KALB HUZURU (PEACE OF MIND)
Yazan : Dr. JOSHUA LOTH LIEBMAN
Çeviren : SOFİ HURİ
Çeviren : SOFİ HURİ
Şu
şiddet, dağdağa ve kavga devrinde, gönül üzüntüleri ve yürek kanatıcı
şüphelerle dolu olan bu devirde, kalb huzuru hakkında kitap yazmağa kalkışmak
belki garip görünür. Hele böyle bir teşebbüse el atan kimse, sükûn ve huzurdan
çok az nasibi olmuş bir kavmin mümessili, bir haham olursa, bu, işin garabetini
kat kat arttırır. Bununla beraber ben, bu yolda beşer tabiatının esas
problemlerine, onun ihtiyaç, saik, korku ve hayallerine yeni cevaplar bulmağa
teşebbüs ettiğimden dolayı özür dilemek niyetinde değilim. Ben bu kitabı şu
kanaatle yazıyorum: Fertler kendi nefisleriyle iç harbi halinde bulundukça,
sürekli İçtimaî barış hiç bir zaman elde edilemez. Kooperatif bir dünyanın,
içlerini kin asidi durmadan aşındıran erkek ve kadınların eliyle kurulamıyacağı
iddiasındayım; ve inanıyorum ki, hakkında çok işittiğimiz şu «Emniyet Cemiyeti
= Güvenlik Konseyi» nin kurulması emeli, bu cemiyeti teşkil edenler yalnız
İktisadî değil mânevi ve hissi bakımlardan da, korkunç bir emniyetsizlik içinde
bulundukça, bir hayal olarak kalacaktır.
Bu
eserde, vicdan, sevgi, korku, keder ve Allah mefhumu gibi bütün beşeriyete
şümulü olan kıyası mukassem (dilemma) lere [Dallı budaklı, içinden çıkılmaz
meselelere verilen isim.] faydalı bulduğum cevapları göz önüne koymağa
çalışıyorum; mahiyeti son derece müşkül olan bu kıyası mukassemler her türlü
cemiyette vardır, ve insan insan olduğu müddetçe daima baki kalacaktır.
Şu
şüphe kaldırmaz bir hakikattir ki İçtimaî hal ve keyfiyetlerin bizim beşerî
cevaplarımız üzerinde çok mühim tesiri vardır; adalete ay kın İktisadî şartlar
bir çok şahsiyetlerde sinir bozuklukları ve karakter düzensizlikleri husule
getiril*. Sosyal ıslahatçı ve inkılâpçılar şu iddialarında haklıdırlar: İnsan
kütleleri, amansız ve çok kere yıkıcı bir emek ve iş mücadelesi içinde yaşamağa
mecbur bulundukça, hiç bir zaman, hakikî bir kalb huzuruna kavuşamazlar. Şu da
muhakkaktır ki, daha âdilâne bir sosyal sistem, birçok insanları bugün içinde
bulundukları iç mücadele ve düzensizliklerden kurtarabilir.
Ekonomik
liberaller ve sosyal radikaller bu hakikati teslim etmekle beraber, çok kere
bugünün ruhiyatçılarını ve dinîyatçılarını, bir kanserin üzerine sadece
peroksid dökmekle itham ediyorlar; bu kanser ise İktisadî istismardır. «Kanseri
kesiniz, bütün bozukluklar da biter,» diyorlar. Bu bence işi basitleştirmekte
aşın ileri gitmektir. Aklı selimle muvazenenin menşei olacak şerefli ve
adaletli bir İçtimaî sistem uğrunda muhakkak ki cenkleşmeliyiz. Böyle bir
sistem gerçekleşince, bu zamanımıza mahsus his ve heyecanların mahsulü olan
kötülükler ortadan kalkar. Bununla beraber, sosyal sistem ne olursa olsun,
herhangi bir İçtimaî hayatta umumî psikolojik reaksiyonlar meydana çıkar, muayyen
bir takım değişmez hissî kıymetler baş gösterir ve şimdi olduğu gibi o zaman da
erkek, kadın, herkes kendi ruhî ihtiyaç ve düzensizliklerini daha ustalıkla
idare etmeyi öğrenmek zorunda kalır.
Rejim
ister kapitalist, ister sosyalist, ister komünist olsun, kadın, erkek, her
insan yine hayatın ölüm ve dirim gibi sırf şahsî ve ferdî meseleleriyle olduğu
kadar, ana, baba, evlât, kardeş, kızkardeş, ve karı koca gibi şahıslar
arasındaki kanşık alâkalarla karşılaşmak zorundadırlar.
İster
Moskova’da, ister Londra’da, ister New York’ta olsun, aile yine ailedir, erkek
veya kadın her insan, aile veya iş rakiplerine karşı duydukları husumet
hislerini, tecavüzkâr hallerini, red veya bozgunluk halleri karşısında
duydukları korkunun reaksiyonlarını anlamak ve idare etmek mecburiyetindedirler.
Demek oluyor ki, kooperatif bir sosyal sistemde, amansız bir rekabet sisteminde
olduğundan daha sağlam bir beşer tabiatı edinmemiş şüphe kaldırmaz bir gerçek
olmakla beraber, sosyal sistem ne olursa olsun keder yine keder olarak kalacak,
emek ve zahmetle kazanılmış psişik (= ruhî zihnî) dirayet, ekmek kazanıldıktan
ve iyi bir mevki ve geçim vasıtası elde edildikten sonra da insan oğlunun baş
ihtiyaçlarından olarak kalacaktır.
Akılca
benden çok üstün bir çok zatlar bugün sosyal ve ekonomik değişiklik plânı
üzerinde çalışmaktadırlar. Düşünce kabiliyeti olan her insan bu zatların
yaratıcı mesaileri için minnet hisleri beslemelidir. Bütün dünyaya şâmil
İktisadî, sınaî ve siyasî bir demokrasi yaratma mücadelesinde müşterek zafer
uğrunda hepimiz çalışmalıyız. Fakat aynı zamanda şu da iyice bilinmelidir ki
daha sağlam bir cemiyetin daha sağlam insanlar eliyle kurulması icap eder!
Ekseriyetle her insanın hayatında bazı dakikalar olur ki, kendisine en yakın
olanlarla alâkası bakımından kendini suçlu hissederek içi yanar; başkalarını
sevmek ister, halbuki içinde onu bırakmayan, sebebini kendisinin de bir türlü
idrak edemediği bir korku duyar; bilhassa sevdiği bir insanı kaybetmek
ihtimalini, yahut da kendi ölümünü düşününce çok üzülür ve zihni bulanır. Bir
çok dinî kitaplar, sanki ona kendini daha suçlu ve daha günahkâr hissettirmek
için sözbirliği etmiş gibi görünür, diğer taraftan, bir çok psikolojik eserler,
ona emniyet telkin etmeğe çalışırken hakikatte zihnini daha çok karıştırır ve
kendisini anormal psikoloji bahsinde bir «vak’a» kıyas eder. İnsanlar çok kere
üzüntü ve sıkıntılarını lüzumundan fazla içlerinde saklarlar; çünkü öğüt almak
için nereye baş vuracaklarını bilmezler. Şahsî tecrübem ve mesleğim icabı çok
muhtelif insanlarla olan temasım bana şu kanaati vermiştir: Dindar bir adamın
kaleminden çıkmış bir eserin, fikir âleminde bocalayıp duran insanlara çok
yardımı olabilir. Bu eserde şöyle meseleler ele alınıp izah edilmeli: Modern
psikoloji, insan denilen mahlûk hakkında neler keşfetmiştir? Bazân niçin
kendimizden ve başkalarından nefret ediyoruz? Niçin bazen korkuya düşeriz ve
niçin hayata ve Allah’a imanımızı kaybediyoruz, ve saire... Bu ilim bize kendi
nefsimizi, kendi şahsiyetimizle alâkadar düşünüş tarzımızı, ve başka insanlarla
olan alâkalarımızı ne suretle değiştirebileceğimizi anlatıyor.
Bu
eserin hedefi, psikoloji ilminin beşer tabiatı hakkında keşfetmiş olduğu
faydalı malûmatı, insanın kendini değiştirmek ve ıslâh etmek hususundaki hadsiz
ve nihayetsiz kabiliyeti hakkında fen kliniğinin verdiği müjdeyi, ve bu son
fennî keşiflerle, en hakikî dinî görüş kudretlerini ve asırların hedefini
birleştirerek, çiğ damlaları serpintisi halinde okuyuculara sunmağa
çalışmaktır.
J. L. L.
Vaktiyle,
gençliğimin taşkın hayallerle dolgun zamanlarında, hayatta lüzumu teslim
edilmiş «varlıkların» bir listesini yaptım. Bazen başka adamlar ellerinde
bulunan veya elde etmek istedikleri malların listesini yapmazlar mıydı? Ben de
onlar gibi bir liste yaparak, dünyada arzu ettiğim şeylerin bir envanterini
yaptım: Sıhhat, sevgi, güzellik, istidat, kudret, zenginlik, şöhret, ve kendi
zannımca bir insanın hayatta nasibi olmak icap eden ikinci derecede bir hayli
unsurlar...
Bu
envanteri mükemmel saydığım bir şekilde tamamladıktan sonra, onu, göğsüm
kabararak, o zamanlarda benim hocam, rehberim ve ruhanî modelim olan akıl ve
dirayet sahibi yaşlı zata götürdüm. Belki de hocama benim erken gelişmiş
zannettiğim ferasetimi ve alâkalarımın büyük şümulünü göstermek istiyordum. Ne
ise, hocama listeyi verdim, ve kendinden fazla emin toy bir genç haliyle dedim
ki: «İşte, bu dünyanın bütün varlıklarını gösteren bir liste yaptım. Bir insan
bütün bunlara sahip olabilirse, bir mâbud gibi olur.»
Büyük
dostum listeyi sabırla gözden geçirirken, gözköşelerinin hafifçe kırıştığını
gördüm, liste herhalde hoşuna gitmiş olacaktı. Düşünce ile onu tekrar gözden
geçirerek: «Mükemmel liste doğrusu!» dedi. «Tasnif güzel, mâkul da sıralanmış,
şu kadar var ki, genç dostum, galiba en mühim unsuru dışarıda bırakmışsın.
Unutmuş olmalısın ki onsuz bütün varlıklar, mallar, mülkler, çirkin bir azap,
ve senin bütün listen çekilmez bir yük olur.»
Sesime
bir kabadayılık çeşnisi vererek sordum: «Eksik olan bu unsur ne imiş?»
Elindeki
ufacık kurşunkalemle benim listemin üzerine çaprazlamasına iki çizgi çizdi.
Benim ilk gençlik hayalimin mahsulünü böyle bir kalemde parçaladıktan sonra, üç
kelime yazdı: «Peace of Mind» (Kalb Huzuru).
«Bu
mevhibeyi Allah sevgili kullarına saklar. İstidat ve güzelliği çok kimselere
verir. Servet âdi bir metadır, şöhret ise nadir bulunur şey değil. Fakat kalb
huzuru işte, bu, Cenabı Hakkın rızasının nihaî alâmeti olan bir mükâfat,
sevgilisinin en büyük alâmetidir. O bunu çok idare ve ihtiyatla ihsan eder. Bir
çok insanlar bu nimeti hiç göremezler; bazıları, bütün hayatları müddetince,
evet, tâ iyice ihtiyar oluncaya kadar bu nimetin geleceği saati beklerler,»
dedi.
Genç
alnımı karartan şüphe bulutuna uzun uzun baktıktan sonra, hocam izah etti: «Bu
benim şahsî fikrim değildir. Ben sadece Psalmistleri (Zeburları yazanlar),
Marcus Aurelius’u ve Laotse’lerin sözlerini tekrarlıyorum.» (Kendisinin ne
büyük emeklerle kazanmış olduğu dirayeti eski üstatlara atfetmek onun
itiyatlarındandı.) «Bu hikmet sahibi adamlar ayrı ayrı aynı sözleri
söylüyorlar: «Ey cümle kâinatın Rabbi olan Allah! dünyevî atiyelerini ahmak
adamların önüne yığ. Benim başımın üzerine ancak sükûnun tatlı sularını dök.
Bana fikir rahatlığı, kalb huzuru mevhibesini ihsan eyle.»
O
zamanlarda bu büyük dostumun dirayetli düşünüşüne tamamen inanmak bana güç geldi.
Fakat çeyrek asırlık şahsî tecrübemle, meslekî müşahedelerim, ancak bu zatın
peygamberce sözlerini tasdika hizmet etmiştir. Zamanla anladım ki kalb huzuru
Cenabı Hakkın tâ kendisinin hususiyetidir, ve her zaman hayatın derinliğini
arayan zatların ülküsü olmuştur. Şimdi öğrenmiş bulunuyorum ki, diğer bütün
varlıklar, topyekûn, insanın gönül sükûnuna her halde bir şey katmaz; diğer
cihetten de gördüm ki derunî sükûn, servetin maddî yardımı, hattâ beden
sıhhatinin destekleyişi bulunmadığı yerde mevcut oluyor ve devam ediyor. Ağır
ağır, ve acı tecrübelerle öğrendim ki kalb huzuru bir kulübeyi büyük bir
konağa; bunun eksikliği ise bir kral sarayını, daracık bir zindana çevirebilir.
Bu
bezginlik bilmez derunî sükûn daima ve bütün dünya tarafından aranagelmiştir.
Buddha’nın, Maimonidis’in veya Thomas â Kempis’in yazılarını tetkik edecek
olursanız, görürsünüz ki ayrı ayrı olan doktrinlerini hepsi de aynı esasa,
şümullü bir ruhanî sükûn esasına istinat ettirmişler. Her asırda, her akideden
insanların hayat yükü altında ezilmiş, ve meşakkat mahsulü dualarını tahlil
ediniz, niyazları en basit ihtiyaçlara, nzka ve fikir rahatlığına dayanır.
Mütekâmil insanlar boş şeyler için dua etmezler. Bir gözyaşı vadisi olan şu
dünyada yüreklerini ve seslerini Hakka yönelttikleri zaman ondan, kuvvet,
cesaret ve anlayış dilerler.
Bilhassa
şu zamanımızda, insanların duaları feryat ve figan ederek mevhibeler sahibi
olan Cenabı Hakkın huzuruna yükselirken, onlara hem kale hem de mâbet olacak
bir iç sükûnu ihsan edilmesi için yalvarıyorlar. Hem de çok haklı olarak. Bu
asrın insanı, bir cehennemi çevreleyen öyle bir dar geçitten geçiyor ki
böylesini ne Dante tasvir edebilmiştir ne de Dore! Ruhî endişelere düşmüş,
türlü heyecan tezatları arasında ikiye bölünmüş, ekonomik güvensizliğin pençesinde
ezilmiş, siyasî şüphe ve cynicism’in içine batmış şu tüyleri yolunmuş horoza
benzeyen insan, medeniyet yolunda kurumlu kurumlu yürürken ne kadar yaralanması
kolay bir kuştur! Vaktiyle hayli ötmüş, hem de bazı yerlerde oldukça büyük
cesaret göstererek... Fakat şimdi artık talih baltasının kendi boynunu vurmak
üzere bilenmekte olduğundan kuşkulanmağa başlamıştır. Onu bir titreme alıyor,
beti benzi kesiliyor; çalsın sazlar, gelsin daha ağır şaraplar diye bağırıyor;
bununla talihinin hayaletini defedeceğini sanıyor... Çünkü gerçekten, bu asrın
adamı, T. S. Eliot’un bir şiirinde Prufrock adındaki yorgun ve acınacak adam
gibi korkuya düşmüştür.
Bu
korkusunun şevkiyle kurtulmuş çare ve vasıtalarını düşünmeğe, kendisine yeni
tehlikeleri atlatacak ve eski tehlikelerle karşılaşmak için şiddetle muhtaç
olduğu cesareti verecek bir şey araştırmağa koyulur. Halbuki onun ihtiyacı
(hepimizin ihtiyacı) emniyet verici bir takım karışıklık ve felâkete karşı
gelecek dayanıklı bir iç muvazenesi, bir ruhanî istikrardır. Kalb huzuru, ne
hayat karışıklıklarından kaçanların sığmağı olacak bir fildişinden kal’edir, ne
de Whitehead’in dediği gibi menfi bir anestezi mefhumudur. Tam aksine olarak,
bize talihin ve kaderin yumruklarını sabır ve temkinle karşılamak, hattâ bu
gibi darbelerin bizi yaratıcı hayat yolundan ayıramıyacağı kanaatinden ileri
gelen bir şevk ve tehalükle karşılamak için kuvvet verir.
Ciddî
düşünüşlü sosyal ıslahatçılar bütün samimiyetleriyle soruyorlar: «Bugün
insanların, kalb huzuruna hakları var mı? Dünya böyle bir rekonstrüksyon (=
yeniden inşa) karışıklığı içinde çırpınırken, böyle bir hâleti düşünmeğe mânen
kimsenin hakkı var mı?» İşte cevabımız: «Bünyesi yenilenmemiş fertlerden yeni
bünyeli bir topluluk yapılamaz. Şahsî muvazenesizlik, insanları hiç bir zaman
sosyal bir istikrara götüremez. Kalb huzuru ise hem ferdî hem de sosyal
muvazene için en evvel lâzım olan esas unsurdur.»
Bu
sadmeye karşı dayanıklı muvazene, ruhun içinde yer bulmalıdır. Marcus Aurelius
diyor ki: “İnsan bünyesini tutan destek ve kemer içten olmalıdır, yoksa
mabet sarsılıp yıkılır.» Şu kadar var ki bu destekleyici kemerler, insan
ruhunun mabedi kendi özüyle barışık olmadıkça, asla bina edilemez.
Büyük
iş! Şu halde, kalb huzuru ne satın alınabilecek bir müstahzar, ne de krem ve
saire gibi deriye sürülebilecek bir maddedir; ne yemeklerden evvel birer hap
almak suretiyle ne de haftada üç derslik bir «kurs»a yazılmakla ele geçebilir:
Bazen edebî, felsefî, ve sanat eserleri gibi yüksek şeylerle uzun müddet meşgul
olmak, derunî sükûna doğru mükemmel bir adımdır diye düşünürüm, sonra
hatırlarım ki, en büyük bilginlerin ve artistlerin bir çoğu acınacak derecede
huzursuz, ve muayyen işlerini tamamlamak için amansız bir çılgınlıkla koşan
kimselerdi. Hayır, münevverlik daima insana kalb huzuru getirmez. Goethe’nin
Faust’u, — ki bir çok cihetlerden bu asrın dertli adamının asıl nümunesidir—
büyük emeklerle kazanılmış fen, felsefe ve matematik bilgisine sahipti, halbuki
ıstırap içinde kıvranan bu kahraman, ruh itminanı araken şeytanla ne feci bir
pazarlığa girişti, biliyoruz.
Arasıra,
Beethoven’in muazzam armonilerini dinler, sükûn buluruz; yahut da Chopin’in
şafak düşüncelerinde teselli buluruz. Fakat bunlar ancak arasıra alman afyon
dozlarıdır; iç sıkıntılarımız dayanılmıyacak hadde geldiği zaman âsabımızı
yatıştırıp bize sükûn verir. Bazı talihli kimseler var ki bir El Greco’nun
tefekkürlerinde veya bir Constable’in sükûn verici köy şiirlerinde huzur
bulurlar. Renk muvazenesi, nispet ve büyük ressam eserlerinin iç plânı, sükûn
hâletine doğru değerli ipuçları temin eder. Fakat mademki, boyalı bir bezin
eb’adı yalnız iki (belki de üç) tür, ruhun hesapsız eb’adını tamamıyla tatmin
edemez.
Şu
halde kendi nefsimizle barış içinde olmak gibi çok çetin bir hüneri öğrenmek
için gözlerimizi nereye çevirelim? İçkiye mi? Muasır insanların ruhları
üzerinde cüzam illeti kabuğu mesabesinde olan delicesine içki düşkünlüğünün
gittikçe artmasına rağmen, buna değil! Uyuşturucu maddelere mi? Yatıştırıcı ve
uyuşturucu ilâçlarda sükûnarayan Amerikalıların sayısı gittikçe artan
milyonlarca hapları yutmalarına rağmen buna değil, şehvanî inhimâklerde de
sürekli bir teselli veya zevk bulamayız, hem de sayısı aşkın dereceyi bulmuş
olan sinemalarla fantazi mecmualar bu faaliyetleri hayatta her şey ve her şeyin
hedefi olarak göstermelerine rağmen...
Muhakkak
ki ne Milton’un «Ulvî ruhun son hastalığı» diye vasıflandırdığı
şöhretin, ne de parmaklarımızın arasından cıva gibi kayıp giden servetin
peşinden hızla koşmak suretiyle huzur bulabiliriz. Hele bir saatin her ân
emrimize hazır duran «bin bir sersemletici boş şeylerinde» sükûn bulmanın hiç
imkânı yok; bunlar gerçi «dilediğimiz zaman bizi uyuşturur», fakat ok hızıyla
gidişimizi durdurduğumuz dakikada hemen eski huzursuzluğumuza döneriz. Ve
nihayet çok yüksek beşer sevgisinde de (o sevgi hissi ki bize bazen tam
saadetin hayalini bütün kuvvetiyle gösterir, bazen da bu hayali tamamen
karartır), mânevi kalb huzurunu güvenilecek bir şekilde bulmak imkânı yoktur.
Şu
halde gözümüzü nereye çevirelim? Dâvamızı hangi mahkemeye götürelim? Nasıl bir
vaziyet alalım ve kalb huzurunu bulmak için giriştiğimiz şu sonsuz, esrarlı ve
her cihetçe ehemmiyetli olan bu araştırmada hangi prensibe tutunalım?
Bunlar,
çok düşünce ve samimî cevaplar istiyen değerli sualler. Bu problemin anahtarını
çok basit bir âlet halinde Matthew Arnold’un «Empodecles on Etna» adlı asil
şiirinde bulabiliriz, eğer bunu kullanmağa cesaretimiz varsa... Yunan filozofu
Empedocles, bir yanar dağın tepesinde kendi kendine konuşurken, aşağıdaki
muztarip dünyaya dikkatle bakıyor, insan kederlerini tahlil ediyor, bütün zihnî
ve hissî kabiliyetlerini bu meselenin halline hasrediyor; öyle bir mesele ki
şimdi olduğu gibi o zamanda da fena bulmaz sahneler içinde fâni bir kanaat
bulmak imkânı etrafında inceden inceye araştırmalar yapılmıştır. Empedocles,
insan, huzursuzluk veren kederini kendi yaratmıştır, kanaatindedir, ve
sükûnetle diyor ki:
«İç huzuru istiyoruz, Fakat iç tarafa bakmağa razı değiliz...»
Fakat
iç tafara bakmağa razı değiliz'. Burada, şairin amansız bir kalem çalışıyla,
bütün inatçılığımız, bir tek cümle içinde açığa vuruluyor. Hasta olduklarım bildikleri
hade acı ilâçları almağa razı olmayan hastalara benziyoruz. Sararmış yüzümüze
ayna tutmak mı? Asla! Böyle bir araştırma bizi hastalık arazının içteki köküne,
ıstırap içinde kıvranan ruhumuzun gizliliklerine götürür. Böyle bir şeyi akla
getirmek bile abes! Halbuki, hastalığımızın kökünü bu suretle araştırmadıkça,
iyileşmemize ümit olamaz, o takdirde ise kendini aldatan ve korkağın nasibi
olan yarım hayatı kabul etmemiz icap eder.
Esasen,
«iç tenliğe bakmak» kolay iş değil. Bununla beraber bu işin de tekniği vardır,
ve son zamanlara kadar din bu tekniği inhisar altında bulunduruyor gibiydi.
Ruhanî tefekkür ve mürakaba daima muayyen bir nevi kendini tanıma hususiyetine
götüren bir yol olmuştur. Hiç şüphe yok ki, bir san salkım ağacının ıssız
gölgesine sığınıp kendi nefsiyle hasbihalde bulunabilen murakaba ehlinin mânevî
mükâfatı çok büyüktür. Eski Judaizm (Yahudilerin dinî itikat ve umdeleri.), iç
murakabesinin şifa verici kıymetini anlamış ve büyük murakabe ve itiraflara yol
açsın diye birçok büyük bayram günlerini buna vesile olmak üzere tertip
etmiştir.
Katolik
kilisesinin değerli bir usulü vardır: iyi bir itirafa hazır olmak üzere «vicdan
muayenesi» denilen murakabe. Bir Katolik itiraf hücresine girmeden önce,
vicdanını yoklar, yaptığı ve ihmal ettiği işleri günah bakımından sıralar. Bu,
onun ahlâkî ve manevî vaziyetini anlamasına yarar. Bu usulün darlığını sonra
göstereceğiz, şimdilik şu kadarını kabul edelim ki, kulağa söylenen bu itiraf,
ruhun muayyen iç kısımlarına nüfuz etmek için pratik tarihî bir vasıtadır.
Son
yarım asırda, ve son on sene içinde artan bir hızla inkişaf eden yeni bir usul
vardır. Bu usul ile, insanın ruh huzurunu tehdit eden en derin hislere ve
psikolojik karışıklıklara nüfuz etmek kabil olmaktadır. Sigmund Freud’un öncüsü
olduğu bu yeni usul, insanların çok derindeki esas saiklerini tetkike, ve bu
esas enerjilerin nasıl, ne zaman ve neden sinir kanallarına saptığını
keşfetmeğe vesile olmaktadır.
Hasımlarının
bütün cehalet ve düşmanlığına rağmen, dinamik psikoloji çok büyük adımlar
atmıştır. Bir çok akıl, beden ve his hastalıklarının tedavisinde lüzumu
muhakkak bir unsur haline gelmiştir. Tedavi fenninin bu en yeni kolu hakkında,
burada kısa bile olsa, izahat vermeyi hedef tutmuyorum. Yalnız şu kadarını
söylemek istiyoruz, «nazarları iç tarafa yöneltmek» bahsinde şimdiye kadar icat
edilegelen bütün usullerin en tesirlisi ve hakikî iç tabiatimizi en çok meydana
çıkaran usuldür.
Psikiyatri
aynası derunî kusurlarımızı ve ruhumuzdaki manevî çatlakları öyle korkunç bir
açıklıkla meydana koyuyor ki birçok kimseler hakikati gösteren bu aynaya
bakmaktan korkarlar. Psikanaliz ilmi, insanı sadece aşağılık ihtiraslar ve kötü
arzular sahibi bir mahlûk olarak tanıtır diye çok hatalı bir fikir vardır.
Doğrusu, bu ilim bizim şevki tabiîlerimiz, ilcâlarımız ve esaslı sevgi ve
nefret hislerimiz üzerine aksettirdiği parlak ışıkla bizi müşkül mevkie koymaz
değil, Fakat bu ışık, insanın kendini tanımasına engel olan aşırı hissiliğin
zararlı sislerini dağıtmak için husule getirilmiştir. Ne zaman şahsiyetimizin
atom bombası kadar amoral (—ahlâka uymayan) ve amansız patlayıcı enerjilerle
yüklü olduğunu kabul edersek, o zaman kendimizi anlamak yolunda ilk adımı atmış
oluruz. Bundan başka, ne zaman, bu enerjilerini yapıcı, güzel şekillere
çevirmek hususunda psikolojinin kazanmış olduğu zaferi idrak edersek, o zaman
ve ancak o zaman, şimdiye kadar hissî bir şekilde perdelenmiş olan beşer
tabiati bahsinde samimiyetle söz söyleyebilir ve o suretle davranabiliriz.
Meselâ,
beşikte yavru kuş gibi cıvıldayan bir tombul bebek hakkmdaki yanlış hissî
mefhumlarımıza bakalım. Bu güzel yavru, annesi ona sevgi dolu gözlerle
bakarken, nasıl mâsum bir melek haliyle sevimli sesler çıkarıyor. Cennetten
gelmiş küçük bir mahlûk gibidir, bizler de ona en temiz hisleri atfetmek hususunda
yarışırız. Halbuki hakikatte bu tombul küçük sevgiliye bugünün psikolojisi ne
diyor? Bu küçük mahlûk, bir alay kuvvetli enerjiler paketidir: içi, annesini
yalnız kendine mal etmek istiyen bir sevgi, istediği şey olmayınca içten gelen
kuvvetli öfke, yabancı bir dünya ile karşılaşmanın neticesinde duyulan ve aynı
dakikada hem korku hem de zevk veren derin emniyetsizlik ve endişe hisleri ile
doludur. İçinde, kardeşleri, kızkardeşleri ve babasına karşı iki yüzlü hisler
uyanır. Onları sever; elbette, fakat aynı zamanda bu sevgi saltanatında bu
rakiplerden bazen korkar, bazen da nefret eder.
Küçük
bir çocuk hakkında verilen bu psikograf doğru ise (bütün psikologlar doğrudur
diyorlar), şu halde beşikten ve çocukluktan çıkmış ve büyük bir olgun insan
sahasına girmiş olan şahsiyetin, müthiş teşevvüşlerini nasıl tasvir edelim? Bu
karışıklıklar yüzünden bozguna uğrıyan ve düşen nice kimseler var! Bu savaşta
niceleri şaşırır, kendi kendini sakatlatır, ve biçimsizleştirir. Sayıları
gittikçe artan sinir hastası ve küçük zorbaların, kendi kendilerini sakat eden
ve öldüren insan sürülerinin dünyayı doldurduğunu gördükçe, anlarız ki bu en
karışık harp sahasını teftiş yolunda alınacak ilk adım, muztarip insan ruhunun
daha riyasız ve daha dinamik yeni bir haritasını yapmak olmalıdır.
Böyle
teferruatlı bir haritayı çizebilecek bir tek kalem var; o da bu asır
psikolojisinin kalemidir. Kendi iç benliğimize, korkusuzca ve sebatla bakınca,
psikiyatristin delâletiyle kendi ruhumuzun resmini çizmeği öğreniriz. Gözümüzü
kusurlarımıza ve kabiliyetlerimize çevirip araştırıcı parmaklarla,
muvaffakıyetsizliklerimizin, korkularımızın ve nefret hislerimizin sebeplerini
tetkik ve tahlil etmeyi de öğreniriz. Gerçekten kim olduğumuzu anlarız:!
Psikoterapi bizim kendi zannettiğimiz veya başkalarının bize anlattıkları
şahsiyet olmaktan çıkıp asıl kendimiz olmamıza yarayan bir usuldür. Bu usul
vasıtasiyle, başarılar elde edelim diye gökteki ayı isteyip ağlıyan birer çocuk
halinden çıkarız. Bu usul, olgunluğun ve kendini anlama hünerinin hakikî şimal
istikametinde kalmamıza imkân veren pusla gibidir; yine bu hal, bize hayal
kırıklıklarını, muvaffakıyetsizlikleri, reddolunmayı, hattâ ölümü bile olgun
bir kalb huzuru içinde kabul etmek kudretini verir.
Freud
ve haleflerinin şimdi açmış bulunduğu yoldan maada iç sükûnuna götüren yol
bulunmamıştır, demek istemiyorum. Başka disiplin yollariyle kalb huzuruna
erişmiş olan azizlerin ve mistiklerin, şairlerin ve filozofların, büyük ve
yüksek vekarlı ruhlarını hiçe saymak hem abes hem de imkânsızdır. Hakikatte
psikoloji tek başına insan oğlunun büyük avantürü olan hayat için hiç bir zaman
kâfi olamaz. Diğer bütün fenler gibi hiç bir ahlâkî hedef formülü vermez; haddi
zatında bir hayat felsefesi olmadığı gibi, bunu çıkaran öncüler de bunun böyle
olacağım iddia etmemişlerdir. Bu, mâbedi açan bir anahtardır, mâbedin kendisi
değil. Benim itikadımca buna din de ilâve edilmelidir; ancak, bu iki büyük
fenerin birleşmiş ışığı, fertlere ve milletlere önlerinde açılmış olan
tehlikeli geçitlerden geçerken rehber olabilir.
Din
demekle maksadım, tâ en ilk peygamberlerin zamanından başlayıp tedricen
toplanarak tecrübe edilmiş hakikatlerden müteşekkil bir kül halini almış, ve
insanlara ahlâkî rehber ve ruhanî ünsiyet kazanmaları yolunda kılavuz olan
mânevî ferasete ve din ahlâkına istinat eden ahkâma işaret etmektir. Yalnız
böyle bir din, beşer ırkına, ferdî ve İçtimaî başarılarını yavaş yavaş
kazandıracak hissi dinamikleri ve ahlâkî zaruretleri temin edebilir.
Mâkul
bir din, kalb huzuru için mutlak bir zarurettir. Çünkü hiç bir ilmin bize
veremiyeceği bir takım derunî mevhibeleri bize bahşeder: Dünyadaki gayemizi
anlamak kudreti; Allah’a mensubiyet hissi; topluluk halindeki arkadaşlıkta
bulunduğumuz his iştiraki; bizim kendi ufak benliklerimizi büyük ve mânevî
gayelere tâbi kılmak kabiliyeti. Din, en yüksek mânasiyle en ulvî mefkûrelerin
müjdecisidir; insanlar bu mefkûrelere göre yaşamalı; bu mefkûreler
vasıtasiyledir ki biz insanların fâni nesli nihaî mânasını bulur. Bununla
beraber şunu kabule mecburuz ki, din de bu idealleri insan hayatında
gerçekleştirmek yolunda yardımcılar ister.
Bu
muhteşem dinî vazifede psikoloji hakikî bir müttefik haline gelebilir. Beşerî
iyilik neden uzak bir gaye halindedir, bunu gözönüne açabilir. îç azabı çeken
ve üzüntülü hislerin yükü altında inliyen insanlar Allah’a, iyi hizmet
edemezler. Saadetten mahrum, ve çarpık insanlar Allpjıa hizmet eden kusurlu
verici âletler halinde kaldıkları müddetçe dinin büyük idealleri tamamlanmamış
ve başarılamamış olarak kalır.
Freud
tarafından icad edilmiş ve Alexander, Horney ve Monninger gibi bugünün
mütehassıslarının ilerletmiş olduğu dinamik psikoloji şöyle meselelere nüfuz
imkânım bulmuştur: «İnsanlar bölünmüş şahsiyetler» haline neden gelmiştir, ve
neden çok kereler kendi kendilerine ve başkalarına karşı sinik (cynical) ve
zalimdirler? Bu asrın dini, eğer hedef tuttuğu iyi hayata insanların erişmesini
istiyorsa, bu pahası biçilmez bilgiyi alıp temessül ettirmelidir. Ne yazık ki,
birçok akideler, insanların durmadan değişen ihtiyaçlarına ayak uyduramamıştır.
Bu muvaffakıyetsizliğin sebepleri pek de çapraşık değil. Garp dünyasının dini,
fen devrinden, bilhassa psikoloji ilminden önce dünyaya gelmiştir. Tabiî şu
keyfiyeti inkâr edemeyiz: Azizler ve din filozofları, çok kereler insan
kalbinin gizli hücrelerine nüfuz etmiş ve onlara bir çok değerli hadsî
(intuitive) anlayış kabiliyetleri vermişlerdir. Bugünkü dünyada ise, bu
kabiliyetlerle, beşer tabiati hakkında psikoloji lâboratuarında keşfolunan,
fikir aydınlatıcı ve ekseriyetle şaşırtıcı yeni hakikatler de ilâve
edilmelidir. Böyle bir psikoloji devrinde, bir kurtuluş yolu ariyan insanları,
psikolojisiz bir din tatmin edemez.
Din,
psikiyatri gibi yaratıcı bir ilmi hiçe sayacak veya reddedecek olursa, ulvî
hayat mücadelesinde çok faydalı ve değerli bir müttefiki kaybetmek tehlikesi
karşısında bulunur. Din bu gibi hallerle çok karşılaşmıştır. Asırlar boyunca,
yeni hakikatleri kabul etmek şöyle dursun, bunlara mukavemet etmiş; neticede
astronomi, fizik, biyoloji gibi ilimler dinden ayrılmıştır. İlâhiyatçılar çok
kere aynı yanlışlığa düşmüş, ve kendilerinin bulduğu formüle göre olan Allah’ın
kelâmı vasıtasiyle hikmetin insanlara izhar edileceğine inanmışlardır. Galileo
neden red muamelesi görmüştü? Çünkü, o daha kuvvetli bir görüş kudretiyle
Allah’ın kanunlarında bir yenilik keşfetmiş, bu ise o zaman ilâhiyatçılarının
değişmez ve sabit mefhumlarına aykırı gelmişti.
Bugünde
bazı dinciler vardır ki, insan fikir ve ruhunu, ve bu ruhun karışık ve muğlâk
saiklerini araştırmak için Allah’ın insan eline verdiği en yeni ve en keskin
âletleri reddetmek tehlikesine mâruz bulunmaktadırlar. İlmin, astronomi ve
maddenin teşekkülü muammalarına sokulup onları araştırma kudreti olduğunu kabul
ediyorlar. Fakat şu iddiadan vazgeçmiyorlar: Ahlâk ve etvar sahasında son zöz
dinin olmalıdır, hem de bu son sözün kökleri eskimiş ve modası geçmiş bir
psikoloji içinde olmasına rağmen...
Bereket
versin ki zamanın daha tedbirli din hocaları, hakikati, geçmişin donuk
mefhumları ile bir tutmaktaki hatayı anlamaktadırlar. Ve diyorlar ki: İnsana
kendini tamamlamak yolunda yardım edecek her şey Allah’ın beşer tarihi boyunca
uzana gelen işinin yeni bir tezahürüdür; psikolojinin ahlâka ve saiklere
müteallik keşifleri de Allah’ın bize en son gelen sözleridir.
Bugün
bizim kalb huzuruna nail olmamız isteniyorsa, din, beşer saiklerine nüfuz
edecek yeni buluşları, insan enerjisi ve itici kuvveti etrafındaki keşifleri,
sevgi, nefret ve korku hislerinin tahlilleri gibi psikoloji kliniklerinden
galen malûmatı benimsemeğe, razı olmakla kalmaz, bunları kendine mal etmek
kaygısına düşer. Psikoloji mikroskobu beşer ruhunu inceden inceye tahlil
etmekte çok derine gider; din bu mikroskobu kullanmak hususunda tereddüt
etmemelidir. Bundan başka, psikolojinin yeni ruh ilmi sapık fertleri vaiz ve
nasihatle değil karakterlerini değiştirmekle kendi ruhlarındaki mücadele ve
zalimlikten kurtardığı şu dakikada, din, «karakter ihtiyacı» hakkında uzun ve
sıkıcı nasihatlere girişmemelidir.
Bir
korku haline düşmüş olan bugünkü dünya, eskinin cevheri ile yeninin ışığını
birleştirip huzur ve sükûn veren bir imana dayanmak ihtiyacındadır. Böyle bir
iman vardır; onun kuvvetli âletleri de elimizin altındadır. Peygamber dini,
açıklanmış psikoloji adını verebileceğimiz ilimde bir müttefik bulmuştur; bu
ilim, muztarip insan ruhunun gizli hastalıklarını meydana çıkarıyor ve onları
iyileştirecek kullanışlı bir tedavi usulü gösteriyor. Müthiş bir zaruret
karşısında bir arada eriyen din ve psikoloji şimdi birlikte iğilerek, düşmekte
olan beşeriyete yardım etmek, onu kaldırmak, yaralarını sarmak, ve kâsesini
huzur ve barış yağı ile taşırmak üzere ellerini uzatıyor.
«Ne?
Din ile psikiyatri uzlaşıyor mu?» diyorsunuz.
Böyle
bir uzlaşma bürhanları çok müesseirdir, ve gönül açıcıdır; aynı zamanda
fikirleri hazır kimseler için de anlaşılması güç değildir. Mukayese
mikroskobunun adesesine gözümüzü dayayalım da din ve psikoloji nerelerde
birbirine benziyor ve nerelerde ayrılıyor, onu bulalım.
Dinin
kat’î gayesi, ulvî bir hayata erişmektir. Bu gayenin doğruluğu ise, hiç
münakaşa kabul etmez bir keyfiyettir. Ulvî hayat mevzuu hakkındaki her hangi
bir münazarada bahis mevzuu olan mesele, buna erişme vasıtalarıdır, yâni, insan
ihtiraslarını, tabiî saiklerini frenlemek ve beşer tabiatinde hâkim olan en iyi
tarafları bulup harekete getirmektedir. Eğer dinin an’anevî usulleri
muvaffakiyetli olmuşsa, insan bugün neden psikolojiye muhtaç olsun? Diğer
taraftan, eğer psikoloji mutlaka lâzımsa, dinin rolu neden ibaret kalıyor?
Müfritler ve tarafgirler, ulvî hayata götüren bu iki yolun arasındaki esaslı
zıtlığa karşı bizi ikaz ediyorlar. Bize diyorlar ki: «Eğer ‘kurtuluş’
istiyorsanız, ya dini yahut da psikolojiyi seçmelisiniz; muhakkak ki her
ikisini birden seçemezsiniz.»
Beşeri,
kalb rahatına ve ruhanî emniyete götüren iki kuvvetli vasıtaya karşı alınan ya
hep ya hiç vaziyeti, tamamen yersizdir, diye düşünmeğe başlamış bulunuyoruz.
Şüphe
yok ki aradaki bu zıtlığın kökleri, insanın Allahla olan alâkası hakkında şimdi
artık verimsiz toprak halini alan ve çok bayatlamış bir mefhumda yerleşmiştir.
Görülüyor ki bu «fundamental» (esasçı) nazariyenin pehlivanları, insanın
hakikati arayan ve fâni emellerinin ikinci derecedeki disiplinleri arasına dini
de karıştırmakta, tereddüt gösteriyorlar. Bunun, ilahi şeylerin lekesizliğine
halel getirmesinden korkuyorlar. Onlara göre din, nihayet fen, felsefe ve
san’attan tamamen ayrıdır. Allah insanlara doğrudan doğruya ezelî ve değişmez
bir lisanla hitap eder, biz zavallı dinleyicilerin ise, ondan gelen değişmez
ilhamlara ilâveten hiç bir şeye ihtiyacı yoktur.
Apaçık
bir hakikatin sadmesine aynı derecede karşı koyan bir sınıf fenciler de var.
Bunların araştırmaları lâboratuvar duvarlarını aşamaz; bu gibi fen adamlarının
sayısı sür’atle azalmaktadır. Bu seçme gurupa göre Allah bir efsane, din,
teşkilâtı bir bâtıl itikat mecmuası; insan, bir hayvan, ruh bir hayal, ebediyet
bir nevi arzudan ibarettir. «Ulvî hayat» tapınma, tevazu, veya aranmakla
bulunabilen bir ahlâkî gaye olmadan da kabildir.
