş yolunda alınacak ilk adım, muztarip insan ruhunun daha riyasız ve daha dinamik yeni bir haritasını yapmak olmalıdır.
Böyle teferruatlı bir haritayı çizebilecek bir tek kalem var; o da bu asır psikolojisinin kalemidir. Kendi iç benliğimize, korkusuzca ve sebatla bakınca, psikiyatristin delâletiyle kendi ruhumuzun resmini çizmeği öğreniriz. Gözümüzü kusurlarımıza ve kabiliyetlerimize çevirip araştırıcı parmaklarla, muvaffakıyetsizliklerimizin, korkularımızın ve nefret hislerimizin sebeplerini tetkik ve tahlil etmeyi de öğreniriz. Gerçekten kim olduğumuzu anlarız:! Psikoterapi bizim kendi zannettiğimiz veya başkalarının bize anlattıkları şahsiyet olmaktan çıkıp asıl kendimiz olmamıza yarayan bir usuldür. Bu usul vasıtasiyle, başarılar elde edelim diye gökteki ayı isteyip ağlıyan birer çocuk halinden çıkarız. Bu usul, olgunluğun ve kendini anlama hünerinin hakikî şimal istikametinde kalmamıza imkân veren pusla gibidir; yine bu hal, bize hayal kırıklıklarını, muvaffakıyetsizlikleri, reddolunmayı, hattâ ölümü bile olgun bir kalb huzuru içinde kabul etmek kudretini verir.
Freud ve haleflerinin şimdi açmış bulunduğu yoldan maada iç sükûnuna götüren yol bulunmamıştır, demek istemiyorum. Başka disiplin yollariyle kalb huzuruna erişmiş olan azizlerin ve mistiklerin, şairlerin ve filozofların, büyük ve yüksek vekarlı ruhlarını hiçe saymak hem abes hem de imkânsızdır. Hakikatte psikoloji tek başına insan oğlunun büyük avantürü olan hayat için hiç bir zaman kâfi olamaz. Diğer bütün fenler gibi hiç bir ahlâkî hedef formülü vermez; haddi zatında bir hayat felsefesi olmadığı gibi, bunu çıkaran öncüler de bunun böyle olacağım iddia etmemişlerdir. Bu, mâbedi açan bir anahtardır, mâbedin kendisi değil. Benim itikadımca buna din de ilâve edilmelidir; ancak, bu iki büyük fenerin birleşmiş ışığı, fertlere ve milletlere önlerinde açılmış olan tehlikeli geçitlerden geçerken rehber olabilir.
Din demekle maksadım, tâ en ilk peygamberlerin zamanından başlayıp tedricen toplanarak tecrübe edilmiş hakikatlerden müteşekkil bir kül halini almış, ve insanlara ahlâkî rehber ve ruhanî ünsiyet kazanmaları yolunda kılavuz olan mânevî ferasete ve din ahlâkına istinat eden ahkâma işaret etmektir. Yalnız böyle bir din, beşer ırkına, ferdî ve İçtimaî başarılarını yavaş yavaş kazandıracak hissi dinamikleri ve ahlâkî zaruretleri temin edebilir.
Mâkul bir din, kalb huzuru için mutlak bir zarurettir. Çünkü hiç bir ilmin bize veremiyeceği bir takım derunî mevhibeleri bize bahşeder: Dünyadaki gayemizi anlamak kudreti; Allah’a mensubiyet hissi; topluluk halindeki arkadaşlıkta bulunduğumuz his iştiraki; bizim kendi ufak benliklerimizi büyük ve mânevî gayelere tâbi kılmak kabiliyeti. Din, en yüksek mânasiyle en ulvî mefkûrelerin müjdecisidir; insanlar bu mefkûrelere göre yaşamalı; bu mefkûreler vasıtasiyledir ki biz insanların fâni nesli nihaî mânasını bulur. Bununla beraber şunu kabule mecburuz ki, din de bu idealleri insan hayatında gerçekleştirmek yolunda yardımcılar ister.
Bu muhteşem dinî vazifede psikoloji hakikî bir müttefik haline gelebilir. Beşerî iyilik neden uzak bir gaye halindedir, bunu gözönüne açabilir. îç azabı çeken ve üzüntülü hislerin yükü altında inliyen insanlar Allah’a, iyi hizmet edemezler. Saadetten mahrum, ve çarpık insanlar Allpjıa hizmet eden kusurlu verici âletler halinde kaldıkları müddetçe dinin büyük idealleri tamamlanmamış ve başarılamamış olarak kalır.
Freud tarafından icad edilmiş ve Alexander, Horney ve Monninger gibi bugünün mütehassıslarının ilerletmiş olduğu dinamik psikoloji şöyle meselelere nüfuz imkânım bulmuştur: «İnsanlar bölünmüş şahsiyetler» haline neden gelmiştir, ve neden çok kereler kendi kendilerine ve başkalarına karşı sinik (cynical) ve zalimdirler? Bu asrın dini, eğer hedef tuttuğu iyi hayata insanların erişmesini istiyorsa, bu pahası biçilmez bilgiyi alıp temessül ettirmelidir. Ne yazık ki, birçok akideler, insanların durmadan değişen ihtiyaçlarına ayak uyduramamıştır. Bu muvaffakıyetsizliğin sebepleri pek de çapraşık değil. Garp dünyasının dini, fen devrinden, bilhassa psikoloji ilminden önce dünyaya gelmiştir. Tabiî şu keyfiyeti inkâr edemeyiz: Azizler ve din filozofları, çok kereler insan kalbinin gizli hücrelerine nüfuz etmiş ve onlara bir çok değerli hadsî (intuitive) anlayış kabiliyetleri vermişlerdir. Bugünkü dünyada ise, bu kabiliyetlerle, beşer tabiati hakkında psikoloji lâboratuarında keşfolunan, fikir aydınlatıcı ve ekseriyetle şaşırtıcı yeni hakikatler de ilâve edilmelidir. Böyle bir psikoloji devrinde, bir kurtuluş yolu ariyan insanları, psikolojisiz bir din tatmin edemez.
Din, psikiyatri gibi yaratıcı bir ilmi hiçe sayacak veya reddedecek olursa, ulvî hayat mücadelesinde çok faydalı ve değerli bir müttefiki kaybetmek tehlikesi karşısında bulunur. Din bu gibi hallerle çok karşılaşmıştır. Asırlar boyunca, yeni hakikatleri kabul etmek şöyle dursun, bunlara mukavemet etmiş; neticede astronomi, fizik, biyoloji gibi ilimler dinden ayrılmıştır. İlâhiyatçılar çok kere aynı yanlışlığa düşmüş, ve kendilerinin bulduğu formüle göre olan Allah’ın kelâmı vasıtasiyle hikmetin insanlara izhar edileceğine inanmışlardır. Galileo neden red muamelesi görmüştü? Çünkü, o daha kuvvetli bir görüş kudretiyle Allah’ın kanunlarında bir yenilik keşfetmiş, bu ise o zaman ilâhiyatçılarının değişmez ve sabit mefhumlarına aykırı gelmişti.
Bugünde bazı dinciler vardır ki, insan fikir ve ruhunu, ve bu ruhun karışık ve muğlâk saiklerini araştırmak için Allah’ın insan eline verdiği en yeni ve en keskin âletleri reddetmek tehlikesine mâruz bulunmaktadırlar. İlmin, astronomi ve maddenin teşekkülü muammalarına sokulup onları araştırma kudreti olduğunu kabul ediyorlar. Fakat şu iddiadan vazgeçmiyorlar: Ahlâk ve etvar sahasında son zöz dinin olmalıdır, hem de bu son sözün kökleri eskimiş ve modası geçmiş bir psikoloji içinde olmasına rağmen...
Bereket versin ki zamanın daha tedbirli din hocaları, hakikati, geçmişin donuk mefhumları ile bir tutmaktaki hatayı anlamaktadırlar. Ve diyorlar ki: İnsana kendini tamamlamak yolunda yardım edecek her şey Allah’ın beşer tarihi boyunca uzana gelen işinin yeni bir tezahürüdür; psikolojinin ahlâka ve saiklere müteallik keşifleri de Allah’ın bize en son gelen sözleridir.
Bugün bizim kalb huzuruna nail olmamız isteniyorsa, din, beşer saiklerine nüfuz edecek yeni buluşları, insan enerjisi ve itici kuvveti etrafındaki keşifleri, sevgi, nefret ve korku hislerinin tahlilleri gibi psikoloji kliniklerinden galen malûmatı benimsemeğe, razı olmakla kalmaz, bunları kendine mal etmek kaygısına düşer. Psikoloji mikroskobu beşer ruhunu inceden inceye tahlil etmekte çok derine gider; din bu mikroskobu kullanmak hususunda tereddüt etmemelidir. Bundan başka, psikolojinin yeni ruh ilmi sapık fertleri vaiz ve nasihatle değil karakterlerini değiştirmekle kendi ruhlarındaki mücadele ve zalimlikten kurtardığı şu dakikada, din, «karakter ihtiyacı» hakkında uzun ve sıkıcı nasihatlere girişmemelidir.
Bir korku haline düşmüş olan bugünkü dünya, eskinin cevheri ile yeninin ışığını birleştirip huzur ve sükûn veren bir imana dayanmak ihtiyacındadır. Böyle bir iman vardır; onun kuvvetli âletleri de elimizin altındadır. Peygamber dini, açıklanmış psikoloji adını verebileceğimiz ilimde bir müttefik bulmuştur; bu ilim, muztarip insan ruhunun gizli hastalıklarını meydana çıkarıyor ve onları iyileştirecek kullanışlı bir tedavi usulü gösteriyor. Müthiş bir zaruret karşısında bir arada eriyen din ve psikoloji şimdi birlikte iğilerek, düşmekte olan beşeriyete yardım etmek, onu kaldırmak, yaralarını sarmak, ve kâsesini huzur ve barış yağı ile taşırmak üzere ellerini uzatıyor.
«Ne? Din ile psikiyatri uzlaşıyor mu?» diyorsunuz.
Böyle bir uzlaşma bürhanları çok müesseirdir, ve gönül açıcıdır; aynı zamanda fikirleri hazır kimseler için de anlaşılması güç değildir. Mukayese mikroskobunun adesesine gözümüzü dayayalım da din ve psikoloji nerelerde birbirine benziyor ve nerelerde ayrılıyor, onu bulalım.
Dinin kat’î gayesi, ulvî bir hayata erişmektir. Bu gayenin doğruluğu ise, hiç münakaşa kabul etmez bir keyfiyettir. Ulvî hayat mevzuu hakkındaki her hangi bir münazarada bahis mevzuu olan mesele, buna erişme vasıtalarıdır, yâni, insan ihtiraslarını, tabiî saiklerini frenlemek ve beşer tabiatinde hâkim olan en iyi tarafları bulup harekete getirmektedir. Eğer dinin an’anevî usulleri muvaffakiyetli olmuşsa, insan bugün neden psikolojiye muhtaç olsun? Diğer taraftan, eğer psikoloji mutlaka lâzımsa, dinin rolu neden ibaret kalıyor? Müfritler ve tarafgirler, ulvî hayata götüren bu iki yolun arasındaki esaslı zıtlığa karşı bizi ikaz ediyorlar. Bize diyorlar ki: «Eğer ‘kurtuluş’ istiyorsanız, ya dini yahut da psikolojiyi seçmelisiniz; muhakkak ki her ikisini birden seçemezsiniz.»
Beşeri, kalb rahatına ve ruhanî emniyete götüren iki kuvvetli vasıtaya karşı alınan ya hep ya hiç vaziyeti, tamamen yersizdir, diye düşünmeğe başlamış bulunuyoruz.
Şüphe yok ki aradaki bu zıtlığın kökleri, insanın Allahla olan alâkası hakkında şimdi artık verimsiz toprak halini alan ve çok bayatlamış bir mefhumda yerleşmiştir. Görülüyor ki bu «fundamental» (esasçı) nazariyenin pehlivanları, insanın hakikati arayan ve fâni emellerinin ikinci derecedeki disiplinleri arasına dini de karıştırmakta, tereddüt gösteriyorlar. Bunun, ilahi şeylerin lekesizliğine halel getirmesinden korkuyorlar. Onlara göre din, nihayet fen, felsefe ve san’attan tamamen ayrıdır. Allah insanlara doğrudan doğruya ezelî ve değişmez bir lisanla hitap eder, biz zavallı dinleyicilerin ise, ondan gelen değişmez ilhamlara ilâveten hiç bir şeye ihtiyacı yoktur.
Apaçık bir hakikatin sadmesine aynı derecede karşı koyan bir sınıf fenciler de var. Bunların araştırmaları lâboratuvar duvarlarını aşamaz; bu gibi fen adamlarının sayısı sür’atle azalmaktadır. Bu seçme gurupa göre Allah bir efsane, din, teşkilâtı bir bâtıl itikat mecmuası; insan, bir hayvan, ruh bir hayal, ebediyet bir nevi arzudan ibarettir. «Ulvî hayat» tapınma, tevazu, veya aranmakla bulunabilen bir ahlâkî gaye olmadan da kabildir.
Bu iki muhasım bölük, bugünün harb meydanının en son hudut hatalarına suratsız çadırlarını kurmuşlardır. Bir birlerine ateş saçan bakışlar fırlatıyor, tehditler savuruyor, ve arasıra harbeler atıyorlar. Fakat aralarındaki ıstırap ve inilti merkezi olan geniş ovada, insan oğullarından müteşekkil o koca sürü, kaynaşmakta, çırpınıp çabalamakta, feryat etmekte, ve her günkü korkular ve ezici kararsızlıklarla şüpheli bir savaşa girişmiş bulunuyor. Onlara biraz tesselli verecek bir hakikat nebzesi, azıcık bir ruhanî yardım gelsin diye nasıl bekliyorlar, ve bunu getirecek olana ne kadar minnettar olurlar. Şaşırmış, başsız kalmış, terkedilmiş olan bu mahlûklar, savaş gürültülerini bastıracak hakikat sesine ne kadar teşnedirler, ve nasıl bir tehalükle onu dinlerler. İşte din ve psikiyatrinin birleşmiş sesi bu gibilerin kulağına en büyük bir ümit ve yardım vâdeden bir tatlılıkla fısıldamaktadır.
Bu birleşme ne sun’îdir ne de sathî; bu sadece dünyanın yeni keşfetmiş olduğu bir şey, insan ruhu hakkındaki en eski ve en yeni keşiflerin bir arada eriyip mükemmel surette kaynaşmasıdır. Eski dinî itikatların bir çoğu, dinamik psikolojinin yeni keşiflerine şaşılacak derecede benziyor. Meselâ, peygamberlere göre olan din her zaman insanların birbirine benzediğini ısrarla söylemiş, insan oğlunun külliyetine (universality) ve bütün beşer ırkına şamil bir kardeşlik esasına dayanmıştır. Bugün psikoloji, sesini dinin sesiyle birleştirerek, hepimizin karşısına çıkan esaslı beşer problemlerinde her hangi bir zümreye veya ferde ait bir hususiyet bulunmadığını söylüyor. Psikolojinin iddiasına göre insanlar, kuvvet veya zaaflarında esasen birbirine benzerler. Korkularımız ve üzüntülerimiz başka şekillere bürünebilir; bunları örten elbiseleri birer birer çıkarınız, göreceksiniz ki insanın yüreğindeki korkular hep aynıdır: yalnızlık, reddolunma, aşağılık duygusu, frenlenemeyen öfke, hastalık ve ölüm korkuları. İnsanları, maddî açlıktan daha fazla birbirine yaklaştıran mânevî açlık da muayyen kimselere ait bir hususiyet değildir. Evet, sevilme, adam yerine konma, anlaşılma, emniyet, mensubiyet arzularının doğurduğu mânevî açlık, ve nihayet kâinatın daha geniş ufku olan ve insandan çok üstün büyük kudretle, Allahla alâka için duyulan derin arzu.
Peygamber dini asırlar boyunca aff ve müsamaha ihtiyacını telkin etmiştir. Dinamik psikoloji şimdi bu nüfuzu nazarı nasıl tamamlıyor? Bize, derunî sıhhate ancak aff vasıtasiyle, hem yalnız başkalarını değil kendimizi de affetmek suretiyle erişebileceğimizi öğretiyor. Hayatta mutlak olanı elde edemediğimiz zaman, bu yüzden kendimize azap vermekten vazgeçmeliyiz. Şu hakikati iyice anlayıp hazmetmeliyiz ki, bütün hayat, muvaffakiyet ve muvaffakıyetsizliklerden ibarettir; ve hiç bir insanın elinde günah veya günahsızlık inhisarı mevcut değildir. Her bir insanın hususiyetlerini hoç görmek, ve herkesin — gerek kendi şahsımızın gerekse hemcinsimizin — kusurlarını affetmek... Psikolojik lâboratuvarı, sükûn ve huzurumuzu temin edecek mahza bu hiss ve davranıştır, diyor.
Peygamber dini daima iradei cüz’iyeye ehemmiyet vermiş, insana düşen mesuliyeti esas tutmuştur. Psikoloji bugün şu keyfiyeti meydana koymaktadır: Erkek, kadın bir çok insanları iç mücadeleleri o derecede yormuş ve yıprandırmıştır ki, bunlar zincirlenmiş ve donmuş bir hale gelmişler, ne bir karar verecek kudretleri ne de kıymet muvazenelerini seçecek halleri kalmıştır, ifratla tefrit arasında sallanan bir saat rakkası halinde kararsızlık ve askıda yaşıyan bu şahsiyetler, kendilerine bu ademi mesuliyet hissini veren iç sebepler keşfoîunmadıkça «iradei cüz’iye» sahibi olacak kabiliyeti bulamazlar; bu kabiliyeti bulmadıkça da, kendi hayatlarını idare etmek ve kararlarını vermek mesuliyetini yüklenecek şahsiyet bütünlüğüne mazhar olamazlar.
Peygamber dini, kibrin, riyanın, sinisizm ve ümitsizliğin yakıcı tesirlerinin tehlikesini ve hiss ve harekette sebat ve istikrarın lüzumunu daima öğretmiştir. Dinamik psikolojinin ustalıklı araştırmaları, dinin nüfuzu nazarla bulmuş olduğu bütün bu şeylerin hakikatini ispat etmekte, ve insanlara, ruh sıkıntısı, kibir, riya ve insan zulmü demek olan amelî ateizmin hissi tuzaklarından sakınma yolunu öğretmektedir.
Peygamber dininin öğrettiği akideye göre bu dünya İlâhî hâzinelerle, değişme ve büyüme kaynaklariyle doludur, insanın içi de, hem iyilik hem de yaratıcılık taşıran el değmemiş bir kaynaktır. Bugünün psikolojisi dinin bu kanaatini hem inikâs ettirir, hem de tasvir eder; onlara, inkişaf ve seciye bünyelerini tadil yolunda yardım etmekle, yeni bir sahada şu hakikatleri gözönüne koymuş oluyor: Hayat çok şevkli ve ateşli hale gelebilir, insanların kurtuluşu için Allahın vasıta ve kaynakları da gerçek çok mucizevîdir; bu gibi kaynakları, insanlara ulaştırmak yolunda fencilerin, psikolog ve psikiyatristlerin öncülere has büyük gayretleri vasıta olmuştur.
Din daima birliğe, ve yalnız Allah’ın birliğine değil, insanın da haddi zatında birliğine ehemmiyetle işaret etmiştir. Burada da psikoterapi dinî görüş ve emeline yaklaşıyor. Psikanalizin mucidi Sigmond Freud’un belki kendisi de farkında olmadan hakikaten ruhanî bir maksadı vardı. Mademki her insan Allahın suretince halkolunmuştur ve Allah birdir; şu halde, insan, kendisinin ikiye ayrılmış, yani derununda iç savaşı olan bir şahsiyet haline gelmesine müsaade ederse, İlâhî bir sureti olduğunu inkâr etmiş olur. Psikoterapinin işi, insanda, onu Allah’ın birliğine mümasil bir birlik haline getiren hissî ve psikolojik bir bütünlük yaratmak yolunda, dinin gayretine muadildir.
Din ve psikiyatri birbirlerine zıt olmaktan çok uzaktır; bilâkis birbirlerini tamamlarlar. Her biri, diğerinin muvaffak olmadığı veya en zayıf bulunduğu noktalarda insana destek olmağa muktedirdir. Psikiyatrinin, din yerini almak tehlikesi olmadığı gibi, bundan böyle dinin de gittikçe kabarıp yükselen ve insanları saplanıp kalmış oldukları keder ve karışıklık sığ kayalıklarından açık sulara indiren psikolojik bilgi dalgasını geri durdurmasına imkân yoktur. Tedirgin ve huzursuz hale düşmüş beşeriyet, hem dine hem de psikolojiye muhtaçtır, insanlar artık, ne kendilerini izhar edilmiş olan Allah’ın kelâmından ne de «keşfolunmuş psikoloji» den gelecek yardımdan mahrum bırakmamalıdırlar. Ancak bu iki muazzam akıntının birleştiği yerde kalb huzuru bulabiliriz.
Asrın adamı, dinamik psikoloji ile peygamber dininin muazzam akıntılarının birleştiği yerde kalb huzuru bulması mümkündür demekle, acaba ben, sahih' (ortodoks) sayılan itikatlara aykırı mı hareket ediyorum? Din, bütün harikûlâde başarılarıyla beraber, insanların psişik hayatlarındaki bir çok marazi vicdanların, sonsuz karışıklıkların ve elîm çarpıklıkların mesulüdür dersem, inkilâpçı mı sayılırım? Din bugüne kadar hastalığın ârazını sebepleriyle karıştırıyor ve sathî tedavilerden kolayca memnun oluyor. Bundan başka, garp âleminde, çocukluk devresinde kalmış din eksik değildir. Belki de insanların çoğu kendileri de olgun olmadıkları için bu türlü çocuk dininden memnundurlar. Fakat benim kanaatim şudur ki, daha iyi bir cemiyetin olgun fertlere ihtiyacı olacaktır, o olgunluğu elde etmek için de din kendisi olgunlaşmalıdır.
Şunu demek istiyorum ki, Copernicus ve Darwin’le barış yapmış olan din, Freud’le de barış yapmalıdır; ben bu kanaatteyim. Bugün din, fundamentalist mezhepler hariç, asrın astronomi ve biyoloji ilimleriyle fazla çekişmiyor. Din ile fen arasında bir barış muahedesi akdi, yıllar, hattâ asırlar sürmüştür. Belki de teolojinin teleskop ve mikroskopla mücadelesi, kısmen insan tabiatindeki gururun icabıdır, insanların şöyle bir fikirde teselli bulmaları ve o fikre tutunmaları tabiidir: Dünya hilkatin merkezi, İlâhî mahlûk olan insan da dünya kuruldu kurulalı yer yüzündeki bütün mahlûkattan ayrı tutulmuştur. Fakat şimdi artık barış yapılmış, ileri adım alınmış, din ve fen birbiriyle kaynaştırılmış bulunmaktadır. Bugün daha mühim bir kaynaşma husule getirilmek gerektir. Din, bugünün psikolojisi ile barış yapmalıdır, ve buna da âhenk bakımından değil insan ırkına getireceği ölçüsüz menfaatten dolayı yapmalıdır.
An’anevî bir dinin kucağında buldukları sükûndan memnun olan mutlu kimselere hitap etmiyorum. Sükûn ve huzura götüren yolu kendileri bulmuş olan mistiklere de diyeceğim yok. Ümidim şu ki, bu sahifeler, asrımız dünyasında eski teolojilere veya eski psikolojilere avdet edemeyen, huzurları bozulmuş ve ruhları hakiki sükûnu arayan kimselerle, ellerindeki geniş kaynak ve vasıtalarla işbirliği edip kuvvetlerini birleştirecek bir din ve psikolojiden, yeni bir hayat yolu arayan insanlar yardım görür. Asrın psikolojisinin yardımlarını memnuniyetle kabul eden bir din, beşerî fenalıklarla mücadelesinde değişme ve yaratıcılık yollarına baş vurur; beşer tabiatının kötülüğünü bilir, fakat ondan dolayı meyus olamaz; ne insanın iyiiğine karşı saf davranır ne de insan kudreti hakkında bedbin olur. Böyle bir din sadece ulvî hayatı ve bu hayatın büyük hedeflerini tarif etmekle kalmaz, bu hayatın mutlak ve zarurî olan vasıtalarını temin eder. İnsanlar, niçin sevgiden ziyade nefrete mütemayildir; niçin korkuya düşerler; niçin kendilerini sakat ruh haletlerine teslim ederler, ve gönülleri insandan daha büyük Kudrete karşı niçin şekva ile dolar; din, dinamik psikoloji vasıtalarının yardımıyla bütün bunlara daha esaslı surette nüfuz edebilecektir. Aynı zamanda, daha rahat bir vicdan, daha az sahte bir sevgi, daha sağlam bir cesaret, ve Allah’la, hayat verici, tam bir alâka nasıl elde edilir, daha mâkul bir din bütün bunları insanların gözü önüne koyacaktır.
Bir çoklarının küfür sayabilecekleri bu bahislere dalarken, bu dünyadan çoktan göçmüş olan eski dostum ve üstadımın buruşmuş dudaklarındaki memnuniyet gülüşünü şimdi de görür gibi oluyorum. Tekrar bana şöyle diyor: «Allah, denize dökülen bütün çay ve ırmakçıkların hangi yollardan geldiğini araştırmaz. Hayat suları onun elindedir, ve kurtuluş arayan her yolcunun tutması mukadder olan yolu görür. Fırkalar ve ortodoks akideler geçer, fakat insanın, Allah’ın verdiği huzura doğru giden yolu zamandan âzade ve hiç bozulmaz bir halde değişmeden ilerler.»
Reybî (skeptik) ligiyle tanınmış Montaigne, «İnsan çaresiz olarak ahlâkî teşebbüse sokulmuş ahlâkdışı bir mahlûktur,» demişti. Çünkü insan, yağmacı, yırtıcı ve günahlı olmakla beraber, bir takım ideallere sahip olmadan da yaşıyamaz; karşı konulmaz bir zaruret onu iyilik ve hakikati aramağa sevkeder. İnsan böyle yaratılmıştır. Meyva vermek bir ağacın tabiati icabından olduğu gibi, insan oğlunun tabiati icabı da hem iyiliği hem de kötülüğü bilmektir.
Filiz sürme kabiliyeti olan bu kuvvetler, insanlığın ta hamurunda olmasaydı, insan oğullan hiç bir zaman meydana ideal ve ahlâk ölçüleri getirmezlerdi. Peygamberler ve azizler de insanı kusurlarından dolayı çok şiddetle azarladıkları halde, onlar bile anlamışlardı ki insanın eli ve ayağı olduğu ne kadar muhakkaksa, ruhunda «yavaş ve lâtif bir ses» in bulunduğu da şüphe kaldırmaz. Ahlâkî kaideye göre yaşamağa muvaffak olamayınca, insandaki kendini suçlu hissetme kabiliyeti onun vicdan ve ruha malik bir mahlûk olduğunu ispat eder.
Filozof Kant, «Bence, yaldızlı göklerle ahlâkî vicdan kadar Allah’ın büyüklüğünü mukni surette ispat eden hiç bir şey yoktur,» diyor. Freud buna şu istihza ile dolu acı sözleri ilâve ediyor: «Yıldızlar muhakkak ki birer harikadır, fakat insan vicdanına gelince, bana kalırsa bu biraz da kusurlu bir hilkattir.» Sahiden şu inkâr edilemez bir hakikattir ki, bize ahlâk yolunda rehber olan bu aynı harikulâde hassa, çok kere sadistik bir köle efendisi, kendi kendini suçlu çıkaran bir şeytan, ve yorulmak bilmez bir günah bezirganı rolünü oynar. Bu vicdanî hâletlerin mucip olduğu zararın haddi hesabı yoktur. Dimağî ve bedenî hastalıklarımızın büyük kısmı — bir çok korkular, endişeler ve kinler — insanın bütün hayatı müddetince ektiği sahte vicdan tohumlarının mahsulüdür.
Bir de hakikî vicdan vardır, buna şüphe olamaz. Bunun, kendi kendinden nefret veya insanın daima kendi sözde liyakatsizliğini tebarüz ettirmeğe yeltenen hislerle alâkası yoktur. Erich Fromm’un dediği gibi hakikî vicdan «Bölünmez şahsiyetin bir kısmını teşkil eder; bu vicdanın emirlerine göre hareket etmek bütün olan bir benliğe delildir.» Vicdanın bu şekli olgunluğun en üstün alâmetidir: onu, hekimin, hocanın ve artistin hedef tuttuğu iğilmez miyarlarda görürüz; bu vicdan, çocuklarını sevgi ve fedakârlıkla büyüten her anne ile babada kendini gösterir. Lincoln’lar ve Roosevelt’ler gibi fakiri koruyan ve felâketzedelere el uzatan zatların seslerinde hakiki vicdanın derin akislerini işitiriz. Bunlar insanın kendi hemcinsine karşı olan sevgisinin en ulvî delilleri, Cenabı Hakkın, bizzat halketmiş olduğu insanlar vasıtasiyle bize hitap eden sesidir.
Ne yazık ki vicdan sesi her zaman bu yüksek ve sıhhatli ifade şeklinde tezahür etmez. Çok kere, mazide yaşamış bir takım din liderleri gibi daima insanın kötülüğünü tebarüz ettirir. Bunların feryadı bir çok garp dincilerinin feryadıdır: «Tövbe et, ey sen zavallı bir böcek olan insan! Kendi elindeki değnekle dövün. Suçlu ruhunu vicdan kamçısıyla yaralayıp berele; yoksa Allah’ın indinde makbul olamazsın.»
Bu sakat ve günaha batmış halden Allah değil din mesuldür. Bununla beraber, dinin lehinde söylenebilecek bir takım hafifletici sebepler var, bu inkâr edilemez. İnsan vicdanının teşekkülü işinde suç ve günah mefhumlarını esas tutmak her halde lâzımdı, çünkü bu insanın adam öldürme, zina ve yamyamlık gibi iptidaî şevki tabiîlerini frenlemek için çok lüzumlu ve değerli unsurlardı. Bu emir ve ahkâm insanların, beşer medeniyetinin ilk limanlarına varmasına yardım eden fener kuleleri olmuştur. Bu çok cazip hikâyenin özü hemen hemen şudur:
Din doğduğu zaman, insan oğlu tam vahşi çocukluk devresinden çıkıyordu. İlk ve mühim ihtiyaçları, henüz doğruyu yanlışı ayırt etmeyi bilmeyen bir dünya içinde monogami, aile sadakati, kardeş şefkati ve sosyal adalet gibi yüksek idealleri tesis etmekti. İyilik ile kötülük arasındaki tezadı şiddetle göstermek haklı bir hareketti; kötü cevki tabiîlerimiz ehlileştirilip, iyi şevki tabiîlerimize hizmet etmek üzere koşulmadan evvel, sıkı hudutların tesbit edilmesi icap ediyordu. İnsan hayatının olancasını kaplamak gibi muazzam bir işe girişmeden, din, ıslah olmamış insan ruhunun kıyılarında kuvvetli bir köprü başı tutmak mecburiyetinde bulunuyordu.
Freud, beşer hayatının ilk safhaları için lüzumlu olan bu keyfiyeti, her ferdin hayatının inkişafındaki ilk safhalar için de lüzumlu olduğunu meydana çıkarmıştır. Çocukluğumuzda, iyiyi kötüyü, hattâ hayal ile hakikati ayırt edemeyiz. Annelerimiz, babalarımız isyankâr şevki tabiîlerimize gem vurmak, otoritenin tatsız ilâcını zorla gırtlağımızdan aşağıya boşaltmakla mükelleftirler. Serbestlik, kendine güvenme, ve başına buyrukluk meziyetleri, bedenlerimizin gelişmesi ve ruhlarımızın inkişafı uğrunda, sonraya bırakılmalıdır. Beşeriyetin, çocukluktan ilk gençlik devresine geçme safhalarında, dinin, ahlâkî tavır kaidelerini kategorik emirler halinde arzetmesi gerçekten lüzumludur. Bu gibi memnuniyetler ve müsaadeler vasıtasiyle, bir vicdan, büyüme halinde olan bir şahsiyetin hayat tezgâhında dokunarak işlenir.
Şu kadar var ki pek çok kereler, çocukluğun sığınakları olgun yaşın hapishaneleri haline gelir; başkalarına güvenme, kararsızlık za’fına yol açar ve çoklarımız geçmiş yılların zincirlerinden kendimizi kurtarmağa korkarız. Dindeki yanlış bir fikir o korkuya hâlâ müsaade ediyor ve o zincirleri kuvvetleştiriyor, erkek kadın bütün insanların, hayali hakikatten, rüyayı müspet işten ayırt etmeleri icap eden yaşta da, onların hâlâ çocukluk ve ilk gençlik devrelerindeki vicdana bağlı kalmalarına yardım ediyor.
Asırlar boyunca din üstadları ahlâka aykırı bir düşünce ile ahlâka mugayir bir fiil arasındaki farkı nadiren görebilmişlerdir. Bilâkis, haset, şehvet veya her hangi bir yıkıcı düşünce, böyle bir fiil kadar kötüdür, iddiasında bulunmuşlardır. Arzu her hangi bir günahlı fiile müsavidir, umdesinin tesiri altında bulunan Hıristiyanlık, (nitekim încil muharriri Matta yüreğinde şehvet düşünen insan zina etmiş olur diye iddia eder), insanlara her kötü arr zuyu boğmalarını tavsiye eder, çünkü aksi takdirde ebedî lânet çukuruna düşerler.
Kötülüğe karşı savaşta dinin bütün tâbiyesi bir tek kelime ile tarif olunabilir: Zaptınefs (repression). Çek az istisna ile Garp dinleri, insanlar, nefsanî düşünce ve hislerini ancak kuvvet yolu ile zaptederek iyi insan olabilirler iddiasındadırlar. «Günah» ın korkunç sesini susturmak için kullandığımız bu nefsi zapt ve hapsetme mekanizması, bugünün insanının ruhunu kamçılıyan bir çok keder, hastalık, ve endişenin müsebbibidir.
Hiç şüphe yok ki, bu «boğ veya bastır» formülü, beşeriyet için ulvî hayatı sağlamak hususunda büyük bir muvaffakıyetsizliğe uğramıştır. Bu muvaffakıyetsizliğin acıklı ve çirkin delilleri şahsî hayatlarımızı ağırlaştırır, sosyal terakkimize engel olur. Akıl hastalıklarının yayılması, dünyaya hâkim olan güvensizlik hali, evlilik hayatlarındaki zıtlıklar, şahsî sıkıntılardan başka harbler, kıtaller; bütün bunlar, kötülük problemine karşı dinin tuttuğu klâsik yolun eksikliğini ispat eder. Duyguları hapsetme tekniği, yâni mesut yaşamanın ilk ve mübrem malzemesi olarak bütün aksi ve nefsanî düşüncelerin inkârı keyfiyeti, muvaffak olamamıştır.
Hakikatte, hepimizin de ahlâkdışı hayalleri ve ahlâkî olmayan emellerimiz vardır. Bunlar insanların ölümlü levazımıdır. Bunların varlığını inkâra imkân yoktur; bu düşünce ve hayalleri zihnimizin iç mahzenine gömmek, suç, tecavüz, ve hattâ bedenî hastalık gibi şeyleri dâvet etmek olur!
Dinamik psikoloji ispat etmiştir ki, kötülük, şuurun gözü önünden uzaklaştırılırsa, sadece yer altına gider. Çocukça utanç ve öfke bir hakikattir, bu, inkâr veya red yoluyla yok edilemez; sadece kilit altına alınmıştır, yâni ruh âlemimizin mahzeni içine bir potansiyel dinamit saklanmıştır. Zalimce duyguları hapis yolu ile çileden çıkmış bir hale gelen teamüle zıt ve pek de makbul olmayan saiklerimiz yeni yeni kılıklarla meydana çıkmak suretiyle bizi şaşırtır. Bizim için en kötü birer iç düşman kesilir, âsabımıza saldırır, kalb huzurumuzu çember içine alır, hayatta muvaffak olamamış insanlara mahsus hisleri bize telkin ederek bizi harap, gönül üzüntüsü ve aşağılık hisleriyle muazzep eder, ve bizi arzumuz hilâfına ifrattan tefrite sevkeder. Tansiyonumuz yükselir, yahut midemizde ülser hâsıl olur (Mayo klinik hekimlerinden Dr. Alvarez mide ülserine «Medeniyetin yara izi» adını vermiştir.) An’anevî dinin tesiri ile içlerindeki her serseri arzuyu kökünden söküp atmağa çalışan bir takım insanlar bazen kendi kendilerine eza eden masochistler veya çekilmez mütaassıp şahsiyetler haline girerler. Bir çok «iyi»
denilen kimseler var ki bunlar, eşlerine, çocuklarına veya cemiyete türlü türlü eziyetler çektirmek suretiyle hayatlarındaki muazzam «iç yalan» ımn acısını çıkarırlar.
iptidaî ilcaları bütün bütün bastırıp boğmak, sadece imkânsız değil, doğrudan doğruya zararlıdır. Çünkü memnuniyet verici hakikat şu merkezdedir: Bizim ihtiraslı ilcalarımızdaki tabiî enerji cemiyete çok faydalı olabilecek kanallara yöneltilebilir. «Sublimation (yüceltme)» adını alan bu ameliye, insan hayatında en esaslı, ruhanileştirici âmildir. En kıymetli İçtimaî ve zihnî faaliyetlerimizden bir çoğu enerjilerini aslında şehvanî kaynaklardan alır. Cerrahın hüneri bazan, çocuklukta kesmek arzusunun sublimation’u olarak gösterilebilecek çok güzel bir misaldir. Ne esas enerjilerimizin mevcudiyetini inkâr ne de bunları dolu dizgin salıvermek insanın vazifesi değildir. Önce utanç duymağa lüzum görmeden, enerjimizin enstenktif kaynaklarını kabul etmeli, sonra da bu enerjiyi, sanat, fen, güzellik, iyilik ve saadet gibi İlâhî denebilecek şekillere sokmağa çalışmalıyız.
Din ekseriyetle insanları, melekimsi olmayan tabiat]e. rini çok dolaşık bir hale sokmağa teşvik etmiştir. Halbuki dinamik psikoloji, insanları, iç hayatlarının rahatsız edici ve nâhoş cihetlerini satha çıkarmağa teşvik eder. Dinamik psikolojinin harikûlâde muvaffakiyetlerini meydana koyan yüzlerce klinik ve lâboratuvarın işini inkâr etmek elimizden gelmez. Bunların tecrübe ile faydası sabit olmuş metodu, erkek, kadın, her hangi bir insanı söyletmek, «içlerini dökme» lerine müsaade etmektir; ve bu «iç boşaltma» lan neticesinde, bu insanların ruhunda gömülü olan saatli bombaları ziyansız hale koymaktır.
Düşünce ve fiil arasındaki farkı iyice tâyin etmek, saiklerimizin asıl tabiatini ve psişik sistemimizdeki rollerini açıklamak suretiyle psikoterapi, fenalık probleminin halline doğru emniyet verici bir yol açmıştır. Bu cepheden
gelen hayret verici müjde şudur: İnsanlar antisosyal saiklerini inkâr etmek veya onları bastırmakla değil, onların mevcudiyetini kabul etmek ve onlarla karşı karşıya gelmek suretiyle yenebilirler.
Bu şiddetli baskı altına alınmış ilcaları sözle ifade etmek haddizatında fiil arzusunu eksiltir. Bu belki başlangıçta acayip ve paradoksik görünebilir, fakat tecrübe ile sabit olmuştur ki normal insanlar, yüreklerinde gömülü bulunan arzu ve hırslarını sözle ifade edince, ahlâka mugayir ve yıkıcı hisleri idare edilir hale geliyor. Korku ve endişeden kurtulmuş bu erkek ve kadınlar hekimin yanından, enerjilerini, sohbet ve yapıcı saadet kanallarına sarfetmeğe hazır serbest insanlar olarak çıkmaktadırlar.
Bedenî rahatsızlıklar da ruhî hastalıklar da bazan mucizevî bir şekilde kayboluyor. Ruh hekimi, meselâ, tansiyon, ülser veya asm (asthma) gibi alelâde bir bedenî hastalığı olan adamı alıyor, yavaş yavaş onu kendi endişelerini, mücadelelerini, öfkelerini ve arzularını anlatmağa teşvik ediyor. Hasta bakıyor ki, bu suretle en antisosyal düşüncelerini, sözlerinden çok fena antisosyal neticeler çıkmasına sebep olmadan anlatabilecek.
Şüphesiz, bu metod, an’anevî din usulüne tamamen aykırıdır. Kötü düşüncelerimizi kanun dışı edecek yerde, bunları mevcut diye kabul etmeğe teşvik oulnuyoruz, ve bu suretle benliğimizin şuurlu kısmı ile bunları yüzleştiriyor, silâhlarını ellerinden alıyor, onları yeniyor, hattâ enerjilerini yapıcı kanallara çevirtip faydalı kılıyoruz.
Diyeceksiniz ki, «İtiraf (günah çıkarma) da aynı işi görmez mi? Ve bu suretle düşüncelerini papaza anlatmak kâfi değil mi?» Şu halde gözümüz önüne konan sual şudur: Bir insanın günahlarını bir papaza veya din reisine itiraf etmesiyle bir psikanaliste endişe ve dertlerini anlatması arasındaki fark nedir? Hem şekil hem de mahiyet itibariyle bir çok farklar vardır. Hemen diyeyim ki, psikiyatrik tetkiklerden alınmış yeni hakikatleri iyice hazmetmiş münevver papazlar itiraf hâdisesini çok faydalı hale koyabilirler, ve koyuyorlar da... Bunun gibi pastörler ve hahamlar da, şahıslar arasındaki alâkalar, ve beşerî ilcalarla alâkadar yeni hakikatleri öğrendikçe, dinî öğütleri, şaşırmış ve ıstıraba düşmüş insanlar için çok verimli bir yardım kaynağı yapabilir. Fakat şu da inkâr edilemez ki dinî itiraf, vicdanın üstünden bir çok yükleri kaldırmakla beraber, ameliye ekseriyetle fazla sathî olur, ve bu ameliye neticesinde, karakteri esasından ve temelli surette değiştirebilecek kuvvet çok nâdir görülür. Dinî itiraf olgunluktan ziyade kefareti hedef tutar; halbuki psikiyatri günahlara nâdim olmaktan ziyade insanların bu gibi şeylerin üstüne çıkmalarını, artık böyle hareketleri küçüklük sayacak dereceye gelmelerini ister.
itiraf, mahiyeti itibariyle derunî suçluluk duygusunu kuvvetlendirmeğe yarar. Bir günahkâr, papaza, babasına giden kabahatli bir çocuk gibi, aff dilemek ve cezaya çarpılmak üzere gider. Muhtelif derecede günahlar için ne gibi pahalar ödiyeceğini zaten tecrübe ile öğrenmiştir; böyle her zaman tekrarlanan köhneleşmiş bir itiraf ve ceza ameliyesi neticesinde nasıl bir iç gelişmesi beklenebilir? itiraf ameliyesi insan hayatının ancak sathına tesir edebilir. Günah çıkaran din lideri de, nadim olan adamın içyüzünü görmeğe uğraşmaz. Bu itiraf sistemi vasıtasiyle insanın gönlü biraz ferahlıyabilirse de ne karakteri değişebilir ne de «günah» inin psikojenik kökleri meydana çıkar.
Bunu bir misal ile anlatayım. Çok büyük ıztıraba düşmüş bir adam var. Evlidir, yaşı da otuz beş. Günün birinde ıztıraba dayanamıyor, dinî öğütçüsüne gidip, derdini anlatıyor. Adamın, evlilik hayatı dışında bir ilişiği var. Bu yüzden karısına ve ailesine verdiği acıyı derinden duymaktadır. Yaptığının yanlış olduğunu biliyor. Rahip bu adama zinanın hem Allah hem de insan gözünde çok çirkin bir günah olduğunu söylüyor, ve derhal bu rabıtaya bir son vermesini tenbih ediyor. Adam peki diyor, fakat büyük bir iç mücadelesinden sonra yine bunu devam ettiriyor. Rahibinin verdiği öğüt bir işe yaramamış oluyor, çünkü o zat, bu adamı bu işe sevkeden sebepleri aydınlatmağa çalışmamıştır. Sadece bu adama «iradesini» kullanıp öbür kadından «vazgeçmesini» söylemiştir. Bu öğütlerin ne kadar faydasız olduğunu her din lideri bilir.
Buna benzer bir vaziyeti anlatırken, Sigmond Freud, hayatında ilk defa olarak otelde kalan bir cahil köylünün başına gelen hâdiseyi misal olarak gösteriyor. Köylü yatmağa hazırlanırken mum söndürür gibi elektrik ampulünü üflemeğe başlıyor. Üflüyor, üflüyor, nafile... ış.k cönmüyor. Tabiî elektrik düğmesini çevirmeyi öğrenmeden, o ışığı söndürmesine imkân olamaz. Zina günahına düşen bir adam için de bu böyledir. Dünyada bulunan bütün irade kuvvetleri onun bu yakışıksız hareketinin sebebini söndüremez. Ona elektrik düğmesinin yeri gösterilmeden, adam kendisinin gayri meş’ur hayatında işlemekte olan bu kuvvetli cereyanı idare etmekten âciz kalır.
Psikoloji, itiraf ameliyesinden tamamen farklı olarak, derdin tohumunu üreten yeri arayıp meydana çıkarır. O sadakatsiz koca meselesinde, derdin nevrotik kaynağını yok eder, zararlı saiklerin istikametini değiştirir ve insanı zayıf bir çocuk halinden çıkarır, olgun yaşta bir adam haline bilfiil getirir. Tahlil sayesinde bu adam nevrotik hareketlerinin o âna kadar gizli kalmış sebeplerini görür, ve asıl başlangıçlarına kadar izlerini araştırır. Bu ona «elektrik düğmesinin» yerini göstermiş olur, ve hayatında bulunan zararlı cereyanı ne suretle söndürmesi gerektiğini öğretir.
Bütün bunlar, yardım arayan insanın derununda «suçlu bir vicdan» yaratmadan elde edilebilir. Bundan başka, adam bakıyor ki, derunî ilcalarını ve endişelerini anlatmak hekimin elinden ceza görmeyi icap ettirmiyor; her hangi bir hükme mâruz kalmadan derdini anlatabiliyor. Sonra, hayretle görüyor ki, karşısında onu ne takdir ne de takbih edecek bir tavır yok; sadece, sakin, bitaraf, ve şifa verici bir anlayış var. Ona şöyle yap böyle yap ta demiyorlar, fakat kendi nefsiyle samimî şekilde karşı karşıya gelmiş olmaktan ileri gelen bir kuvvet duyuyor ve müstakil olarak kendi kararlarını veriyor. Öfke, ihtiras, kızgınlık, kıskançlık ve şehvet hislerini açığa vururken, bunları bir prospektif içinde görmeğe başlar. Çoktan hapsedilmiş olan bu ilcalardan birçoğunun, kendi hayatının bu olgunluk devresine ait hislerin heyeti umumiyesi içinde ne kadar boş ve yersiz olduğunu görür. Bunların aslım tâ çocukluğunun gürültülü devresinde bulur, ve şimdiki kıymet mefhumunun daha geniş çerçevesine aykırı geldiklerini anlar, netice, olarak ta şimdi yeni kazanmış olduğu yaratıcı ışığın aydınlığında bunları kendiliğinden reddeder.
Şu halde, dünya itiraf yoluyla psikolojik ifade tarzı arasındaki farkların bazıları bunlardır. Doğru veya yanlış yolu görmesi bir dinî ustaya bağlı olan adam, ekseriyetle rahatsız edici suç hissinin ve kararsız endişelerin gölgesinde yaşadığı hayata devam eder. Bundan başka, böyîe bir adam daima papazdan veya pastörden ödünç almış olduğu bir vicdana malik olmk tehlikesinde olur. Onun derunundaki «tatlı yavaş ses» (vicdan sesi ) başkalarının emirlerinden ve yasaklarından ibaret kalır. Daima haricî bir nizama tâbi ahlâkî bir köledir.
Mühim bir ruh tedavisi ameliyesinden geçmiş birisi kendi iç benliği hakkında bir çok dersler öğrenmiş olur; bunlar arasında en değerlisi şudur: İç huzuru ve olgun vicdana götüren yol, kendi nefsini mahkûm etmek değil, kendi benliğini anlamaktır. Bütün benliğine korkusuzca bakmak suretiyle, olgun bir şahsiyete ne gibi işler yaraştığını anlar. Çocukluğun ve ilk gençliğin hayaletleriyle karşılaşır — mazinin hatırlanmayan hücrelerinde kapalı kalmış bir takım hayaletler — bunların onunla karşı karşıya gelmesiyle kaybolması bir olur. Sözle ifade vasıtasiyle şuurun beyaz perdesine aksettirilince, korkutucu düşünceler, dehşet verici hayaller, suçla yüklü rüyalar ele avuca sığar bir hal alır. Adam kendi kendine şöyle demeyi öğrenir: «işte yine şu iğrenç düşünce, o şehvet arzusu, o şahsiyeti küçülten temayül. Ben hepinizi de tanıyorum, sizin hakikî kılığınızı gördüğüm için artık sizden korkmuyorum. Sizi «repression» hücresine hapsettiğim müddetçe siz gözüme dev gibi görünüyordunuz; halbuki şimdi anlıyorum ki siz ufacık, biçimsiz cücelersiniz. Bundan sonra artık siz beni zalimce veya ahlâksızca hareketlerde bulunmağa ve bu suretle hem kendimi hem de sevdiklerimi incitmeğe mecbur edemezsiniz. Ey mazinin umacıları, siz artık aydınlığa çıktınız, ve bu aydınlıkta, benim üzerimdeki bütün zorlayıcı kudretinizi kaybetmiş bulunuyorsunuz.»
Bu kurtuluş ameliyesi günlük hayattan bir misalle tasvir edilebilir. Bir erkek gençliğinde, güzel bir kıza âşık oluyor. Talih bu iki sevgiliyi ayırıyor; erkek bu hayali aklından bir türlü çıkarmıyor, hayatın kendisine arzettiği bütün saadet imkânlarını reddediyor, çünkü sevgilisini kaybettiği zaman onunla beraber her şeyi kaybetmiştir kanaati kafasında kökleşmiştir. Aradan yıllar geçiyor; bir gün çatlak sesli, çehresi huysuzluk ve bayağılıkların izleriyle dolu şirret bir kadına rastgeliyor. Bu kim olsa beğenirsiniz? Adamın eski sevgilisi! Adamcağız öğreniyor ki, o genç kızda bulmuş olduğu ideal faziletlerin çoğu kendi muhayyilesinin eseriymiş. O zaman talihin kendisini nelerden esirgediğini anlıyor. Bir gençlik hayaline bütün hislerini esir ettiğine meğerse ne yazık etmiş. Sevip kaybetmiş olduğu kadının hakikî mahiyeti karşısında, hâtırasının zincirinden kurtulmağa kuvvet buluyor. Şimdi hayalindeki idealin kesif tabakasını sıyırıp onun hakikî benliğine bakınca, kendi haline gülecek kuvveti, kendinde buluyor; artık on£ azap veren yürek acısından kurtulmuştur. Hakikati gözünün önüne açan bu dakikalarda, o, mazinin kuvvetli tesirinden kurtulmuştur.
Vicdan birçok kılıklarda bizden öc alır. Kurbanını hastalığa, deliliğe, hattâ intihara kadar vardıracak kabiliyette maskeli bir işkencecidir. Psikiyatrinin derin tetkiklere dayanan buluşları var. O meyanda, meselâ, intihar, suçlu bir vicdanın sahibine yüklettiği bir kefaret farzediliyor. Kendini öldürmeğe kalkışan kimse kendi «cürmüne» kefaret olarak bedenini kurban etmek arzusuna düşüyor.
İlmin en dikkate lâyık yeniliklerinden biri olan psikosomatik tıb şu hakikati ispat etmektedir: Çok sayıda iyi erkek ve kadınlar; kendi benliklerini her beşer tabiatinde bulunan bütün unsurî ve ham saikleri ve tabiî şevkleriyle beraber tanıyıp kabul etmesini öğrenmiş olmadıklarından, farkında olmadan, kendilerini mahvediyorlar. Çok mükemmel bir genç hatırlıyorum. Bu genç adam, annesi öldükten sonra, kendisi de asmdan (asthma) öldü. Sebep? Annesinin sevmediği bir kızla evlenmiş olması keyfiyetinin vicdanında doğurduğu suçluluk duygusu, onun güzel bir kadınla giriştiği evlilik hayatının zevkini çıkarmasına mâni olmakla kalmamış, onu beş yıl süren bir hastalığa, sonra da ölüme kadar götürmüştür.
Şu muhakkak ki, olgun olmayan bir doğru, yanlış mefhum seviyesi üzerine takılıp kalmıyan daha mülâyim bir vicdan sistemi, olgun yaşa gelmiş normal insanların iç huzuru için çok mühimdir. Din artık şu hakikati kabul etmelidir ki antisosyal saiklerimiz hapsedilip mevcudiyeti inkâr edilmekle hemen realite sahnesinden kaybolmaz; bunlara göstereceğimiz cani muamelesi nispetinde bizden alacakları öc de şiddetli olur. Hayal sahasında saikıerini tam bir «repression» a uğratmağa çalışan olgun yaşta insanlar, ya bedenlerine yahut ta ruhlarına harabiyet getirirler.
Gelecek zamanın dini, psikiyatristin defterinden bir sahife almalıdır; bununla insanlara, kabule lâyık olmayan ilcalarına karşı mülâyim davranmayı, onları ulvîleştirmeyi ve aynı zamanda onları bir disipline tâbi tutarak daha güzel ve daha cömertçe bir iş programına bağlamayı öğretmelidir. Yaşça olgun erkek ve kadınlara, herkesin benliğinde de aslında antisosyal arzular ve hayaller olduğunu anlıyacak kuvveti vermelidir. Bunlar hapsedilmekten ziyade mevcudiyetleri kabul olunduğu takdirde, mühim iş sahasında bize hâkim olmalarına mâni olabiliriz.
Bundan başka, normal erkek ve kadınlar, onlar bunu müdrik olsalar da olmasalar da, güvenilir vicdanlara maliktirler. Sadece şu hakikati bilmek bile insanın gönlünü açan bir keyfiyettir: Allah bize, sağlam beşer vicdanı vasıtasiyle kendi İlâhî varlığını hususî surette izhar etmiştir; bütün dünyayı tutan ve mihveri üstünde çevirten de bu vicdandır. Çünkü bizi, medarımızdan ayrılıp acayip veya yanlış yollara sapmağa sevkeden bütün iğvalı arzulara rağmen çoğumuz yanlışı, doğruyu tefrik eden faydalı ve sağlam duygulara sahibiz. İşte hem kendi hayatımızda hem de etrafımızdaki insanların hayatında bir «serenite» (feraği bal) magnetik sahası yaratan, bu iyi ayarlanmış, dayanıklı ve sağlam vicdandır.
Gözümüze, âsabımıza ve hazım cihazımıza nasıl güveniyorsak, öylece vicdanımıza güvenmeyi öğrenmeliyiz. Harvard’lı tanınmış bir psikiyatrist anlatıyor: Genç bir kadın bir korku hastalığına tutuluyor; aklına gelen ve adam öldürmeye kadar giden bir takım kötülükleri işlemekten korkuyor. Bu ruh hâletinin sebepleri araştırılınca görülüyor ki, kadın her işte lüzumundan çok fazla kocasına bel bağlamış; günün birinde kocası asker olmuş, harbe gitmiş. Kadıncağız hep onun koymuş olduğu ahlâk kanunlarına pek fazla güvenmiş, her şeyi ondan beklemiş; onun gitmesiyle bu emniyet vasıtası meydandan kalkınca, kadın kendi içindeki kötü temayüllere kurban gidecek diye marazî bir korku haline kendini kaptırmış. Doktor bu kadını telkinle iyi ediyor, ve ona ispat ediyor ki kendisi de başkaları gibi normal bir insandır; kendisinin de mâkûl ve çok güzel ahlâk ölçüleri vardır, fakat hiç bir zaman bunları kullanmağa cesaret etmemiştir. Kadının hali, tıpkı «Ya adalelerim beni tutamazsa» diye yürümekten korkan bir adamın haline benzer. Şunu bilmemiz lâzım ki adalelerimiz gibi vicdanlarımız da biz farkında olmadan ve anlamadan gelişir, ve biz insanlar, bunların her ikisine de güvenebiliriz. Hekimlerimiz, vicdan harekâtı hakkında, ordu savaş yorgunluğu ve harbin iras ettiği asabî karışıklıkları tedavi sahasında psikiyatriye neler kazandırdığını, din öğrenmelidir. Bu harb, çeşitli psikiyatrik teknikler vasıtasiyle, vicdanı teşkil eden üç unsuru harekete getirmek, yâni, korku, suç ve endişe duyularını sözle anlatmayı mümkün kılmak suretiyle mucizevî, bir takım tedavi usullerinin keşfine yol açmıştır. Bu suretle, dillerinin açılması, binlerce askeri maddî ve mânevî harabiyetten kurtarmıştır. Çok zeki bir çavuş, minnetle şöyle diyor: «Korkularımı ifade edip, onları alelâde sözlerle anlatınca, bunlar tıpkı buhar gibi zararsızca tencereden uçup gitti.»
Ufacık bir çaydanlığı bile iyice tıkayıp, alevli bir ateşin üstüne koyacak olursanız, bütün bir evi yıkar. Halbuki kuvvetli buhar bulduğu yoldan kaçınca, çaydanlık neşe ile vıjlar.
Bu, herkes, her iş için, hemen ruh hekimine koşsun demek değildir. Vicdan hayaletleri çok kere, bir arkadaş, kardeş veya ahbapla da konuşarak giderilebilir. Çünkü, bizi anlıyan birisine içimizi açınca, yüklerimiz ekseriyetle hafifler; bu büyük bir hakikattir. Bunu yaparken de mühim bir şey keşfederiz. Görürüz ki muhatabımız da, bazen öfkeli düşünceler ve şehvanî hâletlerden sıkıntı çekiyor, bu müşterek hislerin mevcudiyetini keşfetmek ise, çok kere müşterek olarak bu sıkıntılardan kurtulmamıza vesile olur.
Nazarî olarak din, seven ve affeden bir Allah’ı öğretmekle insanların sükûne ve iç huzuruna kavuşmasını temin etmek ister. Fakat amelî olarak, dinlerin çoğunda pek çok gazap ve ceza unsurları vardır. Bu nevi ciiz’î dine dayanan vicdan bizi korkak insanlar yapar, ve sanki babasının her an inebilecek yumruğundan korkan bir çocuğun vaziyetine kor. Bütün bu korkularımızı bir yana bırakıp, kendimizi ne yaramaz çocuklar ne de lekesiz melekler halinde değil, bütün beşerî kusurlarımızla olgun yaşa gelmiş insanlar gözüyle görmeliyiz.
Ne gariptir ki din çok kereler bir insanın başkalarına karşı vazifelerini idrak hususunda çok ince ve lastikli olduğu halde, insanın kendi kendine karşı olan vazifesi hususunda basit görüşlüdür. Dine göre, insanların, birbiriyle olan muamelelerinde nasıl hareket etmeleri gerektir; bu, sanki bu aynı insanlar, kendi kendilerine karşı olan muamelelerinde doğuştan bilgili ve usta imişler gibi bütün teferruatiyle onlara öğretilmelidir... Din ve din ahlâkının zayıf noktalarından biri budur.
Hakikatte, başkalarına karşı zalimlik ve katılık ahlâka zıttır diye, insanlara öğretiliyor; kendinden nefret hissinin de aynı derecede feci ve ahlâka zıt olduğu da bu insanlara öğretilmelidir.
Sevgi ve nefret bazen başkalarına bazen da kendimize karşı duyulan hislerdir. Bugünün psikolojisinin büyük buluşlarından biri de şudur: Kendi kendimize karşı aldığımız vaziyet, başkalarına karşı olan vaz’ımız kadar, hattâ bazen daha karışıktır. Dinin emri «Komşunu kendin gibi seveceksin» dir. Bu emri şimdi şöyle tefsir edebilecek vaziyette bulunuyoruz: «Kendini uygun şekilde sevecek, sonra da komşunu seveceksin!»
New York’un belli sosyal hizmet liderlerinden birine, bir sosyete hanımından mektup geliyor. Bu hanım, New York çocuklarına yardım işinde bu zatın servis koluna katılmak arzusunu bildirmektedir. Kadın kendi kusurlarını uzun boylu cayıyor ve nihayet «Belki sizin dâvanız uğrunda sarfedeceğim gayret benim bu kusurlarımı örter,» diyor. Bu mektubun gecikmeyen cevabı şudur: «Sayın Hanımefendi! Sizin gerçekten muhteşem kusurlarınız, şimdilik çok fazla büyüktür. Hiç bir şey sizi bunların acısını tevazuunuzun kurbanlarından çıkarmanıza mâni olamaz. Size tavsiyem şudur: Önce kendinize karşı sevginizi artırınız, sonra başkalarına sevgi dağıtmağa kalkışın.»
Din ve din ahlâkı sahalarının bir çok salâniyettarları bu görüş noktasını hoş görmiyecekler, ve diyecekler ki: «Sen, insanlara kendi kendilerini sevmeyi tavsiye etmekle çok tehlikeli bir doktrini ortaya atmış bulunuyorsun; çünkü bununla, zaten kuvvetli olan benlikçilik duyuluna, bir müeyyide vermiş oluyorsun. İnsanlar esasen kendi kendilerini lüzumundan çok fazla severler. Kendini sevmek kötü şeydir; bu arzuyu kökünden kesmek lâzımdır; hayatın hakikî ülküsü nefis sevgisini boğup, kendini başkalarının hizmetine vakfetmektir. İnsanlara öğretilecek şeyler işte bunlardır.»
Benlikçiliği kötüleyip altruizmi yükseltmek dinin eski an’anesidir. Muhakkak ki çok değerli bir hedefi gözönünde tutar; fakat beşer tabiatini hesaplamakta bir çok yanlışlıklar vardır. Hakikaten elimizde olmadan kendi kendimize. karşı iyi miyiz? Deliller bunun aksini gösteriyor. İnsanlar kendi kendilerine karşı iyi olmayı arzu edebilirler, fakat bu gayeye ulaşmak için ne kadar yanlış ve idraksizce hareket ederler! Hakikat şudur ki; kendimize, ekseriyetle başkalarına ettiğimizden daha katı, daha taassuplu ve daha intikamcı şekilde muamele ederiz. İntihar, kendini sakatlama, sarhoşluk, uyuşturucu maddelere düşkünlük, ve daha türlü türlü suiistimaller, insanın kendi kendisini ne derecelere düşürebileceğini gösteren acı delillerdir. Bu kendinden nefret duygusu, yalnız zayıf seciyelilerle delilere inhisar etmez. Tanınmış Amerikalı muharrir
John Jay Chapman gibi bir adam kendi nefsinden şiddetle nefret ederdi. Bir tanıdıkla aralarında geçen bir münakaşadan sonra, elini alevli ateşin içine sokuyor; neticesi feci. Cerrahlar, Chapman’in elini kesmek mecburiyetinde kalıyorlar. Artist Van Gogh yine böyle ehemmiyetsiz bir sebeple kendi kulağını kesmiştir. îyi tanınmış bir gazete sahibi, yaptığı bir hovardalığa pişman oluyor, kendini kaynar su teknesine atıyor. Bunlar ifratlı vakalardır. Fakat alelâde insanların hayatında nefse karşı yapılan suikastlar, zararlar, günlük hâdiselerdir.
Bu gibi hareketler insanın yalnız kendisine değil, cemiyete karşı da cinayet kabîlindendir. Kendinden nefret eden, kendi kabiliyetlerine, kudretlerine, ve rikkat hislerine karşı hürmet hissi olmayan kimse, başkalarına da hürmet edemez. Kendi biçimsizleşmiş suretini başkalarında görünce, onlardan da için için nefret eder, insanın kendi şahsiyetine karşı besliyeceği sevgi, kardeşçe bir cemiyetin ve ferdî kalb huzurunun temelidir. Kendimizi sevelim demekle kendimizin üzerine titriyelim, kibir ve gurura gidelim demiyorum. Fakat ısrarla diyorum ki, iyi ve ahlâkî bir hayat yapısının esas malzemesinden olarak insan kendi kendisine lâyıkiyle saygı beslemesini bilmeli, ve bir zatın dediği gibi «Bir insan kendi kendisine dostça bir hürmetle arkadaşlık etmeli.» Derin mânasiyle, önce kendi özümüzle ehlî alâkalarımızda barışık olmalıyız ki başkalariyle olan alâkalarımızda da iyi olalım.
Bugünün psikolojisi, bize öğretiyor ki: Kalb huzuru bulmağa muvaffak olmayışımızın sebeplerinden biri de, kendi kendimize iyi muamele etmesini öğrenmemiş olduğumuzdan ileri gelmektedir; bunun neticesi olarak ta başkalarına karşı nasıl davranacağımızı öğrenmemiş bulunuyoruz. Psikoloji, sahte bir benlik sevgisinin ve yıkıcı bir benlikten nefretin altında saklı bulunan sebepleri açığa vuruyor. Din, psikoloji ile birleşince, hakikî benlik sevgisinin ne olduğunu pek iyi gösterebilir.
Nazarî olarak, din daima, hakikî benlik sevgisini inkişaf ettirmeğe çalışmıştır. Daima, her insanın şahsiyetinin ayrı bir kıymeti vardır, ve her insan kudsîdir, diye telkinatta bulunmuştur. Fakat bu kudsiyeti gerçekleştirmek işini başarmakta şaşılacak derecede zayıf kalmıştır. Biliyoruz ki akıl hastaneleri, kendi bedenlerini sakatlıyan ifratçılarla doludur. Fakat bütün dünya sokakları, kendi kendilerini suçlu çıkarma ve benliklerini alçaltma yollariyle görünmez şekillerde kendilerini aklî ve mânevî olarak sakatlıyan sayısız insanlarla doludur. Benliğe karşı sahte vaziyetlerin örneklerini araştırıp, insan şahsiyetinin daima değişen ve birbirini nakzeden evolution’u hakkında psikolojinin keşfetmiş olduğu keyfiyetleri öğrenmemizin zamanı gelmiştir.
insan benliğiyle bu benliğin inkişafı hikâyesi gerçek çok meraklı bir romandır. Hem de kahramanlar, maceralar, yiğitlikler, bozgunlarla dolu bir roman. Olgunluğa ve huzura erişmek için, bu tenliğin gitmesi gereken yol tehlikeler, engeller, ve yanlış mefhumlarla doludur. Bu yanlış mefhumların en büyüğü şudur: Benlik insanın doğuşunda bulunan bir cevherdir, hususiyetleri de önceden teşekkül etmiş ve değişmez unsurlardır.
Ne müthiş yanlış!
İnsan benliği bir atiye değildir; bir başarıdır. Tanrının dimağından mütekâmil şekilde çıkmış ve değişmez bir realite değildir. Bilâkis, çok emekle kazanılan bir ilerlemedir, hem de yolda birçok aslanlarla karşılaşmak, hakikî ve hayalî birçok canavarları yenmek suretiyle... Bir benliği kazanmak, daimî bir muharebe, sürekli bir ameliyedir, ve öyle bir muzafferiyettir ki kalbimizin son darbesine kadar ikmal edilemez.
«Benlik romanı» nın başlangıcında, kendimizi uğultulu ve gürültülü bir karışıklıkla yüz yüze buluruz. Gözlerimiz uyku halinden, realite haline geçmek üzere açılır, ve ne görür, donuk ışıklar, hayal meyal şekiller. Kulağımıza bir takım sesler gelir, bazısı bizi teskin eder, kimisi korkutur; sonra altımızda sallanan, kayan zemine kendimizi yavaş yavaş alıştırırken, durmadan çalışan kafalarımız da burada ufacık bir nizam kurmağa, orada miniminicik bir mâna görmeğe başlar. Hislerimiz silâhsızdır, müdafaasız ve tazedir; büyüklerin dünyasını saran muhit içinde şimşek gibi çakan gerginlikleri hissederiz. Yavaş yavaş kendimizi acayip çocukluk ülkesine alıştırırız, fakat kuytu köşelerde pusuya yatmış bir çok tehlikeler, ve açık bir ovayı süpürüp geçen soğuk rüzgârlar gibi garip his fırtınaları durmadan karşımıza çıkar. Ana babalarımızın bize mahsus sevgi ülkesine bir rakibin girişi, yeni bir kardeşin dünyaya gelişi; uyku halinde bulunan kıskançlık devleri uyanır. Korku, öfke, emniyetsizlik ve acı hisler, bu büyüme devremizde nice günlerin güneşini karartır.
En ilk çocukluk devremizin malı olan adacığa sahip olacak hale gelir gelmez, bakarız ki bizi yeni ve daha acayip bir dünyaya atıverirler: «Mektep» denilen bu dünya bizi hem korkutur, hem de büyüler. Arkadaşlarımızla rekabet, kuvvetimizin acemi şekillerde denenmesi, ilk gençlik devresinin güç halleri, bu devrenin, güzelliğini bozan ufak tefek muvaffakıyetsizlikler ve büyük ziyanlar, büyüme ameliyesinin karışık nimetlerini reddetmemize vesile olur. Geçmiş zamana, eski hallere, daha emniyette bulunduğumuz devreye dönmeyi arzu ederiz.
İlk gençlik çağında bulunan çocuk, çok kere o çok sevdiği eski çocukluk ülkesine dönmek ister; çünkü orada daha az rekabet vardı, ve her şeyi kendisine başkaları veriyordu. Hayatın her yeni merhalesi, hislerimizi sarsar, ve mazinin kırpıntılarından, ve eski kalıpların kıymetli kırık parçalarından yeni vaziyetler bina etmeğe sevkeder.
Derece derece, eğer iyi ayarlanmış bir olgun yaşa gelirsek, eski devrelerdeki menfaatlerimizin kaybını hoş görmeyi öğreniriz. Muasırlarımızın rekabetini karşılar, kendi kabiliyetlerimizi ve benliğimizi çok acı duymadan başkalarıyla paylaşmayı öğreniriz. Cezaya ve zıtlıklara lüzumsuz ve fazla endişe duymadan tahammül edebiliriz, iyice anlarız ki yolumuz ileridedir ve artık geriye dönmeğe imkân yoktur; esasen böyle bir ric’at ancak üzüntüyü mucip olur.
Bu olgunluk yolundaki tuzaklardan sağ kurtulmayanlar da vardır. Bir çok kimseler, çocukluk veya ilk gençlik hallerinden kurtulamaz ve benlik inkişafının olgunlaşmamış bir derecesine takılıp orada kalırlar. Aile geçimsizliği, dağılmış bir yuva, ana veya baba tarafından reddolunma veya bedenî bir kusurdan dolayı farklı muamele görme, büyüme halindeki «ego» nun yolunu şaşırtır, ve benliğe karşı mâkûl bir sevgi yerine insanda sakat bir kendinden tiksinme hissi uyanır. Bu ise «narcissizm» e yol açar. Narcissizm kendi kendine hayranlığın tersine dönmüş şeklidir ki kendinden tiksinme hissinden ileri gelmiş ve onunla karışmıştır.
Bu noktayı basit bir misal aydınlatabilir. Anababasının sevgisine son derecede muhtaç bir küçük çocuk, bu çok derin arzusundan mahrum bir haldedir. Anası ile babası birbirinden nefret etmektedirler, bu çocuk onların bir ân evvel birbirlerinden kurtulmasına engel olduğu için, onu kendilerine yük sayıyorlar. Kendisini sevmeleri gereken bu iki kişi tarafından reddolunmuş vaziyette bulunan bu yavrucuk, kendi değersizliğine inanıyor; bu yüzden, içindeki bütün sevgi kabiliyetini kendi benliğine çevirmekle mahrumiyetinin yerini dolduruyor, ve annesi ile babasının yerine kendi kendini seviyor. Böyle bir çocuk, kendi benliğinin duvarları arasına hapsolunmuş, hiç kimseyi sevemeyen ve kimsenin sevgisini benliğine sokamayan bir bedbaht olur. Böyle bir narcissizm, kendini sevmenin çok sakat bir şeklidir, sevilmemekten, aşağılık duygusundan ve maske altında yaşamaktan ileri gelen bir haldir.
Dr. Robert Lindner «Gayesiz Âsi» adlı kitabında yirmi üç yaşında bir suçlunun hayatını tetkik ediyor, ve tâ çocukluğuna ait hâdiseleri gözden geçirerek temayüllerinin köklerini araştırıyor. Ne buluyor? Çocuğun babası son derecede sadist bir adammış, annesi de çocuğu müdafaa edecek kudrette değilmiş. Çocuk nasıl bir his altında büyüyor? «Bu dünyada beni seven insan yoktur; bu katı kalbli dünyadan elime geçireceğim her şeyi ancak kılıcım hakkiyle alabileceğim,» diye düşünüyor. Çocuk kendini, düşman bir muhit içinde tek başına görüyor, herkes yabancıdır, herkes düşman. Nihayet ağır vaziyetlere, ve günün birinde bir hekimin şefkatli eline düşüyor. Hekimin dirayet ve şefkatinin karşısında derdini döküyor ve dermanını buluyor. Bu sayede narcissizm felâketinden kurtulup, hayatın korkusuzca bir alış veriş dünyası olduğunu idrâk ederek yeni bir hayata kavuşuyor.
Bir takım narcissistler kendi kendilerini öldürecek derecede severler. Bütün pencereleri ayna haline konmuş kapalı bir odanın içinde kendi kendilerini boğarlar. Stephen Vincent Benet «John Brown’un Cesedi» adlı eserinde bir narcissist’in feci hayatını tasvir ediyor. Lucy adında güzel bir cenuplu kadın, kendi kendisine son derecede düşkündür; ve bu sakat sevgi, aşırı dereceleri bulmuştur. Bu yüzden evlenme ve bir başkasının kendi vücuduna mâlik olması fikri kadını çıldırtıyor. Aynanın karşısına geçip, vücudunu seyrederek hislerini şöyle ifade ediyor:
«Şekerim, seni seviyorum,» diye fısıldadı,
«Seni seviyorum, şekerim.
Seni benim kadar kimse sevmez, öyle değil mi, canım?
Senin ne şeker olduğunu Lucy’den başka kim bilir?
Evlenmiyeceksin, şekerim; beni bırakıp gitmiyeceksin.
Biz onların hepsini hoş tutup eğleniriz, şekerim.
«Her zaman bizimle dansedecek sevgililer,
Bizi oynatacak havalar varsın olsun!
Fakat beni bırakıp gitmiyeceksin, şekerim.
buna ben dayanamam!
Sen beni bırakıp bir erkeğe varamazsın!»
Bu nevi narcissizm belki kendini sevme gibi gözükür, fakat sahte bir histir. Kendine hürmetten mahrum bir kendine düşkünlük hissidir. Yukarıda gösterdiğimiz iki misaldeki şahsın vaziyeti de, hapsedilmiş inkişaf hâdiseleridir. Bunlar hiç bir zaman gerçekten kendi kendilerini ne sevmişler, ne de kendilerinden emin olmuşlar. Birincisi her zaman benliğine işlemiş olan değersizlik kanaatini örtmek, İkincisi ise, kendi hayalinde sevimli bir şahsiyet yaratmış ve. başka türlüsünü görmeğe cesareti yoktur. Dr. Schilder, «İnsanın Ülküleri ve Arzuları» adlı eserinde dediği gibi, narcissist, İçtimaî alâkalarında daima çarpıktır. Başkalarını, sadece sevgi ve takdir dağıtan insanlar halinde görür. Kendisi de başkalarından takdir görmedikçe bir türlü memnun olamaz.»
Bu aşırı egosantrik duygu çok kereler ceza şeklinde kendini gösterir. Egosantrik enerji, kendini medhü senâ •kuruntularına hasreder, normal meşguliyetlerden ve sevilecek herhangi haricî şeyden uzak durur. Netice? Meslekî muvaffakıyetsizlik ve insanı aşağılatan ıstırap. Böyle bir adam, sanki bağrında kendini için için kemiren, durmadan ve her zaman artan miktarlarda sevgi ve takdir yemi istiyen bir kurt varmış gibi, daima ıstırap içindedir. O, olgun yaşa gelmiş hiç bir mâkûl insanın bekliyemiyeceği tip ve miktarda gıdanın eksikliğinin verdiği açhk içinde kıvranmaktadırl Bozulan yuvalar, işte veya cemiyet içinde geçimsizlik, hattâ beşer duygularının kuvvetlisi olan anne veya baba sevgisinin boğulması bu bebeklik hissinin neticelerindendir.
«Ego» nun kat’ettiği olgunluk yolu üstünde kendinden nefret veya kendini yok etmek temayüllerine çok rasgelinir. Hakikatte, bir insanın kendi nefsine karşı daima daha zalim olabilmesi biraz da hücuma hazır vaziyette bulunmasından ileri gelir. Başkaları, tecavüzlerimize hedef olmak için daima yanımızda hazır değildir. Halbuki, bizim kendi benliğimiz, uykuda bile, hücuma uğramağa hazır bir kale, yıkılabilecek bir istihkâm, veya mahvedilebilecek bir düşman vaziyetinde her zaman elimizin ulaşabileceği bir yerdedir. İntihar, insanın mutlaka kendi kendini sevmediğini ispat eden aşırı bir delildir. Bir çok insanlar, kabiliyetlerini, enerjilerini, ve yaratıcı meziyetlerini harap etmek suretiyle bütün hayatlarını kısmî intiharlarla geçirirler. Sahiden, çok kere bir insan, başkalarına karşı iyi olmayı, kendi kendine karşı iyi olmaktan çok daha kolay öğrenebilir.
Geçen yirmi yılın büyük facialarından biri, Amerika’nın en yüksek muharrirlerinden biri olan F. Scott Fitzgerald’in, benliği yanlış tefsir etme yüzünden kısmî intiharıdır. Kabiliyeti bu kadar âşikâr, yolu bu derecede açık olan bir adamın hayatında zenginlik ve neşeden başka bir şeyin ne işi vardı? Halbuki bu zat, mantıksız ve esassız bir çok korkulara ve benliğinden şüpheye düştüğünden, hayatının en verimli olması gereken yılları verimsiz, kurak ve kendinden nefretin verdiği sarsıntı içinde geçti.
Kendi kendimize karşı bin bir türlü şekilde saygı ve şefkatten ziyade tiksinti ve katılık gösteririz. Aşağılık duyguları, kendinden nefret hissinin en umumî ârazındandır. Komşularımıza, hiç de sahip olmadıkları kabiliyet ve kudretleri atfettiğimiz zamanlar az mıdır? Kendimizi onlardan aşağı görürüz; bu şekilde kendini hakir görmekten ve küçük saymaktan da ne ölçüsüz facialar çıkar! Gözümüze batan bu başkaları gibi olmayı isteriz; onların giydiklerini giymek, satın aldıkları eşya gibisini almak; onlar gibi konuşmak ve onlar gibi hareket etmek isteriz. Onların kabiliyetleri hakkında zihnimizde büyüttüğümüz fikri kendimize karşı kullandığımız silâh olur, ve elimizde bu silâh, kendimizi tenkide dalar, içimizden kendimize kötek ziyafetleri çekeriz. Bütün bunlar bir başka şahsiyetin mihrabı karşısında olur. Buradaki «kıyası fâsit» kendimizi, türlü türlü kusur ve kabahatlerle yüklü ve bir türlü dönmeyen bir «ameliye», başkalarını ise, tamamlanmış, kusursuz kimseler, hem de cilâsı ve bütün süsü ile beraber mükemmel bünyeler halinde görmemizdir. Halbuki bütün insanların da iç benliklerinde bozguna uğramış nice cenklerin izlerini taşıdıklarını düşünecek olursak kendimize karşı biraz daha insaflı davranırız.
Kendini olduğundan daha değersiz görme fi’linin misallerine her gün rastlarız. Bu en fazla, genç kızlarda görülür; bu genç kızlar sanki iyi bir erkeğe lâyık değilmişler hissi ile muazzep ve bedbaht olurlar. Daha başka misaller de çoktur. Hiç bir zaman muvaffak olamıyacağını düşünerek karşısına çıkan normal fırsatlardan istifadeye cesaret edemeyen iş adamı tipi; arkadaşlarının her zaman kendinden daha bilgili ve daha kabiliyetli olduğunu düşünen meslek adamı; üniversite imtihanından korkan genç; sosyal hayatta başkalarının parlak kabiliyetlerine nispetle kendini silik gören sevimli kadın; içten kendi kendilerine karşı nefret besliyen bütün bu insanlar, kendi kendilerinin dâvasını gören ve kendi haklarında yanlış hükümler vererek hakikî kabiliyetlerini darağacına gönderen hâkimlerdir.
Bu aşağılık duygusuyla ipnotize edilmiş bir halde yaşayan birine söyliyeceğimiz şudur: «İşin garibi, hiç kimse sizi kendi gözünüzle görmüyor. Hakikatte siz, kuvvetli; dirayetli ve muvaffak olmuş bir şahsiyetsiniz. Elinizde bulunan ham maddelerle oldukça iyi bir benlik yaratmışsınız. Aile yurdunuz, işiniz ve bir de adınız var. Sizi kendi şahsiyetiniz için seven ve sayan kimseler var. Şu halde bu şahsiyete siyah gözlükle bakan bir sizsiniz; yazık değil mi? Sizin bu husustaki şahsî kanaatiniz yanlıştır. Şu siyah gözlüğü bir kere çıkarın bakalım; kendinize olgun yaşa gelmiş insanlar dünyasında bir mevki verin, ve anlayınız ki, o dünyanın taleplerini karşılayacak kuvvet ve istidat sizde de vardır. Siz kendi tahmininizden daha kabiliyetli, daha kudretli ve daha yaratıcı bir adamsınız.»
Benliğe karşı bu kara, bulanık endişeler ve çarpık vaziyetler, birçok yollarda kendini gösterir. Meselâ, bir çocuğun babası ölüyor. Bu ölüm hâdisesi, çocuğa münasip bir şekilde anlatılacağına, yavrucağız kendini bir muamma karşısında bulur ve neticede kendini terkedilmiş ve tek başına kalmış bir vaziyette görür. Babası evini bırakmış kaçmış zanneder. Çocuk büyür, fakat şuuru altında daima bir his vardır: Dostları, patronları, cemiyet, herkes onu reddedecek korkusu. Çocukluğunda büyüklerin bir düşüncesizce hareketi yüzünden çocuk kendine güvenmek hissinden mahrum kalmıştır. Çocuk o zaman babasının isteyerek kendisini terketmediğini anlamıyordu, sevseydi bırakıp gitmezdi,» düşüncesi ebediyyen kökleşmiş oldu.
İnsanların çarpık düşüncelerinin kökünü arayacak olursak, buna benzer birçok misaller buluruz. İşte size bir çocuk ki, büyükleri tarafından sevilmesi şarta bağlı olmuştur; anababasının tam istediği gibi hareket ederse, onu Gevecekler. Gördüğünüz duygusuz serdar, veya katı kalpli materyalist belki böyle bir hissin neticesinde meydana gelmiş, ve içinde kökleşmiş olan emniyetsizlik hislerini kapatmak için daima mevki ve iktidar peşinden koşmuştur. Başka bir misal: Bir kadın, çocukluğunda daima başkaları ona bakmış, herkes onu pohpohlamış ve hiç kimse onun biraz da kendine güvenmesi icap ettiğini öğretmemiş. Hayatında daima muztariptir, birkaç kere evlenmiş, ayrılmış; çünkü hiç birinde işini gücünü bırakıp kendisine hizmet edecek bir müşfik anne bulamamış.
Gözleri derini göremeyenlerce büyük âşık timsali diye adı çıkmış olan Don Juan hakikatte ömründe ne sevmiş, ne de sevilmiştir. Sayısız muvaffakiyetleri, ruhunda bir aşk istidadı olmadığını, hattâ sevebileceğine bile inanmadığını kendi kendinden gizlemek için yapılan hareketlerdir. Bütün hayatı bir kaçış ve arayıştan ibaret olmuştur. Hep sevmek peşinden koşmuş, ve sevginin mevcudiyetine inanmadığını kendi kendine itiraf etmekten kaçmıştır.
Bunlar hepimizin de görüp bilmesi gereken çok ehemmiyetli noktalardır: Kendi kendimize karşı nelerde yanlış vaziyet alıyoruz; hakikatte ne olduğumuzu ve nasıl olmamız gerektiğini biliyor muyuz, yoksa yalnız düşüncelere mi kendimizi kaptırmış bulunuyoruz? Bazılarımız, kendi kendilerini seviyor zannederler, halbuki hakikatte r.akat egoist düşüncelerle kendi benliğimizi mahvediyoruz. Ya kendi faziletlerimize ve kabiliyetlerimize karşı katı bir nefret yahut da uyuşturucu bir egosantrikliğin gayri meş’ur kurbanları oluruz. Narsisizm denilen bu sahte ego sevgisinden ve masochism denilen o yıkıcı egodan nefretten kurtulunca, hem kendi benliğimizle, hem de başkalarıyla dost olacak hale geliriz. O’ zaman hakikî ego sevgisi yoluna girmiş oluruz. Böyle ego sevgisi borçok şeyleri ifade eder, fakat asıl kökü kendi kendine * hizmettir. Dünyada hiç bir erkek veya kadın, feragat sanatını ve bunun kadar esaslı olan benliğini hakikî haliyle kabul etme hünerini öğrenmedikçe kendine hürmet hissi besliyemez.
Kalb huzuruna kavuşmak isteyen her şahıs, daha mükemmel ve teminatlı şeylere sahip olabilmek için, birçok şeylerden feragat etmek hünerini öğrenmelidir. Bu son derecede ehemmiyetli ve güç bir adımdır. Ağlayınca, hemen karnımızı doyururlardı; bir şeyden korkunca derhal bizi yatıştırır, ve korurlardı; hasta olunca, bize bakar, iyi ederlerdi. Bize düşen iş sadece feryadı basmaktı, hemen, büyükler etrafımızda dört döner, bizi okşar, istediklerimizi yaparlardı. Çocukluk halinde, feragat nedir, hemen hemen hiç bilmeyiz. Çocuk aklı, istediği şeyin gecikmesini hazmedemez. Fakat büyüdükçe öğreniriz ki, beşer inkişafının her merhalesi, bizi muhtelif şeyleri teraziye koyup, bazılarını diğerlerinin hatırı için feda etmeğe da~/et eder.
Santayana, şu sözlerle en harikulâde mütalâlarından birini bize sunmuş oluyor: «Hayatta büyük güçlük, insanın iyiyi mi, kötüyü mü seçeyim diye düşünmesinde değil, iyilikle iyilik arasında intihap yapmasındadır.» Meselâ, bir insan büyük bir Shakespeare artisti veya kudretli bir vâiz olmak suretiyle teşkilâtçı yaratıcı kabiliyetlerini genişletmek ister. Tabiî her ikisini birden yapmasına imkân yok. Halbuki ilk gençlik devrelerinde, bir arzunun diğer bir arzu ile beraber gidemeyeceğini, ve bunun için arzular arasında tercih mecburiyetinde bulunduğumuzu pek anlayamayız.
Genç bir çocuk kafasında on on beş ayrı mesleği birden düşünüp, ileride şunu mu, bunu mu yapayım, diye tereddüt eder. Büyükler dünyasında bir mevki yapacak olan genç adam, bir tek mesleği hakkıyle başarabilmek yolunda birçok mesleklerden feragat etmesi gerektir. His sahasında da bu böyiedir. İlk gençlik yaşında bulunan birisi sevgi hislerinin mevzuunu değiştirebilir; fakat bu zamanın monogam olan sosyal hayatında, olgun yaşta bir adamın ilk gençlik devresinde bir çocuk gibi hareket ederek hem kendini; hem de ailesini kararsız ve sebatsız his ve hayallerine feda etmesi bir facia olur.
Zaman; dönmek bilmez bir oktur; çocukluk ve ilk gençlik zamanlarından geçerken, üstümüzden soyup attığımız benliğe tekrar dönemeyiz. İlk gençliğin tasasız elbiselerini tekrar giymeğe çalışan erkek; hislerine çocukluğunun bebek elbiselerini giydirmeğe yeltenen kadın, bunlar zamanın okunu çevirmeğe uğraşan acınacak kimselerdir. Vaktiyle, muayyen bir devreye uygun olan fakat sonraki safhalara hiç de uymayan arzulardan feragat etmesini henüz öğrenmemişlerdir. İnsan varlığının ifade et tiği mâna, kapıların, birçok kapıların kapanmasıdır; yoksa asıl büyük kapı, olgun sevgi ve olgun yaşa mahsus başarı kapısı açılamaz.
Uygun ile uygunsuzu ayırt etmeyi öğrenmeden hiç kimse hakikî benliğe hürmeti öğrenemez. Olgun bir incan sıfatiyle vazife mes’uliyetleri yüklenmeyi öğrenmeli ve seçmiş olduğu herhangi bir sahada, sevgi, evlilik, meslek ve yarış sahasında kendi hakikî kabiliyetini geliştirmelidir. Kendisinin artık ilişiksiz, serbest bir insan atomu olmadığını kendi kendine sadece söylemekle kalmamalı, bunu iç benliğinde iyice hissetmelidir. Böyle bir adam: «Her bir hareketim, havuza atılmış bir çakıltaşı gibidir; başkalarının hayatında gittikçe büyüyen dalgalar husule getirir,» demelidir.
Feragat ekseriyetle acıdır; bunun için hayal hayatımızın pelerinli kılıçlı romantik şahıslarının yakasına yapışır, bir türlü kendimizi onlardan koparamayız. Gerçi, hayale dalıp da kendimizi vaktiyle olmak istediğimiz galip âşık, büyük kahraman, veya meşhur fenci tasavvur etmemizden kimseye bir zarar gelmez. Fakat çocukluk hayallerini bilfiil yaşamağa kalkışmak, veya olgun yaşın imkân ve imkânsızlık arasına çekmiş olduğu mâniaları yıkmağa çalışmak, hem abes, hem de tehlikeli bir iş olur.
Nihayet, çocuklarımızın, dostlarımızın, hattâ sevgililerimizin yalnız bizim olsunlar diye mânâsız şekilde yakalarına sarılma hareketinden vazgeçmemiz icap eder. Şahsiyetler büyümeli ve Cari Sandburg’un dediği gibi «Parmaklarımızı gevşetip tuttuğumuzu salıverecek ve güle güle git diyecek» kadar içimiz genişlemelidir. Bu gibi feragatler sadece sözle yapılmamalı. İmkânsız arzularımıza ve ele geçmesi kabil olmayan ihtiraslarımıza cevap olarak içten gelen bir «Hayır» demeli, ve bu feragatin bize ne ifade ettiğini, bizden ne istediğini katiyetle bilmeliyiz.
Feragatle, hisleri haps (repression) arasında bir fark olduğunu unutmıyalım. Bütün ihtiraslarını ve arzularını hapseden ve onları her realiteden mahrum bırakan şahıs, perişanlık yolunu tutmuştur. Diğer taraftan, değersiz ve gerçekleşmesine imkân olmayan arzularını şuurlu surette tanıyan kimse ise, hayatını olduğu gibi görmek ve bu suretle tuttuğu yolun sebeplerini göz önünde tutmak suretiyle kendini kuvvetlendirmiş olur. Kendi kendine, şu sözleri söyleyebilen bir insan, hislerini hapsetmeden feragat yolundaki dirayet seviyesine çıkmış demektir: «Biliyorum ki, içimde daha ilk gençlikten eser var; fakat yine biliyorum ki, şimdi bende olan olgunlaşmış hayat modelini bozmağa kalkışırsam hem kendi hayatımı, hem de başkalarınınkini mahvedebilirim; bunun için, daimî ve sabit saadet uğrunda ben geçici tecrübeleri seve seve feda ediyorum.»
Ne zaman feragatle yüz yüze gelir ve hakikî ve sürekli saadetimizin gerçekleşmesi yolunda esas budur, diye kendimizi ikna edersek, iç mücadelesi ile mânevi yükten c zaman kurtuluruz. Fen adamı, insana mükâfat vermez gibi görünen hakikati araştırma uğrunda dünyevî şöhretten feragat eder. Stoik, cefakeş dâvasını feda etmektense, faşist zorbaların işkencelerine katlanmayı tercih eder. İsrail kavmi, kâinatın bir tek Allah’ına ve onun ahlâkî şeriat ahkâmına sadık kalmak için mânevi uzlaşma ve maddî teminata sırtını çevirir; bütün bunlar yaratıcı feragat misalleridir. Bu feragati öğrenmiş olan kimseler, bir dakikalık geçici hazlar için değil, ebedî ve bâki kıymetler için yaşamasını öğrenmiş şahsiyetlerdir; benliğe hürmetin ve kalb huzurunun yegâne kaynakları bunlardır.
Hakikî benliğe hürmete götüren ikinci bir yol da kabul yoludur: Gerek kemalimizi gerekse kusurlarımızı teslim ve kabul etmek... Birçok kimseler, kendi benliklerini iki yolda tefsir ederler; yâni, iki ayrı odada yaşayan iki ayrı benliği tasvir ederler. Bir odada faziletlerinin portreleri asılıdır; parlak, canlı, muhteşem renklerle yapılmıştır; içinde ne bir gölge, ne de muvazene var. Öbür odada, benliğin mahkûmiyetini gösteren resim asılmıştır — acayip bir nevi Dorian Gray karikatürü —bu da öteki gibi realiteden uzak bir şekilde kasvet verici kara veya koyu yeşil renklerle boyanmıştır, içinde ne bir ışık var, ne de canlılık.
Bu iki resmi birbirinden ayrı yerlerde saklayacağımıza, ikisine birden bakmamız ve onları yavaş yavaş birleştirmemiz lâzımdır. Mânen yükseldiğimizi hissettiğimiz dakikalarda, suç, kin ve utanç gibi unsurları kendi benliğimize mal etmekten korkarız; ruh sıkıntısına düştüğümüz dakikalarda ise, gerçek bizim olan iyiliği ve be şanları kendimize mal etmekten çekiniriz.
Hemen şimdi işe girişip kendimize ait yeni bir portre yapmağa ve benliğimizi olduğu gibi kabul etmeğe başlamamız gerektir. Biz insanlar mutlak mahlûklar değil, nisbî mahlûklarız; yaptığımız her iş içinde bir kusur çeşnisi vardır. Ne çok kereler insan oğlu Allah’la rekabete kalkışır, ve kendi benliklerinden ancak Cenabı Hakka mahpus şeyler istemek gafletinde bulunur; halbuki mutlak kemal ancak Allah’ındır! Her insanın içinde hem kırıcı ve zorba, hem de tenkitçi ve cefakeş bir taraf var. Öyle zamanlar olur ki, tahakküm etmek, yıkmak, kırmak ve başkasına ıstırap vermek isteriz. Bu gibi temayülleri, şahsiyette bulunan tam iyiliğin emrine vermek mümkündür ve yapılmalıdır.
Birçok kimseler, içlerine arasıra gelen yıkıcı hislerden dolayı çok muazzep olur ve bundan dolayı kendilerini kötü insan sanırlar. Fakat Aristotle: «Bir kırlangıçla bahar gelmez,» demişti, bizim de bilmemiz gerektir ki bir iki, hattâ daha fazla nâhoş hususiyetlerden dolayı nâhoş birer şahsiyet olmamız icap etmez. Edmund Burke, yıllarca evvel beşeriyeti, cemiyette herhangi bir sahte umumileştirme (generalization) tehlikesine karşı ikaz etmiştir. Bugün de kendi şahsiyetimiz hakkında böyle bir «umumileştirme» tehlikesinden sakınmalıyız. Gerek kendi şahsımıza, gerek başkalarına karşı bazen içimize gelen birtakım nâhoş veya değersiz duygular yüzünden, kendimizi mânen cüzamlı veya ahlâki paryalar telâkki etmemiz icap etmez; bunu idrâk ettiğimiz anda enfes bir hürriyet hissine kavuşuruz, içimiz hafifler. Bu duyguları kabul edince kendimizi olmadığımız bir insan farzetmemize hacet kalmaz. Olduğumuz gibi olmamız kâfidir! Bu arada şunu da öğreniriz: Eğilmez gurur, iç benliğinin zaferinin en büyük düşmanıdır; halbuki yumuşak huylu tevazu, yâni kendimizden melekçe ve imkânsız şeyleri istemediğimiz zamanlarda duyduğumuz tevazu hissi, ruh huzurunun en büyük müttefikidir.
Çok kolaylıkla kabul ettiğimiz nice keyfiyetler var. Meselâ, şu dünyamız değişikliklerle dolu bir âlemdir: içinde nice ırklar, kültürler, âdetler vardır. Amerika’da millî bünyemizi teşkil eden ve zenginleştiren bu ihtilâfa, bu çokluğa seviniriz. Bu ihtilâfı ve çokluğu kendi benliğimizde de böylece kabul etmeyi, biz insan oğullarının birçok hallerden, muharriklerden, hususiyetlerden, ve hislerden teşekkül etmiş olduğunu bir hakikat diye teslim etmeyi ve bu hakikatte sevinç bulmayı öğrenmeliyiz. Böyle bir hareket Stevenson’un çocuk ruhunu aksettiren şu sözlerine daha derin bir mâna verir: «Dünya birçok şeylerle dopdoludur, ben eminim ki hepimiz de kırallar kadar mesut olabilirdik.»
Bu hareket hattı üzerinde ilerleme ağır, bir taraflı ve ekseriyetle cesaret kırıcıdır. New York’ta bir psikiyatrist iki yıl tedavi ettiği bir ayyaşın hikâyesini anlatıyor. Bir gün adam, tedavi esnasında yeni bir havadisle geliyor. Kendisini işinden atmışlar. Doktora diyor ki: «Size bir şey diyeyim mi, doktor; bu iş bundan bir sene evvel olsaydı, buna tahammül edemezdim. Doğru meyhaneye gider, kafayı tütsülerdim. Doğrusu, dün akşam canım da bunu istemedi değil. Fakat düşünüdm ki, bu darbeyi korkmadan kabul edebilir, değerinden ziyade ona ehemmiyet vermez ve hâdiseyi olduğu gibi görebilirsem, umumî ahvalim bakımından herhalde daha iyi bir hale gelebilirim. Demek istiyorum ki, muvaffakiyet gibi, muvaffakıyetsizlik de hayatın büyük tecrübelerindendir; beşerîdir.»
Doktor bunu, hastasının hayata karşı vaziyetinde belli bir ilerleme alâmeti diye kaydetti. Daha sonra, bu adam t aşka bir iş sahasında şaşılacak başarılar kazanmak suretiyle hekimin teşhisinin doğruluğunu ispat etmiştir. Bir insan hayatı her safhası ile sevmesini öğrenmişle, ne muvaffakiyet, ne de muvaffakıyetsizlik onu sürekli şekilde incitemez.
Kendi benliğimiz hakkında pluralistik (Kesretiye mezhebi görüşüyle.) bir düşünüşe sahip olabilirsek, sıkıntılı hali, katı kalplilik halini yahut işbirliğinden kaçınma halini, süreksiz, ve değişken birçok beşerî hallerden biri diye kabul etmeyi öğreniriz. Böyle pluralistler sıfatiyle kendimizi iyi ve kötü hasiyetlerimizle olduğumuz gibi kabul eder, kendimizden kolay kırılır bir kemal istemekten vazgeçeriz. Çünkü bu imkânsızlık bizi ümitsizliğe kadar götürebilir. Her insanın teşekkülünde hem muvaffakıyetsizlik sebepleri, hem de muvaffakıyetsizlik unsurları vardır. Her ikisini kabul etmekle beraber, benliğimizi tanımak yoluyla İkincisini kuvvetlendirmeğe gayret etmeliyiz.
insanlara uygun şekilde kendi benliklerini sevmeyi öğretmek her dinin vazifesi olmalıdır; çünkü insan oğlu kendi benliğine karşı yanlış vaziyetlerin esiri olduğu müddetçe başkalarına karşı da mutlaka yanlış vaziyetler alır. Eğer insan kendi benliğini sevmezse, komşusunu kendi nefsi gibi nasıl sevebilir?
Bana öyle geliyor ki, Garp dinlerinin gözümüz önüne •kcymuş olduğu ideal insan portresi belki bizi korkutmuştur. İnsan oğlunun en derin ihtiyaçlarından biri intibak zarureti olduğuna göre, bu sun’î ve realiteye uymaz ideale intibak edebilmek için kendi tabiatlerimiz hakkında kendi kendimizi aldatmış bulunuyoruz. Bu zıtlık, memnuniyetsizliğimizin en baş sebeplerindendir, ve bunu halletmedikçe mânevi huzura kavuşamayız.
Yapacağımız ilk iş, her insanda eşsiz ve sevgi dolu olan kuvvetin «benlik» olduğuna inanmaktır; bu benlik ise çok kere cemiyeti ezmeğe çalışır. Bunun için elimizde bulunan bütün kuvvetleri kullanarak ezici ve yıkıcı olan şu intibak bağlarından kurtulmağa çalışmalıyız. Yoksa, vaktiyle her doğan Çinli kız çocuğunun ayakları bağlanarak sakatlandığı gibi, bizim de ruhan ve mânen sakatlanmamız muhakkaktır.
Ben inhanın nihayetsiz derecede kuvvetlere malik olduğuna inanıyorum. Ona uygun yol gösterildiği takdirde insan oğlunun elinden gelmeyen şey, iş ve aşk sahasında başaramıyacağı muvaffakiyet derecesi yoktur. Bununla beraber şunu da kabul etmeliyiz ki, kuvvetlerimize fiilî başarılar arasında, ferdin benliğine temessül etmesi icap eden bütün bir kültür dünyası vardır. İşte bu temessül ameliyesi esnasında, bu «kültürlenme devresi» içindedir ki, işler aykırı gider. Bilfiil, terbiye sistemimiz (buna aile, mektep, kilise ve başka her kültür kolu dâhildir) her insanın ferdiyetini, benliğini, hakikî kuvvetini (potential) bastırmak istikametinde çalışır. Ferdin kendi şahsına münhasır kuvveti, temayülleri ve kabiliyetleri ekseriyetle anlaşılmaz ve hesaba katılmaz. Anne, çocuğu çok sual sorduğundan dolayı azarlar; baba, şehir haricindeki mermsr ocağına muayene edeyim derken geç kaldığı için paylar; hoca kerrat cetvelini öğreneceğine, bir gemi resmi yaptı diye cezalandırır, öbür çocuklarla salıvermez. Asıl ferdî ve eşsiz «benliği» feda etmek mukabilinde, bu intibak zaruretini nâmütenahî çoğaltmak suretiyle cemiyet, «iyi» bir insan meydana çıkarıyor. Doğduğu saatten öldüğü zamana kadar kuvvetlerini sayısız yollarda bozmak suretiyle, medeniyet bu ferdin bünyesine öyle katı bir örnek koyuyor ki, bu fert asıl kendi benliğini ifade etmekten âciz kalır.