Bu
iki muhasım bölük, bugünün harb meydanının en son hudut hatalarına suratsız
çadırlarını kurmuşlardır. Bir birlerine ateş saçan bakışlar fırlatıyor,
tehditler savuruyor, ve arasıra harbeler atıyorlar. Fakat aralarındaki ıstırap
ve inilti merkezi olan geniş ovada, insan oğullarından müteşekkil o koca sürü,
kaynaşmakta, çırpınıp çabalamakta, feryat etmekte, ve her günkü korkular ve
ezici kararsızlıklarla şüpheli bir savaşa girişmiş bulunuyor. Onlara biraz
tesselli verecek bir hakikat nebzesi, azıcık bir ruhanî yardım gelsin diye
nasıl bekliyorlar, ve bunu getirecek olana ne kadar minnettar olurlar.
Şaşırmış, başsız kalmış, terkedilmiş olan bu mahlûklar, savaş gürültülerini
bastıracak hakikat sesine ne kadar teşnedirler, ve nasıl bir tehalükle onu
dinlerler. İşte din ve psikiyatrinin birleşmiş sesi bu gibilerin kulağına en
büyük bir ümit ve yardım vâdeden bir tatlılıkla fısıldamaktadır.
Bu
birleşme ne sun’îdir ne de sathî; bu sadece dünyanın yeni keşfetmiş olduğu bir
şey, insan ruhu hakkındaki en eski ve en yeni keşiflerin bir arada eriyip
mükemmel surette kaynaşmasıdır. Eski dinî itikatların bir çoğu, dinamik
psikolojinin yeni keşiflerine şaşılacak derecede benziyor. Meselâ,
peygamberlere göre olan din her zaman insanların birbirine benzediğini ısrarla
söylemiş, insan oğlunun külliyetine (universality) ve bütün beşer ırkına şamil
bir kardeşlik esasına dayanmıştır. Bugün psikoloji, sesini dinin sesiyle
birleştirerek, hepimizin karşısına çıkan esaslı beşer problemlerinde her hangi
bir zümreye veya ferde ait bir hususiyet bulunmadığını söylüyor. Psikolojinin
iddiasına göre insanlar, kuvvet veya zaaflarında esasen birbirine benzerler.
Korkularımız ve üzüntülerimiz başka şekillere bürünebilir; bunları örten
elbiseleri birer birer çıkarınız, göreceksiniz ki insanın yüreğindeki korkular
hep aynıdır: yalnızlık, reddolunma, aşağılık duygusu, frenlenemeyen öfke,
hastalık ve ölüm korkuları. İnsanları, maddî açlıktan daha fazla birbirine
yaklaştıran mânevî açlık da muayyen kimselere ait bir hususiyet değildir. Evet,
sevilme, adam yerine konma, anlaşılma, emniyet, mensubiyet arzularının
doğurduğu mânevî açlık, ve nihayet kâinatın daha geniş ufku olan ve insandan
çok üstün büyük kudretle, Allahla alâka için duyulan derin arzu.
Peygamber
dini asırlar boyunca aff ve müsamaha ihtiyacını telkin etmiştir. Dinamik
psikoloji şimdi bu nüfuzu nazarı nasıl tamamlıyor? Bize, derunî sıhhate ancak
aff vasıtasiyle, hem yalnız başkalarını değil kendimizi de affetmek suretiyle
erişebileceğimizi öğretiyor. Hayatta mutlak olanı elde edemediğimiz zaman, bu
yüzden kendimize azap vermekten vazgeçmeliyiz. Şu hakikati iyice anlayıp
hazmetmeliyiz ki, bütün hayat, muvaffakiyet ve muvaffakıyetsizliklerden
ibarettir; ve hiç bir insanın elinde günah veya günahsızlık inhisarı mevcut
değildir. Her bir insanın hususiyetlerini hoç görmek, ve herkesin — gerek kendi
şahsımızın gerekse hemcinsimizin — kusurlarını affetmek... Psikolojik
lâboratuvarı, sükûn ve huzurumuzu temin edecek mahza bu hiss ve davranıştır,
diyor.
Peygamber
dini daima iradei cüz’iyeye ehemmiyet vermiş, insana düşen mesuliyeti esas
tutmuştur. Psikoloji bugün şu keyfiyeti meydana koymaktadır: Erkek, kadın bir
çok insanları iç mücadeleleri o derecede yormuş ve yıprandırmıştır ki, bunlar
zincirlenmiş ve donmuş bir hale gelmişler, ne bir karar verecek kudretleri ne
de kıymet muvazenelerini seçecek halleri kalmıştır, ifratla tefrit arasında
sallanan bir saat rakkası halinde kararsızlık ve askıda yaşıyan bu şahsiyetler,
kendilerine bu ademi mesuliyet hissini veren iç sebepler keşfoîunmadıkça
«iradei cüz’iye» sahibi olacak kabiliyeti bulamazlar; bu kabiliyeti bulmadıkça
da, kendi hayatlarını idare etmek ve kararlarını vermek mesuliyetini yüklenecek
şahsiyet bütünlüğüne mazhar olamazlar.
Peygamber
dini, kibrin, riyanın, sinisizm ve ümitsizliğin yakıcı tesirlerinin tehlikesini
ve hiss ve harekette sebat ve istikrarın lüzumunu daima öğretmiştir. Dinamik
psikolojinin ustalıklı araştırmaları, dinin nüfuzu nazarla bulmuş olduğu bütün
bu şeylerin hakikatini ispat etmekte, ve insanlara, ruh sıkıntısı, kibir, riya
ve insan zulmü demek olan amelî ateizmin hissi tuzaklarından sakınma yolunu
öğretmektedir.
Peygamber
dininin öğrettiği akideye göre bu dünya İlâhî hâzinelerle, değişme ve büyüme
kaynaklariyle doludur, insanın içi de, hem iyilik hem de yaratıcılık taşıran el
değmemiş bir kaynaktır. Bugünün psikolojisi dinin bu kanaatini hem inikâs
ettirir, hem de tasvir eder; onlara, inkişaf ve seciye bünyelerini tadil
yolunda yardım etmekle, yeni bir sahada şu hakikatleri gözönüne koymuş oluyor:
Hayat çok şevkli ve ateşli hale gelebilir, insanların kurtuluşu için Allahın
vasıta ve kaynakları da gerçek çok mucizevîdir; bu gibi kaynakları, insanlara
ulaştırmak yolunda fencilerin, psikolog ve psikiyatristlerin öncülere has büyük
gayretleri vasıta olmuştur.
Din
daima birliğe, ve yalnız Allah’ın birliğine değil, insanın da haddi zatında
birliğine ehemmiyetle işaret etmiştir. Burada da psikoterapi dinî görüş ve
emeline yaklaşıyor. Psikanalizin mucidi Sigmond Freud’un belki kendisi de
farkında olmadan hakikaten ruhanî bir maksadı vardı. Mademki her insan Allahın
suretince halkolunmuştur ve Allah birdir; şu halde, insan, kendisinin ikiye
ayrılmış, yani derununda iç savaşı olan bir şahsiyet haline gelmesine müsaade
ederse, İlâhî bir sureti olduğunu inkâr etmiş olur. Psikoterapinin işi,
insanda, onu Allah’ın birliğine mümasil bir birlik haline getiren hissî ve
psikolojik bir bütünlük yaratmak yolunda, dinin gayretine muadildir.
Din
ve psikiyatri birbirlerine zıt olmaktan çok uzaktır; bilâkis birbirlerini
tamamlarlar. Her biri, diğerinin muvaffak olmadığı veya en zayıf bulunduğu
noktalarda insana destek olmağa muktedirdir. Psikiyatrinin, din yerini almak
tehlikesi olmadığı gibi, bundan böyle dinin de gittikçe kabarıp yükselen ve
insanları saplanıp kalmış oldukları keder ve karışıklık sığ kayalıklarından
açık sulara indiren psikolojik bilgi dalgasını geri durdurmasına imkân yoktur.
Tedirgin ve huzursuz hale düşmüş beşeriyet, hem dine hem de psikolojiye
muhtaçtır, insanlar artık, ne kendilerini izhar edilmiş olan Allah’ın kelâmından
ne de «keşfolunmuş psikoloji» den gelecek yardımdan mahrum bırakmamalıdırlar.
Ancak bu iki muazzam akıntının birleştiği yerde kalb huzuru bulabiliriz.
Asrın
adamı, dinamik psikoloji ile peygamber dininin muazzam akıntılarının birleştiği
yerde kalb huzuru bulması mümkündür demekle, acaba ben, sahih' (ortodoks)
sayılan itikatlara aykırı mı hareket ediyorum? Din, bütün harikûlâde
başarılarıyla beraber, insanların psişik hayatlarındaki bir çok marazi
vicdanların, sonsuz karışıklıkların ve elîm çarpıklıkların mesulüdür dersem,
inkilâpçı mı sayılırım? Din bugüne kadar hastalığın ârazını sebepleriyle
karıştırıyor ve sathî tedavilerden kolayca memnun oluyor. Bundan başka, garp
âleminde, çocukluk devresinde kalmış din eksik değildir. Belki de insanların
çoğu kendileri de olgun olmadıkları için bu türlü çocuk dininden memnundurlar.
Fakat benim kanaatim şudur ki, daha iyi bir cemiyetin olgun fertlere ihtiyacı
olacaktır, o olgunluğu elde etmek için de din kendisi olgunlaşmalıdır.
Şunu
demek istiyorum ki, Copernicus ve Darwin’le barış yapmış olan din, Freud’le de
barış yapmalıdır; ben bu kanaatteyim. Bugün din, fundamentalist mezhepler
hariç, asrın astronomi ve biyoloji ilimleriyle fazla çekişmiyor. Din ile fen
arasında bir barış muahedesi akdi, yıllar, hattâ asırlar sürmüştür. Belki de
teolojinin teleskop ve mikroskopla mücadelesi, kısmen insan tabiatindeki
gururun icabıdır, insanların şöyle bir fikirde teselli bulmaları ve o fikre
tutunmaları tabiidir: Dünya hilkatin merkezi, İlâhî mahlûk olan insan da dünya
kuruldu kurulalı yer yüzündeki bütün mahlûkattan ayrı tutulmuştur. Fakat şimdi
artık barış yapılmış, ileri adım alınmış, din ve fen birbiriyle kaynaştırılmış
bulunmaktadır. Bugün daha mühim bir kaynaşma husule getirilmek gerektir. Din,
bugünün psikolojisi ile barış yapmalıdır, ve buna da âhenk bakımından değil
insan ırkına getireceği ölçüsüz menfaatten dolayı yapmalıdır.
An’anevî
bir dinin kucağında buldukları sükûndan memnun olan mutlu kimselere hitap
etmiyorum. Sükûn ve huzura götüren yolu kendileri bulmuş olan mistiklere de
diyeceğim yok. Ümidim şu ki, bu sahifeler, asrımız dünyasında eski teolojilere
veya eski psikolojilere avdet edemeyen, huzurları bozulmuş ve ruhları hakiki
sükûnu arayan kimselerle, ellerindeki geniş kaynak ve vasıtalarla işbirliği
edip kuvvetlerini birleştirecek bir din ve psikolojiden, yeni bir hayat yolu
arayan insanlar yardım görür. Asrın psikolojisinin yardımlarını memnuniyetle
kabul eden bir din, beşerî fenalıklarla mücadelesinde değişme ve yaratıcılık
yollarına baş vurur; beşer tabiatının kötülüğünü bilir, fakat ondan dolayı
meyus olamaz; ne insanın iyiiğine karşı saf davranır ne de insan kudreti
hakkında bedbin olur. Böyle bir din sadece ulvî hayatı ve bu hayatın büyük
hedeflerini tarif etmekle kalmaz, bu hayatın mutlak ve zarurî olan vasıtalarını
temin eder. İnsanlar, niçin sevgiden ziyade nefrete mütemayildir; niçin korkuya
düşerler; niçin kendilerini sakat ruh haletlerine teslim ederler, ve gönülleri
insandan daha büyük Kudrete karşı niçin şekva ile dolar; din, dinamik psikoloji
vasıtalarının yardımıyla bütün bunlara daha esaslı surette nüfuz edebilecektir.
Aynı zamanda, daha rahat bir vicdan, daha az sahte bir sevgi, daha sağlam bir
cesaret, ve Allah’la, hayat verici, tam bir alâka nasıl elde edilir, daha mâkul
bir din bütün bunları insanların gözü önüne koyacaktır.
Bir
çoklarının küfür sayabilecekleri bu bahislere dalarken, bu dünyadan çoktan
göçmüş olan eski dostum ve üstadımın buruşmuş dudaklarındaki memnuniyet
gülüşünü şimdi de görür gibi oluyorum. Tekrar bana şöyle diyor: «Allah, denize
dökülen bütün çay ve ırmakçıkların hangi yollardan geldiğini araştırmaz. Hayat
suları onun elindedir, ve kurtuluş arayan her yolcunun tutması mukadder olan
yolu görür. Fırkalar ve ortodoks akideler geçer, fakat insanın, Allah’ın
verdiği huzura doğru giden yolu zamandan âzade ve hiç bozulmaz bir halde
değişmeden ilerler.»
Reybî
(skeptik) ligiyle tanınmış Montaigne, «İnsan çaresiz olarak ahlâkî teşebbüse
sokulmuş ahlâkdışı bir mahlûktur,» demişti. Çünkü insan, yağmacı, yırtıcı ve
günahlı olmakla beraber, bir takım ideallere sahip olmadan da yaşıyamaz; karşı
konulmaz bir zaruret onu iyilik ve hakikati aramağa sevkeder. İnsan böyle
yaratılmıştır. Meyva vermek bir ağacın tabiati icabından olduğu gibi, insan
oğlunun tabiati icabı da hem iyiliği hem de kötülüğü bilmektir.
Filiz
sürme kabiliyeti olan bu kuvvetler, insanlığın ta hamurunda olmasaydı, insan
oğullan hiç bir zaman meydana ideal ve ahlâk ölçüleri getirmezlerdi.
Peygamberler ve azizler de insanı kusurlarından dolayı çok şiddetle azarladıkları
halde, onlar bile anlamışlardı ki insanın eli ve ayağı olduğu ne kadar
muhakkaksa, ruhunda «yavaş ve lâtif bir ses» in bulunduğu da şüphe kaldırmaz.
Ahlâkî kaideye göre yaşamağa muvaffak olamayınca, insandaki kendini suçlu
hissetme kabiliyeti onun vicdan ve ruha malik bir mahlûk olduğunu ispat eder.
Filozof
Kant, «Bence, yaldızlı göklerle ahlâkî vicdan kadar Allah’ın büyüklüğünü mukni
surette ispat eden hiç bir şey yoktur,» diyor. Freud buna şu istihza ile dolu
acı sözleri ilâve ediyor: «Yıldızlar muhakkak ki birer harikadır, fakat insan
vicdanına gelince, bana kalırsa bu biraz da kusurlu bir hilkattir.» Sahiden şu
inkâr edilemez bir hakikattir ki, bize ahlâk yolunda rehber olan bu aynı
harikulâde hassa, çok kere sadistik bir köle efendisi, kendi kendini suçlu
çıkaran bir şeytan, ve yorulmak bilmez bir günah bezirganı rolünü oynar. Bu
vicdanî hâletlerin mucip olduğu zararın haddi hesabı yoktur. Dimağî ve bedenî
hastalıklarımızın büyük kısmı — bir çok korkular, endişeler ve kinler — insanın
bütün hayatı müddetince ektiği sahte vicdan tohumlarının mahsulüdür.
Bir
de hakikî vicdan vardır, buna şüphe olamaz. Bunun, kendi kendinden nefret veya
insanın daima kendi sözde liyakatsizliğini tebarüz ettirmeğe yeltenen hislerle
alâkası yoktur. Erich Fromm’un dediği gibi hakikî vicdan «Bölünmez şahsiyetin
bir kısmını teşkil eder; bu vicdanın emirlerine göre hareket etmek bütün olan
bir benliğe delildir.» Vicdanın bu şekli olgunluğun en üstün alâmetidir: onu,
hekimin, hocanın ve artistin hedef tuttuğu iğilmez miyarlarda görürüz; bu
vicdan, çocuklarını sevgi ve fedakârlıkla büyüten her anne ile babada kendini
gösterir. Lincoln’lar ve Roosevelt’ler gibi fakiri koruyan ve felâketzedelere
el uzatan zatların seslerinde hakiki vicdanın derin akislerini işitiriz. Bunlar
insanın kendi hemcinsine karşı olan sevgisinin en ulvî delilleri, Cenabı
Hakkın, bizzat halketmiş olduğu insanlar vasıtasiyle bize hitap eden sesidir.
Ne
yazık ki vicdan sesi her zaman bu yüksek ve sıhhatli ifade şeklinde tezahür
etmez. Çok kere, mazide yaşamış bir takım din liderleri gibi daima insanın
kötülüğünü tebarüz ettirir. Bunların feryadı bir çok garp dincilerinin
feryadıdır: «Tövbe et, ey sen zavallı bir böcek olan insan! Kendi elindeki
değnekle dövün. Suçlu ruhunu vicdan kamçısıyla yaralayıp berele; yoksa Allah’ın
indinde makbul olamazsın.»
Bu
sakat ve günaha batmış halden Allah değil din mesuldür. Bununla beraber, dinin
lehinde söylenebilecek bir takım hafifletici sebepler var, bu inkâr edilemez.
İnsan vicdanının teşekkülü işinde suç ve günah mefhumlarını esas tutmak her
halde lâzımdı, çünkü bu insanın adam öldürme, zina ve yamyamlık gibi iptidaî
şevki tabiîlerini frenlemek için çok lüzumlu ve değerli unsurlardı. Bu emir ve
ahkâm insanların, beşer medeniyetinin ilk limanlarına varmasına yardım eden fener
kuleleri olmuştur. Bu çok cazip hikâyenin özü hemen hemen şudur:
Din
doğduğu zaman, insan oğlu tam vahşi çocukluk devresinden çıkıyordu. İlk ve
mühim ihtiyaçları, henüz doğruyu yanlışı ayırt etmeyi bilmeyen bir dünya içinde
monogami, aile sadakati, kardeş şefkati ve sosyal adalet gibi yüksek idealleri
tesis etmekti. İyilik ile kötülük arasındaki tezadı şiddetle göstermek haklı
bir hareketti; kötü cevki tabiîlerimiz ehlileştirilip, iyi şevki tabiîlerimize
hizmet etmek üzere koşulmadan evvel, sıkı hudutların tesbit edilmesi icap
ediyordu. İnsan hayatının olancasını kaplamak gibi muazzam bir işe girişmeden,
din, ıslah olmamış insan ruhunun kıyılarında kuvvetli bir köprü başı tutmak
mecburiyetinde bulunuyordu.
Freud,
beşer hayatının ilk safhaları için lüzumlu olan bu keyfiyeti, her ferdin
hayatının inkişafındaki ilk safhalar için de lüzumlu olduğunu meydana
çıkarmıştır. Çocukluğumuzda, iyiyi kötüyü, hattâ hayal ile hakikati ayırt
edemeyiz. Annelerimiz, babalarımız isyankâr şevki tabiîlerimize gem vurmak, otoritenin
tatsız ilâcını zorla gırtlağımızdan aşağıya boşaltmakla mükelleftirler.
Serbestlik, kendine güvenme, ve başına buyrukluk meziyetleri, bedenlerimizin
gelişmesi ve ruhlarımızın inkişafı uğrunda, sonraya bırakılmalıdır.
Beşeriyetin, çocukluktan ilk gençlik devresine geçme safhalarında, dinin,
ahlâkî tavır kaidelerini kategorik emirler halinde arzetmesi gerçekten
lüzumludur. Bu gibi memnuniyetler ve müsaadeler vasıtasiyle, bir vicdan, büyüme
halinde olan bir şahsiyetin hayat tezgâhında dokunarak işlenir.
Şu
kadar var ki pek çok kereler, çocukluğun sığınakları olgun yaşın hapishaneleri
haline gelir; başkalarına güvenme, kararsızlık za’fına yol açar ve çoklarımız
geçmiş yılların zincirlerinden kendimizi kurtarmağa korkarız. Dindeki yanlış
bir fikir o korkuya hâlâ müsaade ediyor ve o zincirleri kuvvetleştiriyor, erkek
kadın bütün insanların, hayali hakikatten, rüyayı müspet işten ayırt etmeleri
icap eden yaşta da, onların hâlâ çocukluk ve ilk gençlik devrelerindeki vicdana
bağlı kalmalarına yardım ediyor.
Asırlar
boyunca din üstadları ahlâka aykırı bir düşünce ile ahlâka mugayir bir fiil
arasındaki farkı nadiren görebilmişlerdir. Bilâkis, haset, şehvet veya her
hangi bir yıkıcı düşünce, böyle bir fiil kadar kötüdür, iddiasında
bulunmuşlardır. Arzu her hangi bir günahlı fiile müsavidir, umdesinin tesiri
altında bulunan Hıristiyanlık, (nitekim încil muharriri Matta yüreğinde şehvet
düşünen insan zina etmiş olur diye iddia eder), insanlara her kötü arr zuyu
boğmalarını tavsiye eder, çünkü aksi takdirde ebedî lânet çukuruna düşerler.
Kötülüğe
karşı savaşta dinin bütün tâbiyesi bir tek kelime ile tarif olunabilir:
Zaptınefs (repression). Çek az istisna ile Garp dinleri, insanlar, nefsanî
düşünce ve hislerini ancak kuvvet yolu ile zaptederek iyi insan olabilirler iddiasındadırlar.
«Günah» ın korkunç sesini susturmak için kullandığımız bu nefsi zapt ve
hapsetme mekanizması, bugünün insanının ruhunu kamçılıyan bir çok keder,
hastalık, ve endişenin müsebbibidir.
Hiç
şüphe yok ki, bu «boğ veya bastır» formülü, beşeriyet için ulvî hayatı sağlamak
hususunda büyük bir muvaffakıyetsizliğe uğramıştır. Bu muvaffakıyetsizliğin
acıklı ve çirkin delilleri şahsî hayatlarımızı ağırlaştırır, sosyal terakkimize
engel olur. Akıl hastalıklarının yayılması, dünyaya hâkim olan güvensizlik
hali, evlilik hayatlarındaki zıtlıklar, şahsî sıkıntılardan başka harbler,
kıtaller; bütün bunlar, kötülük problemine karşı dinin tuttuğu klâsik yolun
eksikliğini ispat eder. Duyguları hapsetme tekniği, yâni mesut yaşamanın ilk ve
mübrem malzemesi olarak bütün aksi ve nefsanî düşüncelerin inkârı keyfiyeti,
muvaffak olamamıştır.
Hakikatte,
hepimizin de ahlâkdışı hayalleri ve ahlâkî olmayan emellerimiz vardır. Bunlar
insanların ölümlü levazımıdır. Bunların varlığını inkâra imkân yoktur; bu
düşünce ve hayalleri zihnimizin iç mahzenine gömmek, suç, tecavüz, ve hattâ
bedenî hastalık gibi şeyleri dâvet etmek olur!
Dinamik
psikoloji ispat etmiştir ki, kötülük, şuurun gözü önünden uzaklaştırılırsa,
sadece yer altına gider. Çocukça utanç ve öfke bir hakikattir, bu, inkâr veya
red yoluyla yok edilemez; sadece kilit altına alınmıştır, yâni ruh âlemimizin
mahzeni içine bir potansiyel dinamit saklanmıştır. Zalimce duyguları hapis yolu
ile çileden çıkmış bir hale gelen teamüle zıt ve pek de makbul olmayan
saiklerimiz yeni yeni kılıklarla meydana çıkmak suretiyle bizi şaşırtır. Bizim
için en kötü birer iç düşman kesilir, âsabımıza saldırır, kalb huzurumuzu
çember içine alır, hayatta muvaffak olamamış insanlara mahsus hisleri bize
telkin ederek bizi harap, gönül üzüntüsü ve aşağılık hisleriyle muazzep eder,
ve bizi arzumuz hilâfına ifrattan tefrite sevkeder. Tansiyonumuz yükselir,
yahut midemizde ülser hâsıl olur (Mayo klinik hekimlerinden Dr. Alvarez mide
ülserine «Medeniyetin yara izi» adını vermiştir.) An’anevî dinin tesiri ile
içlerindeki her serseri arzuyu kökünden söküp atmağa çalışan bir takım insanlar
bazen kendi kendilerine eza eden masochistler veya çekilmez mütaassıp
şahsiyetler haline girerler. Bir çok «iyi»
denilen
kimseler var ki bunlar, eşlerine, çocuklarına veya cemiyete türlü türlü
eziyetler çektirmek suretiyle hayatlarındaki muazzam «iç yalan» ımn acısını
çıkarırlar.
iptidaî
ilcaları bütün bütün bastırıp boğmak, sadece imkânsız değil, doğrudan doğruya
zararlıdır. Çünkü memnuniyet verici hakikat şu merkezdedir: Bizim ihtiraslı
ilcalarımızdaki tabiî enerji cemiyete çok faydalı olabilecek kanallara
yöneltilebilir. «Sublimation (yüceltme)» adını alan bu ameliye, insan hayatında
en esaslı, ruhanileştirici âmildir. En kıymetli İçtimaî ve zihnî
faaliyetlerimizden bir çoğu enerjilerini aslında şehvanî kaynaklardan alır.
Cerrahın hüneri bazan, çocuklukta kesmek arzusunun sublimation’u olarak
gösterilebilecek çok güzel bir misaldir. Ne esas enerjilerimizin mevcudiyetini
inkâr ne de bunları dolu dizgin salıvermek insanın vazifesi değildir. Önce
utanç duymağa lüzum görmeden, enerjimizin enstenktif kaynaklarını kabul etmeli,
sonra da bu enerjiyi, sanat, fen, güzellik, iyilik ve saadet gibi İlâhî
denebilecek şekillere sokmağa çalışmalıyız.
Din
ekseriyetle insanları, melekimsi olmayan tabiat]e. rini çok dolaşık bir hale
sokmağa teşvik etmiştir. Halbuki dinamik psikoloji, insanları, iç hayatlarının
rahatsız edici ve nâhoş cihetlerini satha çıkarmağa teşvik eder. Dinamik
psikolojinin harikûlâde muvaffakiyetlerini meydana koyan yüzlerce klinik ve
lâboratuvarın işini inkâr etmek elimizden gelmez. Bunların tecrübe ile faydası
sabit olmuş metodu, erkek, kadın, her hangi bir insanı söyletmek, «içlerini
dökme» lerine müsaade etmektir; ve bu «iç boşaltma» lan neticesinde, bu
insanların ruhunda gömülü olan saatli bombaları ziyansız hale koymaktır.
Düşünce
ve fiil arasındaki farkı iyice tâyin etmek, saiklerimizin asıl tabiatini ve
psişik sistemimizdeki rollerini açıklamak suretiyle psikoterapi, fenalık
probleminin halline doğru emniyet verici bir yol açmıştır. Bu cepheden
gelen
hayret verici müjde şudur: İnsanlar antisosyal saiklerini inkâr etmek veya
onları bastırmakla değil, onların mevcudiyetini kabul etmek ve onlarla karşı
karşıya gelmek suretiyle yenebilirler.
Bu
şiddetli baskı altına alınmış ilcaları sözle ifade etmek haddizatında fiil
arzusunu eksiltir. Bu belki başlangıçta acayip ve paradoksik görünebilir, fakat
tecrübe ile sabit olmuştur ki normal insanlar, yüreklerinde gömülü bulunan arzu
ve hırslarını sözle ifade edince, ahlâka mugayir ve yıkıcı hisleri idare edilir
hale geliyor. Korku ve endişeden kurtulmuş bu erkek ve kadınlar hekimin
yanından, enerjilerini, sohbet ve yapıcı saadet kanallarına sarfetmeğe hazır
serbest insanlar olarak çıkmaktadırlar.
Bedenî
rahatsızlıklar da ruhî hastalıklar da bazan mucizevî bir şekilde kayboluyor.
Ruh hekimi, meselâ, tansiyon, ülser veya asm (asthma) gibi alelâde bir bedenî
hastalığı olan adamı alıyor, yavaş yavaş onu kendi endişelerini,
mücadelelerini, öfkelerini ve arzularını anlatmağa teşvik ediyor. Hasta bakıyor
ki, bu suretle en antisosyal düşüncelerini, sözlerinden çok fena antisosyal
neticeler çıkmasına sebep olmadan anlatabilecek.
Şüphesiz,
bu metod, an’anevî din usulüne tamamen aykırıdır. Kötü düşüncelerimizi kanun
dışı edecek yerde, bunları mevcut diye kabul etmeğe teşvik oulnuyoruz, ve bu
suretle benliğimizin şuurlu kısmı ile bunları yüzleştiriyor, silâhlarını
ellerinden alıyor, onları yeniyor, hattâ enerjilerini yapıcı kanallara çevirtip
faydalı kılıyoruz.
Diyeceksiniz
ki, «İtiraf (günah çıkarma) da aynı işi görmez mi? Ve bu suretle düşüncelerini
papaza anlatmak kâfi değil mi?» Şu halde gözümüz önüne konan sual şudur: Bir
insanın günahlarını bir papaza veya din reisine itiraf etmesiyle bir
psikanaliste endişe ve dertlerini anlatması arasındaki fark nedir? Hem şekil
hem de mahiyet itibariyle bir çok farklar vardır. Hemen diyeyim ki, psikiyatrik
tetkiklerden alınmış yeni hakikatleri iyice hazmetmiş münevver papazlar itiraf
hâdisesini çok faydalı hale koyabilirler, ve koyuyorlar da... Bunun gibi
pastörler ve hahamlar da, şahıslar arasındaki alâkalar, ve beşerî ilcalarla
alâkadar yeni hakikatleri öğrendikçe, dinî öğütleri, şaşırmış ve ıstıraba
düşmüş insanlar için çok verimli bir yardım kaynağı yapabilir. Fakat şu da inkâr
edilemez ki dinî itiraf, vicdanın üstünden bir çok yükleri kaldırmakla beraber,
ameliye ekseriyetle fazla sathî olur, ve bu ameliye neticesinde, karakteri
esasından ve temelli surette değiştirebilecek kuvvet çok nâdir görülür. Dinî
itiraf olgunluktan ziyade kefareti hedef tutar; halbuki psikiyatri günahlara
nâdim olmaktan ziyade insanların bu gibi şeylerin üstüne çıkmalarını, artık
böyle hareketleri küçüklük sayacak dereceye gelmelerini ister.
itiraf,
mahiyeti itibariyle derunî suçluluk duygusunu kuvvetlendirmeğe yarar. Bir
günahkâr, papaza, babasına giden kabahatli bir çocuk gibi, aff dilemek ve
cezaya çarpılmak üzere gider. Muhtelif derecede günahlar için ne gibi pahalar
ödiyeceğini zaten tecrübe ile öğrenmiştir; böyle her zaman tekrarlanan
köhneleşmiş bir itiraf ve ceza ameliyesi neticesinde nasıl bir iç gelişmesi
beklenebilir? itiraf ameliyesi insan hayatının ancak sathına tesir edebilir.
Günah çıkaran din lideri de, nadim olan adamın içyüzünü görmeğe uğraşmaz. Bu
itiraf sistemi vasıtasiyle insanın gönlü biraz ferahlıyabilirse de ne karakteri
değişebilir ne de «günah» inin psikojenik kökleri meydana çıkar.
Bunu
bir misal ile anlatayım. Çok büyük ıztıraba düşmüş bir adam var. Evlidir, yaşı
da otuz beş. Günün birinde ıztıraba dayanamıyor, dinî öğütçüsüne gidip, derdini
anlatıyor. Adamın, evlilik hayatı dışında bir ilişiği var. Bu yüzden karısına
ve ailesine verdiği acıyı derinden duymaktadır. Yaptığının yanlış olduğunu
biliyor. Rahip bu adama zinanın hem Allah hem de insan gözünde çok çirkin bir
günah olduğunu söylüyor, ve derhal bu rabıtaya bir son vermesini tenbih ediyor.
Adam peki diyor, fakat büyük bir iç mücadelesinden sonra yine bunu devam
ettiriyor. Rahibinin verdiği öğüt bir işe yaramamış oluyor, çünkü o zat, bu
adamı bu işe sevkeden sebepleri aydınlatmağa çalışmamıştır. Sadece bu adama
«iradesini» kullanıp öbür kadından «vazgeçmesini» söylemiştir. Bu öğütlerin ne
kadar faydasız olduğunu her din lideri bilir.
Buna
benzer bir vaziyeti anlatırken, Sigmond Freud, hayatında ilk defa olarak otelde
kalan bir cahil köylünün başına gelen hâdiseyi misal olarak gösteriyor. Köylü
yatmağa hazırlanırken mum söndürür gibi elektrik ampulünü üflemeğe başlıyor.
Üflüyor, üflüyor, nafile... ış.k cönmüyor. Tabiî elektrik düğmesini çevirmeyi
öğrenmeden, o ışığı söndürmesine imkân olamaz. Zina günahına düşen bir adam
için de bu böyledir. Dünyada bulunan bütün irade kuvvetleri onun bu yakışıksız
hareketinin sebebini söndüremez. Ona elektrik düğmesinin yeri gösterilmeden,
adam kendisinin gayri meş’ur hayatında işlemekte olan bu kuvvetli cereyanı
idare etmekten âciz kalır.
Psikoloji,
itiraf ameliyesinden tamamen farklı olarak, derdin tohumunu üreten yeri arayıp
meydana çıkarır. O sadakatsiz koca meselesinde, derdin nevrotik kaynağını yok
eder, zararlı saiklerin istikametini değiştirir ve insanı zayıf bir çocuk
halinden çıkarır, olgun yaşta bir adam haline bilfiil getirir. Tahlil sayesinde
bu adam nevrotik hareketlerinin o âna kadar gizli kalmış sebeplerini görür, ve
asıl başlangıçlarına kadar izlerini araştırır. Bu ona «elektrik düğmesinin»
yerini göstermiş olur, ve hayatında bulunan zararlı cereyanı ne suretle
söndürmesi gerektiğini öğretir.
Bütün
bunlar, yardım arayan insanın derununda «suçlu bir vicdan» yaratmadan elde
edilebilir. Bundan başka, adam bakıyor ki, derunî ilcalarını ve endişelerini
anlatmak hekimin elinden ceza görmeyi icap ettirmiyor; her hangi bir hükme
mâruz kalmadan derdini anlatabiliyor. Sonra, hayretle görüyor ki, karşısında
onu ne takdir ne de takbih edecek bir tavır yok; sadece, sakin, bitaraf, ve
şifa verici bir anlayış var. Ona şöyle yap böyle yap ta demiyorlar, fakat kendi
nefsiyle samimî şekilde karşı karşıya gelmiş olmaktan ileri gelen bir kuvvet
duyuyor ve müstakil olarak kendi kararlarını veriyor. Öfke, ihtiras, kızgınlık,
kıskançlık ve şehvet hislerini açığa vururken, bunları bir prospektif içinde
görmeğe başlar. Çoktan hapsedilmiş olan bu ilcalardan birçoğunun, kendi
hayatının bu olgunluk devresine ait hislerin heyeti umumiyesi içinde ne kadar
boş ve yersiz olduğunu görür. Bunların aslım tâ çocukluğunun gürültülü
devresinde bulur, ve şimdiki kıymet mefhumunun daha geniş çerçevesine aykırı
geldiklerini anlar, netice, olarak ta şimdi yeni kazanmış olduğu yaratıcı
ışığın aydınlığında bunları kendiliğinden reddeder.
Şu
halde, dünya itiraf yoluyla psikolojik ifade tarzı arasındaki farkların
bazıları bunlardır. Doğru veya yanlış yolu görmesi bir dinî ustaya bağlı olan
adam, ekseriyetle rahatsız edici suç hissinin ve kararsız endişelerin
gölgesinde yaşadığı hayata devam eder. Bundan başka, böyîe bir adam daima papazdan
veya pastörden ödünç almış olduğu bir vicdana malik olmk tehlikesinde olur.
Onun derunundaki «tatlı yavaş ses» (vicdan sesi ) başkalarının emirlerinden ve
yasaklarından ibaret kalır. Daima haricî bir nizama tâbi ahlâkî bir köledir.
Mühim
bir ruh tedavisi ameliyesinden geçmiş birisi kendi iç benliği hakkında bir çok
dersler öğrenmiş olur; bunlar arasında en değerlisi şudur: İç huzuru ve olgun
vicdana götüren yol, kendi nefsini mahkûm etmek değil, kendi benliğini
anlamaktır. Bütün benliğine korkusuzca bakmak suretiyle, olgun bir şahsiyete ne
gibi işler yaraştığını anlar. Çocukluğun ve ilk gençliğin hayaletleriyle
karşılaşır — mazinin hatırlanmayan hücrelerinde kapalı kalmış bir takım
hayaletler — bunların onunla karşı karşıya gelmesiyle kaybolması bir olur.
Sözle ifade vasıtasiyle şuurun beyaz perdesine aksettirilince, korkutucu
düşünceler, dehşet verici hayaller, suçla yüklü rüyalar ele avuca sığar bir hal
alır. Adam kendi kendine şöyle demeyi öğrenir: «işte yine şu iğrenç düşünce, o
şehvet arzusu, o şahsiyeti küçülten temayül. Ben hepinizi de tanıyorum, sizin
hakikî kılığınızı gördüğüm için artık sizden korkmuyorum. Sizi «repression»
hücresine hapsettiğim müddetçe siz gözüme dev gibi görünüyordunuz; halbuki
şimdi anlıyorum ki siz ufacık, biçimsiz cücelersiniz. Bundan sonra artık siz
beni zalimce veya ahlâksızca hareketlerde bulunmağa ve bu suretle hem kendimi
hem de sevdiklerimi incitmeğe mecbur edemezsiniz. Ey mazinin umacıları, siz
artık aydınlığa çıktınız, ve bu aydınlıkta, benim üzerimdeki bütün zorlayıcı
kudretinizi kaybetmiş bulunuyorsunuz.»
Bu
kurtuluş ameliyesi günlük hayattan bir misalle tasvir edilebilir. Bir erkek gençliğinde, güzel bir kıza âşık oluyor. Talih
bu iki sevgiliyi ayırıyor; erkek bu hayali aklından bir türlü çıkarmıyor,
hayatın kendisine arzettiği bütün saadet imkânlarını reddediyor, çünkü
sevgilisini kaybettiği zaman onunla beraber her şeyi kaybetmiştir kanaati
kafasında kökleşmiştir. Aradan yıllar geçiyor; bir gün çatlak sesli, çehresi
huysuzluk ve bayağılıkların izleriyle dolu şirret bir kadına rastgeliyor. Bu
kim olsa beğenirsiniz? Adamın eski sevgilisi! Adamcağız öğreniyor ki, o genç
kızda bulmuş olduğu ideal faziletlerin çoğu kendi muhayyilesinin eseriymiş. O
zaman talihin kendisini nelerden esirgediğini anlıyor. Bir gençlik hayaline
bütün hislerini esir ettiğine meğerse ne yazık etmiş. Sevip kaybetmiş olduğu
kadının hakikî mahiyeti karşısında, hâtırasının zincirinden kurtulmağa kuvvet
buluyor. Şimdi hayalindeki idealin kesif tabakasını sıyırıp onun hakikî
benliğine bakınca, kendi haline gülecek kuvveti, kendinde buluyor; artık on£
azap veren yürek acısından kurtulmuştur. Hakikati gözünün önüne açan bu
dakikalarda, o, mazinin kuvvetli tesirinden kurtulmuştur.
Vicdan
birçok kılıklarda bizden öc alır. Kurbanını hastalığa, deliliğe, hattâ intihara
kadar vardıracak kabiliyette maskeli bir işkencecidir. Psikiyatrinin derin
tetkiklere dayanan buluşları var. O meyanda, meselâ, intihar, suçlu bir
vicdanın sahibine yüklettiği bir kefaret farzediliyor. Kendini öldürmeğe kalkışan
kimse kendi «cürmüne» kefaret olarak bedenini kurban etmek arzusuna düşüyor.
İlmin
en dikkate lâyık yeniliklerinden biri olan psikosomatik tıb şu hakikati ispat
etmektedir: Çok sayıda iyi erkek ve kadınlar; kendi benliklerini her beşer
tabiatinde bulunan bütün unsurî ve ham saikleri ve tabiî şevkleriyle beraber
tanıyıp kabul etmesini öğrenmiş olmadıklarından, farkında olmadan, kendilerini
mahvediyorlar. Çok mükemmel bir genç hatırlıyorum. Bu genç adam, annesi
öldükten sonra, kendisi de asmdan (asthma) öldü. Sebep? Annesinin sevmediği bir
kızla evlenmiş olması keyfiyetinin vicdanında doğurduğu suçluluk duygusu, onun
güzel bir kadınla giriştiği evlilik hayatının zevkini çıkarmasına mâni olmakla
kalmamış, onu beş yıl süren bir hastalığa, sonra da ölüme kadar götürmüştür.
Şu
muhakkak ki, olgun olmayan bir doğru, yanlış mefhum seviyesi üzerine takılıp
kalmıyan daha mülâyim bir vicdan sistemi, olgun yaşa gelmiş normal insanların
iç huzuru için çok mühimdir. Din artık şu hakikati kabul etmelidir ki antisosyal
saiklerimiz hapsedilip mevcudiyeti inkâr edilmekle hemen realite sahnesinden
kaybolmaz; bunlara göstereceğimiz cani muamelesi nispetinde bizden alacakları
öc de şiddetli olur. Hayal sahasında saikıerini tam bir «repression» a
uğratmağa çalışan olgun yaşta insanlar, ya bedenlerine yahut ta ruhlarına
harabiyet getirirler.
Gelecek
zamanın dini, psikiyatristin defterinden bir sahife almalıdır; bununla
insanlara, kabule lâyık olmayan ilcalarına karşı mülâyim davranmayı, onları
ulvîleştirmeyi ve aynı zamanda onları bir disipline tâbi tutarak daha güzel ve
daha cömertçe bir iş programına bağlamayı öğretmelidir. Yaşça olgun erkek ve
kadınlara, herkesin benliğinde de aslında antisosyal arzular ve hayaller
olduğunu anlıyacak kuvveti vermelidir. Bunlar hapsedilmekten ziyade
mevcudiyetleri kabul olunduğu takdirde, mühim iş sahasında bize hâkim
olmalarına mâni olabiliriz.
Bundan
başka, normal erkek ve kadınlar, onlar bunu müdrik olsalar da olmasalar da,
güvenilir vicdanlara maliktirler. Sadece şu hakikati bilmek bile insanın
gönlünü açan bir keyfiyettir: Allah bize, sağlam beşer vicdanı vasıtasiyle
kendi İlâhî varlığını hususî surette izhar etmiştir; bütün dünyayı tutan ve
mihveri üstünde çevirten de bu vicdandır. Çünkü bizi, medarımızdan ayrılıp
acayip veya yanlış yollara sapmağa sevkeden bütün iğvalı arzulara rağmen
çoğumuz yanlışı, doğruyu tefrik eden faydalı ve sağlam duygulara sahibiz. İşte
hem kendi hayatımızda hem de etrafımızdaki insanların hayatında bir «serenite»
(feraği bal) magnetik sahası yaratan, bu iyi ayarlanmış, dayanıklı ve sağlam
vicdandır.
Gözümüze,
âsabımıza ve hazım cihazımıza nasıl güveniyorsak, öylece vicdanımıza güvenmeyi
öğrenmeliyiz. Harvard’lı tanınmış bir psikiyatrist anlatıyor: Genç bir kadın
bir korku hastalığına tutuluyor; aklına gelen ve adam öldürmeye kadar giden bir
takım kötülükleri işlemekten korkuyor. Bu ruh hâletinin sebepleri araştırılınca
görülüyor ki, kadın her işte lüzumundan çok fazla kocasına bel bağlamış; günün
birinde kocası asker olmuş, harbe gitmiş. Kadıncağız hep onun koymuş olduğu
ahlâk kanunlarına pek fazla güvenmiş, her şeyi ondan beklemiş; onun gitmesiyle
bu emniyet vasıtası meydandan kalkınca, kadın kendi içindeki kötü temayüllere
kurban gidecek diye marazî bir korku haline kendini kaptırmış. Doktor bu kadını
telkinle iyi ediyor, ve ona ispat ediyor ki kendisi de başkaları gibi normal
bir insandır; kendisinin de mâkûl ve çok güzel ahlâk ölçüleri vardır, fakat hiç
bir zaman bunları kullanmağa cesaret etmemiştir. Kadının hali, tıpkı «Ya
adalelerim beni tutamazsa» diye yürümekten korkan bir adamın haline benzer.
Şunu bilmemiz lâzım ki adalelerimiz gibi vicdanlarımız da biz farkında olmadan
ve anlamadan gelişir, ve biz insanlar, bunların her ikisine de güvenebiliriz.
Hekimlerimiz, vicdan harekâtı hakkında, ordu savaş yorgunluğu ve harbin iras
ettiği asabî karışıklıkları tedavi sahasında psikiyatriye neler kazandırdığını,
din öğrenmelidir. Bu harb, çeşitli psikiyatrik teknikler vasıtasiyle, vicdanı
teşkil eden üç unsuru harekete getirmek, yâni, korku, suç ve endişe duyularını
sözle anlatmayı mümkün kılmak suretiyle mucizevî, bir takım tedavi usullerinin
keşfine yol açmıştır. Bu suretle, dillerinin açılması, binlerce askeri maddî ve
mânevî harabiyetten kurtarmıştır. Çok zeki bir çavuş, minnetle şöyle diyor:
«Korkularımı ifade edip, onları alelâde sözlerle anlatınca, bunlar tıpkı buhar
gibi zararsızca tencereden uçup gitti.»
Ufacık
bir çaydanlığı bile iyice tıkayıp, alevli bir ateşin üstüne koyacak olursanız,
bütün bir evi yıkar. Halbuki kuvvetli buhar bulduğu yoldan kaçınca, çaydanlık
neşe ile vıjlar.
Bu,
herkes, her iş için, hemen ruh hekimine koşsun demek değildir. Vicdan
hayaletleri çok kere, bir arkadaş, kardeş veya ahbapla da konuşarak
giderilebilir. Çünkü, bizi anlıyan birisine içimizi açınca, yüklerimiz
ekseriyetle hafifler; bu büyük bir hakikattir. Bunu yaparken de mühim bir şey
keşfederiz. Görürüz ki muhatabımız da, bazen öfkeli düşünceler ve şehvanî
hâletlerden sıkıntı çekiyor, bu müşterek hislerin mevcudiyetini keşfetmek ise,
çok kere müşterek olarak bu sıkıntılardan kurtulmamıza vesile olur.
Nazarî
olarak din, seven ve affeden bir Allah’ı öğretmekle insanların sükûne ve iç
huzuruna kavuşmasını temin etmek ister. Fakat amelî olarak, dinlerin çoğunda
pek çok gazap ve ceza unsurları vardır. Bu nevi ciiz’î dine dayanan vicdan bizi
korkak insanlar yapar, ve sanki babasının her an inebilecek yumruğundan korkan
bir çocuğun vaziyetine kor. Bütün bu korkularımızı bir yana bırakıp, kendimizi
ne yaramaz çocuklar ne de lekesiz melekler halinde değil, bütün beşerî
kusurlarımızla olgun yaşa gelmiş insanlar gözüyle görmeliyiz.
Ne
gariptir ki din çok kereler bir insanın başkalarına karşı vazifelerini idrak
hususunda çok ince ve lastikli olduğu halde, insanın kendi kendine karşı olan
vazifesi hususunda basit görüşlüdür. Dine göre, insanların, birbiriyle olan
muamelelerinde nasıl hareket etmeleri gerektir; bu, sanki bu aynı insanlar,
kendi kendilerine karşı olan muamelelerinde doğuştan bilgili ve usta imişler
gibi bütün teferruatiyle onlara öğretilmelidir... Din ve din ahlâkının zayıf
noktalarından biri budur.
Hakikatte,
başkalarına karşı zalimlik ve katılık ahlâka zıttır diye, insanlara
öğretiliyor; kendinden nefret hissinin de aynı derecede feci ve ahlâka zıt
olduğu da bu insanlara öğretilmelidir.
Sevgi
ve nefret bazen başkalarına bazen da kendimize karşı duyulan hislerdir. Bugünün
psikolojisinin büyük buluşlarından biri de şudur: Kendi kendimize karşı
aldığımız vaziyet, başkalarına karşı olan vaz’ımız kadar, hattâ bazen daha
karışıktır. Dinin emri «Komşunu kendin gibi seveceksin» dir. Bu emri şimdi
şöyle tefsir edebilecek vaziyette bulunuyoruz: «Kendini uygun şekilde sevecek,
sonra da komşunu seveceksin!»
New
York’un belli sosyal hizmet liderlerinden birine, bir sosyete hanımından mektup
geliyor. Bu hanım, New York çocuklarına yardım işinde bu zatın servis koluna
katılmak arzusunu bildirmektedir. Kadın kendi kusurlarını uzun boylu cayıyor ve
nihayet «Belki sizin dâvanız uğrunda sarfedeceğim gayret benim bu kusurlarımı
örter,» diyor. Bu mektubun gecikmeyen cevabı şudur: «Sayın Hanımefendi! Sizin
gerçekten muhteşem kusurlarınız, şimdilik çok fazla büyüktür. Hiç bir şey sizi
bunların acısını tevazuunuzun kurbanlarından çıkarmanıza mâni olamaz. Size
tavsiyem şudur: Önce kendinize karşı sevginizi artırınız, sonra başkalarına
sevgi dağıtmağa kalkışın.»
Din
ve din ahlâkı sahalarının bir çok salâniyettarları bu görüş noktasını hoş
görmiyecekler, ve diyecekler ki: «Sen, insanlara kendi kendilerini sevmeyi
tavsiye etmekle çok tehlikeli bir doktrini ortaya atmış bulunuyorsun; çünkü
bununla, zaten kuvvetli olan benlikçilik duyuluna, bir müeyyide vermiş
oluyorsun. İnsanlar esasen kendi kendilerini lüzumundan çok fazla severler.
Kendini sevmek kötü şeydir; bu arzuyu kökünden kesmek lâzımdır; hayatın hakikî
ülküsü nefis sevgisini boğup, kendini başkalarının hizmetine vakfetmektir.
İnsanlara öğretilecek şeyler işte bunlardır.»
Benlikçiliği
kötüleyip altruizmi yükseltmek dinin eski an’anesidir. Muhakkak ki çok değerli
bir hedefi gözönünde tutar; fakat beşer tabiatini hesaplamakta bir çok
yanlışlıklar vardır. Hakikaten elimizde olmadan kendi kendimize. karşı iyi
miyiz? Deliller bunun aksini gösteriyor. İnsanlar kendi kendilerine karşı iyi
olmayı arzu edebilirler, fakat bu gayeye ulaşmak için ne kadar yanlış ve
idraksizce hareket ederler! Hakikat şudur ki; kendimize, ekseriyetle
başkalarına ettiğimizden daha katı, daha taassuplu ve daha intikamcı şekilde
muamele ederiz. İntihar, kendini sakatlama, sarhoşluk, uyuşturucu maddelere
düşkünlük, ve daha türlü türlü suiistimaller, insanın kendi kendisini ne
derecelere düşürebileceğini gösteren acı delillerdir. Bu kendinden nefret
duygusu, yalnız zayıf seciyelilerle delilere inhisar etmez. Tanınmış Amerikalı
muharrir
John
Jay Chapman gibi bir adam kendi nefsinden şiddetle nefret ederdi. Bir tanıdıkla
aralarında geçen bir münakaşadan sonra, elini alevli ateşin içine sokuyor;
neticesi feci. Cerrahlar, Chapman’in elini kesmek mecburiyetinde kalıyorlar.
Artist Van Gogh yine böyle ehemmiyetsiz bir sebeple kendi kulağını kesmiştir.
îyi tanınmış bir gazete sahibi, yaptığı bir hovardalığa pişman oluyor, kendini
kaynar su teknesine atıyor. Bunlar ifratlı vakalardır. Fakat alelâde insanların
hayatında nefse karşı yapılan suikastlar, zararlar, günlük hâdiselerdir.
Bu
gibi hareketler insanın yalnız kendisine değil, cemiyete karşı da cinayet
kabîlindendir. Kendinden nefret eden, kendi kabiliyetlerine, kudretlerine, ve
rikkat hislerine karşı hürmet hissi olmayan kimse, başkalarına da hürmet
edemez. Kendi biçimsizleşmiş suretini başkalarında görünce, onlardan da için
için nefret eder, insanın kendi şahsiyetine karşı besliyeceği sevgi, kardeşçe
bir cemiyetin ve ferdî kalb huzurunun temelidir. Kendimizi sevelim demekle
kendimizin üzerine titriyelim, kibir ve gurura gidelim demiyorum. Fakat ısrarla
diyorum ki, iyi ve ahlâkî bir hayat yapısının esas malzemesinden olarak insan
kendi kendisine lâyıkiyle saygı beslemesini bilmeli, ve bir zatın dediği gibi
«Bir insan kendi kendisine dostça bir hürmetle arkadaşlık etmeli.» Derin
mânasiyle, önce kendi özümüzle ehlî alâkalarımızda barışık olmalıyız ki
başkalariyle olan alâkalarımızda da iyi olalım.
Bugünün
psikolojisi, bize öğretiyor ki: Kalb huzuru bulmağa muvaffak olmayışımızın
sebeplerinden biri de, kendi kendimize iyi muamele etmesini öğrenmemiş
olduğumuzdan ileri gelmektedir; bunun neticesi olarak ta başkalarına karşı
nasıl davranacağımızı öğrenmemiş bulunuyoruz. Psikoloji, sahte bir benlik
sevgisinin ve yıkıcı bir benlikten nefretin altında saklı bulunan sebepleri
açığa vuruyor. Din, psikoloji ile birleşince, hakikî benlik sevgisinin ne
olduğunu pek iyi gösterebilir.
Nazarî
olarak, din daima, hakikî benlik sevgisini inkişaf ettirmeğe çalışmıştır.
Daima, her insanın şahsiyetinin ayrı bir kıymeti vardır, ve her insan kudsîdir,
diye telkinatta bulunmuştur. Fakat bu kudsiyeti gerçekleştirmek işini
başarmakta şaşılacak derecede zayıf kalmıştır. Biliyoruz ki akıl hastaneleri,
kendi bedenlerini sakatlıyan ifratçılarla doludur. Fakat bütün dünya sokakları,
kendi kendilerini suçlu çıkarma ve benliklerini alçaltma yollariyle görünmez
şekillerde kendilerini aklî ve mânevî olarak sakatlıyan sayısız insanlarla
doludur. Benliğe karşı sahte vaziyetlerin örneklerini araştırıp, insan
şahsiyetinin daima değişen ve birbirini nakzeden evolution’u hakkında
psikolojinin keşfetmiş olduğu keyfiyetleri öğrenmemizin zamanı gelmiştir.
insan
benliğiyle bu benliğin inkişafı hikâyesi gerçek çok meraklı bir romandır. Hem
de kahramanlar, maceralar, yiğitlikler, bozgunlarla dolu bir roman. Olgunluğa
ve huzura erişmek için, bu tenliğin gitmesi gereken yol tehlikeler, engeller,
ve yanlış mefhumlarla doludur. Bu yanlış mefhumların en büyüğü şudur: Benlik
insanın doğuşunda bulunan bir cevherdir, hususiyetleri de önceden teşekkül
etmiş ve değişmez unsurlardır.
Ne
müthiş yanlış!
İnsan
benliği bir atiye değildir; bir başarıdır. Tanrının dimağından mütekâmil
şekilde çıkmış ve değişmez bir realite değildir. Bilâkis, çok emekle kazanılan
bir ilerlemedir, hem de yolda birçok aslanlarla karşılaşmak, hakikî ve hayalî
birçok canavarları yenmek suretiyle... Bir benliği kazanmak, daimî bir
muharebe, sürekli bir ameliyedir, ve öyle bir muzafferiyettir ki kalbimizin son
darbesine kadar ikmal edilemez.
«Benlik
romanı» nın başlangıcında, kendimizi uğultulu ve gürültülü bir karışıklıkla yüz
yüze buluruz. Gözlerimiz uyku halinden, realite haline geçmek üzere açılır, ve
ne görür, donuk ışıklar, hayal meyal şekiller. Kulağımıza bir takım sesler
gelir, bazısı bizi teskin eder, kimisi korkutur; sonra altımızda sallanan,
kayan zemine kendimizi yavaş yavaş alıştırırken, durmadan çalışan kafalarımız
da burada ufacık bir nizam kurmağa, orada miniminicik bir mâna görmeğe başlar.
Hislerimiz silâhsızdır, müdafaasız ve tazedir; büyüklerin dünyasını saran muhit
içinde şimşek gibi çakan gerginlikleri hissederiz. Yavaş yavaş kendimizi acayip
çocukluk ülkesine alıştırırız, fakat kuytu köşelerde pusuya yatmış bir çok
tehlikeler, ve açık bir ovayı süpürüp geçen soğuk rüzgârlar gibi garip his
fırtınaları durmadan karşımıza çıkar. Ana babalarımızın bize mahsus sevgi
ülkesine bir rakibin girişi, yeni bir kardeşin dünyaya gelişi; uyku halinde
bulunan kıskançlık devleri uyanır. Korku, öfke, emniyetsizlik ve acı hisler, bu
büyüme devremizde nice günlerin güneşini karartır.
En
ilk çocukluk devremizin malı olan adacığa sahip olacak hale gelir gelmez,
bakarız ki bizi yeni ve daha acayip bir dünyaya atıverirler: «Mektep» denilen
bu dünya bizi hem korkutur, hem de büyüler. Arkadaşlarımızla rekabet,
kuvvetimizin acemi şekillerde denenmesi, ilk gençlik devresinin güç halleri, bu
devrenin, güzelliğini bozan ufak tefek muvaffakıyetsizlikler ve büyük ziyanlar,
büyüme ameliyesinin karışık nimetlerini reddetmemize vesile olur. Geçmiş
zamana, eski hallere, daha emniyette bulunduğumuz devreye dönmeyi arzu ederiz.
İlk
gençlik çağında bulunan çocuk, çok kere o çok sevdiği eski çocukluk ülkesine
dönmek ister; çünkü orada daha az rekabet vardı, ve her şeyi kendisine
başkaları veriyordu. Hayatın her yeni merhalesi, hislerimizi sarsar, ve mazinin
kırpıntılarından, ve eski kalıpların kıymetli kırık parçalarından yeni
vaziyetler bina etmeğe sevkeder.
Derece
derece, eğer iyi ayarlanmış bir olgun yaşa gelirsek, eski devrelerdeki
menfaatlerimizin kaybını hoş görmeyi öğreniriz. Muasırlarımızın rekabetini
karşılar, kendi kabiliyetlerimizi ve benliğimizi çok acı duymadan başkalarıyla
paylaşmayı öğreniriz. Cezaya ve zıtlıklara lüzumsuz ve fazla endişe duymadan
tahammül edebiliriz, iyice anlarız ki yolumuz ileridedir ve artık geriye
dönmeğe imkân yoktur; esasen böyle bir ric’at ancak üzüntüyü mucip olur.
Bu
olgunluk yolundaki tuzaklardan sağ kurtulmayanlar da vardır. Bir çok kimseler,
çocukluk veya ilk gençlik hallerinden kurtulamaz ve benlik inkişafının
olgunlaşmamış bir derecesine takılıp orada kalırlar. Aile geçimsizliği,
dağılmış bir yuva, ana veya baba tarafından reddolunma veya bedenî bir kusurdan
dolayı farklı muamele görme, büyüme halindeki «ego» nun yolunu şaşırtır, ve
benliğe karşı mâkûl bir sevgi yerine insanda sakat bir kendinden tiksinme hissi
uyanır. Bu ise «narcissizm» e yol açar. Narcissizm kendi kendine hayranlığın
tersine dönmüş şeklidir ki kendinden tiksinme hissinden ileri gelmiş ve onunla
karışmıştır.
Bu
noktayı basit bir misal aydınlatabilir. Anababasının sevgisine son derecede
muhtaç bir küçük çocuk, bu çok derin arzusundan mahrum bir haldedir. Anası ile
babası birbirinden nefret etmektedirler, bu çocuk onların bir ân evvel
birbirlerinden kurtulmasına engel olduğu için, onu kendilerine yük sayıyorlar.
Kendisini sevmeleri gereken bu iki kişi tarafından reddolunmuş vaziyette
bulunan bu yavrucuk, kendi değersizliğine inanıyor; bu yüzden, içindeki bütün
sevgi kabiliyetini kendi benliğine çevirmekle mahrumiyetinin yerini dolduruyor,
ve annesi ile babasının yerine kendi kendini seviyor. Böyle bir çocuk, kendi
benliğinin duvarları arasına hapsolunmuş, hiç kimseyi sevemeyen ve kimsenin
sevgisini benliğine sokamayan bir bedbaht olur. Böyle bir narcissizm, kendini
sevmenin çok sakat bir şeklidir, sevilmemekten, aşağılık duygusundan ve maske
altında yaşamaktan ileri gelen bir haldir.
Dr.
Robert Lindner «Gayesiz Âsi» adlı kitabında yirmi üç yaşında bir suçlunun
hayatını tetkik ediyor, ve tâ çocukluğuna ait hâdiseleri gözden geçirerek
temayüllerinin köklerini araştırıyor. Ne buluyor? Çocuğun babası son derecede
sadist bir adammış, annesi de çocuğu müdafaa edecek kudrette değilmiş. Çocuk
nasıl bir his altında büyüyor? «Bu dünyada beni seven insan yoktur; bu katı
kalbli dünyadan elime geçireceğim her şeyi ancak kılıcım hakkiyle
alabileceğim,» diye düşünüyor. Çocuk kendini, düşman bir muhit içinde tek
başına görüyor, herkes yabancıdır, herkes düşman. Nihayet ağır vaziyetlere, ve
günün birinde bir hekimin şefkatli eline düşüyor. Hekimin dirayet ve şefkatinin
karşısında derdini döküyor ve dermanını buluyor. Bu sayede narcissizm
felâketinden kurtulup, hayatın korkusuzca bir alış veriş dünyası olduğunu idrâk
ederek yeni bir hayata kavuşuyor.
Bir
takım narcissistler kendi kendilerini öldürecek derecede severler. Bütün
pencereleri ayna haline konmuş kapalı bir odanın içinde kendi kendilerini
boğarlar. Stephen Vincent Benet «John Brown’un Cesedi» adlı eserinde bir
narcissist’in feci hayatını tasvir ediyor. Lucy adında güzel bir cenuplu kadın,
kendi kendisine son derecede düşkündür; ve bu sakat sevgi, aşırı dereceleri
bulmuştur. Bu yüzden evlenme ve bir başkasının kendi vücuduna mâlik olması
fikri kadını çıldırtıyor. Aynanın karşısına geçip, vücudunu seyrederek
hislerini şöyle ifade ediyor:
«Şekerim, seni seviyorum,» diye fısıldadı,
«Seni seviyorum, şekerim.
Seni benim kadar kimse sevmez, öyle değil mi, canım?
Senin ne şeker olduğunu Lucy’den başka kim bilir?
Evlenmiyeceksin, şekerim; beni bırakıp gitmiyeceksin.
Biz onların hepsini hoş tutup eğleniriz, şekerim.
«Her zaman bizimle dansedecek sevgililer,
Bizi oynatacak havalar varsın olsun!
Fakat beni bırakıp gitmiyeceksin, şekerim.
buna ben dayanamam!
Sen beni bırakıp bir erkeğe varamazsın!»
Bu
nevi narcissizm belki kendini sevme gibi gözükür, fakat sahte bir histir.
Kendine hürmetten mahrum bir kendine düşkünlük hissidir. Yukarıda gösterdiğimiz
iki misaldeki şahsın vaziyeti de, hapsedilmiş inkişaf hâdiseleridir. Bunlar hiç
bir zaman gerçekten kendi kendilerini ne sevmişler, ne de kendilerinden emin
olmuşlar. Birincisi her zaman benliğine işlemiş olan değersizlik kanaatini
örtmek, İkincisi ise, kendi hayalinde sevimli bir şahsiyet yaratmış ve. başka
türlüsünü görmeğe cesareti yoktur. Dr. Schilder, «İnsanın Ülküleri ve
Arzuları» adlı eserinde dediği gibi, narcissist, İçtimaî alâkalarında daima
çarpıktır. Başkalarını, sadece sevgi ve takdir dağıtan insanlar halinde görür.
Kendisi de başkalarından takdir görmedikçe bir türlü memnun olamaz.»
Bu
aşırı egosantrik duygu çok kereler ceza şeklinde kendini gösterir. Egosantrik
enerji, kendini medhü senâ •kuruntularına hasreder, normal meşguliyetlerden ve
sevilecek herhangi haricî şeyden uzak durur. Netice? Meslekî
muvaffakıyetsizlik ve insanı aşağılatan ıstırap. Böyle bir adam, sanki bağrında
kendini için için kemiren, durmadan ve her zaman artan miktarlarda sevgi ve
takdir yemi istiyen bir kurt varmış gibi, daima ıstırap içindedir. O, olgun
yaşa gelmiş hiç bir mâkûl insanın bekliyemiyeceği tip ve miktarda gıdanın
eksikliğinin verdiği açhk içinde kıvranmaktadırl Bozulan yuvalar, işte veya
cemiyet içinde geçimsizlik, hattâ beşer duygularının kuvvetlisi olan anne veya
baba sevgisinin boğulması bu bebeklik hissinin neticelerindendir.
«Ego»
nun kat’ettiği olgunluk yolu üstünde kendinden nefret veya kendini yok etmek
temayüllerine çok rasgelinir. Hakikatte, bir insanın kendi nefsine karşı daima
daha zalim olabilmesi biraz da hücuma hazır vaziyette bulunmasından ileri
gelir. Başkaları, tecavüzlerimize hedef olmak için daima yanımızda hazır
değildir. Halbuki, bizim kendi benliğimiz, uykuda bile, hücuma uğramağa hazır
bir kale, yıkılabilecek bir istihkâm, veya mahvedilebilecek bir düşman
vaziyetinde her zaman elimizin ulaşabileceği bir yerdedir. İntihar, insanın
mutlaka kendi kendini sevmediğini ispat eden aşırı bir delildir. Bir çok
insanlar, kabiliyetlerini, enerjilerini, ve yaratıcı meziyetlerini harap etmek
suretiyle bütün hayatlarını kısmî intiharlarla geçirirler. Sahiden, çok kere
bir insan, başkalarına karşı iyi olmayı, kendi kendine karşı iyi olmaktan çok
daha kolay öğrenebilir.
Geçen
yirmi yılın büyük facialarından biri, Amerika’nın en yüksek muharrirlerinden
biri olan F. Scott Fitzgerald’in, benliği yanlış tefsir etme yüzünden kısmî
intiharıdır. Kabiliyeti bu kadar âşikâr, yolu bu derecede açık olan bir adamın
hayatında zenginlik ve neşeden başka bir şeyin ne işi vardı? Halbuki bu zat,
mantıksız ve esassız bir çok korkulara ve benliğinden şüpheye düştüğünden,
hayatının en verimli olması gereken yılları verimsiz, kurak ve kendinden
nefretin verdiği sarsıntı içinde geçti.
Kendi
kendimize karşı bin bir türlü şekilde saygı ve şefkatten ziyade tiksinti ve
katılık gösteririz. Aşağılık duyguları, kendinden nefret hissinin en umumî
ârazındandır. Komşularımıza, hiç de sahip olmadıkları kabiliyet ve kudretleri
atfettiğimiz zamanlar az mıdır? Kendimizi onlardan aşağı görürüz; bu şekilde
kendini hakir görmekten ve küçük saymaktan da ne ölçüsüz facialar çıkar!
Gözümüze batan bu başkaları gibi olmayı isteriz; onların giydiklerini giymek,
satın aldıkları eşya gibisini almak; onlar gibi konuşmak ve onlar gibi hareket
etmek isteriz. Onların kabiliyetleri hakkında zihnimizde büyüttüğümüz fikri
kendimize karşı kullandığımız silâh olur, ve elimizde bu silâh, kendimizi
tenkide dalar, içimizden kendimize kötek ziyafetleri çekeriz. Bütün bunlar bir
başka şahsiyetin mihrabı karşısında olur. Buradaki «kıyası fâsit» kendimizi,
türlü türlü kusur ve kabahatlerle yüklü ve bir türlü dönmeyen bir «ameliye»,
başkalarını ise, tamamlanmış, kusursuz kimseler, hem de cilâsı ve bütün süsü
ile beraber mükemmel bünyeler halinde görmemizdir. Halbuki bütün insanların da
iç benliklerinde bozguna uğramış nice cenklerin izlerini taşıdıklarını
düşünecek olursak kendimize karşı biraz daha insaflı davranırız.
Kendini
olduğundan daha değersiz görme fi’linin misallerine her gün rastlarız. Bu en
fazla, genç kızlarda görülür; bu genç kızlar sanki iyi bir erkeğe lâyık
değilmişler hissi ile muazzep ve bedbaht olurlar. Daha başka misaller de
çoktur. Hiç bir zaman muvaffak olamıyacağını düşünerek karşısına çıkan normal
fırsatlardan istifadeye cesaret edemeyen iş adamı tipi; arkadaşlarının her zaman
kendinden daha bilgili ve daha kabiliyetli olduğunu düşünen meslek adamı;
üniversite imtihanından korkan genç; sosyal hayatta başkalarının parlak
kabiliyetlerine nispetle kendini silik gören sevimli kadın; içten kendi
kendilerine karşı nefret besliyen bütün bu insanlar, kendi kendilerinin
dâvasını gören ve kendi haklarında yanlış hükümler vererek hakikî
kabiliyetlerini darağacına gönderen hâkimlerdir.
Bu
aşağılık duygusuyla ipnotize edilmiş bir halde yaşayan birine söyliyeceğimiz
şudur: «İşin garibi, hiç kimse sizi kendi gözünüzle görmüyor. Hakikatte siz,
kuvvetli; dirayetli ve muvaffak olmuş bir şahsiyetsiniz. Elinizde bulunan ham
maddelerle oldukça iyi bir benlik yaratmışsınız. Aile yurdunuz, işiniz ve bir
de adınız var. Sizi kendi şahsiyetiniz için seven ve sayan kimseler var. Şu
halde bu şahsiyete siyah gözlükle bakan bir sizsiniz; yazık değil mi? Sizin bu
husustaki şahsî kanaatiniz yanlıştır. Şu siyah gözlüğü bir kere çıkarın
bakalım; kendinize olgun yaşa gelmiş insanlar dünyasında bir mevki verin, ve anlayınız
ki, o dünyanın taleplerini karşılayacak kuvvet ve istidat sizde de vardır. Siz
kendi tahmininizden daha kabiliyetli, daha kudretli ve daha yaratıcı bir
adamsınız.»
Benliğe
karşı bu kara, bulanık endişeler ve çarpık vaziyetler, birçok yollarda kendini
gösterir. Meselâ, bir çocuğun babası ölüyor. Bu ölüm hâdisesi, çocuğa münasip
bir şekilde anlatılacağına, yavrucağız kendini bir muamma karşısında bulur ve
neticede kendini terkedilmiş ve tek başına kalmış bir vaziyette görür. Babası
evini bırakmış kaçmış zanneder. Çocuk büyür, fakat şuuru altında daima bir his
vardır: Dostları, patronları, cemiyet, herkes onu reddedecek korkusu.
Çocukluğunda büyüklerin bir düşüncesizce hareketi yüzünden çocuk kendine
güvenmek hissinden mahrum kalmıştır. Çocuk o zaman babasının isteyerek
kendisini terketmediğini anlamıyordu, sevseydi bırakıp gitmezdi,» düşüncesi
ebediyyen kökleşmiş oldu.
İnsanların
çarpık düşüncelerinin kökünü arayacak olursak, buna benzer birçok misaller
buluruz. İşte size bir çocuk ki, büyükleri tarafından sevilmesi şarta bağlı
olmuştur; anababasının tam istediği gibi hareket ederse, onu Gevecekler.
Gördüğünüz duygusuz serdar, veya katı kalpli materyalist belki böyle bir hissin
neticesinde meydana gelmiş, ve içinde kökleşmiş olan emniyetsizlik hislerini
kapatmak için daima mevki ve iktidar peşinden koşmuştur. Başka bir misal: Bir
kadın, çocukluğunda daima başkaları ona bakmış, herkes onu pohpohlamış ve hiç
kimse onun biraz da kendine güvenmesi icap ettiğini öğretmemiş. Hayatında daima
muztariptir, birkaç kere evlenmiş, ayrılmış; çünkü hiç birinde işini gücünü
bırakıp kendisine hizmet edecek bir müşfik anne bulamamış.
Gözleri
derini göremeyenlerce büyük âşık timsali diye adı çıkmış olan Don Juan
hakikatte ömründe ne sevmiş, ne de sevilmiştir. Sayısız muvaffakiyetleri,
ruhunda bir aşk istidadı olmadığını, hattâ sevebileceğine bile inanmadığını
kendi kendinden gizlemek için yapılan hareketlerdir. Bütün hayatı bir kaçış ve
arayıştan ibaret olmuştur. Hep sevmek peşinden koşmuş, ve sevginin
mevcudiyetine inanmadığını kendi kendine itiraf etmekten kaçmıştır.
Bunlar
hepimizin de görüp bilmesi gereken çok ehemmiyetli noktalardır: Kendi kendimize
karşı nelerde yanlış vaziyet alıyoruz; hakikatte ne olduğumuzu ve nasıl olmamız
gerektiğini biliyor muyuz, yoksa yalnız düşüncelere mi kendimizi kaptırmış
bulunuyoruz? Bazılarımız, kendi kendilerini seviyor zannederler, halbuki
hakikatte r.akat egoist düşüncelerle kendi benliğimizi mahvediyoruz. Ya kendi
faziletlerimize ve kabiliyetlerimize karşı katı bir nefret yahut da uyuşturucu
bir egosantrikliğin gayri meş’ur kurbanları oluruz. Narsisizm denilen bu sahte
ego sevgisinden ve masochism denilen o yıkıcı egodan nefretten kurtulunca, hem
kendi benliğimizle, hem de başkalarıyla dost olacak hale geliriz. O’ zaman
hakikî ego sevgisi yoluna girmiş oluruz. Böyle ego sevgisi borçok şeyleri ifade
eder, fakat asıl kökü kendi kendine * hizmettir. Dünyada hiç bir erkek veya
kadın, feragat sanatını ve bunun kadar esaslı olan benliğini hakikî haliyle
kabul etme hünerini öğrenmedikçe kendine hürmet hissi besliyemez.
Kalb
huzuruna kavuşmak isteyen her şahıs, daha mükemmel ve teminatlı şeylere sahip
olabilmek için, birçok şeylerden feragat etmek hünerini öğrenmelidir. Bu son
derecede ehemmiyetli ve güç bir adımdır. Ağlayınca, hemen karnımızı
doyururlardı; bir şeyden korkunca derhal bizi yatıştırır, ve korurlardı; hasta
olunca, bize bakar, iyi ederlerdi. Bize düşen iş sadece feryadı basmaktı,
hemen, büyükler etrafımızda dört döner, bizi okşar, istediklerimizi yaparlardı.
Çocukluk halinde, feragat nedir, hemen hemen hiç bilmeyiz. Çocuk aklı, istediği
şeyin gecikmesini hazmedemez. Fakat büyüdükçe öğreniriz ki, beşer inkişafının
her merhalesi, bizi muhtelif şeyleri teraziye koyup, bazılarını diğerlerinin
hatırı için feda etmeğe da~/et eder.
Santayana,
şu sözlerle en harikulâde mütalâlarından birini bize sunmuş oluyor: «Hayatta
büyük güçlük, insanın iyiyi mi, kötüyü mü seçeyim diye düşünmesinde değil,
iyilikle iyilik arasında intihap yapmasındadır.» Meselâ, bir insan büyük bir
Shakespeare artisti veya kudretli bir vâiz olmak suretiyle teşkilâtçı yaratıcı
kabiliyetlerini genişletmek ister. Tabiî her ikisini birden yapmasına imkân
yok. Halbuki ilk gençlik devrelerinde, bir arzunun diğer bir arzu ile beraber
gidemeyeceğini, ve bunun için arzular arasında tercih mecburiyetinde
bulunduğumuzu pek anlayamayız.
Genç
bir çocuk kafasında on on beş ayrı mesleği birden düşünüp, ileride şunu mu,
bunu mu yapayım, diye tereddüt eder. Büyükler dünyasında bir mevki yapacak olan
genç adam, bir tek mesleği hakkıyle başarabilmek yolunda birçok mesleklerden
feragat etmesi gerektir. His sahasında da bu böyiedir. İlk gençlik yaşında
bulunan birisi sevgi hislerinin mevzuunu değiştirebilir; fakat bu zamanın
monogam olan sosyal hayatında, olgun yaşta bir adamın ilk gençlik devresinde
bir çocuk gibi hareket ederek hem kendini; hem de ailesini kararsız ve sebatsız
his ve hayallerine feda etmesi bir facia olur.
Zaman;
dönmek bilmez bir oktur; çocukluk ve ilk gençlik zamanlarından geçerken,
üstümüzden soyup attığımız benliğe tekrar dönemeyiz. İlk gençliğin tasasız
elbiselerini tekrar giymeğe çalışan erkek; hislerine çocukluğunun bebek
elbiselerini giydirmeğe yeltenen kadın, bunlar zamanın okunu çevirmeğe uğraşan
acınacak kimselerdir. Vaktiyle, muayyen bir devreye uygun olan fakat sonraki
safhalara hiç de uymayan arzulardan feragat etmesini henüz öğrenmemişlerdir.
İnsan varlığının ifade et tiği mâna, kapıların, birçok kapıların kapanmasıdır;
yoksa asıl büyük kapı, olgun sevgi ve olgun yaşa mahsus başarı kapısı açılamaz.
Uygun
ile uygunsuzu ayırt etmeyi öğrenmeden hiç kimse hakikî benliğe hürmeti
öğrenemez. Olgun bir incan sıfatiyle vazife mes’uliyetleri yüklenmeyi öğrenmeli
ve seçmiş olduğu herhangi bir sahada, sevgi, evlilik, meslek ve yarış sahasında
kendi hakikî kabiliyetini geliştirmelidir. Kendisinin artık ilişiksiz, serbest
bir insan atomu olmadığını kendi kendine sadece söylemekle kalmamalı, bunu iç
benliğinde iyice hissetmelidir. Böyle bir adam: «Her bir hareketim, havuza
atılmış bir çakıltaşı gibidir; başkalarının hayatında gittikçe büyüyen dalgalar
husule getirir,» demelidir.
Feragat
ekseriyetle acıdır; bunun için hayal hayatımızın pelerinli kılıçlı romantik
şahıslarının yakasına yapışır, bir türlü kendimizi onlardan koparamayız. Gerçi,
hayale dalıp da kendimizi vaktiyle olmak istediğimiz galip âşık, büyük
kahraman, veya meşhur fenci tasavvur etmemizden kimseye bir zarar gelmez. Fakat
çocukluk hayallerini bilfiil yaşamağa kalkışmak, veya olgun yaşın imkân ve
imkânsızlık arasına çekmiş olduğu mâniaları yıkmağa çalışmak, hem abes, hem de
tehlikeli bir iş olur.
Nihayet,
çocuklarımızın, dostlarımızın, hattâ sevgililerimizin yalnız bizim olsunlar
diye mânâsız şekilde yakalarına sarılma hareketinden vazgeçmemiz icap eder.
Şahsiyetler büyümeli ve Cari Sandburg’un dediği gibi «Parmaklarımızı gevşetip
tuttuğumuzu salıverecek ve güle güle git diyecek» kadar içimiz genişlemelidir.
Bu gibi feragatler sadece sözle yapılmamalı. İmkânsız arzularımıza ve ele
geçmesi kabil olmayan ihtiraslarımıza cevap olarak içten gelen bir «Hayır»
demeli, ve bu feragatin bize ne ifade ettiğini, bizden ne istediğini katiyetle
bilmeliyiz.
Feragatle,
hisleri haps (repression) arasında bir fark olduğunu unutmıyalım. Bütün
ihtiraslarını ve arzularını hapseden ve onları her realiteden mahrum bırakan
şahıs, perişanlık yolunu tutmuştur. Diğer taraftan, değersiz ve gerçekleşmesine
imkân olmayan arzularını şuurlu surette tanıyan kimse ise, hayatını olduğu gibi
görmek ve bu suretle tuttuğu yolun sebeplerini göz önünde tutmak suretiyle
kendini kuvvetlendirmiş olur. Kendi kendine, şu sözleri söyleyebilen bir insan,
hislerini hapsetmeden feragat yolundaki dirayet seviyesine çıkmış demektir:
«Biliyorum ki, içimde daha ilk gençlikten eser var; fakat yine biliyorum ki,
şimdi bende olan olgunlaşmış hayat modelini bozmağa kalkışırsam hem kendi
hayatımı, hem de başkalarınınkini mahvedebilirim; bunun için, daimî ve sabit
saadet uğrunda ben geçici tecrübeleri seve seve feda ediyorum.»
Ne
zaman feragatle yüz yüze gelir ve hakikî ve sürekli saadetimizin gerçekleşmesi
yolunda esas budur, diye kendimizi ikna edersek, iç mücadelesi ile mânevi
yükten c zaman kurtuluruz. Fen adamı, insana mükâfat vermez gibi görünen
hakikati araştırma uğrunda dünyevî şöhretten feragat eder. Stoik, cefakeş
dâvasını feda etmektense, faşist zorbaların işkencelerine katlanmayı tercih
eder. İsrail kavmi, kâinatın bir tek Allah’ına ve onun ahlâkî şeriat ahkâmına
sadık kalmak için mânevi uzlaşma ve maddî teminata sırtını çevirir; bütün
bunlar yaratıcı feragat misalleridir. Bu feragati öğrenmiş olan kimseler, bir
dakikalık geçici hazlar için değil, ebedî ve bâki kıymetler için yaşamasını
öğrenmiş şahsiyetlerdir; benliğe hürmetin ve kalb huzurunun yegâne kaynakları
bunlardır.
Hakikî
benliğe hürmete götüren ikinci bir yol da kabul yoludur: Gerek kemalimizi
gerekse kusurlarımızı teslim ve kabul etmek... Birçok kimseler, kendi
benliklerini iki yolda tefsir ederler; yâni, iki ayrı odada yaşayan iki ayrı
benliği tasvir ederler. Bir odada faziletlerinin portreleri asılıdır; parlak,
canlı, muhteşem renklerle yapılmıştır; içinde ne bir gölge, ne de muvazene var.
Öbür odada, benliğin mahkûmiyetini gösteren resim asılmıştır — acayip bir nevi
Dorian Gray karikatürü —bu da öteki gibi realiteden uzak bir şekilde kasvet
verici kara veya koyu yeşil renklerle boyanmıştır, içinde ne bir ışık var, ne
de canlılık.
Bu
iki resmi birbirinden ayrı yerlerde saklayacağımıza, ikisine birden bakmamız ve
onları yavaş yavaş birleştirmemiz lâzımdır. Mânen yükseldiğimizi hissettiğimiz
dakikalarda, suç, kin ve utanç gibi unsurları kendi benliğimize mal etmekten
korkarız; ruh sıkıntısına düştüğümüz dakikalarda ise, gerçek bizim olan iyiliği
ve be şanları kendimize mal etmekten çekiniriz.
Hemen
şimdi işe girişip kendimize ait yeni bir portre yapmağa ve benliğimizi olduğu
gibi kabul etmeğe başlamamız gerektir. Biz insanlar mutlak mahlûklar değil,
nisbî mahlûklarız; yaptığımız her iş içinde bir kusur çeşnisi vardır. Ne çok
kereler insan oğlu Allah’la rekabete kalkışır, ve kendi benliklerinden ancak
Cenabı Hakka mahpus şeyler istemek gafletinde bulunur; halbuki mutlak kemal
ancak Allah’ındır! Her insanın içinde hem kırıcı ve zorba, hem de tenkitçi ve
cefakeş bir taraf var. Öyle zamanlar olur ki, tahakküm etmek, yıkmak, kırmak ve
başkasına ıstırap vermek isteriz. Bu gibi temayülleri, şahsiyette bulunan tam
iyiliğin emrine vermek mümkündür ve yapılmalıdır.
Birçok
kimseler, içlerine arasıra gelen yıkıcı hislerden dolayı çok muazzep olur ve
bundan dolayı kendilerini kötü insan sanırlar. Fakat Aristotle: «Bir
kırlangıçla bahar gelmez,» demişti, bizim de bilmemiz gerektir ki bir iki,
hattâ daha fazla nâhoş hususiyetlerden dolayı nâhoş birer şahsiyet olmamız icap
etmez. Edmund Burke, yıllarca evvel beşeriyeti, cemiyette herhangi bir sahte
umumileştirme (generalization) tehlikesine karşı ikaz etmiştir. Bugün de kendi
şahsiyetimiz hakkında böyle bir «umumileştirme» tehlikesinden sakınmalıyız.
Gerek kendi şahsımıza, gerek başkalarına karşı bazen içimize gelen birtakım
nâhoş veya değersiz duygular yüzünden, kendimizi mânen cüzamlı veya ahlâki
paryalar telâkki etmemiz icap etmez; bunu idrâk ettiğimiz anda enfes bir
hürriyet hissine kavuşuruz, içimiz hafifler. Bu duyguları kabul edince
kendimizi olmadığımız bir insan farzetmemize hacet kalmaz. Olduğumuz gibi
olmamız kâfidir! Bu arada şunu da öğreniriz: Eğilmez gurur, iç benliğinin
zaferinin en büyük düşmanıdır; halbuki yumuşak huylu tevazu, yâni kendimizden
melekçe ve imkânsız şeyleri istemediğimiz zamanlarda duyduğumuz tevazu hissi,
ruh huzurunun en büyük müttefikidir.