Ferdin inkişafına meydan vermeyen hoca, bunu şuuruyla yapıyor sanmıyalım. Onlar, çok iyi bir iş başardıklarına kanidirler. Fakat kendi hakikî benliği fikrine sıkı tutunan, ve nihayette zafer kazanan ferdin ancak kendisidir. Bu mücadele için ödeyeceği paha ekseriyetle çek yüksektir. İngiliz hükümet mektepleri sisteminde, doğuştan kendi hakkı olan şairlik kabiliyetinden vazgeçmeyen Shelley, bir psikiyatriste gidip kekemeliğinden kurtulmak için Şikago’dan New York’a kadar yayan giden genç, kendilerini büyük meşakkatlere atmak suretiyle yüksek pahalar ödediler, fakat kendi fikirlerine tutundular; kim olduklarına, ne olabileceklerine kanidiler, ve benliği için mücadeleye muktedir daha küçük şehsiyetlerin bastırılıp, yol alacağı bir mücadeleyi kazandılar.
Benliği bulmak yolundaki bu mücadeleden herkesin mutlaka ya bir dâhi, yahut da bir evliya olarak çıkması şart değildir. Bunu bilmek, kendi kendimizle barışmamıza yardım eder. Ferdî ruhlarımızın iç duvarlarına bizzat teselli verecek şu iki şiarı asarsak kâfidir: Birincisi, «kendine hürmet et»; İkincisi «kendine güven». Bütün kusurların ve başarılarınla kendine hürmet et. Karakterinde nahoş hususiyetlere hâkim olmak, ve iç benliğindeki doğruluk ile dışındaki itimadı elde etmek için kendine güven. Bu biJgi ve itimat bizim çek beşerî olan kenidinizden nefret temayülümüzü eksiltir. Bunlar hakikî benlik sevgisinin verimli kaynakları olurlar; o sevgi ki, ne kudretlerini mübalâğalı görür, ne de değerlerini küçümser.
Tevrat’taki «Komşunu kendin gibi seveceksin» emrinde insanı cezbeden bir tatlılık var. Bunda, İbranî Kitabı Mukaddesinin koyduğu daha sert kanunlardan bambaş ka mahiyeti olan beşerî bir rikkat ifadesi görülür. Din, komşu sevgisi fikrini yakalamış, onu müşfik ellerle asırlar boyunca cilâlanmış, cesaret kırıcı karanlıklar ve dünyayı saran korkular içinde onu pırıl pırıl haliyle muhafazaya uğraşmıştır. Harp çılgınlığına düşmüş bir dünyada sevgiden bahsetmek mânasızdır; fakat bu mücadele de boşuna gitmemiştir. Gerçi buhranlı zamanlarda insanın insana karşı gösterdiği insaniyetsizlik baş yeri kazanmış gibi görünmüşse de, her zaman bir Hillel, bir Assisi’li Francis veya bir Nightingale çıkmış ve insanlara hatırlatmıştır ki, insanda hemcinsine karşı sevgi duyma kuvveti, beşerin ölmezliğini haber veren başlıca alâmettir.
Hakikaten, bu asrın ferdiyetçi ahlâkıyatı, bu gökten çıkmış komşu sevgisi mfhumuna gizli ve aşikâr olarak meydan okumuştur. Politika ve ekonomi sahalarında — ki bunlar dünyada gezen şu insan oğlunun tipik faaliyetleridir — şu hiç bir umdeye istinat etmeyen kanaati kafamıza koymuş bulunuyoruz: İnsan kapalı, mühürlü bir ferttir, ve haricî tesirlerden tamamen masundur. Bu nazariyeye göre insan, kendi kendini doyuran bir kaynaktır, kendi enerjilerini kendisi hâsıl eden bir dinamodur. Zaman kapitalizminin esasındaki felsefe «herkes kendi canı için uğraşır, geriye kalanı şeytan âlsın» şiarının ekonomik şeklidir. Sağ kalma mücadelesinde (bu tamamiyle hayvan âleminden alınmış bir mefhumdur) bize öğretilen nedir? Her nisan ancak kendi kuvvetine dayanmalı, sadece kendi insafsızlığının kuvvetiyle yaşamılıdır. Bizi teselli etmek için de şu netice gözümüz önüne konuluyor: Her fert yalnız kendini ve kendi iyilik ve menfaatini düşünecek olursa, tabiatiyle cemiyetin iyiliği de temin edilmiş olur.
Ahlâkî bakımdan katılğı bir yana, fikir haddi zatında yanlış ve sakattır; köhneleşmiştir, ve yalandır. Kuvvetli ferdiyetçilik son yıllarda ekonomi ve politika çekiçlerinden çok darbeler yemiştir. Dean Woodbridge’in «müsabakalı egoizm» diye tâbir ettiği bu fikrin yanlışlarını felsefe de durmadan gösteregelmiştir. Bu asrın en iyi fikir âleminin iddiası şudur: İnsan, nefes alıp vermeden nasıl yaşayamazsa, öylece, kendiliğinden veya kendisi için de yaşamasına imkân yoktur.
Ferdî hayatlarımızda ilk esas hakikat, her insana karş1 mutlak bir sevgi hissi beslemek keyfiyetidir. «Sevgi» tâbirinden kasdettiğim, kıymet verdiğimiz bir kişiye veya bir grupa karşı alâkamız, daha büyük bir bütüne mensubiyet ve başkaları için bir değer ifade etmek hissidir. Beşer tabiatinde bütün esaslı endişelerin kaynağı, insanın kendini, düşman bir dünya içinde yalnız ve âciz hissetmesidir; hayatın in~ana ilk yüklettiği mecburiyet, kendimizle ana babalarımız arasında ve zamanla ana babalarımızın yerini alan sevgililerimiz, dostlarımız ve iş arkadaşlarımız arasında yer alacak temelli bir alâka kumaşı dokumaktır. Hakikaten, fen bugün bize neler öğretiyor? Kâinatı ancak alâkalar bakımından öğrenmemiz kabildir, eşya başlıbaşına mücerret olarak hiç bir şey değildir; atom bile ancak herhangi bir teşkilât dokusunda mâna kazanıyor. Meselâ, karbon atomları, muayyen bir alâka şeklinde kömür, diğer bir alâka şeklinde ise elmas oluyor. Bir laboratuvarda, fizik, kimya, biyoloji veya psikoloji sahalarında, nereye dönersek ayrılığın imkânsız ve alâkanın her şey olduğunu görürüz. Yalnızbaşına bir atom mânâsız bir atomdur. Alâkalı bir atom, tabiatin yapı taşıdır. Yalnızbaşına bir insan, kıymetlerin yıkıcısıdır; alâkalı bir insan ise hem ferdî, hem de İçtimaî barışın yapıcısıdır.
Dünyada hakikî terakki «kendi kendini yaratan cemiyet» değil «benliği yaratan cemiyettir.» John Dewey ve George Herbert Mead gibi fikir adamları onsekizinci asrın şu fikrini tetkik etmişlerdir: Her fert, doğuşundan kendine verilen bir «akıl» vasıtasiyle, sosyal alâkalara girer. Bu filozofların iddialarına göre fert, lisanın İçtimaî tesiri ve topluluğun, şahsiyetin büyüme halinde olan plâstik maddesi üzerindeki vuruşları vasıtasiyle «akıl» elde eder.
Bu suretle başkalarıyla olan dayanışmalarımız hiç de bir dinî idealizm değildir. Bu, beşer realitesinin en çok ihatası olan keyfiyettir. «Komşularınla alâkalarda bulunacaksın» kaidesi psikolojik hayatın kanunlarındandır; en güç müşküllerimizin birçoğu da bu kanunun işlemesinden hâsıl olur. Bu alâkalılığı anlayabilirsek, ailelerimiz, dostlarımız, iş arkadaşlarımız, ve hattâ kendi kendimizle çok daha iyi geçinir. Freud’le haleflerinin inkılâpçı mahiyetteki klinik çalışmaları şu yeni hakikati tebarüz ettiriyor: Bizi biz eden şey başkalarıyla olan alâkalarımzdır! Sadece kafalarımız değil, şahsiyetlerimiz, hislerimiz, ve bütün kıymetlerimiz, benliğimiz üzerinde kuvvetli izler bırakan şahsiyetlerin tesirleri neticesidir. Mâna sahasına gelmekte geç kalmış olduğumuzdan, yalnız yiyeceğimiz ve rığmacak yerimiz için değil, elde ettiğimiz kültür ve akıl, karakterimiz ve bizim Öz «benliğimiz» için başkalarına dayanmağa mecburuz.
Başkalarının aynı olmak ameliyesi vasıtasiyle yavaş yavaş kendimiz oluruz. Yâni, biz, tahmin edemiyeceğimiz derecede bizden evvel gelen babalarımız, analarımız, kardeşlerimiz, amca, teyze ve amcazadelerimiz gibiyiz. Asrın psikolojisi gösteriyor ki, içtiğimiz sütle, sadece maddî gıda almakla kalmıyor, etrafımızda bulunanların örneklerini, ideallerini, reaksiyonlarını, ve hal ve vaziyetlerini de yutuyoruz Mânevî mefhumuyla, kahramanlarımızı hazmediyor ve onların hayat tarzını kısmen kendi hislerimizin hamuru haline koyuyoruz. Çünkü, dünya yüzünde bulunan benzetme kabiliyeti olan insan oğludur. Bu kudret insan varlığının hem faciası hem de şerefi olmuştur.
Şuna inanın ve hatırınızda tutun ki: Her evliyanın ve her günahkâr kimsenin, ömründe hiç görmiyeceği insanlar üzerinde tesiri vardır; çünkü söz ve hareketlerinin, her yerde bulunan beşer tabiatinin yumuşak balçığı üstüne damgası basılır. Bir erkek çocuğa babasının cesareti veya annesinin korku ıstırabı geçer. Bütün bir edebiyat âlemi bunu tasvir eden misallerle doludur. Ulysses’in oğlu Telemak, savaşçı babasından kendisine geçen cesaretle bütün îthaca’yı babasının yolculukları sona erinceye kadar düşmandan korumuştur. Gegol, Taraş, Bulba’mn oğullarını anlatırken, babanın sevgi ve yiğitliğini örnek alan oğulların mâbudlara yakışır merbutiyetini göz önüne koyuyor. İbsen’in «Ghosts» (Hayâletler) adlı eseri, çek korkak bir annenin oğlu üzerinde bıraktığı tesiri tahlil eden bir etüddür. Euripides’ten O’Neille’e kadar her facia muharririnin eserinde, iyi veya kötü, sayısız aynılık misalleri vardır. Asrm psikolojisi dünyaya şöhretleri yayılmış muharrirlerin nüfuzu nazarlarını te’yid etmiş ve göstermiştir ki, hepimiz de kendi ruhumuzun dokusuna karıştırmak üzere başka şahsiyetleri benliğimize alırız.
İnce ve ekseriyetle gayri meş’ur olan bu aynılaşma ameliyesi bizim hiç bir zaman yalnız veya ayrılmış halde bulunmadığımızı ifade eder; ve yine inanmak istemediğimiz bir derecede bizim muhitimizin yarattığı ve kahramanlarımızın mahsulü mahlûklar olduğumuzu gösterir. Şahsiyetimiz, kendi kendini yaratan bir madde olmak şöyle dursun, beşikten mezara kadar, başka şahsiyetlerin tezgâhında dokunan bir kumaştır. Canımızın meskeni olan beden, başkalarının bizim için tedarik etmiş olduğu tuğlalarla yapılmıştır. Bu münasebetle diyelim ki, psikanaliz, şüpheye en ufak bir yer bırakmadan ispat ediyor ki. Berkeley’den Bertrand Rusell’e kadar bu asrın bütün filozofları, insan kendi hemcinsiyle hakikî bir alâkadan mahrum tamamiyle mücerret bir uzviyettir, düşüncesiyle boşuna üzülüp çırpınmışlardır. Hakikaten, Freud, beşeriyetin yalnızlık iddiasını ortadan kaldırmakla İsrail peygamberlerinin hadesî dirayetlerini yeniden uyandırmıştır; o peygamberler insanları birbirine bağlayan rabıtaların şarkısını terennüm etmişlerdir.
Mademki psikolojik bakımdan ana babalarımız ve hocalarımız bizim teşekkülümüze hizmet ediyor, şu halde biz de ister istemez başkalarına şekil veriyoruz. Bütün muhitimize müessir olan sadece bizim hareketlerimiz değil, benliğimiz de bizim ayrı mahiyetteki şefkat veya insafsızlıklarımız büyük bir şey ifade etmez; asıl her hususta ehemmiyetli olan şahsiyetimizin bütün yapısıdır. Hallerimiz, hareketlerimiz, sesimizin tonu, tesirimiz altında bulunan çocukların ve büyüklerin hislerine şekil verir. Bizi taklit veya bizim gibi olmakla başka şahsiyetler şekil alır. Bu sebepten hepimize yeni bir ahlâkî vazife düşüyor: Hür, sevgiye müstait, cana yakın, işbirliğine hazır ve müspet şahsiyetler olmak.
İnsan kendi kendini potin bağlarından çekip yukarıya kaldıramaz, kaidesine rağmen, psikoloji bize gösteriyor ki, sevgi, cana yakınlık, ve müsamaha istikametinde sabit ve büyük kazançlar elde edebiliriz. Bu değerli kazançları elde etmek yolunda alınacak ilk adım da, komşularımız, ailelerimiz ve dostlarınızla memnuniyet verici ve hür münasebetler kurmamızın yolunda duran engellerin mahiyetini anlamaktır.
Bu engellerin birincisi sevgi kılığına girmiş nefrettir.
Bugün dünyada korkunç bir mücadele hüküm sürmektedir: Sevgi ile nefret mücadelesi. Bu mücadele millet ve fertlerin hayatının alacağı rengi tâyin eder; büyüktür, tehlikelidir, ve ölümle neticelenebilir. Medeniyetimizi ve bu medeniyetin intizamsızlıklarını en büyük ustalıkla meydana koymuş olan tahlilci Sigmund Freud, sevgi (eros) kuvvetleriyle, mütecaviz kendini yok etme (nefret) kuvvetleri arasındaki amansız savaş hakkında mülâhazalarda bulunmuştur. Şöyle diyor: «Beşer ırkının mukadderatını tâyin edecek mesele şudur: İnsanların tecavüzkârlık ve kendini yok etme sâiklerinden ileri gelen hayat düzensizliklerini baskı altında tutabilecek mi? İnsanlar tabiati hükümleri altına almak kudretlerini öyle yüksek noktaya getirmişlerdir ki, bu kuvvetleri kullanmak suretiyle, hiç bir tek insan kalmayıncaya kadar, birbirlerini kolayca yok edebilirler. Bunu biliyorlar. Bugün hüküm süren huzursuzluk, meyusiyet, ve korku halleri büyük ölçüde bundan ileri gelmektedir. Şimdi de ümit edilebilir ki, o iki kök kuvvetlerinin diğeri, ebedî «eros», kendisi kadar ebedî olan düşmanı «nefret» in yanısıra kuvvetlerini sürecektir.»
Bugünkü dünyaya şöyle bir göz atacak olsak, nefret sevgiden daha tabiîdir, iddiasını haklı çıkaracak çok şey buluruz. Harp zamanlarında nefret, ve insanların kardeşlerine karşı insaniyetsizce muameleleri ne müthiştir! Kitlelere karşı gösterilen şiddetle kökünden yok edici mahiyetteki bombardımanların uyuşturucu nöbeti altında, insanın kardeşini sevmek kabiliyeti hakkında meyus olmamız akla yatar şeydir. Apaçık kin ve nefretin dünyayı geniş adımlarla dolaştığını görmekle kalmıyor, insanlar arasında sayıya gelmez, üstü kapalı kin misalleriyle karşı karşıya geliyoruz: Böyle nefreti farketmek daha güçtür; çünkü sevgi nikabı altında saklıdır.
Bu, daima böyle olmuştur! Engizisyon zamanlarında, Torquemada, dinsizleri yaktırırken, bunu, onların ölmez ruhlarını sevdiğinden dolayı yaptığı kanaatini kendi kendine telkin etmiş olmalı. Buna benzer «engizisyonvâri sevgi» beşer tarihinde kendini çok göstermiştir. Kendi kendilerini salih bulan erkek ve kadınların kendi görüşlerini başkalarına zorla kabul ettirdiklerini nerede görürseniz (tabiî daima «iyilik etmek» maskesi altında), orada beşerî tecavüz ve cebir ve tazyikini sevgi kılığında bulursunuz. Analar, babalar, çocuklarına, hiç bir şahsî düşünüş veya müzakere imkânı bırakmadan onlara hükmetmeğe ve onlardan mutlak itaat istemeğe kalkıştıkları zaman bu mânada engizisyoncu rolünü yapmış olurlar. Yahut da tâlim ve terbiye adı altında kendi korku veya garazlarım çocuklarına zorla kabul ettirmeğe çalıştıkları zaman, benlik sevgisi hakikî sevgi kılığına girmiş olur.
Bu sahte sevgiyi Samuel Butler «The Way of Ali Flesh» (Bütün İnsanların Usulü) adlı eserinde tasvir etmiştir.
Theobald adındaki bir baba ile Christina adlı bir ana çocuk istemiyorlar; arzularına rağmen doğan Ernest adındaki çocuklarını da yürekten sevmiyorlar. Butler’in eserinde, bu ana baba, sert bir sevgi perdesi altında çocuğa ne eziyetler ediyor, neler çektiriyorlar. Bu ana baba, başlarına gelen bu derde, bütün bu mes’uliyetlere ne kadar kızdıklarım ve vazife adı altında yavrucağın başına bütün öfkelerini yağdırdıklarını kendi kendilerine itiraf etmiyorlar. Butler bütün bunları tasvir ederken şöyle diyor: «Christina’nm görüş noktasından dünyada, kocası Theobald ile kendisi gibi çocuklarının en yüksek menfaatlerine kendilerini feda etmiş ve onlar gibi yavrularına bağlı hiç kimse yoktu.»
Birçok ana babalar, tıpkı kendi ana babalarından gördükleri muameleyi çocuklarına yaptıklarının, ve bu suretle o zaman duydukları öc alma hissini yıllarca sonra yavrularından aldıklarının farkında olmazlar. Onların iddiasına göre çocuklarına gösterdikleri bu sertlik, sevgiden ileri gelmektedir; halbuki böyle sevgi çok kere düşmanlık, hor görülme ve mahrumiyet duygularını saklayan bir maskedir. Bunun garip bir delilini anthropoloji sahasında görüyoruz. Abram Kardiner «The Psychological Frontiers of Society» (Cemiyetin Psikolojik Hudutları) adlı eserinde anlattığına göre Şarkî Hind Adalarının iptidaî sekenesi olan Alorese kavmi çocuklarını herhangi bir sevgi ve itinadan sistematik bir şekilde mahrum ederler. Ana babalar, kendi büyüklerinden hiç bir şefkat görmedikleri için, sebebinin farkında olmadan çocuklarından nefret ederler. Bunun tam tersini, Comanche Hintlilerinde görüyoruz. Bunlar iptidaî, fakat sevgi bilen bir cemiyettir; burada büyüyen çocuklar, ana babalarından gördükleri bol alâka ve sevgiden dolayı tamam şahsiyetli insanlar olarak yetişiyorlar.
Evlilik alâkalarında da birçok sahte sevgi şekilleri var. Karısının benliğini kırmağa, veya kendi kaprislerini zorla yaptırmağa çalışan bir koca gördünüz mü, biliniz ki orada gördüğünüz şey «sevgi» nin sahte bir şeklidir. «Sevgi», komplimanlı bir tâbirdir: Erkekler ve kadınlar da çok kere sevgi gösterdiklerini fark veya iddia ettikleri yerlerde, hakikatte malikiyet, kıskançlık, tahakküm, kuvvet ve tecavüz gibi şeyleri meyaana koymaktadırlar.
Şu halde kendimizle başkaları arasındaki sevgi alâkalan imkânı sadece bir hayâl midir? Din insana «Kardeşini seveceksin» emrini verirken bir rüya İncilini mi âleme sunuyordu? Bu emre dudak büküp «hayâl», imkânsız şey diyenler olmuştur. Şair Heine, kendi saadet mefhumunu yarı şaka ifade ile şöyle anlatıyor: «Çatısı sazdan, fakirâne bir evim, iyi bir yatağım, güzel bir tabak yemeğim, pencerelerimde çiçeklerim ve kapımın önünde uzun ağaçlarım olsun, başka bir şey dilemem. Yok, Cenabı Hak beni tamamiyle bahtiyar etmek istiyorsa, düşmanlarımızdan altı yedisinin asıldığını görmek saadetini bana nasip etsin, tamamdır.»
Hein’in bu temennisinin altında korkunç bir hakikat vardır. Çoklarımız düşmanlarımızın düşkünlüğünü ve cezaya çarpıldıklarını görmek isteriz. Fakat işin içinde acı bir hakikat daha var, birçoklarımız gayrişuurî olarak dostlarımız ve aile efradımız hakkında da aynı hissi besleriz. Çünkü insan ruhunun çok garip tezatları var: Aynı nesneyi aynı zamanda aynı şiddetle hem sevip hem de ondan nefret edebilir. Cemiyet bunu anlamağa başlamıştır. İnsan oğullarının birbirine karşı ilk duygıisu olan düşmanlık yüzünden medeniyetin durmadan baltalandığını yarı anlamış gibidir. Bunun için, kültür, bu tecavüzkâr kin ve nefretlere karşı elinde bulunan bütün imkânlarıyla harekete geçmelidir. «Komşunu kendin gibi sev» diyen ideal emir bunun içindir. Bu emir beşerin nefret hislerine karşı en kuvvetli müdafaadır; bunu lâyıkıyla yerine getirmek imkânsız olsa bile, insanlar bu emre sıkı tutunmaktadırlar. Çünkü gayrişuurî olarak biliyorlar ki, bu emir ortadan kaldırılacak olsa, dünya bir kaos ve tam bir harabe olur.
Müspet cihetten düşünülecek olursa, büyük bir ümide düşeriz. Gerçekten beşeriyeti sevmiş ve o sevginin uğrunda hayatlarını vermiş olan kahraman ve azizlerin hayatını hatırlamak; ne bir karşılık, ne de sitayiş beklemeden kendilerini insanların iyiliği yolunda feda eden nice erkek ve kadınları düşünmek hakikaten gönül açıcı bir keyfiyettir. Harp yıllarında, felâket içinde bulunan insanların birbirine karşı gösterdiği bağlılık ve dayanışma; cephelerde cenk etmiş kimselerin anlattıkları fedakârlık ve feragat insanı hayretlere düşürüyor.
Her kadın bir Jean d’Arc veya bir Madam Curie olamaz, fakat kendi evinin sabır kalesine kahramanca işler gören milyonlarca kadın var. Yüz milyonlarca erkek her gün metanet ve vazifenin maden ocaklarına iniyorlar. Tarla veya değirmenlerde çalışmış olan herkes, bir arada çalışan işçileri canlandıran sözle ifade edilemez çok faal bir sevginin mevcudiyetini bilir. Bu iş yoldaşları arasında bir «entente cordiale» vardır; belki bu yalnız bir zümreye mahsustur ve yabancıları kuşku gözüyle görür, fakat ayni zamanda, bu, iş arkadaşlarını kaba, fakat müşfik bir bağla bağlar, ve görenlerin gıpta edeceği bir derecede faaldir.
Bütün edebiyat insanın sevgi ihtiyacını kaydeder. Garp şür edebiyatının en büyük ve tek mevzuu sevgidir. En asîl hisli şairlerimiz en ulvî dakikalarında tatmin edilmiş sevginin verdiği haz ve sevinçleri; sevgililerini kaybedenlerin, veya en çok arzu edilen bu rabıtayı tatmamış olanların çektikleri ıstırap ve acıları tarif etmişlerdir. Her okuyucunun kendine mahsus sevdiği şiirler var; teselli ve sükûn ararken, arasıra bunları okurlar. Benim bilhassa sevdiğim şu satırlar Emerson’undur :
«Her şeyi sevgiye ver
Kalbine itaat et;
Dost, akraba, zaman,
Mal, mülk, şöhret,
Plân, para ve Muse....
Hiç bir talebi reddeyleme!»
Her şeyi sevgiye ver! Eğer insan şu basit nasihate itaat edebilse, dünya ne çabuk ve ne mükemmel surette ıslah olur! Sevginin bu daha yüksek başarılarının çoklarımıza nasip olmadığını kabul etsek bile, herhangi iki insan arasında, patron ile işçi veya iki arkadaş arasında tatbiki kabil ikinci derecede sevgi şekli vardır. Bununla, basit şefkat, kardeş sevgisi ve karşılıklı rikkat faziletlerini kasdediyorum. Bütün fânilerin ekmekten sonra, hasretini çektiği, açlığını duyduğu gıda budur; ruhun biricik esas vitaminidir. Felâket ve harabiyet zamanlarında tabiî surette meydana çıkar, insanların hareketlerinde bunu görmek çok hoştur.
Günlük alâkalarımızda çok az kimseler bu şifa verici bağı kullanırlar. Satıcıyı, evdeki iş yardımcılarını, garaj veya başka işlerimizde çalışan adamları, elbiselerimizi ütüleyen terziyi, büyük şefkat programımız dışında bırakamayız. «İnsanlar arasında kardeşlik» teranesini birçoklarımız tomturaklı sözlerle başkalarına vâzederiz, halbuki kendimiz işimizi gören bir adama hiç de müsavat üzere muamele etmeyiz. Thoreau : «Berberi, aşçısı, veya uşağının da kendisinin yapısında olan aynı balçıktan yaratılmış olduğunu unutan herhangi bir adama, ben, merhamet sahibi diyemem!» diyor. Cemiyetimizin karışık tekerleklerinin dönmesine yardım eden insanlara karşı tecavüzkâr vaziyet alırken kendi kalb huzurumuzu boğmaktayız. Hemcinsimiz olan bir insan ne biçimdir, adı nedir, önce bunu anlamak ve onun da bizim gibi bir insan olduğunu kabul etmek için lâzım olan vakti, sabrı ve sevgiyi sarfedecek olursak, o zaman insanlar arasında kardeşlik daha iyi bir şekilde yer bulur.
«Sevgi» kelimesini saf yürekle söylemeden önce, esasında bunu ilham eden ölmez ümidi ve onu yaşatan fâni zaruretleri daha derin surette idrâk etmemiz icap eder. Bir gün zarfında rastgeldiğimiz her şahıs vakarlı ve esaslı bir insandır, biz de ona hakaret veya kötü muamele ettiğimiz zamanlar büyük bir insaniyetsizlik etmiş oluruz, düşüncesi hayatlarımızı döndüren cevherli mil olmalıdır.
Aramızda, şu hakikati lâyikiyle müdrik olan kaç kişi var? Yıldızlar ve güneş için cazibe kaidesi ne ise, insanlar için de sevgi kaidesi odur; mekân içinde cazibe ve defi kuvveti ne ise, beşer cemiyetinde kabul ve red kaidesi odur.
Hemcinsimiz tarafından kabul ve takdir olunmak, onların arkadaşlığına ve teveccühüne nail olmak hayatın en baş zevkidir. Arkadaşlık ihtiyacının yemek ihtiyacı ve samimî, sıcak, İnsanî alâkaların yerine başka şeyleri kabul etmek suretiyle bütün hayatlarını yaşarlar. Durmadan yeni ihtiras mevzuları arayan Don Juan’lar kendilerini ümitsiz bir surette içki, şehvet ve ahlâksızlık içinde kaybetmeğe çalışan erkek ve kadınlar bizim tahminimizden daha üstün derecede yalnız ve çıplak çocuklardır, içinde kayboldukları dünya onlar için hiç bir zaman sevgi, esvabı dokumamış, ve uzun yılların boş koridorları boyunca onları aman bilmez bir katılıkla yalnız ve kimsesiz bir halde sürmüştür. Zaferden zafere koşar gibi görünen kudret sahibi ve insafsız adamların maskelerinin arkasına bakınız, çok kere göreceksiniz ki, bu adamların ruhları hakikatte ric’at halinde, bir ordudur ve yalnızlıktan yalnızlığa koşmaktadır.
Fertler sıfatiyle en önce başka insanlarla basit sevgi bağlarına muhtacız. Dostluğun da, izdivacın da sırrı budur; iyi şekliyle bu çiftlerin veya dostların birbirine kuvvet ve cesaret vermeleri, ve hayatın bütün insanlara verdiği yaraların sarılmasıdır. Bizim her halimizi bilen ve buna rağmen seven kimseler tarafından kabul olunup makbul sayıldığımız ve bize ihtiyaçları olduğunu bildiğimiz zaman, her anlayışın üstünde olan sükûn ve huzurun ilk zerresini tatmış oluruz.
Dinamik psikoloji bugün bize şunu izah ediyor: İnsan oğlunun tabiatinde başkalarından sevgi kabul etmek yolunda önüne geçilmez bir ihtiyaç vardır, fakat bundan başka yakınlarından gelen sevgiden mahrum kalınca sevinç ve huzur içinde yaşamasına imkân yoktur; fakat bunlardan daha ehemmiyetli bir nokta da var: Başkalarını sevmek ve haricî dünyaya şefkat besletmek insanın çok derin ruhî bir ihtiyacıdır.
Her «ego» nun tekâmülünde öyle bir zaman gelir ki, mutlaka ya komşularını sevmeyi öğrenmeli, yahut da çarpılmış «sakatlanmış» bir şahsiyet haline gelmelidir. Normal şekilde olgunlaşan insanın ruhunda «vermek» ihtiyacı çok büyüktür. Erkekler ve kadınlar evlenmelerinin neticesinde çocuk isterler, insan kalbinde bulunan bu arzu, haddi zatında, insan tabiatının asıl hamurunda bulunan cömertliğin taşkınlığına en büyük delildir. Ana babanın içinde uyanan şiddetli arzu artık hayattan bir şey almak değil, hayata bir şey katmaktır.
İnsanın kendi benliğinden bir şey vermek arzusu ile yanması — bu arzu maddî veya mâ nevî çocuk meydana geürmek, insanlar için bir köprü, bir şiir, bir şarkı, bir icat, veya bir ilâç yapmak — insan baştan başa egoizmden ibarettir diye iddia eden hodbin siniklere hakikî bir cevaptır.
Benliğimizin inkişafı esnasında öyle bir zaman gelir ki, almak hissi — ki, bu hodbinliğin esasıdır—vermek h:ssine yol açar, hem de karşı konulmaz bir arzu halini alarak... Vermek, açılmak, gerek bir aile, gerekse bir cemiyet teşkili suretiyle kendi sathî hudutlarımızdan ötelere gitmek isteriz. Zaman gelir ki kendi benliğimize artık fazlasıyla doymuş oluruz, hayat da bizden artık benliğimizin dışına çıkıp başka insan hayatlarına karışmamızı ister; o zaman pasif kab olmaktan çıkar, canlı bir kaynak halini alırız. Hayat bu işte bizim arzularımızı sormaz; fakat geçirdiğimiz biyolojik büyüme ameliyesinde bizi hayatın parazitleri olmaktan vazgeçmeğe mecbur eder ve aynî hayatın patronları olmamızı emreder.
Psikoloji ilmi, dünyaya sevgi bezletmek ihtiyacı olgun insan tabiatinin zarurî bir veçhesidir diye iddia etmekle kalmıyor, insanın, kendi benliğinin ülkesi dışında bir müstakil beşer şahsiyetleri dünyasına olan ihtiyacı yaradılışındadır, diyor.
Şu gittikçe daha iyi anlaşılan bir keyfiyettir ki, herkesi bizi sevmeğe ve bize hayran olmağa mecbur etmek yolunda benliği merkez edinen hayatlar yaşayacak olursak, nihayette bir gün olur, ne kendimizden, ne de başkalarından zevk alamadığımızı görürüz. Başka insanların müstakil varlıklarına hürmet etmedikçe insanlarla alâkamız tam olamaz. Kendimiz hür ve başka herkes kölemiz olacak olan bizim için bundan daha büyük bir felâket olamaz. Hür bir dünya olmadan hiç bir «benlik» mevcut olamaz. Herkese kayıtsız şartsız hükmeden bir diktatörün emri altında bulunan bir dünya gerçekten çılgın bir dünya olur. Psikolojik denemelerin şimdi ispat etmiş olduğu hakikat budur: «Komşu sevgisi», «Benlik sevgisi» için mutlak bir zarurettir; yâni önce komşusunu sevmeden, hakikî mânasiyle insan kendini sevemez.
Zamanın en zeki psikologlarından Paul Schilder’in iddiasına göre insan tabiatinin yıkıcı ve zalim tarafı, işin ikinci derecede kalan bir cihetidir; insan oğlunun başlıca ilcası, yapıcı ve yaratıcıdır. Küçük çocuklar üzerinde yapılan bir denemeyi anlatıyor. Çocukların eline oyuncak veriyorlar, ve bu bebekleri parçalamağa teşvik edici bir çok fırsatlar yaratıyorlar. Tekrar tekrar alınan neticeler müspet mahiyette olmuş, çocuklar bebekleri tamir etmeğe uğraşmış, ve «onları eski hallerine getirmeğe» çalışmışlardır. Çocuklarda çok kere zalimlik gibi görünen tecavüzkâr hareketler hakikatte bir merak sâiki ve kendilerinden dışarıda olan o müstakil dünyanın hakikatini keşfetmek arzusudur.
Çocuklarda görülen merak, büyüklerde görülen yaratıcı sâik, sadece kudret isteyen sâikler değildir, ayni zamanda, beşer tabiatinin yaradılıştan yapıcı ve sevgiye müstait hususiyetlere malik olduğunu gösterir. Dünya öyle bir şekilde kurulmuştur ki, insan, kendi tabiatinde bulunanı başkalarına vermek ihtiyacını tatmin etmedikçe, kendi hemcinsinin hürriyet ve bütünlüğünün teminine yardım etmedikçe, kendi benliğini tamamiyle idrâk edemez ve kendi ruhunun isteklerini tatmin edemez. Şu muhakkak ki, sadizm insan tabiati hakkmdaki hikâyenin hepsini anlatmaktan çok uzaktır; ve sadece şu noktaları göz önüne koyabilir: İnsanlar kendilerinde buldukları meyusiyet ve şaşkınlık yüzünden, kendi iç âlemlerindeki çarpıklık ve his mücadelelerinden dolayı dünyadan öç almak sâikiyle nefret hisleri beslerler ve kırıp yıkmak isterler. Psikolog kliniklerinde sık sık görüldüğüne göre bu çarpıklıklar ve mücadeleler tâyin ve tahlil olununca, sevgiyi ve başka şahsiyetlerinin hakkını kabule meyyal olan asıl insan hissi kendini gösterir.
Komşularımızı en iyi şekilde nasıl sevebiliriz? İnsan, diğerkâmlık peşinde birçok yollardan gitmiştir. Bunlardan bir ikisini kaydetmek kâfidir. Herkesin ayrı hususiyeti olduğunu kabul etmek, içimizden bunu hoş görmeğe alışmak, ve içimizdeki tahakküm temayülünü boğmak, komşularımıza karşı sevgi göstermenin en iyi yoludur. Hakikatte dünya ferdî mahiyette emperyalistlerle dopdoludur. Hiç bir yabancı toprak ele geçiremeyen, fakat kendilerine en yakın ve en sevgili olan kimselere türlü türlü tahakküm yükleri yükleten ve ezâ çektiren kimseler pek çoktur: Meselâ, başka sanatlara istidadı olan çocuğunu zorla işine alan baba, acıma veya kusurluluk zincirleriyle kızını kendine hizmet işine bağlayan ve dolayısıyla ona ferdî hayat fırsatı vermeyen anne bunlardandır. Aile muhitindeki bu totalitarianlarm aksine olarak, bize en yakın olan kimse.ere, bizim arzularımıza körü körüne tâbi olmaktan ziyade kendi benliklerine sahip olmalarına müsaade etmek, ve sevgi aşkına, ne kızımız, ne oğlumuz, ne karımız, ne de kardeşimizden bizim irademize kayıtsız, şartsız teslim olmalarını istememekle sevgi göstermiş oluruz.
Komşu sevgisi, başkalarının yalnız fikirlerini değil, ondan çok daha ehemmiyetli olan hoş görme haliyle tezahür eder. Bu suretle, şu derin dinî hayat felsefesini kabul etmiş oluyoruz: Allah her erkeği ve her kadını, ayrı bir mizaçta, başka başka ihtiyaçlar, arzular ve hayallerle mücehhez kudsî şahsiyetler olarak yaratmıştır. İçinde yaşa'dığımız dünya, türlü türlü şeylerle dolu bir çokluk dünyasıdır; burada birbirinin aynı olan iki yıldız olmadığı gibi, kar tanelerinin her birinin de ayrı örneği var. Görülüyor ki, Cenabı Hak dünyayı bir aynılık yığını halinde yaratmayı uygun saymamıştır. Bunun için mahlûkat böyle çeşitlidir. Biz insanlar için de hal böyledir. Bazı insanlar dinamik ve yerinde durmaz tabiattedirler; başkaları ise sâkin ve düşüncelidir. İnsan var ki, bedeni b:r pehlivan vücududur; adaleli, kuvvetli, canlıdır; ve solgun benizli şairden veya zayıf zâhitten çok daha fazla beden faaliyetine ihtiyacı vardır. Adam var ki, çok şen mizaçlıdır, ağzı daima kahkalar taşırır, başkasınınki ise melânkoliktir, hüzünlü nağmeler aksettirir. Bünyevi teşekküllerimiz
ayrı ayrıdır; bu basit ayrılıktır ki, çok kereler mizacımızın birbirine zıt arzularım yerine getirmemizde âmildir, ve bizi işe veya düşünceye, ihtirasa veya arzularımızı hapse, galebeye veya hislerimize boyun eğmeğe sevkeder. Burada yaradılış veya istidat fatalizmi yoktur. Benliğimizi saran çitleri değiştirmek, kırmak veya onlara şekil vermek bizim elimizdedir, fakat başka ellerdeki koca makasların benliğimiz üstünde işlemesine, ve kendi evlerine süs olsun diye ruhlarımızın canlı dallarım koparmalarına müsaade etmemeliyiz.
Şahsî alâkalarda hakikî müsamahakârlık yalnız din ahlâkında değil, şahsiyetlerin ayarlanması yolunda da önceden lâzım olan şeydir. Başkaları, bizim iyi, makbul ve uygun saydığımız şeyler hakkındaki fikirlerimize ve isteklerimize uymuyorlar diye üzülüyor muyuz? Şu halde biz de iç kumaşımızın dokusunun doğruluğundan emin değiliz. Kendinden emin olan kimse, başkalarını da oldukları gibi kabul etmeğe razı olur. Kendi karakteri sabit olmayan kimse, başkalarını da kendi kalıbına dökmek suretiyle bu emniyeti kazanmağa çalışır.
Komşularımıza karşı hakiki sevgiyi, ancak bir başkasının mutlaka bizim istediğimiz gibi, bizim düşünüşümüze göre; daha açıkçası, kendi şahsımızın ikinci nüshası olmasını istemekten vazgeçtiğimiz zaman gösteririz.
Komşu sevgisinin bir nev’i olan müsamaha, bizim yalnız yakın alâkalarımızda değil, cemiyet sahasında da kendini göstermelidir. Fikir ve politika âleminde hürriyete kavuşmuş fikirler taassup ve kine müsamaha ile galip gelir. Müsamahanın, sadece tahammül ve başkalarının bizim fikirlerimize uymıyan düşünüşlerine karşı pasif bir sabır göstermekten çok daha büyük mânası vardır. Müsamaha, hakkıyle anlaşıldığı takdirde mânası şudur: Müsamaha, başkalarının inanışlarını, işlerini ve itiyatlarını, mutlaka kabule ve benimsemeğe mecbur olmadan anlamağa çalışmak yolunda gösterilen müspet ve dostça samimî gayrettir. Müsamaha, bizde, komşumuzun görüş noktasını takdir hissini canlandırır, ve hürmetimizi arttırır. Hattâ bundan da daha öteye gider: Bir muhasımımızm haklarına tecavüz edüdiğini gördüğümüz zaman, bu his bizde bir müdafaa ruhu yaratır. Voltaire’in şu meşhur sözleri her asır ve her yerde müsamaha idealine tercüman olur: «Sözlerinizin hiç biriyle aynı fikirde değilim, fakat bunları söylemek hakkınızı ölünceye kadar müdafaa ederim.»
Müsamahakâr kimse nazik bir müvazeneyi gözetmelidir; yâni, cehalet ve korkuya dayanan bir kin ile, renksiz kayıtsızlık—ki, bu sadece mânevî atâlet alâmeti olabilir—arasındaki muvazene... John Morley diyor ki: «Birçok şeylerde müsamaha dediğimiz hal, bizim kendimize mahsus muayyen ve müspet fikirlerimizin olmaması ve bunları tâyin etmeyi arzu etmeyişimizdir.» Müsamaha ahlâkî gevşeklik veya kabul olunmuş prensiplerden ayrılmak değildir. Duygusuzca: «İster öyle, ister böyle olsun, bence müsavi» diyecek olursak, yaptığımız müsamahakârlık değil, tembelliktir. Öbür yandan komşumuzu kendi inanışlarımıza uyması için zorlayacak olursak, kendimizi en tehlikeli mevkie koymuş, ve başkalarının haklarına tecavüz etmiş oluruz.
Bu meselede ilham sahibi olan rehberlerden John Milton ve Roger Williams’ın tavsiyeleri, ne yalandan tatlı dil ve uysallık,, ne de kendinden fazla emin bir kavgacılıktır. Bilhassa İkincisi, yâni kavgacılık değil. Anlayışı kıt, cahil kimselerin doğruyu yalnız kendileri bilirler, iddiası meşhurdur. Bundan şüphe etmeğe kalkışan yumruğu yer. Halbuki en ufak bir muhayyile kuvvetine malik olan kimse bilir ki, hakikat herhangi bir şahsî mefhumdan çok daha geniş ve herhangi bir yumruktan daha kuvvetlidir. Hatırlayınız ki, geçen yıllarla nice fikirleri ve nice hisleri arkada bırakmış bulunuyoruz. Bir yandan şansımız yardım eder, bir yandan da etrafımızdaki dünyaya karşı daha uyanık hislerimiz olursa, belki ileride daha birçok fikir ve hisleri arkada bırakırız. Bakınız Renan ne diyor: «Fikirlerimiz, düşünmekten hâli kaldığımız noktada sabit kalır.» Bu sözler, beyin damarlarımızın vaktinden evvel katılaşmasına, veya bizim bildiğimiz ve düşündüğümüz daima doğrudur diye inat etmemize karşı kâfi bir ikazdır.
Bu suretle tahlil edilince, müsamaha, ferdî ve İçtimaî hürriyetin istihkâmı, yüz bir çeşit âmme hukukunun garantisi, ve cemiyetin yapmak istediği herhangi bir kültür terrakkisinde baş unsur halini alır. Müsamahayı körletiniz veya derece derece azaltınız, uğrunda çok mücadele etmiş olduğunuz ananevi hürriyeti eksiltir, ve daha kazanılacak olan hürriyetler uğrunda olacak savaşları tehlikeye korsunuz. Basın serbestliğimizi, toplantı ve dinî ibadet hürriyetimizi, hattâ demokrat hükümetimizin şeklini bile, emekle bina edilmiş, fertlerce riayet edilmiş ve şahıslar tarafından icra mevkiine konulmuş bu müsamaha setleri tutmaktadır. Müsamahayı tutan elimize gevşettiğimiz, kendi ferdî hayatımızda bunu tatbik edemediğimiz zaman bütün binayı tehlikeye koymuş oluruz.
Amerika’da, büyük müsamaha resulleri çıkmıştır; George Washington’un, Tory’ler hesabına müdahalesi az kimselerin bildiği bir misaldir. Çabuk alev alan bir takım vatanperverler Tory mallarını yağma etmek ve kendilerini hırpalamak istedikleri zaman, Washington, bunların sessizce Kanada’ya gitmelerine müsaade etti. Washington, kendisi vicdan hürriyetini istediği için, bunu başkalarında müdafaa etti. Roger Williams, Salem’de din hürriyetinden mahrum bırakılınca, kışın ortasında türlü muhataralarla dolu ormanlardan yayan bir yolculuğa katlandı; niçin? Amerika’nın ilk âmme hukuku ve dini hürriyet mâbedi olan Providence şehrinin temelini atmak için. Phillips Brooks, meşhur bir konuşmasında, Amerikan müsamahası hakkında kendi felsefesini şu sözlerde toplamıştır: Müsamaha, birbirine zıt akıllar arasında tamamen meşru ve şerefli bir alâkayı ifade eder. Fikirce dostumdan tamamen ayrı olabilirim, fakat ona hürmet ederim; ben cnun kendi kanaatlerine sadık olmasını isterim, fakat kendi kanaatimi ona kabul ettirmeğe çalışmak benim hem hakkım, hem de vazifemdir. Müsamaha, ciddî kanaatle şahsî hoş görüşün tam bir âhenk içinde birleşmesidir.»
Müsamaha, bazı müdafilerinin bütün yiğitliğine rağmen çok nazik bir fidandır. Bakımsız kalırsa, solar, ve kurur. Bu fidan solarken, başka bir fidan, zehirli bir mantar olan müsamahasızlık onun yerini alır. Bu birdenbire değil, görülmez ve sezilmez ufak derecelerde vukua gelir. Bir imtiyaz kaldırılır, sansür konulur, kin ve nefret kök salar, bir takım baskı tedbirleri alınır, kanunlar yapılır, derken kendimizi bir müsamahasızlık kara ormanında buluruz; öyle bir orman ki, gölgeliklerinde yaşayanların hepsini güneşten mahrum eder ve korku içinde yaşatır.
Demokrasi, politika sahasına uzanmış müsamaha prensipidir. Müsamaha, azlıkları imha etmez, korur. Azlıklar da, buna karşılık olarak, iktidar mevkiindeki parti üzerinde bir fren vazifesi görmek suretiyle çok değerli biı iş yapmış olurlar. Bu, hükümetimizin baş kaziyesidir. Müsamahayı kaldırınız, demokrasimiz yaşayamaz.
Dinamik psikolojinin keşfolmamasıyla, dinin vazifesi de sevgi ve nefret bakımından açıklaşmıştır. İnsanlara artık diğerkâm olunuz, diye nasihat ve ihtara lüzum yoktur; onlara kendinden nefreti, narsisizm ve masoşizmin türlü kılıklarına girmiş şekilleriyle tanımalarına yardım edilmelidir. Şimdi din insan oğluna, benliğe karşı olan çarpık vaziyetlerin iç esaslarını öğretebiliyor; ve bu iç huzurunun kötü düşmanlarını nasıl alt edebileceğini öğretir. Din, başkalarına karşı sahte sevginin maskesini alaşağı edebilir, çünkü bu sahte sevgi, kılığını değiştirmiş sadizmden başka bir şey değildir. Din bize hassas ve anlayışlı olmasını öğretebilir, ve bu sayede sahte ile hakikî sevginin mânalarım sezmekte hüner sahibi oluruz. Din, sevgi hakkındaki şu kanaatimizi de kuvvetleştirir: Komşu sevgisi bir hayal değildir, bilâkis beşer âleminin nihaî icbarlarından biridir.
Daima almak ve hiç vermemek isteyen kimselerin inkişaf etmemiş şahsiyetler olduğunu öğrenmemize şimdi din yardım ediyor; ve görüyoruz ki bunlar acınacak kimselerdir, ve inkişaf etmeleri için yardımımıza muhtaçtırlar. Gudde kifayetsizliği yüzünden lâyıkiyle büyüyüp serpilmemiş çocukları, hormon iğneleri ve endocrine hülâsaları ile tedavi ettirip bedenen büyümelerine yardım ettiğimiz gibi... Zaman gelecek ki, hayal kuvvetimiz son derecede hassaslaşacak ve bugün anormal insanın büyüme^ miş bedenini gördüğümüz gibi, egoist adamın ruhunu da görebileceğiz. O zaman anlayacağız ki, tamamen benliği içinde hapsolmuş ve yalnız kendi nefsini düşünen fert, hakikatte ahlâktan bir «cretin», mânen bir budaladır; ve daima hayattan almağa ve hayata hiç bir şey vermemeğe çalışan şahıs mutlaka yarım insan olarak ölür.
Bugünün psikolojisiyle aydınlanmış olarak din şimdi olgun sevgi ile olgun olmayan «sevgi» yi öğretebiliyor. Sevgi, «benliğe», geçmiş kusurlar için bir tazminat faturası verdiği zaman olgun sevgi değildir; böyle bir tazminat faturasını iflâs etmiş ve kahrolmuş bir millet, önce susamış bir galibe ödemekten nasıl âcizse, insan benliği de ödemekten âcizdir. Kendi benliğimizden aşırı tekâmül, aşırı istiklâl, aşırı evliyalık, aşırı kudret istediğimiz zaman, akıl ve ruhlarımıza ne kadar itina ve dikkat sarfedersek edelim, kendimizi, engizisyoncuların yaktığı kâfiri sevdiği şekilde sevmiş oluruz.
Olgun komşu sevgisi, imkânsızı talep etmeyen ve hayat ülküsünün müsamahalı büyüme olduğunu idrâk eden kayıtsız şartsız sevgidir. Sevgi, «benlik» ve «komşunun değerli taraflarına karşı hürmet vaziyetini kazanmağa muvaffak olduğu zaman olgunlaşır. Kendi şahsiyetinin yapıcı ve yaratıcı taraflarına kıymet vermeğe, bunları daha şümullü sosyal irsiyetin bir kısmı olarak görmeğe muktedir olan, kendini başkalarının efendisi veya kölesi haline koymağa uğraşmadan sevgi alıp vermeğe razı olan kimse, hakikî olgun sevginin küdsül’akdesine (Tevratta, mâbedin en mukaddes sayılan kısmı.) gerçekten girmiştir. 
İçinde yaşamakta olduğumuz şu dünya tehlikeli bir yerdir; hiç bir normal insan, hesapsız korku ve endişelere rastlamadan hayatla karşılaşamaz. Bunlar, ne olacağı önceden belli olmayan bir dünyada vatandaşlık hakkı olarak ödediğimiz meblâğın bir kısmıdır. Bununla beraber mademki korku ve endişelerle karşılaşmak normal bir haldir; sükûn ve huzurun düşmanı olan bu hisleri hükmümüz altına almak da mümkündür. Bertrand Russel: «A Free Man’s Worship» (Hür Adamın İbadeti) adlı eserinde diyor ki, insanın en büyük zaferi, muhtelif tehditler ve korkunç değişikliklerle dolu bir dünyada rasanet [Sağlamlık, dayanıklık. * Sabit, muhkem, metin ] ve iç sükûnuna nail olabilmektir.
Bir bakıma, insanın korku kabiliyeti bir nimettir. Bizi tehdit eden bombalar, hastalık mikropları, İçtimaî veya ahlâkî tehlikelere karşı bizi ikaz eden bir korku mekanizması ile mücehhez bulunmasaydık, bu dünyada hiç yaşayamazdık. Bereket versin korkmasını biliyoruz; çünkü nice korkunç nesneler ve düşman kuvvetleri vardır ki, hepimizin de bunlardan kaçınmasını veya bunları alt etmesini öğrenmemiz icap eder.
İnsan medeniyetinin bütün ihtira ve icatları, bir mânada, korku ve endişelerimizin mahsulüdür. İnsanlar karanlıktan korkuyorlardı. Ateş sanatını ve elektrik sırla rmı keşfettiler. İnsanlar ağrıdan korkuyorlardı; o korku, tıbbın anası oldu ve cerrahlığın, uyuşturucu ilâçların ve tedavinin sayıya gelmez keşiflerine yol açtı. İnsanın korku kabiliyetini kaldıracak olsak, onun büyüme ve ilerle* me kabiliyetini de yok etmiş oluruz; çünkü korku çok kere büyümeyi teşvik eden, ve ihtiraa sevkeden muharriktir.
Hakikat şu ki, insan oğlu, insan olmak için korku ve endişe pahasını ödemelidir. Kır canavarı hay vani korkuyu bilir, fakat yalnız insana vergi olan hislerden, hayal kuvveti ve rfıantık nimetinden tamamen muaftır. İnsanlığımızın yüksek paha etiketi, hayvanlar hilâfına olarak, bizi ağrı ve tehlike hislerine ve şuurlu hayat ihtişamlarına mâruz kılan hassas sinir uçlarına ilişiktir (kabuklarla silâhlanmış yengeç böyle değildir). Vakit vakit şu insan talihine isyan eder ve duygulardan mahrum çift kabuklu hayvanlara gıpta ederiz; fakat bize bu yolda intihap kudreti verilecek olsa, hassas sinir uçlarının kesilip korku hissinden kurtulmayı tercih edecek pek az kimseler bulunur; çünkü böyle bir ameliye bizi sevgi, iştiyak ve sadakat hislerinden mahrum eder. Endişeye karşı hassasiyetimiz, beşerî inkişafımızın, hayal ve rüyalarımızın ana toprağıdır.
Hakikatte insanların mizacı çeşitlidir. His derilerimizin kalınlığı başka başkadır. Bir takım soğukkanlı insanlar, altında çökmeden çok ağır bir yük taşıyabilirler; bir takımı var ki, akıl muvazenelerini muhafaza etmek için âsap gerginliği bakımından yükleri hayli hafif olmalıdır. Aynı zamanda şunu da hatırda tutmamız lâzımdır: Çok kereler en korkak insanlar en yaratıcı şahsiyetlerdir. Lincoln ve Dostoevsky, bütün hayatları müddetince, iç sıkıntısı nöbetlerine mâruz kalmışlardır; halbuki, hayat yolunda korkusuzca ve serbestçe seke seke, oynaya oynaya gider gibi görünen «neşeli kimseler» in hepsinden ziyade insan ırkına fayda temin edecek işler başarmışlardır.
Şu halde, hiç bir umumî müşahede, bütün beşerî vakaları birden göz önüne koyamaz. Fakat şunu iddia etmek doğru olur: Bütün insanlarda istisnasız olarak — yahut da yalnız deliler ve akılca inkişaf etmemiş kimseler müstesna — korku hissi vardır. Örnekler başka başkadır; korkuların aldığı şekil ve biçimler çok çeşitlidir; fakat esas itibariyle her erkek ve her kadın, muhtelif derecelerde, suç hisleri duyar, ağrıdan korkar, yalnızlıktan hüzün duyar, ve emniyet verici şeyler arar. En derin iç duygularımızı açığa vurmaktan çekinmek, teamül maskelerinin arkasına saklanmak itiyadıdır ki, bütün beşer ırkını birbirine bağlayan umumî endişe kardeşliğini tanımamıza engel olmaktadır.
Tabiî mâkul olan ve olmayan korkular arasında fark vardır. Mâkul korku, maddî veya sosyal hakikî tehlike karşısında duyduğumuz korkudur. Askerlerimiz harbe girdikleri zaman korku duyuyorlar; bu korkunun kendisi, adrenalin ifrazatını çoğaltıyor, bedenî ve zihnî enerjilerini topluyor, ve önlerine çıkan objektif korkuyu hüner ve başarı ile karşılamağa muvaffak oluyorlar. Korkmasını bilmeyen asker, hem kendi şahsı, hem de arkadaşları için bir tehlike teşkil ediyor. Korkuya rağmen askerlerimizin karada, denizde ve havada vazifelerini başarı ile görmüş olmaları, insanın, kendine verilmiş olan beşerî hususiyetleri yiğitçe gayelere sarfetmek kabiliyetine bir delil daha teşkil eder.
Bu, günlük hayatta da böyledir. Bedenî ağrı çekeriz. Korkumuzdan hemen hekime koşarız; bizi ikaz eden ağrı alâmeti, düşmanımız değil, dostumuzdur. Bütün dünya bugün atom bombası felâketinden korkmaktadır; ve arz küresinin her yerindeki insanlar, bu müthiş keşfin inkılâpçı neticelerinden korkuyorlar. Atom enerjisinin dünyaya şâmil bir sıhhat ve refah vasıtası yerine dünyayı yıkan bir silâh olarak kullanılacağı korkusu realistik, hattâ zarurî bir korkudur; bilhassa, zamanımızın sosyal ve ekonomik tehlikelerine galip gelmek için yeni tâbiye
ler husule getirmeğe yarar. Bu halde, bazı korku ve endişeler zarurîdir, makbuldür, ferdin ve topluluğun yeni refah çarelerinin yaratıcısıdır. Sağ kalma ve ilerleme hâdiselerine karşı lâkayt olmayan kimse, bu hislerin yok edilmesini arzu etmez.
Bizi donduran, kifayetsizleştiren, hepimizin de ayak altına almak istediğimiz sakat ruh hâletini artıran aşırı korkular ve asabî endişeler ve kuruntulardır. Beden sıhhatimizi tanzim eden endocrine guddelerinin muayyen miktarda ifrazata ihtiyaçları vardır; bunun gibi aklî hayatımızda da muayyen derecede endişe, normaldir ve sıhhate alâmettir. Fakat aşırı ve nörotik korku ifrazatı bütün tabiatimizi bozar ve biçimsizleştirir.
Normal korku ile nörotik korku arasındaki farkı Sigmund Freud çok iyi tasvir ediyor. Bir Afrika ormanında bulunan kimse haklı olarak yılanlardan korkabilir. Bu, normal ve koruyucu bir histir. Fakat birisi durup dururken, oturduğu evin içinde, halının altında yılan var diye korkmağa başlarsa, bu korkunun anormal ve nörotik bir hal olduğunu hemen anlarız. Kendi korkularımızı, Freud’ ün bu ölçüsüyle ölçebiliriz. Harb zamanında bir PolonyalI kadının, çocuklarım açlıktan ölecek diye korkması normaldir; fakat zengin bir Amerikalı kadın kalkıp yazıhaneme gelir, «çocuklarım gıdasızlıktan ölüyorlar,» diye sızlanırsa, bu korkunun sakat ve nörotik bir gölge olduğunu ve kadının ruhundaki suç, korku ve nefrete dayandığını düşünürüm.
Korkularımızın çoğunun esası bunlar değil mi? «Şahsî endişe» adı altına gelen birçok korkuları tetkik edecek olursak, çok kereler bunların, halı altına saklı sanılan vılanlar gibi olduğunu görürüz. Bazen sıhhatimizi merak eder, kendimizi kuruntuya veririz. Kalbimizi, ciğerlerimizi, tansiyonumuzu, uykusuzluk hallerimizi merak ederiz. Elimiz nabzımızda, her harekete bir mâna, her şeyi hastalık ârazı farzetmeğe başlarız. Sıhhatimizi merak etmiyorsak, bu sefer şahsiyetlerimiz hakkında kuruntuya düşeriz. Kendimize itimadımızı kaybeder, bir emniyetsizlik hissine düşeriz; kendimizi başkalarından aşağı görür, muvaffakıyetsizliklerimize, ağlar, ve kıymet verdiğimiz kimselerin nazarında hakir ve değersiz bulunduğumuzu zannederiz. Hayatımız bir ruhî karanlığa düşer; ve ruh sıkıntımızın bulutlan ibadet ve dostluklarımızı, sevgi ve aile güneşimizi karartır.
Kendi şahsımız için üzüntülerimiz, muvaffakıyetsizliklerimiz ve emniyetsizliklerimiz, çok kere bize en yakın ve en sevgili olanlara doğru çevrilir; bizden uzak bulunan kardeş, koca veya çocuğumuzu — ki, bunlar bazı hususlarda bizim kendi şahsiyetlerimizin genişlemiş şeklidir — merak ettiğimizi zannederiz. Çok kereler haricî sebeplere hamledilen sıkıntı ve kuruntu hallerinin asıl kökleri, insanın benliğinin derinlerinde bulunur.
Tabiî korkularımız çeşitli kılık ve şekillerde kendini gösterir. Bazen aklî fobilerin ve başka vaziyetlerin kılığına girer; meselâ, yüksek yerlerden ve kapalı odalardan korkmak gibi. Bugünün psikolojisi, çocukluğun karanlık hücrelerine ışıklar saçıyor, ve korkularımızın asıl menşeini aydınlatarak birçok insanların neden korku içinde yaşadıklarını meydana çıkarıyor; neden bir takım kimseler bazen yalnız kalmaktan korkuyorlar, bazen da, başkalarının arasına karışmaktan korkuyor ve ayn kalıyorlar; daha başka dakikalarda bir sevgilinin teveccühünü veya bir arkadaşın hürmetini kaybetmekten, küçük düşmekten, reddolunmaktan ve foyası meydana çıkmaktan korkuyorlar?...
Sevgi korkusu bazı kadınları, donuk mermer heykeller haline kor; muvaffakiyet korkusu (evet, birçoklarımız muvaffak olmaktan korkarız) bazı insanları içki yoluna, veya Don Juanizm’in heder edici yoluna sevkeder. Kari Menninger, «Man against Himself» (Kendi Şahsına Karşı İnsan) adlı harikûlâde eserinde, iddia ettiğine göre, bu zamanın adamı, olgunluk ve başarı sahasına muvaffakiyetle girmesine engel olsun diye, çok çapraşık olan korku tuzağına girer, ruhuna korkular yükletir, onu suçlu çıkaran kuruntulann yükü altına girer; niçin? Sadece bozguna uğramak için!...
Çok kurnazlıkla, korkularımız, bazen bedenî ağrı kıyafetine girer. Harikûlâde yeni bir ilim olan «psikosomatik» hekimlik şu keyfiyeti meydana çıkarmıştır: Âdi nezleden tutunuz da, insanı sakat eden arterite varıncaya kadar bir alay hastalıkların kökü çok kereler insanda yerleşmiş korkularda bulunur. Tabiî, artistler ve romancılar bu keyfiyeti çoktan keşfetmişlerdir. Thomas Mann’in «The Magic Mountain» (Sihirli Dağ) adlı epik şiirinde nice nice fazla hassas ve korkak kimselerin bazen amelî hayat mücadelesiyle karşılaşmadansa, verem hastalığına sığındıklarını gösteriyor. Hasta olmak, cesur olmaktan çok kolaydır! Birçok kronik hastalann zevkle tahammül ettikleri nörotik korkunun gizli şekilleri olduğunu da öğreniyoruz.
Görünüşte muvaffak olmuş bazı iş adamlarının hayatlarına korkunun kurduğu kamuflâj daha da kurnazcadır. îşte hepimizin tanıdığı bir adam, — parası var, ticarette pek usta. İtibarı fevkalâde, herkesin ona itimadı var — yâni, kendinden başka herkesin! Bu adam hiç bir zaman kendi benliğiyle barışık değildir, ve kendi başarılarının hakikî olduğuna inanmıyor. Kendisini tehdit eden muvaffakıyetsizlik seline karşı gelmek için durmadan yeni setler yapmaktadır. Vaktini, enerjisini, ustalığını, malî muvaffakiyete koşmak yolunda sarîetmektedir. Görünüşte, her hususta muvaffak olan bir adamdır. Halbuki iç âlemine bakarsanız, korkaklık ve muvaffakıyetsizliğin ta kendisidir.
Niçin? Çocukluğunun bir zamanında, kendisine küçük ve kudretsiz olduğu fikri verilmiş. Büyüklerin gözünde bir ehemmiyet kazanmak için, çocukça bir teşebbüse girişmiş ve bozulmuştur. Büyükler, onun emeklerine gülmüşlerdir. Büyükler bu gülmeleri unutmuşlardır, fakat çocuk unutmaz. Bu ilk kuvvetini tecrübe teşebbüsüne bütün itimadını bağlamış, ve babasına, anasına, kardeşlerine kabiliyetini göstermek istemiş. Halbuki neticede ona muvaffakıyetsizliğe uğramış bir zayıf mahlûk olduğu anlatılınca, büyüklerin gülme sesi, küçümsemeleri ve memnun görünmemeleri onun dünyasını yıkmıştır. Bu, çocuğa bir darbe olmuş, ve kendini onun tesirinden bir daha kurtaramamıştır. Büyüyüp iş hayatına atıldığı zaman, daima ticaret teşebbüsleri, işi bozulacak diye düşünmüş, daima kendini mahvedecek olan baltanın düşmesini beklemiş, kendi kudretine hiç inanmamış. îşte seneler geçtiği halde, şimdiki emniyetsizlik hissinin sebebi budur. Şimdiki aşağılık duygusu, olgunluk hayatında da durmadan tekrarlanan çocukluk korkularının hikâyesidir.
Karen Horney bize ruh sıkıntısı çeken bir kadınm halini anlatıyor: Kadının kendisini seven bir kocası, iki güzel çocuğu, iyi ahbapları, ve güzel bir evi vardır. Bütün bunlara rağmen kadın, ümitsiz bir ruh sıkıntısından muztariptir. Bu kadına: «Bütün bu halin hayalîdir. Bu sırf senin kendi kuruntun» demek çok mânâsız olur. Bu halin sadece kuruntu olduğu muhakkak; yalnız asıl mesele şuradadır: Kadının akimda neden böyle kuruntu var?
Bunun cevabı ancak kadının seciyesinin iplikleri hayat tecrübesi makarasına sarılmağa başladığı ilk zamanlara dönmekle mümkündür. Bu kadın, kabiliyetli ve ego
sentrik bir annenin, ve meşgul, mesleğine dalmış hekim bir babanın kızıdır. Kendinden üç yaş büyük bir erkek kardeşi vardı. Onun dünyaya gelmesi, ailesi tarafından hiç de hoş görülmemişti. Bu çocuğun doğması, annesinin ayağını bağlamış, İçtimaî faaliyetlerine sekte vurmuştu. Tabiî, çocuğa bunu söyliyen olmamıştı, fakat yavrucak, evdeki bu havayı iyice seziyordu. Anne ile oğul arasında çok yakınlık vardı, bu küçük kız da onların arasına karıçmağa çok uğraştı. Sessizce, ve kendileri de farkında olmadan onu reddettiler, çocuk bunun acısını duydu, ve bu acı onda hayata karşı büyük bir öfke uyandırdı. Bu öfkeyi fırtınalı tezahürlerle etrafına anlatmak istedi, cezaya çarpıldı. O zaman anladı ki, öfkesini, içindeki acı hiddeti gizlemeden kimseden sevgi eseri görmiyecek. Bunun üzerine kendi kendini uysal, yumuşak bir küçük hanım haline soktu, ve ailenin gönülsüz rızasını kazandı. Ancak o zaman annesi ile ağabeysi, müşterek sevgi sofralarının kırıntılarını ona lûtfetmeğe başladılar. Kız kendi asıl tabiatini sahteleştirdi, kendini başkalarına muhtaç, müraî, hizmete yarar bir şahsiyet haline koydu, daima asıl hislerini saklayarak, .ve hakikî olmayan bir çehre göstererek... İlk genç kızlık, sonra da olgunluk yaşma hep böyle psikolojik sahte bir hayatla geldi. Kendine has kabiliyetleri yok değildi. Fakat bunları meydana koymağa korkuyoıdu, hayatının ilk yıllarındaki teşebbüslerinin net’cesinde çektiği acı ve ıstırapların tadı damağında kalmıştı. Böylelikle, bu kadının hayatının derinliklerinde, çocukluğundan beri hapsedilmiş ve hiç ifade bulmamış öfke ve hınç yılanları çöreklenmiş kalmıştı. O bunlara gündüz ışığıyla bakmağa hiç bir zaman cesaret edememiş; şimdi de ifadesiz kalmış bu öfke yılanları onu zehirlemeğe muvaffak olmuş, bu ruh sıkıntısı nöbetlerine sebep olmuşlardı.
İste, bize başka bir kadının portresi. Bu kadında korku, ruh sıkıntısı şeklinde değil, bedenî hastalık kılığında görülür. Dört yaşında iken annesini kaybetmiş olan bu kadın, yaşlı bir büyük annenin elinde büyüdü. Büyük anne sert ve şirret bir kadındı. Çocuk bundan çok korkuyor, fakat öfkesini açığa vurmağa hiç meydan bulmuyor. Çok sıkı bir disiplin altında büyüyor ve sevgi ve takdir görmek için içi yandığı halde, bunları hiç ifade edecek fırsat bulamıyor. Bu hayattan kaçmak için erken evleniyor, kötü bir adama düşüyor. Orada da hakikî bir sevgi bulamıyor. Ruhunda, hiç bir zaman tatmin olunmamış sevgi iştiyakı ile hapsolunmuş ve ifade bulmamış öfke ve dargınlık hisleri arasında durmadan devam eden iç harbi yüzünden, henüz otuz yaşlarında iken tansiyonu çok yükseliyor.
Olgun hayatta yolumuza çıkan korku ve endişelerle karşılaştığımız zaman, psikiyatri bize bunlarla, önce hiç gözümüzü kırpmadan yüz yüze gelmeyi ve şu keyfiyeti kabul etmeyi öğretiyor: Çocukluk devresi bir eşkiyadır, ve çoktan arkamızda bırakmış olduğumuz bir takım kusur ve yanlışlıklarımız için bizden döne döne bac alır. Başka tâbirle, öğrenmeliyiz ki, cemiyet mahkemelerindeki suçlar için bir «tahdidat kanunnamesi» olduğu gibi, ruhun korku ve endişeleri için de böyle bir kanunname vardır.
Emniyetsizlik ve aşağılık hislerinin birçoğu, gerçekten kusurlu ve aşağı olduğumuz bir zamandan kalmadır. Çocuğun aciz hissi hayalî değildir; odanın bir yanından ötekine giderken tutamak bulamaması, yataktan yuvarlanması, açlık, ağrı ve yalnızlık duyduğu zaman meramını anlatacak dil vasıtasına mâlik olamaması gibi... Çocukken gerçekten âciz ve zayıftık. Bizim aczimizle büyükler dünyasının kuvveti arasında geniş bir fark olduğunu biliyorduk. Halbuki şimdi kendimiz büyümüş olduğumuz için, böyle korkulara mahal yoktur. Yale Üniversitesi profesörlerinden Dollard’ın dediği gibi: «Dev misali kifayetli ana babalar dünyası artık mevcut değildir.. Olgunluk devresinde hiç kimse, çocukluğumuzda ana babalarımızın olduğu şekilde bizden üstün değildir.» Korkularımızı alt edecek hakikî yollardan biri, olgunluk yaşımızın hakikiliği ve başarılılığı ile zihnimizi kurcalayan çocukluk aczi hâtırası arasında «his geriliğini» anlamak ve onu yok etmeğe çalışmaktır.
Colonel Grinker ile Majör Spiegel’in «Men Under Stress» (Baskı Altında İnsanlar) adlı eserlerinde, «his geriliğini» ortadan kaldırmanın ehemmiyetine işaret ediyorlar. Bir muharebe esnasında veya ondan sonra ruhî bozukluklara düşen tayyarecilere hypnoz (uyku) veya uzun istirahat fayda etmiyor; çünkü ne bu, ne o, havacıya kendi benliği veya mazisi hakkında yeni bir şey öğretmiyor. Asabî bozukluklardan muztarip pilotlar, orduda kullanılan «narcosyntheisis» yeni metodu ile tedavi olunuyorlar; bununla pilotlar kendi mazilerine dönebiliyorlar, zihnen yalnız harb sarsıntılarını değil, çocukluk ve ilk delikanlılık mücadelelerini yaşıyorlar. O zamanki endişelerinin birçoğu, çocukluklarındaki bir takım ihtiyaç veya korkulardan kalma şeyler olduğunu anlayınca, olgun yaştaki benlikleri bu yeni bilgiyi hazmedecek kuvveti buluyor ve bunu yeni cesaret ve ruhî sıhhat kazanmak yolunda kullanıyor.
Hepimiz «narcosynthesis» e dönemeyiz, buna ne ihtiyaç, ne lüzum var. Fakat şimdi endişelerimizden çoğunun sadece çocukluğumuzun uzamış ve kılık değiştirmiş gölgeleri olduğunu anlarsak, herhalde çok faydalı olur. Bu bilginin bize verdiği teselli ve hizmet büyüktür! Meselâ, vaktiyle ana babası tarafından istenmeyen veya hor görülen bir çocuk muyduk? Peki, o zaman geçmiştir; şimdi etrafımızda bizi takdir eden ve seven başka kimseler var. Şu halde, kendimizi mazinin içine hapsedelim de, şimdiki hali red mi edelim? Çocukluk aynasına korkusuzca bakalım, göreceğiz ki, şimdiki korkularımızın, endişelerimizin ve çarpıklıklarımızın neticeleri o zamana aittir.
Ölüm korkusu veya öteki dünyada ceza korkusu mu bizi bîhuzur ediyor? Bu korku belki de yalnız odada kilitli kalmak vesaire gibi çocukluğumuzda bize verilen cezaların tesiridir. Olgun yaşta da, yalnız çocukluk inkişaf safhasına ait olan o türlü yalnızlık ve ceza hâdiselerini lüzumsuz yerde bütün dünyaya teşmil ederiz.
Başkalarından aşağı olmaktan, başkalarına makbul olmamaktan ve cemiyet tarafından hor görülmekten mi korkuyoruz? Olgunluk ışığı ile bu endişelere bir göz atalım, görürüz ki, bizim de yanılabilen bütün komşularımız gibi kabiliyetlerimiz, iyi taraflarımız, cazibe ve zekâmız vardır. Şunu iyice bilelim ki, kendimizi onların ölçüsüyle ölçmeğe lüzum yoktur; onların ölçüsü de bizimki gibi mahduttur. Olgun yaş âlemi bir tesanüt âlemidir, biz nasıl başkalarına muhtaç isek, başkaları da bize muhtaçtırlar. Bu, çocukluğumuzda olduğu gibi, hem okşanmayı, hsm de ceza görmeyi beklememizi icap ettiren bir dünya değildir.
Maddî ve mânevî birçok düzensizliklerimiz kendi kendimizden korkmamızdan ileri gelir.
Başkalarına edeceğimiz muamelelerden, ruhlarımızın tâ derinliklerinde pusuda bekliyen öfkeden korkarız. Hayata karşı hiddetten içleri taş kesilmiş olan dünyayı dolaşan nice nice insanlar vardır! Bu benliğin derinliklerinde saklı duran hiddet, incinmiş gururun, yahut da evde veya iş yerinde hakikî bir muvaffakıyetsizliğin neticesi olabilir. Câmit hale gelmiş bir hiddetin sebebi ne olursa olsun (ki bu ruh sıkıntısının anasıdır), bugün önümüzde bulunan şu büyük ümit vardır: Bu hiddet alt edilebilir, ve yapıcı kanallara çevrilebilir.
Bu hiddetin aslı nedir? Bebeklik devresinde bir takım ihtiyaçlarımız ve iştahlarımız var ki, anneler doyuramaz ve doyurmamalıdır. Ağlamalarımıza hemen ehemmiyet verilmediğini görünce, çok öfkeleniriz. Bu mağlûbiyetin neticesi bizde kendini bağırıp ağlama fırtınaları halinde gösterir, bu yüzden büyüklerimiz bize ceza verirler. Bu ceza bize korkuyu öğretir. Bu korku hâsıl eden ameliyenin dinamikleri «Mağlûbiyet, öfke, bu öfkeden dolayı ceza, — sonra da korku.» Öfke ve korkuyu, muharrik (stimulus) kuvvet ve cevap olarak birbirine bağlamayı öğreniriz. Olgun yaşta hayat hal ve keyfiyeti bizden gerçekten metanet ve tecavüzkârlık istediği zaman, birçoklarımız korku maskesi altında öfkeyi insafsızca hapsederiz.
Ne yapmamız lâzım? Hepimizin de bilmesi gerektir ki, olgun yaşta muayyen derecede tecavüzkâr bir enerji normaldir ve idare edilebilir. Birçoklarımız öfke hislerimizin ve yakıcı Ucalarımızın fazlalıklarını sporla, hafif eğlencelerle veya tabiatin ve cemiyetin bütünlüklerine karşı şiddetli savaşlara atılmak, suretiyle geçiştirebiliriz. Şunu da öğreniriz ki, vaktiyle gösterdiğimiz öfke fırtınaları için ana babalarımızın bizi cezalandırdığı gibi, şimdi şahsî iddialarımız ve yaratıcı kavgacılığımızın meşru tezahürleri için bizi cezalandıracak kimse yoktur. Bundan başka her zaman hatırımızda tutacağımız bir nokta daha, tabiatimizin öfke tarafını tamamiyle hapsetmemize lüzum yoktur. Buna hayal âleminde emniyetli bir mahreç bulabiliriz. Bunun klâsik bir misalini bize Max Beerbohm veriyor; bu zat, sevmediği kimselere hayalî mektuplar yazardı. Bazen bu mektupları oturur, fiilen yazardı, ve bu hareketiyle bir mahreç bulan öfkesi de buhar olup giderdi.
Olgun yaşa gelmiş erkek ve kadınlar sıfatiyle kafalarımızı birer demokrat ülke gibi tasavvur etmeliyiz; bu ülkede her türlü his ve fikirlere söz hürriyeti verilir. Politika hayatında her çeşit parti ve propagandalara hürriyet hakkı veriyoruz da, neden kendi en derin düşüncelerimize Ve itici kuvvetlerimize bu hakkı vermiyelim, hem de kafalarımızdaki şerefli ve yaratıcı ekseriyetin tehlikeli gördüğü fikirleri ihraç reyini vereceğinden emin olarak... Ne mi demek istiyorum? Her aklımıza estikçe düşmanımıza veya büyüklerimize saldıralım mı? Hayır, bunun tam aksini tavsiye ediyorum ve bunu tekrar tekrar söylüyorum: Fiiliyatta zaptı nefis, fakat hayalde benliğin ifadesine müsaade.
Bazen yakın bir dostumuza, kardeşimize veya bir din liderimize derdimizi anlatabiliriz. Bazen da psikiyatristin tecrübeli nasihatine ihtiyacımız vardır. Fikir tuhaf görünür ama, derdimizi dinleyen adam, muvakkaten tecavüzkârlığımızın hedefi oluyor.
Bu da asrın psikoterapisinin çok büyük bir keşfidir: Vaktiyle, çocukluğumuzda baba, ana, veya kardeşe karşı duyduğumuz korku, sevgi noksanı veya husumet hisleri gibi hayatımızın ilk yıllarında kendi kendimizden gizlediğimiz duyguları, çok defa bir arkadaşa veya bir büyüğe doğru çevirmek. Bazı hallerimizi ve reaksiyonlarımızı bazı muasırlarımıza naklederiz; fakat bu nakil hâdisesi, bize ıstırap da verse, hissî kurtuluşumuzda ehemmiyetli bir adımdır. Bir müddet sonra bakarız ki, hakikatte biz, karımız, kocamız, arkadaşımız veya hekimimize kızgın değilmişiz. Bunlar, bizim inkişafımızın bir derecesinde ifade bulmıyan bir takım hislerimize, şimdi hedefler teşkil ediyorlarmış. Bu dost veya öğütçü, gösterdiği sabır ve sükûnla bizim hapsedilmiş hislerimize mahreç temin eden hekim artist oluyor, aynı zamanda hem muvakkat kurbanımız, hem de bize daimî bir şifa veren hekimimiz oluyor.
Diğer bir ümit kaynağı da hallerimizin geçici o’masıdır. Bu birçokları için öğrenilmesi güç bir derstir. Yorgun zamanlarımızda, bir iğne batması, bıçak yarası gibi gelir, ve her habbeyi kubbe yapanz. Herkesin arasıra ruh
sıkıntısına düşmesi tabiî ve normal bir haldir. Karanlık tünele girerken, bu girişin bir de çıkışı olduğunu unutur, sanki bir daha hiç aydınlığa çıkamıyacağımızı sanırız. Biz insanlar çok dayanıklı, birçok sadmelere karşı koyabilecek hesapsız gözyaşına tahammül edecek, ve yıkılmadan birçok facialardan geçebilecek organizmalarız. Şu halde, bir günlük, hattâ bir aylık ruh sıkıntılarını, hayatımızın daimî hali diye almamağa çalışalım. Çünkü, bu aydınlık dağına açılan kısa bir karanlık tüneldir.
Şahsî korku Te endişelerimizle karşılaşınca, hepimiz de başkalanndan yardım görmeğe razı olmalıyız. Yardımdan kaçan, bir badkasına zaafını itiraf etmekten utanan çok kimseler vardır. Birçok kimseler, korku ve fobilerine sımsıkı sarılırlar. Bu ciheti anlamak kolaydır, çünkü korkularımız bazen eski arkadaş gibidir; bunlardan vazgeçmeğe korkarız, zira bizim için muayyen psikolojik bir kıymetleri vardır. Bunlar bizi realiteden ve realite ile karşılaşmaktan vikaye eder. Bütün ömrünü yarı hasta halde geçiren bir kadın, kendi de farkında olmadan bu koruyucu nörotik halden kurtulmaktan çekinir. Çocukluğunda, hastalık dolayısıyla dikkati üzerinde toplamağa alışmıştı; sonra da, kocasının, çocuklarının, ailesinin ve arkadaşlarının dikkatini üstünde toplamak ve sevgi zincirlerini kendi etrafında perçinlemek için hastalığı vesile edindi. Korkularımız çok kere bu kadının hastalık kalkanına benzer. Realiteden ve büyüme hâdisesinden bizi korur. Bununla beraber, insanlar ekseriyetle hissî çocukluktan usanırlar. Normal insanların çoğunda bir büyüme sâiki, olgunlaşmak iştiyakı vardır. Daha iyi ve daha hür bir beşeriyete bizi kavuşturacak ümidin temeli işte bu iştiyaktır.
Evet, yardım, ve bu yardımı sağlayan mevcut kaynakları kabule razı olmamız gereklidir. Bu kaynaklar, iyi tanzim edilmiş bir cemiyete yakışacak derecede çeşitli ve
ele geçmesi kolay şeyler değildir. Önümüzdeki birkaç yılı da hükümetin ve maarifin en büyük vazifelerinden biri, Amerika'nın yalnız büyük şehirlerinde değil, küçük yerlerinde de mühim sayıda ehliyetli psikiyatristlerin yetişmesine ve psikoloji kliniklerinin çoğalmasına yardım etmek ve tahsisat ayırmak olmalıdır. Bugün de çok değerli psikolojik irşadatta bulunan birçok müesseseler vardır. Memleketin her yerinde, harb sonrası âsap gerginliğini hafifletecek ve savaş erlerimizin korkularını tedavi edecek kabiliyette, «emekliler klinikleri» açılmaktadır. .Memleketin her yerinde bulunan sağlık ve yardım müesseseleri, psikoloji ilmini öğrenmiş İçtimaî hizmet erleriyle doludur. Birçok fabrika ve sınaî müesseselerin hususî psikologları vardır, ve bütün vakitlerini işçilerin tedavisi işine vermektedirler. Kaliforniya’nın Oregon şehrinde ve başka yerlerde en son iskân programlarına göre, kiracının ödeyeceği kiraya psikoloğ ücreti dâhildir. Ve nihayet, cemaatlere ve fertlere daha faydalı olabilmek ve lâyıkiyle yardım edebilmek maksadiyle her din ve mezhebe mensup bütün ruhanî reisler psikiyatri ve akıl sağlık bakımı sahalarında hazırlanmaktadırlar. İstatistiklere göre, şu en gayri şahsî ve teknolojik sahada, erkek ve kadınların sıcak bir arkadaşlık muhiti içinde karşılıklı bir grup tedavisi için yer ve imkân temin eden müesseseler, kilise ve sinagoglardır.
Korku ve endişeyi hükmümüz altına almak istiyorsak, sadece başkalarından yardım kabul etmeğe razı olmakla kalmaz, kendi nefsimizi, kabiliyetimizi ve aczimizi de kabul etmeyi öğreniriz. His ülkesinde kusurlarımızı kabul etmenin ve duygu ve mizaç hallerinde mevcudiyeti mutlak olan noksanlarımızla karışık hale gelme meselesinin ehemmiyetine evvelce işaret etmiştim. Şimdi de, kabiliyetler ve başarılar cihetinden noksanlarımızı kabul etmek zaruretini ehemmiyetle kaydetmek istiyorum. Bu gibi acizleri kabul etmek, birçok kimseler için gayetle güçtür. Bu neden böyledir? Kısmen, çocukluğumuzda, nice nice ülkeleri fethetmeyi kafamızda tasarlamış, hayaller kurmuştuk; çocukluktaki hikâyeler, masallar, ve peri masalları bize acizden ziyade kudret ilham etmiştir. Sonra, çocuklukta, kahramanlarımızı en kudretli vasıflarla süsledik; belki de bu kendi aczimizden kaçmak için bir yoldu. Nihayet, ana babalarımızın bizden istediği kusursuzluğa erişememek bizi çok üzdü; belki de anababalarımızın bu arzusu, kendi acizlerini kabul edememelerinden ileri geliyordu. Çok kereler bir anne, kendisinin başaramadığı emelleri, kızının başarmasını ister. Çocuklar çok kereler, ana babalarının başarısızlık gölgelerinin uzamış şekilleridir! Anababalar çok kere isterler ki, kendilerinin başaramadıkları mükemmeliyeti çocukları başarsın ve bu suretle hayatın onlara vermiş olduğu ikinci fırsat boşa gitmiş olmasın.
Şu halde, çocukluk emellerimizin yükünü olgunluk hayatımıza da getiriyoruz. O takdirde korkup endişe etmemize ve kendimizi başkalarından aşağı görmemize şaşılır mı? Mutlak olanı elde etmek peşinde bizi koşturan ve huzurumuzu bozan icbar! kuvvet neticesinde ülser, tansiyon veya kalb hastalıklarına uğrarsak, buna şaşılır mı? Bununla beraber, ancak çocukluğumuzun emelleriyle bir mütareke yaptığımız zaman, iç sükûnu bulabiliriz. Aciz ve kusurdan hâli kimse yoktur. Bazen öfkelenir, küçültücü hareketlerde bulunur, tembellik eder veya katı kalblilik gösteririz; fakat tabiatimizde şefkat, iyilik ve yaratıcılık da vardır. Bazı kimselerin eli hünerlidir, bazılarmm sanat ve musikiye istidatları var, daha başkaları fikir âleminde kabiliyetlidirler. Hemen hemen hiç kimse her üç sahada birden kabiliyetli değildir. Hepimizin de kabiliyetleri mahduttur, ve kendi kendimizi bu mahdutluklarla kabul etmeli, ve düşünmeliyiz ki, başkalarının yapamayıp bizim yapabildiğimiz ve başkalarının cemiyete veremeyip bizim verebildiğimiz şeyler vardır.
Kendimizi eksikliklerimizle kabul etmekle, hayatımızın değişikliklerle dolu ve elâstik olduğunu da öğrenmiş oluruz. Hayatın çok muazzam hususiyeti şudur: Yaşadığımız müddetçe gelişip büyümek mazhariyeti bizimdir. Yeni hünerler öğrenebilir, yeni dostlar kazanabiliriz, fakat, biraz müteşebbis olmak, sabit ve katı bir hale gelmemek ve vaktinden evvel psikolojik damar katılığına uğramağa razı olmamak şartiyle... Şu halde kendi nefsimizi kabul etmesini öğrenelim: Yâni, kabul edelim ki, bazı cihetlerde kabiliyetli, diğerlerinde kabiliyetsiziz; dehâ nadirdir; hemen hemen hepimizin nasibi vasat naldir; umumî hayatın servetine hepimiz de kendi hüner ve mârifetimizin hâzinelerinden hediyeler getirebiliriz. Hissî zayıflıklarımızı kabul edelim, ve bilelim ki, her insanın kafasında bir fobi var, ve normal insan, hayatı, eksiklikleri ve fırsatları ile seve seve ve cesaretle kabul eder.
Dahası var: Yalnız kendi nefsimizi kabul etmekle kalmamalı, kendi benliğimizi değiştirmeliyiz, ömrümüzün son gününe kadar değişebiliriz, ve bünyemizin saklı kaynaklarından kıymetli şeyler çıkarabiliriz. Nefse acımanın sakat ve faydasız dairesinden veya çocukça muvaffakıyetsizliklerin esaretinden kurtulmalı ve enerjimizi başkaları için bir gaye, bir hareket veya büyük sosyal teşebbüs uğruna sarfetmeğe başlamalıyız. Böyle hizmetler sayesinde kendi nefsmizden ve korkularımızdan kuı* tulmuş oluruz.
Ekonomik ve sosyal istikballe alâkadar dış dünyasında korku tabiîdir. Bunlar halı altında saklanmış yılanlar değil, çok hakikî yılanlardır. Bir çok kimseler, işleri kötü gidiyor veya kötü gidecek diye, yahut da bu yeni istikrar devresinde kendi kendilerini büyük üzüntülere veriyorlar. Sayıya gelmez insanlar işsizlikten veya meslek ve işlerinin bozulmasından korkuyorlar. Bunlar çok hakikî endişelerdir ve tılsımlı sözlerle geçiştirilemez. İşsizliğin müthiş hususiyetlerinden biri, bir erkek gururunun kırılması, mânevî kuvvetin fena halde bozulması, çocukları ve karısı gibi yakınlarının gözünden düşmesidir. Bu çok rekabetle dolu cemiyette birçok erkeklerin içini kemiren ikinci derecedeki korku budur. Böyle bir kimse, istenilen dereceye çıkamıyorum, arkadaşlarım, komşularım benden daha beceriklidirler; onun için muvaffak oluyorlar, ben geriye kalıyorum, diye korkar.
Bu korku ve endişeler hakkında ne denebilir? Evvelâ, birçok erkek ve kadınlar bilmelidir ki, geçici ticaret ve sanayi oynaklıkları, şahısların muvaffakıyetsizliği demek değildir. Franklin Delano Roosevelt dedi ki: Bugün ekonomik mekanizma o kadar muazzamdır ki, iş adamları, kendi iktidarları dışında olan âmiller geçici mahiyette işlerini bozarsa, kendi kendilerine kusur bulmasınlar. Geçici muvaffakıyetsizlik veya iflâsla karşılaşmak yüzünden hiç bir kimse kendini tam bir muvaffakıyetsizliğe uğramış gözüyle görmemelidir.
Bununla beraber hakikî ekonomik korkularla yakından bağlı bir takım korkular da âsap rahatsızlıkları bakiyesidir. Bilhassa Amerikalılar, bir uzun mesafe koşusuna girişmişlerdir: Bu koşuya iştirâk edenler, arkalarından soluk soluğa gelenlerden çok korkuyor ve kendilerini geçenleri gıpta ediyorlar. Dr. Kariner, «The Psychological Frontiers of Society» (Cemiyetin Psikolojik Hudutları) adlı çok heyecanlı bir eser yaratmıştır. Muharrir, bu eserinde birçok sahifeleri, muvaffakiyet peşindeki bu koşusu tahlile vakfetmiştir. Kudret ele geçirmek uğrunda yapılan bu amansız yarışın, birçok asabî karışıklıklara ve vakitsiz kalb sektelerine sebep olduğunu gösteriyor. Kültürümüz bir para kültürüdür, buna şüphe yok bu kültürün içinde de pek çok sayıda insanlar, zevki değil, kârı hayat gayesi biliyorlar. Servetlerini çoğaltmak peşinde doymak bilmez bir koşuşla kendilerini fiilen öldürmektedirler. Maddî muvaffakiyete tapınma, Amerika cemiyetinin bütün sınıflarına sirayet etmiştir; tabiî olarak büyük ekseriyet, büyük servet ve lüks hayatı elde etmekten âciz kalıyor, bu yüzden de insanları gönül üzücü bir güvensizlik ve kendini hakir görme hissi sarıyor.
Hâkimiyet sâiki, derin başarı arzusu, bizim emel sahibi beşer tabiatinin çok takdire lâyık vasıflarındandır. Şu halde yanlışlığımız nerededir? Aşırı enerjimizi hakikî başarıya harcedeceğimiz yerde bunu nörotik mücadeleye veriyoruz; yanlışımız da buradadır. Sinik (cynical) tâbiriyle, biz hâlâ, altın buzağının etrafında oynayan İsrail oğulları (Tevratta Çıkış kitabı 32 nci baptaki vak’adan. ) gibiyiz. Judaizm, bu altın buzağıya tapınmanın tehlikelerini her zaman anlamıştır. Psikoloji bugün, birçok insanlara bu nörotik putperestliğin sebeplerini göstermek hususunda dine yardım edebilir. İşin şaşılacak ciheti, asıl tapınılan şeyin bizzat altın olmamasıdır. Altın sadece öç alacak âlet, eski kinleri ödeyecek sivri uçlu kılıç, yaralanmağa müstait çocukların hayallerinde yaşattıkları kılıç geçmez zırhtır. İşin doğrusu, birçok insanlar daimî bir memnuniyetsizlik içindedirler, çünkü gayeleri, ödünç alınmış gayelerdir. Bunlar hayat ihtiraslarım içinde yaşadıkları kültürün içinden değil, ailede bir zamanlar üstünlüğünü çekemedikleri bir aile ferdinden almışlardır. Birçok erkek ve kadınlar şu kısacık hayatlarım, kendilerini şu düşünceye esir ederek geçirirler: «Ben zengin olacağım, kuvvet kazanacağım ve onlara göstereceğim!» Birçok kimseler hakikatte hayâletlerle, yâni eski bir rakiple boy ölçüşmektedirler. İstedikleri başarıyı, yâni, mutlak muzafferiyeti, elde edemediklerinden, hiç bir zaman memnun halde değildirler.
Para kültürümüzün marazî bir ciheti daha var; bu da, Amerika’da hemen hemen her topluluk içinde ayrılıklar yaratan rekabettir. Evi, barkı, malı mülkü, müreffeh ailesi olan bir adam, bütün bunları yavan ve tatsız görüyor; niçin? Çünkü uzun mesafe yarışında başkaları onu geçmiştirler. Her istediği elinde yok değil, sadece başkasının dünyalığı onunkinden fazla... Onun rahatını kaçıran bu «fazla» lıktır. O bu yüzden kendi nefsini takbih ediyor, ve asıl başarılarını küçük görüyor. Huzur ve sükûnunu durmadan kemiren kanser de budur.
İnsanın kendi kendine şu sözleri söylemesi zamanı gelmiştir: «Ben ailemin ve kendimin emniyet, vakar ve refahım temin edecek kazancım olduktan sonra, başkasının elindeki iktidar ve servet, artık beni alâkadar etmez. «Kim daha büyük?» «Kim daha zengin?» «Kimin elinde daha’ çok servet var?» gibi durmadan mukayeseli sorgular soran fâsit daireyi bozacağım. Hedeflerimi başkalarından ödünç almaktan vazgeçip, kendi ülkülerimi kendim kuracağım. Muvaffakiyete karşı olgun bir insan vaziyeti kazanmağa çalışacağım. Bu ise olgunlaşma ve kemale erişme emeli yoluyla kabildir; hakikî ve samimî kemal, kalp, süs mahiyetinde, gururlu boş şeylerin peşinden koşan kemal değil. Rüzgârın ardından koşmakla artık kalb huzurunu bozmağa razı olamayacağım. Ve kendimi yalnız altın ve gümüş terazisi ölçüsüne bırakmayacak, iyilik ve kemal ölçüsüne göre ölçeceğim.»
Böyle düşünen bir adam, asrımızın marazî materyalizminden kaçınmak yolunu tutmuş demektir. Böyle bir adam, Shakespeare’in derecesinde şiir yazamadığından dolayı kendini parçalamıyan insana benzer. İçinde Bach’m füsunu yok diye kendi musiki eserini hakir görmeyen musikişinasa benzer. Pehlivanlar veya ölmez dâhilerle kendini mukayese ederek sanat eserini veya kalemini sekteye uğratmaktan ise kendi nefsini ve seneden seneye inkişaf eden kabiliyetlerini kabul edip bunları faydalı şekilde kullanarak mesut olan şair ve müzisyene benzer.
Psikoloji, insanoğluna kendi nefsinden aşın taleplerde bulunmaktan kurtulması yolunda yardım etmek suretiyle, insanların «altın buzağı» ya tapınma hislerini eksiltmeğe çalışan dinle elbirlik etmiş oluyor. Daha çok sayıda ev, mücevherat, otomobil, para, servet edinme, çok kere bunlar tecavüz ve öç alma silâhlarıdır yarışı hastalığından kurtulup, bu sahte hedefleri aramak yerine, insanlar her işte biraz tevazu öğrenir, kendi hakikî basanları, ve cemiyete olan yardımları ile yer bulabilir. Ne zaman kendi yaratıcı enerjilerimizi, çocuklukta girişmeğe mecbur kaldığımız müsabakalar neticesinde bize yükletilen hedeflere değil, olgun yaşta seçtiğimiz hedeflere vakfedebilirsek, ancak o zaman kendimize olgun ve mesut diyebiliriz.
Ekonomik endişelerimiz hakkında şu kadarını söylememiz icap ediyor. Şu harp sonrası yıllannda bir hayli güçlüklerle karşılaşmamız tabiîdir; fakat her erkek ve her kadın bilmelidir ki, bu harap olmuş dünyanın yeniden imarı işinde bir hissesi vardır, ve kendi kabiliyet ve hünerini kullanmalıdır. Yaratmak üzere bulunduğumuz bolluk dünyasında lüzumlu olmıyacak ne bir kafa, ne de adale vardır. Benim itikadımca yeni devre gelip çatmıştır; bu devrede insanlar, yalnız sıhhat sigortası, ihtiyarlık sigortası, ve işsizlik sigortası istemekle kalmıyacak, asırlar boyunca insanları daima bîhuzur etmiş olan ihtiyaç ve fakirlik, hastalık ve çaresizlik korkusuna demokrat cemiyetin kollektif vicdanı üstün gelecek' tir. Yeryüzünde bulunan her çocuğa iş ve mevki garanti edilmelidir; çünkü artık öğrenmiş bulunuyoruz ki, mevki ve emniyet yokluğu, ve işsizlik ve açlığın varlığı, dünyayı mahvedecek olan atom bombasının kapsülü haline gelebilir. Böyle akla sığmaz harp âletlerini icat ve istihsal edebilen biz insanlar, insan oğlunun yüreğini dolduran ekonomik korkuları azaltmak yolundaki İçtimaî makinistlikte daha az usta olmamalıyız; hem bunu yapmağa mecburuz da...
Nihayet insanların dinî ve metafizik korkularına geliyoruz. Asırlar boyunca hassas insan oğulları ölümden ve yokluğa karışmaktan korkmuşlardır. Hakikaten hepimizin de yalnızlığımızı hissettiğimiz ve yapımızın zaafından korktuğumuz zamanlar vardır. Ömrümüzün kısalığını ve günlerimizin boşluğunu düşünerek tabiatimizi derinleştirirsek iyi olur. Bununla beraber, esaslı dinler bize bilmemiz icap eden hakikatleri öğretiyor: Kökümüz ilâhî kaynaktadır, ne bu, ne de gelecek dünyada mukadderatımız için korkmamıza mahal yoktur. Allah bize bu dünyada şerefli bir hayat yaşamamızı da takdir etmişse, o hayat için ihtiyacımız olan kudretleri de bize Ihsan edecektir. Bugün yaşarken «ebedî bazular» (Tevratta Tesniye kitabı, bap 33âyet 27) bizi taşımaktadır: Nefes alıyor, yiyor, içiyor, düşünüyor ve rüyalar görüyoruz; neden? Çünkü bizi tutan kendimizden büyük bir kâinat vardır ve bizim derinliklerine erişemediğimiz bir sevgi bizi korumaktadır.
«Burma Diary» adlı bir kitapta muharrir diyor ki: «Bombardıman sahasının kurbanları arasında çalışırken, onlara gayriihtiyarî «Allah sizi korusun» diyordum.. Bununla, Allah bizi nihaî kötülükten koruyacak demek istiyorum. Nihaî kötülük ölüm değildir. Başıma bir bomba düşse veya bir kurşuna kurban gidecek olsam, beni sevenler, Allah beni korusaydı, diye düşünmemelidirler. Allah korusun, şu demektir ki: İnsanı sağken de, ölürken de, bomba isabet ederse de, kurtulursa da, Allah sevgisi bizi sarsın, demektir... Nihai kötülük, sevgi eksikliğidir. Onun dışında hayat, sevgi içinde ölümden kötüdür. Tehlikelerden esirgenmesek bile, Allah bizi korursa, kötülükten kurtulmuş oluruz.»
Hayattan ve ölümden korkmağa başlarsak, kâinatın itimada lâyık halini, bizi saran kollarını, bizi tutan ve besleyen sevgisini düşünelim; ve bilelim ki, İlâhi bazlıların muhiti dışında çıkacağımız bir yol yoktur.
Korku ve endişe hakkında bazı hakikatler bunlardır. Ölçülü bir endişe hepimiz için de normaldir. Aile ayrılıkları, milletlerarası gerginlikler, ekonomik ve sosyal kararsızlıklarla dolu olan bu zamanda, biraz endişe duymamağa imkân yoktur. Hayatta hüner «başımıza geleni çekmek ve değiştirebildiğimiz şeyleri değiştirmektir.» Bazı şeylere tahammül etmemiz gerektir; birtakım güçlükler ve facialar, mağlûbiyetler ve kayıplar beşerî mukadderatımızın bir kısmıdır. Bunun çocukluğumuzun toprağındaki kökünü öğrenince, maddî, tıbbî, dinî ve mânevî tedavi kaynaklarından istifade edince çünkü bunlar ruhlarımızın üstünden bütün örümcek ağlarını süpürüp götürebilir ve benliğimizi kabiliyetlerimiz ve zaaflarımızla, sevinçlerimiz ve sıkıntılarımızla, umuma şâmil tecrübeleri geçiren umumî kardeşler olarak kabul edince, yersiz korkuyu hükmümüz altına alabiliriz.
Korkuyu, sadece onu anlamak ve benliğimizi kabul etmekle değil, meşguliyet yoluyla da hükmümüz altına alabiliriz. O meşguliyet ki, hırs ve öfkemizin «sublimation» udur ve nefsine acımakla nefsine münhasır kalmaktan kaçmak için en hakikî yoldur; o meşguliyet ki bize vakar verir, ve içinde herkese gıda, emniyet ve hürriyet bulunan bir cemiyete kavuşturacaktır.
En nihayet, korkuyu imanla hükmümüz altına alırız. Hayatın değerlüiğine inanan ve Cenabı Hakka güvenen iman; acılarımız ve çabalayışlarımızın bir mânası olduğuna iman, ve Allah bizi bir yana atmıyacak, bilâkis her birimizi, kendi kâinat plânının içinde kıymeti biçilmez birer mozaik parçası olarak kullanacak diye iman.
Asırlar boyunca din, insanlara, ölüm hâdisesi karşısında teselli ve cesaret vermeğe uğraşmıştır. Din, umuma şâmil olan bu ölüm meselesine çeşitli yollardan dokunmuştur: Bazen insanlara, hayatın bu şekilde nihayet bulmasını stoik hislerle karşılamalarını telkin etmiş; bazen, ölüm kıyılarından ötede ebedî hayat bulunduğunu hatırlatarak, teselli etmiş; bu dünya hayatında çirkinliği ve karışıklığı, cennette Allah’ın ihsan ettiği tarif edilemez saadetle mukayese ederek, ölüm acısı çeken kederlileri teselliye çalışmıştır.