Çok
kolaylıkla kabul ettiğimiz nice keyfiyetler var. Meselâ, şu dünyamız
değişikliklerle dolu bir âlemdir: içinde nice ırklar, kültürler, âdetler
vardır. Amerika’da millî bünyemizi teşkil eden ve zenginleştiren bu ihtilâfa,
bu çokluğa seviniriz. Bu ihtilâfı ve çokluğu kendi benliğimizde de böylece
kabul etmeyi, biz insan oğullarının birçok hallerden, muharriklerden,
hususiyetlerden, ve hislerden teşekkül etmiş olduğunu bir hakikat diye teslim
etmeyi ve bu hakikatte sevinç bulmayı öğrenmeliyiz. Böyle bir hareket Stevenson’un
çocuk ruhunu aksettiren şu sözlerine daha derin bir mâna verir: «Dünya birçok
şeylerle dopdoludur, ben eminim ki hepimiz de kırallar kadar mesut
olabilirdik.»
Bu
hareket hattı üzerinde ilerleme ağır, bir taraflı ve ekseriyetle cesaret
kırıcıdır. New York’ta bir psikiyatrist iki yıl tedavi ettiği bir ayyaşın
hikâyesini anlatıyor. Bir gün adam, tedavi esnasında yeni bir havadisle
geliyor. Kendisini işinden atmışlar. Doktora diyor ki: «Size bir şey diyeyim
mi, doktor; bu iş bundan bir sene evvel olsaydı, buna tahammül edemezdim. Doğru
meyhaneye gider, kafayı tütsülerdim. Doğrusu, dün akşam canım da bunu istemedi
değil. Fakat düşünüdm ki, bu darbeyi korkmadan kabul edebilir, değerinden
ziyade ona ehemmiyet vermez ve hâdiseyi olduğu gibi görebilirsem, umumî ahvalim
bakımından herhalde daha iyi bir hale gelebilirim. Demek istiyorum ki,
muvaffakiyet gibi, muvaffakıyetsizlik de hayatın büyük tecrübelerindendir;
beşerîdir.»
Doktor
bunu, hastasının hayata karşı vaziyetinde belli bir ilerleme alâmeti diye
kaydetti. Daha sonra, bu adam t aşka bir iş sahasında şaşılacak başarılar
kazanmak suretiyle hekimin teşhisinin doğruluğunu ispat etmiştir. Bir insan
hayatı her safhası ile sevmesini öğrenmişle, ne muvaffakiyet, ne de
muvaffakıyetsizlik onu sürekli şekilde incitemez.
Kendi
benliğimiz hakkında pluralistik (Kesretiye mezhebi görüşüyle.) bir düşünüşe
sahip olabilirsek, sıkıntılı hali, katı kalplilik halini yahut işbirliğinden
kaçınma halini, süreksiz, ve değişken birçok beşerî hallerden biri diye kabul
etmeyi öğreniriz. Böyle pluralistler sıfatiyle kendimizi iyi ve kötü
hasiyetlerimizle olduğumuz gibi kabul eder, kendimizden kolay kırılır bir kemal
istemekten vazgeçeriz. Çünkü bu imkânsızlık bizi ümitsizliğe kadar götürebilir.
Her insanın teşekkülünde hem muvaffakıyetsizlik sebepleri, hem de
muvaffakıyetsizlik unsurları vardır. Her ikisini kabul etmekle beraber,
benliğimizi tanımak yoluyla İkincisini kuvvetlendirmeğe gayret etmeliyiz.
insanlara
uygun şekilde kendi benliklerini sevmeyi öğretmek her dinin vazifesi olmalıdır;
çünkü insan oğlu kendi benliğine karşı yanlış vaziyetlerin esiri olduğu
müddetçe başkalarına karşı da mutlaka yanlış vaziyetler alır. Eğer insan kendi
benliğini sevmezse, komşusunu kendi nefsi gibi nasıl sevebilir?
Bana
öyle geliyor ki, Garp dinlerinin gözümüz önüne •kcymuş olduğu ideal insan
portresi belki bizi korkutmuştur. İnsan oğlunun en derin ihtiyaçlarından biri
intibak zarureti olduğuna göre, bu sun’î ve realiteye uymaz ideale intibak
edebilmek için kendi tabiatlerimiz hakkında kendi kendimizi aldatmış
bulunuyoruz. Bu zıtlık, memnuniyetsizliğimizin en baş sebeplerindendir, ve bunu
halletmedikçe mânevi huzura kavuşamayız.
Yapacağımız
ilk iş, her insanda eşsiz ve sevgi dolu olan kuvvetin «benlik» olduğuna
inanmaktır; bu benlik ise çok kere cemiyeti ezmeğe çalışır. Bunun için elimizde
bulunan bütün kuvvetleri kullanarak ezici ve yıkıcı olan şu intibak bağlarından
kurtulmağa çalışmalıyız. Yoksa, vaktiyle her doğan Çinli kız çocuğunun ayakları
bağlanarak sakatlandığı gibi, bizim de ruhan ve mânen sakatlanmamız
muhakkaktır.
Ben
inhanın nihayetsiz derecede kuvvetlere malik olduğuna inanıyorum. Ona uygun yol
gösterildiği takdirde insan oğlunun elinden gelmeyen şey, iş ve aşk sahasında
başaramıyacağı muvaffakiyet derecesi yoktur. Bununla beraber şunu da kabul
etmeliyiz ki, kuvvetlerimize fiilî başarılar arasında, ferdin benliğine
temessül etmesi icap eden bütün bir kültür dünyası vardır. İşte bu temessül
ameliyesi esnasında, bu «kültürlenme devresi» içindedir ki, işler aykırı gider.
Bilfiil, terbiye sistemimiz (buna aile, mektep, kilise ve başka her kültür kolu
dâhildir) her insanın ferdiyetini, benliğini, hakikî kuvvetini (potential)
bastırmak istikametinde çalışır. Ferdin kendi şahsına münhasır kuvveti,
temayülleri ve kabiliyetleri ekseriyetle anlaşılmaz ve hesaba katılmaz. Anne,
çocuğu çok sual sorduğundan dolayı azarlar; baba, şehir haricindeki mermsr
ocağına muayene edeyim derken geç kaldığı için paylar; hoca kerrat cetvelini
öğreneceğine, bir gemi resmi yaptı diye cezalandırır, öbür çocuklarla
salıvermez. Asıl ferdî ve eşsiz «benliği» feda etmek mukabilinde, bu intibak
zaruretini nâmütenahî çoğaltmak suretiyle cemiyet, «iyi» bir insan meydana
çıkarıyor. Doğduğu saatten öldüğü zamana kadar kuvvetlerini sayısız yollarda
bozmak suretiyle, medeniyet bu ferdin bünyesine öyle katı bir örnek koyuyor ki,
bu fert asıl kendi benliğini ifade etmekten âciz kalır.
Ferdin
inkişafına meydan vermeyen hoca, bunu şuuruyla yapıyor sanmıyalım. Onlar, çok
iyi bir iş başardıklarına kanidirler. Fakat kendi hakikî benliği fikrine sıkı
tutunan, ve nihayette zafer kazanan ferdin ancak kendisidir. Bu mücadele için
ödeyeceği paha ekseriyetle çek yüksektir. İngiliz hükümet mektepleri
sisteminde, doğuştan kendi hakkı olan şairlik kabiliyetinden vazgeçmeyen
Shelley, bir psikiyatriste gidip kekemeliğinden kurtulmak için Şikago’dan New
York’a kadar yayan giden genç, kendilerini büyük meşakkatlere atmak suretiyle
yüksek pahalar ödediler, fakat kendi fikirlerine tutundular; kim olduklarına,
ne olabileceklerine kanidiler, ve benliği için mücadeleye muktedir daha küçük
şehsiyetlerin bastırılıp, yol alacağı bir mücadeleyi kazandılar.
Benliği
bulmak yolundaki bu mücadeleden herkesin mutlaka ya bir dâhi, yahut da bir
evliya olarak çıkması şart değildir. Bunu bilmek, kendi kendimizle barışmamıza
yardım eder. Ferdî ruhlarımızın iç duvarlarına bizzat teselli verecek şu iki
şiarı asarsak kâfidir: Birincisi, «kendine hürmet et»; İkincisi «kendine güven». Bütün kusurların ve başarılarınla kendine hürmet et.
Karakterinde nahoş hususiyetlere hâkim olmak, ve iç benliğindeki doğruluk ile
dışındaki itimadı elde etmek için kendine güven. Bu biJgi ve itimat bizim çek
beşerî olan kenidinizden nefret temayülümüzü eksiltir. Bunlar hakikî benlik
sevgisinin verimli kaynakları olurlar; o sevgi ki, ne kudretlerini mübalâğalı
görür, ne de değerlerini küçümser.
Tevrat’taki
«Komşunu kendin gibi seveceksin» emrinde insanı cezbeden bir tatlılık var.
Bunda, İbranî Kitabı Mukaddesinin koyduğu daha sert kanunlardan bambaş ka
mahiyeti olan beşerî bir rikkat ifadesi görülür. Din, komşu sevgisi fikrini
yakalamış, onu müşfik ellerle asırlar boyunca cilâlanmış, cesaret kırıcı
karanlıklar ve dünyayı saran korkular içinde onu pırıl pırıl haliyle muhafazaya
uğraşmıştır. Harp çılgınlığına düşmüş bir dünyada sevgiden bahsetmek
mânasızdır; fakat bu mücadele de boşuna gitmemiştir. Gerçi buhranlı zamanlarda
insanın insana karşı gösterdiği insaniyetsizlik baş yeri kazanmış gibi
görünmüşse de, her zaman bir Hillel, bir Assisi’li Francis veya bir Nightingale
çıkmış ve insanlara hatırlatmıştır ki, insanda hemcinsine karşı sevgi duyma
kuvveti, beşerin ölmezliğini haber veren başlıca alâmettir.
Hakikaten,
bu asrın ferdiyetçi ahlâkıyatı, bu gökten çıkmış komşu sevgisi mfhumuna gizli
ve aşikâr olarak meydan okumuştur. Politika ve ekonomi sahalarında — ki bunlar
dünyada gezen şu insan oğlunun tipik faaliyetleridir — şu hiç bir umdeye
istinat etmeyen kanaati kafamıza koymuş bulunuyoruz: İnsan kapalı, mühürlü bir
ferttir, ve haricî tesirlerden tamamen masundur. Bu nazariyeye göre insan,
kendi kendini doyuran bir kaynaktır, kendi enerjilerini kendisi hâsıl eden bir
dinamodur. Zaman kapitalizminin esasındaki felsefe «herkes kendi canı için
uğraşır, geriye kalanı şeytan âlsın» şiarının ekonomik şeklidir. Sağ kalma
mücadelesinde (bu tamamiyle hayvan âleminden alınmış bir mefhumdur) bize
öğretilen nedir? Her nisan ancak kendi kuvvetine dayanmalı, sadece kendi
insafsızlığının kuvvetiyle yaşamılıdır. Bizi teselli etmek için de şu netice gözümüz
önüne konuluyor: Her fert yalnız kendini ve kendi iyilik ve menfaatini
düşünecek olursa, tabiatiyle cemiyetin iyiliği de temin edilmiş olur.
Ahlâkî
bakımdan katılğı bir yana, fikir haddi zatında yanlış ve sakattır;
köhneleşmiştir, ve yalandır. Kuvvetli ferdiyetçilik son yıllarda ekonomi ve
politika çekiçlerinden çok darbeler yemiştir. Dean Woodbridge’in «müsabakalı
egoizm» diye tâbir ettiği bu fikrin yanlışlarını felsefe de durmadan
gösteregelmiştir. Bu asrın en iyi fikir âleminin iddiası şudur: İnsan, nefes
alıp vermeden nasıl yaşayamazsa, öylece, kendiliğinden veya kendisi için de
yaşamasına imkân yoktur.
Ferdî
hayatlarımızda ilk esas hakikat, her insana karş1 mutlak bir sevgi hissi
beslemek keyfiyetidir. «Sevgi» tâbirinden kasdettiğim, kıymet verdiğimiz bir
kişiye veya bir grupa karşı alâkamız, daha büyük bir bütüne mensubiyet ve
başkaları için bir değer ifade etmek hissidir. Beşer tabiatinde bütün esaslı
endişelerin kaynağı, insanın kendini, düşman bir dünya içinde yalnız ve âciz
hissetmesidir; hayatın in~ana ilk yüklettiği mecburiyet, kendimizle ana
babalarımız arasında ve zamanla ana babalarımızın yerini alan sevgililerimiz,
dostlarımız ve iş arkadaşlarımız arasında yer alacak temelli bir alâka kumaşı
dokumaktır. Hakikaten, fen bugün bize neler öğretiyor? Kâinatı ancak alâkalar
bakımından öğrenmemiz kabildir, eşya başlıbaşına mücerret olarak hiç bir şey
değildir; atom bile ancak herhangi bir teşkilât dokusunda mâna kazanıyor.
Meselâ, karbon atomları, muayyen bir alâka şeklinde kömür, diğer bir alâka
şeklinde ise elmas oluyor. Bir laboratuvarda, fizik, kimya, biyoloji veya
psikoloji sahalarında, nereye dönersek ayrılığın imkânsız ve alâkanın her şey
olduğunu görürüz. Yalnızbaşına bir atom mânâsız bir atomdur. Alâkalı bir atom,
tabiatin yapı taşıdır. Yalnızbaşına bir insan, kıymetlerin yıkıcısıdır; alâkalı
bir insan ise hem ferdî, hem de İçtimaî barışın yapıcısıdır.
Dünyada
hakikî terakki «kendi kendini yaratan cemiyet» değil «benliği yaratan
cemiyettir.» John Dewey ve George Herbert Mead gibi fikir adamları onsekizinci
asrın şu fikrini tetkik etmişlerdir: Her fert, doğuşundan kendine verilen bir
«akıl» vasıtasiyle, sosyal alâkalara girer. Bu filozofların iddialarına göre
fert, lisanın İçtimaî tesiri ve topluluğun, şahsiyetin büyüme halinde olan
plâstik maddesi üzerindeki vuruşları vasıtasiyle «akıl» elde eder.
Bu
suretle başkalarıyla olan dayanışmalarımız hiç de bir dinî idealizm değildir.
Bu, beşer realitesinin en çok ihatası olan keyfiyettir. «Komşularınla
alâkalarda bulunacaksın» kaidesi psikolojik hayatın kanunlarındandır; en güç
müşküllerimizin birçoğu da bu kanunun işlemesinden hâsıl olur. Bu alâkalılığı
anlayabilirsek, ailelerimiz, dostlarımız, iş arkadaşlarımız, ve hattâ kendi
kendimizle çok daha iyi geçinir. Freud’le haleflerinin inkılâpçı mahiyetteki
klinik çalışmaları şu yeni hakikati tebarüz ettiriyor: Bizi biz eden şey
başkalarıyla olan alâkalarımzdır! Sadece kafalarımız değil, şahsiyetlerimiz,
hislerimiz, ve bütün kıymetlerimiz, benliğimiz üzerinde kuvvetli izler bırakan
şahsiyetlerin tesirleri neticesidir. Mâna sahasına gelmekte geç kalmış
olduğumuzdan, yalnız yiyeceğimiz ve rığmacak yerimiz için değil, elde ettiğimiz
kültür ve akıl, karakterimiz ve bizim Öz «benliğimiz» için başkalarına
dayanmağa mecburuz.
Başkalarının
aynı olmak ameliyesi vasıtasiyle yavaş yavaş kendimiz oluruz. Yâni, biz, tahmin
edemiyeceğimiz derecede bizden evvel gelen babalarımız, analarımız,
kardeşlerimiz, amca, teyze ve amcazadelerimiz gibiyiz. Asrın psikolojisi
gösteriyor ki, içtiğimiz sütle, sadece maddî gıda almakla kalmıyor, etrafımızda
bulunanların örneklerini, ideallerini, reaksiyonlarını, ve hal ve vaziyetlerini
de yutuyoruz Mânevî mefhumuyla, kahramanlarımızı hazmediyor ve onların hayat
tarzını kısmen kendi hislerimizin hamuru haline koyuyoruz. Çünkü, dünya yüzünde
bulunan benzetme kabiliyeti olan insan oğludur. Bu kudret insan varlığının hem
faciası hem de şerefi olmuştur.
Şuna
inanın ve hatırınızda tutun ki: Her evliyanın ve her günahkâr kimsenin, ömründe
hiç görmiyeceği insanlar üzerinde tesiri vardır; çünkü söz ve hareketlerinin,
her yerde bulunan beşer tabiatinin yumuşak balçığı üstüne damgası basılır. Bir
erkek çocuğa babasının cesareti veya annesinin korku ıstırabı geçer. Bütün bir
edebiyat âlemi bunu tasvir eden misallerle doludur. Ulysses’in oğlu Telemak,
savaşçı babasından kendisine geçen cesaretle bütün îthaca’yı babasının
yolculukları sona erinceye kadar düşmandan korumuştur. Gegol, Taraş, Bulba’mn
oğullarını anlatırken, babanın sevgi ve yiğitliğini örnek alan oğulların
mâbudlara yakışır merbutiyetini göz önüne koyuyor. İbsen’in «Ghosts»
(Hayâletler) adlı eseri, çek korkak bir annenin oğlu üzerinde bıraktığı tesiri
tahlil eden bir etüddür. Euripides’ten O’Neille’e kadar her facia muharririnin
eserinde, iyi veya kötü, sayısız aynılık misalleri vardır. Asrm psikolojisi
dünyaya şöhretleri yayılmış muharrirlerin nüfuzu nazarlarını te’yid etmiş ve
göstermiştir ki, hepimiz de kendi ruhumuzun dokusuna karıştırmak üzere başka
şahsiyetleri benliğimize alırız.
İnce
ve ekseriyetle gayri meş’ur olan bu aynılaşma ameliyesi bizim hiç bir zaman
yalnız veya ayrılmış halde bulunmadığımızı ifade eder; ve yine inanmak
istemediğimiz bir derecede bizim muhitimizin yarattığı ve kahramanlarımızın
mahsulü mahlûklar olduğumuzu gösterir. Şahsiyetimiz, kendi kendini yaratan bir
madde olmak şöyle dursun, beşikten mezara kadar, başka şahsiyetlerin tezgâhında
dokunan bir kumaştır. Canımızın meskeni olan beden, başkalarının bizim için
tedarik etmiş olduğu tuğlalarla yapılmıştır. Bu münasebetle diyelim ki,
psikanaliz, şüpheye en ufak bir yer bırakmadan ispat ediyor ki. Berkeley’den
Bertrand Rusell’e kadar bu asrın bütün filozofları, insan kendi hemcinsiyle
hakikî bir alâkadan mahrum tamamiyle mücerret bir uzviyettir, düşüncesiyle
boşuna üzülüp çırpınmışlardır. Hakikaten, Freud, beşeriyetin yalnızlık
iddiasını ortadan kaldırmakla İsrail peygamberlerinin hadesî dirayetlerini
yeniden uyandırmıştır; o peygamberler insanları birbirine bağlayan rabıtaların
şarkısını terennüm etmişlerdir.
Mademki
psikolojik bakımdan ana babalarımız ve hocalarımız bizim teşekkülümüze hizmet
ediyor, şu halde biz de ister istemez başkalarına şekil veriyoruz. Bütün
muhitimize müessir olan sadece bizim hareketlerimiz değil, benliğimiz de bizim
ayrı mahiyetteki şefkat veya insafsızlıklarımız büyük bir şey ifade etmez; asıl
her hususta ehemmiyetli olan şahsiyetimizin bütün yapısıdır. Hallerimiz,
hareketlerimiz, sesimizin tonu, tesirimiz altında bulunan çocukların ve
büyüklerin hislerine şekil verir. Bizi taklit veya bizim gibi olmakla başka
şahsiyetler şekil alır. Bu sebepten hepimize yeni bir ahlâkî vazife düşüyor:
Hür, sevgiye müstait, cana yakın, işbirliğine hazır ve müspet şahsiyetler
olmak.
İnsan
kendi kendini potin bağlarından çekip yukarıya kaldıramaz, kaidesine rağmen,
psikoloji bize gösteriyor ki, sevgi, cana yakınlık, ve müsamaha istikametinde
sabit ve büyük kazançlar elde edebiliriz. Bu değerli kazançları elde etmek
yolunda alınacak ilk adım da, komşularımız, ailelerimiz ve dostlarınızla
memnuniyet verici ve hür münasebetler kurmamızın yolunda duran engellerin mahiyetini
anlamaktır.
Bu engellerin birincisi sevgi kılığına girmiş nefrettir.
Bugün
dünyada korkunç bir mücadele hüküm sürmektedir: Sevgi ile nefret mücadelesi. Bu
mücadele millet ve fertlerin hayatının alacağı rengi tâyin eder; büyüktür,
tehlikelidir, ve ölümle neticelenebilir. Medeniyetimizi ve bu medeniyetin
intizamsızlıklarını en büyük ustalıkla meydana koymuş olan tahlilci Sigmund
Freud, sevgi (eros) kuvvetleriyle, mütecaviz kendini yok etme (nefret)
kuvvetleri arasındaki amansız savaş hakkında mülâhazalarda bulunmuştur. Şöyle
diyor: «Beşer ırkının mukadderatını tâyin edecek mesele şudur: İnsanların
tecavüzkârlık ve kendini yok etme sâiklerinden ileri gelen hayat
düzensizliklerini baskı altında tutabilecek mi? İnsanlar tabiati hükümleri
altına almak kudretlerini öyle yüksek noktaya getirmişlerdir ki, bu kuvvetleri
kullanmak suretiyle, hiç bir tek insan kalmayıncaya kadar, birbirlerini kolayca
yok edebilirler. Bunu biliyorlar. Bugün hüküm süren huzursuzluk, meyusiyet, ve
korku halleri büyük ölçüde bundan ileri gelmektedir. Şimdi de ümit edilebilir
ki, o iki kök kuvvetlerinin diğeri, ebedî «eros», kendisi kadar ebedî olan
düşmanı «nefret» in yanısıra kuvvetlerini sürecektir.»
Bugünkü
dünyaya şöyle bir göz atacak olsak, nefret sevgiden daha tabiîdir, iddiasını
haklı çıkaracak çok şey buluruz. Harp zamanlarında nefret, ve insanların
kardeşlerine karşı insaniyetsizce muameleleri ne müthiştir! Kitlelere karşı
gösterilen şiddetle kökünden yok edici mahiyetteki bombardımanların uyuşturucu
nöbeti altında, insanın kardeşini sevmek kabiliyeti hakkında meyus olmamız akla
yatar şeydir. Apaçık kin ve nefretin dünyayı geniş adımlarla dolaştığını
görmekle kalmıyor, insanlar arasında sayıya gelmez, üstü kapalı kin
misalleriyle karşı karşıya geliyoruz: Böyle nefreti farketmek daha güçtür;
çünkü sevgi nikabı altında saklıdır.
Bu,
daima böyle olmuştur! Engizisyon zamanlarında, Torquemada, dinsizleri
yaktırırken, bunu, onların ölmez ruhlarını sevdiğinden dolayı yaptığı kanaatini
kendi kendine telkin etmiş olmalı. Buna benzer «engizisyonvâri sevgi» beşer
tarihinde kendini çok göstermiştir. Kendi kendilerini salih bulan erkek ve
kadınların kendi görüşlerini başkalarına zorla kabul ettirdiklerini nerede
görürseniz (tabiî daima «iyilik etmek» maskesi altında), orada beşerî tecavüz
ve cebir ve tazyikini sevgi kılığında bulursunuz. Analar, babalar, çocuklarına,
hiç bir şahsî düşünüş veya müzakere imkânı bırakmadan onlara hükmetmeğe ve
onlardan mutlak itaat istemeğe kalkıştıkları zaman bu mânada engizisyoncu rolünü
yapmış olurlar. Yahut da tâlim ve terbiye adı altında kendi korku veya
garazlarım çocuklarına zorla kabul ettirmeğe çalıştıkları zaman, benlik sevgisi
hakikî sevgi kılığına girmiş olur.
Bu
sahte sevgiyi Samuel Butler «The Way of Ali Flesh» (Bütün İnsanların Usulü)
adlı eserinde tasvir etmiştir.
Theobald
adındaki bir baba ile Christina adlı bir ana çocuk istemiyorlar; arzularına
rağmen doğan Ernest adındaki çocuklarını da yürekten sevmiyorlar. Butler’in
eserinde, bu ana baba, sert bir sevgi perdesi altında çocuğa ne eziyetler
ediyor, neler çektiriyorlar. Bu ana baba, başlarına gelen bu derde, bütün bu
mes’uliyetlere ne kadar kızdıklarım ve vazife adı altında yavrucağın başına
bütün öfkelerini yağdırdıklarını kendi kendilerine itiraf etmiyorlar. Butler bütün
bunları tasvir ederken şöyle diyor: «Christina’nm görüş noktasından dünyada,
kocası Theobald ile kendisi gibi çocuklarının en yüksek menfaatlerine
kendilerini feda etmiş ve onlar gibi yavrularına bağlı hiç kimse yoktu.»
Birçok
ana babalar, tıpkı kendi ana babalarından gördükleri muameleyi çocuklarına
yaptıklarının, ve bu suretle o zaman duydukları öc alma hissini yıllarca sonra
yavrularından aldıklarının farkında olmazlar. Onların iddiasına göre
çocuklarına gösterdikleri bu sertlik, sevgiden ileri gelmektedir; halbuki böyle
sevgi çok kere düşmanlık, hor görülme ve mahrumiyet duygularını saklayan bir
maskedir. Bunun garip bir delilini anthropoloji sahasında görüyoruz. Abram
Kardiner «The Psychological Frontiers of Society» (Cemiyetin Psikolojik Hudutları)
adlı eserinde anlattığına göre Şarkî Hind Adalarının iptidaî sekenesi olan
Alorese kavmi çocuklarını herhangi bir sevgi ve itinadan sistematik bir şekilde
mahrum ederler. Ana babalar, kendi büyüklerinden hiç bir şefkat görmedikleri
için, sebebinin farkında olmadan çocuklarından nefret ederler. Bunun tam
tersini, Comanche Hintlilerinde görüyoruz. Bunlar iptidaî, fakat sevgi bilen
bir cemiyettir; burada büyüyen çocuklar, ana babalarından gördükleri bol alâka
ve sevgiden dolayı tamam şahsiyetli insanlar olarak yetişiyorlar.
Evlilik
alâkalarında da birçok sahte sevgi şekilleri var. Karısının benliğini kırmağa,
veya kendi kaprislerini zorla yaptırmağa çalışan bir koca gördünüz mü, biliniz
ki orada gördüğünüz şey «sevgi» nin sahte bir şeklidir. «Sevgi», komplimanlı
bir tâbirdir: Erkekler ve kadınlar da çok kere sevgi gösterdiklerini fark veya
iddia ettikleri yerlerde, hakikatte malikiyet, kıskançlık, tahakküm, kuvvet ve
tecavüz gibi şeyleri meyaana koymaktadırlar.
Şu
halde kendimizle başkaları arasındaki sevgi alâkalan imkânı sadece bir hayâl
midir? Din insana «Kardeşini seveceksin» emrini verirken bir rüya İncilini mi
âleme sunuyordu? Bu emre dudak büküp «hayâl», imkânsız şey diyenler olmuştur.
Şair Heine, kendi saadet mefhumunu yarı şaka ifade ile şöyle anlatıyor: «Çatısı
sazdan, fakirâne bir evim, iyi bir yatağım, güzel bir tabak yemeğim,
pencerelerimde çiçeklerim ve kapımın önünde uzun ağaçlarım olsun, başka bir şey
dilemem. Yok, Cenabı Hak beni tamamiyle bahtiyar etmek istiyorsa,
düşmanlarımızdan altı yedisinin asıldığını görmek saadetini bana nasip etsin,
tamamdır.»
Hein’in
bu temennisinin altında korkunç bir hakikat vardır. Çoklarımız düşmanlarımızın
düşkünlüğünü ve cezaya çarpıldıklarını görmek isteriz. Fakat işin içinde acı
bir hakikat daha var, birçoklarımız gayrişuurî olarak dostlarımız ve aile
efradımız hakkında da aynı hissi besleriz. Çünkü insan ruhunun çok garip
tezatları var: Aynı nesneyi aynı zamanda aynı şiddetle hem sevip hem de ondan
nefret edebilir. Cemiyet bunu anlamağa başlamıştır. İnsan oğullarının birbirine
karşı ilk duygıisu olan düşmanlık yüzünden medeniyetin durmadan baltalandığını
yarı anlamış gibidir. Bunun için, kültür, bu tecavüzkâr kin ve nefretlere karşı
elinde bulunan bütün imkânlarıyla harekete geçmelidir. «Komşunu kendin gibi sev»
diyen ideal emir bunun içindir. Bu emir beşerin nefret hislerine karşı en
kuvvetli müdafaadır; bunu lâyıkıyla yerine getirmek imkânsız olsa bile,
insanlar bu emre sıkı tutunmaktadırlar. Çünkü gayrişuurî olarak biliyorlar ki,
bu emir ortadan kaldırılacak olsa, dünya bir kaos ve tam bir harabe olur.
Müspet
cihetten düşünülecek olursa, büyük bir ümide düşeriz. Gerçekten beşeriyeti
sevmiş ve o sevginin uğrunda hayatlarını vermiş olan kahraman ve azizlerin
hayatını hatırlamak; ne bir karşılık, ne de sitayiş beklemeden kendilerini
insanların iyiliği yolunda feda eden nice erkek ve kadınları düşünmek hakikaten
gönül açıcı bir keyfiyettir. Harp yıllarında, felâket içinde bulunan insanların
birbirine karşı gösterdiği bağlılık ve dayanışma; cephelerde cenk etmiş kimselerin
anlattıkları fedakârlık ve feragat insanı hayretlere düşürüyor.
Her
kadın bir Jean d’Arc veya bir Madam Curie olamaz, fakat kendi evinin sabır
kalesine kahramanca işler gören milyonlarca kadın var. Yüz milyonlarca erkek
her gün metanet ve vazifenin maden ocaklarına iniyorlar. Tarla veya
değirmenlerde çalışmış olan herkes, bir arada çalışan işçileri canlandıran
sözle ifade edilemez çok faal bir sevginin mevcudiyetini bilir. Bu iş
yoldaşları arasında bir «entente cordiale» vardır; belki bu yalnız bir zümreye
mahsustur ve yabancıları kuşku gözüyle görür, fakat ayni zamanda, bu, iş
arkadaşlarını kaba, fakat müşfik bir bağla bağlar, ve görenlerin gıpta edeceği
bir derecede faaldir.
Bütün
edebiyat insanın sevgi ihtiyacını kaydeder. Garp şür edebiyatının en büyük ve
tek mevzuu sevgidir. En asîl hisli şairlerimiz en ulvî dakikalarında tatmin
edilmiş sevginin verdiği haz ve sevinçleri; sevgililerini kaybedenlerin, veya
en çok arzu edilen bu rabıtayı tatmamış olanların çektikleri ıstırap ve acıları
tarif etmişlerdir. Her okuyucunun kendine mahsus sevdiği şiirler var; teselli
ve sükûn ararken, arasıra bunları okurlar. Benim bilhassa sevdiğim şu satırlar
Emerson’undur :
«Her şeyi sevgiye ver
Kalbine itaat et;
Dost, akraba, zaman,
Mal, mülk, şöhret,
Plân, para ve Muse....
Hiç bir talebi reddeyleme!»
Her
şeyi sevgiye ver! Eğer insan şu basit nasihate itaat edebilse, dünya ne çabuk
ve ne mükemmel surette ıslah olur! Sevginin bu daha yüksek başarılarının
çoklarımıza nasip olmadığını kabul etsek bile, herhangi iki insan arasında,
patron ile işçi veya iki arkadaş arasında tatbiki kabil ikinci derecede sevgi
şekli vardır. Bununla, basit şefkat, kardeş sevgisi ve karşılıklı rikkat
faziletlerini kasdediyorum. Bütün fânilerin ekmekten sonra, hasretini çektiği,
açlığını duyduğu gıda budur; ruhun biricik esas vitaminidir. Felâket ve
harabiyet zamanlarında tabiî surette meydana çıkar, insanların hareketlerinde
bunu görmek çok hoştur.
Günlük
alâkalarımızda çok az kimseler bu şifa verici bağı kullanırlar. Satıcıyı,
evdeki iş yardımcılarını, garaj veya başka işlerimizde çalışan adamları,
elbiselerimizi ütüleyen terziyi, büyük şefkat programımız dışında bırakamayız.
«İnsanlar arasında kardeşlik» teranesini birçoklarımız tomturaklı sözlerle
başkalarına vâzederiz, halbuki kendimiz işimizi gören bir adama hiç de müsavat
üzere muamele etmeyiz. Thoreau : «Berberi, aşçısı, veya uşağının da kendisinin
yapısında olan aynı balçıktan yaratılmış olduğunu unutan herhangi bir adama,
ben, merhamet sahibi diyemem!» diyor. Cemiyetimizin karışık tekerleklerinin
dönmesine yardım eden insanlara karşı tecavüzkâr vaziyet alırken kendi kalb
huzurumuzu boğmaktayız. Hemcinsimiz olan bir insan ne biçimdir, adı nedir, önce
bunu anlamak ve onun da bizim gibi bir insan olduğunu kabul etmek için lâzım
olan vakti, sabrı ve sevgiyi sarfedecek olursak, o zaman insanlar arasında
kardeşlik daha iyi bir şekilde yer bulur.
«Sevgi»
kelimesini saf yürekle söylemeden önce, esasında bunu ilham eden ölmez ümidi ve
onu yaşatan fâni zaruretleri daha derin surette idrâk etmemiz icap eder. Bir
gün zarfında rastgeldiğimiz her şahıs vakarlı ve esaslı bir insandır, biz de
ona hakaret veya kötü muamele ettiğimiz zamanlar büyük bir insaniyetsizlik
etmiş oluruz, düşüncesi hayatlarımızı döndüren cevherli mil olmalıdır.
Aramızda,
şu hakikati lâyikiyle müdrik olan kaç kişi var? Yıldızlar ve güneş için cazibe
kaidesi ne ise, insanlar için de sevgi kaidesi odur; mekân içinde cazibe ve
defi kuvveti ne ise, beşer cemiyetinde kabul ve red kaidesi odur.
Hemcinsimiz
tarafından kabul ve takdir olunmak, onların arkadaşlığına ve teveccühüne nail
olmak hayatın en baş zevkidir. Arkadaşlık ihtiyacının yemek ihtiyacı ve samimî,
sıcak, İnsanî alâkaların yerine başka şeyleri kabul etmek suretiyle bütün
hayatlarını yaşarlar. Durmadan yeni ihtiras mevzuları arayan Don Juan’lar
kendilerini ümitsiz bir surette içki, şehvet ve ahlâksızlık içinde kaybetmeğe
çalışan erkek ve kadınlar bizim tahminimizden daha üstün derecede yalnız ve
çıplak çocuklardır, içinde kayboldukları dünya onlar için hiç bir zaman sevgi,
esvabı dokumamış, ve uzun yılların boş koridorları boyunca onları aman bilmez
bir katılıkla yalnız ve kimsesiz bir halde sürmüştür. Zaferden zafere koşar
gibi görünen kudret sahibi ve insafsız adamların maskelerinin arkasına bakınız,
çok kere göreceksiniz ki, bu adamların ruhları hakikatte ric’at halinde, bir
ordudur ve yalnızlıktan yalnızlığa koşmaktadır.
Fertler
sıfatiyle en önce başka insanlarla basit sevgi bağlarına muhtacız. Dostluğun
da, izdivacın da sırrı budur; iyi şekliyle bu çiftlerin veya dostların
birbirine kuvvet ve cesaret vermeleri, ve hayatın bütün insanlara verdiği
yaraların sarılmasıdır. Bizim her halimizi bilen ve buna rağmen seven kimseler
tarafından kabul olunup makbul sayıldığımız ve bize ihtiyaçları olduğunu
bildiğimiz zaman, her anlayışın üstünde olan sükûn ve huzurun ilk zerresini
tatmış oluruz.
Dinamik
psikoloji bugün bize şunu izah ediyor: İnsan oğlunun tabiatinde başkalarından
sevgi kabul etmek yolunda önüne geçilmez bir ihtiyaç vardır, fakat bundan başka
yakınlarından gelen sevgiden mahrum kalınca sevinç ve huzur içinde yaşamasına
imkân yoktur; fakat bunlardan daha ehemmiyetli bir nokta da var: Başkalarını
sevmek ve haricî dünyaya şefkat besletmek insanın çok derin ruhî bir
ihtiyacıdır.
Her
«ego» nun tekâmülünde öyle bir zaman gelir ki, mutlaka ya komşularını sevmeyi
öğrenmeli, yahut da çarpılmış «sakatlanmış» bir şahsiyet haline gelmelidir.
Normal şekilde olgunlaşan insanın ruhunda «vermek» ihtiyacı çok büyüktür.
Erkekler ve kadınlar evlenmelerinin neticesinde çocuk isterler, insan kalbinde
bulunan bu arzu, haddi zatında, insan tabiatının asıl hamurunda bulunan
cömertliğin taşkınlığına en büyük delildir. Ana babanın içinde uyanan şiddetli
arzu artık hayattan bir şey almak değil, hayata bir şey katmaktır.
İnsanın
kendi benliğinden bir şey vermek arzusu ile yanması — bu arzu maddî veya mâ
nevî çocuk meydana geürmek, insanlar için bir köprü, bir şiir, bir şarkı, bir
icat, veya bir ilâç yapmak — insan baştan başa egoizmden ibarettir diye iddia
eden hodbin siniklere hakikî bir cevaptır.
Benliğimizin
inkişafı esnasında öyle bir zaman gelir ki, almak hissi — ki, bu hodbinliğin
esasıdır—vermek h:ssine yol açar, hem de karşı konulmaz bir arzu halini
alarak... Vermek, açılmak, gerek bir aile, gerekse bir cemiyet teşkili suretiyle
kendi sathî hudutlarımızdan ötelere gitmek isteriz. Zaman gelir ki kendi
benliğimize artık fazlasıyla doymuş oluruz, hayat da bizden artık benliğimizin
dışına çıkıp başka insan hayatlarına karışmamızı ister; o zaman pasif kab
olmaktan çıkar, canlı bir kaynak halini alırız. Hayat bu işte bizim
arzularımızı sormaz; fakat geçirdiğimiz biyolojik büyüme ameliyesinde bizi
hayatın parazitleri olmaktan vazgeçmeğe mecbur eder ve aynî hayatın patronları
olmamızı emreder.
Psikoloji
ilmi, dünyaya sevgi bezletmek ihtiyacı olgun insan tabiatinin zarurî bir
veçhesidir diye iddia etmekle kalmıyor, insanın, kendi benliğinin ülkesi
dışında bir müstakil beşer şahsiyetleri dünyasına olan ihtiyacı
yaradılışındadır, diyor.
Şu
gittikçe daha iyi anlaşılan bir keyfiyettir ki, herkesi bizi sevmeğe ve bize
hayran olmağa mecbur etmek yolunda benliği merkez edinen hayatlar yaşayacak
olursak, nihayette bir gün olur, ne kendimizden, ne de başkalarından zevk
alamadığımızı görürüz. Başka insanların müstakil varlıklarına hürmet etmedikçe
insanlarla alâkamız tam olamaz. Kendimiz hür ve başka herkes kölemiz olacak
olan bizim için bundan daha büyük bir felâket olamaz. Hür bir dünya olmadan hiç
bir «benlik» mevcut olamaz. Herkese kayıtsız şartsız hükmeden bir diktatörün
emri altında bulunan bir dünya gerçekten çılgın bir dünya olur. Psikolojik
denemelerin şimdi ispat etmiş olduğu hakikat budur: «Komşu sevgisi», «Benlik
sevgisi» için mutlak bir zarurettir; yâni önce komşusunu sevmeden, hakikî
mânasiyle insan kendini sevemez.
Zamanın
en zeki psikologlarından Paul Schilder’in iddiasına göre insan tabiatinin
yıkıcı ve zalim tarafı, işin ikinci derecede kalan bir cihetidir; insan oğlunun
başlıca ilcası, yapıcı ve yaratıcıdır. Küçük çocuklar üzerinde yapılan bir
denemeyi anlatıyor. Çocukların eline oyuncak veriyorlar, ve bu bebekleri
parçalamağa teşvik edici bir çok fırsatlar yaratıyorlar. Tekrar tekrar alınan
neticeler müspet mahiyette olmuş, çocuklar bebekleri tamir etmeğe uğraşmış, ve
«onları eski hallerine getirmeğe» çalışmışlardır. Çocuklarda çok kere zalimlik
gibi görünen tecavüzkâr hareketler hakikatte bir merak sâiki ve kendilerinden
dışarıda olan o müstakil dünyanın hakikatini keşfetmek arzusudur.
Çocuklarda
görülen merak, büyüklerde görülen yaratıcı sâik, sadece kudret isteyen sâikler
değildir, ayni zamanda, beşer tabiatinin yaradılıştan yapıcı ve sevgiye müstait
hususiyetlere malik olduğunu gösterir. Dünya öyle bir şekilde kurulmuştur ki,
insan, kendi tabiatinde bulunanı başkalarına vermek ihtiyacını tatmin
etmedikçe, kendi hemcinsinin hürriyet ve bütünlüğünün teminine yardım
etmedikçe, kendi benliğini tamamiyle idrâk edemez ve kendi ruhunun isteklerini
tatmin edemez. Şu muhakkak ki, sadizm insan tabiati hakkmdaki hikâyenin hepsini
anlatmaktan çok uzaktır; ve sadece şu noktaları göz önüne koyabilir: İnsanlar
kendilerinde buldukları meyusiyet ve şaşkınlık yüzünden, kendi iç âlemlerindeki
çarpıklık ve his mücadelelerinden dolayı dünyadan öç almak sâikiyle nefret
hisleri beslerler ve kırıp yıkmak isterler. Psikolog kliniklerinde sık sık
görüldüğüne göre bu çarpıklıklar ve mücadeleler tâyin ve tahlil olununca,
sevgiyi ve başka şahsiyetlerinin hakkını kabule meyyal olan asıl insan hissi
kendini gösterir.