Ölüm hâdisesini karşılamak için bütün dinler kudsî mahiyette teknik yapmış, ve hayatın sonunu mukaddes bir hâle ile çevrelemişlerdir. Kiliseler, sinagoglar, insan oğlunun gölgeler deresinden geçtiği bu acı saatler için «teselli tâbiyeleri», musiki ve sözle bina edilmiş teselli tâbiyeleri yapmışlardır; İlâhî âhenkleri, ölmez mezmurların teslimiyet ifadeleri, ölmüşlerin fazilet ve iyiliklerinin tekrarı, bu tâbiyeler arasındadır. Ölüm vukuunda dinî merasim, şekil ve muhteviyat bakımından birbirinden ne kadar ayrı olursa olsun, iki vazifesi vardır: Gidenleri, adem sularından, ebediyet sahillerine sâlimen geçirmek, ayni zamanda yaşayanları keder uyuşukluğundan, hayatı yeniden kabul etme haline geçirecek bir köprü yapmak.
Bir mânada, din, en kahramanca hünerini kabrin huzurunda göstermeğe gayret eder. Bir yanda, ölmüşlerin, bu ömrün acılarla dolu hayat tecrübelerinden çıkarak ya mutlu bir ademe, yahut da nihayetsiz ve üstün olan daha yüksek bir mevcudiyet ülkesine gittiklerini teyit eder. Öbür yandan, hâlâ yaşayan ve facialardan birçok dersler öğrenmiş olan kimseleri, bu dünya hayatının hem nimetlerini, hem de yüklerini yeniden kabul etmeğe davet eder.
Demek oluyor ki, din ekseriyetle, bir muvazene aramağa çalışır. Kilise de, havra da bu nihaî muamma karşısında, birbirine zıt olan şu iki mefhumu haklı çıkarmayı vazife bilirler: Şu dünya üzerindeki ömür denilen kısa günümüzün feci derecede nazikliğini, ve nazikliğine rağmen bugünün değerini teyit... Kedere uğramış olanları kayıplarından dolayı teselli etmeli, fakat bu işi, yaşayanlardaki hayatın içten itici kuvvetini dondurmadan yapmalı. Din, bazen olduğu gibi, ifrata giderek, bu dünyayı takbih ve eksikliklerini aşırı derecede büyüttüğü zaman, bedbinliğe ve sakat zihniyete zımnen yer açmış olur, ve bu suretle yaşayanların kalbinde hayata karşı duyulan iştiyak hissini eksiltir. Bu noktada, din, insanları sağlam kafalılıktan hasta zihniyete götürmekte ölümle elbirliği etmiş mevkide kalır.
Bir sevgilinin ölümüyle karşılaştığımız zaman, menfî ve bedbin düşüncelere kapılmamak kolay iştir, demek istemiyoruz. Ölüm korkusuna mâruz kaldıkları zaman şairler, romancılar ve filozoflar, asırlar boyunca kasvet ve korku verici yazılar yazmışlardır. Varlığın iyiliğini insafsızca kırpan kader makasına karşı acı hisler duyarlar. Dayanılmaz ayrılık acılarını, birçok âşıkların aşk vecdi kâsesini kana kana içtikleri sırada ve nabızları bu ateşle vururken vücutlarına hançerini saplıyan talihin haksızlığını çok canlı sözlerle tasvir etmişlerdir. Bir yandan aşırı ihtiyarlık ıstırabı içinde mânasını kaybet
mis hayatları sürüklenen birçok yaşlılar dururken, yarım kalan genç hayatların talihine şairler ağlar ve bizi ağlatırlar. Yaşıyan, gülen, yaratıcı kabiliyeti olan bir artisti, bir ilim adamını, bir oğulu, bir anneyi veya bir babayı bir lâhzada donmuş bir cisim, dağılmağa müstait bir balçık parçası haline koyabilen bu kâinatın kara büyüsüne isyan eder ve ettirirler. Belki de ölümün hâkimiyeti karşısında şairlerin ifade etmiş oldukları bu isyan ve öfke hissi, insanların çoğunda köklü bulunan hayat iştiyakına çok iyi bir delil teşkil eder.
Bunu ne suretle izah edersek edelim, şu inkâr edilemez bir hakikattir ki, edebiyat ölümden ne zaman bahsetmişse, buna karşı rıza değil, isyan, cesaret değil, gözyaşı ve keder ifade etmiştir. Tesadüfen, akıllarımızın mahdutluğunu ispat eden en mükemmel delili şu keyfiyette buluruz: Eski İsrail ve Yunan muharrirlerinin ölüm hakkında bildikleri bugünün şairlerinin malûmatı derecesindedir; tâbirler ve nazım şekilleri başka da olsa, yirmi asır evvelki muharrirlerin bu nihaî mesele hakkında yazdıklarıyla bugünkü muharrirlerin yazdıkları arasında esaslı fark pek azdır. O çirkin yüzlü orakçının elindeki tırpan karşısında hepimiz şaşırmış çocuklar gibiyiz; hislerimizi belirtmek, veya düşüncelerimize ifade vermek için çalınabilecek nağmeler çok mahduttur. Bunların birçok yeni şekilleri olabilir, fakat esas motifleri birdir: Yiğitlik veya korkaklık, stoisizm veya nefsine acımak, iş veya feryat ve figan.
Bütün dinlerin, ölüm karşısında ayni vaz’ı takınmış oldukları nazariyesi tabiî doğru değildir. Esasta, hayatı inkâr eden ve Nirvana’ya erişmeyi hedef tutan şark dinleri vardır. Bazı Hıristiyan mezhepleri hayatı inkârla tasdik arasında tereddüt etmiştir. Judaizm, başlıca ananelerinde, sakat zihniyetten ve bedbinlikten kaçmmağa uğraşmış, ve bu dinin sâliklerine, hayat ve ölüm hakkında mâkul bir perspektif, hayat sisteminin bir unsuru olarak bugünün rolünü cesaretle kabul, ve bütün kayıp facialarına rağmen bu dünyaya karşı hayatı besliyecek bir alâka telkin etmeğe çalışmıştır.
Din ekseriyetle keder ve ölüme karşı iman ve felsefe yolunu tutar. Şahsî ve İçtimaî bir ölmezlik düsturu ile insanları teselli etmeğe çalışır. Aklın ve yüreğin ruhanî bir teslimiyete bırakılmalarını tavsiye eder; halbuki, ölüm acısı karşısında insanlara yalnız mânevî iman kâfi değildir; onlara, kederi, yıkıcı değil, yaratıcı mahiyette idare etmeğe kuvvet verecek hissî bir tabiye lâzımdır. Asırlar boyunca insanlar, keder hâdiselerini karşılamak için uygun bir hissî teknik meydana getirmeğe uğraşmışlar; arasıra şairler ve filozoflar içten doğma şekillerde bu müşkülün akla uygun surette halline doğru gitmişlerdir.
Bununla beraber umumiyetle, keder karşısında insan ne tavır takınmalıdır, diye şümullü bir fikir karışıklığı vardır. Hisler ifade mi, hapis mi edilmeli? Keder sözlerle beyan mı edilmeli, yoksa gizlenmeli mi? Çocuklar kedere mâruz bırakılmalı mı, yoksa bundan korunmalı mı? Bu sualler, beşer hayatının kat’î ve nihaî sahalarından biri, yâni, son dünya ayrılıkları karşısındaki hissî reaksiyonları hakkındadır. Bu sualin cevapları bilhassa şu zamanda çok elzemdir, çünkü harp sayısız evlere böyle feci haberler getirmiştir. Erkekler ve kadınlar ölüm kederim nasıl karşılıyacaklarım bilip, kendilerini ona göre ayarlayamazlarsa, bu nesil için hakikî bir iyi hayat imkânı olamaz. İyi bir hayat imkânı olmayacaktır diyorum, çünkü, iyi hayatı kuran mimarlar vücutça hasta ve akılca marazî insanlar olurlarsa, o bina nasıl olur? İleride göreceğiz ki, keder karşısında insanların gayrimâkul davranışları, birçok vücut hastalıklarının ve ruhî sarsıntıların kaynağıdır.            .
İnsanların his hayatının bu sahasında, yâni daha göze çarpar mahiyette olan cinsî çarpıklıklar, nefret ve aşağılık duygularının doğurduğu karışıklıklara dalmış olan ruh hekimlerinin ihmal etmiş olduğu sahada, en baş öncü belki de meşhur Harvard’lı psişiyatrist Dr. Lindemann Erich olmuştur. Massachusetts General Hospital’deki klinik çalışmalarında, kendisine müracaat etmiş yüzlerce keder hastası üzerindeki tecrübelerinde, hem normal, hem de anormal keder hastalarım meydana çıkarmıştır. İlk vardığı netice şudur: Ferdin hayatında çok ehemmiyetli yeri olan biri ölünce, ölüm acısı ile karşılaşan kimse birkaç haftalık veya aylık bir müddet için normal olarak şu ârazı gösteriyor: Bedenî ağrı ve sıkıntılar; zihnn, ölmüş kimsenin hayaliyle sürekli surette meşguliyeti; kendini suçlu görme hissi; hayata karşı alâkasızlık, ve hal ve harekette kayıtsızlık.
Büyük kayıba uğrayan hemen hemen herkeste bu ârazın az çok görülmesi beklenir. Eğer bunlar geçici mahiyette tezahürler olarak alınırsa, eğer kederli kimse uğradığı acıyı cesaretle kabul eder, hislerini salkıyacağına, bunlara yol verirse, keder hislerinden kaçınmayıp bunlarla yüz yüze gelir, ve o sevgilinin bıraktığı boşluğa alışmağa gayret eder, yeni alâkalar peyda etmeğe başlarsa, bu kimse, hakikî bir keder tâbiyesi bulmuş olur ve birtakım asabî hallerin patlak vermesi tehlikesini bir yana itmiş olur.
Dr. Lindemann’ın tecrübesine göre birçok kimseler hakikî keder hislerini hapsetmiş, neticede ise bazılarmda erken, bazılarında geç birçok sakat reaksiyonlar başgöstermiş. Bunlardan bazısı niçin olduğunu bilmeden bütün hayata karşı bir hiddet ve öfke hayatı yaşıyorlardı. Başkaları, sevgililerinin ölümü üzerinden birçok yıllar geçtikten sonra, ve vaktiyle geçirmiş oldukları kederle şimdiki haller arasında hiç bir münasebet bile görmeden, ağır ruh sıkıntısı hallerine düşmüşler ve bunun vaktiyle tamamen hapsolunmuş keder hisleri neticesi olduğunu akıllarından bile geçirmemişler. Kolit ülseri olan kırk bir hastanın otuz üçü «kendileri için çok ehemmiyetli olan birinin kayıbından hemen sonra» bu hastalığa tutulmuşlardır. Beden hastalıklarından veya akıl teşevvüşlerinden muztarip hastalar (bu ister insandan kaçıp yalnızlığa çekilmek, aşırı tecavüzkârlık, veya halecanlı ruh sıkıntısı şeklinde de tezahür etmiş olsun), psikiyatrist his kapılarını ardına kadar açıp da keder tezahürleri yolunun üstüne kendi elleriyle dikmiş oldukları engelleri kaldırınca, rahatladılar. Bu suretle marazî keder reaksiyonu, normal keder haline getiriliyor, ve ekseriyetle hayata karşı yeni ve sağlam kafalı bir ayarlama vâki oluyor.
Bu psikiyatristin parlak araştırmaları bize anlatıyor ki, çeşitli asabî ve bedenî hastalıklar, erkek ve kadınların hayat tarihçesinde eski veya yeni keder hâdiselerine affolunabilir. Bu fertler kederlerini şiddetle hapsetmişler, bu ise onların şimdiki bünyevî karışıklıklarına sebep olmuştur. Hastaya, ölüm hâdisesi vâki olduğu zamanki hislerini serbestçe ifade etmesi, ve kaybetmiş olduğu sevgilinin ölümünde izhar edemediği bütün acıları ve kederleri açığa vurup içini dökmesi söyleniyor; bu yeniden yaşanan keder sahnesi, onun esaretten kurtulması ve ruhunun iyice yıkanmasına vesile oluyor. Psişiyatrist, hastaları, cenaze zamanında ve büyük kayıptan hemen sonra gelen zamanda normal olarak ifade bulması icap eden keder ve acıyı şimdi ifade etmeleri için ikna ettiği vak’alarda şaşılacak neticeler alınmış ve hastalar iyileşmiştir.
Demek oluyor ki, dinamik psikoloji, şimdi dine, büyük küçük bütün insanlar arasındaki keder ve sefaletle olan mücadelesinde yardım etmeğe muktedirdir. Gerçi ölüm mevzuu hakkında söylenecek yeni şey pek azdır; fakat ölüme karşı olan vaziyetimiz hakkında birçok yeni şeyler söylenebilir. Dr. Lindemann’ın klinik araştırmalarında, keder meselesi işinde dine yardımı dokunacak bir çok ehemmiyetli cihetler görüyorum. Tabiatiyle, fen adamının bize vereceği ilk şey normal ve anormal keder hakkındaki keyfiyetlerdir; bu keyfiyetleri dinî tecrübe ve beşer ihtiyacı ışığında aydınlatmak işi, bizlere düşer.
Şu muhakkaktır ki, daima caiz olmayan umumî mahiyette ifadelerden kaçınmamız gerektir. İnsan mizacı çok çeşitlidir; bazıları diğerlerinden daha soğuk tabiatlidirler; bu gibilerin «stoisizm» i bünye guddelerinin teşekkülünün inikasıdır. Başka insanlar, anormal derecede hislidirler, hayatını onlara getirdiği her ufak hayal kırıklığını vs darbelerini çok derinden duyarlar ve canları yanar. Bazı insanlar kaim kafalı, bazıları ince kafalıdırlar; hâsılı, insan şahsiyetini sınıflara ayıran bir mizaç uçurumu vardır. Bundan başka, pürneş’e bir çocuğun veya parlak istikbal vâdeden bir gencin ânî ölümü tabiî olarak şiddetli nöbetler ve buhranlar getirir; halbuki hayatını yaşamış ihtiyar bir büyük annenin ölümü çok daha sâkin karşılanır. Şu halde bilmeliyiz ki, ölüm hâdisesi karşısında çeşitli insan şahsiyetlerinin hissî reaksiyonları da birbirinden çok başka olur., hiç bir hakikî kederin duyulmadığı da vâkidir; bazen keder hissedilir ve ifade bulur, fakat kuvvetli ve mütekâmil bir şahsiyet onu hükmü altına alır. Bazen keder hissedilir, fakat ifade bulmaz, ve bütün şahsiyeti hükmü altına alır. En zararlısı işte bu sonuncusudur ve bundan kaçınmak lâzımdır.
Tipik bir keder vaziyetini tahlil edelim ve bu tahlil vesilesiyle birtakım psişik sıhhat kaideleri yapalım. Bir insan, kendisiyle hayatî şahsî münasebetleri olan bir sevgiliyi kaybedince, ilk netice olarak insan müthiş bir iç uyuşukluğu duyar, muvazenesini kaybeder ve ne yapacağını şaşırır. Dünya kasvetli bir çöl gibi görünür, ruhunu keder, yalnızlık ve yeis kaplar. Bu hırslı hislere yer vermeli mi, yoksa bunları ebediyen ayak altında ezmeli mi?
Beşer tabiati hakkındaki en büyük yanlış telâkkilerden biri de şudur: Kederin ifade bulması, insanı asabî yıkıntıya götürür. Hakikat bunun tam aksidir. Hissî reaksiyona hakkı olan ifadeyi vermek yüzünden kimse asabî yıkıntıya düşmemiştir. Çarpıklıklar, hisleri gizlemeler, normal beşer hislerini inkârlar, günün birinde patlak verecek hissî yıkıntılara pekâlâ zemin hazırlar. İşin doğrusu, biz insanlar dayanıklı organizmalarız ve birçok şeylere dayanacak kuvvetimiz vardır. Bugünün cemiyetinde hüküm süren şu kanaat ne mânalıdır: İnsanlar, hissî ifadelerden, tezahürlerden vikaye edilmeli, okşanmalı, himaye edilmeli; insan organizmasına zarar veren bu hissî patlak vermeler değil, bunlardan tamamen kaçınmaktır, çünkü bu insanın iç ruhunun dokusunu harap eder.
Şu halde bir sevgilinin kaybı zamanında tutulacak ilk kaide şudur: İçinizde duyduğunuz kederi ifade ediniz. Hislerinizden utanmayınız. Kaybınızın yükü altında çökmekten korkmayınız. Şimdi duyduğunuz acı, sonradan iyileşmenize yardım eden vasıta olacaktır. Bundan başka, dostlar, acı çeken kimseye karşı, sadayı aksettiren bir cihaz vazifesini görmekle mükelleftirler. Dostlar kederlinin zihnini, kaybından başka tarafa çevirmeğe çalışmaktansa, — bu hayli zaman geçtikten sonra yapılmalı — bir sevgiliyi kaybetmiş olan adamı serbest bırakmalı; varsın kaybından istediği kadar bahsetsin, kederini anlatsın, ve ölenin bütün güzellik ve faziletlerin5 doya doya saysın.
Keder hali hakkında ikinci bir hakikat de şudur: Giden sevgilinin maddî varlığından ve müşterek mevcudiyetinin bağından kendimizi kurtarmanın yolunu öğrenmeliyiz. Bütün ömürlerini bir arada geçirmiş, âhenkli bir hayat yaşamış, birlikte çalışmış, müşterek mücadelenin muvaffakiyet ve muvaffakıyetsizliklerine ortak olmuş bir karı koca tabiatiyle evlilik hayatlarının sonuna kadar bu suretle devamını ümit ederler. Bunlardan birinin ölümü, hayat nescinde sızlayan bir boşluk ve açık bir yarık bırakır. Ölüm çabucak gelir, fakat bütün bir hayatın ümitlerini zihinden çabucak silemez; sağ kalan hayat arkadaşı ise refikini arar, özler, bulamaz. Yalnızlık ve kayıp acısını bir yana itmeğe ve bundan kaçınmağa çalışmayıp da, bu, cesaretle kabul edilirse, bir an evvel nihaî muvazenenin kazanılmasına yardım eder. Sözün büyük bir kudreti var; insan dilinin de ağır yük altına girmiş kalblere merhem sürmek ve onu teselli etmek kabiliyeti büyüktür. Bu kederin ağırlığını ve kaybın büyüklüğünü başkalarına anlatmakla acı yavaş yavaş yatışır ve dayanılır bir hal alır.
Biz, derin mânasiyle başka insanlara olan alâkalarımızın eseriyiz. Neşelinin huzurunda neşeleniriz; malûmatlının huzurunda zihnimiz harekete gelir, iyi bir ressamın huzurunda sanat ihtişamının bir nebzesini görürüz. Kendilerini keşfedecek ve yeryüzüne çıkacak elleri bekliyen zengin cevherle dolu büyük mâdenler gibiyiz.
Biz insanlar, hepimiz de başka başka kabiliyet ve kudretlerin sahibiyiz, bu cevherleri keşfedecek uygun bir mâdenciyi beklemekteyiz; yüreklerimizin, akıllarımızın parlak mâdenini keşfedip çıkaracak, istidatlarımızı şe’niyet sathına getirecek bir dostun, bir arkadaşın, veya bir can yoldaşının yolunu gözlüyoruz. Birçok kimseler, matem saatlerinde büyük bir hatâ işlerler; ruhlarının mâden kapılarını sımsıkı kapar, ve belki de birçok değerli cevheri meydana çıkaracak kabiliyette olan yeni dost ve ahbapları dışarıda bırakırlar. Bu matemzede hayatlar terkedilmiş birer mâden kuyusu haline gelir, ve kullanılmıyan şaftlarını örümcek ağları sarar: Bu örümcek ağları nefsine acıma hissidir.
Kaybolan sevgili şahsiyetin hayatımızın piyanosunda çalmış olduğu nağme, ayni suretle bir daha çalmamaz, fakat, bu böyledir diye piyanonun kapağını kapayıp tozlanmasına meydan vermemeliyiz. Başka ruh sanatkârları, yeni dostlar aramalıyız; bu dostlar, bize yeni bir hayat yolu bulmak için yardım eder ve bu yolda bize arkadaş olurlar. Kedere ve ölüm acısına galip gelmenin ikinci bir kaidesi de şudur: Başkalariyle söz iştirakinden başlıyarak, yavaş yavaş yeni ve yaratıcı ifade sahasına intikal edecek yeni bir işbirliği kurmak.
Üçüncü bir kaide de şudur: Ölüm ehemmiyetli bir alâkayı bozunca, bu alâkanın yerini hiç olmazsa kısmen doldurabilecek birinin bulunması elzemdir. Matemzede, aynı veya ona yakın tavır ve hareketi icap ettirecek bir vaziyeti keşfettiği zaman muvazene tekrar hâsıl olur. Meselâ, küçük yavrusunu kaybeden bir anne en feci bir kedere uğramıştır; bu bilhassa böyledir, çünkü anne ile yavrusu henüz ayrı şahsiyetler haline gelmemişlerdir. Anne sanki bir gözünü veya bedeninin başka bir uzvunu kaybetmiş gibi olur, çünkü çocuk henüz onun benliğinin bir kısmıdır. Böyle bir facia vukua gelince, bu sevgi kumaşı mutlaka yeniden dokunmalıdır. Bu dokunun yenilenmesi kaidesinin tatbiki için ne yapılabilir? Meselâ, çocuğu ölen bir anneyi, bir ana mektebi ile alâkadar olmağa teşvik etmeli. Kendi çocuğu ile alâkasında meydana getirmiş olduğu yaşayış programını, bir çocuk grupu ile tatmin etmesi için, dostları o anneyi iknaa çalışmalıdır.
Böyle bir annenin hemen bir mânevi evlât alması pek doğru olmaz; çünkü kendisi de farkında olmadan bu yabancı yavrucağa devredeceği sevgide, ölmüş çocuğuna karşı sadakatsizlik çeşnisi sezer. Bu yavru da gayri şuurî bir düşmanlığın kurbanı olur. Ölüm acısı ile yüreği dağlanmış anne ilk zamanlarda sevgisini bir ana mektebi grubuna hasrederse, çok daha akıllıca bir hareket olur. Daha sonra, ilk derin yara kısmen şifa bulduktan sonra ya bir mânevî evlât, yahut da kendisi yeniden anne olur, ve daha olgunlaşmış olan anne sevgisini ona vakfeder. Bu misal sadece, gerçekten büyük bir kaybın vukuunda takip edilecek ameliyeyi gösterir; yâni, kayıp ve kaybın yerini doldurma, ölümün araya girmesiyle bozulan hayat kumaşına benzer bir yeni kumaş dokusu keşfetme ameliyesi.
Kederle karşılaştığımız vakit mucizevî şifalar bekliyemeyiz; fakat şunu bilmeliyiz ki, cesaretli ve az'mkâr olursak, sevdiklerimizin istediği gibi bir hayat yaşıyabiliriz; yâni, bos, asık çehreli, benliğine dalmış, ve nefsine acıyan insanlar olarak değil, daha büyük hayatın cesur ve yılmaz hizmetkârları oluruz. İsrail oğullarının dirayet sahibi adamları keder hakkında şöyle yazıyorlar: «Yeruşalimdeki ikinci mâbet yıkılınca, birçok Yahudiler, telef olan İsrail oğulları ve kızları ile ateşe yem olmuş olan mâbet için kederlerinden hayattan çekilmeğe ve kendilerini kasvetli bir mateme vermeğe başladılar. Ne yiyor, ne de içiyorlardı. Haham Yeşu onlara: «Oğullarım, matem tutmamak imkânsızdır, bilirim, fakat aşırı matem memnudur,» dedi. Niçin? Çünkü o büyük hakîm biliyordu ki, insanlar yalnız maziyi değil, istikbali de düşünmelidirler. Din bize, yaşadığımız müddetçe hayatın hizmetkârları olmayı emrediyor.
Bu hikmetli hakikati bugün de kendimize mal etmeliyiz. Eğer yıllarca baktığımız birisi bizden ayrılırsa, sevgi ve itinamıza ihtiyacı olan başka birini bulmalıyız; başka bir hayata vereceğimiz bu sevgi ve ihtimam yaralı kalblerimize merhem ve ruhumuza mucizevî bir şifa vasıtası olacaktır. Eğer hürriyet uğruna yapılan bu savaşta bir oğlumuz, kardeşimiz veya kocamız ölmüşse, onun arkada bıraktığı işini tamamlamak uğrunda çalışmalarımızla kederimize derman buluruz. Bizden ayrılan sevgililerin vekili ve gözcüsü sıfatile bize bıraktıkları işi yerine getirmeliyiz. Onlar yaşadılar, çalıştılar, güldüler, hizmet ettiler; arkada bıraktıkları hayatta onlara lâyık vekilleri olmalıyız.
Buraya kadar gördük ki, bir insan gerçekten fecî bir kayba uğradığı zaman, kendini hayata yeniden ayarlamak yolunda şu usullerden fayda görür: Birincisi, kederini hapsetmeyip bunu ifade etmek suretiyle; İkincisi, eskisine muvazi bir yaşayış tarzı, ölümün bozduğu gidişinin yerini tutacak yeni bir alâka sahası kurmak için dost ve akrabaların yardımına müsaade etm2k yoluyla. Unutmıyalım ki, bu değişik yaşayış tarzları kendi kendine olmadığı gibi, gayret sarf etmeden de olamaz. Kederli kimse, muhakkak ki yalnızlık ve boşluk içinde birçok saatler geçirecek, ve sanki artık hiç bir şeyle bir daha alâkadar olamayacağını zannedecektir. Normal kederde bile bu yeniden kendini ayarlama ve yeni hayat alâkası kurma işinde kestirme yol yoktur.
Buraya kadar söylediklerim, başlıca normal erkek ve kadınlar için aklî sıhhat kaideleridir. Böyle insanlar, ölüm faciasının vukuundan çok evvel hissî olgunluğa erişmiş, ve bu olgunluğu sevgi alâkalarının bütünlüğünde ifade etmişlerdir. Bu kaideleri, hissî hayatları olgunlaşmamış veya kararsızlıklar ve zâfiyetlerin tesiriyle aşınmış erkek ve kadınlara tatbik daha güçtür. Ölen kimse ile şayanı arzu olmayan şekilde alâkalı birini marazı bir kederden sıhhî bir kedere getirmek çok güçtür. Meselâ, hayatını annesine vakfetmiş, fakat onun hâkimiyeti altından çıkmamış bir oğulu, annesinin ölümü büyük bir şaşkınlığa düşürür ve bütün hayatını bir hissî boşluk içinde geçirtebilir. Bu oğul hiç bir zaman annesine dayanmaktan kendini kurtaramamıştır; annenin gitmesi onu mânen tamamen sarsan müthiş bir darbe olur ve hayatını mânen mahveder.
Edebiyatta gördüğümüz kederden ölme hâdiseleri çok nadirdir. Shakespeare: «İnsanlar ölmüş... kurtlar da onları yemiştir, fakat sevgiden değil...» diyor. Fakat pek çok erkek ve kadınlar vardır ki, kaybettikleri sevgiliye karşı sevgileri, olgun, karşılıklı bir sevgi değil, pasif ve onlara dayanan bir sevgidir. Senelerce devam eden melankoliler, nadiren bütün dünyadan çok daha üstün kıymette bir sevgi alâmeti olabilir; fakat ekseriyetle böyle melânkoliler, sevgi alâkasının kalp olduğunu gösterir, yâni, şimdi gitmiş olan sihirli bir yardımcıya bağlılığın başka bir ismidir. Bir insan, hayatın diğer kısmını ve kendisini bekliyen vazifeleri ihmal ederek kederine gömülmüş halde kalmakta devam ederse, bu insan kendi sevgisinin kusurlu olduğunu göstermiş olur: Yâni, bu adam, hiç bir zaman olgun ve kendine güvenen bir fert haline gelmediğini ispat eder. Böyle bir kimse, dünyayı bir matemhaneye çevirir, kendi hazin, acıklı ve nefsine acıyan sesinden başka hiç bir ses duymaz. İlk bakışta inanılması güç olmakla beraber, birçok insanların kederi kendi nefisleri içindir, kendi istikametsiz hayatlarına acıma hislerinin bir ifadesidir. Psikologa ve din hocasına düşen en güç vazifelerden biri, sevdiği insanın ölümünden önce bile sevgisinde olgun olmayan bir insanı tedricen hissî olgunluğa getirmektir.
Son zamanlarda okuduğum Robert Frost’un «Home Burial» adlı şiirinde çok dikkate lâyık bir marazî keder ve hissî intihar nümunesine rastgeldim. Şair, kedere düşmüş bir annenin halini anlatıyor. Bu anne, hayatı ve kocasının sevgisini kabul etmemekte ısrar ediyor, ve kendi kederini bir evliya türbesi haline koyuyor. Kocası bu derde iştirâke çok uğraşıyor; ve hayat tellerini tekrar eline alması için kadına şöyle yalvarıyor:
Bu kederin kapısını aç bana da...
Verme kederinde çok yer ifrata,
İlk yavrundan oldun, feci bu elbet
Aşka kalbini kapatma fakat...
Hangi kanunda gördün bunu, söyle!
Anne yine inatla kederlerine yapışmıştır; o bir keder hayatı yaşamağa karar veriyor. Zehirli acılarını kocasına şu suretle döküyor:
Eş, dost sözde insanı kabre teşyi eder,
Kabre inmeden ceset, akıllan gayre döner.
Hayata, yaşıyanlara, işe güce dönmek,
Akılları erdiği islere sarılmak,
İstek, dilekleri budur ancak...
Fakat kötüdür bu dünya,
Değişen keder gerekmez bana;
Yok! değişen keder gerekmez bana!
Sevilen bir şahsiyetin ölümünden sonra gelen ve mahiyeti pek az anlaşılmış aklî üzüntülerden birinin kaynağı da gitmiş kimseye karşı duyulan bir öfke hissinin mahsulü bir suçluluk hissidir. Duygularının ne kadar karışık olduğunu anlıyan çok az kimse var; nice kereler en hâlis sevgiye bile öfke hissi karışır. Terbiye ve din, bizi bu gibi mütecaviz ilcalardan utandırmak yolunda elbirliği etmişlerdir. Bazı kimseler, bütün hayatlarında sevdiklerine karşı hiç bir kızgınlık veya kin duymadıklarım iddia ederler. Îçtimaî teamül çok insanları mürailiğe sevkeder, hem de daha fenası, kendileri de farkında olmadan müraî olurlar.
Birçok kimseler yakın alâkalarında bile bu gibi hislerin yer alabileceğini kabul etmezler. İşin doğrusu, sevgi hislerine bile öfke ve tecavüzkâr duygular karışır. Hayatlarındaki sevgi alâkaları icabı, normal sayılan birtakım hiddet duygularını itiraf edemedikleri için, sevilen şahsiyet kaybolduktan sonra, kendilerini saran bir suçluluk hissine teslim olurlar. Ölmüş kimseye karşı artık tecavüzkârane muamele edemedikleri için bunu kendi nefislerine çevirirler! Hapsolunmuş bu gayri meş’ur zıtlıktan da ruh hastalığı hâsıl olur. Bu saklı öfkeyi sözle ifade etmek de olmaz, çünkü ölülerden daima iyilikle bahsetmeyi, meziyetlerini büyütmeyi cemiyet öğretmiştir. Zahiren keder dolayısıyla insan marazî hâle düşer de, geçmiş bir kavga veya üzüntüyü zihninde kurup kendi kendini buna esir ederse, çok kere hem keder, hem de suçluluk duygusunun altında bir dert, asıl dert var demektir: Aramızdan kaybolan bu sevgili şahsiyete karşı bütün hayat müddetince hapsolunmuş bir isyan veya bir öfke hissi...
Bu ruhî hâlete düşmüş birini kurtarmak için ne yapılabilir?
Bu suçluluk hislerini gidermek yolunda, din birtakım isabetli kefaret kaideleri koymuştur. Hakikî nedamet ve uygun kefaret amelleri ifa olunduğu takdirde Cenabı Hak, itiraf edilmemiş günahları affeder. Bir aile ferdinin vefatından sonra yapılan hayır işleri ve verilen sadakalar, kederlilerin gönlüne de rahatlık verebilir.
Marazî bir suç duygusundan kaçınmak yolunda belki psikoloji bir yol daha gösterir: Hapsolunmuş hislere kuvvetli beden idmanları yoluyla bir mahreç vermek; herhalde yorucu ve atletik faaliyet, insanın oturup kuruntu etmesinden ve kendini için için yemesinden çok daha iyi bir usuldür. Psikoloji usullerini öğrenmiş bugünün dinî nasihatçisi, kederli bir insana, anlatabilir ki, her sevgi hayatına az çok öfke hissi karışır. Bir insan anlarsa ki, hiç bir beşer kâmil değildir; en çok sevilen kimseye karşı da bazen bir öfke hissi duymak ve gücenmek normaldir, o zaman hayat ufkunu ötedenberi karartmış olan ağır suç bulutu dağılmış, lüzumsuz suç hissi yükü kalkmış, ve kederli kimse kederine karışmış olan büyük bir sıkıntıdan kurtulmuş olur.
Psişiyatrinin keşifleri — yâni, kederi hapsetmeyip, ifade bulmasına müsaade etmek; kaybı hakkında arkadaş ve dostlarla konuşmak; hareketsizlikten yine faaliyete dönmek — bize şunu hatırlatıyor: Eski Judaism üstatları hadesî dirayete sahip insanlardı, ve beşer tabiatini ve ihtiyaçlarını sezerlerdi; bunları bizim daha açık fikirli ve kendini beğenmiş asrımız unutmuştur. Hakikaten ananevi Judaizm, bugünün psikoloğunun öğütlediği gibi sağlam fikirli bir kederin bütün icabatmı ve ameliyelerini düşünmüş ve buna şekil vermiştir, hem de İlmî tecrübe ve sistematik tetkikat için lâzımgelen kolaylıklara ve vasıtalara mâlik olmadığı, ve bu ameliyeleri icap ettiren saklı sebepleri bizim bugün bildiğmiz şekilde bilmediği halde. İbrahim, Yakup ve Davudun hiç utanç duymadan kederlerini nasıl izhar ettiklerini Tevrat anlatıyor. Yine Tevrat’ta şunları okuyoruz: «Matem müddeti dört devreye ayrılmıştır. İlk üç gün ağlamak ve feryat etmek için; yedinci güne kadar matemzede evde kalacak, ve ölü için mersiyeler okunacaktır. Matem elbisesi otuzuncu güne kadar giyilecek, ve hiç bir süs kullanılmıyacaktır. Ölen baba veya anne olursa, bir yıl müddetle eğlence yapılmaz...»
Kabristandan dönüldükten sonra «Şiva», yâni kederlinin evde kalacağı yedi günlük müddet başlar; bu müddet zarfında, alçak bir sedire veya yere oturur, ve vaktini «Eyüb» kitabını okumağa verir. Cenaze merasiminden sonra ilk yemek bir komşu tarafından hazırlanır ve buna «teselli yemeği» denir. Dost, akraba ve komşular taziyeye gelirler, ve söz hep ölünün meziyetleri etrafında döner.
Eski Yahudiler bu suretle keder ifadesini tanzim ettiler, hattâ bu ifadeye feryatlar, esvapları yırtma ve Tevrat’ın matemli sayfalarını okuma suretiyle hız verdiler. —           yâni utanmaya yer vermeyen bir keder muhiti yarattılar. Bundan başka, hahamlar, matem evindeki konuşmaların ölüye hasrolunmasını kaide koydular, ve böylelikle kederliye içini dökme fırsatı verilmiş oldu. «Atalar Sözü» adlı meşhur ahlâkî eserde, hikmetiyle tanınmış üstat
Rabbi Simeon Ben Eleazar’ın şu sözlerini görüyoruz: «Ölüsü hâlâ yerde yatarken komşunu teselli etmeğe kalkışma...» Matem ameliyesi için Judaizm, bakınız daha neler tanzim etmiştir: Cenaze merasiminden sonra gelen îlk günler, kederin en şiddetli olduğu günlerdir, sonra iyi tertip olunmuş zaman adımlarıyla kederin şiddeti yavaş yavaş azalıyor, — yedi gün, otuz gün, bir yıl.
Eski Judaizm, ölüm karşısında psikolojik bakımdan sağlam bir hareket hattı bulmuştu; hür düşünüşlü din ise birçok yerde bunun aksini yapmıştır. Bu asrın çocukları olan bizler muhitimizin birtakım hususiyetlerini kendimize mal etmiş bulunuyoruz; o cümleden olarak, hissî olmaktan utanır, hayatın facialı realiteleriyle karşı karşıya gelmeyi istemeyiz. Bunların ikisi de bizi; hisleri hapse ve onlardan kaçınmağa sevkeder, bunlar ise pek akıllıca hareketler değildir. Geniş düşünüşlü hahamlar gibi hür fikirli papazlar da durmadan psikolojik hatâlar eşlemektedirler. Öyle şekillerde cenaze merasimleri tertip ederler ki, insanın gözüne ölümün kendisi bile bir hayal gibi görünür. Çok kere âyinler, ağlamaya, his tezahürlerine, ve «vakar bozucu sahneler» e mâni olacak şekillerde tertip olunur. Mezar başında bile bu hayal oyunu devam eder. Tabut bir çiçekten örtü, ve toprak, yapma bir yeşillik halısı altına saklanır. Hiç şüphe yok ki, bütün bunlar, en iyi niyetlerle yapılan şeylerdir; gaye, hisleri fazla hırpalanmaktan, ve ölüm acısına düşmüş olanları keder krizlerinden mümkün olduğu kadar korumaktır. Akraba ve dostlar da bu ayni yüksek gayelerle hareket ederek, kederlilerin zihinlerini acılarından ayırıp başka başka mevzulara götürmeğe çalışırlar. Bütün bunlar yanlıştır, diyoruz. Nazariye şudur: İnsanlar kendi hislerine mağlûp olmamalıdırlar, çünkü hislerine yol vermek zararlıdır; kedere uğramış kimseyi ümitsizliğe düşmekten korumalıdır; hayatın facialı realiteleri cilâlanmalı ve bunlardan kaçınmalıdır. Bu görüş, içinde yaşadığımız su yirminci asrın mahsulüdür, çünkü his tezahürlerine şüphe ile bakılıyor, ve samimî his ifadeleri tabu sayılıyor.
Bu asır medeniyetinin bütün sathîliği, bu keder hali sahasında bir mânada açığa çıkıyor. Asrın adamı, konforu kendine mâbut yapmıştır, ve realiteyi bütün derinlikleriyle görmekten korkmaktadır. Yaşadığımız asırda, kendi buluşumuz olan makine, bazı adalelerimizi atâlete uğratıyor. Yâni yaşadığımız asırda, nâhoş şeyden kaçınalım, ve gözümüz çirkin şey görmesin diye, hislerimizi de körletme tehlikesine mâruz bulunuyoruz. Sigmund Freud’un en büyük buluşlarından biri de şu olmuştur: Hayatta lâyıkiyle ifadeden mahrum kalan hisler, hakikaten kaybolmuyor; yarı boğulmuş bir halde yaşıyor ve aklî karışıklık ve ıstırap dinamitini husule getiriyor. İfade bulmıyan hisler, sonunda aklî ve bedenî hastalıklar halinde öçlerini alıyor. Birçok kimseler, hissî hayat hakkındaki bu hakikat sadece insanların cinsî insiyaklarıyla alâkadardır, diye düşünmeğe mütemayildirler. Dr. Lindemann’in keder hissiyle alâkadar tecrübeleri bize şunları söylüyor: Hayatın her halinde hislerimizi mâkul şekilde ifade etmemiz umumî bir ihtiyaçtır; ve herhangi bir hissi gayri mâkul şekilde baskı altında bulundurmak çok kere karışıklığa ve düzensizliğe sebep olabilir.
Şu halde en yeni psikolojik araştırmaların vardığı netice şudur: Bir sevdiğimizi kaybettiğimiz zaman, kalplerimizin his ifadesini serbest bırakmalıyız. İçimizden gelmediği zaman da kederli görünmeğe çalışmamalıyız. Meselâ, çaresiz bir dertten yatalak olmuş yaşlı bir ana veya baba, ölüm yoluyla bu dertten kurtulduğu zaman... Diğer yandan, eğer gerçekten çok muztarip isek, bunu da ifadeden çekinmemeliyiz. Âdetlere uyalım diye hislerimizi hiç bir zaman sahteleştirmemeliyiz. Vaktinden evvel acele teselli ve fikir rahatını da ummamalıyız. Şunu da anlayalım ki, hayatta acı çekme tecrübesinin de bir şifalı tesiri vardır ve normal kederden kaçmak için dolambaçlı yoldan gitmek, bir gün bizi facialı bir uçuruma götürebilir. Nihayet düşünelim ki, bize verilmiş olan gözyaşı kanalları bu gibi karanlık saatler içindir. Bize daimî bir zararı dokunmayacak olan keder ifadesinden utanmadıktan başka, kaybımız hakkında konuşmaktan da çekinmemeliyiz; dost ve akrabalarla bu konuşmalarımızın yapıcı mahiyeti vardır, bu yolda, biz de hayatımızın kırılmış parçalarını yeniden bir araya toplayıp inşa etmeğe başlarız.
İçtimaî hayattaki alâkaların canlandırıcı tesirine ve temin ettiği iştirâk hissine karşı gönlümüzü kapamamalıyız. Zamanın ağır işleyen şifa ameliyesine karşı sabırsız olmamayı da öğrenmeliyiz. Kendimize vermeğe çalışacağımız disipline göre de şunu öğrenmemiz icap eder: «Kederden yeni bir sükûnete giden yolda alınacak birçok adımlar var, ve bu tedricî şifa ameliyesini vaktinden evvel mucizevî bir şifa hâdisesine getirmeğe uğraşmak abestir. Tabiatın hükmünden daha fazlasını kendimiz,, den talep etmemiz doğru olmaz. Hissî nekahet devresinde şu safhaları beklememiz lâzımdır: Dayanılmaz acı, şiddetli keder, boşluk içinde geçen günler, teselli kabul etmemek, hayata karşı alâkasızlık; sonra sevgi güneşinin şifa verici sıcaklığı, dostluk, İçtimaî meydan okumalar karşısında yavaş yavaş yumuşama, ve yeni bir faaliyet kumaşı dokuyarak, hayatın karşı konulmaz davetini kabul...
Keder hali zamanında mâkul olmayan bir hareket hattı tutuluyorsa, yalnız büyüklerin değil, küçüklerin hayatı da yolunu şaşırır. Ölüm meselesi hakkında büyüklerin küçüklere karşı aldığı yanlış vaziyetin neticesi olarak dünyada tasavvurumuzun çok üstünde ıstırap vardır.
Ekseriyetle cereyan eden vak’a şudur: Bir aile reisi ölüyor, karısı dul, ufak bir erkek çocuğu da yetim kalıyor. Cenaze merasimleri zamanlarında çocuk uzak bir akrabaya gönderiliyor; annesi ile akrabaları da elbirliği ile hakikati çocuktan saklıyorlar. Sonra çocuğun yanında babasının adı anılmıyor, anılırsa da hemen mevzuu değiştiriyorlar. Bu gizlilik komplosundan maksat, yavrucağız! keder ve acıdan korumaktır. «Yavrucak çok küçüktür; ona hakikat söylenemez.» Nazariye budur. En iyi maksatla yapıldığı halde, bu gizlilik, çocuğun hissî inkişafında çok fena tesirler yaratabilir.
Bunu ben şahsî bir nazariye olarak meydana atmıyorum. Son zamanlarda tetkik edilen birkaç vak’adan öğrendiğime göre, çocuklara karşı herhangi bir sahada, fakat bilhassa keder ve ölüm gibi çok mühim sahalarda yalan ve gizlilik çok tehl5kelidir. Biri dört, diğeri beş yaşlarında iki erkek çocuğun babaları ölüyor. Anneleri çok disiplinli, hislerini göstermeyen ve hattâ his ifadelerini İçtimaî kanunlara aykırı sayan bir kadındır. Cenaze âyinleri bitinceye kadar çocuklarını evden uzak olsun. 1ar diye bir akrabaya gönderiyor. Aradan üç hafta geçtikten sonra çocuklar eve dönüyorlar. Babanın hiç sözü yok. Çocuklar babalarını soruyorlar. «Babanız buradan gitti, fazla sual sormayın.» Aldıkları cevap bu.
Babalarının ortadan yok olduğunu görüp, sebebini bir türlü anlayamıyan çocuklar türlü türlü şeyler düşünmeğe koyuluyorlar ve nihayet şu neticeye varıyorlar: Anneleri babalarını öldürmüş ve cesedini de bir yere saklamış olmalı. Bu korkunç düşünceyi hiç kimseye açamıyorlar, fakat kafalarında yerleşmiş olan bu hayalle büyüyorlar. Bütün çocukluk ve ilk delikanlılık develerinde annelerini bir katil diye düşünmüşler, kendi kendilerine ne kuruntular etmişler ve akıllarına ne fobiler yerleştirmişler. Büyük kardeş kendini katil vaziyetinde, küçüğüde kardeş eliyle öldürülmeğe mahkûm kurban olarak tasavvur etmiş. Bu çocuklar yirmi yaşlarına geldikleri zaman tamamen nörotik şahsiyetler oluyorlar. Uzunboylu psikiyatrik tedavilerden geçmeleri icap ediyor; nihayet aklî karışıklıklarının ilk sebebi meydana çıktığı zaman iyileşebiliyorlar.
Bundan daha da feci ve çok dikkate lâyık bir vak’aya son zamanlarda şahit oldum. On yedi yaşında bir genç kızı bir hastahaneye götürüyorlar; kız, barsaklarında ülserli kolitten muztariptir. Kız boyuna zayıflıyor, fakat hekimler hiç bir uzvî sebep göremiyorlar. İlmî araştırmalar, bu dikkate lâyık hikâyenin aslını bulmağa muvaffak oluyor. Kız on üç yaşında iken annesi ölmüş. Kız annesine son derece düşkünmüş ve ondan hiç ayrılmazmış. Annesinin her yaptığını, çocuk taklit etmek itiyadındadır; Kadın ölünce, çocuğu evden uzaklaştırıyorlar; tekrar eve döndüğü zaman, evin içini bir acılık hissiyle dolmuş buluyor. Annesinin adı hiç ağza alınmıyor; büyük annesiyle büyük babası da kızın babasına bir suçlu muamelesi yapıyorlar. Çocuğun işitemeyeceğini sandıkları zamanlarda babasına «katil» diyorlar. Küçük kız, baba ile büyük ana baba arasındaki mücadelenin kurbanı oluyor. Kızcağız yalnız bir şey biliyordu: Annesi gitmişti. Nereye gittiğini ona kimse söylemiyordu. Arada duyduğu fısıltılardan ve yarım kalan cümlelerden, acı bakışlardan ve öfkeli hareketlerden nihayet şu neticeyi çıkarıyor: Annesi kendi midesine bir şeyler yapmış, fena bir insanmış ve bu kötülüğünün cezası olarak midesine bir şeyler olmuş.
Üç yasındaki bu yavrucak o zaman yine kendini an nesiyle bir gördüğü için şiddetli bir mide ağrısına tutuluyor. Bu ağrı tedavi ediliyor, fakat çocuğun muhayyilesi annesinin tam şeklini kavrayamamıştır; bu hâdise dolayısıyla babası ile arasında tatmin edici bir alâka yer alamıyor. Babasını sevmek istiyor, fakat büyük annesiyle büyük babasının fısıltılarını, ona katil dediklerini hatırlıyor, içi kararıyor. Bu suretle kızcağızın hissî hayatı karmakarışık oluyor, ve ilk gençlik zamanlarında, aklî ve bedenî gerginliğin baskısına dayanamayarak ölüp gidiyor.
Bu vak’ada yapılacak şey neydi? Küçük kıza hakikat olduğu gibi söylenmeli, ve annesinin yaptığı bir yanlışlık neticesinde öldüğü anlatılmalıydı. O yanlışlığın, ve büyük baba ile annenin keder ve öfkelerinin hikâyesini çocuğa, anlayabileceği bir dille babası söylemeliydi. Eğer babası onu derdine ortak etmiş, insafsızca kendi acısını içine akıtacağına, derdini dökmüş ve çocuğu ile beraber ağlamış olsaydı, baba ile kız arasında yeni bir arkadaşlık yapısı başlar, ve kız büyüme ve normal olgunlaşma mücadelesinde dayanacağı bir ortak bulmuş olurdu. Büyükler dünyası, çocukların, hattâ en küçüklerinin bile, facia, keder ve gözyaşına, yalan, hile ve kaçamaklardan çok daha iyi dayanabileceklerini idrâk etmiş olsalardı, bu çocuk yalnız kendisini değil, babasını da büyük annesiyle büyük babasını da, annesinin felâketine alıştırır, onlara bir teselli olurdu.
Bu vak’alar insana hayal gibi gelir, biliyorum. Hakikaten ilk bakışta, güç inanılır bir haldir. Üç yaşında bir kız, yahut da beş yaşında bir oğlan, yirmi yıl sonra, çoktan unutulmuş, geçmiş bir hâdisenin tesiriyle derde düşüyorlar. Fakat bu gerçeği Freud, çok isabetle meydana koymuştur. İlk çocukluk hâdiseleri, hayatın kat’î yarası oluyor. Hayatın ilk yıllarında olan vak’alar birçok gönülleri zedeliyor.
Mesleğim icabı ben de bu hakikati bilfiil gördüm. Bir adam babasını kaybediyor, ve kendisi de çöküyor. Karısı, yedi yaşındaki kız çocuklarını, kendisine hiç bir şey söylemeden, bir akrabasına göndermişti. Çocuk şimdiye kadar kendisini bir yere göndermedikleri için, bu işte bir fevkalâdelik olduğunu anlıyor. Bundan başka, babasının eskisi gibi şen ve neşeli olmadığının da farkına varmıştır.
Küçük kız nerede, diye sorduğum zaman, annesiyle babası bana, çocuğu keder muhitinden uzaklaştırdıklarını söylediler, ve kendilerine hak vermemi istediler. «Tabiî, biz bunu çocuğun iyiliği için yaptık; bu kadar kederli bir evde çocuk bunalır, diye düşündük,» dediler. Ben de anababaya fikrimi söyledim: «Benim fikrimce, çocuğa büyük bir haksızlık ediyorsunuz, derhal eve getiriniz; çünkü büyük babası öldükten sonra, babası onun tesellisine muhtaçtır; onun huzuru kendisine acısını unutturur. Çocuğu, babasına annelik etmek hakkından mahrum etmeyin,» dedim.
Nasihatimi dinlediler. Çocuk eve geldi. Babasına birçok yollarda teselli oldu; kendisiyle yere oturup oynamağa onu mecbur etti, ve bu suretle baba ile kız arasındaki bağ kuvvetlendi. Onlar da anladılar ki, çocuk kendilerinden uzaklaşınca, çok yalnız kalmış, kendisini uzaklaştırdıkları için türlü türlü kuruntulara ve korkunç düşüncelere düşmüştü.
Tabii demek istemiyorum kı, çocuklara ölümün teferruatı anlatılmalı. Mezar ve ondan ötesi hakkındaki muammadan çocuklara uzunboylu bahse hiç lüzum yoktur. Hayat ve ölüm hikâyesi onların anlayış derecesine göre anlatılmalıdır. Büyükler dünyası, çocuğu, ölümün — eğer varsa — çirkin ve korkunç safhalarını görmelerine mâni olmalıdırlar. Çocuk aklına lüzumsuz korkular aşılanmamalıdır. Bütün bunlar doğrudur, şu kadar var ki, insanlar arasında, çocuklar keder ve hüzne dayanamazlar, ve hal ve keyfiyetler ne olursa olsun, onları daima realite fırtınalarına karşı korumalı ve esirgemelidir, fikri hâkimdir. 