Komşularımızı
en iyi şekilde nasıl sevebiliriz? İnsan, diğerkâmlık peşinde birçok yollardan
gitmiştir. Bunlardan bir ikisini kaydetmek kâfidir. Herkesin ayrı hususiyeti
olduğunu kabul etmek, içimizden bunu hoş görmeğe alışmak, ve içimizdeki
tahakküm temayülünü boğmak, komşularımıza karşı sevgi göstermenin en iyi
yoludur. Hakikatte dünya ferdî mahiyette emperyalistlerle dopdoludur. Hiç bir
yabancı toprak ele geçiremeyen, fakat kendilerine en yakın ve en sevgili olan
kimselere türlü türlü tahakküm yükleri yükleten ve ezâ çektiren kimseler pek
çoktur: Meselâ, başka sanatlara istidadı olan çocuğunu zorla işine alan baba,
acıma veya kusurluluk zincirleriyle kızını kendine hizmet işine bağlayan ve
dolayısıyla ona ferdî hayat fırsatı vermeyen anne bunlardandır. Aile
muhitindeki bu totalitarianlarm aksine olarak, bize en yakın olan kimse.ere,
bizim arzularımıza körü körüne tâbi olmaktan ziyade kendi benliklerine sahip
olmalarına müsaade etmek, ve sevgi aşkına, ne kızımız, ne oğlumuz, ne karımız,
ne de kardeşimizden bizim irademize kayıtsız, şartsız teslim olmalarını
istememekle sevgi göstermiş oluruz.
Komşu
sevgisi, başkalarının yalnız fikirlerini değil, ondan çok daha ehemmiyetli olan
hoş görme haliyle tezahür eder. Bu suretle, şu derin dinî hayat felsefesini
kabul etmiş oluyoruz: Allah her erkeği ve her kadını, ayrı bir mizaçta, başka
başka ihtiyaçlar, arzular ve hayallerle mücehhez kudsî şahsiyetler olarak
yaratmıştır. İçinde yaşa'dığımız dünya, türlü türlü şeylerle dolu bir çokluk
dünyasıdır; burada birbirinin aynı olan iki yıldız olmadığı gibi, kar
tanelerinin her birinin de ayrı örneği var. Görülüyor ki, Cenabı Hak dünyayı
bir aynılık yığını halinde yaratmayı uygun saymamıştır. Bunun için mahlûkat
böyle çeşitlidir. Biz insanlar için de hal böyledir. Bazı insanlar dinamik ve
yerinde durmaz tabiattedirler; başkaları ise sâkin ve düşüncelidir. İnsan var
ki, bedeni b:r pehlivan vücududur; adaleli, kuvvetli, canlıdır; ve solgun
benizli şairden veya zayıf zâhitten çok daha fazla beden faaliyetine ihtiyacı
vardır. Adam var ki, çok şen mizaçlıdır, ağzı daima kahkalar taşırır,
başkasınınki ise melânkoliktir, hüzünlü nağmeler aksettirir. Bünyevi
teşekküllerimiz
ayrı
ayrıdır; bu basit ayrılıktır ki, çok kereler mizacımızın birbirine zıt
arzularım yerine getirmemizde âmildir, ve bizi işe veya düşünceye, ihtirasa
veya arzularımızı hapse, galebeye veya hislerimize boyun eğmeğe sevkeder.
Burada yaradılış veya istidat fatalizmi yoktur. Benliğimizi saran çitleri
değiştirmek, kırmak veya onlara şekil vermek bizim elimizdedir, fakat başka
ellerdeki koca makasların benliğimiz üstünde işlemesine, ve kendi evlerine süs
olsun diye ruhlarımızın canlı dallarım koparmalarına müsaade etmemeliyiz.
Şahsî
alâkalarda hakikî müsamahakârlık yalnız din ahlâkında değil, şahsiyetlerin
ayarlanması yolunda da önceden lâzım olan şeydir. Başkaları, bizim iyi, makbul
ve uygun saydığımız şeyler hakkındaki fikirlerimize ve isteklerimize uymuyorlar
diye üzülüyor muyuz? Şu halde biz de iç kumaşımızın dokusunun doğruluğundan
emin değiliz. Kendinden emin olan kimse, başkalarını da oldukları gibi kabul
etmeğe razı olur. Kendi karakteri sabit olmayan kimse, başkalarını da kendi
kalıbına dökmek suretiyle bu emniyeti kazanmağa çalışır.
Komşularımıza
karşı hakiki sevgiyi, ancak bir başkasının mutlaka bizim istediğimiz gibi,
bizim düşünüşümüze göre; daha açıkçası, kendi şahsımızın ikinci nüshası
olmasını istemekten vazgeçtiğimiz zaman gösteririz.
Komşu
sevgisinin bir nev’i olan müsamaha, bizim yalnız yakın alâkalarımızda değil,
cemiyet sahasında da kendini göstermelidir. Fikir ve politika âleminde
hürriyete kavuşmuş fikirler taassup ve kine müsamaha ile galip gelir.
Müsamahanın, sadece tahammül ve başkalarının bizim fikirlerimize uymıyan
düşünüşlerine karşı pasif bir sabır göstermekten çok daha büyük mânası vardır.
Müsamaha, hakkıyle anlaşıldığı takdirde mânası şudur: Müsamaha, başkalarının
inanışlarını, işlerini ve itiyatlarını, mutlaka kabule ve benimsemeğe mecbur
olmadan anlamağa çalışmak yolunda gösterilen müspet ve dostça samimî gayrettir.
Müsamaha, bizde, komşumuzun görüş noktasını takdir hissini canlandırır, ve
hürmetimizi arttırır. Hattâ bundan da daha öteye gider: Bir muhasımımızm
haklarına tecavüz edüdiğini gördüğümüz zaman, bu his bizde bir müdafaa ruhu
yaratır. Voltaire’in şu meşhur sözleri her asır ve her yerde müsamaha idealine
tercüman olur: «Sözlerinizin hiç biriyle aynı fikirde değilim, fakat bunları
söylemek hakkınızı ölünceye kadar müdafaa ederim.»
Müsamahakâr
kimse nazik bir müvazeneyi gözetmelidir; yâni, cehalet ve korkuya dayanan bir
kin ile, renksiz kayıtsızlık—ki, bu sadece mânevî atâlet alâmeti
olabilir—arasındaki muvazene... John Morley diyor ki: «Birçok şeylerde müsamaha
dediğimiz hal, bizim kendimize mahsus muayyen ve müspet fikirlerimizin olmaması
ve bunları tâyin etmeyi arzu etmeyişimizdir.» Müsamaha ahlâkî gevşeklik veya
kabul olunmuş prensiplerden ayrılmak değildir. Duygusuzca: «İster öyle, ister
böyle olsun, bence müsavi» diyecek olursak, yaptığımız müsamahakârlık değil,
tembelliktir. Öbür yandan komşumuzu kendi inanışlarımıza uyması için zorlayacak
olursak, kendimizi en tehlikeli mevkie koymuş, ve başkalarının haklarına
tecavüz etmiş oluruz.
Bu
meselede ilham sahibi olan rehberlerden John Milton ve Roger Williams’ın
tavsiyeleri, ne yalandan tatlı dil ve uysallık,, ne de kendinden fazla emin bir
kavgacılıktır. Bilhassa İkincisi, yâni kavgacılık değil. Anlayışı kıt, cahil
kimselerin doğruyu yalnız kendileri bilirler, iddiası meşhurdur. Bundan şüphe
etmeğe kalkışan yumruğu yer. Halbuki en ufak bir muhayyile kuvvetine malik olan
kimse bilir ki, hakikat herhangi bir şahsî mefhumdan çok daha geniş ve herhangi
bir yumruktan daha kuvvetlidir. Hatırlayınız ki, geçen yıllarla nice fikirleri
ve nice hisleri arkada bırakmış bulunuyoruz. Bir yandan şansımız yardım eder,
bir yandan da etrafımızdaki dünyaya karşı daha uyanık hislerimiz olursa, belki
ileride daha birçok fikir ve hisleri arkada bırakırız. Bakınız Renan ne diyor:
«Fikirlerimiz, düşünmekten hâli kaldığımız noktada sabit kalır.» Bu sözler,
beyin damarlarımızın vaktinden evvel katılaşmasına, veya bizim bildiğimiz ve
düşündüğümüz daima doğrudur diye inat etmemize karşı kâfi bir ikazdır.
Bu
suretle tahlil edilince, müsamaha, ferdî ve İçtimaî hürriyetin istihkâmı, yüz
bir çeşit âmme hukukunun garantisi, ve cemiyetin yapmak istediği herhangi bir
kültür terrakkisinde baş unsur halini alır. Müsamahayı körletiniz veya derece
derece azaltınız, uğrunda çok mücadele etmiş olduğunuz ananevi hürriyeti
eksiltir, ve daha kazanılacak olan hürriyetler uğrunda olacak savaşları
tehlikeye korsunuz. Basın serbestliğimizi, toplantı ve dinî ibadet
hürriyetimizi, hattâ demokrat hükümetimizin şeklini bile, emekle bina edilmiş,
fertlerce riayet edilmiş ve şahıslar tarafından icra mevkiine konulmuş bu
müsamaha setleri tutmaktadır. Müsamahayı tutan elimize gevşettiğimiz, kendi
ferdî hayatımızda bunu tatbik edemediğimiz zaman bütün binayı tehlikeye koymuş
oluruz.
Amerika’da,
büyük müsamaha resulleri çıkmıştır; George Washington’un, Tory’ler hesabına
müdahalesi az kimselerin bildiği bir misaldir. Çabuk alev alan bir takım
vatanperverler Tory mallarını yağma etmek ve kendilerini hırpalamak istedikleri
zaman, Washington, bunların sessizce Kanada’ya gitmelerine müsaade etti.
Washington, kendisi vicdan hürriyetini istediği için, bunu başkalarında müdafaa
etti. Roger Williams, Salem’de din hürriyetinden mahrum bırakılınca, kışın
ortasında türlü muhataralarla dolu ormanlardan yayan bir yolculuğa katlandı;
niçin? Amerika’nın ilk âmme hukuku ve dini hürriyet mâbedi olan Providence
şehrinin temelini atmak için. Phillips Brooks, meşhur bir konuşmasında,
Amerikan müsamahası hakkında kendi felsefesini şu sözlerde toplamıştır: Müsamaha,
birbirine zıt akıllar arasında tamamen meşru ve şerefli bir alâkayı ifade eder.
Fikirce dostumdan tamamen ayrı olabilirim, fakat ona hürmet ederim; ben cnun
kendi kanaatlerine sadık olmasını isterim, fakat kendi kanaatimi ona kabul
ettirmeğe çalışmak benim hem hakkım, hem de vazifemdir. Müsamaha, ciddî
kanaatle şahsî hoş görüşün tam bir âhenk içinde birleşmesidir.»
Müsamaha,
bazı müdafilerinin bütün yiğitliğine rağmen çok nazik bir fidandır. Bakımsız
kalırsa, solar, ve kurur. Bu fidan solarken, başka bir fidan, zehirli bir
mantar olan müsamahasızlık onun yerini alır. Bu birdenbire değil, görülmez ve
sezilmez ufak derecelerde vukua gelir. Bir imtiyaz kaldırılır, sansür konulur,
kin ve nefret kök salar, bir takım baskı tedbirleri alınır, kanunlar yapılır, derken
kendimizi bir müsamahasızlık kara ormanında buluruz; öyle bir orman ki,
gölgeliklerinde yaşayanların hepsini güneşten mahrum eder ve korku içinde
yaşatır.
Demokrasi,
politika sahasına uzanmış müsamaha prensipidir. Müsamaha, azlıkları imha etmez,
korur. Azlıklar da, buna karşılık olarak, iktidar mevkiindeki parti üzerinde
bir fren vazifesi görmek suretiyle çok değerli biı iş yapmış olurlar. Bu,
hükümetimizin baş kaziyesidir. Müsamahayı kaldırınız, demokrasimiz yaşayamaz.
Dinamik
psikolojinin keşfolmamasıyla, dinin vazifesi de sevgi ve nefret bakımından
açıklaşmıştır. İnsanlara artık diğerkâm olunuz, diye nasihat ve ihtara lüzum
yoktur; onlara kendinden nefreti, narsisizm ve masoşizmin türlü kılıklarına
girmiş şekilleriyle tanımalarına yardım edilmelidir. Şimdi din insan oğluna,
benliğe karşı olan çarpık vaziyetlerin iç esaslarını öğretebiliyor; ve bu iç
huzurunun kötü düşmanlarını nasıl alt edebileceğini öğretir. Din, başkalarına
karşı sahte sevginin maskesini alaşağı edebilir, çünkü bu sahte sevgi, kılığını
değiştirmiş sadizmden başka bir şey değildir. Din bize hassas ve anlayışlı
olmasını öğretebilir, ve bu sayede sahte ile hakikî sevginin mânalarım sezmekte
hüner sahibi oluruz. Din, sevgi hakkındaki şu kanaatimizi de kuvvetleştirir:
Komşu sevgisi bir hayal değildir, bilâkis beşer âleminin nihaî icbarlarından
biridir.
Daima
almak ve hiç vermemek isteyen kimselerin inkişaf etmemiş şahsiyetler olduğunu
öğrenmemize şimdi din yardım ediyor; ve görüyoruz ki bunlar acınacak
kimselerdir, ve inkişaf etmeleri için yardımımıza muhtaçtırlar. Gudde
kifayetsizliği yüzünden lâyıkiyle büyüyüp serpilmemiş çocukları, hormon
iğneleri ve endocrine hülâsaları ile tedavi ettirip bedenen büyümelerine yardım
ettiğimiz gibi... Zaman gelecek ki, hayal kuvvetimiz son derecede hassaslaşacak
ve bugün anormal insanın büyüme^ miş bedenini gördüğümüz gibi, egoist adamın
ruhunu da görebileceğiz. O zaman anlayacağız ki, tamamen benliği içinde
hapsolmuş ve yalnız kendi nefsini düşünen fert, hakikatte ahlâktan bir
«cretin», mânen bir budaladır; ve daima hayattan almağa ve hayata hiç bir şey
vermemeğe çalışan şahıs mutlaka yarım insan olarak ölür.
Bugünün
psikolojisiyle aydınlanmış olarak din şimdi olgun sevgi ile olgun olmayan
«sevgi» yi öğretebiliyor. Sevgi, «benliğe», geçmiş kusurlar için bir tazminat
faturası verdiği zaman olgun sevgi değildir; böyle bir tazminat faturasını
iflâs etmiş ve kahrolmuş bir millet, önce susamış bir galibe ödemekten nasıl
âcizse, insan benliği de ödemekten âcizdir. Kendi benliğimizden aşırı tekâmül,
aşırı istiklâl, aşırı evliyalık, aşırı kudret istediğimiz zaman, akıl ve
ruhlarımıza ne kadar itina ve dikkat sarfedersek edelim, kendimizi,
engizisyoncuların yaktığı kâfiri sevdiği şekilde sevmiş oluruz.
Olgun
komşu sevgisi, imkânsızı talep etmeyen ve hayat ülküsünün müsamahalı büyüme
olduğunu idrâk eden kayıtsız şartsız sevgidir. Sevgi, «benlik» ve «komşunun
değerli taraflarına karşı hürmet vaziyetini kazanmağa muvaffak olduğu zaman
olgunlaşır. Kendi şahsiyetinin yapıcı ve yaratıcı taraflarına kıymet vermeğe,
bunları daha şümullü sosyal irsiyetin bir kısmı olarak görmeğe muktedir olan,
kendini başkalarının efendisi veya kölesi haline koymağa uğraşmadan sevgi alıp
vermeğe razı olan kimse, hakikî olgun sevginin küdsül’akdesine (Tevratta,
mâbedin en mukaddes sayılan kısmı.) gerçekten girmiştir.
İçinde
yaşamakta olduğumuz şu dünya tehlikeli bir yerdir; hiç bir normal insan,
hesapsız korku ve endişelere rastlamadan hayatla karşılaşamaz. Bunlar, ne
olacağı önceden belli olmayan bir dünyada vatandaşlık hakkı olarak ödediğimiz
meblâğın bir kısmıdır. Bununla beraber mademki korku ve endişelerle karşılaşmak
normal bir haldir; sükûn ve huzurun düşmanı olan bu hisleri hükmümüz altına
almak da mümkündür. Bertrand Russel: «A Free Man’s Worship» (Hür Adamın
İbadeti) adlı eserinde diyor ki, insanın en büyük zaferi, muhtelif tehditler
ve korkunç değişikliklerle dolu bir dünyada rasanet [Sağlamlık, dayanıklık.
* Sabit, muhkem, metin ] ve iç sükûnuna nail olabilmektir.
Bir
bakıma, insanın korku kabiliyeti bir nimettir. Bizi tehdit eden bombalar,
hastalık mikropları, İçtimaî veya ahlâkî tehlikelere karşı bizi ikaz eden bir
korku mekanizması ile mücehhez bulunmasaydık, bu dünyada hiç yaşayamazdık.
Bereket versin korkmasını biliyoruz; çünkü nice korkunç nesneler ve düşman kuvvetleri
vardır ki, hepimizin de bunlardan kaçınmasını veya bunları alt etmesini
öğrenmemiz icap eder.
İnsan
medeniyetinin bütün ihtira ve icatları, bir mânada, korku ve endişelerimizin
mahsulüdür. İnsanlar karanlıktan korkuyorlardı. Ateş sanatını ve elektrik sırla
rmı keşfettiler. İnsanlar ağrıdan korkuyorlardı; o korku, tıbbın anası oldu ve
cerrahlığın, uyuşturucu ilâçların ve tedavinin sayıya gelmez keşiflerine yol
açtı. İnsanın korku kabiliyetini kaldıracak olsak, onun büyüme ve ilerle* me
kabiliyetini de yok etmiş oluruz; çünkü korku çok kere büyümeyi teşvik eden, ve
ihtiraa sevkeden muharriktir.
Hakikat
şu ki, insan oğlu, insan olmak için korku ve endişe pahasını ödemelidir. Kır
canavarı hay vani korkuyu bilir, fakat yalnız insana vergi olan hislerden, hayal
kuvveti ve rfıantık nimetinden tamamen muaftır. İnsanlığımızın yüksek paha
etiketi, hayvanlar hilâfına olarak, bizi ağrı ve tehlike hislerine ve şuurlu
hayat ihtişamlarına mâruz kılan hassas sinir uçlarına ilişiktir (kabuklarla
silâhlanmış yengeç böyle değildir). Vakit vakit şu insan talihine isyan eder ve
duygulardan mahrum çift kabuklu hayvanlara gıpta ederiz; fakat bize bu yolda
intihap kudreti verilecek olsa, hassas sinir uçlarının kesilip korku hissinden
kurtulmayı tercih edecek pek az kimseler bulunur; çünkü böyle bir ameliye bizi
sevgi, iştiyak ve sadakat hislerinden mahrum eder. Endişeye karşı
hassasiyetimiz, beşerî inkişafımızın, hayal ve rüyalarımızın ana toprağıdır.
Hakikatte
insanların mizacı çeşitlidir. His derilerimizin kalınlığı başka başkadır. Bir
takım soğukkanlı insanlar, altında çökmeden çok ağır bir yük taşıyabilirler;
bir takımı var ki, akıl muvazenelerini muhafaza etmek için âsap gerginliği
bakımından yükleri hayli hafif olmalıdır. Aynı zamanda şunu da hatırda tutmamız
lâzımdır: Çok kereler en korkak insanlar en yaratıcı şahsiyetlerdir. Lincoln ve
Dostoevsky, bütün hayatları müddetince, iç sıkıntısı nöbetlerine mâruz
kalmışlardır; halbuki, hayat yolunda korkusuzca ve serbestçe seke seke, oynaya
oynaya gider gibi görünen «neşeli kimseler» in hepsinden ziyade insan ırkına
fayda temin edecek işler başarmışlardır.
Şu
halde, hiç bir umumî müşahede, bütün beşerî vakaları birden göz önüne koyamaz.
Fakat şunu iddia etmek doğru olur: Bütün insanlarda istisnasız olarak — yahut
da yalnız deliler ve akılca inkişaf etmemiş kimseler müstesna — korku hissi
vardır. Örnekler başka başkadır; korkuların aldığı şekil ve biçimler çok
çeşitlidir; fakat esas itibariyle her erkek ve her kadın, muhtelif derecelerde,
suç hisleri duyar, ağrıdan korkar, yalnızlıktan hüzün duyar, ve emniyet verici
şeyler arar. En derin iç duygularımızı açığa vurmaktan çekinmek, teamül
maskelerinin arkasına saklanmak itiyadıdır ki, bütün beşer ırkını birbirine
bağlayan umumî endişe kardeşliğini tanımamıza engel olmaktadır.
Tabiî
mâkul olan ve olmayan korkular arasında fark vardır. Mâkul korku, maddî veya
sosyal hakikî tehlike karşısında duyduğumuz korkudur. Askerlerimiz harbe
girdikleri zaman korku duyuyorlar; bu korkunun kendisi, adrenalin ifrazatını
çoğaltıyor, bedenî ve zihnî enerjilerini topluyor, ve önlerine çıkan objektif
korkuyu hüner ve başarı ile karşılamağa muvaffak oluyorlar. Korkmasını bilmeyen
asker, hem kendi şahsı, hem de arkadaşları için bir tehlike teşkil ediyor.
Korkuya rağmen askerlerimizin karada, denizde ve havada vazifelerini başarı ile
görmüş olmaları, insanın, kendine verilmiş olan beşerî hususiyetleri yiğitçe
gayelere sarfetmek kabiliyetine bir delil daha teşkil eder.
Bu,
günlük hayatta da böyledir. Bedenî ağrı çekeriz. Korkumuzdan hemen hekime
koşarız; bizi ikaz eden ağrı alâmeti, düşmanımız değil, dostumuzdur. Bütün
dünya bugün atom bombası felâketinden korkmaktadır; ve arz küresinin her
yerindeki insanlar, bu müthiş keşfin inkılâpçı neticelerinden korkuyorlar. Atom
enerjisinin dünyaya şâmil bir sıhhat ve refah vasıtası yerine dünyayı yıkan bir
silâh olarak kullanılacağı korkusu realistik, hattâ zarurî bir korkudur;
bilhassa, zamanımızın sosyal ve ekonomik tehlikelerine galip gelmek için yeni
tâbiye
ler
husule getirmeğe yarar. Bu halde, bazı korku ve endişeler zarurîdir, makbuldür,
ferdin ve topluluğun yeni refah çarelerinin yaratıcısıdır. Sağ kalma ve
ilerleme hâdiselerine karşı lâkayt olmayan kimse, bu hislerin yok edilmesini
arzu etmez.
Bizi
donduran, kifayetsizleştiren, hepimizin de ayak altına almak istediğimiz sakat
ruh hâletini artıran aşırı korkular ve asabî endişeler ve kuruntulardır. Beden
sıhhatimizi tanzim eden endocrine guddelerinin muayyen miktarda ifrazata
ihtiyaçları vardır; bunun gibi aklî hayatımızda da muayyen derecede endişe,
normaldir ve sıhhate alâmettir. Fakat aşırı ve nörotik korku ifrazatı bütün
tabiatimizi bozar ve biçimsizleştirir.
Normal
korku ile nörotik korku arasındaki farkı Sigmund Freud çok iyi tasvir ediyor.
Bir Afrika ormanında bulunan kimse haklı olarak yılanlardan korkabilir. Bu,
normal ve koruyucu bir histir. Fakat birisi durup dururken, oturduğu evin
içinde, halının altında yılan var diye korkmağa başlarsa, bu korkunun anormal
ve nörotik bir hal olduğunu hemen anlarız. Kendi korkularımızı, Freud’ ün bu
ölçüsüyle ölçebiliriz. Harb zamanında bir PolonyalI kadının, çocuklarım
açlıktan ölecek diye korkması normaldir; fakat zengin bir Amerikalı kadın
kalkıp yazıhaneme gelir, «çocuklarım gıdasızlıktan ölüyorlar,» diye sızlanırsa,
bu korkunun sakat ve nörotik bir gölge olduğunu ve kadının ruhundaki suç, korku
ve nefrete dayandığını düşünürüm.
Korkularımızın
çoğunun esası bunlar değil mi? «Şahsî endişe» adı altına gelen birçok korkuları
tetkik edecek olursak, çok kereler bunların, halı altına saklı sanılan vılanlar
gibi olduğunu görürüz. Bazen sıhhatimizi merak eder, kendimizi kuruntuya
veririz. Kalbimizi, ciğerlerimizi, tansiyonumuzu, uykusuzluk hallerimizi merak
ederiz. Elimiz nabzımızda, her harekete bir mâna, her şeyi hastalık ârazı
farzetmeğe başlarız. Sıhhatimizi merak etmiyorsak, bu sefer şahsiyetlerimiz
hakkında kuruntuya düşeriz. Kendimize itimadımızı kaybeder, bir emniyetsizlik
hissine düşeriz; kendimizi başkalarından aşağı görür,
muvaffakıyetsizliklerimize, ağlar, ve kıymet verdiğimiz kimselerin nazarında
hakir ve değersiz bulunduğumuzu zannederiz. Hayatımız bir ruhî karanlığa düşer;
ve ruh sıkıntımızın bulutlan ibadet ve dostluklarımızı, sevgi ve aile
güneşimizi karartır.
Kendi
şahsımız için üzüntülerimiz, muvaffakıyetsizliklerimiz ve emniyetsizliklerimiz,
çok kere bize en yakın ve en sevgili olanlara doğru çevrilir; bizden uzak
bulunan kardeş, koca veya çocuğumuzu — ki, bunlar bazı hususlarda bizim kendi
şahsiyetlerimizin genişlemiş şeklidir — merak ettiğimizi zannederiz. Çok
kereler haricî sebeplere hamledilen sıkıntı ve kuruntu hallerinin asıl kökleri,
insanın benliğinin derinlerinde bulunur.
Tabiî
korkularımız çeşitli kılık ve şekillerde kendini gösterir. Bazen aklî fobilerin
ve başka vaziyetlerin kılığına girer; meselâ, yüksek yerlerden ve kapalı
odalardan korkmak gibi. Bugünün psikolojisi, çocukluğun karanlık hücrelerine
ışıklar saçıyor, ve korkularımızın asıl menşeini aydınlatarak birçok insanların
neden korku içinde yaşadıklarını meydana çıkarıyor; neden bir takım kimseler
bazen yalnız kalmaktan korkuyorlar, bazen da, başkalarının arasına karışmaktan
korkuyor ve ayn kalıyorlar; daha başka dakikalarda bir sevgilinin teveccühünü
veya bir arkadaşın hürmetini kaybetmekten, küçük düşmekten, reddolunmaktan ve
foyası meydana çıkmaktan korkuyorlar?...
Sevgi
korkusu bazı kadınları, donuk mermer heykeller haline kor; muvaffakiyet korkusu
(evet, birçoklarımız muvaffak olmaktan korkarız) bazı insanları içki yoluna,
veya Don Juanizm’in heder edici yoluna sevkeder. Kari Menninger, «Man against
Himself» (Kendi Şahsına Karşı İnsan) adlı harikûlâde eserinde, iddia ettiğine
göre, bu zamanın adamı, olgunluk ve başarı sahasına muvaffakiyetle girmesine
engel olsun diye, çok çapraşık olan korku tuzağına girer, ruhuna korkular
yükletir, onu suçlu çıkaran kuruntulann yükü altına girer; niçin? Sadece
bozguna uğramak için!...
Çok
kurnazlıkla, korkularımız, bazen bedenî ağrı kıyafetine girer. Harikûlâde yeni
bir ilim olan «psikosomatik» hekimlik şu keyfiyeti meydana çıkarmıştır: Âdi
nezleden tutunuz da, insanı sakat eden arterite varıncaya kadar bir alay
hastalıkların kökü çok kereler insanda yerleşmiş korkularda bulunur. Tabiî,
artistler ve romancılar bu keyfiyeti çoktan keşfetmişlerdir. Thomas Mann’in
«The Magic Mountain» (Sihirli Dağ) adlı epik şiirinde nice nice fazla hassas ve
korkak kimselerin bazen amelî hayat mücadelesiyle karşılaşmadansa, verem
hastalığına sığındıklarını gösteriyor. Hasta olmak, cesur olmaktan çok
kolaydır! Birçok kronik hastalann zevkle tahammül ettikleri nörotik korkunun
gizli şekilleri olduğunu da öğreniyoruz.
Görünüşte
muvaffak olmuş bazı iş adamlarının hayatlarına korkunun kurduğu kamuflâj daha
da kurnazcadır. îşte hepimizin tanıdığı bir adam, — parası var, ticarette pek
usta. İtibarı fevkalâde, herkesin ona itimadı var — yâni, kendinden başka
herkesin! Bu adam hiç bir zaman kendi benliğiyle barışık değildir, ve kendi
başarılarının hakikî olduğuna inanmıyor. Kendisini tehdit eden
muvaffakıyetsizlik seline karşı gelmek için durmadan yeni setler yapmaktadır.
Vaktini, enerjisini, ustalığını, malî muvaffakiyete koşmak yolunda
sarîetmektedir. Görünüşte, her hususta muvaffak olan bir adamdır. Halbuki iç
âlemine bakarsanız, korkaklık ve muvaffakıyetsizliğin ta kendisidir.
Niçin?
Çocukluğunun bir zamanında, kendisine küçük ve kudretsiz olduğu fikri verilmiş.
Büyüklerin gözünde bir ehemmiyet kazanmak için, çocukça bir teşebbüse girişmiş
ve bozulmuştur. Büyükler, onun emeklerine gülmüşlerdir. Büyükler bu gülmeleri
unutmuşlardır, fakat çocuk unutmaz. Bu ilk kuvvetini tecrübe teşebbüsüne bütün
itimadını bağlamış, ve babasına, anasına, kardeşlerine kabiliyetini göstermek
istemiş. Halbuki neticede ona muvaffakıyetsizliğe uğramış bir zayıf mahlûk
olduğu anlatılınca, büyüklerin gülme sesi, küçümsemeleri ve memnun
görünmemeleri onun dünyasını yıkmıştır. Bu, çocuğa bir darbe olmuş, ve kendini
onun tesirinden bir daha kurtaramamıştır. Büyüyüp iş hayatına atıldığı zaman,
daima ticaret teşebbüsleri, işi bozulacak diye düşünmüş, daima kendini
mahvedecek olan baltanın düşmesini beklemiş, kendi kudretine hiç inanmamış.
îşte seneler geçtiği halde, şimdiki emniyetsizlik hissinin sebebi budur.
Şimdiki aşağılık duygusu, olgunluk hayatında da durmadan tekrarlanan çocukluk
korkularının hikâyesidir.
Karen
Horney bize ruh sıkıntısı çeken bir kadınm halini anlatıyor: Kadının kendisini
seven bir kocası, iki güzel çocuğu, iyi ahbapları, ve güzel bir evi vardır.
Bütün bunlara rağmen kadın, ümitsiz bir ruh sıkıntısından muztariptir. Bu
kadına: «Bütün bu halin hayalîdir. Bu sırf senin kendi kuruntun» demek çok
mânâsız olur. Bu halin sadece kuruntu olduğu muhakkak; yalnız asıl mesele
şuradadır: Kadının akimda neden böyle kuruntu var?
Bunun
cevabı ancak kadının seciyesinin iplikleri hayat tecrübesi makarasına sarılmağa
başladığı ilk zamanlara dönmekle mümkündür. Bu kadın, kabiliyetli ve ego
sentrik
bir annenin, ve meşgul, mesleğine dalmış hekim bir babanın kızıdır. Kendinden
üç yaş büyük bir erkek kardeşi vardı. Onun dünyaya gelmesi, ailesi tarafından
hiç de hoş görülmemişti. Bu çocuğun doğması, annesinin ayağını bağlamış,
İçtimaî faaliyetlerine sekte vurmuştu. Tabiî, çocuğa bunu söyliyen olmamıştı,
fakat yavrucak, evdeki bu havayı iyice seziyordu. Anne ile oğul arasında çok
yakınlık vardı, bu küçük kız da onların arasına karıçmağa çok uğraştı.
Sessizce, ve kendileri de farkında olmadan onu reddettiler, çocuk bunun acısını
duydu, ve bu acı onda hayata karşı büyük bir öfke uyandırdı. Bu öfkeyi
fırtınalı tezahürlerle etrafına anlatmak istedi, cezaya çarpıldı. O zaman
anladı ki, öfkesini, içindeki acı hiddeti gizlemeden kimseden sevgi eseri
görmiyecek. Bunun üzerine kendi kendini uysal, yumuşak bir küçük hanım haline
soktu, ve ailenin gönülsüz rızasını kazandı. Ancak o zaman annesi ile ağabeysi,
müşterek sevgi sofralarının kırıntılarını ona lûtfetmeğe başladılar. Kız kendi
asıl tabiatini sahteleştirdi, kendini başkalarına muhtaç, müraî, hizmete yarar
bir şahsiyet haline koydu, daima asıl hislerini saklayarak, .ve hakikî olmayan
bir çehre göstererek... İlk genç kızlık, sonra da olgunluk yaşma hep böyle
psikolojik sahte bir hayatla geldi. Kendine has kabiliyetleri yok değildi.
Fakat bunları meydana koymağa korkuyoıdu, hayatının ilk yıllarındaki
teşebbüslerinin net’cesinde çektiği acı ve ıstırapların tadı damağında
kalmıştı. Böylelikle, bu kadının hayatının derinliklerinde, çocukluğundan beri
hapsedilmiş ve hiç ifade bulmamış öfke ve hınç yılanları çöreklenmiş kalmıştı.
O bunlara gündüz ışığıyla bakmağa hiç bir zaman cesaret edememiş; şimdi de
ifadesiz kalmış bu öfke yılanları onu zehirlemeğe muvaffak olmuş, bu ruh
sıkıntısı nöbetlerine sebep olmuşlardı.
İste,
bize başka bir kadının portresi. Bu kadında korku, ruh sıkıntısı şeklinde
değil, bedenî hastalık kılığında görülür. Dört yaşında iken annesini kaybetmiş
olan bu kadın, yaşlı bir büyük annenin elinde büyüdü. Büyük anne sert ve şirret
bir kadındı. Çocuk bundan çok korkuyor, fakat öfkesini açığa vurmağa hiç meydan
bulmuyor. Çok sıkı bir disiplin altında büyüyor ve sevgi ve takdir görmek için
içi yandığı halde, bunları hiç ifade edecek fırsat bulamıyor. Bu hayattan
kaçmak için erken evleniyor, kötü bir adama düşüyor. Orada da hakikî bir sevgi
bulamıyor. Ruhunda, hiç bir zaman tatmin olunmamış sevgi iştiyakı ile
hapsolunmuş ve ifade bulmamış öfke ve dargınlık hisleri arasında durmadan devam
eden iç harbi yüzünden, henüz otuz yaşlarında iken tansiyonu çok yükseliyor.
Olgun
hayatta yolumuza çıkan korku ve endişelerle karşılaştığımız zaman, psikiyatri
bize bunlarla, önce hiç gözümüzü kırpmadan yüz yüze gelmeyi ve şu keyfiyeti
kabul etmeyi öğretiyor: Çocukluk devresi bir eşkiyadır, ve çoktan arkamızda
bırakmış olduğumuz bir takım kusur ve yanlışlıklarımız için bizden döne döne
bac alır. Başka tâbirle, öğrenmeliyiz ki, cemiyet mahkemelerindeki suçlar için
bir «tahdidat kanunnamesi» olduğu gibi, ruhun korku ve endişeleri için de böyle
bir kanunname vardır.
Emniyetsizlik
ve aşağılık hislerinin birçoğu, gerçekten kusurlu ve aşağı olduğumuz bir
zamandan kalmadır. Çocuğun aciz hissi hayalî değildir; odanın bir yanından
ötekine giderken tutamak bulamaması, yataktan yuvarlanması, açlık, ağrı ve
yalnızlık duyduğu zaman meramını anlatacak dil vasıtasına mâlik olamaması
gibi... Çocukken gerçekten âciz ve zayıftık. Bizim aczimizle büyükler
dünyasının kuvveti arasında geniş bir fark olduğunu biliyorduk. Halbuki şimdi
kendimiz büyümüş olduğumuz için, böyle korkulara mahal yoktur. Yale
Üniversitesi profesörlerinden Dollard’ın dediği gibi: «Dev misali kifayetli ana
babalar dünyası artık mevcut değildir.. Olgunluk devresinde hiç kimse,
çocukluğumuzda ana babalarımızın olduğu şekilde bizden üstün değildir.»
Korkularımızı alt edecek hakikî yollardan biri, olgunluk yaşımızın hakikiliği
ve başarılılığı ile zihnimizi kurcalayan çocukluk aczi hâtırası arasında «his
geriliğini» anlamak ve onu yok etmeğe çalışmaktır.
Colonel
Grinker ile Majör Spiegel’in «Men Under Stress» (Baskı Altında İnsanlar) adlı
eserlerinde, «his geriliğini» ortadan kaldırmanın ehemmiyetine işaret
ediyorlar. Bir muharebe esnasında veya ondan sonra ruhî bozukluklara düşen
tayyarecilere hypnoz (uyku) veya uzun istirahat fayda etmiyor; çünkü ne bu, ne
o, havacıya kendi benliği veya mazisi hakkında yeni bir şey öğretmiyor. Asabî
bozukluklardan muztarip pilotlar, orduda kullanılan «narcosyntheisis» yeni
metodu ile tedavi olunuyorlar; bununla pilotlar kendi mazilerine
dönebiliyorlar, zihnen yalnız harb sarsıntılarını değil, çocukluk ve ilk
delikanlılık mücadelelerini yaşıyorlar. O zamanki endişelerinin birçoğu,
çocukluklarındaki bir takım ihtiyaç veya korkulardan kalma şeyler olduğunu
anlayınca, olgun yaştaki benlikleri bu yeni bilgiyi hazmedecek kuvveti buluyor
ve bunu yeni cesaret ve ruhî sıhhat kazanmak yolunda kullanıyor.
Hepimiz
«narcosynthesis» e dönemeyiz, buna ne ihtiyaç, ne lüzum var. Fakat şimdi
endişelerimizden çoğunun sadece çocukluğumuzun uzamış ve kılık değiştirmiş
gölgeleri olduğunu anlarsak, herhalde çok faydalı olur. Bu bilginin bize
verdiği teselli ve hizmet büyüktür! Meselâ, vaktiyle ana babası tarafından
istenmeyen veya hor görülen bir çocuk muyduk? Peki, o zaman geçmiştir; şimdi
etrafımızda bizi takdir eden ve seven başka kimseler var. Şu halde, kendimizi
mazinin içine hapsedelim de, şimdiki hali red mi edelim? Çocukluk aynasına
korkusuzca bakalım, göreceğiz ki, şimdiki korkularımızın, endişelerimizin ve
çarpıklıklarımızın neticeleri o zamana aittir.
Ölüm
korkusu veya öteki dünyada ceza korkusu mu bizi bîhuzur ediyor? Bu korku belki
de yalnız odada kilitli kalmak vesaire gibi çocukluğumuzda bize verilen
cezaların tesiridir. Olgun yaşta da, yalnız çocukluk inkişaf safhasına ait olan
o türlü yalnızlık ve ceza hâdiselerini lüzumsuz yerde bütün dünyaya teşmil
ederiz.
Başkalarından
aşağı olmaktan, başkalarına makbul olmamaktan ve cemiyet tarafından hor
görülmekten mi korkuyoruz? Olgunluk ışığı ile bu endişelere bir göz atalım,
görürüz ki, bizim de yanılabilen bütün komşularımız gibi kabiliyetlerimiz, iyi
taraflarımız, cazibe ve zekâmız vardır. Şunu iyice bilelim ki, kendimizi
onların ölçüsüyle ölçmeğe lüzum yoktur; onların ölçüsü de bizimki gibi
mahduttur. Olgun yaş âlemi bir tesanüt âlemidir, biz nasıl başkalarına muhtaç
isek, başkaları da bize muhtaçtırlar. Bu, çocukluğumuzda olduğu gibi, hem
okşanmayı, hsm de ceza görmeyi beklememizi icap ettiren bir dünya değildir.
Maddî
ve mânevî birçok düzensizliklerimiz kendi kendimizden korkmamızdan ileri gelir.
Başkalarına
edeceğimiz muamelelerden, ruhlarımızın tâ derinliklerinde pusuda bekliyen
öfkeden korkarız. Hayata karşı hiddetten içleri taş kesilmiş olan dünyayı
dolaşan nice nice insanlar vardır! Bu benliğin derinliklerinde saklı duran
hiddet, incinmiş gururun, yahut da evde veya iş yerinde hakikî bir
muvaffakıyetsizliğin neticesi olabilir. Câmit hale gelmiş bir hiddetin sebebi
ne olursa olsun (ki bu ruh sıkıntısının anasıdır), bugün önümüzde bulunan şu
büyük ümit vardır: Bu hiddet alt edilebilir, ve yapıcı kanallara çevrilebilir.
Bu
hiddetin aslı nedir? Bebeklik devresinde bir takım ihtiyaçlarımız ve
iştahlarımız var ki, anneler doyuramaz ve doyurmamalıdır. Ağlamalarımıza hemen
ehemmiyet verilmediğini görünce, çok öfkeleniriz. Bu mağlûbiyetin neticesi
bizde kendini bağırıp ağlama fırtınaları halinde gösterir, bu yüzden
büyüklerimiz bize ceza verirler. Bu ceza bize korkuyu öğretir. Bu korku hâsıl
eden ameliyenin dinamikleri «Mağlûbiyet, öfke, bu öfkeden dolayı ceza, — sonra
da korku.» Öfke ve korkuyu, muharrik (stimulus) kuvvet ve cevap olarak
birbirine bağlamayı öğreniriz. Olgun yaşta hayat hal ve keyfiyeti bizden
gerçekten metanet ve tecavüzkârlık istediği zaman, birçoklarımız korku maskesi
altında öfkeyi insafsızca hapsederiz.
Ne
yapmamız lâzım? Hepimizin de bilmesi gerektir ki, olgun yaşta muayyen derecede
tecavüzkâr bir enerji normaldir ve idare edilebilir. Birçoklarımız öfke
hislerimizin ve yakıcı Ucalarımızın fazlalıklarını sporla, hafif eğlencelerle
veya tabiatin ve cemiyetin bütünlüklerine karşı şiddetli savaşlara atılmak,
suretiyle geçiştirebiliriz. Şunu da öğreniriz ki, vaktiyle gösterdiğimiz öfke
fırtınaları için ana babalarımızın bizi cezalandırdığı gibi, şimdi şahsî
iddialarımız ve yaratıcı kavgacılığımızın meşru tezahürleri için bizi
cezalandıracak kimse yoktur. Bundan başka her zaman hatırımızda tutacağımız bir
nokta daha, tabiatimizin öfke tarafını tamamiyle hapsetmemize lüzum yoktur.