Hayır, hakikat tam aksi istikamettedir. Çocuk, gözyaşlarına dayanabilir, fakat hıyanete katlanamaz; kedere dayanır, hileye katlanamaz. Küçük bir erkek veya kız çocuğuna karşı daima dürüst davranılmalıdır, ailenin muvaffakiyetlerinde olduğu gibi, üzüntülerine de ortak olmalıdır. O küçük organizma bizim zannettiğimizden çok daha dayanıklıdır. Çocuğun dökeceği iki diamla gözyaşı bu organizmayı eritmez. Kendisine samimî olarak anlatılan kederin yükü altında da çökmez. Hâlbuki aile muhitinden uzaklaştırılan ve sürgünlük yükü altında, büyüklerin kaçamak hareketleri, yarım hakikatler, donmuş hisler ve müraice hareketlerin yükü altında çökebilir.
Hem büyükler, hem de küçükler bakımından keder bahsi üzerinde uzun durdum, çünkü şu harp yıllarında bahsin kendisi çok hayatîdir ve çünkü keder ameliyesi baştan başa, bu hakikati talep eden bir kâinattır, diyen dinî iç duygusunu teyit ediyor. Yalan, hedefe atıldıktan sonra geri fırlayıp sahibini vuran bir silâhtır.
Bu dünyanın yaradılışı icabı olarak hakikate hürmet etmemiz matluptur. Ölüm kederi halinin bize, fennî bakımdan öğrettiği ders şudur: Biz büyükler, keder hislerimizi hapsedip, onları şuur altındaki mahzene gömerek kendimizi aldattığımız zaman, hakikat kanununa karşı gittiğimiz için, kâinat, bizim his hayatımızı harap eder. Keder ameliyesi baştan başa, aklî ve ruhî saadet ve sükûnun, başkalarına ve kendimize karşı gösterdiğimiz doğruluk ve sadakate dayandığını ispat eder. Hayatın bize emri şudur: «Haricî âdetlerden ziyade kendi hislerinize sadık olunuz. Genç, ihtiyar, herkesle olan alâkalarınızda tamamiyle sadık olunuz. Kendi kuvvetinizin, hayatın facialarına ve darbelerine karşı koyacağına inanınız ve biliniz ki, daima hakikati arayan kâinat sizin derdinizin dermanını kendi elinde tutmaktadır. Dünya, yaralar, fakat mucizevî bir kudretle bu yaralara merhem sürer ve derman bulur.
Hayata güveniniz, maskesiz ve penesiz karşısına ikiniz, kedere de galip gelirsiniz. hüzne de...»Bu facialı harpte sevdiklerini kaybetmiş olanlar için, hayatın kalan kısmı ancak yarım somun ekmek olacaktır
        şu kadar var ki, cesaretle yenen ve hakikatle kabul olunan yarım somun, nefsine acıma ve benlikçi kederin tesiriyle küflenmiş bütün bir ekmekten çok daha iyidir; böyle bir keder bizim yükselmemiz ve saadetimiz için yaşamış olanların hâtırasına hürmetsizliktir.
Belki de bütün mesele bir tazminat veya karşılık meselesidir. Hislerinden birini kaybeden bir adamda, tazminat olarak hayat başka bir his uzvunu keskinleştiriyor. İnsanlar da yeni alâkalar aramak ve kurmak suretiyle ve yeni dostlar kazanarak, uğramış oldukları ağır kaybı bir dereceye kadar telâfi ederler. Belki Allah’ın insana ihsan ettiği en büyük nimeti de budur: Bu dünyadan ayrılacağı güne kadar beşer arkadaşlığı köprülerini kurmak kabiliyeti... Bu nimet, yâni yeni dostlar edinmek kabiliyeti yalnız gençliğe münhasır değildir, olgunluk yaşında olduğu kadar ihtiyarlıkta da bizimdir. Yaşadığımız müddetçe, yeni yeni beşeri alâka kumaşları dokumak, kendimizi daha zengin daha yaratıcı daha enteresan, ve başkalarıyla alâkadar olan şahsiyetler haline gelmek kudretini hiç bir zaman kaybetmeyiz.
Kendi ölçüsüne göre keder görmemiş derin bir insan hayatı yoktur; fakat din, dinamik psikolojinin yeni bulup çıkardığı tecrübelerin de yardımı ile, bu asrın adamına kederi nasıl karşılayıp üstüne çıkmayı öğretirken, zamanımızın  marazî asabî hallerinin" muammalarının birçoğu hallolunacak, ve hem küçükleri hem büyükleri muztarip eden bir çok hissî düzensizlikler düzene girecektir. Beşer ailesi «kederin ağır kazandırdığı olgun akıl» ın himayesinde facia tepesini aşacak ve kalb huzuru derecesine inecektir. 
Fâniliğimizin düşüncesiyle yüz yüze gelmek cesaretini her zaman kendimizde bulamayız. Ölümün oturup bizi beklediği karanlık uçuruma dolambaçlı yollardan ve korkarak yaklaşırız. Halbuki A. V. Koskeniemi’nin dediği gibi: «İnsan ölüm korkusundan kurtulmadıkça, hayatta serbest olamaz. Hiç şüphe yok ki, ölümü hiç düşürmemek suretiyle bu korkudan kurtulamayız, bilâkis, ona alışarak, onu benimsemeyi öğrenerek kurtulabiliriz. Bu suretle, onun bize karşı kullandığı en büyük silâhı, yabancılığını, elinden çekip almış oluruz. Ölüme hazırlanmakla, kendimizi hürriyete hazırlamış oluruz; ve ölmeyi öğrenmiş olan kimse, ancak o hayatın esaretinden kurtulmuş olur...»
Kendi ölümümüz bakımından, ölüm ameliyesi hakkında ilmin bize öğrettiklerini hatırda tutmalıyız, insanlar, hiç bir zaman gerçekleşmeyen birtakım müthiş şeyleri düşünerek kendi kendilerini korkutmuşlar. Meşhur hekim Sir William Osler’in dediği gibi: «Birçok insanlar kahramanlar gibi ölmekle kalmaz, ağrıdan ve korkudan âzade olarak ölürler; benim şümullü klinik tecrübelerim bunu göstermiştir, insan dünyaya gelirken şuuruna malık olmaz, giderken de öyledir. Şu halde insanlar, hiç aslı olmayan hayaletlerle zihinlerini doldururlar.»
Ayni mesele hakkında Montaigne de çok isabetli sözler söylemiştir: «Tabiat kendisi bize cesaret verir. Ben tam sıhhatte olduğum zaman, gerçekten hastalandığım zamandan daha çok hastalıktan korkmuşumdur. Ölüm vaziyeti de böyledir... Bir gün yaşadınızsa, her şeyi görmüşsünüzdür. Bir tek gün, diğer bütün günlere müsavidir. Ne başka ışık, ne de başka türlü bir gece var. Ölümden korkulmamalı. Ölüm bir dosttur. Bundan başka, saati gelmeden hiç bir insan ölmez. Arkada bıraktığınız zaman, sizin değildir ve sizi alâkadar etmez; tıpkı siz doğmadan önceki zaman gibi... Size nasıl başkaları yer verdiyse, siz de başkalarına yer veriniz. Yemiş, doymuş bir misafir gibi, rahatınıza çekilin... Hayatın kazancı mekânda değil, kullanıştadır. Kısa ömürlü bazı insanlar, uzun hayatlar yaşamışlardır... Şu halde, bu dünyaya nasıl korkusuzca geldinizse, o suretle dünyadan gidiniz, ölümden hayata geldiğiniz yoldan dönerek, hayattan ölüme gidiniz. Bir yarışta olduğu gibi, elinizdeki meşaleyi başkalarına verin. Ölümünüz dünya nizamının bir parçasıdır, fakat dünya hayatının bir yığınıdır.»
Çok kere düşünürüm ki, ölüm hayatın düşmanı değil, dostudur. Çünkü, hayatımızın mahdut olduğunu bilmek, onun kıymetini arttırır. Zaman bize emanet edilmiş bir vediadır; bu hakikati bildiğmiz için, hayat yıllarımıza bir emanet nazariyle bakarız. Biz insanlar; bahçeler, oyun yerleri, göller, ve göllerin sakin dalgaları üstünde kayan kayıklarla dolu büyük bir parkta bütün bir günü geçirmeğe izin almış çocuklar gibiyiz. Gerçi her birimize verilen günün, uzunluğu, ışığı ve güzelliği aynı değildir. Bazı dünya çocuklarına, dünya bahçesinde uzun ve güneşli bir gün geçirmek nasip olur. Başkalarının günü daha kısa, daha bulutludur, ve bir kış hikâyesinde olduğu gibi, akşam karanlığı daha çabuk basar. Fakat biliyoruz ki, hayatımız uzun bir yaz günü veya daha kısa bir kış günü de olsa, bu günlerde mutlaka fırtınalar da olacak, bazen en mavi gökleri bile karartan bulutlar, ve bazen da en karanlık sonbahar göklerini bile delecek güneş ışıkları bulunacaktır.
Hayatın büyük parkında geçirmemize müsaade edilen gün her insan için bir değildir; fakat bu saatlerde daima güzellik, sevinç ve neşe de bulunacaktır, eğer kıymetini bilirsek... Sonra her birimizin hayatında bir dakika gelir ki, ölüm denilen büyük sütnine, insanoğlu denilen çocuğu elinden tutar ve ona yavaşça der ki: «Eve gitmek zamanı geldi. Gece yaklaştı. Ey insan oğlu, yatma zamanın geldi. Gel, yorgunsun, tabiatın sakin koynuna gir de artık uyu. Allah rahatlık versin. Gün bitti. Ebediyet göklerinde yıldızlar pırıl pırıl yanıyor.»
ölümün her an hazır olması bütün hayat değerlerine daha büyük mâna verir. Ölüm bir hocadır, bize beşer hülyasının asîl ve nazik mahiyetini öğretir. Bu dünyadaki hayat tecrübesinin bir nihayeti geleceği düşüncesini kabul etmek genç ve olgunlaşmamış kimseler için o nisbette güçtür. İçimizde isyan fırtınaları koptuğu zamanlarda, düşünürüz ki, şu dünyanın plânını yapmak kudreti bizim elimize verilmiş olsaydı, insana daima yenilenen bir gençlik pmarı verirdik; dünyada ölümün hiç yeri olmaz, hayatın sonu da gelmezdi. Fakat bu hissi tahlil edince, görürüz ki, bu, çılgın bir çocuğun sinirli ve düşüncesizce bir arzusudur. Çünkü, hakikatte, durup dinlenme bilmeden, bu fırtınalı hayattan ayrılıp uykuya ve ebedî istirahate kavuşup kurtulmak imkânı olmadan şu varlık çarkına ebediyen bağlı kalmayı gerçekten ister miyiz? Durmadan uğraşmak ve didinmek ister miyiz? Değişiklikler ve mücadeleler, ihtilâller ve acılar, zıtlıklar ve meşakkatli işlerle dolu bin yü veya on bin yıl yaşamak ister miyiz?
Biz insanlar için nihayetsiz bir hayat mümkün olsa bile, arzu edilecek bir şey değildir, diyen Eflâtun herhalde çok haklıdır. Çünkü, hiç sonu olmayan bir mevcudiyette ne yükseklikler, ne de derinlikler, ne hayat musikisinin tedricen yükselen veya alçalan âhenk notaları, ne meydana okumalar, ne de başarılar olurdu. Böyle bir hayat hep ayni tarzda, sıkıcı ve bunaltıcı olurdu. Heine hakkında yazdığı bir şiirde Louis Untermeyer, son nefeste bulunan bir şaire şu sözleri söyletiyor:
«Ebedî olmak, bütün bir ebediyet boyunca kuru bir hayat yaşamak...
Böyle ebediyetler bana göre değil!..
Tanrı, beni böyle bir belâdan korusun!»
Derin mânasiyle, iyi ki güneşin parlak şuaları ebediyen başımıza vurmuyor, ve akşamın alaca karanlığı, sükûn verici serinliği ve benliğimizi saran huzuruyla imdadımıza yetişiyor. Bundan büyük nimet olur mu? Cismanî ölmezlik insanlar için kaçınılmaz bir kader olsaydı, çalışıp çabalamalarımızdaki zevk ve emelimizdeki heyecan kaybolmaz mıydı? Esasen bunları bize kıymetli yapan şey ârızî olmaları değil midir? Bütün bunlar derin hakikatlerdir.
Hakikaten, hayatta olgunlaştıkça, tabiat plânındaki isabeti daha iyi anlarız; hayatın her safhasında acayip âhenkler ve enerji bölümlerini, ve gün batımı yıllarında ateşli arzuların tedricen söndüğünü görür ve anlarız ki, akşam karanlığı, ekseriyetle fazla dayanıklılığı kalmamış olan bir kalbe gelir. Şu halde, tabiat, insan oğlu gibi, hârikulâde hassas organizmalar yaratmak, ayni zamanda da bu mahlûka taşın veya dağın dayanma ve uzun yaşama kabiliyetini vermek kudretine mâlik değildir. Bu âlem içinde her şeyin bir pahası vardır; aşkın ve şuurun çok nazik güzelliğini, fânilik ve zeval ıstırabından ayrı olarak satın alamayız. Bazı kimseler, insan hayatının nazikliğini içten gelme bir hisle bildiklerinden, taşı taklide kalkışmış ve ellerinden geldiği kadar duygusuz ve kayıtsız olmağa yeltenmişlerdir. Buddhistler düşünmüşler ki, insan talihe rehine vermek kabilinden kaybedilmesi mukadder olan şeylerden tecerrüt etmek, başka insanlarla herhangi bir ahde girmemek, kimseye karşı sevgi veya rikkat beslememek suretiyle hayatın acı ve ıstıraplarından kaçınabilir. «Bütün dünya içinde, hiç bir şeyi kendine sevgili etme.» Bu, hastalıktan daha kötü bir tedavi usulüdur; çünkü, derin duygu ve şümullü tecrübe kabiliyeti hayatın şanıdır; sevinç ve keder kâselerini isyan hislerine kapılmadan tatmak, ve şu kaçınılmaz hakikati sabır ve temkinle kabul etmek isabetli düşünüşün vazifesidir: Hisli mahlûklar olduğumuz için biz kendimiz de geçiciyiz, her olanımız da... Yaratılışımız, kimyevî, maddî, ve mânevî teşekkülümüzün harikulâde bir surette karışık olması, bize sonsuz nimetlerimizi veren, ve kısacık günümüzün, hiç değişmeden bâki kalan fakat aynı zamanda asırların rüzgârlarından da hiç müteessir olmayan bütün taş ve kayalardan çok daha fazla mâna veren âmildir.
Aynı zamanda, mutlak olan kendi ölümümüzü karşılayarak bir felsefe yapmağa çalışırken, bu kısacık ömürden öteki başka bir mevcudiyete karşı insan gönlündeki hasreti de hesaba katmamak elimizden gelmez. Senelerce ebediyet meselesiyle hiç alâkadar olmayan William James gibi realist bir filozof bile, ömrünün son yıllarında bu imkâna inanmağa başlamıştı. Kendisine sebebi sorulunca şu cevabı veriyor: «Çünkü ancak şimdi yaşamağa uygun hale gelmeğe başlıyorum.» Hemen hemen umumî denilecek şu kanaate şahit oluyoruz: Yavaş yavaş gelişen bu kadar istidat ve kabiliyetlerin yüzüne, Allah kapıyı kapamağa razı olamaz; insanın, bu dünyada edinmiş olduğu kudretleri kullanabileceği hudutsuz sahalar verilecektir; tâ ki, o kudretlerle, bu ölümlü hayat sahillerinden ötede daha büyük portreler yapsın ve daha ulvî nağmeler terennüm etsin.
Gerçi, ebediyet hudutlarından dönen olmamıştır, ve belki de ölmezlik iştiyakı, insan gönlündeki hayat sâikinin ve yaşama arzusunun inikâsıdır. Bununla beraber, filozofların ısrarla ileri sürmüş oldukları şu düşünceleri de hiçe sayamayız. Kâinatın yaratıcı mahiyeti var, hayat sahasının hayale girmemiş vüs’atinde mantıksız, manasız veya imkânsız hiç bir şey yoktur. Şimdiki hislerimizin her şeyi kavramak kabiliyetleri yok: Meselâ, insan gözü kızılötesi (infra red) ve ültraviyole şualarını göremiyor, bunun gibi, yaratıcı ve gittikçe olgunlaşan bir kâinat da et ve kanın idrâkinin erişemeyeceği kıtaları bunların gözünden saklamış olabilir.
Eflâtun, Kant ve Tolstoy gibi birçok büyük fikir adamları, dünyanın mantıklı olması başlıbaşına ebediyeti icap ettirir; tabiat insana aklı, geçici bir rüzgârdan sönen bir mum olsun diye vermiş olamaz. insan ruhu, zaman sahnesinde bir satırlık şeyi söyleyip sahneden çekilen bir figüran olamaz. Bu piyesin muharriri olan • İlâhî El, bu kadar zavallı bir dram yazmış olamaz: Yâni, muhteşem dünya sahnesini, insan oğlu denilen kahraman için hazırlayıp, ona yalnız bir dakikalık rolü — bu hayatı — kekelesin ve ortadan kaybolsun, bu suretle hem kendisi, hem de mevcudiyet dramını ebedî sükûta mahkûm ederek gülünç bir mevkiye atsın, bunu akü almaz. Fikir adamları diyorlar ki: Bu dünya ancak bir mukaddemedir, insan oğlu için başka âlemlerde birçok parlak roller hazırlanmıştır. Akim talep ettiği budur, ahlâk kaidesinin de feryadı şudur: İnsanların adalet, sevgi, barış ve huzur uğrunda çabalamaları ebedî bir netice, bir âkıbet ister, öyle bir ölmez sahne ister ki, Orada mukaddemenin bütün şaşkınlıkları ve haksızlıkları hallolunsun ve beşer mukadderatı orada barışıklık ve tamamlanmış başarılar bulsun.
Ölümden öte hayat hakkındaki bu iddialar ister kabul ister reddedilsin, daima hatırda tutulması gereken bir cihet var: Şahsın hayatının temadisinden başka ebediyet şekilleri vardır. Hakikaten insan oğlu, düşüncelerini ferdin ölmezliği meselesinden çevirip, beşer ırkının ölmezliğinde kuvvet ve ilham bulur, ve merbutiyet hislerini kendisinin ufacık benliğinden alıp bütün beşeriyete hasredebilirse, işte benlikçilikten uzak ve en değerli dehâsını o zaman meydana koymuş olur. İnsan o dakikada ulvileşir, ve kendi hayatı beşeriyetin magnetik zincirinin halkalarından biri olmak suretiyle ehemmiyet kazanır. Gariptir ki, düşüncelerimizi beşeriyetin ölmezliğine hasrettiğimiz nisbette ferdî hayatımız da zenginleşir. Kendimizi, her ırkın ve her memleketin kahramanlarına, akıl ve dirayet ehline, gaye uğrunda can vermiş adamlarına, bütün şairlerine ve fikir adamlarına bağlayınca, biz de hareket halinde olan büyük bir dramın bir kısmı haline geliriz.
» Asırların döşediği yollarda birçok iyi arkadaşlar buluruz. Zaman ve mekânı aşarak, muhayyilemizde, kendimizi her yerin medeniyet ve kültür yapıcıları olmuş baş üstatlara bağlamak kabiliyeti de insan aklının bir mucizesidir. Kendimizi asırların en ferasetli düşünceleri, en ulvî idealleri, ve en zengin musikisiyle birleştirince, bütün insan neslinin ölmezliğinde payımız olur. Sadece kendi zamanı içinde yaşayan insan gerçekten çok fakirdir. Böyle bir kimsenin hayatı zayıftır, gölgelerle doludur, ve her esen rüzgârın insafına kalmıştır. Bu insan ölünce, kendisiyle ölen çok az şey vardır. Mazinin zenginliği ve geleceğin ümitleriyle kendini sevgi ve kültür zincirleriyle bağlayan insan ise hakikaten zengindir.
Unutulmaz bir senfoni, değeri biçilmez bir sanat eseri veya ölmez bir ebedî eser yaratarak ölmezliğe nail olmuş dâhilerin sayısı azdır. Çoklarımız, dünyanın düşünüş terakkisine verebildiğimiz mütevazı hediyelerle kanaat etmeğe mecburuz. Bizim ufak düşünce kırıntıları, dünyanın anonim kültürünün bir kısmı haline gelir. Bizim yaşıyan ölmezliğimiz çocuklarımızda, ve torunlarımızda daha tam bir şekilde bulunur. Câmit taşlardan ölmez heykeller yaratacak heykeltraşlar olmasını biliriz. Fakat çoklarımız, pek de farkmda olmadan malik olduğumuz çok daha büyük mazhariyete malik bulunuyoruz: Bizden sonra gelen nesillerin ruhanî hayatına ve talihine şekil vermek... Yaşadığımız hayatın örneğiyle müessir olduğumuz erkek ve kadınlar ruhlarımızın alevinin dokunduğu çocuklar — işte bizim hayatımız bunlardan temadi eder ve ebedî ehemmiyetini kazanır.
Kederi yenip, ölümlülüğümüze kendimizi alıştırmak lüzumu şu zamanda tabiî olarak daha çok kuvvetlenmiştir; çünkü, bir harp dünyasında yaşamakta ve keder ve ölümle çok sık karşılaşmakta idik. Birçok memleketlerde ölüm o derecede çirkin ve hayat o derecede çekilmez bir hal almıştır ki, birçok insanların oralarda aklî muvazenelerini muhafaza etmeleri imkân haricine çıkmıştır. Bunun böyle olması, boğazlaşma sahnelerinden uzakta yaşıyan milyonlarca Amerikalıya ölüm huzurunda daha ahlâkî bir metanet ve cesaret göstermelerini bir ahlâk borcu haline getirir: İleride beşeriyetin yardımcıları olabilmek için aklî muvazenemizi muhafaza etmek.
Hakikaten, zamanımızın hakikî faciası, insanların ölmesi değil, vaktinden evvel, hem de dünyanın birçok yerlerinde feci şekilde ölmeğe mecbur olması, ve hürriyet ve huzur içinde ölmekten mahrum edilmesidir. Milyonlarca insana, bu hayat imkânlarını kısmen bile olsa yerine getirmek fırsatı verilmemesi zamanımızın affolunmaz cinayetidir. Sayısız şairler, âlimler, akıl ve feraset ehli zatlar ve fenciler vaktinden çok evvel genç başaklar gibi biçilmiş, yazıları, besteleri, ve formülleri, görünüşte nedamet bilmeyen bir toprağı vaktinden evvel beslemeğe mahkûm kemikler içine ebediyen hapsolunmuşlardır. Beşer ırkına ölümü çok çabuk getiren ve insan hayatını, bestesinin henüz başlangıcında iken kesen insan elinin eseri zulümdür.
İnsan varlığının bu vakitsiz kesilmesindeki facia, asrın en büyük şairlerinden Bilalik’in bir eserinde ifade buluyor. Şair, hayatı bir telli saza benzetiyor; saz bir köşede ebediyen bekliyor, onu çalacak parmaklar yok ve ebediyen de gelmiyecektir. Milyonlarca sazın hiç bir zaman çalamayacağı bir dünyada yaşıyoruz. Pek çok sayıda gençlerin, besteleri icra olunmadan güneşleri batmıştır. Hiç birimiz, ölüm meleğinin ne zaman gelip kendisini istiyeceğini bilemez. Her dakika Damokles’in kılıcı başımızın üstünde duruyor. Gerginlik ve hastalık — bunlar hiç bir hududu veya maniası olmayan bir kâinata sessizce yayılmaktadır. Şimdiki zamanda tehdit ve tehlikeyi .yabancı diye hayatımızdan çıkaracak gümrük memurları da yoktur.
Şu daimî krizler dünyasında, ölüm muamması ile karşılaşırken, din ve psikolojinin bize verebileceği perspektife muhtacız, başkalarını kaybettiğimiz zaman kederi kabul ve mağlûp etmek için psikoloji bakımından ne yapmamız icap ettiğini öğrendik. Kendi ölümümüz düşüncesiyle nasıl karşılaşmamız lâz:m geldiğini de bilmeliyiz; ölümden korkmağa lüzum yoktur, biz tam bir itimatla bugünü yaşıyalım, bırakalım, yarını kâinat düşünsün.
Diğer taraftan, ömrümüz oldukça, her günümüzün, güzellik, âlicenaplık ve sıcaklığını ruhtan alan bir kardeşlik hissiyle taşan birer yıl haline getirmeğe çalışalım. Zulüm ve gaddarlıkla dolu bir zamanda, sevgi oksijenini istihsal etmeliyiz ki, o suretle dünyanın canı sağ kalsın. Hayatın eksilen kemiyetine karşılık olarak keyfiyetini derinleştirelim; ne kadar zaman için birbirimize kalacağız, bunu bilmediğimiz için birbirimizin kıymetini bilelim; dünyadaki ölüm kuvvetlerine cevap olarak hayatı yiğit işi, kuvvetli ve güzel bir hale koyalım diye, din bizi davet ediyor. Hayatın kuvvet ve kudretini yükseltmek suretiyle ömrün kısalığını telâfiye çalışmalıyız. Katı kalblilik, benlikçilik, karşılıklı gaddarlık, ve sevgisizlik gibi başkalarının ömürlerini kısaltmak için hafif silâh olarak kullandığımız bütün şeyler zamanımızın affolunamıyacak suç ve günahlarıdır. Gerçi ömrü uzatamayız, fakat hiç olmazsa birbirimize karşı anlayışlı olmakla hayatı derinleştirmeğe hizmet edebiliriz.
Bugün bütün insanlar o eski Judaizm’in sağlam kafasına ve tabu takvâ hissine muhtaçtır. O zamanın adamı: «Şimdilik bir tek dünya ile uğraşırsak yeter,» diyor. Çünkü bu dünya seferinde, Kendimizden daha büyük olan Kudrete korkusuzca nasıl güveniyorsak; her gece muammanın bağrında emniyet ve itimatla nasıl uykuya dalıyorsak; böylece, zamanın ötesinde bulunan âleme şu hakikati kabul ederek güvenebiliriz: Doğuştan önce ve ölümden sonrası üzerinden perdeyi kaldırmağa uğraşmayıp, hemen şuracıkta içinde bulunduğumuz dünyada, dolgun, değerli, ve yüksek bir hayat yaşamak ve başka insanların da bu suretle yaşamasına imkân verecek bir cemiyet kurmak... Bize düşen kudsî vazife budur.
Bugün bütün dünyada nice babalar, analar, ve genç zevceler var ki, ömürleri kısa sürmüş gençlerin şarkılarını     müdafaa edilmiş hürriyetin ve himaye görmüş beşeriyetin şarkılarını — hatırlamaktadırlar. Daha ilk mısralarında kesilmiş genç nağmelerin verdiği hüzün derecesini elbette ki hiç bir suretle küçümseyenleyiz; fakat şundan da eminiz ki, hürriyet uğrundaki vazifeleri başmda bu şarkıları söylemiş olanlar, genç havacılar, deniz ve kara erleri, arkalarından sağ kalanların, çok da uzun zaman ağlamlarma razı olmaz ve bize şunu hatırlatmak isterler ki, onlann yiğitçe yşanan ve nefsini feda eden hayatlarının hızla geçen günlerinde, korkakça yaşanmış uzun boş senelerden çok daha büyük başarılar olmuştur; ayni zamanda uğrunda, kendilerinin can verdiği ahitleri yerine getirelim diye bize meydan okumaktadırlar.
Beşer dilinde bulunan «nihayet» kelimesinin iki mânası arasındaki farkı unutmamalıyız: Birisi «finiş» diğeri ise «telos» dur. Hiç bir «nihayet» i veya «gaye» si olmayan bir hayata ölüm çok kere «finiş» kelimesini yazmıştır. Bir insan oğlunun başına gelebilecek en büyük facia, hayatının hiç bir «müntehâ» sı «telos» olmadan «nihayete» «finiş» gelmesidir; yâni, hayat yolunda büyük bir gaye aramadan bitmesi... Hürriyet uğrunda çalışan ve nefislerini feda edenler, bu çabalamalarının daima bir müntehâ, bir gaye için olduğunu hissetmişlerdir, hem de adaletsiz ve acı talihleri «finiş» olduğu halde...
Bizler kederimizin arasında onların «telos» larmı tamamlamağa çalışmalıyız ve öyle bir dünya kurmalıyız ki, o dünyada insanların olgun şarkıları daha söylenmeden ölümleri mukadder olmasın, öyle bir dünya ki, içinde insanlar anormal keder ve facia yükünü taşımağa değil, yalnız normal kederin ağırlığına kendilerini alıştırmak zaruretini duysunlar. Bu dünyada her insan oğluna kendi benliğini tamamlamak fırsatları verilsin, ve yine bu dünyada Ölüm Meleği, daha öğle güneşini selâmlamağa bile vakti bulamadan bizi kapıp götüren bir hırsız gibi değil, uzun bir günün nihayetinde, akşam üstü, kemale ermiş olgun bir hayatın şarkıları havayı henüz titretirken, bizi evimize götürecek bir dost gibi gelsin.
«Onun iradesindedir huzurumuz.» Dante, «Paradiso» (Cennet) adlı eserinde, Cenabı Hakkın tahtı huzurunda dizüstü, böyle feryat ediyor. Bu feryatla ilk sesi yükselten Dante olmadığı gibi, feryadın akisleri de onun sahifelerinde bitmemiştir. Her huzurun kaynağı Allah’tır, ve huzuru bulmak için Allahı bulmak gerektir — insan oğlu kendini bildi bileli beşer aklının mütevazı mahsulü olan hikmet ve feraset bu sözlerde belirmiştir. Her asırdaki şairlerin, filozof ve mistiklerin sesleri iman sahibi her insanın sesi ile birleşerek şu ölmez nakaratı tekrarlamıştır: «Sende rahat buluncaya kadar, hiç bir yerde kararımız yok...»
Ne mutlu o cana ki, İlâhî Aşkın mekân tanımıyan eb’adı içinde karar edecek yeri bulmuştur! Cenabı Haktan bir cüz olduğumuz, her dalganın en ufak damlalarını da içine alan ve tutan muazzam bir deniz gibi onun kuvvetli iradesinin bizi tuttuğunu emniyetle bilmek en güzel yakutlardan b’le daha çok arzu edilecek bir şeydir. Bu kozmik ünsiyet hissine malik olanlar — iç huzuru içinde hayat yollarını yürüyenler onlardır.
Fakat bugün herhangi bir papaz veya psikiyatristin umumî müşahedesi, zamanın çok büyük sayıda erkek ve kadınlarının, İlâhî mevcudiyeti teyit edemediği merkezindedir. Yahut da, Allah’ın mevcudiyetine inansalar bile, öyle çocukça mefhumlarla inanıyorlar ki, sıkıntılı ve buhranlı zamanlarda bu iman yıkılıyor. Zamanımızın görülen ruh sıkıntısı ve iç azabının asıl sebebi bu imanın zayıflığı veya mevcut olmayışıdır. Bu yolda ıstırap çekenlerden birisi bana şöyle dedi: «Bir beşer dostumu kaybedecek olursam, yahut bir iş ortağım alçak çıkar, veya karım beni aldatırsa, daima bir başka ve hattâ daha iyi bir insanda demirliyecek yeni yer bulmak imkânı vardır. Halbuki Allah’ın realitesine olan imanım kaybolursa — ki, şimdi ben o haldeyim — yüzümü hangi yana çevireyim?»
Birçok meslekdaşlarını gibi ben de, böyle imansız birçok insanlarla beraber ruhlarının karanlık geceleri içinde çırpındım, ve elimden geldiği kadar mâkul sebepler göstererek onları teselliye çalıştım. Fakat senelerce başım onların mantık geçmez taş duvarına çarptı. Yavaş yavaş anladım ki, birçok ateist ve agnostiklere karşı kullanılan mantıklı iddialar boştur, çünkü onların imansızlığının asıl sebebine ne ilişiyor, ne de ilişebiliyor.
Gerçi, bazen, bir mantık gölgesi onların iddialarına hafifçe tesir eder gibi görünüyor. Bütün beşer sahnesini viraneye çeviren korkunç harabiyeti, atom bombasını, insanları kırıp geçiren epidemileri, ve hayat soldurucu fakirliği işaret ederek soruyorlar: «Dünyayı sardıkça saran bu büyük kötülüklerle Allah’ın mevcudiyeti nasıl uzlaşabilir?» Bu gerçekten realistik bir meseledir, ve ileride buna dokunacağız; fakat burada şu kadarını söylemek istiyorum: Bu gibi münakaşa ve iddialar, imansızlıktan muztarip olan insanın kendi iç mücadelesinin, içindeki tecavüzkâr ve zalim mahiyette hislerin inikâsıdır; ve bu inikâsların şevki kendi ruhundan daha geniş olan kâinatın beyaz perdesine düşmektedir.
Ateizmin esasındaki mâna, insanın varlığa tam şümullü bir «evet» demekten âciz oluşudur. Ateizm, hayatın mânasırıı inkârdır; kâinata itimatsızlıktır. Bir ateistin hakikî «âmentü» sü (creed) şu sözlerle hulâsa edilebilir: Samimiyetle inanıyorum ki, bu dünya, infilâk eden güneşlerin tesadüfen yarattığı bir eser ve dehşet ve ölüm yeridir. Ve gerçekten inanıyorum ki, insan tesadüfen diğer hayvanlardan daha kurnaz yaratılışlı bir hayvandır; bunun için, sevgi ile gözetilen bir Allah’ın mevcudiyetine beni ikna etmeğe boşuna uğraşmayın!»
Bu kara iman; Allah vardır, kâinat mahlûkların dostudur ve insan itimada lâyıktır, diye iddia eden ve bu inancı kendine esas tutan din nazariyesine tamamen zıttır. Belki bazı kimseler bu dinsizlik haline mantık yoluyla geliyorlar; ben henüz hiç böyle birine rastgelmedim. Ekseriyetle, Allahsızlık ve bedbinliğin çok emekle yapılmış ve birçok mantıklı iddialarla desteklenmiş yapıları, hissî tezatlarla hayatın ilk yıllarında bozulmuş beşerî alâkalardan müteşekkil temeller üzerine kurulmuştur.
Allahsız kimse belki de bunun farkında değil, ve bu ateizminin psikolojik bakımdan izah olunmasına pek fena kızar. Halbuki mesele şöyledir: Çocukken babasına mutlak surette inanıyor, annesine candan güveniyordu. Sonra, çok mühim olan gelişme devresinde, hayatının çok mühim bir sahasında ana babası onu büyük bir felâketli bir hayal kırıklığına uğratıyorlar. Gayrişuurî olarak onlar hakkında itimada değmez ve sadakatsiz diye hüküm veriyor. Hayatının ilk yıllarında, şahıslar arasındaki alâkada uğranılan bu feci .muvaffakıyetsizlikten bir hamlede şu psikolojik neticeye varıyor: «Kâinat güvensiz ve sadakatsizdir.» Benim kanaatimce çok kereler, çocuğun anababasına karşı duyduğu hayal kırıklığı, dinsizliğin zeminini hazırlamıştır. Hayata itimatsızlık, beşeriyet hakkında Şüpheci düşünceler, Allah’ı inkâr, bütün bunlar köklerini, akıl, felsefe ve fen derslerine daha açılmadan, his toprağına salarlar. Hayat bu gibileri erken hırpalamıştır, ve onları, Allah’a ve insana inanmak istemiyecek bir hale koymuştur.
Gurur garip mevkilerde yer alır; insanların kendi şahsî imansızlıklarına sebep olarak gösterdikleri bazı bahaneler gerçekten gariptir. Geçenlerde bana birisi geldi. Bu zat, nev’i kendine münhasır imansızlık tipini böbürlene böbürlene Darwin ve Haeckel zihniyetinin çivisine asmış. Bu zat varlık mücadelesini çok alıcı ve kuvvetli buluyormuş. Hayat baştan başa «diş, tırnak», «en kuvvetlinin sağ kalması» imiş. Bu adama birkaç sual sorulunca, şu hakikatler meydana çıktı: Adam, kalabalık bir ailenin ikinci oğlu imiş; babaları, sert, zalim ve tembel bir adammış; aile servetinin altından girmiş, üstünden çıkmış. Acizliği yetmiyormuş gibi, üstelik hem ayyaş, hem de zorba imiş. Önüne gelene el kaldırmakta pek mahir imiş. Bu talihsiz ailede ekmek bile az bulunur şeylerdenmiş. Hele sevgi gıdasına gelince, ne bu çocuk, ne de kardeşleri bunun hiç yüzünü bile görmemişler; hepsi de daima sadece var olmak için, sağ kalmak için mücadele hayatı yaşamışlar. (Böyle bir adamın Danvin’e hayran olmasına şaşılır mı?) Bu çocuk bir din mektebine gidiyormuş; bu mektepte tabiî olarak kendisine ne öğrettiler? Allah’ın sevgisi, yarattığı mahlûkların hepsini himaye eder ve doyurur; bir serçe bile onun izni olmadan yere düşmez.... umdesini: Hayırsız ve zalim baba realitesiyle şefkat ve sevgi taşıran bir semavî Baba tasviri arasındaki korkunç fark, çocuğun plâstik muhayyilesine bozulmaz harflerle yazılıyor. O çok genç yaşında bile, içinden, iyi bir semavî baba efsanesine gülmeyi öğreniyor. Onun bu istihza hissi daha sonra, sağ kalmak için amansız mücadele lüzumunu ısrarla müdafaa eden inkılâpçı filozofların yazılarım okuyarak bileniyor ve zihnî bir âkide halini alıyor.
Neticede bu adam, etrafındakilerden daima öç almağa uğraşan katı ve granit gibi sert bir şahsiyet oldu. Bu amansızlığı sayesinde çok para sahibi oldu. İmansızlığı onun işine pek iyi yaradı; fakat nihayet bir gün, hissî bir kriz, ruhunu ihata eden kabuğu parçaladı. Bundan sonra hayatının kısır ve çorak ufuklarının manzarasından korkup dehşete düşerek, kendisine yardım edebilir miyim diye bana başvurdu. Bana: «Hiç bir şeyde mâna veya sevgi bulamıyorum; çünkü kâinatta ne mâna var, ne de sevgi,» dedi. Ben de kendisine şunları anlatmağa çalıştım: Kendisi bütün ömründe, hiç de beşeriyeti temsil etmeyen bir tek adamın, babasının misalini alarak bütün dünyayı öyle sanmış, ve hem beşer hayatında, hem de dünyada mevcut olan şeref, sevgi ve iyiliği görmek fırsatını kendi kendine vermemişti. Kendisi bir insanoğlu olan babasından pek tabiî olarak ye’se kapılmış ve bu ye’si ileri götürerek Allah’a da garez beslemiş.
İmansızlığın başka bir çeşidi de ilk gençlik zamanında duyulan bir isyan hissinden ileri gelen bir tiptir; bu hissin kumaşı dünyaya karşı vaziyet almak suretiyle dokunuyor. Garibi şu ki, böyle inanışı olan insanlar hakikatte, sevgiye ve şefkate çok müstaittirler. Otuz beş yaşlarında, yakışıklı bir adam bir gün yazıhaneme geldi; birçok esaslı gaye ve hareketlerde faal rolü olan bir adam. Bütün değerli enerjilerini aşırı tip İçtimaî islahatçılık hareketlerine vermiş, hâlbuki bütün bu işler ona canü gönülden aradığı ruh huzurunu veremiyormuş. Kendi şahsı ve hayatına karşı duyduğu hoşnutsuzluk öyle hâd bir hal almış ki, yeis hâleti içinde bana başvurmağa karar vermiş.
Bedbin bir gülümseyişle bana dönerek: «Elinizden gelirse bana yardım ediniz!» dedi. Bu sessiz bir meydan okuma idi. Daha ilk konuşmamızda, mühim hakikatler meydana çıktı. Genç adam, çocukken annesi ve babası tarafından çok şefkat ve sevgi görmüş; fakat ilk gençlik yıllan başlayınca kendisinin inkişaf halindeki erkek tabiati, o zamana kadar eve hâkim olan kuvvetlerle çarpışmış. Bunun neticesi olarak husule gelen ayrılıklar, tatsızlıklar yüzünden, çocuk, anababasının dünyasını tekmil yapısıyla reddetmiş, tabu bu arada onların sosyal ve dinî akideleri de var... Anababanın putları yıkılınca, Allah da onarla beraber gidiyor. Mevcut hükümet ve cemiyet şekillerine karşı gösterdiği yirmi yıllık bir zıtlık, esasında sevgi ve şefkat dolu olan ruhuna itminan getirememiş. İlk gençlik yaşından çok sonra da, şimdi yine bri sapa yol tutarak isyan yoluna gitmek üzere bulunuyordu; fakat ayaklarının yaralarına, ve ruhuna bezginlik veren mücadele ve kaçışının sebeplerine nüfuz edince, hayatı menfî şekilde değil, müspet surette almak dirayet ve isabetini gösterdi. İşin dikkate lâyık ciheti şu ki, bu zat esaslı alâkalarını yine devam ettirdi, fakat şimdi bunlar olgun bir akim mefhumuna göre daha iyi bir dünya kurmak emeli esasına dayanıyordu, anababasının mütehakkim dünyasına karşı öfkeli protestolara değil... (Ben ona, iç ifrazatın birden artması gibi başlamış olan bir esaslı meslek, gudde değişikliklerinin mümkün olduğu zamanı çoktan geçmiştir, dediğim zaman, gülmekten kendini alamadı.) Şimdi hayal gözünün görebildiği yeni büyük dünyanın bir kısmını, güvenilir ve yaratıcı bir Allah mefhumu teşkil ediyordu.
Mistik şair Francis Thompson, «The Hound of Heaven» adlı şiirinde Tanrının ağzından şöyle diyor: «Ey bana hıyanet eden, her şey sâna hıyanet eder.» Bir Hıristiyan mistikte bu metrûkiyet hissini anlamak mümkündür: fakat ya şu lâboratuvann tenhalığında tecrübe tüplerini ve kavanızlarını tetkik ederken gönlüne dolan boşluk duygusunun altında ezilen fen adamına ne diyelim? Ekseriyetle böyle bir kimse, ne din adamının, ne de psikiyatristin öğüdünü arar. Gözle görülür madde dünyası üzerindeki kudretinin ona verdiği gururla elle dokunulmaz ruhun hekimlerini hakir görür. Buna rağmen her nasılsa geçenlerde bir ziyafette bu tipin çok güzel bir örneğine rastgeldim. Bu zatın maskeye benziyen çehresini ve sıkı disiplinli tavır ve hareketlerini görünce derhal onun tecrübe tübü realistlerinden olduğunu, ve bununla övündüğünü anladım. En son molekül araştırmaları hakkında tenezzülen açık konuştu; ben bu meseleyle çok alâkadar olduğumdan, yemekten sonra da ikimiz ayrıca konuştuk. Biz konuşurken kendisinin bir sanatkâr olduğuna şüphe bırakmamağa gayret ederek dedi ki: «Sizin hissiyatınızı rencide etmek istemem, doktor, fakat ben, dinin hisleri uyuşturucu bir madde olduğuna tamamen kaniim; böyle bir madde belki de âciz ve korkak insanlar için zarurîdir; fakat objektif ilim ile yoğrulmuş bir kafa bunu kabul edemez.»
Ben başımı eğdim. Bu tipi iyi tanıyordum. Bu tip adamlar duygularını hapsederler, hislerinden utanır, ve neticesinden korktukları için kalb kapılarının açılmasına müsaade etmemeğe çalışırlar. Bu «frenleri» zapt altında bulundurmak gayesiyle fenne dönmek bu gibilerin âdetidir; konuştuğum zat da bu tipin mükemmel bir nümunesi idi. O günden sonra, yavaş yavaş, ve birkaç ay müddetle kendisine, orada burada toplantılarda rastgeldikçe, ondaki bu his donukluğunun altındaki sebepleri keşfettim.
Bu zat çok küçükken babası ölmüş, kendisini amcası büyütmüş. Bu amca, çakmak taşı gibi sert New England’lı tipinden bir adamdı. Bu adam, her zevki bir şeytan icadı sayan çok mutaassıp Calvinist’lerin neslindendi. Hisleri hakir gören bu zat dürüst, mum gibi doğru ve son derecede katı bir adamdı, ve ayni zamanda maddî para ve banknot sahasmda çok muvaffak olmuştu. Allah bahsine gelince, dostum, amcasının Allah’a inanıp inanmadığını bilmiyordu, çünkü herkesin önünde Allah’tan bahsetmeyi çok büyük bir zevksizlik sayıyordu.
Emin olmuştum ki, sükûtî amca, bu fen adamının hayatının kahramanı olmuş, ve kendisi de tamamen ona benzemişti. Çocukluğunda son derece sert bir baskı altında büyümüş olduğu için, kendisine örnek olan amcasının duygularının etrafına çektiği buzdan setleri yıkamıyordu. Hislerden kaçıp kurtulmak için bir sığınak aramış ve bunu fende bulmuştu; nütronların ve protonların bu kansız sahasında mücerret (abstract) hakikate hizmet, şahsî bir taahhüdü icap ettirmez. Bu gibi taahhütlerden çok fazla korktuğu için bu adam, Allah’tan vazgeçmiş; hattâ, o mefhumu tamamen yıkmıştı. Buz kesilmiş tabiatinin özüne nüfuz edip onu eritmek zamanı geçmişti — evet, buna artık imkân kalmamıştı. Bu zattan burada bahsetmekten maksadım, buna benzer birçok tipleri anlatmak içindir; böyle insanların ateizmi, sevgiden kaçış, his ve heyecandan aşırı korku, ve bütün haşmeti, sıcaklığı ve azametiyle hayatı bir lâboratuvarin donuk hudutlarına sığacak kadar küçültmektir. Hayat onları, hissî sakatlıklarına fazilet şeklini vermeğe mecbur etmiştir. Bununla iftihar etmek istiyorlarsa, sadece kendi kendilerini aldatıyorlar, ve bu arada Allah âlemi ile alâkanın insana verdiği çok büyük bir saadeti kaybediyorlar.
Şu halde üç tip ateistler, yâni, büyük bir galeri içinden rastgele seçilmiş üç portre bunlardır. Allah’ı inkâr edecek cesareti kendilerinde bulan bu insanlar, aziz tuttukları istiklâl âmentüsünün asıl kaynağının çocukluklarındaki sevgi yoksulluğu, ilk gençliklerinde iç ifraz guddelerinin kifayetsizliği veya olgun yaşta kendilerine ârız olan gizli bir isterik korkuda bulunduğunu keşfedince, çok büyük şaşkınlığa düşerler: Birçok ateizm vakalarının kökleri araştırılınca, bu gibi şeylerde bulunur. Bu asrın erkek ve kadınlarının Allah’ı ve hayatı inkâr eden % iman düsturlarının müsebbibi olan şahsî ve İçtimaî âmillerin sonsuz kombinezonlarını bu psikolojik tahlil bitirmek şöyle dursun, bu işe başlamaktan bile uzaktır: Dinamik psikoloji, sesiyle birçok acıklı Eriha’ların şehir duvarlarını —yâni, fen ve mantığın görünüşte yıkılmaz gibi görünen ve ateizm ile pesimizmden mürekkep aşınmış kaya parçalarından duvarları— çöktüren Yeşu’nun asrî borazanlarıdır [Kitabı Mukaddeste Yeşu kitabı 6 ıncı bap.]. Duvarlar yıkılınca, şehrin göbeğinde gördüğümüz, mesut, olgun şahsiyetler değil, korkudan yere çömelmiş, mücadeleden yıpranmış, için için ağlıyan bir sürü çocuktur.
Şunu da kabul etmeliyiz ki, sadece mefkûre bakımından kendilerini ateist zanneden bazı erkek ve kadınlar vardır; fen bağlarında işleyen bu feragat sahibi ve yaratıcı işçiler, her şeye karşı tavırlarında öyle bir «objektif» ve şe’nî tertibat ile bağlıdırlar ki, «Allah» ismini kullanmak kendilerince samimiyetsizlik sayılır. Filozofçasına, herhangi bir kozmik generalizasyona muhaliftirler, ve ispat edilir keyfiyetler sahası dışında kalan herhangi bir şeyi söylemeğe korkarlar. Bilgi iddiası hususunda son derecede mütevazıdırlar, o derecede ki, Allah fikri bile onlara yeis verir. Allah’ın varlığını iddia etmek onların fikrince haksız bir kıyastır, —çünkü bununla nâmütenahîyi hiç olmazsa bir dereceye kadar bildiğimizi de iddia etmiş oluyoruz. Çok yüksek ahlâk sahibi ve beşeriyete hizmet eden fertler arasında bulunan bu nadir ateizm tipini kendimiz kabul etmemekle beraber, anlamalıyız; bu nevi ateizm çocuklukta husule gelen karışıklıklardan, ilk gençlikteki hayal kırıklıklarından veya zihnî aşağılık duygusundan ileri gelmez, bilâkis bundaki âmil, bilgi iddialarından yana duyulan samimî bir tevazu, ve keyfiyet hudutlarını aşmak istememektir.
Birçok insanların kafasını kurcalıyan ve bir nevi nefse ezâ kabilinden olan şey agnostik şüphedir; bununla orta çağ tövbekârları gibi durmadan kendi kendilerini kamçılarlar. Bunlardan en yüksek derecede olanlar ekseriyetle kabiliyetli ve zihinleri açık kimselerdir. Fen ve felsefe sahalarında en yeni keşifleri araştırır ve şu ezelî suale tatmin edici cevap ararlar: «Allah’a nasıl inanabilirim?» Dante’nin «Cehennem» indeki malûm ruhlara benzerler, sanki durmadan değişen fikir ve his rüzgârlarının elinde ebediyen oradan oraya fırlatılmağa mahkûmdurlar. Böyle insanlar acaba neden yüreklerini katılaştırıp Allah’ı bütün bütün inkâr edemiyor, yahut da tamamen onu kabul etmek cesaretini göstermiyorlar, bunu anlamak bazen çok güçtür. Bunlar çatal fikirli kimselerdir, dünya da böyleleriyle doludur.
Bu gibilerin halinin asıl sebeplerini anlamak çok kere mümkündür; şimdiki bilgimiz bize gösteriyor ki, ilk müşkül devrelerinde bu insanların kalbine bir kama saplanmıştır: iş ve itikat arasında kararsızlık kaması. Bazı aileler hem iş, hem de ilâhiyat cihetlerinden bir kararda kalırlar. Bu gibi ailelerin hayatında sertlik hâkimdir, ve Allah’ın en hâkim vasfı öç alıcıdır; yahut da anababanın hem hal ve hareketinde, hem de ilâhiyat mefhumlarında şefkat ve sevgi hâkimdir. Bir kararda kalmayan eve mensup ana baba, hal ve harekette cana yakın ve kalbleri sevgiyle doludur, fakat Allahları sert ve öc alıcıdır. Böyle bir evin çocuğu ekseriyetle ruhanî bir «schizophrinia» hastası, sevgi ile korku arasında durmadan çalkanan bir imanın kurbanıdır. Birçok agnostikler ve kozmik kararsızlıkların kurbanları bu iç kararsızlığa düşerler, çünkü çocukluklarında yaşadıkları muhit gayrişuurî bir mücadele ve tezat muhiti, ana babalarının yaşama tarzı ile inanış tarzları arasındaki tezat muhiti idi. Baba başka, türlü hareket ediyor, başka türlü yaşıyordu. Sevgiyle hareket ediyor, ve korku Allah’ına inanıyor; yahut da tavrı sert ve zalimdi, nazarî olarak da sevgi Allah’ına inanıyordu. Hayatın başlangıcındaki muhitin dualizmi, sonraki dinî şüphe, tezat ve memnuniyetsizliğin tohum yatağıdır.