Buna hayal âleminde emniyetli bir mahreç bulabiliriz. Bunun klâsik bir misalini
bize Max Beerbohm veriyor; bu zat, sevmediği kimselere hayalî mektuplar
yazardı. Bazen bu mektupları oturur, fiilen yazardı, ve bu hareketiyle bir
mahreç bulan öfkesi de buhar olup giderdi.
Olgun
yaşa gelmiş erkek ve kadınlar sıfatiyle kafalarımızı birer demokrat ülke gibi
tasavvur etmeliyiz; bu ülkede her türlü his ve fikirlere söz hürriyeti verilir.
Politika hayatında her çeşit parti ve propagandalara hürriyet hakkı veriyoruz
da, neden kendi en derin düşüncelerimize Ve itici kuvvetlerimize bu hakkı
vermiyelim, hem de kafalarımızdaki şerefli ve yaratıcı ekseriyetin tehlikeli
gördüğü fikirleri ihraç reyini vereceğinden emin olarak... Ne mi demek
istiyorum? Her aklımıza estikçe düşmanımıza veya büyüklerimize saldıralım mı?
Hayır, bunun tam aksini tavsiye ediyorum ve bunu tekrar tekrar söylüyorum:
Fiiliyatta zaptı nefis, fakat hayalde benliğin ifadesine müsaade.
Bazen
yakın bir dostumuza, kardeşimize veya bir din liderimize derdimizi
anlatabiliriz. Bazen da psikiyatristin tecrübeli nasihatine ihtiyacımız vardır.
Fikir tuhaf görünür ama, derdimizi dinleyen adam, muvakkaten
tecavüzkârlığımızın hedefi oluyor.
Bu
da asrın psikoterapisinin çok büyük bir keşfidir: Vaktiyle, çocukluğumuzda
baba, ana, veya kardeşe karşı duyduğumuz korku, sevgi noksanı veya husumet
hisleri gibi hayatımızın ilk yıllarında kendi kendimizden gizlediğimiz
duyguları, çok defa bir arkadaşa veya bir büyüğe doğru çevirmek. Bazı
hallerimizi ve reaksiyonlarımızı bazı muasırlarımıza naklederiz; fakat bu nakil
hâdisesi, bize ıstırap da verse, hissî kurtuluşumuzda ehemmiyetli bir adımdır.
Bir müddet sonra bakarız ki, hakikatte biz, karımız, kocamız, arkadaşımız veya
hekimimize kızgın değilmişiz. Bunlar, bizim inkişafımızın bir derecesinde ifade
bulmıyan bir takım hislerimize, şimdi hedefler teşkil ediyorlarmış. Bu dost
veya öğütçü, gösterdiği sabır ve sükûnla bizim hapsedilmiş hislerimize mahreç
temin eden hekim artist oluyor, aynı zamanda hem muvakkat kurbanımız, hem de
bize daimî bir şifa veren hekimimiz oluyor.
Diğer
bir ümit kaynağı da hallerimizin geçici o’masıdır. Bu birçokları için
öğrenilmesi güç bir derstir. Yorgun zamanlarımızda, bir iğne batması, bıçak
yarası gibi gelir, ve her habbeyi kubbe yapanz. Herkesin arasıra ruh
sıkıntısına
düşmesi tabiî ve normal bir haldir. Karanlık tünele girerken, bu girişin bir de
çıkışı olduğunu unutur, sanki bir daha hiç aydınlığa çıkamıyacağımızı sanırız.
Biz insanlar çok dayanıklı, birçok sadmelere karşı koyabilecek hesapsız
gözyaşına tahammül edecek, ve yıkılmadan birçok facialardan geçebilecek
organizmalarız. Şu halde, bir günlük, hattâ bir aylık ruh sıkıntılarını,
hayatımızın daimî hali diye almamağa çalışalım. Çünkü, bu aydınlık dağına
açılan kısa bir karanlık tüneldir.
Şahsî
korku Te endişelerimizle karşılaşınca, hepimiz de başkalanndan yardım görmeğe
razı olmalıyız. Yardımdan kaçan, bir badkasına zaafını itiraf etmekten utanan
çok kimseler vardır. Birçok kimseler, korku ve fobilerine sımsıkı sarılırlar.
Bu ciheti anlamak kolaydır, çünkü korkularımız bazen eski arkadaş gibidir;
bunlardan vazgeçmeğe korkarız, zira bizim için muayyen psikolojik bir
kıymetleri vardır. Bunlar bizi realiteden ve realite ile karşılaşmaktan vikaye
eder. Bütün ömrünü yarı hasta halde geçiren bir kadın, kendi de farkında
olmadan bu koruyucu nörotik halden kurtulmaktan çekinir. Çocukluğunda, hastalık
dolayısıyla dikkati üzerinde toplamağa alışmıştı; sonra da, kocasının,
çocuklarının, ailesinin ve arkadaşlarının dikkatini üstünde toplamak ve sevgi
zincirlerini kendi etrafında perçinlemek için hastalığı vesile edindi.
Korkularımız çok kere bu kadının hastalık kalkanına benzer. Realiteden ve
büyüme hâdisesinden bizi korur. Bununla beraber, insanlar ekseriyetle hissî
çocukluktan usanırlar. Normal insanların çoğunda bir büyüme sâiki, olgunlaşmak
iştiyakı vardır. Daha iyi ve daha hür bir beşeriyete bizi kavuşturacak ümidin
temeli işte bu iştiyaktır.
Evet,
yardım, ve bu yardımı sağlayan mevcut kaynakları kabule razı olmamız
gereklidir. Bu kaynaklar, iyi tanzim edilmiş bir cemiyete yakışacak derecede
çeşitli ve
ele
geçmesi kolay şeyler değildir. Önümüzdeki birkaç yılı da hükümetin ve maarifin
en büyük vazifelerinden biri, Amerika'nın yalnız büyük şehirlerinde değil,
küçük yerlerinde de mühim sayıda ehliyetli psikiyatristlerin yetişmesine ve
psikoloji kliniklerinin çoğalmasına yardım etmek ve tahsisat ayırmak olmalıdır.
Bugün de çok değerli psikolojik irşadatta bulunan birçok müesseseler vardır.
Memleketin her yerinde, harb sonrası âsap gerginliğini hafifletecek ve savaş erlerimizin
korkularını tedavi edecek kabiliyette, «emekliler klinikleri» açılmaktadır.
.Memleketin her yerinde bulunan sağlık ve yardım müesseseleri, psikoloji ilmini
öğrenmiş İçtimaî hizmet erleriyle doludur. Birçok fabrika ve sınaî
müesseselerin hususî psikologları vardır, ve bütün vakitlerini işçilerin
tedavisi işine vermektedirler. Kaliforniya’nın Oregon şehrinde ve başka
yerlerde en son iskân programlarına göre, kiracının ödeyeceği kiraya psikoloğ
ücreti dâhildir. Ve nihayet, cemaatlere ve fertlere daha faydalı olabilmek ve
lâyıkiyle yardım edebilmek maksadiyle her din ve mezhebe mensup bütün ruhanî
reisler psikiyatri ve akıl sağlık bakımı sahalarında hazırlanmaktadırlar.
İstatistiklere göre, şu en gayri şahsî ve teknolojik sahada, erkek ve
kadınların sıcak bir arkadaşlık muhiti içinde karşılıklı bir grup tedavisi için
yer ve imkân temin eden müesseseler, kilise ve sinagoglardır.
Korku
ve endişeyi hükmümüz altına almak istiyorsak, sadece başkalarından yardım kabul
etmeğe razı olmakla kalmaz, kendi nefsimizi, kabiliyetimizi ve aczimizi de
kabul etmeyi öğreniriz. His ülkesinde kusurlarımızı kabul etmenin ve duygu ve
mizaç hallerinde mevcudiyeti mutlak olan noksanlarımızla karışık hale gelme
meselesinin ehemmiyetine evvelce işaret etmiştim. Şimdi de, kabiliyetler ve
başarılar cihetinden noksanlarımızı kabul etmek zaruretini ehemmiyetle
kaydetmek istiyorum. Bu gibi acizleri kabul etmek, birçok kimseler için gayetle
güçtür. Bu neden böyledir? Kısmen, çocukluğumuzda, nice nice ülkeleri
fethetmeyi kafamızda tasarlamış, hayaller kurmuştuk; çocukluktaki hikâyeler,
masallar, ve peri masalları bize acizden ziyade kudret ilham etmiştir. Sonra,
çocuklukta, kahramanlarımızı en kudretli vasıflarla süsledik; belki de bu kendi
aczimizden kaçmak için bir yoldu. Nihayet, ana babalarımızın bizden istediği
kusursuzluğa erişememek bizi çok üzdü; belki de anababalarımızın bu arzusu,
kendi acizlerini kabul edememelerinden ileri geliyordu. Çok kereler bir anne,
kendisinin başaramadığı emelleri, kızının başarmasını ister. Çocuklar çok kereler,
ana babalarının başarısızlık gölgelerinin uzamış şekilleridir! Anababalar çok
kere isterler ki, kendilerinin başaramadıkları mükemmeliyeti çocukları başarsın
ve bu suretle hayatın onlara vermiş olduğu ikinci fırsat boşa gitmiş olmasın.
Şu
halde, çocukluk emellerimizin yükünü olgunluk hayatımıza da getiriyoruz. O
takdirde korkup endişe etmemize ve kendimizi başkalarından aşağı görmemize
şaşılır mı? Mutlak olanı elde etmek peşinde bizi koşturan ve huzurumuzu bozan
icbar! kuvvet neticesinde ülser, tansiyon veya kalb hastalıklarına uğrarsak,
buna şaşılır mı? Bununla beraber, ancak çocukluğumuzun emelleriyle bir mütareke
yaptığımız zaman, iç sükûnu bulabiliriz. Aciz ve kusurdan hâli kimse yoktur.
Bazen öfkelenir, küçültücü hareketlerde bulunur, tembellik eder veya katı
kalblilik gösteririz; fakat tabiatimizde şefkat, iyilik ve yaratıcılık da
vardır. Bazı kimselerin eli hünerlidir, bazılarmm sanat ve musikiye istidatları
var, daha başkaları fikir âleminde kabiliyetlidirler. Hemen hemen hiç kimse her
üç sahada birden kabiliyetli değildir. Hepimizin de kabiliyetleri mahduttur, ve
kendi kendimizi bu mahdutluklarla kabul etmeli, ve düşünmeliyiz ki,
başkalarının yapamayıp bizim yapabildiğimiz ve başkalarının cemiyete veremeyip
bizim verebildiğimiz şeyler vardır.
Kendimizi
eksikliklerimizle kabul etmekle, hayatımızın değişikliklerle dolu ve elâstik
olduğunu da öğrenmiş oluruz. Hayatın çok muazzam hususiyeti şudur: Yaşadığımız
müddetçe gelişip büyümek mazhariyeti bizimdir. Yeni hünerler öğrenebilir, yeni
dostlar kazanabiliriz, fakat, biraz müteşebbis olmak, sabit ve katı bir hale
gelmemek ve vaktinden evvel psikolojik damar katılığına uğramağa razı olmamak
şartiyle... Şu halde kendi nefsimizi kabul etmesini öğrenelim: Yâni, kabul
edelim ki, bazı cihetlerde kabiliyetli, diğerlerinde kabiliyetsiziz; dehâ
nadirdir; hemen hemen hepimizin nasibi vasat naldir; umumî hayatın servetine
hepimiz de kendi hüner ve mârifetimizin hâzinelerinden hediyeler getirebiliriz.
Hissî zayıflıklarımızı kabul edelim, ve bilelim ki, her insanın kafasında bir
fobi var, ve normal insan, hayatı, eksiklikleri ve fırsatları ile seve seve ve
cesaretle kabul eder.
Dahası
var: Yalnız kendi nefsimizi kabul etmekle kalmamalı, kendi benliğimizi
değiştirmeliyiz, ömrümüzün son gününe kadar değişebiliriz, ve bünyemizin saklı
kaynaklarından kıymetli şeyler çıkarabiliriz. Nefse acımanın sakat ve faydasız
dairesinden veya çocukça muvaffakıyetsizliklerin esaretinden kurtulmalı ve
enerjimizi başkaları için bir gaye, bir hareket veya büyük sosyal teşebbüs
uğruna sarfetmeğe başlamalıyız. Böyle hizmetler sayesinde kendi nefsmizden ve
korkularımızdan kuı* tulmuş oluruz.
Ekonomik
ve sosyal istikballe alâkadar dış dünyasında korku tabiîdir. Bunlar halı
altında saklanmış yılanlar değil, çok hakikî yılanlardır. Bir çok kimseler,
işleri kötü gidiyor veya kötü gidecek diye, yahut da bu yeni istikrar
devresinde kendi kendilerini büyük üzüntülere veriyorlar. Sayıya gelmez
insanlar işsizlikten veya meslek ve işlerinin bozulmasından korkuyorlar. Bunlar
çok hakikî endişelerdir ve tılsımlı sözlerle geçiştirilemez. İşsizliğin müthiş
hususiyetlerinden biri, bir erkek gururunun kırılması, mânevî kuvvetin fena
halde bozulması, çocukları ve karısı gibi yakınlarının gözünden düşmesidir. Bu
çok rekabetle dolu cemiyette birçok erkeklerin içini kemiren ikinci derecedeki
korku budur. Böyle bir kimse, istenilen dereceye çıkamıyorum, arkadaşlarım,
komşularım benden daha beceriklidirler; onun için muvaffak oluyorlar, ben
geriye kalıyorum, diye korkar.
Bu
korku ve endişeler hakkında ne denebilir? Evvelâ, birçok erkek ve kadınlar
bilmelidir ki, geçici ticaret ve sanayi oynaklıkları, şahısların
muvaffakıyetsizliği demek değildir. Franklin Delano Roosevelt dedi ki: Bugün
ekonomik mekanizma o kadar muazzamdır ki, iş adamları, kendi iktidarları
dışında olan âmiller geçici mahiyette işlerini bozarsa, kendi kendilerine kusur
bulmasınlar. Geçici muvaffakıyetsizlik veya iflâsla karşılaşmak yüzünden hiç
bir kimse kendini tam bir muvaffakıyetsizliğe uğramış gözüyle görmemelidir.
Bununla
beraber hakikî ekonomik korkularla yakından bağlı bir takım korkular da âsap
rahatsızlıkları bakiyesidir. Bilhassa Amerikalılar, bir uzun mesafe koşusuna
girişmişlerdir: Bu koşuya iştirâk edenler, arkalarından soluk soluğa
gelenlerden çok korkuyor ve kendilerini geçenleri gıpta ediyorlar. Dr. Kariner,
«The Psychological Frontiers of Society» (Cemiyetin Psikolojik Hudutları) adlı
çok heyecanlı bir eser yaratmıştır. Muharrir, bu eserinde birçok sahifeleri,
muvaffakiyet peşindeki bu koşusu tahlile vakfetmiştir. Kudret ele geçirmek
uğrunda yapılan bu amansız yarışın, birçok asabî karışıklıklara ve vakitsiz
kalb sektelerine sebep olduğunu gösteriyor. Kültürümüz bir para kültürüdür,
buna şüphe yok bu kültürün içinde de pek çok sayıda insanlar, zevki değil, kârı
hayat gayesi biliyorlar. Servetlerini çoğaltmak peşinde doymak bilmez bir
koşuşla kendilerini fiilen öldürmektedirler. Maddî muvaffakiyete tapınma,
Amerika cemiyetinin bütün sınıflarına sirayet etmiştir; tabiî olarak büyük
ekseriyet, büyük servet ve lüks hayatı elde etmekten âciz kalıyor, bu yüzden de
insanları gönül üzücü bir güvensizlik ve kendini hakir görme hissi sarıyor.
Hâkimiyet
sâiki, derin başarı arzusu, bizim emel sahibi beşer tabiatinin çok takdire
lâyık vasıflarındandır. Şu halde yanlışlığımız nerededir? Aşırı enerjimizi
hakikî başarıya harcedeceğimiz yerde bunu nörotik mücadeleye veriyoruz;
yanlışımız da buradadır. Sinik (cynical) tâbiriyle, biz hâlâ, altın buzağının
etrafında oynayan İsrail oğulları (Tevratta Çıkış kitabı 32 nci baptaki
vak’adan. ) gibiyiz. Judaizm, bu altın buzağıya tapınmanın tehlikelerini her
zaman anlamıştır. Psikoloji bugün, birçok insanlara bu nörotik putperestliğin
sebeplerini göstermek hususunda dine yardım edebilir. İşin şaşılacak ciheti,
asıl tapınılan şeyin bizzat altın olmamasıdır. Altın sadece öç alacak âlet,
eski kinleri ödeyecek sivri uçlu kılıç, yaralanmağa müstait çocukların
hayallerinde yaşattıkları kılıç geçmez zırhtır. İşin doğrusu, birçok insanlar
daimî bir memnuniyetsizlik içindedirler, çünkü gayeleri, ödünç alınmış
gayelerdir. Bunlar hayat ihtiraslarım içinde yaşadıkları kültürün içinden
değil, ailede bir zamanlar üstünlüğünü çekemedikleri bir aile ferdinden
almışlardır. Birçok erkek ve kadınlar şu kısacık hayatlarım, kendilerini şu
düşünceye esir ederek geçirirler: «Ben zengin olacağım, kuvvet kazanacağım ve
onlara göstereceğim!» Birçok kimseler hakikatte hayâletlerle, yâni eski bir
rakiple boy ölçüşmektedirler. İstedikleri başarıyı, yâni, mutlak muzafferiyeti,
elde edemediklerinden, hiç bir zaman memnun halde değildirler.
Para
kültürümüzün marazî bir ciheti daha var; bu da, Amerika’da hemen hemen her
topluluk içinde ayrılıklar yaratan rekabettir. Evi, barkı, malı mülkü, müreffeh
ailesi olan bir adam, bütün bunları yavan ve tatsız görüyor; niçin? Çünkü uzun
mesafe yarışında başkaları onu geçmiştirler. Her istediği elinde yok değil,
sadece başkasının dünyalığı onunkinden fazla... Onun rahatını kaçıran bu
«fazla» lıktır. O bu yüzden kendi nefsini takbih ediyor, ve asıl başarılarını
küçük görüyor. Huzur ve sükûnunu durmadan kemiren kanser de budur.
İnsanın
kendi kendine şu sözleri söylemesi zamanı gelmiştir: «Ben ailemin ve kendimin
emniyet, vakar ve refahım temin edecek kazancım olduktan sonra, başkasının
elindeki iktidar ve servet, artık beni alâkadar etmez. «Kim daha büyük?» «Kim
daha zengin?» «Kimin elinde daha’ çok servet var?» gibi durmadan mukayeseli
sorgular soran fâsit daireyi bozacağım. Hedeflerimi başkalarından ödünç
almaktan vazgeçip, kendi ülkülerimi kendim kuracağım. Muvaffakiyete karşı olgun
bir insan vaziyeti kazanmağa çalışacağım. Bu ise olgunlaşma ve kemale erişme
emeli yoluyla kabildir; hakikî ve samimî kemal, kalp, süs mahiyetinde, gururlu
boş şeylerin peşinden koşan kemal değil. Rüzgârın ardından koşmakla artık kalb
huzurunu bozmağa razı olamayacağım. Ve kendimi yalnız altın ve gümüş terazisi
ölçüsüne bırakmayacak, iyilik ve kemal ölçüsüne göre ölçeceğim.»
Böyle
düşünen bir adam, asrımızın marazî materyalizminden kaçınmak yolunu tutmuş
demektir. Böyle bir adam, Shakespeare’in derecesinde şiir yazamadığından dolayı
kendini parçalamıyan insana benzer. İçinde Bach’m füsunu yok diye kendi musiki
eserini hakir görmeyen musikişinasa benzer. Pehlivanlar veya ölmez dâhilerle
kendini mukayese ederek sanat eserini veya kalemini sekteye uğratmaktan ise
kendi nefsini ve seneden seneye inkişaf eden kabiliyetlerini kabul edip bunları
faydalı şekilde kullanarak mesut olan şair ve müzisyene benzer.
Psikoloji,
insanoğluna kendi nefsinden aşın taleplerde bulunmaktan kurtulması yolunda
yardım etmek suretiyle, insanların «altın buzağı» ya tapınma hislerini
eksiltmeğe çalışan dinle elbirlik etmiş oluyor. Daha çok sayıda ev, mücevherat,
otomobil, para, servet edinme, çok kere bunlar tecavüz ve öç alma silâhlarıdır
yarışı hastalığından kurtulup, bu sahte hedefleri aramak yerine, insanlar her
işte biraz tevazu öğrenir, kendi hakikî basanları, ve cemiyete olan yardımları
ile yer bulabilir. Ne zaman kendi yaratıcı enerjilerimizi, çocuklukta girişmeğe
mecbur kaldığımız müsabakalar neticesinde bize yükletilen hedeflere değil,
olgun yaşta seçtiğimiz hedeflere vakfedebilirsek, ancak o zaman kendimize olgun
ve mesut diyebiliriz.
Ekonomik
endişelerimiz hakkında şu kadarını söylememiz icap ediyor. Şu harp sonrası
yıllannda bir hayli güçlüklerle karşılaşmamız tabiîdir; fakat her erkek ve her
kadın bilmelidir ki, bu harap olmuş dünyanın yeniden imarı işinde bir hissesi
vardır, ve kendi kabiliyet ve hünerini kullanmalıdır. Yaratmak üzere
bulunduğumuz bolluk dünyasında lüzumlu olmıyacak ne bir kafa, ne de adale
vardır. Benim itikadımca yeni devre gelip çatmıştır; bu devrede insanlar,
yalnız sıhhat sigortası, ihtiyarlık sigortası, ve işsizlik sigortası istemekle
kalmıyacak, asırlar boyunca insanları daima bîhuzur etmiş olan ihtiyaç ve
fakirlik, hastalık ve çaresizlik korkusuna demokrat cemiyetin kollektif vicdanı
üstün gelecek' tir. Yeryüzünde bulunan her çocuğa iş ve mevki garanti
edilmelidir; çünkü artık öğrenmiş bulunuyoruz ki, mevki ve emniyet yokluğu, ve
işsizlik ve açlığın varlığı, dünyayı mahvedecek olan atom bombasının kapsülü
haline gelebilir. Böyle akla sığmaz harp âletlerini icat ve istihsal edebilen
biz insanlar, insan oğlunun yüreğini dolduran ekonomik korkuları azaltmak
yolundaki İçtimaî makinistlikte daha az usta olmamalıyız; hem bunu yapmağa
mecburuz da...
Nihayet
insanların dinî ve metafizik korkularına geliyoruz. Asırlar boyunca hassas
insan oğulları ölümden ve yokluğa karışmaktan korkmuşlardır. Hakikaten
hepimizin de yalnızlığımızı hissettiğimiz ve yapımızın zaafından korktuğumuz
zamanlar vardır. Ömrümüzün kısalığını ve günlerimizin boşluğunu düşünerek
tabiatimizi derinleştirirsek iyi olur. Bununla beraber, esaslı dinler bize
bilmemiz icap eden hakikatleri öğretiyor: Kökümüz ilâhî kaynaktadır, ne bu, ne
de gelecek dünyada mukadderatımız için korkmamıza mahal yoktur. Allah bize bu
dünyada şerefli bir hayat yaşamamızı da takdir etmişse, o hayat için
ihtiyacımız olan kudretleri de bize Ihsan edecektir. Bugün yaşarken «ebedî
bazular» (Tevratta Tesniye kitabı, bap 33âyet 27) bizi taşımaktadır: Nefes alıyor,
yiyor, içiyor, düşünüyor ve rüyalar görüyoruz; neden? Çünkü bizi tutan
kendimizden büyük bir kâinat vardır ve bizim derinliklerine erişemediğimiz bir
sevgi bizi korumaktadır.
«Burma
Diary» adlı bir kitapta muharrir diyor ki: «Bombardıman sahasının kurbanları
arasında çalışırken, onlara gayriihtiyarî «Allah sizi korusun» diyordum..
Bununla, Allah bizi nihaî kötülükten koruyacak demek istiyorum. Nihaî kötülük
ölüm değildir. Başıma bir bomba düşse veya bir kurşuna kurban gidecek olsam,
beni sevenler, Allah beni korusaydı, diye düşünmemelidirler. Allah korusun, şu
demektir ki: İnsanı sağken de, ölürken de, bomba isabet ederse de, kurtulursa
da, Allah sevgisi bizi sarsın, demektir... Nihai kötülük, sevgi eksikliğidir.
Onun dışında hayat, sevgi içinde ölümden kötüdür. Tehlikelerden esirgenmesek
bile, Allah bizi korursa, kötülükten kurtulmuş oluruz.»
Hayattan
ve ölümden korkmağa başlarsak, kâinatın itimada lâyık halini, bizi saran
kollarını, bizi tutan ve besleyen sevgisini düşünelim; ve bilelim ki, İlâhi bazlıların
muhiti dışında çıkacağımız bir yol yoktur.
Korku
ve endişe hakkında bazı hakikatler bunlardır. Ölçülü bir endişe hepimiz için de
normaldir. Aile ayrılıkları, milletlerarası gerginlikler, ekonomik ve sosyal
kararsızlıklarla dolu olan bu zamanda, biraz endişe duymamağa imkân yoktur.
Hayatta hüner «başımıza geleni çekmek ve değiştirebildiğimiz şeyleri
değiştirmektir.» Bazı şeylere tahammül etmemiz gerektir; birtakım güçlükler ve
facialar, mağlûbiyetler ve kayıplar beşerî mukadderatımızın bir kısmıdır. Bunun
çocukluğumuzun toprağındaki kökünü öğrenince, maddî, tıbbî, dinî ve mânevî
tedavi kaynaklarından istifade edince çünkü bunlar ruhlarımızın üstünden bütün
örümcek ağlarını süpürüp götürebilir ve benliğimizi kabiliyetlerimiz ve
zaaflarımızla, sevinçlerimiz ve sıkıntılarımızla, umuma şâmil tecrübeleri
geçiren umumî kardeşler olarak kabul edince, yersiz korkuyu hükmümüz altına
alabiliriz.
Korkuyu,
sadece onu anlamak ve benliğimizi kabul etmekle değil, meşguliyet yoluyla da
hükmümüz altına alabiliriz. O meşguliyet ki, hırs ve öfkemizin «sublimation»
udur ve nefsine acımakla nefsine münhasır kalmaktan kaçmak için en hakikî
yoldur; o meşguliyet ki bize vakar verir, ve içinde herkese gıda, emniyet ve
hürriyet bulunan bir cemiyete kavuşturacaktır.
En
nihayet, korkuyu imanla hükmümüz altına alırız. Hayatın değerlüiğine inanan ve
Cenabı Hakka güvenen iman; acılarımız ve çabalayışlarımızın bir mânası olduğuna
iman, ve Allah bizi bir yana atmıyacak, bilâkis her birimizi, kendi kâinat
plânının içinde kıymeti biçilmez birer mozaik parçası olarak kullanacak diye
iman.
Asırlar
boyunca din, insanlara, ölüm hâdisesi karşısında teselli ve cesaret vermeğe
uğraşmıştır. Din, umuma şâmil olan bu ölüm meselesine çeşitli yollardan dokunmuştur:
Bazen insanlara, hayatın bu şekilde nihayet bulmasını stoik hislerle
karşılamalarını telkin etmiş; bazen, ölüm kıyılarından ötede ebedî hayat
bulunduğunu hatırlatarak, teselli etmiş; bu dünya hayatında çirkinliği ve
karışıklığı, cennette Allah’ın ihsan ettiği tarif edilemez saadetle mukayese
ederek, ölüm acısı çeken kederlileri teselliye çalışmıştır.
Ölüm
hâdisesini karşılamak için bütün dinler kudsî mahiyette teknik yapmış, ve
hayatın sonunu mukaddes bir hâle ile çevrelemişlerdir. Kiliseler, sinagoglar,
insan oğlunun gölgeler deresinden geçtiği bu acı saatler için «teselli
tâbiyeleri», musiki ve sözle bina edilmiş teselli tâbiyeleri yapmışlardır;
İlâhî âhenkleri, ölmez mezmurların teslimiyet ifadeleri, ölmüşlerin fazilet ve
iyiliklerinin tekrarı, bu tâbiyeler arasındadır. Ölüm vukuunda dinî merasim,
şekil ve muhteviyat bakımından birbirinden ne kadar ayrı olursa olsun, iki
vazifesi vardır: Gidenleri, adem sularından, ebediyet sahillerine sâlimen
geçirmek, ayni zamanda yaşayanları keder uyuşukluğundan, hayatı yeniden kabul
etme haline geçirecek bir köprü yapmak.
Bir
mânada, din, en kahramanca hünerini kabrin huzurunda göstermeğe gayret eder.
Bir yanda, ölmüşlerin, bu ömrün acılarla dolu hayat tecrübelerinden çıkarak ya
mutlu bir ademe, yahut da nihayetsiz ve üstün olan daha yüksek bir mevcudiyet
ülkesine gittiklerini teyit eder. Öbür yandan, hâlâ yaşayan ve facialardan
birçok dersler öğrenmiş olan kimseleri, bu dünya hayatının hem nimetlerini, hem
de yüklerini yeniden kabul etmeğe davet eder.
Demek
oluyor ki, din ekseriyetle, bir muvazene aramağa çalışır. Kilise de, havra da
bu nihaî muamma karşısında, birbirine zıt olan şu iki mefhumu haklı çıkarmayı
vazife bilirler: Şu dünya üzerindeki ömür denilen kısa günümüzün feci derecede
nazikliğini, ve nazikliğine rağmen bugünün değerini teyit... Kedere uğramış
olanları kayıplarından dolayı teselli etmeli, fakat bu işi, yaşayanlardaki
hayatın içten itici kuvvetini dondurmadan yapmalı. Din, bazen olduğu gibi,
ifrata giderek, bu dünyayı takbih ve eksikliklerini aşırı derecede büyüttüğü
zaman, bedbinliğe ve sakat zihniyete zımnen yer açmış olur, ve bu suretle
yaşayanların kalbinde hayata karşı duyulan iştiyak hissini eksiltir. Bu
noktada, din, insanları sağlam kafalılıktan hasta zihniyete götürmekte ölümle
elbirliği etmiş mevkide kalır.
Bir
sevgilinin ölümüyle karşılaştığımız zaman, menfî ve bedbin düşüncelere
kapılmamak kolay iştir, demek istemiyoruz. Ölüm korkusuna mâruz kaldıkları
zaman şairler, romancılar ve filozoflar, asırlar boyunca kasvet ve korku verici
yazılar yazmışlardır. Varlığın iyiliğini insafsızca kırpan kader makasına karşı
acı hisler duyarlar. Dayanılmaz ayrılık acılarını, birçok âşıkların aşk vecdi
kâsesini kana kana içtikleri sırada ve nabızları bu ateşle vururken vücutlarına
hançerini saplıyan talihin haksızlığını çok canlı sözlerle tasvir etmişlerdir.
Bir yandan aşırı ihtiyarlık ıstırabı içinde mânasını kaybet
mis
hayatları sürüklenen birçok yaşlılar dururken, yarım kalan genç hayatların
talihine şairler ağlar ve bizi ağlatırlar. Yaşıyan, gülen, yaratıcı kabiliyeti
olan bir artisti, bir ilim adamını, bir oğulu, bir anneyi veya bir babayı bir
lâhzada donmuş bir cisim, dağılmağa müstait bir balçık parçası haline koyabilen
bu kâinatın kara büyüsüne isyan eder ve ettirirler. Belki de ölümün hâkimiyeti
karşısında şairlerin ifade etmiş oldukları bu isyan ve öfke hissi, insanların
çoğunda köklü bulunan hayat iştiyakına çok iyi bir delil teşkil eder.
Bunu
ne suretle izah edersek edelim, şu inkâr edilemez bir hakikattir ki, edebiyat
ölümden ne zaman bahsetmişse, buna karşı rıza değil, isyan, cesaret değil,
gözyaşı ve keder ifade etmiştir. Tesadüfen, akıllarımızın mahdutluğunu ispat
eden en mükemmel delili şu keyfiyette buluruz: Eski İsrail ve Yunan
muharrirlerinin ölüm hakkında bildikleri bugünün şairlerinin malûmatı
derecesindedir; tâbirler ve nazım şekilleri başka da olsa, yirmi asır evvelki
muharrirlerin bu nihaî mesele hakkında yazdıklarıyla bugünkü muharrirlerin
yazdıkları arasında esaslı fark pek azdır. O çirkin yüzlü orakçının elindeki
tırpan karşısında hepimiz şaşırmış çocuklar gibiyiz; hislerimizi belirtmek,
veya düşüncelerimize ifade vermek için çalınabilecek nağmeler çok mahduttur.
Bunların birçok yeni şekilleri olabilir, fakat esas motifleri birdir: Yiğitlik
veya korkaklık, stoisizm veya nefsine acımak, iş veya feryat ve figan.
Bütün
dinlerin, ölüm karşısında ayni vaz’ı takınmış oldukları nazariyesi tabiî doğru
değildir. Esasta, hayatı inkâr eden ve Nirvana’ya erişmeyi hedef tutan şark
dinleri vardır. Bazı Hıristiyan mezhepleri hayatı inkârla tasdik arasında
tereddüt etmiştir. Judaizm, başlıca ananelerinde, sakat zihniyetten ve
bedbinlikten kaçmmağa uğraşmış, ve bu dinin sâliklerine, hayat ve ölüm hakkında
mâkul bir perspektif, hayat sisteminin bir unsuru olarak bugünün rolünü
cesaretle kabul, ve bütün kayıp facialarına rağmen bu dünyaya karşı hayatı
besliyecek bir alâka telkin etmeğe çalışmıştır.
Din
ekseriyetle keder ve ölüme karşı iman ve felsefe yolunu tutar. Şahsî ve İçtimaî
bir ölmezlik düsturu ile insanları teselli etmeğe çalışır. Aklın ve yüreğin
ruhanî bir teslimiyete bırakılmalarını tavsiye eder; halbuki, ölüm acısı
karşısında insanlara yalnız mânevî iman kâfi değildir; onlara, kederi, yıkıcı
değil, yaratıcı mahiyette idare etmeğe kuvvet verecek hissî bir tabiye
lâzımdır. Asırlar boyunca insanlar, keder hâdiselerini karşılamak için uygun
bir hissî teknik meydana getirmeğe uğraşmışlar; arasıra şairler ve filozoflar
içten doğma şekillerde bu müşkülün akla uygun surette halline doğru
gitmişlerdir.
Bununla
beraber umumiyetle, keder karşısında insan ne tavır takınmalıdır, diye şümullü
bir fikir karışıklığı vardır. Hisler ifade mi, hapis mi edilmeli? Keder
sözlerle beyan mı edilmeli, yoksa gizlenmeli mi? Çocuklar kedere mâruz
bırakılmalı mı, yoksa bundan korunmalı mı? Bu sualler, beşer hayatının kat’î ve
nihaî sahalarından biri, yâni, son dünya ayrılıkları karşısındaki hissî
reaksiyonları hakkındadır. Bu sualin cevapları bilhassa şu zamanda çok
elzemdir, çünkü harp sayısız evlere böyle feci haberler getirmiştir. Erkekler
ve kadınlar ölüm kederim nasıl karşılıyacaklarım bilip, kendilerini ona göre
ayarlayamazlarsa, bu nesil için hakikî bir iyi hayat imkânı olamaz. İyi bir
hayat imkânı olmayacaktır diyorum, çünkü, iyi hayatı kuran mimarlar vücutça
hasta ve akılca marazî insanlar olurlarsa, o bina nasıl olur? İleride göreceğiz
ki, keder karşısında insanların gayrimâkul davranışları, birçok vücut
hastalıklarının ve ruhî sarsıntıların kaynağıdır. .
İnsanların
his hayatının bu sahasında, yâni daha göze çarpar mahiyette olan cinsî
çarpıklıklar, nefret ve aşağılık duygularının doğurduğu karışıklıklara dalmış
olan ruh hekimlerinin ihmal etmiş olduğu sahada, en baş öncü belki de meşhur
Harvard’lı psişiyatrist Dr. Lindemann Erich olmuştur. Massachusetts General
Hospital’deki klinik çalışmalarında, kendisine müracaat etmiş yüzlerce keder
hastası üzerindeki tecrübelerinde, hem normal, hem de anormal keder hastalarım
meydana çıkarmıştır. İlk vardığı netice şudur: Ferdin hayatında çok ehemmiyetli
yeri olan biri ölünce, ölüm acısı ile karşılaşan kimse birkaç haftalık veya
aylık bir müddet için normal olarak şu ârazı gösteriyor: Bedenî ağrı ve
sıkıntılar; zihnn, ölmüş kimsenin hayaliyle sürekli surette meşguliyeti;
kendini suçlu görme hissi; hayata karşı alâkasızlık, ve hal ve harekette
kayıtsızlık.
Büyük
kayıba uğrayan hemen hemen herkeste bu ârazın az çok görülmesi beklenir. Eğer
bunlar geçici mahiyette tezahürler olarak alınırsa, eğer kederli kimse uğradığı
acıyı cesaretle kabul eder, hislerini salkıyacağına, bunlara yol verirse, keder
hislerinden kaçınmayıp bunlarla yüz yüze gelir, ve o sevgilinin bıraktığı
boşluğa alışmağa gayret eder, yeni alâkalar peyda etmeğe başlarsa, bu kimse,
hakikî bir keder tâbiyesi bulmuş olur ve birtakım asabî hallerin patlak vermesi
tehlikesini bir yana itmiş olur.
Dr.
Lindemann’ın tecrübesine göre birçok kimseler hakikî keder hislerini hapsetmiş,
neticede ise bazılarmda erken, bazılarında geç birçok sakat reaksiyonlar
başgöstermiş. Bunlardan bazısı niçin olduğunu bilmeden bütün hayata karşı bir
hiddet ve öfke hayatı yaşıyorlardı. Başkaları, sevgililerinin ölümü üzerinden
birçok yıllar geçtikten sonra, ve vaktiyle geçirmiş oldukları kederle şimdiki
haller arasında hiç bir münasebet bile görmeden, ağır ruh sıkıntısı hallerine
düşmüşler ve bunun vaktiyle tamamen hapsolunmuş keder hisleri neticesi olduğunu
akıllarından bile geçirmemişler. Kolit ülseri olan kırk bir hastanın otuz üçü
«kendileri için çok ehemmiyetli olan birinin kayıbından hemen sonra» bu
hastalığa tutulmuşlardır. Beden hastalıklarından veya akıl teşevvüşlerinden
muztarip hastalar (bu ister insandan kaçıp yalnızlığa çekilmek, aşırı
tecavüzkârlık, veya halecanlı ruh sıkıntısı şeklinde de tezahür etmiş olsun),
psikiyatrist his kapılarını ardına kadar açıp da keder tezahürleri yolunun
üstüne kendi elleriyle dikmiş oldukları engelleri kaldırınca, rahatladılar. Bu
suretle marazî keder reaksiyonu, normal keder haline getiriliyor, ve
ekseriyetle hayata karşı yeni ve sağlam kafalı bir ayarlama vâki oluyor.
Bu
psikiyatristin parlak araştırmaları bize anlatıyor ki, çeşitli asabî ve bedenî
hastalıklar, erkek ve kadınların hayat tarihçesinde eski veya yeni keder
hâdiselerine affolunabilir. Bu fertler kederlerini şiddetle hapsetmişler, bu
ise onların şimdiki bünyevî karışıklıklarına sebep olmuştur. Hastaya, ölüm
hâdisesi vâki olduğu zamanki hislerini serbestçe ifade etmesi, ve kaybetmiş
olduğu sevgilinin ölümünde izhar edemediği bütün acıları ve kederleri açığa
vurup içini dökmesi söyleniyor; bu yeniden yaşanan keder sahnesi, onun
esaretten kurtulması ve ruhunun iyice yıkanmasına vesile oluyor. Psişiyatrist,
hastaları, cenaze zamanında ve büyük kayıptan hemen sonra gelen zamanda normal
olarak ifade bulması icap eden keder ve acıyı şimdi ifade etmeleri için ikna
ettiği vak’alarda şaşılacak neticeler alınmış ve hastalar iyileşmiştir.
Demek
oluyor ki, dinamik psikoloji, şimdi dine, büyük küçük bütün insanlar arasındaki
keder ve sefaletle olan mücadelesinde yardım etmeğe muktedirdir. Gerçi ölüm
mevzuu hakkında söylenecek yeni şey pek azdır; fakat ölüme karşı olan
vaziyetimiz hakkında birçok yeni şeyler söylenebilir. Dr. Lindemann’ın klinik
araştırmalarında, keder meselesi işinde dine yardımı dokunacak bir çok
ehemmiyetli cihetler görüyorum. Tabiatiyle, fen adamının bize vereceği ilk şey
normal ve anormal keder hakkındaki keyfiyetlerdir; bu keyfiyetleri dinî tecrübe
ve beşer ihtiyacı ışığında aydınlatmak işi, bizlere düşer.
Şu
muhakkaktır ki, daima caiz olmayan umumî mahiyette ifadelerden kaçınmamız
gerektir. İnsan mizacı çok çeşitlidir; bazıları diğerlerinden daha soğuk
tabiatlidirler; bu gibilerin «stoisizm» i bünye guddelerinin teşekkülünün
inikasıdır. Başka insanlar, anormal derecede hislidirler, hayatını onlara
getirdiği her ufak hayal kırıklığını vs darbelerini çok derinden duyarlar ve
canları yanar. Bazı insanlar kaim kafalı, bazıları ince kafalıdırlar; hâsılı,
insan şahsiyetini sınıflara ayıran bir mizaç uçurumu vardır. Bundan başka,
pürneş’e bir çocuğun veya parlak istikbal vâdeden bir gencin ânî ölümü tabiî
olarak şiddetli nöbetler ve buhranlar getirir; halbuki hayatını yaşamış ihtiyar
bir büyük annenin ölümü çok daha sâkin karşılanır. Şu halde bilmeliyiz ki, ölüm
hâdisesi karşısında çeşitli insan şahsiyetlerinin hissî reaksiyonları da
birbirinden çok başka olur., hiç bir hakikî kederin duyulmadığı da vâkidir;
bazen keder hissedilir ve ifade bulur, fakat kuvvetli ve mütekâmil bir şahsiyet
onu hükmü altına alır. Bazen keder hissedilir, fakat ifade bulmaz, ve bütün
şahsiyeti hükmü altına alır. En zararlısı işte bu sonuncusudur ve bundan
kaçınmak lâzımdır.
Tipik
bir keder vaziyetini tahlil edelim ve bu tahlil vesilesiyle birtakım psişik
sıhhat kaideleri yapalım. Bir insan, kendisiyle hayatî şahsî münasebetleri olan
bir sevgiliyi kaybedince, ilk netice olarak insan müthiş bir iç uyuşukluğu
duyar, muvazenesini kaybeder ve ne yapacağını şaşırır. Dünya kasvetli bir çöl
gibi görünür, ruhunu keder, yalnızlık ve yeis kaplar. Bu hırslı hislere yer
vermeli mi, yoksa bunları ebediyen ayak altında ezmeli mi?