Yalnız agnostisizm ve ateizm değil, teizmin de bazı şekilleri böyle çocukluk zamanını araştırmakla anlaşılabilir. Hasta fikirli teizm ile sağlam fikirli teizm arasında, pakat itikatla olgun itikat arasında çok geniş bir fark vardır. Sahte minnettarlık denilen bir şey vardır ki, dua ve merasim şekillerinin her kılığına girer, tıpkı sevgi ve kederin sahte şekilleri olduğu gibi... Din, Allah hakkındaki çocuksu fikirleri —hayal kırıklıklarını ve hissî karışıklıkları— açığa çıkardığı için, psikolojiye minnettar olsa yeridir; minnettar olmalıdır çünkü, Allah hakkındaki çocuksu fikirlerin kalkması, Allah hakkında gerçekten olgun fikirler için yer açacaktır.
Bazı ateizm ve teizm şekillerinin bu yoldaki psikolojik tahlili birçok ananevi din adamlarına küfür gibi görünecektir. Dinde Allah şuurunu bir çocukluk bakiyesi, ve ana babaların başarı veya muvaffakıyetsizliklerinden akılda kalmış serpintileri haline düşürmekle bizi itham edeceklerdir. Mistik diyecek ki: «Ben Allahı doğrudan doğruya biliyorum ve benim onunla münasebetim ne tarif, ne de tahlil olunabilir. Ben Allah’ı, güneşi ve kendi teneffüsümü bildiğim kadar yakından biliyorum. Senin bu psikolojik teşrihlerinin hepsini de reddediyorum.» Ananevi dindar da şöyle diyecek: «Ben Allah’ı aklım ve vahiy yoluyla biliyorum. Allah, Sina dağında insan oğluna ebedî ve değişmez sözlerle hitap etmiştir. O bizi yarattı; o bizi çağırıyor; benim huzursuz ve hakir «ben» ime karşı o ebedî «Sen» dir. Allah, beşer aklının bir mefhumu değildir. O hudutsuz realitedir. Herhalde o bizim psikolojik tecrübelerimiz veya hissî ihtiyaçlarımızın inikâsı değildir/ Bu tahlilî inceliklerinle sen Allah’ı bütün haşmetiyle küçültüyorsun. Ateizm, çocukluktaki karışıklıkların neticesidir diye iddianda ısrar edecek olursan, şu halde Allah’a iman da çocukluk bakiyelerinin neticesidir, diye mi kabul olunmalı?»
Birçok vakalarda cevap, «yazık ki, evet» tir. Dünya, dinî itikatları kuvvetli, fakat olgunlaşmamış ve büyümemiş insanlarla doludur. Ben kendi mesleğimde Allah hakkında yanlış fikirler besliyen birçok kimselere rastlıyorum. Geçenlerde bana bir kadın geldi; çok kederliydi. Harpte oğlunu kaybetmiş, içi yanarak feryat etti: «Bu iş niçin benim başıma gelmeliydi? Ben bütün ömrümde iyi bir kadındım ve doğruluktan ayrılmamaya çalıştım. Bayramları, resmî günleri hep tuttum; halbuki bakınız Allah bana ne yaptı? Offf... yazık, dua ile boşuna geçen bütün yıllanma — işte mükâfatım!»
Bu kadının böyle bir keder karşısında çok beşerî reaksiyonlarım anlamamağa imkân yok, fakat ayni zamanda ona Allah hakkındaki mefhumunun olgunlaşmamış ve küçük kalmış olduğunu söylemeğe mecburdum. Kadın şunu demek istiyordu: «Eğer Allah benim için hususî surette büyük ölüm muammasını geciktirmeyecekse, ben de ona iman etmem, ve artık ona ibadet etmem.» Bu kadına göre, Allah kendisine iyilik ederse, ona inanacak, arzu ve dileklerini yerine getirmezse, onu inkâr edecektir.»
Allah’a imanları şarta bağlı birçok insanlar vardır: «Eğer veya şayet» le Allah’a inanırlar; «Eğer O istediğimi yaparsa, ben de ona iman ederim» dâvası; daima lehlerine akacak lûtuflara dayanan bir iman.
Yine her din reisi kendi cemaati arasında «yeşil otlaklar» dan [Ahdi Atikte rahat ve saadet remzi olarak kullanılır.] ibaret olan Allah mefhumunu besliyen zümreye mensup sayısız kimseler görür. Böyle kimseler için Allah sadece onların dünyevî arzularını yerine getirmekle mükellef bir varlıktır. Dincilerin kendilerine mahsus sadelikle düşündükleri «yeşil otlak Allah’ı» mefhumuna birçok kimseler güler ve bu sembolü çocukça bulurlar; halbuki böyle kimseler kendi mefhumlarını samimiyetle araştıracak olsalar, kendi Allahları ile zenci Mark Cornelly’nin Allah’ı arasında çok az fark bulunduğunu görürler...
Benim dinî inanış tahlilimin, o inanışın bir karikatürü olduğunu iddia edecek kimseler vardır. Böylelerine cevabım şudur: «Gökte yaşıyan iptidaî ve çok antropomorfik bir Baba hakkındaki his yanlışlıklarını açığa vurmak, zarardan ziyade kâr değil midir? Böyle müdafaa kaldırmaz bir Allah mefhumunu psikolojik asit içinde tahlil etmek, zarardan ziyade kâr değil midir? Nihayet biz insanlar kendi hayat tecrübemize cismanî babamızın, gökte oturan haricî bir eşini keşfetmekteyiz. Böyle bir mefhum, ancak sonraları hayal kırıklığına uğramış bir ateizme götürebilir.»
İnsan ruhuna musallat olan bu aşikâr ve sayısı çok hastalıklar karşısında, bu asır hayatına uygun gelecek sağlam ve olgun bir din için ümit var mı? Cevap çok kat’î ve müspettir: «Evet». Bütün tabiat Allah’ın varlığının inikâsıdır; insana da, kendi ruhunu ürperten bu İlâhî kudretin sadece sesini dinlemek kalıyor.
Bir insanın mânevî Odyse’si, kalb huzuru arayan bir diğerini alâkadar edebilir. Çünkü şu asrımızın kâh karışan, kâh sâkinleşen hayatını inikâs ettirme kudreti vardır. Ben de, hiç de müstesna mahiyeti olmayan kendi şahsî tecrübemi, bu asrın gönülleri üzgün hemcinslerime belki bir yardımı dokunur diye gözönüne koymak istiyorum.
Baştan diyeyim ki ben de Allah hakkmdaki düşünüşümde birkaç safhadan geçtim. Çocukluğumda Allah mefhumu mutad tasvirden ibaretti; yâni büyük babamın eşi, gökte yaşayan sakallı ihtiyar bir baba, sonra, ilâhiyat talebesi olduğum zaman içimi kemiren ve beni çok bîhuzur eden seneleri yaşadım, çünkü dış dünyada hiç bir şey içimden kaynaşan şu sualleri tatmin edemiyordu: «Allah nerededir? Allah’ın mahiyeti nedir?» Şimdi anlıyorum ki, ilk gençliğimde bu üzüntüler, hayata karşı duyulan daha derin bir itimatsızlığı ve şahsî bir kararsızlığı saklıyordu. Bununla beraber biliyorum ki, Allah’ı aramakla geçen o ilk gençlik yılları benim ruhanî olgunluğum için kıymeti biçilmez bir devre olmuştur. Münkirlik, agnostisizm ve korkunun acı kâsesini bizzat tatmamış olan bir din reisi, başka erkek ve kadınlara yardımda nasıl bulunur?
Bütün bu yıllar içinde bir zaman geldi ki, insan kendi kendine kifayet eder ve bütün araştırmalarınım cevabı hümanizmedir diye düşündüm. An’anevî bakımdan, insan ve İnsanî kıymetler Yahudilerin esas akidelerinden biridir; fakat ben hümanizmin insanı anlatmağa kâfi gelmediğini öğrenmiş bulunuyorum. İnsanın gerek aklı gerekse yaratıcı kuvvetleri bütün dünyaya şümulü olan bir atanın evlâdı sıfatiyle tetkik olunmadıkça hakkiyle anlaşılamaz. Zamanla şu kanaate geldim ki, bütün faciası ve zaferiyle beşer hikâyesi, bir kitabın ortasından koparılmış, başı sonu belli olmayan, ve böyle olduğu için muhteviyatının okunmasına imkân bulunmayan bir sahifeye benzer. İnsanın muhteviyatı insandan büyük olan Kudrettir. Beşer macerası bir kâinata şâmil bir şiirin parçasıdır, ölmez bir manzumenin bir mısraı... Bizim beşerî aklımızın ve bizi hiç rahat bırakmayan beşer vicdanımızın daha büyük bir akim ve daha geniş bir yaratıcı kuvvetin inikâsı olduğuna iman etmedikçe, şifrenin anahtarı bulunamaz ve insan oğlunun dünyadaki destanı gizli ve sadece anlaşılmaz işaret ve noktalardan ibaret bir şifre olarak kalır.
Kendini kat’î surette ateizme vermiş olan kimse bu fikirde de kanaatini değiştirmez. Kâinatta bir dereceye kadar nizam, plân, ve maksat olduğunu kabul eder ve bize şu sözlerle meydan okur: «Dünyanın kanlı ve canavarca ahenksizliklerini bir yana bırakıyorsunuz; bombalanmış şehirlere, ateşe verilmiş tarlalara ne buyuruyorsunuz? Şu harp, hastalık ve ölüm dünyası içinde bir mukadderat Allah’ından nasıl bahsedebiliyorsunuz?»
Senelerce bu sual benim için halledilemez bir muamma ve imanımın çarptığı tehlikeli bir kaya olarak kaldı. Mesele şu idi: «Hak olan bir Allah, dünyada bu kadar kötülük ve ıztırabın bulunmasına nasıl müsaade edebilir?» Allah hakkındaki an’anevî fikirler dairesi içinde mahpus kaldığım müddetçe insanın sükûn ve huzurunu bozan bu probleme bir cevap bulamadım. Din edebiyatını araştırdım, meşhur ontolojik, kozmolojik ve teolojik yazılarda Allah hakkındaki hüccetlerde çok az teselli buldum. Aristo’yu, Augustine’i, Philo'yu ve Saadia’yi, Descartes, Berkeley, Kant ve Hegel’i okudum, kelimelerinin bina ettiği muazzam sistemlere hayran oldum; fakat susamış ruha cevap verecek ihtiyacı bulamadım.
Ancak şu son senelerdedir ki benim güreşçi ruhumu entellektüel bakımdan tatmin edecek tipte, Allah’a giden bir yol bulmağa başladım. İlk işaretleri «İbrani hikmetinin sahifelerinde buldum. Filistin peygamberlerinin de aynı problemle güreştiklerini anladım. Onların da kanaatlerince, Allah hep iyiliktir fakat hiç bir sevgili kimsenin hatırı için hayatın ahlâkî kanunlarını bozmaz. Neticede bu eski peygamberler İsrail kavmine şöyle dediler: «Allah âlemde tabiî kanunlar yaratmıştır, ve bunların işlemesini ister. Allah size akıl ve vicdanlar vermiştir, sizin bunları kullanmanızı ister. Siz bu kanunları kötüye kullanırsanız, o, sizi kendi hareketerinizin neticesinden korumak için dünyasını alt üst etmez.»
Ben bu ifadede derin bir hikmet, bir olgunluk hikmeti görmeğe başladım; buna göre Allah, beşer hayatının zarurî prensiplerini şunun veya bunun hatırı veya yalvarması ile nakzedecek bir baba değildir. Kendilerini, Allah’ın hususî surette sevgili kulları zanneden Yeruşalim ahalisine peygamber Yeremya, Allah’ın gerek kendilerine gerek sevgili şehirlerine tarafgirlik edebileceğini düşünmek küstahlığında bulunmamalarım niçin söyledi, şimdi anlıyorum. Ahlâkî bir kâinatta tarafgirlik yoktur. Ecdadım Allah’ın büyüklüğünü nasıl buldular, ve hakikatini lüks ve emniyet içinde görmeyip de nasıl, sürgünlük felâketi içinde ve dünyaları temellerine kadar sarsıldığı zaman gördüler, bunu yavaş yavaş anlamağa başladım.
Düşünmeyen adam, diyebilir ki, o millî facia girdabı içinde Yahudilerin Allah’a olan imanlarını kaybetmeleri icap ederdi. Dünyaca ihmal edilmiş olan şu hakikatte şaşırtıcı ve derin bir unsur yok mudur: Kitabı Mukaddes pehlivanları Allah’ın el yazısını zaferin güneşin saatlerinde değil, facia taştahtasın da buldular. Kötülük ve ıztırabın, ahlâkî Allah’ın doğuş yeri olması ne paradoks değil mi?
Bunca insanları şimdi Allah’sız hayata götüren aynı tecrübe, İsrail peygamberlerini olgun dindarlar haline getirmiştir. Niçin? Çünkü çocukça bir Allah mefhumunun üstüne çıkmışlardı. Binlerce Yahudinin hislerine kapılarak «Allah yoktur» dedikleri bir zamanda, evet o anda, ruh Titanları yeni umdelerini açıkladılar: «Allah, kendi ahlâkî kanunlarını gülünç edecek bir şey yapmağa razı olamaz. Allah bir dünyevî hükümdar değildir ki, her hangi bir rüşvet veya menfaat mukabilinde dünya ve beşer cemiyetinin temel taşı olan prensiplerini bozsun.
Peygamberler üzerinde yaptığım araştırma ve düşünceler, Allah mefkûremde bir takım tashihler yapmama vesile oldu. İlk bakışta, Allah’a hudut koymak küstahça ve küfür kabilinden bir şey gibi görünür. Hayretten gözlerimizi açarak sorarız: «Allah nasıl hudutlanabilir? Eğer her şeye kadir değilse, yâni her istediğini yapmağa kudreti yoksa, şu halde Allah ta olamaz!» Ben bu neticeyi tamamen reddediyorum. Eğer ben Allah’ın kendi yarattığı tabiat icabı olarak mahdut olduğuna inanmazsam, bütün imanım mahvolur.
Umumiyetle «her şeye kadir» lik fikri yanlıştır, çocukçadır ve Allah’a karşı bir haksızlıktır. Her erkek ve kadının çocukluğunda babalarının her şeye kadir olduğunu düşündüren hâtıraları vardır. Çok çocuk olduğumuz zaman annemiz ve babamızın elinden her şey gelir sanırız; ve onları, elindeki tılsımlı değnekle her istediği şeye istediği şekli veren birer sihirbaz gözüyle görürüz. İlk çocukluk yıllarımızda, ana babalarımızı, sanki hiç bir kanuna tâbi değilmiş ve hiç bir kaçınılmaz hâdiseye boyun eğmez diye tasavvur ederiz. Ancak büyüdüğümüz zamandır ki insan babamızın ne bir sihirbaz ne de dünyanın hükümdarı olmadığını anlarız. Allah’ın da bir göz yumup açıncaya kadar her şeyi değiştiren bir sihirbaz Olmadığını öğrenmek için de büyüyüp olgunlaşmamız lâzımdır. Beşer ana babalarımızla alâkamızda olgunluk, onların mahdutluklarını ve zaruretlere maruz olduklarını yavaş yavaş öğrenmemizdir. Dinî sahada olgunluk ta, çocukluğumuzda olan Allah mefhumlarımızdan vazgeçip onun da, kanunlarla idare edilen bir dünyayı yaratmakla bilerek ve istiyerek kendi kudretini de kanuna tâbi kılmayı uygun bulduğunu görürüz.
Bu keyfiyet, dünyada «kötülük» denilen bir çok şeylerin esaslarındandır. Meselâ suyun hasiyetlerini anlarız. Allah suyu yarattığı zaman ona gemileri yüzdürmek ve değirmen dolaplarını döndürmek hasiyetlerini verdi. Bu hasiyetler iyi sayılıyor. Fakat suyun öz tabiatında bizi boğmak irsî kabiliyeti var.
Diğer bütün tabiat kanunları da böyledir; bunların nizam ve intizamı Allah’ın mevcudiyetini ispat eder. Bu nizam ve intizam ise Allah’ın kendisini de kanuna bağlar.
Fiziki sahadan verdiğimiz bu misali kâfi sayalım. Ahlâkî nizam sahasında da bu nizam kolayca tesis edilebilir. Allah suyu iyilik ve kötülük kudretleriyle beraber nasıl yarattı ise, insanı da öylece kendi enerjisinin bir kabı ve hudutsuz iyilik ve kötülük kudretleriyle mücehhez olarak yarattı. İnsana ağır güçlükleri yenecek ve felâketleri ayak altına alacak kabiliyeti veren kudret, adam öldürmeğe kadar götüren bir öfke halini alabiliyor. Ahlâkî sahada iyiyi kötüyü seçmek zarureti karşısında insanın en yüksek vasıfları harekete geçiyor. Bu keyfiyet, Allahsızın sorup durduğu şu sualin cevabını verir: «Niçin Allah insanı kötülük etmeğe gayrimuktedir olarak yaratmadı?» Allah bunu münasip görmüş olsaydı, insan ırkı bugün sadece birer maryonet olurlardı. İnsan en asîl kabiliyetinden, yâni, yanlışı değil doğruyu seçmek kudretinden mahrum olurdu.
Hayır, insanın işlediği kötülüklerin kabahati Allah’a yükletilemez. Allah, kendi talihimizi işlemek kudretini bize vermekle, en büyük hikmetini meydana koymuştur. Bizi birer kukla değil birer fert olarak yaratmıştır, ve bu ferdiyet dehası, herkese kendi ahlâkî iç duygusuna uyup, ahlâkî kararlar vermek için Allah’ın insana verdiği nimet; dünyanın hakikî ümididir.
Ferdiyete, müstakil büyümeye, ve şahsî mesuliyet hissinin yaratıcılığına inanıyoruz. İnsanların kanun manzumesi, cebir ve tazyikle veya zorla iyi olacağı nazariyesini tamamen reddediyoruz. Bu hakikatin Allah ile insan alâkasında da varit olduğunu kabul edelim Biz kendimiz için ferdiyet ve hürriyet istiyorsak, Allah’tan bizi kötülük edemez bir hale koymasını talep ederek her iki hissiyattan da mahrum edilmek istemeyiz. Çünkü o takdirde Allah bir cebbar, bütün insanlar da onun krallığının köleleri olur. Dünyada demokrasiyi müdafaa ederken, gökten cebir istemeyelim. insan oğlunun ferdiyeti ve kendi kendine karar vermek mesuliyeti olmadığı bir dünya, iyi bir dünya değil kötü bir dünya olur. Bu bir paradox (tezat) gibi görünebilir; fakat ahlâkî bir Allah’ın mevcudiyeti delillerinden birisi bu nevi dünyanın şeniyetidir; içinde, insanlara, kendi büyük kararları ve seçme kabiliyetiyle kuruluş veya yıkım elde etmek hürriyeti verilmiş olduğu bir dünya.
Fakat biz insanın, tecrit edilmiş ve yalnız kalmış bir fert olmasını istemiyoruz. Hep birbirimize mensup olmak, ve İçtimaî alâkalarımız vasıtasiyle birbirimize tesir etmek, ve tesir altında kalmak istemiyoruz. Mutlak yalnızlık gibi dünyada korku verici şey yoktur. Allah’ın yarattığı şu dünyada yalnız değiliz, ve her yaptığımız mutlaka, gittikçe genişliyen bir daireye tesir eder. Hep birbirimize bağlı olmamız keyfiyeti dünyanın hem faciası hem de ihtişamıdır. Talihlerimizin birbirine kenetli olmasından faydalandığımıza hiç şüphe yoktur. Elektrik ışıklarım, sulfamidleri veya musikî senfonilerini keşfedenler birer fert sıfatiyle ne sîzsiniz ne de ben, fakat her şeyin müşterek olduğu şu dünyada, kendi elimizin eseri olmayan birçok nimetlerden hepimiz de hi&sedar oluruz. İçtimaî bakımdan birbirimize bağlı olmamız keyfiyeti bize neye mal olur! insanların işlediği kötülük, bir leke gibi hayat örgüsüne yayüdığı için masumlar ıztırap çeker. Bu gerçekten fecidir. Fakat öbür şık daha da feci olur. Bu şıkka göre, hem kötülüğe hem de iyiliğe karşı sımsıkı kapalı, penceresiz, menfezsiz küçük şahsiyetler olmamız icap eder. Topluluk Allah’ın bu dünyaya inayetidir, birbirimize bağlı olmamız ise onun en büyük bereketlerinden biri olabilir.
Bundan evvelki sahifeler, kötülük problemine tam bir cevaptır, demiyorum. Ne teizmde ne de ateizmde tam bir cevap yoktur. Şu kadar var ki ben, bunun makul ve mantıklı bir hal çaresi olduğunu zannediyorum. Şahsî ve İçtimaî talihlerimizde Cenabı Hak tarafından dramatik bir müdahalenin vukuunu bazen gönül ister, biliyorum; ve isteriz ki, kendi kanunlarının mantığına aykırı hareket etsin, kalbimizin elemlerini ve milletler arasındaki akla sığmıyan zulümleri mucivezî şekilde kaldırsın. Bu normal ve tabiî bir istektir: Kendi ferdî facialarımızın veya her hangi bir acıklı hâdisenin vukuunu önlesin diye içimizden taşıp gelen bir istek ve iştirak... Bununla beraber, ne istediğimizi bilmek te bir disiplin meselesidir; evet, bilmemiz lâzımdır ki, dileğimiz, ağlayıp feryat eden bir çocuğun haline benzer; bu çocuk istiyor ki babası bütün beşerî ve sosyal varlığın kanunlarını hiçe saysın veya yok etsin; ahlâkî cazibe kaidelerini lağvetsin; insan oğlunu kendi ahmaklık ve za’fının neticesinden korusun. Kalbî duygulanma göre değil de kafamın düşünüşüne göre meseleyi tetkik ettiğim zaman, şahsî ve sosyal talihe Allah’ın keyfî surette müdahale edip, bütün insan emek ve gayretini kıymetten düşüreceği bir dünya nazariyesini kafam almıyor, insan eliyle yapılan bir kötülükten bu ister ihmal veya tamahtan ileri gelmiş bir İdarî felâket olsun, ister zamanında durdurulmadığı takdirde masumları öldüreceğini, herkesin bildiği bir diktatörlük olsun Allah’ın bizi mucizelerle kurtarmasını tasavvur edemeyiz. Bizim beşerî kötü işlerimizin neticelerini bir mucize ile siliversin diye Allah’a koşmağa cesaret edemeyiz. Yalnız, bizi cansız bir kayadan ayırt eden akıl ve vicdanla bize ihsan edilen nimetleri alıp ta, hayatın bütün tehlike ve muvaffakıyetsizliklerine karşı Allah bizim hesabımıza ağır bir sigorta poliçesi olsun diye bekleyemeyiz. insan oğlunun kendisine ihsan olunan seçkin hürriyetini ne kadar kötüye kullandığını ve Cenabı Hakkın koymuş olduğu ahlâkî kanunları bozduğunu gördükçe kim bilir Allah nasıl hüzün duyuyor. İnsan âdeta Allah’ın şu sözlerini işitir gibi oluyor: «Ey insan oğulları, ey insan oğulları! Size ben damarları elmas ve altından ve donmuş hararetle kapkara bir dünya verdim. Hava değirmenlerinizi işletecek ve türbinlerinize elektrik kuvveti verecek kuvvetli ve dinamik sular verdim. Başaklan dalga dalga buğdaylar yetiştiresiniz diye özlü, kuvvetli toprak verdim. Siz ne yaptınız? Çok kere kömürümü çalıp, fakire yalnız cürufu bıraktınız. Elmaslarımı, altınlarımı, hayat sularımı, sırf kendi menfaatini düşünen gözü doymaz ihtiraslarınızın duvarları içine hapsettiniz. Benim ihsanlarımı, âdil bir dünya yaratmak işinde kullanmadığınızdan, harp gemileri yapmak için su gibi altın sarfetmeğe mecbur oldunuz, hem de bir lâhzada havaya uçurulacak gemiler... Şehirlerinizin harap ve kıymetli oğullarınızın binbir harp meydanında devrildiğini gördünüz. Şimdi nihayet, ey insan ırkı, size vermiş olduğum akıl, benim enerji hâzinesini açacak anahtarı yapmıştır. Hepinizin ölüm dirim kudreti benim atomlarımın gizli bağrında bulunmaktadır. Ey insan oğulları, bu sefer siz ölüm silâhlarını mı yoksa hayat âletlerini mi, kayıtsız şartsız harabiyeti mi, yoksa kayıtsız şartsız yaşamayı mı seçeceksiniz?»
Bugün gerçekten muhtaç olduğumuz şey, yeni bir vahiy mefhumudur. An’aneye göre vahiy Sina dağında vâki olmuştur. Allah insanlara, İlâhî Kitap veya kendi seçkin peygamber ve evliyaları vasıtasiyle hitap etti. Hakikatte, vahiy, Allah’ın, insana sesini işittirmek için kullandığı bir çok beşerî vasıtalarla her gün vâki olan buluşmasıdır. İyi bir dost, seven bir anne, veya kahraman bir lider, içinde ulûhiyeti bulunduran bir kaptır, ve tıpkı içinde bitmek tükenmek bilmeyen şifa verici radium enerjisiyle dolu mâdene benzer.
Allah’ı, sevgi ve yaratış kudreti, insan oluş ve kurtuluşunun kaynağı diye tanımak, sübjektif bir hayal mahsulü değildir, çünkü kâinat objektif bir surette böyle bir Allah mefhumunu haklı çıkanr. Dünyamız, bir alâka dünyası, muazzam yaratıcı enerji, ve sonsuz bir sevgi, hakikat ve güzellik dünyasıdır. Gerçi, dünyada işlemekte olan menfî, kötülük âmilleri vardır; fakat filozof Whitehead’in dediği gibi, bunlar tarih akıntısında ne sabit ne de muzafferdirler. Bunlar nihayette varlığın müspet ve hayatı besliyen büyük kuvvetlerine tâbi ve ondan aşağıdırlar.
Allah her gün alçak gönüllü, iyi erkek ve kadınlann hayatında kendi kendini insanlara izhar etmektedir. Önce akıllı bir baba veya ananın şahsiyetinde akis bulan iyilik perspektifinden, Allah’ın harekât sahası olarak kâinata bakmamız doğru olur, önce en iyi ve en çok sevgi taşıyan şekliyle aileden müteşekkil küçük toplulukta kökleşmiş, sonra da ufukları nihayetsizliğe yayılan bir Allah manzarası olgundur ve bozulamaz.
Biz Allahı «inikâs» ettiriyoruz diyemeyiz. Daha ziyade onunla yüz yüze geliriz. «Yüz yüze gelme» kelimesi bugünün ve yarının dininde yer alan muazzam kelimedir. Bu, hakikat talep eden, sevgi yaratan, hak ve adaleti arayan İlâhî şahsiyetle yüz yüze gelmek demektir.
Vahiy hakkında demek istediğim bir mânada şudur: Hiç durmadan bize zâhir olan Allah’ın birçok vasfı vardır ki, Spinoza bunları aklından bile geçirememiştir. Sevgi, his iştirâki, ve alâka ile karşı karşıya geliriz. Cazibe kaidesi nasıl mevcutsa, onlar da öyle mevcutturlar. Bunlar, Allah’ın dünya için hazırladığı çerçeve halinde mevcutturlar. Bu vasıflar ve bunların zıtları — insanın tamamlanmasına engel olan şeyler — sadece bizim tarafımızdan kâinata inikâs ettirilmiş değiller; onlar hakikatte ve son derecede mevcutturlar.
Biz insanoğulları, kıymetlerle karşı karşıya gelmekle kalmaz, onlara vücut verir, cisimleştirir ve kanallar haline getiririz. Biz onların verici cihazları, ışıkla hareket eden tayflarıyız. Bizim tâyin etmemiz icap eden mühim nokta, Allah’ın ne gibi mümessilleri olmamız keyfiyetidir. Hayatlarımızı yaşayış tarzımızla Allah ülkesini iyi mi, fena mı temsil edeceğiz? Zulmederek Allah’ın değil, şeytana itikada mı davet edeceğiz, yoksa yaratıcı merhametimizle Cenabı Hakkın imtiyazlı işçileri mi olacağız?
Gerçek, biz insanoğulları çok mahdut mahlûklar ve dilimiz kusurlu olduğundan Allah’ı hiç bir zaman tarif edemeyiz ve İlâhî realiteyi anlatmak için belki daima mecaz ve teşbihlerle konuşmamız icap edecektir. Birçok kimselerin anlamadığı cihet şudur: Bizim kâinatı İlmî şekilde anlatışımız, dini tarif ederken olduğu gibi mecazla kabildir. İnsanlar, dünyayı büyük bir makinaya benzettikleri zaman çok İlmî ve tam tâbirler kullandıklarını zannediyorlardı. Bu mecaz veya teşbih değil midir? Realiteden bir makina diye, yahut da sadece maddî olarak bahsettiğimiz zaman, daima dünyadan yeni bir mâna çıkarmış oluyoruz. Niçin kâinatı bildiğimiz en aşağı şeylerle izah etmeğe devam edelim de, tecrübemiz olan en yüksek şeylerle tefsir etmeyeyim? Akıl, maksat, ve şahsiyet, yaşama iradesi, sevmek ihtiyacı, alâka iştiyakı — bunlar atom ve elektronlar kadar realiteye götüren ehemmiyetli ipuçlarıdır. Bazen düşünüyorum ki, kâinatı maksat ve vicdan bakımından değil de, maddî bakımdan görmemiz, sanki biz insanlar Allah’ın birer aynası olmak sıfatına lâyık değilmişiz gibi, bizdeki aşağılık duygusunun inikâsıdır. Belki bu, muayyen bazı ilâhiyat muhitlerinde daima moda olan ruhanî bakımdan kendini hakir görme âdetinin icabıdır. Halbuki, daima muğlakı basitleştirmek suretiyle realiteyi izah etmemiz için mâkul sebep yoktur. Niçin atomu hakikatin ipucu mevkiine çıkaralım da insan aklını hiçe sayalım? Niçin inanmayalım ki bizde bulunan en yüksek, kâinattaki en derinin inikâsıdır; ve alâka, tamamlık, ve iyiliği elde etmek kabiliyetinin inkişafına imkân veren Kudretin evlâtlarıyız?
Allah’ın mahiyetini belki hiç bir zaman bilemeyeceğiz, fakat onun faaliyeti evsafına — yâni, onun kâinata şâmil sosyal aklî ve ahlâkî kanunlarına — malik olabiliriz. Hocking’in ısrarla iddia etiği gibi, Allah, Şifa Verici Masal değil, Şifa Verici Hakikattir; ve onu tabiatın ihtişamında, akim verimliliğinde, atom kanunlarında ve insan gayelerinde çalışırken görürüz.
Hayata uyamamış adam, nörotik kadın, Allah’a ancak marazî bir şekilde ibadet edebilir. Din nüfuzu nazarının başlangıcı marazi çarpıklıklardan kurtuluştur! İnsanda tanıdığımız sevgi ve şeref örneklerini esas tutarak, bu kâinat, şerefin etrafını tutan bir kâinattır, neticesine vardığımız zaman, dünyayı böyle tefsir etmemiz, karanlıkta ıslık çalmağa benzemez. İnsan oğlu sevgi ve mantığı kâinattan tefsir yoluyla çıkarmaz, çünkü o bunları kâinatta bulur. Bu vasıfları dünyaya inikâs ettirmeğe ihtiyacı yoktur, çünkü bunları her gün kendi şahsî, yakın alâkalarımızda tecrübe ile görüyoruz.
Allah’ı bu cihetten düşünmek dinamiktir, statik değil. Bu demektir ki, yeniden inşa edilmiş (reconstre), daha olgun, daha sağlam bir Allah mefhumuna varıyoruz. Bizim yeni Allah mefhumumuzla Allah değişmiş değildir; görüş kudretimizle tecrübemiz inkişaf ettikçe, biz kendimiz değişiyoruz.
Allah’la alâkalarımızda psikolojik olgunluk dileği ile yükselen birçok sesler var; bunlar arasında, Dr. Harry Emerson Fosdick, Colby College’in reisi Julius Seelye Bixler, Dr. Nathan Krass ve Profesör Mordecai Kaplan vardır. Prof. William Ernest Hocking, «Science and The îdea of God» (Fen ve Allah Fikri) adlı eserinde şu mânalı sözleri söylüyor: «Allah benim hususî arzularımı icra eden bir “vale” olamaz; beşerî gayeler için, dünyaya temel olarak kurulmuş tabiat nizamını bozamaz. Düşünen bütün dinî şuur, Allah’ın işini, iptidaî fikirlerin iddia ettiği şekilden daha az maddî olarak görür — Allah’ı, kıymetler nizamında okjektivite unsuru diye düşünmeliyiz — geniş mâna çerçevesi... Allah, kâinatın hakkaniyet ihtiyacıdır... Normal aklî hayatın kanunudur. Profesör Hocking’e göre, Allah kıymet taşıran bütünlük sembolüdür, ve insana değer ve sevilme hasiyetini bahşeder. Allah kâinatta iyiliğin özü, hayatın gayesidir, dünyanm nüvesinde maksadın mevcudiyetidir. İşte size, olgun ve yeni bir Allah tefsiri.
Başka bir olgun Allah mefhumunu Prof. Mordecai Kaplan’ın yazılarında görürüz. Prof. Kaplan, Allah’tan çok derin sözlerle bahseden büyük bir Musevî ilâhiyatçısıdır. Ona göre Allah’a iman, esasında hayatın doğuştan değerliliğine inanmaktır. İnsanın kurtuluşu yolundaki bütün engellere rağmen, dünyada Allah’ı tanımamıza yardım edecek kâfi kuvvetler bulunduğunu anladığımız zaman Allah’ı gerçekten hayat tecrübemize almış oluyoruz, Kaplan, imanını şu sözlerle ifade ediyor:
Allah,
Mekânın dipsiz derinliklerine,
Zamanın namütenahiliklerine uzanan
Birliktir.
Biz bu derinlikleri ve nâmütenahilikleri
Birbirine düşünce ile bağlarız,
O ise fiiIen bağlar.
O, yıldız ve seyyarelerin asıl cevherinde,
Şu yaşadığımız zemin
Ve içinde bulunan her şeydeki
Aynılıktır.
Her mevcudun birliği o,
Her müteharrik nesnenin bir kararda olması odur.
O, her şeyin âhengidir,
Ve onların birbirine müessirliğinin tarzıdır.
Allah hayatın sırrıdır.
Camit maddeye
Ilca ve gaye zerkederek
Alevlendirir.
Cansız maddenin heyetini değiştiren,
Daima yükselen varlık ülkelerine atlıyarak,
Kor ateş halinde düşünüş şekline girinceye kadar
Parlak his ateşine nur saçan
Yaratıcı alevdir O.
Allah,
Yalnızlık, aciz, bozgunluk
Ve ölüm korkularını, kuvvetiyle yendiğimiz
İmandır.
Allah,
Günah, elem ve ümitsizliğin,
Bir ışık oku gibi
Karanlık uçurumlarını delen
Ümittedir.
Allah,
Yaratıcı, koruyucu, affedici
Sevgidir.
İnsan eseri olan kaosun üzerinde
Derin düşünür ek,
Daimî haksızlıklarını altüst eden
Yeni ve daha iyi bir dünyanın
Şekle sığmaz başlangıçlarını
Uyandırıp hayat veren
O Ruhtur.
Allah, kendini tabiatte ve insan tabiatinde, alâkaların şebekesinde, kötülüğün yok edilip iyiliğin muzaffer olduğu sayısız hallerde ve iş sahalarında izhar eden, kurtuluş Kudretidir; ben buna inanıyorum. Allah inkişafın icabatından olan elem içinde, keder tohumunda, düşünüş füsununda, insanlarla yıldızlan birbirine bağlıyan bütün tamamlama ve başarı nizamlarının içindedir.
Yeni bir Allah mefhumuna ulaşmamız, samimî bir inkişâf ve olgunluğa erişmemize bağlıdır. İktisat, infiratçılık ve millî hâkimiyet halkındaki eski fikirlerimizden vazgeçmemiz lâzım geldiğini anladığımız şu devirde yeni bir Allah mefhumuna, Amerika’nın demokrasi sahasındaki tecrübe ve kültürünü inikâs ettirecek bir mefhuma muhtacız. Amerika’nın İlmî ve felsefî düşünüşte en ileri gitmiş adamları, (meselâ, Whitehead ve Compton) şu fikirde birleşiyorlar: Allah bizim iş arkadaşlığımızı isteyen, ve daha iyi dünyayı yaratacak bir istihalenin inkişafında insan oğullarının kendisine olgun yardımcılar olmasını bekliyen büyük Kudrettir.
Bu fikir Musevî ananelerinde vardı; fakat insanlar hür ve âdil olmayan bir kültür içinde yaşadıkları müddetçe bu fikir çok derine gidemiyordu. Günlük hayatları insanlara başkalarının kölesi ve kulu olduklarını gösterirken, hisleri Allah’la iş arkadaşı olduklarını nasıl söyleyebilirdi? Ben şu kehanette bulunuyorum ki, insan ırkı asıl kendi hakikî sıfatını, yâni, Allah’ın müstakil ve zarurî iş ortağı olduğunu ilk defa bizim memleketimizin demokrasi sahasındaki tecrübesinden öğrenecektir.
Teknolojik demokrasi asrına kadar, insan ırkının hikâyesi, gerçekten istiklâlsizlik, ve aciz hikâyesi olmuştur. Fakirlik ve hastalık karşısında, cebir ve zulümle otokrasi karşısında daima aciz duymuş ve teslimiyetle baş eğmişlerdir. İnsanlar belki dilleriyle Allah’ın kendilerini iş arkadaşı olarak istediğini söylemişlerdir; fakat hayat onlara insanların bile iş arkadaşı olarak kendilerine muhtaç olmadıklarını gösterirken, bu hakikati yürekten duyamazlardı. Meselâ on beşinci asırda İtalyan köylüsü, ataları asırlardan beri ayni toprağı işlediği, ayni kilisenin efradı oldukları halde, ayni cehalet içinde fakirlik ve hastalıkla mücadele etmiş ve yaşamak için kendi derebeyinin iyi niyetine kalmıştır; bu köylü, hür bir Amerikalının kendi yeni kültüründen yaratabileceği Allah mefhumunu kavrayamaz.
Diyorum ki, Allah mefhumumuzu hayatın yeni realiteyle hemâhenk hale getirmemizi icap ettirecek zaman gelmektedir. Amerika, Avrupa’dan farklıdır. Avrupa’da büyük bir kudret karşısında itaat ve inkıyat zihniyeti hâkim olmuştur. Amerika’da ise, antropolog Mead’in işaret ettiği veçhile kendi kendine güvenme, her neslin evvelkinden daha ileri gitmesi, dünya işlerinde daha muvaffakiyetli olması zihniyeti hâkim olmuştur. Dindeki büyük müşküllerimizden birisi de, Avrupa kültüründe hâkim olan zihniyeti, Allah’la olan alâkamızı aciz, yoksulluk motifi içindeki zihniyeti devam ettirmiş olmamızdır. İnsanın hiçliğini ve Allah’ın her şeye kadir sıfatını ileri süren,
ve insan kuvvetlerim tamamen inkâr edip sadece onun kudretlerini senâ eden din, belki birçok Avrupalının ihtiyaçlarına uygun gelmiştir; halbuki bu, Amerikalının gittikçe artan kendine güvenme hissini tatmin edemez.
Amerika'nın fazla dindar olmamasının sebeplerinden biri de belki, şimdiki hayatımızla ahenkli olmayan bir Allah mefhumunu muhafaza etmek istememizdir. Biz Amerikalıların, Avrupa ve şark dinlerinde çok rastgelinen aciz ve bağlılık hissinden çok az hissemiz vardır. Fethedilmesi lâzımgelen bir kıta ile gerçeklendirmek istediğimiz birçok hülyalarımız olmuştur. Amerika, tabiati fethetmek işinin hiç bir hududu olmadığını düşünmüştür. İçinde pek az baba kompleksi olan bir medeniyet; öyle bir medeniyet ki, daima ferdi teşebbüsü ve başarılarında babayı geçmeyi meziyet bilmiş — böyle bir kültür, mütehakkim bir babaya inkıyadı gittikçe daha güç bulacaktır.
Burada Amerika’da, yeni bir Allah mefhumu yaratmak fırsatı vardır; kendilerine güvenmiş yiğit ve pekyürekli sosyal öncülerin yarattıkları eserlerde akis bulan bir Allah; teslimiyet esasına değil, hayata ve hayat Allah’ına yeni bir itimadın doğuşuna istinat eden bir din... Kendimizi, Allah’ın mes’ul bir iş ortağı telâkki etmeğe başlıyabiliriz. Dualarımızda ve dinî öğretimimizde, günlük hayatın realitelerine ruhanî bakımdan yetişmeliyiz. Her kültür kendi Allah mefhumunu yaratmalıdır, yıpranmış ve geçmiş ananelere tutunmamalıdır, diyecek cesareti göstermeliyiz. Avrupa ve Asya pek çok kereler bağlılığa (dependence) ehemmiyet vermiştir; Amerika bağımsızlık ve birbirine bağlılık fikrini kuvvetlendirmelidir. Amerika, Allah mefhumuna aciz hissi yoluyla değil, itimat ve güvenlik hissi yoluyla erişmelidir. Amerika, Allah’ını mağlûbiyet içinde değil, sosyal zaferde bulacaktır; Allah’ını, esasında mistik teslimiyet vasıtasiyle değil, pratik ahlâkî faaliyette arayacaktır. Müstakbel din, ilk defa olarak, bir ortaklık dini olacak; bu dinde insanlar, Allah’ın kendilerine ihtiyacı olduğunu söylemekle kalmıyacak, hissedeceklerdir.
Asrımız için psikolojik olgun Allah mefhumu, her günlük tecrübelerimizi ilâhiyat formüllerinden ayıran ruhanî ve kültürel ağır gidişe nihayet vermelidir. İnsanlar, çok kere Allah’a derebeyi veya hükümdar evsafı vermekle haksızlık ediyorlar. Şu harp sonu dünyasında kurulacak olan demokrat toplulukta derebeyi evsafını haiz bir Allah mefhumu yersiz olur. Hem kilise, hem de havra eğer isterlerse, işbirliği talep eden bir Allah’a imanı telkin etmek suretiyle, her yerdeki insanlara, insan hürriyetini tehdit eden ekonomik ve politik esarete karşı gelmelerine yardım edebilirler. Judaizm’e göre Allah kendi evlâtlarının daima yaratıcı iş arkadaşları olmalarını istemiştir; fakat ancak demokrasinin galip gelme ihtimali bulunduğu şu devirde biz insanlar, onun işbirliği için olan ezelî arzusunu anlayabiliriz.
Biz insan oğulları ancak, Allah’ı kat’î ve nihaî surette bilmeğe muktedir olamayacağımızı kabul edersek, Allah mefhumunda psikolojik bakımdan olgunlaşmış oluruz. Akıllanınız, bir yaz gecesinde pırıldayan ateşböcekleri gibi parça parça ışık veren şualardır. Bunların arasıra verdiği ışık vasıtasıyla karanlıklar içinde harikulâde İçtimaî başarı zirveleri görürüz; o zirveler ki, hâlâ şu genç insan neslinin huzursuz ayaklarına açıktır. Burada İlâhî kudret, hayat imkânı, nizam ve akıl veren zeminde, ve insanın doymak bilmeyen ahlâkî açlığı ve susuzluğundadır. O insan ki, hiç bir zaman zulmü tabiî olarak, mağlûbiyeti kaçınılmaz bir akıbet ve cemiyeti ıslah olmaz diye kabul edememiştir. O kozmik gecede, Allah, o Büyük Gayret yıldızı, ve insan oğulları daha ufak yıldızlar, bütün ebediyet boyunca sönmeyeceklerdir; din bu imanımızı muhafazada yardımcımız olabilir.
Kavga ve hızlı hareket temposu ile karmakarışık olmuş bir dünya içinde hüzünle çarpan, imana susamış kalb artık, «İnsan neye inansın?» diye sormaz olmuştur. Mesele o derecede muazzam ve naziktir ki, sade akıl idrâkinin çok üstüne çakmıştır; bizim aradığımız bir amentü veya umde değil, cenkte bizi tutacak olan bir realitedir. Mümkünse, etrafında benliğimizi bütünleyecek bir varlığın cevherini, şahsiyet ve karakterin durmadan yükü ağırlaşan ipliklerini üzerinde sarabileceğimiz bir armatür bulmak istiyoruz.
Bu iç cevher, — eğer ruh, âsap, fikir ve bedenimizi tutacaksa — kuvvetin mümkün, ve muhtemel bütün unsurlarını ihtiva eden bir maden halitası olmalıdır. Zayıf veya sahte bir madeni kabul etmekle, etrafımızda bulunan acı, muvaffakıyetsizlik, hattâ yıkımın bir kısmını üzerimize davet etmiş oluruz. Yok, eğer bir yolla, benliğimizin cevherinin içine, bugün insan için hazır duran vakarlı ve şerefli kuvvetleri karıştırabilirsek, insandan üstün bir sâfiyet ve bozulmaz bir iç sükûnu nasibimiz olabilir.
Bu bozulmaz erime ameliyesinin unsurları şimdi meydana konmuş olan din ve psikiyatrinin müşterek hakikatleri içinde erişebileceğimiz vaziyettedir. Bu hakikatler birbirlerini ne güzel destekliyor ve genişletiyor! Her ikisi de hayatın saklı realiteleriyle alâkalıdırlar. Psikiyatrinin dini nasıl delillerle ispat ettiğini gördük; diğer taraftan
din de psikiyatrinin keşiflerini yükseltiyor ve bütün kâinata şâmil bir hale getiriyor. Bu birbirini karşılıklı surette tamamlayan realite safhalarını en iyi bilenlere, psikiyatri ile din, ikiz zaviyeler gibi görünür, hasta vc şaşkınlığa düşmüş adamları yukarı kaldırmak üzere birlikte eğilen ikiz zaviyeler.
Ne yazık ki birçok kimseler — malûmatları eksik veya kısmı olan kimseler — insan kurtuluşu şartları üzerinde din ile psikiyatrinin birleşebilmeleri fikri karşısında ya duraklar, yahut da korku ile geri çekilirler. Dinciler, psikiyatriden şüphe eder, diğer taraftan psikiyatri de çok kere dini hor görür veya müsamahasız davranır. Psikiyatrinin ilerlemesine çok zıt olan ve hiç bir zaman yumuşamamağa karar vermiş bazı dinî şahsiyetler vardır. Bazen şu vaziyeti alırlar: Dini, beşerî hakikatin başka disiplinlerine götürmeğe teşebbüs etmek, dinin sâfiyetini bozar ve Allah düşüncesini günlük işlerle meşgul dünya adamlarının günahlı ellerine vermek olur. Ruhu bu suretle izah edenler hayatı kompartımanlara ayırmış olur ve insan ruhuna birlik değil, ayrılık getirirler.
İsrail peygamberleri, dini hiç bir zaman böyle dar ve sıkı şartlar içinde görmüş olamazlar. Onlar için Allah mefhumu, hayatın iyiliği için hudutsuz alâka, ve o hayat içinde bütün beşerî ve sosyal şeylerin tamamlanmasıdır. İbranî ananesinde büyük filozoflar — başka din ananelerindekiler bir yana — fennin ve metafiziğin faydalı nüfuzu nazarını korku ile değil, sevinçle karşılamışlardır. Philo, Eflâtun’dan neler almıştır; Maimonides ile Aaron Ben Elijah Aristo’ya çok minnettarlar. Bütün garp dini Galileo’nun ve Newton’un kozmik keşiflerinden olduğu kadar Darwin ve Huxley’nin biyolojik keşiflerinden çok faydalanmışdır. Başlangıçta fencilere sanki Allah’ın mabedini yıkmağa uğraşan duygusuz «Vandal» lar imiş gibi hücum etmiş olan ilâhiyat, bir gün fen adamının işinde Allah’ın tezahür ettiğini görmüş, birçok fencileri, kendilerini Kudsülâkdest [Tevratta en iç kısım.] hakkında daha derin hakikatleri araştırmağa vakfetmiş muhterem işçiler olarak tanımıştı.
Bu mesele üzerinde belki mizaç icabı farklardan kurtulamayız. Bazı insanlar tabiatleri icabı, dinin ancak «Tamamen Başka Varlık» la olan mistik tecrübeye münhasır kalmasını isterler. Fakat Allah’ı kurtuluş kaynağı olarak gören başka kimseler dini, hayatın ön plânı halinde, yâni bütün ahlâkî sosyal vazifeleriyle birlikte insanla alâkadar olmadıkça eksik veya çekilmez derecede mahdut telâkki ederler. Böyle düşünenlerimiz için, Allah’la alâka sadece ebedî «Sen» de kaybolmak değildir; bilâkis bu alâka bize, her günlük işleriyle dünyaya dönüp elimizdeki bütün kuvvetlerle onu kudsîleştirmemizi emreder. Bu kudsîlik muhakkak ki, beşeriyetin düşe kalka gittiği uzun yolda bulduğu bütün vasıtaları — tabiî ve sosyal ilim âletleri, felsefenin keskin ağızlı kılıcım — kullanmayı icap ettirir; şimdi bunlara psikolojinin şifa verici âletleri de ilâve olunmuştur.
Birçok dincilerin yüreğinde bir korku var; bu fenni teknikler dine gölge salar, hattâ belki de dinin tarihî fonksiyonlarını da yutar, diye endişe ediyorlar. Dünya, fennin genişlemesinden dolayı din sahasının küçüldüğüne tekrar tekrar şahit olmuştur. Meselâ, insanlar vaktiyle yağmur duasına çıkarlardı. Şimdi ise sulama işleri için Tarım Bakanlığına başvuruyorlar. İnsan oğulları vaktiyle fakirlikten kurtulmak için Allah’a dua ederlerdi; şimdiki asırda ise insanlar dünyaya bolluk getirmek için teknik, sınaî ve ekonomik vasıtalara başvuruyorlar. Şu halde duyulan şu korkuyu anlamak kabildir: Psikoterapi ile ruhları tedavi kabiliyeti, dinî tesirin sahasını daha da fazla küçültecek, din, kurtuluş ve Marx’a, Freud ve Einstein’e yönelen bir asırda bir fosil kabilinden olacaktır.
Birçok dincilerin dinamik psikolojiye karşı durmaları korku ve yanlış anlayışla doludur. Meselâ, içlerinde şu şüphe vardır: Psikoloji bütün beşerî ideal ve ahlâkî kıymetlerimizi tahlil edecek, bunların peşine çocuksu kompleksler veya çocuklukta hissedilen fobiler diyecek. Halbuki hakikat şudur: Psikoloji, bizim korku, şaşkınlık ve nefretlerimizin çocukluğa ait hallerini kaldıracak, ve istikbali bina etmek üzere bizde kuvvetli ve olgun olan her şeyi yerinde bırakacaktır.
Şu da inkâr edilemez ki, büyük psikiyatri öncülerinden bazıları dine muhaliftirler. Freud’ün dine karşı takındığı menfî tavır biraz kendisinin alâkasız fennî mizacı, biraz yaşadığı asrın aşırı rasyonalizmi inikâs ettiren bir ayna olması, biraz da, kendisinin öncülük kabilinden olan araştırmalarına karşı teşkilâtı dinin gösterdiği müsamahasızlık yüzünden duyduğu acı hislerin neticesidir. Freud ve müritlerinden bazılarının da tarafgir temayülleri vardı; fakat bu mânevî garaz onların kendi şahsiyetlerinin icabıdır ve insan tabiati hakkındaki keşiflerinin faydalarını hiç bir suretle eksiltmez. Hakikaten Freud’ün birçok muhterem müritleri bugün onun birtakım menfî felsefî ve metafizik buluşlarını reddetmektedirler. Şu muhakkak ki, bir avuç mutaassıplar yüzünden bütün dini nasıl itham edemezsek, öylece de birtakım şarlatanlar sebebinden psikiyatriyi de itham edemeyiz. Psikiyatriden bahsederken, bunun en kabiliyetli ve salâhiyetti mümessillerini, ve arasıra vâki olan çarpıklıklarını, aşın ipotezlerini veya spekülâsyonları değil, yüce denenmiş hakikatlerini anlatıyoruz. Bunun gibi, dinin de en dirayetli adamlarını ve evliyaları gözönünde bulundurarak facialı çarpıklıklarını, müsamahasızlıklarını, ve garazlarını değil, iyice denenmiş, derin ahlâkî ve ruhanî kanun ve usullerini anlatmalıyız.