Beşer
tabiati hakkındaki en büyük yanlış telâkkilerden biri de şudur: Kederin ifade
bulması, insanı asabî yıkıntıya götürür. Hakikat bunun tam aksidir. Hissî
reaksiyona hakkı olan ifadeyi vermek yüzünden kimse asabî yıkıntıya
düşmemiştir. Çarpıklıklar, hisleri gizlemeler, normal beşer hislerini inkârlar,
günün birinde patlak verecek hissî yıkıntılara pekâlâ zemin hazırlar. İşin
doğrusu, biz insanlar dayanıklı organizmalarız ve birçok şeylere dayanacak
kuvvetimiz vardır. Bugünün cemiyetinde hüküm süren şu kanaat ne mânalıdır:
İnsanlar, hissî ifadelerden, tezahürlerden vikaye edilmeli, okşanmalı, himaye
edilmeli; insan organizmasına zarar veren bu hissî patlak vermeler değil,
bunlardan tamamen kaçınmaktır, çünkü bu insanın iç ruhunun dokusunu harap eder.
Şu
halde bir sevgilinin kaybı zamanında tutulacak ilk kaide şudur: İçinizde duyduğunuz
kederi ifade ediniz. Hislerinizden utanmayınız. Kaybınızın yükü altında
çökmekten korkmayınız. Şimdi duyduğunuz acı, sonradan iyileşmenize yardım eden
vasıta olacaktır. Bundan başka, dostlar, acı çeken kimseye karşı, sadayı
aksettiren bir cihaz vazifesini görmekle mükelleftirler. Dostlar kederlinin
zihnini, kaybından başka tarafa çevirmeğe çalışmaktansa, — bu hayli zaman
geçtikten sonra yapılmalı — bir sevgiliyi kaybetmiş olan adamı serbest
bırakmalı; varsın kaybından istediği kadar bahsetsin, kederini anlatsın, ve
ölenin bütün güzellik ve faziletlerin5 doya doya saysın.
Keder
hali hakkında ikinci bir hakikat de şudur: Giden sevgilinin maddî varlığından
ve müşterek mevcudiyetinin bağından kendimizi kurtarmanın yolunu öğrenmeliyiz.
Bütün ömürlerini bir arada geçirmiş, âhenkli bir hayat yaşamış, birlikte
çalışmış, müşterek mücadelenin muvaffakiyet ve muvaffakıyetsizliklerine ortak
olmuş bir karı koca tabiatiyle evlilik hayatlarının sonuna kadar bu suretle
devamını ümit ederler. Bunlardan birinin ölümü, hayat nescinde sızlayan bir
boşluk ve açık bir yarık bırakır. Ölüm çabucak gelir, fakat bütün bir hayatın
ümitlerini zihinden çabucak silemez; sağ kalan hayat arkadaşı ise refikini
arar, özler, bulamaz. Yalnızlık ve kayıp acısını bir yana itmeğe ve bundan kaçınmağa
çalışmayıp da, bu, cesaretle kabul edilirse, bir an evvel nihaî muvazenenin
kazanılmasına yardım eder. Sözün büyük bir kudreti var; insan dilinin de ağır
yük altına girmiş kalblere merhem sürmek ve onu teselli etmek kabiliyeti
büyüktür. Bu kederin ağırlığını ve kaybın büyüklüğünü başkalarına anlatmakla
acı yavaş yavaş yatışır ve dayanılır bir hal alır.
Biz,
derin mânasiyle başka insanlara olan alâkalarımızın eseriyiz. Neşelinin
huzurunda neşeleniriz; malûmatlının huzurunda zihnimiz harekete gelir, iyi bir
ressamın huzurunda sanat ihtişamının bir nebzesini görürüz. Kendilerini
keşfedecek ve yeryüzüne çıkacak elleri bekliyen zengin cevherle dolu büyük
mâdenler gibiyiz.
Biz
insanlar, hepimiz de başka başka kabiliyet ve kudretlerin sahibiyiz, bu
cevherleri keşfedecek uygun bir mâdenciyi beklemekteyiz; yüreklerimizin,
akıllarımızın parlak mâdenini keşfedip çıkaracak, istidatlarımızı şe’niyet
sathına getirecek bir dostun, bir arkadaşın, veya bir can yoldaşının yolunu
gözlüyoruz. Birçok kimseler, matem saatlerinde büyük bir hatâ işlerler;
ruhlarının mâden kapılarını sımsıkı kapar, ve belki de birçok değerli cevheri
meydana çıkaracak kabiliyette olan yeni dost ve ahbapları dışarıda bırakırlar.
Bu matemzede hayatlar terkedilmiş birer mâden kuyusu haline gelir, ve
kullanılmıyan şaftlarını örümcek ağları sarar: Bu örümcek ağları nefsine acıma
hissidir.
Kaybolan
sevgili şahsiyetin hayatımızın piyanosunda çalmış olduğu nağme, ayni suretle
bir daha çalmamaz, fakat, bu böyledir diye piyanonun kapağını kapayıp tozlanmasına
meydan vermemeliyiz. Başka ruh sanatkârları, yeni dostlar aramalıyız; bu
dostlar, bize yeni bir hayat yolu bulmak için yardım eder ve bu yolda bize
arkadaş olurlar. Kedere ve ölüm acısına galip gelmenin ikinci bir kaidesi de
şudur: Başkalariyle söz iştirakinden başlıyarak, yavaş yavaş yeni ve yaratıcı
ifade sahasına intikal edecek yeni bir işbirliği kurmak.
Üçüncü
bir kaide de şudur: Ölüm ehemmiyetli bir alâkayı bozunca, bu alâkanın yerini
hiç olmazsa kısmen doldurabilecek birinin bulunması elzemdir. Matemzede, aynı
veya ona yakın tavır ve hareketi icap ettirecek bir vaziyeti keşfettiği zaman
muvazene tekrar hâsıl olur. Meselâ, küçük yavrusunu kaybeden bir anne en feci
bir kedere uğramıştır; bu bilhassa böyledir, çünkü anne ile yavrusu henüz ayrı
şahsiyetler haline gelmemişlerdir. Anne sanki bir gözünü veya bedeninin başka
bir uzvunu kaybetmiş gibi olur, çünkü çocuk henüz onun benliğinin bir kısmıdır.
Böyle bir facia vukua gelince, bu sevgi kumaşı mutlaka yeniden dokunmalıdır. Bu
dokunun yenilenmesi kaidesinin tatbiki için ne yapılabilir? Meselâ, çocuğu ölen
bir anneyi, bir ana mektebi ile alâkadar olmağa teşvik etmeli. Kendi çocuğu ile
alâkasında meydana getirmiş olduğu yaşayış programını, bir çocuk grupu ile
tatmin etmesi için, dostları o anneyi iknaa çalışmalıdır.
Böyle
bir annenin hemen bir mânevi evlât alması pek doğru olmaz; çünkü kendisi de
farkında olmadan bu yabancı yavrucağa devredeceği sevgide, ölmüş çocuğuna karşı
sadakatsizlik çeşnisi sezer. Bu yavru da gayri şuurî bir düşmanlığın kurbanı olur.
Ölüm acısı ile yüreği dağlanmış anne ilk zamanlarda sevgisini bir ana mektebi
grubuna hasrederse, çok daha akıllıca bir hareket olur. Daha sonra, ilk derin
yara kısmen şifa bulduktan sonra ya bir mânevî evlât, yahut da kendisi yeniden
anne olur, ve daha olgunlaşmış olan anne sevgisini ona vakfeder. Bu misal
sadece, gerçekten büyük bir kaybın vukuunda takip edilecek ameliyeyi gösterir;
yâni, kayıp ve kaybın yerini doldurma, ölümün araya girmesiyle bozulan hayat
kumaşına benzer bir yeni kumaş dokusu keşfetme ameliyesi.
Kederle
karşılaştığımız vakit mucizevî şifalar bekliyemeyiz; fakat şunu bilmeliyiz ki,
cesaretli ve az'mkâr olursak, sevdiklerimizin istediği gibi bir hayat
yaşıyabiliriz; yâni, bos, asık çehreli, benliğine dalmış, ve nefsine acıyan
insanlar olarak değil, daha büyük hayatın cesur ve yılmaz hizmetkârları oluruz.
İsrail oğullarının dirayet sahibi adamları keder hakkında şöyle yazıyorlar:
«Yeruşalimdeki ikinci mâbet yıkılınca, birçok Yahudiler, telef olan İsrail
oğulları ve kızları ile ateşe yem olmuş olan mâbet için kederlerinden hayattan
çekilmeğe ve kendilerini kasvetli bir mateme vermeğe başladılar. Ne yiyor, ne
de içiyorlardı. Haham Yeşu onlara: «Oğullarım, matem tutmamak imkânsızdır,
bilirim, fakat aşırı matem memnudur,» dedi. Niçin? Çünkü o büyük hakîm
biliyordu ki, insanlar yalnız maziyi değil, istikbali de düşünmelidirler. Din
bize, yaşadığımız müddetçe hayatın hizmetkârları olmayı emrediyor.
Bu
hikmetli hakikati bugün de kendimize mal etmeliyiz. Eğer yıllarca baktığımız
birisi bizden ayrılırsa, sevgi ve itinamıza ihtiyacı olan başka birini
bulmalıyız; başka bir hayata vereceğimiz bu sevgi ve ihtimam yaralı
kalblerimize merhem ve ruhumuza mucizevî bir şifa vasıtası olacaktır. Eğer
hürriyet uğruna yapılan bu savaşta bir oğlumuz, kardeşimiz veya kocamız
ölmüşse, onun arkada bıraktığı işini tamamlamak uğrunda çalışmalarımızla
kederimize derman buluruz. Bizden ayrılan sevgililerin vekili ve gözcüsü
sıfatile bize bıraktıkları işi yerine getirmeliyiz. Onlar yaşadılar,
çalıştılar, güldüler, hizmet ettiler; arkada bıraktıkları hayatta onlara lâyık
vekilleri olmalıyız.
Buraya
kadar gördük ki, bir insan gerçekten fecî bir kayba uğradığı zaman, kendini
hayata yeniden ayarlamak yolunda şu usullerden fayda görür: Birincisi, kederini
hapsetmeyip bunu ifade etmek suretiyle; İkincisi, eskisine muvazi bir yaşayış
tarzı, ölümün bozduğu gidişinin yerini tutacak yeni bir alâka sahası kurmak
için dost ve akrabaların yardımına müsaade etm2k yoluyla. Unutmıyalım ki, bu
değişik yaşayış tarzları kendi kendine olmadığı gibi, gayret sarf etmeden de
olamaz. Kederli kimse, muhakkak ki yalnızlık ve boşluk içinde birçok saatler
geçirecek, ve sanki artık hiç bir şeyle bir daha alâkadar olamayacağını
zannedecektir. Normal kederde bile bu yeniden kendini ayarlama ve yeni hayat
alâkası kurma işinde kestirme yol yoktur.
Buraya
kadar söylediklerim, başlıca normal erkek ve kadınlar için aklî sıhhat
kaideleridir. Böyle insanlar, ölüm faciasının vukuundan çok evvel hissî
olgunluğa erişmiş, ve bu olgunluğu sevgi alâkalarının bütünlüğünde ifade
etmişlerdir. Bu kaideleri, hissî hayatları olgunlaşmamış veya kararsızlıklar ve
zâfiyetlerin tesiriyle aşınmış erkek ve kadınlara tatbik daha güçtür. Ölen
kimse ile şayanı arzu olmayan şekilde alâkalı birini marazı bir kederden sıhhî
bir kedere getirmek çok güçtür. Meselâ, hayatını annesine vakfetmiş, fakat onun
hâkimiyeti altından çıkmamış bir oğulu, annesinin ölümü büyük bir şaşkınlığa
düşürür ve bütün hayatını bir hissî boşluk içinde geçirtebilir. Bu oğul hiç bir
zaman annesine dayanmaktan kendini kurtaramamıştır; annenin gitmesi onu mânen
tamamen sarsan müthiş bir darbe olur ve hayatını mânen mahveder.
Edebiyatta
gördüğümüz kederden ölme hâdiseleri çok nadirdir. Shakespeare: «İnsanlar
ölmüş... kurtlar da onları yemiştir, fakat sevgiden değil...» diyor. Fakat pek
çok erkek ve kadınlar vardır ki, kaybettikleri sevgiliye karşı sevgileri,
olgun, karşılıklı bir sevgi değil, pasif ve onlara dayanan bir sevgidir.
Senelerce devam eden melankoliler, nadiren bütün dünyadan çok daha üstün
kıymette bir sevgi alâmeti olabilir; fakat ekseriyetle böyle melânkoliler,
sevgi alâkasının kalp olduğunu gösterir, yâni, şimdi gitmiş olan sihirli bir
yardımcıya bağlılığın başka bir ismidir. Bir insan, hayatın diğer kısmını ve
kendisini bekliyen vazifeleri ihmal ederek kederine gömülmüş halde kalmakta
devam ederse, bu insan kendi sevgisinin kusurlu olduğunu göstermiş olur: Yâni,
bu adam, hiç bir zaman olgun ve kendine güvenen bir fert haline gelmediğini
ispat eder. Böyle bir kimse, dünyayı bir matemhaneye çevirir, kendi hazin,
acıklı ve nefsine acıyan sesinden başka hiç bir ses duymaz. İlk bakışta
inanılması güç olmakla beraber, birçok insanların kederi kendi nefisleri
içindir, kendi istikametsiz hayatlarına acıma hislerinin bir ifadesidir.
Psikologa ve din hocasına düşen en güç vazifelerden biri, sevdiği insanın
ölümünden önce bile sevgisinde olgun olmayan bir insanı tedricen hissî
olgunluğa getirmektir.
Son
zamanlarda okuduğum Robert Frost’un «Home Burial» adlı şiirinde çok dikkate
lâyık bir marazî keder ve hissî intihar nümunesine rastgeldim. Şair, kedere
düşmüş bir annenin halini anlatıyor. Bu anne, hayatı ve kocasının sevgisini
kabul etmemekte ısrar ediyor, ve kendi kederini bir evliya türbesi haline
koyuyor. Kocası bu derde iştirâke çok uğraşıyor; ve hayat tellerini tekrar
eline alması için kadına şöyle yalvarıyor:
Bu kederin kapısını aç bana da...
Verme kederinde çok yer ifrata,
İlk yavrundan oldun, feci bu elbet
Aşka kalbini kapatma fakat...
Hangi kanunda gördün bunu, söyle!
Anne
yine inatla kederlerine yapışmıştır; o bir keder hayatı yaşamağa karar veriyor.
Zehirli acılarını kocasına şu suretle döküyor:
Eş, dost sözde insanı kabre teşyi eder,
Kabre inmeden ceset, akıllan gayre döner.
Hayata, yaşıyanlara, işe güce dönmek,
Akılları erdiği islere sarılmak,
İstek, dilekleri budur ancak...
Fakat kötüdür bu dünya,
Değişen keder gerekmez bana;
Yok! değişen keder gerekmez bana!
Sevilen
bir şahsiyetin ölümünden sonra gelen ve mahiyeti pek az anlaşılmış aklî
üzüntülerden birinin kaynağı da gitmiş kimseye karşı duyulan bir öfke hissinin
mahsulü bir suçluluk hissidir. Duygularının ne kadar karışık olduğunu anlıyan
çok az kimse var; nice kereler en hâlis sevgiye bile öfke hissi karışır.
Terbiye ve din, bizi bu gibi mütecaviz ilcalardan utandırmak yolunda elbirliği
etmişlerdir. Bazı kimseler, bütün hayatlarında sevdiklerine karşı hiç bir
kızgınlık veya kin duymadıklarım iddia ederler. Îçtimaî teamül çok insanları
mürailiğe sevkeder, hem de daha fenası, kendileri de farkında olmadan müraî
olurlar.
Birçok
kimseler yakın alâkalarında bile bu gibi hislerin yer alabileceğini kabul
etmezler. İşin doğrusu, sevgi hislerine bile öfke ve tecavüzkâr duygular
karışır. Hayatlarındaki sevgi alâkaları icabı, normal sayılan birtakım hiddet
duygularını itiraf edemedikleri için, sevilen şahsiyet kaybolduktan sonra,
kendilerini saran bir suçluluk hissine teslim olurlar. Ölmüş kimseye karşı
artık tecavüzkârane muamele edemedikleri için bunu kendi nefislerine
çevirirler! Hapsolunmuş bu gayri meş’ur zıtlıktan da ruh hastalığı hâsıl olur.
Bu saklı öfkeyi sözle ifade etmek de olmaz, çünkü ölülerden daima iyilikle
bahsetmeyi, meziyetlerini büyütmeyi cemiyet öğretmiştir. Zahiren keder
dolayısıyla insan marazî hâle düşer de, geçmiş bir kavga veya üzüntüyü zihninde
kurup kendi kendini buna esir ederse, çok kere hem keder, hem de suçluluk
duygusunun altında bir dert, asıl dert var demektir: Aramızdan kaybolan bu
sevgili şahsiyete karşı bütün hayat müddetince hapsolunmuş bir isyan veya bir
öfke hissi...
Bu
ruhî hâlete düşmüş birini kurtarmak için ne yapılabilir?
Bu suçluluk hislerini gidermek yolunda, din birtakım isabetli kefaret
kaideleri koymuştur. Hakikî nedamet ve uygun kefaret amelleri ifa olunduğu
takdirde Cenabı Hak, itiraf edilmemiş günahları affeder. Bir aile ferdinin
vefatından sonra yapılan hayır işleri ve verilen sadakalar, kederlilerin
gönlüne de rahatlık verebilir.
Marazî
bir suç duygusundan kaçınmak yolunda belki psikoloji bir yol daha gösterir:
Hapsolunmuş hislere kuvvetli beden idmanları yoluyla bir mahreç vermek;
herhalde yorucu ve atletik faaliyet, insanın oturup kuruntu etmesinden ve
kendini için için yemesinden çok daha iyi bir usuldür. Psikoloji usullerini
öğrenmiş bugünün dinî nasihatçisi, kederli bir insana, anlatabilir ki, her
sevgi hayatına az çok öfke hissi karışır. Bir insan anlarsa ki, hiç bir beşer
kâmil değildir; en çok sevilen kimseye karşı da bazen bir öfke hissi duymak ve
gücenmek normaldir, o zaman hayat ufkunu ötedenberi karartmış olan ağır suç
bulutu dağılmış, lüzumsuz suç hissi yükü kalkmış, ve kederli kimse kederine karışmış
olan büyük bir sıkıntıdan kurtulmuş olur.
Psişiyatrinin
keşifleri — yâni, kederi hapsetmeyip, ifade bulmasına müsaade etmek; kaybı
hakkında arkadaş ve dostlarla konuşmak; hareketsizlikten yine faaliyete dönmek
— bize şunu hatırlatıyor: Eski Judaism üstatları hadesî dirayete sahip
insanlardı, ve beşer tabiatini ve ihtiyaçlarını sezerlerdi; bunları bizim daha
açık fikirli ve kendini beğenmiş asrımız unutmuştur. Hakikaten ananevi Judaizm,
bugünün psikoloğunun öğütlediği gibi sağlam fikirli bir kederin bütün icabatmı
ve ameliyelerini düşünmüş ve buna şekil vermiştir, hem de İlmî tecrübe ve
sistematik tetkikat için lâzımgelen kolaylıklara ve vasıtalara mâlik olmadığı,
ve bu ameliyeleri icap ettiren saklı sebepleri bizim bugün bildiğmiz şekilde
bilmediği halde. İbrahim, Yakup ve Davudun hiç utanç duymadan kederlerini nasıl
izhar ettiklerini Tevrat anlatıyor. Yine Tevrat’ta şunları okuyoruz: «Matem
müddeti dört devreye ayrılmıştır. İlk üç gün ağlamak ve feryat etmek için;
yedinci güne kadar matemzede evde kalacak, ve ölü için mersiyeler okunacaktır.
Matem elbisesi otuzuncu güne kadar giyilecek, ve hiç bir süs
kullanılmıyacaktır. Ölen baba veya anne olursa, bir yıl müddetle eğlence
yapılmaz...»
Kabristandan
dönüldükten sonra «Şiva», yâni kederlinin evde kalacağı yedi günlük müddet
başlar; bu müddet zarfında, alçak bir sedire veya yere oturur, ve vaktini
«Eyüb» kitabını okumağa verir. Cenaze merasiminden sonra ilk yemek bir komşu
tarafından hazırlanır ve buna «teselli yemeği» denir. Dost, akraba ve komşular
taziyeye gelirler, ve söz hep ölünün meziyetleri etrafında döner.
Eski
Yahudiler bu suretle keder ifadesini tanzim ettiler, hattâ bu ifadeye
feryatlar, esvapları yırtma ve Tevrat’ın matemli sayfalarını okuma suretiyle
hız verdiler. — yâni utanmaya
yer vermeyen bir keder muhiti yarattılar. Bundan başka, hahamlar, matem
evindeki konuşmaların ölüye hasrolunmasını kaide koydular, ve böylelikle
kederliye içini dökme fırsatı verilmiş oldu. «Atalar Sözü» adlı meşhur ahlâkî
eserde, hikmetiyle tanınmış üstat
Rabbi
Simeon Ben Eleazar’ın şu sözlerini görüyoruz: «Ölüsü hâlâ yerde yatarken
komşunu teselli etmeğe kalkışma...» Matem ameliyesi için Judaizm, bakınız daha
neler tanzim etmiştir: Cenaze merasiminden sonra gelen îlk günler, kederin en
şiddetli olduğu günlerdir, sonra iyi tertip olunmuş zaman adımlarıyla kederin
şiddeti yavaş yavaş azalıyor, — yedi gün, otuz gün, bir yıl.
Eski Judaizm, ölüm karşısında psikolojik bakımdan sağlam bir
hareket hattı bulmuştu; hür düşünüşlü din ise birçok yerde bunun aksini
yapmıştır. Bu asrın çocukları olan bizler muhitimizin birtakım hususiyetlerini
kendimize mal etmiş bulunuyoruz; o cümleden olarak, hissî olmaktan utanır,
hayatın facialı realiteleriyle karşı karşıya gelmeyi istemeyiz. Bunların ikisi
de bizi; hisleri hapse ve onlardan kaçınmağa sevkeder, bunlar ise pek akıllıca
hareketler değildir. Geniş düşünüşlü hahamlar gibi hür fikirli papazlar da
durmadan psikolojik hatâlar eşlemektedirler. Öyle şekillerde cenaze merasimleri
tertip ederler ki, insanın gözüne ölümün kendisi bile bir hayal gibi görünür.
Çok kere âyinler, ağlamaya, his tezahürlerine, ve «vakar bozucu sahneler» e
mâni olacak şekillerde tertip olunur. Mezar başında bile bu hayal oyunu devam
eder. Tabut bir çiçekten örtü, ve toprak, yapma bir yeşillik halısı altına
saklanır. Hiç şüphe yok ki, bütün bunlar, en iyi niyetlerle yapılan şeylerdir;
gaye, hisleri fazla hırpalanmaktan, ve ölüm acısına düşmüş olanları keder
krizlerinden mümkün olduğu kadar korumaktır. Akraba ve dostlar da bu ayni
yüksek gayelerle hareket ederek, kederlilerin zihinlerini acılarından ayırıp
başka başka mevzulara götürmeğe çalışırlar. Bütün bunlar yanlıştır, diyoruz.
Nazariye şudur: İnsanlar kendi hislerine mağlûp olmamalıdırlar, çünkü hislerine
yol vermek zararlıdır; kedere uğramış kimseyi ümitsizliğe düşmekten
korumalıdır; hayatın facialı realiteleri cilâlanmalı ve bunlardan kaçınmalıdır.
Bu görüş, içinde yaşadığımız su yirminci asrın mahsulüdür, çünkü his
tezahürlerine şüphe ile bakılıyor, ve samimî his ifadeleri tabu sayılıyor.
Bu
asır medeniyetinin bütün sathîliği, bu keder hali sahasında bir mânada açığa
çıkıyor. Asrın adamı, konforu kendine mâbut yapmıştır, ve realiteyi bütün
derinlikleriyle görmekten korkmaktadır. Yaşadığımız asırda, kendi buluşumuz
olan makine, bazı adalelerimizi atâlete uğratıyor. Yâni yaşadığımız asırda,
nâhoş şeyden kaçınalım, ve gözümüz çirkin şey görmesin diye, hislerimizi de
körletme tehlikesine mâruz bulunuyoruz. Sigmund Freud’un en büyük buluşlarından
biri de şu olmuştur: Hayatta lâyıkiyle ifadeden mahrum kalan hisler, hakikaten
kaybolmuyor; yarı boğulmuş bir halde yaşıyor ve aklî karışıklık ve ıstırap
dinamitini husule getiriyor. İfade bulmıyan hisler, sonunda aklî ve bedenî
hastalıklar halinde öçlerini alıyor. Birçok kimseler, hissî hayat hakkındaki bu
hakikat sadece insanların cinsî insiyaklarıyla alâkadardır, diye düşünmeğe
mütemayildirler. Dr. Lindemann’in keder hissiyle alâkadar tecrübeleri bize
şunları söylüyor: Hayatın her halinde hislerimizi mâkul şekilde ifade etmemiz
umumî bir ihtiyaçtır; ve herhangi bir hissi gayri mâkul şekilde baskı altında
bulundurmak çok kere karışıklığa ve düzensizliğe sebep olabilir.
Şu
halde en yeni psikolojik araştırmaların vardığı netice şudur: Bir sevdiğimizi
kaybettiğimiz zaman, kalplerimizin his ifadesini serbest bırakmalıyız.
İçimizden gelmediği zaman da kederli görünmeğe çalışmamalıyız. Meselâ, çaresiz
bir dertten yatalak olmuş yaşlı bir ana veya baba, ölüm yoluyla bu dertten
kurtulduğu zaman... Diğer yandan, eğer gerçekten çok muztarip isek, bunu da
ifadeden çekinmemeliyiz. Âdetlere uyalım diye hislerimizi hiç bir zaman
sahteleştirmemeliyiz. Vaktinden evvel acele teselli ve fikir rahatını da
ummamalıyız. Şunu da anlayalım ki, hayatta acı çekme tecrübesinin de bir şifalı
tesiri vardır ve normal kederden kaçmak için dolambaçlı yoldan gitmek, bir gün
bizi facialı bir uçuruma götürebilir. Nihayet düşünelim ki, bize verilmiş olan
gözyaşı kanalları bu gibi karanlık saatler içindir. Bize daimî bir zararı
dokunmayacak olan keder ifadesinden utanmadıktan başka, kaybımız hakkında
konuşmaktan da çekinmemeliyiz; dost ve akrabalarla bu konuşmalarımızın yapıcı
mahiyeti vardır, bu yolda, biz de hayatımızın kırılmış parçalarını yeniden bir
araya toplayıp inşa etmeğe başlarız.
İçtimaî
hayattaki alâkaların canlandırıcı tesirine ve temin ettiği iştirâk hissine karşı
gönlümüzü kapamamalıyız. Zamanın ağır işleyen şifa ameliyesine karşı sabırsız
olmamayı da öğrenmeliyiz. Kendimize vermeğe çalışacağımız disipline göre de
şunu öğrenmemiz icap eder: «Kederden yeni bir sükûnete giden yolda alınacak
birçok adımlar var, ve bu tedricî şifa ameliyesini vaktinden evvel mucizevî bir
şifa hâdisesine getirmeğe uğraşmak abestir. Tabiatın hükmünden daha fazlasını
kendimiz,, den talep etmemiz doğru olmaz. Hissî nekahet devresinde şu safhaları
beklememiz lâzımdır: Dayanılmaz acı, şiddetli keder, boşluk içinde geçen
günler, teselli kabul etmemek, hayata karşı alâkasızlık; sonra sevgi güneşinin
şifa verici sıcaklığı, dostluk, İçtimaî meydan okumalar karşısında yavaş yavaş
yumuşama, ve yeni bir faaliyet kumaşı dokuyarak, hayatın karşı konulmaz
davetini kabul...
Keder
hali zamanında mâkul olmayan bir hareket hattı tutuluyorsa, yalnız büyüklerin
değil, küçüklerin hayatı da yolunu şaşırır. Ölüm meselesi hakkında büyüklerin
küçüklere karşı aldığı yanlış vaziyetin neticesi olarak dünyada tasavvurumuzun
çok üstünde ıstırap vardır.
Ekseriyetle cereyan eden vak’a şudur: Bir aile reisi ölüyor,
karısı dul, ufak bir erkek çocuğu da yetim kalıyor. Cenaze merasimleri
zamanlarında çocuk uzak bir akrabaya gönderiliyor; annesi ile akrabaları da
elbirliği ile hakikati çocuktan saklıyorlar. Sonra çocuğun yanında babasının
adı anılmıyor, anılırsa da hemen mevzuu değiştiriyorlar. Bu gizlilik
komplosundan maksat, yavrucağız! keder ve acıdan korumaktır. «Yavrucak çok
küçüktür; ona hakikat söylenemez.» Nazariye budur. En iyi maksatla yapıldığı
halde, bu gizlilik, çocuğun hissî inkişafında çok fena tesirler yaratabilir.
Bunu ben şahsî bir nazariye olarak meydana atmıyorum. Son
zamanlarda tetkik edilen birkaç vak’adan öğrendiğime göre, çocuklara karşı
herhangi bir sahada, fakat bilhassa keder ve ölüm gibi çok mühim sahalarda
yalan ve gizlilik çok tehl5kelidir. Biri dört, diğeri beş yaşlarında iki erkek
çocuğun babaları ölüyor. Anneleri çok disiplinli, hislerini göstermeyen ve
hattâ his ifadelerini İçtimaî kanunlara aykırı sayan bir kadındır. Cenaze
âyinleri bitinceye kadar çocuklarını evden uzak olsun. 1ar diye bir akrabaya
gönderiyor. Aradan üç hafta geçtikten sonra çocuklar eve dönüyorlar. Babanın
hiç sözü yok. Çocuklar babalarını soruyorlar. «Babanız buradan gitti, fazla
sual sormayın.» Aldıkları cevap bu.
Babalarının ortadan yok olduğunu görüp, sebebini bir türlü
anlayamıyan çocuklar türlü türlü şeyler düşünmeğe koyuluyorlar ve nihayet şu
neticeye varıyorlar: Anneleri babalarını öldürmüş ve cesedini de bir yere saklamış
olmalı. Bu korkunç düşünceyi hiç kimseye açamıyorlar, fakat kafalarında
yerleşmiş olan bu hayalle büyüyorlar. Bütün çocukluk ve ilk delikanlılık
develerinde annelerini bir katil diye düşünmüşler, kendi kendilerine ne
kuruntular etmişler ve akıllarına ne fobiler yerleştirmişler. Büyük kardeş
kendini katil vaziyetinde, küçüğüde kardeş eliyle öldürülmeğe mahkûm kurban
olarak tasavvur etmiş. Bu çocuklar yirmi yaşlarına geldikleri zaman tamamen
nörotik şahsiyetler oluyorlar. Uzunboylu psikiyatrik tedavilerden geçmeleri
icap ediyor; nihayet aklî karışıklıklarının ilk sebebi meydana çıktığı zaman
iyileşebiliyorlar.
Bundan
daha da feci ve çok dikkate lâyık bir vak’aya son zamanlarda şahit oldum. On
yedi yaşında bir genç kızı bir hastahaneye götürüyorlar; kız, barsaklarında
ülserli kolitten muztariptir. Kız boyuna zayıflıyor, fakat hekimler hiç bir
uzvî sebep göremiyorlar. İlmî araştırmalar, bu dikkate lâyık hikâyenin aslını
bulmağa muvaffak oluyor. Kız on üç yaşında iken annesi ölmüş. Kız annesine son
derece düşkünmüş ve ondan hiç ayrılmazmış. Annesinin her yaptığını, çocuk
taklit etmek itiyadındadır; Kadın ölünce, çocuğu evden uzaklaştırıyorlar;
tekrar eve döndüğü zaman, evin içini bir acılık hissiyle dolmuş buluyor.
Annesinin adı hiç ağza alınmıyor; büyük annesiyle büyük babası da kızın
babasına bir suçlu muamelesi yapıyorlar. Çocuğun işitemeyeceğini sandıkları
zamanlarda babasına «katil» diyorlar. Küçük kız, baba ile büyük ana baba
arasındaki mücadelenin kurbanı oluyor. Kızcağız yalnız bir şey biliyordu: Annesi
gitmişti. Nereye gittiğini ona kimse söylemiyordu. Arada duyduğu fısıltılardan
ve yarım kalan cümlelerden, acı bakışlardan ve öfkeli hareketlerden nihayet şu
neticeyi çıkarıyor: Annesi kendi midesine bir şeyler yapmış, fena bir insanmış
ve bu kötülüğünün cezası olarak midesine bir şeyler olmuş.
Üç
yasındaki bu yavrucak o zaman yine kendini an nesiyle bir gördüğü için şiddetli
bir mide ağrısına tutuluyor. Bu ağrı tedavi ediliyor, fakat çocuğun muhayyilesi
annesinin tam şeklini kavrayamamıştır; bu hâdise dolayısıyla babası ile
arasında tatmin edici bir alâka yer alamıyor. Babasını sevmek istiyor, fakat
büyük annesiyle büyük babasının fısıltılarını, ona katil dediklerini
hatırlıyor, içi kararıyor. Bu suretle kızcağızın hissî hayatı karmakarışık
oluyor, ve ilk gençlik zamanlarında, aklî ve bedenî gerginliğin baskısına
dayanamayarak ölüp gidiyor.
Bu
vak’ada yapılacak şey neydi? Küçük kıza hakikat olduğu gibi söylenmeli, ve
annesinin yaptığı bir yanlışlık neticesinde öldüğü anlatılmalıydı. O
yanlışlığın, ve büyük baba ile annenin keder ve öfkelerinin hikâyesini çocuğa,
anlayabileceği bir dille babası söylemeliydi. Eğer babası onu derdine ortak
etmiş, insafsızca kendi acısını içine akıtacağına, derdini dökmüş ve çocuğu ile
beraber ağlamış olsaydı, baba ile kız arasında yeni bir arkadaşlık yapısı
başlar, ve kız büyüme ve normal olgunlaşma mücadelesinde dayanacağı bir ortak
bulmuş olurdu. Büyükler dünyası, çocukların, hattâ en küçüklerinin bile, facia,
keder ve gözyaşına, yalan, hile ve kaçamaklardan çok daha iyi dayanabileceklerini
idrâk etmiş olsalardı, bu çocuk yalnız kendisini değil, babasını da büyük
annesiyle büyük babasını da, annesinin felâketine alıştırır, onlara bir teselli
olurdu.
Bu
vak’alar insana hayal gibi gelir, biliyorum. Hakikaten ilk bakışta, güç inanılır
bir haldir. Üç yaşında bir kız, yahut da beş yaşında bir oğlan, yirmi yıl
sonra, çoktan unutulmuş, geçmiş bir hâdisenin tesiriyle derde düşüyorlar. Fakat
bu gerçeği Freud, çok isabetle meydana koymuştur. İlk çocukluk hâdiseleri,
hayatın kat’î yarası oluyor. Hayatın ilk yıllarında olan vak’alar birçok
gönülleri zedeliyor.
Mesleğim
icabı ben de bu hakikati bilfiil gördüm. Bir adam babasını kaybediyor, ve
kendisi de çöküyor. Karısı, yedi yaşındaki kız çocuklarını, kendisine hiç bir
şey söylemeden, bir akrabasına göndermişti. Çocuk şimdiye kadar kendisini bir
yere göndermedikleri için, bu işte bir fevkalâdelik olduğunu anlıyor. Bundan
başka, babasının eskisi gibi şen ve neşeli olmadığının da farkına varmıştır.
Küçük
kız nerede, diye sorduğum zaman, annesiyle babası bana, çocuğu keder muhitinden
uzaklaştırdıklarını söylediler, ve kendilerine hak vermemi istediler. «Tabiî,
biz bunu çocuğun iyiliği için yaptık; bu kadar kederli bir evde çocuk bunalır,
diye düşündük,» dediler. Ben de anababaya fikrimi söyledim: «Benim fikrimce,
çocuğa büyük bir haksızlık ediyorsunuz, derhal eve getiriniz; çünkü büyük
babası öldükten sonra, babası onun tesellisine muhtaçtır; onun huzuru kendisine
acısını unutturur. Çocuğu, babasına annelik etmek hakkından mahrum etmeyin,»
dedim.
Nasihatimi
dinlediler. Çocuk eve geldi. Babasına birçok yollarda teselli oldu; kendisiyle
yere oturup oynamağa onu mecbur etti, ve bu suretle baba ile kız arasındaki bağ
kuvvetlendi. Onlar da anladılar ki, çocuk kendilerinden uzaklaşınca, çok yalnız
kalmış, kendisini uzaklaştırdıkları için türlü türlü kuruntulara ve korkunç
düşüncelere düşmüştü.
Tabii
demek istemiyorum kı, çocuklara ölümün teferruatı anlatılmalı. Mezar ve ondan
ötesi hakkındaki muammadan çocuklara uzunboylu bahse hiç lüzum yoktur. Hayat ve
ölüm hikâyesi onların anlayış derecesine göre anlatılmalıdır. Büyükler dünyası,
çocuğu, ölümün — eğer varsa — çirkin ve korkunç safhalarını görmelerine mâni
olmalıdırlar. Çocuk aklına lüzumsuz korkular aşılanmamalıdır. Bütün bunlar
doğrudur, şu kadar var ki, insanlar arasında, çocuklar keder ve hüzne
dayanamazlar, ve hal ve keyfiyetler ne olursa olsun, onları daima realite
fırtınalarına karşı korumalı ve esirgemelidir, fikri hâkimdir.
Hayır,
hakikat tam aksi istikamettedir. Çocuk, gözyaşlarına dayanabilir, fakat
hıyanete katlanamaz; kedere dayanır, hileye katlanamaz. Küçük bir erkek veya
kız çocuğuna karşı daima dürüst davranılmalıdır, ailenin muvaffakiyetlerinde
olduğu gibi, üzüntülerine de ortak olmalıdır. O küçük organizma bizim
zannettiğimizden çok daha dayanıklıdır. Çocuğun dökeceği iki diamla gözyaşı bu
organizmayı eritmez. Kendisine samimî olarak anlatılan kederin yükü altında da
çökmez. Hâlbuki aile muhitinden uzaklaştırılan ve sürgünlük yükü altında,
büyüklerin kaçamak hareketleri, yarım hakikatler, donmuş hisler ve müraice
hareketlerin yükü altında çökebilir.
Hem
büyükler, hem de küçükler bakımından keder bahsi üzerinde uzun durdum, çünkü şu
harp yıllarında bahsin kendisi çok hayatîdir ve çünkü keder ameliyesi baştan
başa, bu hakikati talep eden bir kâinattır, diyen dinî iç duygusunu teyit
ediyor. Yalan, hedefe atıldıktan sonra geri fırlayıp sahibini vuran bir
silâhtır.
Bu
dünyanın yaradılışı icabı olarak hakikate hürmet etmemiz matluptur. Ölüm kederi
halinin bize, fennî bakımdan öğrettiği ders şudur: Biz büyükler, keder
hislerimizi hapsedip, onları şuur altındaki mahzene gömerek kendimizi
aldattığımız zaman, hakikat kanununa karşı gittiğimiz için, kâinat, bizim his
hayatımızı harap eder. Keder ameliyesi baştan başa, aklî ve ruhî saadet ve
sükûnun, başkalarına ve kendimize karşı gösterdiğimiz doğruluk ve sadakate
dayandığını ispat eder. Hayatın bize emri şudur: «Haricî âdetlerden ziyade
kendi hislerinize sadık olunuz. Genç, ihtiyar, herkesle olan alâkalarınızda
tamamiyle sadık olunuz. Kendi kuvvetinizin, hayatın facialarına ve darbelerine
karşı koyacağına inanınız ve biliniz ki, daima hakikati arayan kâinat sizin
derdinizin dermanını kendi elinde tutmaktadır. Dünya, yaralar, fakat mucizevî
bir kudretle bu yaralara merhem sürer ve derman bulur.
Hayata
güveniniz, maskesiz ve penesiz karşısına ikiniz, kedere de galip gelirsiniz.
hüzne de...»Bu facialı harpte sevdiklerini kaybetmiş olanlar için, hayatın
kalan kısmı ancak yarım somun ekmek olacaktır
— şu kadar var ki, cesaretle yenen ve
hakikatle kabul olunan yarım somun, nefsine acıma ve benlikçi kederin tesiriyle
küflenmiş bütün bir ekmekten çok daha iyidir; böyle bir keder bizim yükselmemiz
ve saadetimiz için yaşamış olanların hâtırasına hürmetsizliktir.
Belki
de bütün mesele bir tazminat veya karşılık meselesidir. Hislerinden birini
kaybeden bir adamda, tazminat olarak hayat başka bir his uzvunu
keskinleştiriyor. İnsanlar da yeni alâkalar aramak ve kurmak suretiyle ve yeni
dostlar kazanarak, uğramış oldukları ağır kaybı bir dereceye kadar telâfi
ederler. Belki Allah’ın insana ihsan ettiği en büyük nimeti de budur: Bu
dünyadan ayrılacağı güne kadar beşer arkadaşlığı köprülerini kurmak
kabiliyeti... Bu nimet, yâni yeni dostlar edinmek kabiliyeti yalnız gençliğe
münhasır değildir, olgunluk yaşında olduğu kadar ihtiyarlıkta da bizimdir.
Yaşadığımız müddetçe, yeni yeni beşeri alâka kumaşları dokumak, kendimizi daha
zengin daha yaratıcı daha enteresan, ve başkalarıyla alâkadar olan şahsiyetler
haline gelmek kudretini hiç bir zaman kaybetmeyiz.
Kendi
ölçüsüne göre keder görmemiş derin bir insan hayatı yoktur; fakat din, dinamik
psikolojinin yeni bulup çıkardığı tecrübelerin de yardımı ile, bu asrın adamına
kederi nasıl karşılayıp üstüne çıkmayı öğretirken, zamanımızın marazî asabî hallerinin" muammalarının
birçoğu hallolunacak, ve hem küçükleri hem büyükleri muztarip eden bir çok
hissî düzensizlikler düzene girecektir. Beşer ailesi «kederin ağır kazandırdığı
olgun akıl» ın himayesinde facia tepesini aşacak ve kalb huzuru derecesine
inecektir.