Psikiyatri dinin yerini ahr veya mânevî sahayı körletir, korkusu tamamiyle yersizdir; buna hiç bir suretle ihtimal verilemez. Psikiyatri nüfuzu bazen herkese faydalı olmakla beraber, buna esas itibariyle anormal ve nörotik hallerde ihtiyaç görülür. Psikiyatrinin başlıca gayesi, mizaçlarını hayata uyduramamış insanları tedavi etmektir. Diğer taraftan din, mizaçları hayata uydurmak cihetinden her sınıf ve derecede insanlarla alâkadardır. Dinin baş gayelerinden biri, normal insanların hayatına bütünlük ve saadet getirmek, iyi bir hayat için çok muhtaç oldukları cesaret, kuvvet, metanet ve vakan vermektir ; bu gaye ise, psikiyatri hedeflerine ne zıttır, ne de o hedeflerin tehdidine mâruzdur. Göz ilmi normal görüş hassasına nasıl rakip olamazsa, psikoloji de dinin rakibi addedilemez.
Psikiloji din yerini alır, korkusu esassızdır; bunlar birçok noktalarda birleşmekle beraber, hem mahiyet, hem de gaye itibariyle çok ayrıdırlar. Şu noktanın iyice anlaşılması lâzımdır: Psikiyatri ve psikoloji ahlâkî muhakemelerle ilişiği olmayan İlmî disiplinlerdir; din ise, mutlaka ahlâkî mefhumlar sahasında yaşar. Psikoterapi ahlâkî işlerde tamamiyle bitaraf mevki alır ve hayatın topyekûn mânası hakkında «kıymet takdiri» ne kalkışınca kendi hudutları dışına çıkmış olur. Diğer taraftan din, erkek ve kadınlara, Allah’ın plânındaki yerleri hakkında bir perspektif vermediği zaman vazifesini yapmamış olur,
Profesör Hocking’in dediği gibi, psikiyatri, insan felâketini ve hissî çarpıklıkları yok etmeyi hedef tutar. Tedavi usulünde objektif ve rasyonel olmaktan istifade eder. Çok kereler, aşın suç hislerini ve yıkıcı şeküde kendini hor görme hislerini giderir, ve şu hakikati gözönüne kor: «Yıkıcı sır tutma denilen bir şey vardır, insan bir türlü içini dökemez; bu ise içini yakıcı bir ateş halini alır.» Fakat bütün muhteşem muvaffakiyetleriyle beraber, psikiyatri, insan oğlunun, Allah’ın zatı ve kâinatın güvenilir mahiyeti hakkında da haricî endişelerine dair söz söylemeğe salâhiyettar değildir. «Dünyanın, ümit ve huzuru haklı çıkaran bir mahiyeti» vardır, diye insanı temin etmek ancak ve ancak dinin işidir.
Ve nihayet, kâinata ve ebediyete şâmil mânanın daha büyük resmim din yapmakla mükelleftir. Psikiyatri tabiî olarak, varlığın geçici, mahdut ve kısmî safhalarında çalışır. Nihayetsizliği ve hayatın topyekûn mânasını ve gaye ve kemalin daha geniş bir çerçevesine alâkasını insana ancak din bildirebilir.
Şu kadar var ki din, insanın emel ve iştiyak hayatında kendi yerini sıkı tutması, ve haklı olarak ahlâk ve gaye tahtından vazgeçmemesi çok lüzumlu olmakla beraber, iyi hayatı temin etmek yolunda lâboratuvar tekniğinden gelebilen yardımı da memnuniyetle kabul etmelidir.
Mâbedin dünyaya verecek eşsiz bir yardım hissesi bulunması, büyük bir müttefik olan psikoloji kliniğinin yardım için uzanan elini reddetmesini icap ettirmez. Bilâkis içi bölünmüş hisler içinde inleyen her insan ruhuna yardım edebilecek psikolojik anlayışa sevinmelidir. Böyle bir ruh bütünlüğüne erişip şifa bulunca, ömründe ilk defa marazî hallerden kurtulmuş olarak, yaratıcı bir din tecrübesine iştirâk etmek üzere serbest kalmış olur.
Dinamik psikolojinin mahdutluğunu daima gözönünde bulundurmalıyız, insanları hayalî korkulardan kurtarabilir, fakat onları hiç bir zaman birer melek yapamaz. Onlara saadetlerini de garanti etmez; onların sadece ıstıraplarını hafifletir. Psikoloji, bilir ki, biraz ıstırap, hoşnutsuzluk ve mücadele, bu mahdut beşer cinsinin tabiatinin icabıdır. Bu ıstırabın miktarını eksiltmeye çalışır, ayni zamanda bilir ki, insan insan oldukça birtakım güçlükler olduğu gibi kalacaktır. Bilir ki, onun elinden gelen ancak iyi hayat için zemin hazırlamaktır; ve kendiliğinden iyiliği garanti edemez. Böyle bir garantiyi ancak din ve dinin zorlayıcı kudreti bulunan gayeleri verebilir.
Psikoloji beşer kötülüklerine umumî bir derman değildir. Çok kereler, beşer sefaletinin sosyal kaynaklarını, harbleri ve yoksulluğu da nazarı itibara almaz. Her derde devâ değildir (hiç bir zaman böyle bir iddiada bulunmamıştır), fakat geçmiş birkaç asrın kozmolojik ve biyolojik nüfuzu nazarları, bugünün olgun dini için nasıl zarurî olmuşsa, psikolojinin temin ettiği malûmat ve vukuf da yarının dini için değerli olacaktır.
Hayır, psikoloji dinin yerini asla alamayacaktır; biyoloji veya fizik dinin yerini ne kadar aldıysa bugünün psikolojisi de ancak o kadar alabilir. Fakat psikolojinin temin etmiş olduğu malûmat bu asrın dinine, ferdî ve sosyal sıhhat kanunları hakkında yeni bir hikmet ve idrâk kabiliyeti verebilir. Şahıslar arasındaki müşterek alâkalar sahasında, psikiyatrist kliniğinin keşifleri, din, beşer hareketlerinde yeni disiplin koymak, benliğe, insan topluluğuna ve kâinata ulaştırıcı yeni yollan müeyyidelerle tasdik etmek yolunda ilham vermelidir.
îyi hayatı elde etmek için, insanlar kendi kendilerine ve umumiyetle beşer tabiatine inanmalı, hal ve kabiliyetlerinin pluralizmini kabul etmeli, gurur tehlikesini yeni bir mânada anlamalı, kendi benliklerine benzetecek ideal beşerî şahsiyetlere malik olmalı, ve iç huzuruna ve sosyal kurtuluşa erişmek uğrunda akıl kadar hissin de lüzumlu olduğunu idrâk etmelidirler. Bu noktaların her birinde, —        beşer tabiati, gurur günahı, karakterin inkişafında kahramanın asıl rolü, hissin meşruiyeti — din, zamanımızın en iyi psikiyatrik kliniklerinden değerli yardım görebilir, ve milyonlarca normal erkek ve kadına, kendi psikik ve ahlâkî ihtiyaç ve vazifeleri hakkında esaslı yeni hakikatler öğretilmesi yolunda müessir olabilir.
Dikkate lâyık bir keyfiyete şahit oluyoruz. Garp dini, insanoğlu hakkında ıslah olmaz bir günahkâr — mâbut kanını ihtiva etmeğe liyakati olmayan kirli ve kapkara bir kap — diye hüküm vermek yolunda büyük enerji ve çok zaman sarf ederken, psikiyatri, beşer imkânları hakkında tamamen iyimser bir vaziyet almaktadır. Bu nasıl olabilir? insan oğlunun bütün zayıflıklarını — tahlil odalarında meydana çıkan türlü kötülük ve çirkinliklerini — bildiği halde psikiyatri bu ayni insan oğlunun daha iyi benliğinin müdafii nasıl olabiliyor? Hem de bunu, ilâhiyat sahasındaki en nüfuzlu seslerin insan oğlunu, kendi eliyle kazmış olduğu çukura, oradan ancak Allah’ın insana lâyık olmadığı halde ihsan ettiği lütuf ve inayetin kurtarabileceği bir çukura düşmeğe mahkûm etmiş olduğu bir zamanda....
Bir mucize de olsa, şu bir hakikattir ki, psikiyatri insan esasında iyidir ve şereflidir, diye ısrar eder. Geçenlerde bir psikiyatrist kadın ahbabım bana beşer tabiati hakkmdaki görüşlerini anlatıyordu. Onu büyük bir sevinç ve zevkle dinledim. Dedi ki: «Ben insanlara inanıyorum. Onları tahlil ettikçe, onların bilkuvve ne iyi insanlar olduğunu anlıyorum.» Ben bir dakika için sanki buna muhalifmişim gibi, dedim ki: «Peki, tımarhanelerimiz delilerle tıklım tıklım dolu, fıkara mahallelerimiz cânilerle, ‘mahkemelerimiz boşanma dâvalarıyla dolu, daha bunlar gibi neler var. Bunları nasıl izah ediyorsunuz?»
Bir hâkimde veya bir papazda çok nadiren gördüğüm tatlı bir tavırla cevap verdi: «Hayatta nâhoş şeylerin gürültüsü, yaygarası o kadar çoktur ki, iyiliğin sessiz işleyişini unutturur. Kötülük saldırgandır, şahlanmış bir canavar gibidir; halbuki iyilik sessiz ve gösterişsizdir. Yer çekimi kaidesi gibi sabittir, karşı konulmaz bir kuvveti vardır, ve sessizdir. Kin ve nefret kasırgalarının gürültüsünden kulakları ağırlaşmış olan bizler, sessizce kabaran sevgi, sadakat ve merhamet dalgalarını unuturuz; insan gemisini emniyetle limana ulaştıran o dalgalardır.» Bu müzakerede hazır bulunan iki meşhur meslekdaşı da, insan hakkındaki bu ümitli yol fikrine iştirâk ettiler. Benim ruhani meslekdaşlarımdan bazılan da hayatın marazî taraflarını tebarüz ettirmekten vazgeçip, bu analizcinin defterinden bir sahife alsalar çok iyi olur.
Hususî müdafaaları bir yana bırakalım; bu asırda insan oğlunun hasta olduğu inkâr kabul etmez bir hakikattir. Hastalığı onu çok muztarip ediyor, ve gönlünü büyük korku ve acı ile dolduruyor. Bazen hastalığı iyi olacak mı, olmıyacak mı diye şüphe ediyor. Şu muhakkak ki, durmadan onun kötü temayüllerini sayarak benliğine olan güvenini zehirlemekle hasta iyi olamaz. Teoloji, medeniyetimize ve bu medeniyetin içindeki huzursuzlukları kaldırmak yolunda esaslı hizmette bulunacaksa, psikiyatri akıl ve mantığının daha müsamahalı kılığına girmelidir.
Bunu bir misalle izah edelim: Suçlu birtakım delikanlılara bir papazın verdiği vaiz veya öğütlerle Detroit şehri mütehassıslarından Dr. Fritz Redl’in tedbirli tedavisini karşılaştırın. Bu öncü psikolog, şehrin en perişan mahallelerinden, kalbleri katılaşmış bir delikanlılar grupu üzerindeki çalışmaları neticesinde bir mucize yaratmıştır. Nasıl mı? Çok basit... Her delikanlıya, o çocuğun, gerek şahsî, gerek cemiyetin bir ferdi sıfatiyle, tabiatindeki esas iyiliğe sarsılmaz surette inandığını göstermekle. Bu «çocuk grupunda» Dr. Redl’in hoşlanmadığı çok şeyler vardır. Bunu da onlara söyler. Meselâ, çocuklardan biri bir otomobil lâstiği aşırıyor. Dr. Redl ona: «Jimmy, bugün senin yaptığın iş hiç hoşumuza gitmedi: fakat seni seviyoruz,» diyor. Doktor biliyordu ki, Jimmy bir iç emniyetsizliğini tatmin etmek için bu işi yapmıştı; hekimin hedefi de, çocuğun nefsine hürmet hissini kuvvetleştirerek bu emniyetsizlik hissini gidermekti.
Psikiyatrik metodun öz çekirdeği budur; bu değerli teknikten istifade edemiyecek bir vâız veya ruhanî reis mevcut değildir. İnsan tabiati bilkuvve şerefÜ ve yiğittir, diye emniyet verici bir hissin şifa verici tesiri harb içinde yüzbaşı Grinker ile binbaşı Spiegel’in tecrübeleriyle sabit olmuştur. «Baskı Altında Adamlar» isimli eserleri, psikiyatristin beşer tabiatine olan itimadı, insanların mânevi kuvvetlerine tesir etmek için ne kadar hayatîdir, bunu iyice gösteriyor. Harbde olsun, sulhta olsun, insana kalkan ve destek olan şey, kendisinin insan oğlunun iyiliğine ve cesaretine olan inancıdır. Bu inanç ise sâridir. Harbe gitmek üzere olan bir adama hiç kimse: «Sen kefarete liyakati olmayan zavallı bir günahkârsın,» demez. Şu halde neden garp dini ayni usulü günlük hayatta tatbik etsin? Bugün din, Tekvin kitabında ilk defa olarak ilân olunan ve klâsik Judaizmin daima ısrarla üzerinde durduğu o imanı, insan gerçekten Allah’ın suretine göre yaratılmıştır, imanını yeniden pekâlâ tasdik edebilir.
Şimdi dince üzerinde durulması lâzımgelen yeni bir hakikat de pluralizm hakikatidir. İnsan tek bir şahsiyet değildir. İnsan oğlu nefsinde birçok şahsiyetler taşır —           mesut bir şahsiyet, korkmuş bir şahsiyet, öfkeli bir şahsiyet. İnsan oğlu, hayat tekerlekleri yol alırken içindeki küçük «egoların» birbirleriyle itişip kakıştığı bir otobüse benzer. Büyük filozof Saadia, iç âlemimizin pluralizmine [çoğulculuk ] bundan bin sene evvel işaret etmişti. «İtikatlar ve
Doktrinler» adlı meşhur eserinin son bâbında iyi hayattan bahsediyor. Babın dışında, çeşitlilik ve çoğulluk tabiatin asıl esasıdır, insan oğlu da birçok organların ve şevki tabiîlerin kalitesidir, diyor, ve devam ediyor: iyi hayatı elde etmek istiyorsak, arzularımız ve alâkalarımız arasında bir demokrasi kurmalıyız, bunların birbirinin hüküm ve baskısı altına girmesine meydan vermemeliyiz. Mesut hayatta sevgi, yemek, maddî teminat akıl ve tedbir elde etmek için yer vardır, insanın hayat tecrübesinde pluralizme ihtiyaç olduğunu ispat için gözönünde iki canlı tasvir kokuyor. Sarı veya mavi gibi bir tek renk hem gözleri yorar, hem de ruh için yeknasaktır. Bir resim güzelliğini ancak birbiriyle karışmış renkler husule getirebilir. Bir tek noktanın yalnız bir tek tesiri vardır, âhenkten mahrumdur ve kulaklarımızı incitir. Âhenk ve melodi ancak muhtelif notaların karışması ile husule gelir. Eğer görüş ve ses dünyasında bu tenevvü zarurî ise, iyi hayat meydana getirmek işinde arzularımızın ve şevki tabiilerimizin işbirliği ile çalışan demokrasisine çok daha fazla lüzum vardır.
Bu eski filozof bugün bize, kendimizi basit şahsiyetler değil, kompleks şahsiyetler diye kabul zaruretini öğretiyor. Her insan, dereleri ve tepeleri, dağları ve uçurumları ile küçük bir memlekettir, insan dümdüz bir ova değildir. Beşer ruhunun arazisi son derecede çeşitlidir. Din bize öğretmelidir ki, ruhumuzun arazisinde birçok çöller ve bazı vâhâlar göreceğiz.
Hayatın kaçınılmaz bir pluralistik mahiyeti olduğunu anlamış olmak, kendimizi intizamsız bir kaos, prensipsiz, işlenmemiş bir toprak haMne getirmek demek değildir. Kendi hayatmı bir birlik örneği haline koymak her insana düşen bir vazifedir, fakat bu birlik daima farklı kısımların birliği, birçok çeşitli unsurların âhenkli surette birleşmesi olacaktır. Din, Eflâtun ile Aristo’nun binlerce sene evvel öğrettiği şu noktalar üzerinde durmalıdır: Iç adaleti daima nispet ve âhengin yaratılmasında bulunur, iyi hayat, korku, öfke, tecavüz ve sevgi ifratları arasında itidal noktasını bulmaktır. Muvaffakiyetli ferdî yaşayış, bu hasiyetlerin lâzımgelen derecede ifadesine bağlıdır.
Tabiatimizin bir ilcasına veya şevki tabiîsine ifrat derecede düşkünlük, iç huzurumuzun düşmanıdır. Ferdî yaratılışımızda menfî ve müspet birçok hasiyetlerin mevcudiyetini kabul etmeliyiz. Bunlardan bir teki aşırı derecede hâkim olmazsa, hepsinin bir arada, yaratıcı hayat malzemesini teşkil ettiğinden emin olabiliriz. Fazla çoğun ve fazla azın, ifratın ve tefritin arasındaki hattı fâsılı ayırt etmekle kendimize bir hayat örneği yapabiliriz; öyle bir hayat örneği ki, içinde pluralistik hislerimiz kendilerine düşen roller yapsın, korku ve nefret gibi menfî hisler, cesaret ve sevgi gibi müspet hislerin hükmü altına girsin.
Din, insana, iç hayatında pluralizm ve nispet hakikatini öğretmekle, değişmez ifratçılıktan sakınmasına yardım edebilir. Din insana öğretebilir ki, iftihar etmenin ve alçak gönüllü olmanın zamanı, başına buyruk olmanın ve başkasına bağlı olmanın zamanı, ayrı kalmanın ve başkasına bağlanmanın zamanı vardır.
Din ahlâkları, gurur günahı üzerinde ısrarla durur. Judaizm, zaptedilmeyen öfke ve katı gururun, her insanın hissî hayatında karşılaştığı büyük tehlikeler arasında olduğuna işaret eder. Bazen din reisleri: «öfkeye esir olan adam, kendine yabancı bir put yapar ve ona tapar,» dediler. Ve yine dediler ki: «Mağrur ruhla içi dolmuş olan her insan, putlara tapmış ve dinin esas prensiplerini inkâr etmiş olur.»
Dünyada meşru bir gurur vardır ki, kendini işçi, artist ve yaratıcı olan insanın yiğitçe teşebbüsünde ve kendine güvenen ferdiyetçiliğinde tezahür eder. Fakat bir de meşru olmayan bir gurur vardır ki, stoiklerin mutlak «kendine yeterlik» (self sufficiency) idealinde tezahür eder. Stoicism birçok şekilleriyle, sayısı çok erkek ve kadınları kendi tabiî hislerinden ve geçici zaaflarından utandırmak için pusu kurmuştur. Bu, büyük ahlâkî bir sistem olarak başladı, fakat sonunda birçok insan hayatlarının çarpık ve karışık yollara gitmesiyle neticelenmiştir. Garp kültüründe stoik idealinin gayesi insanları kuvvetli hale getirmekti. Halbuki pek çok kereler insanları sadece sertleştirmiştir. Bu idealin gayesi, talihin darbe ve galebelerine karşı insan tabiatinin nescini dayanıklı hale getirmekti. Halbuki, stoicizm fnlen, ekseriyetle insanları kibirli, insandan uzak, kendine güvenme mâbuduna tapan, ve sıcak İnsanî alâkalardan sanki bunlar zaaf ve inkıyad günahları imiş gibi kaçan mahlûklar yapar.
Aydınlanmış din, aşın stoik hayata cevaz vermemelidir, çünkü bu hayat mutlaka insanı his katılığına ve sahte gurura götürür. Bir insan ki, «Ben müşküllerimi daima içimde saklarım. Başkalarından yardım ummam, çünkü, bu korkaklık ve başkasına güvenmektir,» diye övünerek yaşar, böyle insan, kendine güvenen ufacık «ego» sunu kendine put yapmıştır, ve kendi kudretinin mâbedinde tapınmaktadır. O «kendi kendine adam olmuş» bir insandır, ve hali Ring Lardner’in şu sözlerine uygundur: «Ben ne zaman kendi kendime adam olmuş birini görürsem, elinden ne kötü bir iş çıktığını da görüyorum.»
Şu muhakkak ki, hayatın muayyen birtakım sahalarında istiklâlimizi korumak ihtiyacındayız. Bu çok yorucu ve meydan okuyucu dünyada pasif değil, aktif olmamız lâzımdır. Ayni zamanda, kendimize yeterliğimizi de put yapıp ona ın bağlamak normaldir ve akıl kândır; zaten çok iyi biliriz ki, onlar da icap ettiği zaman bizim kabiliyet ve kuvvetlerimize güvenecekler. Bazen zaafımızı kabul ve başkalarından kuvvet almak kibrimize dokunmasın. Müşterek beşerî müşkül ve korkularımızı insafsızca hapsetmek bizi ya katılaştırır, ya da hasta eder. Gurur günahından, kendine yeterliğe tapınmaktan bizi kurtaracak olan tek çare bu güçlükleri dostlarımızla paylaşmaktır.
Son psikoloji keşifleri «beşer symbiosis» nin normal olduğu noktası üzerinde durur; bu daha basit tâbiriyle, hayatlarımızın etrafımızdakilerin hayatları ile karışmasıdır. Bu, bir stoik lâkaydîsiyle kendi ayağımızın üstünde dimdik duramadığımız takdirde olgun değiliz iddiasında bulunan ilk Freud nazariyesini çok isabetli olarak düzeltiyor.
Meşhur Amerikalı filozof Charles Morris: «Uygun bağsızlıkların ve uygun bağlılıkların» lüzumunu anlatıyor. Bağsızlık (detachment) demekle hayattan kaçışı kasdetmiyorum, bilâkis Spinoza’nın dediği gibi: «Eşyaya ebediyet cihetinden bakarak» mâkul bir perspektif elde etmek lâzımdır, diyorum. Bu bağsızlık şu keyfiyetleri idrâk etmemize yardım eder: Bizden daha büyük ve daha ehemmiyetli bir dünyaya gelmiş bulunuyoruz; uçsuz bucaksız bir denizde birer damlayız; İlâhî yağmur ve çiğin harikulade şekilde imbikten geçmiş birer katrasıyız; ilelebet bâki kalmıyacağız; kıymeti biçilmez bütün değerlerimiz zamanın insafına kalmıştır; hem tecrübe kesafeti, hem de daimî beka bizim nasibimiz değildir.
Bağsızlıktan maksadım, kendi halimize gülebilmek, narin ve zayıf halimizle basit bir âşinalık, ve tanıdığımız dakikada kayboluveren huysuz öfkelerimize, şapkaya hafifçe bir dokunuşla selâm vermek. Bağsızlıkla, kendi ferdî hayatımızı daha büyük zaman ve ebediyet nizamı içinde görmeyi; hayatın bizi içine attığı ıstırap ve bozgunluğun önceden dilimizle tadına bakmak, ve bu suretle tadına bakmakla bozgunluk kâsesinin acılığını biraz azaltmayı demek istiyorum. insan oğlunun, hem kendi zaferlerini, hem de felâketlerini küçültmek hasiyeti vardır. Daha büyük bir kalb huzuruna erişebilmemiz için; bu hasiyetten âzamî istifade edelim.
Yalnız kendi şahsî hayatımızda değil, beşeriyet hayatında da kısa vadeli kıymetler yerine uzun müddetli kıymetlerde yaşamak kabiliyetinde olmalıyız. Ve bilmeliyiz ki, medeniyet, ekseriyetle tahminimizden çok fazla dayanıklı bir fidandır. Bu fidan yeryüzüne yayılmış dal budak salmıştır; bazen bir harp patlayıp samyeli gibi bazı filizlerini kurutsa da, o, başka iklim ve zamanlarda tomurcuklanır, çiçek açar ve meyva verir. Ateş ve dolu yağdıran bir asırda yaşamış olan bizler, ayaklarımızın altında doğmakta olan yeni hayatı duyamıyacak kadar hislerimiz uyuşmuş, kanlı ufkun arkasında saklı bulunan yeni günün doğuşunu göremiyecek kadar gözlerimiz perdelenmiştir. Bizim yok olmamızla hayat yok olmaz; biz ölünce dünya ölmez. Kültür, ne bizim neslimizle ne asrımızla beraber geçer. Ancak, bizden sonra yaşıyacak olan kültüre elimizden gelen en büyük yardım hissesini vermek azmiyle ve hiç bir zaman tanımıyacağımız adamların ve içinde yaşayamayacağımız asırların muzafferiyeti için yaşayabiliriz.
Bu da olgunluk mânevi olgunluktur. Bizim için yaşamış ve ölmüş ve ölümleriyle şu tezatlarla dolu dünyamızı meydana getirmiş olan azizlerin, şehitlerin ve kahramalarm vârisleri olduğumuz gibi, nasıl olacağı evvelden tayin olunamıyan yaratıcı ve emel ve şevkle dolu bir beşer cemiyetinin, henüz müstakbelin bağrında saklı bulunan bir cemiyetin ecdadıyız.
Asrın psikolojik tecrübesinin açığa çıkardığı bir hakikate göre insanın, taklit edilecek bir ideali, ardından gidilecek bir kahramanı olmazsa tam bir iç emniyetine ve tamamlığına erişemez. İnsan oğlu hayatın maddî zaruretlerinin bir çoğundan mahrum halde daha kolay yaşar da, ideal bir dostluk ve arkadaşlık mahrumiyeti içinde çok güç yaşar. Harpte toplama kamplarında, birbirine ait olmaktan ve aralarında yiğit bir fedaiye tâbi olmaktan mahrum edilince insanların mânevî kuvvetleri kırılıp mahvoldular. Diğer taraftan, maddî ihtiyaçlardan mahrum oldukları halde, gözleri önünde ideal bir şahıs veya örnek bulundurabildikleri görülmüştür. Anna Freud’ün «Harp ve Çocuklar» adlı eserini okuyun ve görün «yıldırım harbi» kurbanlarının en genç olanları, tutunacak canlı bir el bulunduğu zaman enkaz ve taş toprak arasında mânevî kuvvetlerini nasıl muhafaza ettiler.
Madde, dünyanın en ehemmiyetli şeyi midir? Hayır! Dünyada en mühim şey idealdir! insana ilham verici kahramanların, fedailerin, azizlerin, mürebbilerin, liderlerin arkadaşlığı; insan başarısı için mevcudiyeti mutlak olan unsur budur. insan oğlu, başka insan şahsiyetlerinin, destekleyici akıl, dostluk ve şefkatleri olmadan yaşıyamaz. Hepimiz biliriz ki çocuk, büyüklerin kuvvetine güvenmeden büyüyemez. Kâfi derecede henüz kabul edilmemiş hakikat ise, büyüklerin ruhunda bir ideal kahraman dost ihtiyacının hiç geçmemesidir. Bütün hayatımızı güvenebileceğimiz dostlar aramakla geçiririz. Azizlerde ve dostlarda cisimlenmiş daha yüksek bir hal ve hareket kanunnamesine, daha ulvî bir karaktere olan iştiyakımız hiç bir zaman geçmez.
İnsan, ruhunun pusulası kendi tecrübe medarı içinde büyük bir beşerî yıldızın cazibesine maruz kalmazsa, cihet mefhumunu kaybeder. Bu hakikat, edebiyat ve din sahalarında sezilip anlaşılmıştır. Eski Yunanlılar, Elen kahramanlarına kendilerini benzetme prensipi ile yetiştirilirdi. Prof. Jaeger, «Paideia! The Ideals of Greek Culture» adlı klâsik eserinde şöyle diyor: «Şahsî güçlüklerde en tesirli yardım, eski kahraman nümunelerinin hayatında bulunur... Talim ve terbiyede misalin rolü,..» Plutarch’ın alâkası başlıca, büyük misallere istinat eden terbiyevî kudreti içinde toplanır. Kaleme almış olduğu, büyük adamlar biyografisi, yüz nesil içinde bir çok kültüre tesir etmiştir. Homer’den beri, aristokrat terbiyesinin temeli, çoktan ölüp gitmiş büyük kahramanları taziz usulüne dayanmıştır.
Yalnız eski Grek medeniyeti değil İbraniler de, karakter teşekkülünde kahramanın rolünü daima tanımıştır. Judaizm daima büyük ataların faziletleri üzerinde durmuştur, kanunları veren Musa’nın ve ölmez haleflerinin ahlâkî faziletlerini tekrarlamış durmuştur. Denebilir ki, Judaizm’in terbiyevî ameliyesi, her yeni neslin inkişâf halindeki zihinlerine, büyük beşerî şahsiyetlerin iş ve faziletlerini canlı surette intibak ettirmeği hedef tutmuştur, tâ ki bunlar o gençlere model olsun ve onları taklit etsinler. Bunun gibi Hıristiyanlık ta Hazreti İsa nın ve azizlerin ideal hayatlarının insanların düşünüş örgüsünün üzerindeki tesirini tanımıştır.
Din «imitatio dio» (Allah’ı taklid) prensipini hedef tutmuştur. Şu kadar var ki insan hayatmda da sürüp giden bir ameliye vardır. O da «imitatio hominis» (insanı taklid) dir. Bu ameliye belki bu asrımıza kadar iyice kavranmamıştı, çünkü ancak şimdi anlıyoruz ki bu sadece şuur! değil aynı zamanda gayrı meş’ur bir ameliyedir. Ne fecidir ki kahraman hasreti çeken bir çok erkek ve kadınlar, kendilerini ideal bir şahsiyete bağlıyamıyorlar, çünkü hayatlarının başlangıcında, kendi muhitlerinde şayanı arzu olmayan bir büyüğün tesiri altında kalmışlardır.
Bu benzetme ameliyesinin hakikî mahiyeti hakkındaki bu psikolojik keşif bugün dine yeni bir vazife vermektedir. Din insan oğlunu sadece yanlış ideallere esir olmaktan kurtarmayı değil; her hangi bir sakat şahsiyetin tesirinden kurtarmayı da gaye bilmelidir. Din insanları hissen bağlı oldukları muhitten ayırıp, olgunlar zümresine başkanları, beşer ırkının ölmez, asil kahramanları olan olgunlar zümresine katılmağa teşvik etmelidir. Şu halde mademki insan taklide mecburdur, halledilmesi lâzım gelen mesele şudur: insan kendisine yakın, fakat ekseriyetle dar, eksik, ve kusurlu olan kimselerin modeline mi yoksa daha yüksek seviyedeki modellere mi uymalıdır? Bu seçim hakkı bize verilince, bize cesaret ve âlicenaplıklarıyla bir hayat modeli verecek olan kahramanlara dönmiyelim mi? Din, insanlan sahte, çarpık, ve değersiz benzerliklerden kurtardığı zaman varlığın muayyen bir sahasında insana büyük yardımda bulunmuş olur, aynı zamanda onlara, hakikî kahramanlara bağlanmaları yolunda meş’ur ve gayri meş’ur ilham verebilir.
Hepimizde bulunan bu kahramana tapma sevkıtabiîsinden, insanın aklını başına getirecek bir hakikat çıkar. Eğer etrafımızdaki kuvvetli şahsiyetlerin tesiri altmda kalıyorsak, biz de, başkasına müessir olmuyor muyuz? Evet, biz başkaları üzerinde iyi veya kötü tesir bırakıyoruz. Durmadan, biz farkında olmadan ya iyi veya kötü bir sirayet kaynağıyız. Biz ya hastalık veya sıhhat nâkilleriyiz, ya cesaret ve âlicenaplığın İlâhî sıhhatini yahut da nefret ve endişenin şeytanî hastalıklarım taşıyoruz. Bize karşı hiç kimse muafiyet kazanamaz; yaşadığımız müddetçe dünyayı ya daha çok hürriyete veya esarete, ya âlicenaplığa veya aşağılığa sürükleriz.
Bu, herbirimizin omuzuna akla gelmez ahlâkî yükler yükleten yeni ve son derecede aklımızı başımıza getirecek bir vazifedir. Hislerimiz ve hallerimiz, sözlerimiz ve işlerimiz, insan hayatına nüfuz ediyor ve bizimle temasa gelenleri ya bu dünyadaki varlığımızdan iyilik görmüş yahut da onun kurbanı olmuş insanlar haline koyuyor. Derinlik psikooljısi, «ethic» mesuliyette yeni bir buud açmıştır;
buna göre bugünkü mahiyetimiz yarının şeklini tayine yardım eder, ve şahsiyetlerimiz gelecek nesil için ya bir nimet yahut bir lânet olacaktır, çünkü bizi taklid etmemek bu neslin elinde değildir.
Matkabınızı, şu düşünen, plân yapan, rasyonal kafalı mahlûk olan insanın — çok haklı olarak iftihar ettiğimiz şu beşerî hayvanın — iç derinliklerine sürünüz, bir arteziyen kuyu bulursunuz; öyle bir kuyu ki suları, ruhun en derin yerlerinden gelen çok şiddetli tazyikla fışkırmaktadır. Psikiyatri bu kuyuyu iskandil etmiş, adını koymuş, tanımış, bol suyu olan bu çeşmeyi, insan, yaratıcı, mesut ve faydalı şekilde kullansın diye açmıştır. Bununla da çok isabet etmiştir. Çünkü his hakkındaki korkunç hakikat şudur: Serbestçe akıp çağlamazsa, onu hasıl eden ruhu boğar. Evet, sizin ruhunuzu da benim ruhumu da çünkü tabiî hislerle kaynayıp taşma iştiyakını çekmeyen bir ruh vücuda gelmemiştir.
Din, psikolojinin delâletiyle hisler meselesinde çok yanlış bir yol takip ettiğini artık kabul etmelidir. Bu asrın liberal dini son bir kaç asrın tarzı olan rasyonalizmi mal edinmiştir. Belki, bu, Ortodoks kilisesinin aşırı emotionalizminin [Kişinin fazla duygusal oluşu ve çabuk... ] bir reaksiyonu diye alınabilir. Liberaller kaç an’anevî dinin his ummanlarında çırpındığını ve bâtıl itikat, efsane ve hurafelerin beşer mukadderatına hâkim olmasına müsaade ettiğim gördüler. Bu disiplinsiz emotionalizme karşı isyan ederek öbür taraftan ifrata gittiler, ve mücerret mantığın soğuk direkleri üzerine soğuk toplantı binaları yaptılar. Bu asrın dini, bir mânada ifratla tefritin arasında, sallantıda kalmıştır; bir yanda aşın bâtıl itikada dayanan his, öbür yanda rasyonalistik din.
Liberal dinin hususiyetlerinden olan his korkusu, tarihin bu devresinde dünyanın içinde bulunduğu hâletin bir kısmıdır. Onyedind asırdan beri, insanlar histen ya korkmuş yahut ta hissi hakir görmüşler ve mücerret mantığın mâbedinde tapınmışlardır. Whitehead ve Mumfordun daima ehemmiyetle üzerinde durdukları fikre göre hisler ve keyfiyetler sübjektif garaz sahasına kovulmuştu. Realite atomlar ve moleküller, elektronlar ve matematik formüllerle tarif olunuyordu, insan hissinin bu deflasiyonunda büyük bir sakatlık vardı, fakat safi mantık, yeni mihanik kuvvetler, sınaî muvafakıyetlerle hisse senetlerini ödediği müddetçe, hayat kefesinin bir gözünün ne kadar ağır bastığını çok az kimseler görebiliyordu. Herkes gayri şahsî fennin cazibesine kapılmıştı, gayri şahsî fen ise duyguya gülüyor, hissi hakir görüyordu. Terakkinin parolası objektiflikti, insanlar da, bu sübjektif hisleri beşer mantığına karıştırmaktan utanır oldular.
Hayatın daha sathi ve beşeriyetin daha duygusuz ve katı bir hale gelmeğe başlamasına şaşılır mı ? Başka türlü nasıl olabilirdi? Sadece akü mâbedinde tapınınca insan oğlu yarım beşer oldu; neticede, hisler zalimlerin ve sapıkların hükmü altına geçti. Asrımız diktatörleri, insan oğullarının mücerret fen diyeti ile beslenen ahlâkî ve mânevî hastalar haline geldiklerini anhyarak, ölüm dansları ve kan sembolleri ile his muhitini istilâ ettiler. Hesaplı ve soğukkanlı bir plânla, hem fennin hem de dinin ihmal etmiş olduğu his âlemini de zaptetmelerine az kaldı!
Bu canavarca liderlerin cazibe ve kudretlerine şaşmamalıydık. Onlar insan oğlunun aç kalmış ruhunu zehirli yiyecekle, fakat yiyecekle, beslediler; bu gıda his gıdası idi! Mücerret fizik fenni ve mihanik disiplinle beşeriyetin aç kaldığını; insanların, hisle beslenen birer yaratıcı ve organik şahsiyetler değil birer «autumata», birer «akıl makinası» sayıldıklarını anlamışlardı.
îıısan hislerine meşru mahreçler bulunmayınca, bunların gayrimeşru mahreçler aramaları tabiîdir; ahlâkî din, kendi mensuplarının hislerini gıdasız bırakırsa, ırkçılık ve kabilecilik gibi gayri ahlâkî dinler mensuplar bulur.
Liberal din histen korktuğunu ve hissi hakir gördüğünü itiraf etse yeridir. Bu korku ve küçümsemenin tarihî sebepleri anlaşılır mahiyettedir; fakat eğer beşer hayatı tamamlığını ve hürriyetini bulacaksa, mutlaka yeni bir mefhum gereklidir. Dinamik psikoloji bu sahada dine çok yardım edebilir. Freud’den evvel insanlar his âlemini beşer tabiatinin iptidaî ve çocuksu safhası telâkki edebilirlerdi. Fakat psikoloji ilmi meydana çıkalı, anlıyoruz ki his, insan hayatının başlıca kısmıdır, aklın anasıdır, sanat, fen, edebiyat ve dinin kaynağıdır.
İnsan oğulları hislerinden sözle tecerrüt edebilirler, fakat hareketleriyle tecerrüt edemezler. Kültürün her safhasına, medeniyetin her ihtirama can veren dinamik enerjidir. His utanılacak, veya âdi ve aşağılık bir şey değildir; en âlicenap en olgun haliyle beşeriyetin son derecede sağlam bir safhasıdır.
Elbette, his başıboş bırakılmamalıdır. His disiplin altına alınmalı ve doğru kanallara çevrilmelidir; fakat artık fakir bir akraba veya hayat mutfağında bir uşak gözüyle görülmemelidir. His, biz onu kabul etsek te etmesek te hükümdardır, ekseriyetle değişik kılığa girmiş olabilir, fakat yine de hükümdardır. Liberal din şu hakikati kabul etsin, beşeriyetin bu kudretli safhasını akıl arabasına koşsun, dünyaya yeni bir hürriyet ve saadet devri gelir.
Eski Juda’zm, Israilin topluluk hayatında hissin rolünü hadesî olarak anlamıştı. Judaizmi kuranlar, halkın ihtiras1 arını, öfkelerini, ve hayallerini ulvileştirmek yolunda hislerden istifade etmişlerdir. Judaizmin büyük bayram ve şenlik günlerine bakalım; bazen duyguları izhar, bazen hislere gem vurmak yolunda tertibat yapmıştır. Yılbaşı ve Kefaret Günü yortulan, topluluk halinde günah ve suç itirafı için vesileler teşkil ediyordu; bütün kavmin aynı sözlerle günahlarını itiraf ve dua etmeleri, ruhu tasfiyeye ve iç huzuruna vesile oluyordu. Bu kavmm fertleri kusurlarını, kabahatlarını, günahlarını gözönüne açıyorlardı. «Succoth» denilen hasad bayramı bir sevinç bayramı idi, herkes bu bayramda topluluk halinde Allah’a şükran gösterileri yapar, gruplar vecit haline girer, oynarlardı. «Chamikkah» ve «Purin» bayramları vesilesiyle halk tecavüzkâr hislerini izhar eder, öfke ve kin hislerini ulvileştirir, böylece sözle ifade olunan hislerden sonra fertlerin gönlüne yeni bir huzur geliyordu. «Fısıh» bayramı hürriyet aşkını ifade ediyor. «Shevnoth» ise sevinç ve şeriati kabul demekti. Judaizm dininde bütün takvim sistematik ve toplu duyguların ifade bulması, hislerin temizlenmesi, ve iş hayatının mürakabesi için çok büyük bir isabetle tertip olunmuştur; bugünkü psikologlar buııa bir verbalization (sözle ifade) ve sublimation (his itilâsı) ameliyesi adını veriyor. Bugünkü Judaizm putperestlere yakışır bir rasyonalizmin tesiri altında çok kere his hayatlarını menfileştiren bir mevkie düşmüştür.
Dualarda, şarkılarda, ve bayramlarında ve havra âyinlerinde Yahudiler toplu halde iç ihtiyaçlannı ve ihtiraslarını meydana koyuyorlardı; bu çok isabetli his tâbiyesinin icabından olarak, topluluk halinde sıhhat ve büyük mukavemet kuvvetleri buluyorlardı. Kara asırlardaki bu bayram ve şenlik vesileleri, sonra da eza ve zulüm gören Yahudilerin ruhuna derman olmuştur. Yahudi büyükleri, ayn ayn yollarla, hem Allah’a, hem de hayata ibadetlerinde his ve fikir tezahürlerine mahreç tedarik etmekle çok isabetli davranmışlardır.
Mademki şimdi psikoloji, hislerin kudretini ve hükmünü açığa vurmuştur; din de bundan istifade ederek, bu enerjiyi iyiliğe kullanmalı ve mabedi insanların tekrar his ve aklı birleştiren sin tezi bulacakları bir yer haline koymalıdır. Sembolik âyin ve merasim vasıtasiyle âbid, yıkıcı enerjiyi sarfedip, ruhanî ve ahlâkî rekonstrüksyonu hayat suyu haline getirebilir.
Şu iç huzuru yolundaki araştırmalarımızın sonunda dm ile psikiyatri arasındaki benzerliklerin çok büyük olduklarım görüyoruz.
Her iki sistem de müsamaha ve barışın (hem nefsimiz hem de başkalarına karşı) üzerinde kuvvetle durur. İnsanoğlunun kardeşliği, bütün ırkların kâinata şamil birliği, —    bunu binlerce yıl önce İsrail peygamberleri öğretmişlerdi — bugünün psikiyatri üstâdlarının hedefleridir. Allah’ın birliği ve insan birliği, hem dinin hem de yaratıcı psikiyatrinin çizmiş olduğu muvazi hatlardır. Bunun gibi sayısız bir çok muvazi hatlar vardır.
Judaizm gibi bir peygamber dini, şimdiki şahsî ve İçtimaî bozgunluğun karanlığını ve faciasını kaldıracak olan bir Mesih devrine bel bağlayarak müstakil zihniyetti olduğunu ispat etmiştir. Dinamik psikoloji, geleceğin üzerinde ısrarla duran dinin tedbirli hikmetini çok isabetli buluyor, çünkü psikolojinin iddiasına göre, «beşer» egosu ancak bir istikbal ümidi, ancak, yıkılmış olan hali hazırda yeni plânların tohumları olduğu zaman yaşar ve neşvünema bulur.
Peygamber dini, saadet ve iç huzuru elde etmekte imanın ehemmiyetini gözönünde tutar. Burada da psikoloji ve din arasında büyük bir muvazilik vardır. Psikanaliz olgun imandan başka ne istiyor ki?.. Nefse hâkimiyet ve yeni bir bütünlük imkânına iman; zevk prensiplerine göre değil de realite prensiplerine göre yaşama kudretine iman; insan kardeşlerimizin değerliliğine ve onlarla alâka imkânına iman...
Psikoloji, insan hayatının içinde görünüşteki kapalı yüzünden çok daha başka şeylerle dolu olduğunu meydana çıkarmıştır. Psikanaliz ölçülerinin gayretleri hayatın yüzden görünüşüne, hayatın bütünlüğü diye olan imanı bütün mânasızlığıyla göz önüne koymuştur. Gayrimeş’ur benliğimizi hiç bir zaman göremeyiz, halbuki o mütemadiyen faaliyet halindedir. Bunun gibi Allah’ı da hiç göremeyiz, fakat İlâhî kudret içimizde daima işlemekte, bizi sarmakta ve bizi desteklemektedir. Her ikisi de elektron gibidir, gözle görülemez, fakat hem kendi özümüzde hem de kâinatta en şe’ni olanlar bunlardır; bütün hayat boyunca tesirleri ve izlerinin tecrübeleri bunların realitesini ispat etmiştir.
Peygamber dini, Allah’ın yaratmış olduğu bu kâinatta hakikatin mutlak zaruretini, mikyasların ve ideallerin lüzumunu daima öğretmiştir. Bütün bu eser boyunca biz de, psikolojinin dinin bu kanaatlerini nasıl desteklediğini gördük ve öğrendik ki, hissî hayatımızı sahteleştirmek bizi mahveder; keder ve ölümü sevgi ve cesaretin alt etmesini istiyorsak hem kendimize hem de başkalarına hakikati söylemeğe cidden mecburuz.
Hayat ve kâinatın mahiyeti hakkında dinin söyledikleri sadece bir hayal âlemi değildir; realitenin mahiyeti hakkında en mevsuk hakikatlerdir. Din, insan oğluna, bu dünya hakikat, kardeşlik, idealizm, kahramanlık, sevgi ve affın şaşmaz prensipleri üzerine kurulmuştur diye büyü ; bir ümit müjdesi getirir. Tamimiyle müstakil olarak — ve Mezmur ve dualar lisaniyle değil formül ve muadele diliyle — psikiloji de mâbedin bu kanaatlerini kuvvetlendirir ve doğruluğunu ispat eder.
Bugünün psikolojisi, insan ruhunun incelikleri ve komplekslerine yeni ve şaşırtıcı bir görüş kuvvetiyle meydana çıkardığı hakikatlerle dine yardım edebilir. Beşer tabiatı hakkında müdafaa kaldırmaz tefsirler kalkmalıdır; iyi hayat yolunda büyük engeller halinde duran sakat hususiyetler ve vaziyetler kaldırılmalıdır. Din, hatâlarını kabul etme cesaretini göstermeli, sonra da, daha mesut ve aklen daha hür bir beşeriyet kurmak yolunda büyük nüfuzunu kullanmalıdır. Bunun gibi, din, psikoloji lâboratuvarı âletlerini kabul edecek tevazuu göstermeli ve bunun yardımıyla insanoğlu, elinde tuttuğu bütün kudrete rağmen, saadet ve huzurdan niçin bu kadar uzaktır, muammasının, bu büyük nihaî muammasının kapısını zorlamalıdır.
Bu asır psikolojisinin yeni keşifleri bu muammanın kısmen halline yardım edebilir. Eğer insan, gücün üstünde taleplerde bulunan bir vicdanın işkencesi altmda olursa; eğer meşru bir nefis sevgisi sanatını hiç bir zaman öğrenmemiş, zorba, haris, doymak bilmez bir benlikçiliğe esirse; eğer, boş iç korkularının şevkiyle hareket etmiş, hiç bir zaman kederle samimî olarak yüz yüze gelmemiş ve bu hissin üstüne çıkmamışsa; eğer olgunluktan kaçınıyor, olgun insan mesuliyetini yüklenmek istemiyorsa, böyle bir adam kendisi için iyi bir hayat yahut da başkaları için Allah’a yakışır bir topluluk hayatı kurulmasına nasıl yardım edebilir?
Böyle bir adam dünyada huzur nedir bilebilir mi? Yahut ta gökler melekûtuna erişmeyi emel edinebilir mi?
Dinî idealleri ful sahasına nakletmekten insanları her zaman menetmiş olan hissî yasakları ve çarpıklıkları, ilk defa oarak şimdi dinamik psikoloji vasıtasiyle anlıyabiliyoruz. Bugün insanları hürriyete kavuşturmağa bavlıyacak kadar malûmata malik bulunuyoruz. Bunu kendimizde tecrübe ederek işe başlıyalım; dinin yardımıyla, yeni bir ahlâk «evamir» ini kalblerimize yazalım:
Saklı iç duygularından korkmayacaksın.
Kendine hürmeti öğrenecek, sonra da komşunu kendin gibi seveceksin.
Iç üzüntüsünün üstüne çıkacaksın, ve kendi hakikî cesaret ve iktidarını tanıyacaksın.
Keder karşısında ümitsizliğe düşmeyeceksin.
Kalbindeki kederi inkâr etmeyeceksin. Kederin etrafında dolambaçlı yol yapmayacaksın, kederin içinden geçeceksin, ve insan arkadaşlığının ve his iştirakinin yardımıyla kederden üstün çıkacaksın.
Hakikate daima hürmet edecek ve bunu bütün yakınlarına, çocuğa da, kendi kardeşine de şefkatle ve münasip şekilde söyleyecek ve hakikat vasıtasıyla şifa ve kurtuluşa erişeceksin.
Gönlünü araştırıp olgunluğa uymayan çocukluk tecrübelerinin izlerini bulacaksın. Hürriyetten kaçışları, olgunluktan kaçışları, kendine lâyık görmeyip reddedeceksin. Beşer kardeşlerinle beraber olgun bir müsavat dünyası kuracaksın.
Seni Allah’tan uzak tutan sahte şüpheleri ve çocukça sinirliliği kalbinden söküp atacaksın. Kendi hissî yaraların ve ruhî berelerin için Allah’ı kabahatli tutmayacaksın. jeni Allah’ın huzuruna götürecek yolu tıkayan çarpıklıklardan kendini kurtaracak ve bu kurtuluşla nihayet onunla alâkaya gireceksin.
Hakikatin kaynağı o, insana huzur veren O’dur.
[Muharrir, bundan on iki yıl kadar evvel Ömrünün en faal ve müsmir devresinde hayata gözlerini yummuştur. S. H.]
Dr. Joshua Loth Liebman Yalnız Boston’da Temple İsrail’in hahamı değil, Amerika’nın ileri gelen radyo vaizlerinden biridir. Son yedi sene içinde NBC, ABC ve CBS radyo geniş sistemlerinde verdiği vaızlar binlerce insanlara ulaşmıştır. Her Pazar günü radyoda altı New England devletine yaptığı konuşmaların bir milyondan fazla dinleyicisi vardır.
Son bir kaç sene içinde Dr. Liebman, Harvard, Cornell, Vassar, Dartmouth, Wellesley, Smith ve başta gelen daha başka Amerikan Üniversitelerinin vaizi olmuştur. Andover Newton Theological Seminary’sinde Yahudi felsefesi ve edebiyatı profesörüdür. Zannedildiğine göre, bir Hıristiyan teoloji kolejinde, Hıristiyan vaizlerine Judaizm öğretmek üzere davet olunan ilk haham, Dr. Liebman olmuştur.
Dr. Liebman Kudüste İbrani Kolejinde, ve Amerikanın Cincinnati şehrindeki «Hebrew Union College» te Yahudi felsefesi tahsil etmiştir. Bir kaç yıldan beri Massachusetts «Vaizler Komitesi» reisidir. Harp senelerinde «Ordu Dinî Faaliyeti» cemiyetinin faal bir âzası idi.






Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.

Benzer Yazılar

Yorumlar