Fâniliğimizin
düşüncesiyle yüz yüze gelmek cesaretini her zaman kendimizde bulamayız. Ölümün
oturup bizi beklediği karanlık uçuruma dolambaçlı yollardan ve korkarak
yaklaşırız. Halbuki A. V. Koskeniemi’nin dediği gibi: «İnsan ölüm korkusundan kurtulmadıkça,
hayatta serbest olamaz. Hiç şüphe yok ki, ölümü hiç düşürmemek suretiyle bu
korkudan kurtulamayız, bilâkis, ona alışarak, onu benimsemeyi öğrenerek
kurtulabiliriz. Bu suretle, onun bize karşı kullandığı en büyük silâhı,
yabancılığını, elinden çekip almış oluruz. Ölüme hazırlanmakla, kendimizi
hürriyete hazırlamış oluruz; ve ölmeyi öğrenmiş olan kimse, ancak o hayatın
esaretinden kurtulmuş olur...»
Kendi
ölümümüz bakımından, ölüm ameliyesi hakkında ilmin bize öğrettiklerini hatırda
tutmalıyız, insanlar, hiç bir zaman gerçekleşmeyen birtakım müthiş şeyleri
düşünerek kendi kendilerini korkutmuşlar. Meşhur hekim Sir William Osler’in
dediği gibi: «Birçok insanlar kahramanlar gibi ölmekle kalmaz, ağrıdan ve
korkudan âzade olarak ölürler; benim şümullü klinik tecrübelerim bunu
göstermiştir, insan dünyaya gelirken şuuruna malık olmaz, giderken de öyledir.
Şu halde insanlar, hiç aslı olmayan hayaletlerle zihinlerini doldururlar.»
Ayni
mesele hakkında Montaigne de çok isabetli sözler söylemiştir: «Tabiat kendisi
bize cesaret verir. Ben tam sıhhatte olduğum zaman, gerçekten hastalandığım
zamandan daha çok hastalıktan korkmuşumdur. Ölüm vaziyeti de böyledir... Bir
gün yaşadınızsa, her şeyi görmüşsünüzdür. Bir tek gün, diğer bütün günlere
müsavidir. Ne başka ışık, ne de başka türlü bir gece var. Ölümden korkulmamalı.
Ölüm bir dosttur. Bundan başka, saati gelmeden hiç bir insan ölmez. Arkada
bıraktığınız zaman, sizin değildir ve sizi alâkadar etmez; tıpkı siz doğmadan
önceki zaman gibi... Size nasıl başkaları yer verdiyse, siz de başkalarına yer
veriniz. Yemiş, doymuş bir misafir gibi, rahatınıza çekilin... Hayatın kazancı
mekânda değil, kullanıştadır. Kısa ömürlü bazı insanlar, uzun hayatlar
yaşamışlardır... Şu halde, bu dünyaya nasıl korkusuzca geldinizse, o suretle
dünyadan gidiniz, ölümden hayata geldiğiniz yoldan dönerek, hayattan ölüme
gidiniz. Bir yarışta olduğu gibi, elinizdeki meşaleyi başkalarına verin.
Ölümünüz dünya nizamının bir parçasıdır, fakat dünya hayatının bir yığınıdır.»
Çok
kere düşünürüm ki, ölüm hayatın düşmanı değil, dostudur. Çünkü, hayatımızın
mahdut olduğunu bilmek, onun kıymetini arttırır. Zaman bize emanet edilmiş bir
vediadır; bu hakikati bildiğmiz için, hayat yıllarımıza bir emanet nazariyle
bakarız. Biz insanlar; bahçeler, oyun yerleri, göller, ve göllerin sakin
dalgaları üstünde kayan kayıklarla dolu büyük bir parkta bütün bir günü
geçirmeğe izin almış çocuklar gibiyiz. Gerçi her birimize verilen günün,
uzunluğu, ışığı ve güzelliği aynı değildir. Bazı dünya çocuklarına, dünya bahçesinde
uzun ve güneşli bir gün geçirmek nasip olur. Başkalarının günü daha kısa, daha
bulutludur, ve bir kış hikâyesinde olduğu gibi, akşam karanlığı daha çabuk
basar. Fakat biliyoruz ki, hayatımız uzun bir yaz günü veya daha kısa bir kış
günü de olsa, bu günlerde mutlaka fırtınalar da olacak, bazen en mavi gökleri
bile karartan bulutlar, ve bazen da en karanlık sonbahar göklerini bile delecek
güneş ışıkları bulunacaktır.
Hayatın
büyük parkında geçirmemize müsaade edilen gün her insan için bir değildir; fakat
bu saatlerde daima güzellik, sevinç ve neşe de bulunacaktır, eğer kıymetini
bilirsek... Sonra her birimizin hayatında bir dakika gelir ki, ölüm denilen
büyük sütnine, insanoğlu denilen çocuğu elinden tutar ve ona yavaşça der ki:
«Eve gitmek zamanı geldi. Gece yaklaştı. Ey insan oğlu, yatma zamanın geldi.
Gel, yorgunsun, tabiatın sakin koynuna gir de artık uyu. Allah rahatlık versin.
Gün bitti. Ebediyet göklerinde yıldızlar pırıl pırıl yanıyor.»
ölümün
her an hazır olması bütün hayat değerlerine daha büyük mâna verir. Ölüm bir
hocadır, bize beşer hülyasının asîl ve nazik mahiyetini öğretir. Bu dünyadaki
hayat tecrübesinin bir nihayeti geleceği düşüncesini kabul etmek genç ve
olgunlaşmamış kimseler için o nisbette güçtür. İçimizde isyan fırtınaları
koptuğu zamanlarda, düşünürüz ki, şu dünyanın plânını yapmak kudreti bizim
elimize verilmiş olsaydı, insana daima yenilenen bir gençlik pmarı verirdik;
dünyada ölümün hiç yeri olmaz, hayatın sonu da gelmezdi. Fakat bu hissi tahlil
edince, görürüz ki, bu, çılgın bir çocuğun sinirli ve düşüncesizce bir
arzusudur. Çünkü, hakikatte, durup dinlenme bilmeden, bu fırtınalı hayattan
ayrılıp uykuya ve ebedî istirahate kavuşup kurtulmak imkânı olmadan şu varlık
çarkına ebediyen bağlı kalmayı gerçekten ister miyiz? Durmadan uğraşmak ve
didinmek ister miyiz? Değişiklikler ve mücadeleler, ihtilâller ve acılar,
zıtlıklar ve meşakkatli işlerle dolu bin yü veya on bin yıl yaşamak ister
miyiz?
Biz
insanlar için nihayetsiz bir hayat mümkün olsa bile, arzu edilecek bir şey
değildir, diyen Eflâtun herhalde çok haklıdır. Çünkü, hiç sonu olmayan bir
mevcudiyette ne yükseklikler, ne de derinlikler, ne hayat musikisinin tedricen
yükselen veya alçalan âhenk notaları, ne meydana okumalar, ne de başarılar
olurdu. Böyle bir hayat hep ayni tarzda, sıkıcı ve bunaltıcı olurdu. Heine
hakkında yazdığı bir şiirde Louis Untermeyer, son nefeste bulunan bir şaire şu
sözleri söyletiyor:
«Ebedî olmak, bütün bir ebediyet boyunca kuru bir hayat yaşamak...
Böyle ebediyetler bana göre değil!..
Tanrı, beni böyle bir belâdan korusun!»
Derin
mânasiyle, iyi ki güneşin parlak şuaları ebediyen başımıza vurmuyor, ve akşamın
alaca karanlığı, sükûn verici serinliği ve benliğimizi saran huzuruyla
imdadımıza yetişiyor. Bundan büyük nimet olur mu? Cismanî ölmezlik insanlar
için kaçınılmaz bir kader olsaydı, çalışıp çabalamalarımızdaki zevk ve
emelimizdeki heyecan kaybolmaz mıydı? Esasen bunları bize kıymetli yapan şey
ârızî olmaları değil midir? Bütün bunlar derin hakikatlerdir.
Hakikaten,
hayatta olgunlaştıkça, tabiat plânındaki isabeti daha iyi anlarız; hayatın her
safhasında acayip âhenkler ve enerji bölümlerini, ve gün batımı yıllarında
ateşli arzuların tedricen söndüğünü görür ve anlarız ki, akşam karanlığı,
ekseriyetle fazla dayanıklılığı kalmamış olan bir kalbe gelir. Şu halde,
tabiat, insan oğlu gibi, hârikulâde hassas organizmalar yaratmak, ayni zamanda
da bu mahlûka taşın veya dağın dayanma ve uzun yaşama kabiliyetini vermek
kudretine mâlik değildir. Bu âlem içinde her şeyin bir pahası vardır; aşkın ve
şuurun çok nazik güzelliğini, fânilik ve zeval ıstırabından ayrı olarak satın
alamayız. Bazı kimseler, insan hayatının nazikliğini içten gelme bir hisle
bildiklerinden, taşı taklide kalkışmış ve ellerinden geldiği kadar duygusuz ve
kayıtsız olmağa yeltenmişlerdir. Buddhistler düşünmüşler ki, insan talihe
rehine vermek kabilinden kaybedilmesi mukadder olan şeylerden tecerrüt etmek,
başka insanlarla herhangi bir ahde girmemek, kimseye karşı sevgi veya rikkat
beslememek suretiyle hayatın acı ve ıstıraplarından kaçınabilir. «Bütün dünya içinde, hiç bir
şeyi kendine sevgili etme.» Bu, hastalıktan
daha kötü bir tedavi usulüdur; çünkü, derin duygu ve şümullü tecrübe kabiliyeti
hayatın şanıdır; sevinç ve keder kâselerini isyan hislerine kapılmadan tatmak,
ve şu kaçınılmaz hakikati sabır ve temkinle kabul etmek isabetli düşünüşün
vazifesidir: Hisli mahlûklar olduğumuz için biz kendimiz de geçiciyiz, her
olanımız da... Yaratılışımız, kimyevî, maddî, ve mânevî teşekkülümüzün
harikulâde bir surette karışık olması, bize sonsuz nimetlerimizi veren, ve
kısacık günümüzün, hiç değişmeden bâki kalan fakat aynı zamanda asırların
rüzgârlarından da hiç müteessir olmayan bütün taş ve kayalardan çok daha fazla
mâna veren âmildir.
Aynı
zamanda, mutlak olan kendi ölümümüzü karşılayarak bir felsefe yapmağa
çalışırken, bu kısacık ömürden öteki başka bir mevcudiyete karşı insan
gönlündeki hasreti de hesaba katmamak elimizden gelmez. Senelerce ebediyet
meselesiyle hiç alâkadar olmayan William James gibi realist bir filozof bile,
ömrünün son yıllarında bu imkâna inanmağa başlamıştı. Kendisine sebebi
sorulunca şu cevabı veriyor: «Çünkü ancak şimdi yaşamağa uygun hale gelmeğe
başlıyorum.» Hemen hemen umumî denilecek şu kanaate şahit oluyoruz: Yavaş yavaş
gelişen bu kadar istidat ve kabiliyetlerin yüzüne, Allah kapıyı kapamağa
razı olamaz; insanın, bu dünyada edinmiş olduğu kudretleri kullanabileceği
hudutsuz sahalar verilecektir; tâ ki, o kudretlerle, bu ölümlü hayat
sahillerinden ötede daha büyük portreler yapsın ve daha ulvî nağmeler terennüm
etsin.
Gerçi,
ebediyet hudutlarından dönen olmamıştır, ve belki de ölmezlik iştiyakı, insan
gönlündeki hayat sâikinin ve yaşama arzusunun inikâsıdır. Bununla beraber,
filozofların ısrarla ileri sürmüş oldukları şu düşünceleri de hiçe sayamayız.
Kâinatın yaratıcı mahiyeti var, hayat sahasının hayale girmemiş vüs’atinde
mantıksız, manasız veya imkânsız hiç bir şey yoktur. Şimdiki hislerimizin her
şeyi kavramak kabiliyetleri yok: Meselâ, insan gözü kızılötesi (infra red) ve
ültraviyole şualarını göremiyor, bunun gibi, yaratıcı ve gittikçe olgunlaşan
bir kâinat da et ve kanın idrâkinin erişemeyeceği kıtaları bunların gözünden
saklamış olabilir.
Eflâtun,
Kant ve Tolstoy gibi birçok büyük fikir adamları, dünyanın mantıklı olması
başlıbaşına ebediyeti icap ettirir; tabiat insana aklı, geçici bir rüzgârdan
sönen bir mum olsun diye vermiş olamaz. insan ruhu, zaman sahnesinde bir
satırlık şeyi söyleyip sahneden çekilen bir figüran olamaz. Bu piyesin
muharriri olan • İlâhî El, bu kadar zavallı bir dram yazmış olamaz: Yâni,
muhteşem dünya sahnesini, insan oğlu denilen kahraman için hazırlayıp, ona
yalnız bir dakikalık rolü — bu hayatı — kekelesin ve ortadan kaybolsun, bu
suretle hem kendisi, hem de mevcudiyet dramını ebedî sükûta mahkûm ederek
gülünç bir mevkiye atsın, bunu akü almaz. Fikir adamları diyorlar ki: Bu dünya
ancak bir mukaddemedir, insan oğlu için başka âlemlerde birçok parlak roller
hazırlanmıştır. Akim talep ettiği budur, ahlâk kaidesinin de feryadı şudur:
İnsanların adalet, sevgi, barış ve huzur uğrunda çabalamaları ebedî bir netice,
bir âkıbet ister, öyle bir ölmez sahne ister ki, Orada mukaddemenin bütün
şaşkınlıkları ve haksızlıkları hallolunsun ve beşer mukadderatı orada
barışıklık ve tamamlanmış başarılar bulsun.
Ölümden
öte hayat hakkındaki bu iddialar ister kabul ister reddedilsin, daima hatırda
tutulması gereken bir cihet var: Şahsın hayatının temadisinden başka ebediyet
şekilleri vardır. Hakikaten insan oğlu, düşüncelerini ferdin ölmezliği
meselesinden çevirip, beşer ırkının ölmezliğinde kuvvet ve ilham bulur, ve
merbutiyet hislerini kendisinin ufacık benliğinden alıp bütün beşeriyete
hasredebilirse, işte benlikçilikten uzak ve en değerli dehâsını o zaman meydana
koymuş olur. İnsan o dakikada ulvileşir, ve kendi hayatı beşeriyetin magnetik
zincirinin halkalarından biri olmak suretiyle ehemmiyet kazanır. Gariptir ki,
düşüncelerimizi beşeriyetin ölmezliğine hasrettiğimiz nisbette ferdî hayatımız
da zenginleşir. Kendimizi, her ırkın ve her memleketin kahramanlarına, akıl ve
dirayet ehline, gaye uğrunda can vermiş adamlarına, bütün şairlerine ve fikir
adamlarına bağlayınca, biz de hareket halinde olan büyük bir dramın bir kısmı
haline geliriz.
»
Asırların döşediği yollarda birçok iyi arkadaşlar buluruz. Zaman ve mekânı
aşarak, muhayyilemizde, kendimizi her yerin medeniyet ve kültür yapıcıları
olmuş baş üstatlara bağlamak kabiliyeti de insan aklının bir mucizesidir.
Kendimizi asırların en ferasetli düşünceleri, en ulvî idealleri, ve en zengin
musikisiyle birleştirince, bütün insan neslinin ölmezliğinde payımız olur. Sadece
kendi zamanı içinde yaşayan insan gerçekten çok fakirdir. Böyle bir kimsenin
hayatı zayıftır, gölgelerle doludur, ve her esen rüzgârın insafına kalmıştır.
Bu insan ölünce, kendisiyle ölen çok az şey vardır. Mazinin zenginliği ve
geleceğin ümitleriyle kendini sevgi ve kültür zincirleriyle bağlayan insan ise
hakikaten zengindir.
Unutulmaz
bir senfoni, değeri biçilmez bir sanat eseri veya ölmez bir ebedî eser
yaratarak ölmezliğe nail olmuş dâhilerin sayısı azdır. Çoklarımız, dünyanın
düşünüş terakkisine verebildiğimiz mütevazı hediyelerle kanaat etmeğe mecburuz.
Bizim ufak düşünce kırıntıları, dünyanın anonim kültürünün bir kısmı haline
gelir. Bizim yaşıyan ölmezliğimiz çocuklarımızda, ve torunlarımızda daha tam
bir şekilde bulunur. Câmit taşlardan ölmez heykeller yaratacak heykeltraşlar
olmasını biliriz. Fakat çoklarımız, pek de farkmda olmadan malik olduğumuz çok
daha büyük mazhariyete malik bulunuyoruz: Bizden sonra gelen nesillerin ruhanî
hayatına ve talihine şekil vermek... Yaşadığımız hayatın örneğiyle müessir
olduğumuz erkek ve kadınlar ruhlarımızın alevinin dokunduğu çocuklar — işte
bizim hayatımız bunlardan temadi eder ve ebedî ehemmiyetini kazanır.
Kederi
yenip, ölümlülüğümüze kendimizi alıştırmak lüzumu şu zamanda tabiî olarak daha
çok kuvvetlenmiştir; çünkü, bir harp dünyasında yaşamakta ve keder ve ölümle
çok sık karşılaşmakta idik. Birçok memleketlerde ölüm o derecede çirkin ve
hayat o derecede çekilmez bir hal almıştır ki, birçok insanların oralarda aklî
muvazenelerini muhafaza etmeleri imkân haricine çıkmıştır. Bunun böyle olması,
boğazlaşma sahnelerinden uzakta yaşıyan milyonlarca Amerikalıya ölüm huzurunda
daha ahlâkî bir metanet ve cesaret göstermelerini bir ahlâk borcu haline
getirir: İleride beşeriyetin yardımcıları olabilmek için aklî muvazenemizi
muhafaza etmek.
Hakikaten,
zamanımızın hakikî faciası, insanların ölmesi değil, vaktinden evvel, hem de
dünyanın birçok yerlerinde feci şekilde ölmeğe mecbur olması, ve hürriyet ve
huzur içinde ölmekten mahrum edilmesidir. Milyonlarca insana, bu hayat
imkânlarını kısmen bile olsa yerine getirmek fırsatı verilmemesi zamanımızın
affolunmaz cinayetidir. Sayısız şairler, âlimler, akıl ve feraset ehli zatlar
ve fenciler vaktinden çok evvel genç başaklar gibi biçilmiş, yazıları,
besteleri, ve formülleri, görünüşte nedamet bilmeyen bir toprağı vaktinden
evvel beslemeğe mahkûm kemikler içine ebediyen hapsolunmuşlardır. Beşer ırkına
ölümü çok çabuk getiren ve insan hayatını, bestesinin henüz başlangıcında iken
kesen insan elinin eseri zulümdür.
İnsan
varlığının bu vakitsiz kesilmesindeki facia, asrın en büyük şairlerinden
Bilalik’in bir eserinde ifade buluyor. Şair, hayatı bir telli saza benzetiyor;
saz bir köşede ebediyen bekliyor, onu çalacak parmaklar yok ve ebediyen de
gelmiyecektir. Milyonlarca sazın hiç bir zaman çalamayacağı bir dünyada
yaşıyoruz. Pek çok sayıda gençlerin, besteleri icra olunmadan güneşleri
batmıştır. Hiç birimiz, ölüm meleğinin ne zaman gelip kendisini istiyeceğini
bilemez. Her dakika Damokles’in kılıcı başımızın üstünde duruyor. Gerginlik ve
hastalık — bunlar hiç bir hududu veya maniası olmayan bir kâinata sessizce
yayılmaktadır. Şimdiki zamanda tehdit ve tehlikeyi .yabancı diye hayatımızdan
çıkaracak gümrük memurları da yoktur.
Şu
daimî krizler dünyasında, ölüm muamması ile karşılaşırken, din ve psikolojinin
bize verebileceği perspektife muhtacız, başkalarını kaybettiğimiz zaman kederi
kabul ve mağlûp etmek için psikoloji bakımından ne yapmamız icap ettiğini
öğrendik. Kendi ölümümüz düşüncesiyle nasıl karşılaşmamız lâz:m geldiğini de bilmeliyiz;
ölümden korkmağa lüzum yoktur, biz tam bir itimatla bugünü yaşıyalım,
bırakalım, yarını kâinat düşünsün.
Diğer
taraftan, ömrümüz oldukça, her günümüzün, güzellik, âlicenaplık ve sıcaklığını
ruhtan alan bir kardeşlik hissiyle taşan birer yıl haline getirmeğe çalışalım.
Zulüm ve gaddarlıkla dolu bir zamanda, sevgi oksijenini istihsal etmeliyiz ki,
o suretle dünyanın canı sağ kalsın. Hayatın eksilen kemiyetine karşılık olarak
keyfiyetini derinleştirelim; ne kadar zaman için birbirimize kalacağız, bunu
bilmediğimiz için birbirimizin kıymetini bilelim; dünyadaki ölüm kuvvetlerine
cevap olarak hayatı yiğit işi, kuvvetli ve güzel bir hale koyalım diye, din
bizi davet ediyor. Hayatın kuvvet ve kudretini yükseltmek suretiyle ömrün
kısalığını telâfiye çalışmalıyız. Katı kalblilik, benlikçilik, karşılıklı
gaddarlık, ve sevgisizlik gibi başkalarının ömürlerini kısaltmak için hafif
silâh olarak kullandığımız bütün şeyler zamanımızın affolunamıyacak suç ve
günahlarıdır. Gerçi ömrü uzatamayız, fakat hiç olmazsa birbirimize karşı
anlayışlı olmakla hayatı derinleştirmeğe hizmet edebiliriz.
Bugün
bütün insanlar o eski Judaizm’in sağlam kafasına ve tabu takvâ hissine
muhtaçtır. O zamanın adamı: «Şimdilik bir tek dünya ile uğraşırsak yeter,»
diyor. Çünkü bu dünya seferinde, Kendimizden daha büyük olan Kudrete korkusuzca
nasıl güveniyorsak; her gece muammanın bağrında emniyet ve itimatla nasıl
uykuya dalıyorsak; böylece, zamanın ötesinde bulunan âleme şu hakikati kabul
ederek güvenebiliriz: Doğuştan önce ve ölümden sonrası üzerinden perdeyi
kaldırmağa uğraşmayıp, hemen şuracıkta içinde bulunduğumuz dünyada, dolgun,
değerli, ve yüksek bir hayat yaşamak ve başka insanların da bu suretle
yaşamasına imkân verecek bir cemiyet kurmak... Bize düşen kudsî vazife budur.
Bugün
bütün dünyada nice babalar, analar, ve genç zevceler var ki, ömürleri kısa
sürmüş gençlerin şarkılarını — müdafaa edilmiş hürriyetin ve himaye görmüş
beşeriyetin şarkılarını — hatırlamaktadırlar. Daha ilk mısralarında kesilmiş
genç nağmelerin verdiği hüzün derecesini elbette ki hiç bir suretle
küçümseyenleyiz; fakat şundan da eminiz ki, hürriyet uğrundaki vazifeleri
başmda bu şarkıları söylemiş olanlar, genç havacılar, deniz ve kara erleri,
arkalarından sağ kalanların, çok da uzun zaman ağlamlarma razı olmaz ve bize
şunu hatırlatmak isterler ki, onlann yiğitçe yşanan ve nefsini feda eden
hayatlarının hızla geçen günlerinde, korkakça yaşanmış uzun boş senelerden çok
daha büyük başarılar olmuştur; ayni zamanda uğrunda, kendilerinin can verdiği
ahitleri yerine getirelim diye bize meydan okumaktadırlar.
Beşer
dilinde bulunan «nihayet» kelimesinin iki mânası arasındaki farkı
unutmamalıyız: Birisi «finiş» diğeri ise «telos» dur. Hiç bir «nihayet» i veya
«gaye» si olmayan bir hayata ölüm çok kere «finiş» kelimesini yazmıştır. Bir
insan oğlunun başına gelebilecek en büyük facia, hayatının hiç bir «müntehâ» sı
«telos» olmadan «nihayete» «finiş» gelmesidir; yâni, hayat yolunda büyük bir
gaye aramadan bitmesi... Hürriyet uğrunda çalışan ve nefislerini feda edenler,
bu çabalamalarının daima bir müntehâ, bir gaye için olduğunu hissetmişlerdir,
hem de adaletsiz ve acı talihleri «finiş» olduğu halde...
Bizler
kederimizin arasında onların «telos» larmı tamamlamağa çalışmalıyız ve öyle bir
dünya kurmalıyız ki, o dünyada insanların olgun şarkıları daha söylenmeden
ölümleri mukadder olmasın, öyle bir dünya ki, içinde insanlar anormal keder ve
facia yükünü taşımağa değil, yalnız normal kederin ağırlığına kendilerini
alıştırmak zaruretini duysunlar. Bu dünyada her insan oğluna kendi benliğini
tamamlamak fırsatları verilsin, ve yine bu dünyada Ölüm Meleği, daha öğle
güneşini selâmlamağa bile vakti bulamadan bizi kapıp götüren bir hırsız gibi
değil, uzun bir günün nihayetinde, akşam üstü, kemale ermiş olgun bir hayatın
şarkıları havayı henüz titretirken, bizi evimize götürecek bir dost gibi
gelsin.
«Onun
iradesindedir huzurumuz.» Dante, «Paradiso» (Cennet) adlı eserinde, Cenabı
Hakkın tahtı huzurunda dizüstü, böyle feryat ediyor. Bu feryatla ilk sesi
yükselten Dante olmadığı gibi, feryadın akisleri de onun sahifelerinde
bitmemiştir. Her huzurun kaynağı Allah’tır, ve huzuru bulmak için Allahı bulmak
gerektir — insan oğlu kendini bildi bileli beşer aklının mütevazı mahsulü olan
hikmet ve feraset bu sözlerde belirmiştir. Her asırdaki şairlerin, filozof ve
mistiklerin sesleri iman sahibi her insanın sesi ile birleşerek şu ölmez
nakaratı tekrarlamıştır: «Sende rahat buluncaya kadar, hiç bir yerde kararımız
yok...»
Ne
mutlu o cana ki, İlâhî Aşkın mekân tanımıyan eb’adı içinde karar edecek yeri
bulmuştur! Cenabı Haktan bir cüz olduğumuz, her dalganın en ufak damlalarını da
içine alan ve tutan muazzam bir deniz gibi onun kuvvetli iradesinin bizi
tuttuğunu emniyetle bilmek en güzel yakutlardan b’le daha çok arzu edilecek bir
şeydir. Bu kozmik ünsiyet hissine malik olanlar — iç huzuru içinde hayat
yollarını yürüyenler onlardır.
Fakat
bugün herhangi bir papaz veya psikiyatristin umumî müşahedesi, zamanın çok
büyük sayıda erkek ve kadınlarının, İlâhî mevcudiyeti teyit edemediği
merkezindedir. Yahut da, Allah’ın mevcudiyetine inansalar bile, öyle çocukça
mefhumlarla inanıyorlar ki, sıkıntılı ve buhranlı zamanlarda bu iman yıkılıyor.
Zamanımızın görülen ruh sıkıntısı ve iç azabının asıl sebebi bu imanın
zayıflığı veya mevcut olmayışıdır. Bu yolda ıstırap çekenlerden birisi bana
şöyle dedi: «Bir beşer dostumu kaybedecek olursam, yahut bir iş ortağım alçak
çıkar, veya karım beni aldatırsa, daima bir başka ve hattâ daha iyi bir insanda
demirliyecek yeni yer bulmak imkânı vardır. Halbuki Allah’ın realitesine olan
imanım kaybolursa — ki, şimdi ben o haldeyim — yüzümü hangi yana çevireyim?»
Birçok
meslekdaşlarını gibi ben de, böyle imansız birçok insanlarla beraber ruhlarının
karanlık geceleri içinde çırpındım, ve elimden geldiği kadar mâkul sebepler
göstererek onları teselliye çalıştım. Fakat senelerce başım onların mantık
geçmez taş duvarına çarptı. Yavaş yavaş anladım ki, birçok ateist ve
agnostiklere karşı kullanılan mantıklı iddialar boştur, çünkü onların
imansızlığının asıl sebebine ne ilişiyor, ne de ilişebiliyor.
Gerçi,
bazen, bir mantık gölgesi onların iddialarına hafifçe tesir eder gibi
görünüyor. Bütün beşer sahnesini viraneye çeviren korkunç harabiyeti, atom
bombasını, insanları kırıp geçiren epidemileri, ve hayat soldurucu fakirliği
işaret ederek soruyorlar: «Dünyayı sardıkça saran bu büyük kötülüklerle Allah’ın
mevcudiyeti nasıl uzlaşabilir?» Bu
gerçekten realistik bir meseledir, ve ileride buna dokunacağız; fakat burada şu
kadarını söylemek istiyorum: Bu gibi münakaşa ve iddialar, imansızlıktan
muztarip olan insanın kendi iç mücadelesinin, içindeki tecavüzkâr ve zalim
mahiyette hislerin inikâsıdır; ve bu inikâsların şevki kendi ruhundan daha
geniş olan kâinatın beyaz perdesine düşmektedir.
Ateizmin
esasındaki mâna, insanın varlığa tam şümullü bir «evet» demekten âciz oluşudur.
Ateizm, hayatın mânasırıı inkârdır; kâinata itimatsızlıktır. Bir ateistin
hakikî «âmentü» sü (creed) şu sözlerle hulâsa edilebilir: Samimiyetle
inanıyorum ki, bu dünya, infilâk eden güneşlerin tesadüfen yarattığı bir eser
ve dehşet ve ölüm yeridir. Ve gerçekten inanıyorum ki, insan tesadüfen diğer
hayvanlardan daha kurnaz yaratılışlı bir hayvandır; bunun için, sevgi ile
gözetilen bir Allah’ın mevcudiyetine beni ikna etmeğe boşuna uğraşmayın!»
Bu
kara iman; Allah vardır, kâinat mahlûkların dostudur ve insan itimada lâyıktır,
diye iddia eden ve bu inancı kendine esas tutan din nazariyesine tamamen
zıttır. Belki bazı kimseler bu dinsizlik haline mantık yoluyla geliyorlar; ben
henüz hiç böyle birine rastgelmedim. Ekseriyetle, Allahsızlık ve bedbinliğin
çok emekle yapılmış ve birçok mantıklı iddialarla desteklenmiş yapıları, hissî
tezatlarla hayatın ilk yıllarında bozulmuş beşerî alâkalardan müteşekkil
temeller üzerine kurulmuştur.
Allahsız
kimse belki de bunun farkında değil, ve bu ateizminin psikolojik bakımdan izah
olunmasına pek fena kızar. Halbuki mesele şöyledir: Çocukken babasına mutlak
surette inanıyor, annesine candan güveniyordu. Sonra, çok mühim olan gelişme
devresinde, hayatının çok mühim bir sahasında ana babası onu büyük bir
felâketli bir hayal kırıklığına uğratıyorlar. Gayrişuurî olarak onlar hakkında
itimada değmez ve sadakatsiz diye hüküm veriyor. Hayatının ilk yıllarında,
şahıslar arasındaki alâkada uğranılan bu feci .muvaffakıyetsizlikten bir
hamlede şu psikolojik neticeye varıyor: «Kâinat güvensiz ve sadakatsizdir.»
Benim kanaatimce çok kereler, çocuğun anababasına karşı duyduğu hayal
kırıklığı, dinsizliğin zeminini hazırlamıştır. Hayata itimatsızlık, beşeriyet
hakkında Şüpheci düşünceler, Allah’ı inkâr, bütün bunlar köklerini, akıl,
felsefe ve fen derslerine daha açılmadan, his toprağına salarlar. Hayat bu
gibileri erken hırpalamıştır, ve onları, Allah’a ve insana inanmak istemiyecek
bir hale koymuştur.
Gurur
garip mevkilerde yer alır; insanların kendi şahsî imansızlıklarına sebep olarak
gösterdikleri bazı bahaneler gerçekten gariptir. Geçenlerde bana birisi geldi.
Bu zat, nev’i kendine münhasır imansızlık tipini böbürlene böbürlene Darwin ve
Haeckel zihniyetinin çivisine asmış. Bu zat varlık mücadelesini çok alıcı ve
kuvvetli buluyormuş. Hayat baştan başa «diş, tırnak», «en kuvvetlinin sağ
kalması» imiş. Bu adama birkaç sual sorulunca, şu hakikatler meydana çıktı:
Adam, kalabalık bir ailenin ikinci oğlu imiş; babaları, sert, zalim ve tembel
bir adammış; aile servetinin altından girmiş, üstünden çıkmış. Acizliği
yetmiyormuş gibi, üstelik hem ayyaş, hem de zorba imiş. Önüne gelene el
kaldırmakta pek mahir imiş. Bu talihsiz ailede ekmek bile az bulunur şeylerdenmiş.
Hele sevgi gıdasına gelince, ne bu çocuk, ne de kardeşleri bunun hiç yüzünü
bile görmemişler; hepsi de daima sadece var olmak için, sağ kalmak için
mücadele hayatı yaşamışlar. (Böyle bir adamın Danvin’e hayran olmasına şaşılır
mı?) Bu çocuk bir din mektebine gidiyormuş; bu mektepte tabiî olarak kendisine
ne öğrettiler? Allah’ın sevgisi, yarattığı mahlûkların hepsini himaye eder ve
doyurur; bir serçe bile onun izni olmadan yere düşmez.... umdesini: Hayırsız ve
zalim baba realitesiyle şefkat ve sevgi taşıran bir semavî Baba tasviri
arasındaki korkunç fark, çocuğun plâstik muhayyilesine bozulmaz harflerle
yazılıyor. O çok genç yaşında bile, içinden, iyi bir semavî baba efsanesine
gülmeyi öğreniyor. Onun bu istihza hissi daha sonra, sağ kalmak için amansız
mücadele lüzumunu ısrarla müdafaa eden inkılâpçı filozofların yazılarım
okuyarak bileniyor ve zihnî bir âkide halini alıyor.
Neticede
bu adam, etrafındakilerden daima öç almağa uğraşan katı ve granit gibi sert bir
şahsiyet oldu. Bu amansızlığı sayesinde çok para sahibi oldu. İmansızlığı onun
işine pek iyi yaradı; fakat nihayet bir gün, hissî bir kriz, ruhunu ihata eden
kabuğu parçaladı. Bundan sonra hayatının kısır ve çorak ufuklarının
manzarasından korkup dehşete düşerek, kendisine yardım edebilir miyim diye bana
başvurdu. Bana: «Hiç bir şeyde mâna veya sevgi bulamıyorum; çünkü kâinatta
ne mâna var, ne de sevgi,» dedi. Ben de kendisine şunları anlatmağa
çalıştım: Kendisi bütün ömründe, hiç de beşeriyeti temsil etmeyen bir tek
adamın, babasının misalini alarak bütün dünyayı öyle sanmış, ve hem beşer
hayatında, hem de dünyada mevcut olan şeref, sevgi ve iyiliği görmek fırsatını
kendi kendine vermemişti. Kendisi bir insanoğlu olan babasından pek tabiî
olarak ye’se kapılmış ve bu ye’si ileri götürerek Allah’a da garez beslemiş.
İmansızlığın
başka bir çeşidi de ilk gençlik zamanında duyulan bir isyan hissinden ileri gelen
bir tiptir; bu hissin kumaşı dünyaya karşı vaziyet almak suretiyle dokunuyor.
Garibi şu ki, böyle inanışı olan insanlar hakikatte, sevgiye ve şefkate çok
müstaittirler. Otuz beş yaşlarında, yakışıklı bir adam bir gün yazıhaneme
geldi; birçok esaslı gaye ve hareketlerde faal rolü olan bir adam. Bütün
değerli enerjilerini aşırı tip İçtimaî islahatçılık hareketlerine vermiş,
hâlbuki bütün bu işler ona canü gönülden aradığı ruh huzurunu veremiyormuş.
Kendi şahsı ve hayatına karşı duyduğu hoşnutsuzluk öyle hâd bir hal almış ki,
yeis hâleti içinde bana başvurmağa karar vermiş.
Bedbin
bir gülümseyişle bana dönerek: «Elinizden gelirse bana yardım ediniz!» dedi. Bu
sessiz bir meydan okuma idi. Daha ilk konuşmamızda, mühim hakikatler meydana
çıktı. Genç adam, çocukken annesi ve babası tarafından çok şefkat ve sevgi
görmüş; fakat ilk gençlik yıllan başlayınca kendisinin inkişaf halindeki erkek
tabiati, o zamana kadar eve hâkim olan kuvvetlerle çarpışmış. Bunun neticesi
olarak husule gelen ayrılıklar, tatsızlıklar yüzünden, çocuk, anababasının
dünyasını tekmil yapısıyla reddetmiş, tabu bu arada onların sosyal ve dinî
akideleri de var... Anababanın putları yıkılınca, Allah da onarla beraber
gidiyor. Mevcut hükümet ve cemiyet şekillerine karşı gösterdiği yirmi yıllık bir
zıtlık, esasında sevgi ve şefkat dolu olan ruhuna itminan getirememiş. İlk
gençlik yaşından çok sonra da, şimdi yine bri sapa yol tutarak isyan yoluna
gitmek üzere bulunuyordu; fakat ayaklarının yaralarına, ve ruhuna bezginlik
veren mücadele ve kaçışının sebeplerine nüfuz edince, hayatı menfî şekilde
değil, müspet surette almak dirayet ve isabetini gösterdi. İşin dikkate lâyık
ciheti şu ki, bu zat esaslı alâkalarını yine devam ettirdi, fakat şimdi bunlar
olgun bir akim mefhumuna göre daha iyi bir dünya kurmak emeli esasına
dayanıyordu, anababasının mütehakkim dünyasına karşı öfkeli protestolara
değil... (Ben ona, iç ifrazatın birden artması gibi başlamış olan bir esaslı
meslek, gudde değişikliklerinin mümkün olduğu zamanı çoktan geçmiştir, dediğim
zaman, gülmekten kendini alamadı.) Şimdi hayal gözünün görebildiği yeni büyük
dünyanın bir kısmını, güvenilir ve yaratıcı bir Allah mefhumu teşkil ediyordu.
Mistik
şair Francis Thompson, «The Hound of Heaven» adlı şiirinde Tanrının ağzından
şöyle diyor: «Ey bana hıyanet eden, her şey sâna hıyanet eder.» Bir
Hıristiyan mistikte bu metrûkiyet hissini anlamak mümkündür: fakat ya şu
lâboratuvann tenhalığında tecrübe tüplerini ve kavanızlarını tetkik ederken
gönlüne dolan boşluk duygusunun altında ezilen fen adamına ne diyelim?
Ekseriyetle böyle bir kimse, ne din adamının, ne de psikiyatristin öğüdünü
arar. Gözle görülür madde dünyası üzerindeki kudretinin ona verdiği gururla
elle dokunulmaz ruhun hekimlerini hakir görür. Buna rağmen her nasılsa
geçenlerde bir ziyafette bu tipin çok güzel bir örneğine rastgeldim. Bu zatın
maskeye benziyen çehresini ve sıkı disiplinli tavır ve hareketlerini görünce
derhal onun tecrübe tübü realistlerinden olduğunu, ve bununla övündüğünü
anladım. En son molekül araştırmaları hakkında tenezzülen açık konuştu; ben bu
meseleyle çok alâkadar olduğumdan, yemekten sonra da ikimiz ayrıca konuştuk.
Biz konuşurken kendisinin bir sanatkâr olduğuna şüphe bırakmamağa gayret ederek
dedi ki: «Sizin hissiyatınızı rencide etmek istemem, doktor, fakat ben, dinin
hisleri uyuşturucu bir madde olduğuna tamamen kaniim; böyle bir madde belki de
âciz ve korkak insanlar için zarurîdir; fakat objektif ilim ile yoğrulmuş bir
kafa bunu kabul edemez.»
Ben
başımı eğdim. Bu tipi iyi tanıyordum. Bu tip adamlar duygularını hapsederler,
hislerinden utanır, ve neticesinden korktukları için kalb kapılarının
açılmasına müsaade etmemeğe çalışırlar. Bu «frenleri» zapt altında bulundurmak
gayesiyle fenne dönmek bu gibilerin âdetidir; konuştuğum zat da bu tipin
mükemmel bir nümunesi idi. O günden sonra, yavaş yavaş, ve birkaç ay müddetle
kendisine, orada burada toplantılarda rastgeldikçe, ondaki bu his donukluğunun
altındaki sebepleri keşfettim.
Bu
zat çok küçükken babası ölmüş, kendisini amcası büyütmüş. Bu amca, çakmak taşı
gibi sert New England’lı tipinden bir adamdı. Bu adam, her zevki bir şeytan
icadı sayan çok mutaassıp Calvinist’lerin neslindendi. Hisleri hakir gören bu
zat dürüst, mum gibi doğru ve son derecede katı bir adamdı, ve ayni zamanda
maddî para ve banknot sahasmda çok muvaffak olmuştu. Allah bahsine gelince,
dostum, amcasının Allah’a inanıp inanmadığını bilmiyordu, çünkü herkesin önünde
Allah’tan bahsetmeyi çok büyük bir zevksizlik sayıyordu.
Emin
olmuştum ki, sükûtî amca, bu fen adamının hayatının kahramanı olmuş, ve kendisi
de tamamen ona benzemişti. Çocukluğunda son derece sert bir baskı altında
büyümüş olduğu için, kendisine örnek olan amcasının duygularının etrafına
çektiği buzdan setleri yıkamıyordu. Hislerden kaçıp kurtulmak için bir sığınak
aramış ve bunu fende bulmuştu; nütronların ve protonların bu kansız sahasında
mücerret (abstract) hakikate hizmet, şahsî bir taahhüdü icap ettirmez. Bu gibi
taahhütlerden çok fazla korktuğu için bu adam, Allah’tan vazgeçmiş; hattâ, o
mefhumu tamamen yıkmıştı. Buz kesilmiş tabiatinin özüne nüfuz edip onu eritmek
zamanı geçmişti — evet, buna artık imkân kalmamıştı. Bu zattan burada
bahsetmekten maksadım, buna benzer birçok tipleri anlatmak içindir; böyle
insanların ateizmi, sevgiden kaçış, his ve heyecandan aşırı korku, ve bütün haşmeti,
sıcaklığı ve azametiyle hayatı bir lâboratuvarin donuk hudutlarına sığacak
kadar küçültmektir. Hayat onları, hissî sakatlıklarına fazilet şeklini vermeğe
mecbur etmiştir. Bununla iftihar etmek istiyorlarsa, sadece kendi kendilerini
aldatıyorlar, ve bu arada Allah âlemi ile alâkanın insana verdiği çok büyük bir
saadeti kaybediyorlar.
Şu
halde üç tip ateistler, yâni, büyük bir galeri içinden rastgele seçilmiş üç
portre bunlardır. Allah’ı inkâr edecek cesareti kendilerinde bulan bu insanlar,
aziz tuttukları istiklâl âmentüsünün asıl kaynağının çocukluklarındaki sevgi
yoksulluğu, ilk gençliklerinde iç ifraz guddelerinin kifayetsizliği veya olgun
yaşta kendilerine ârız olan gizli bir isterik korkuda bulunduğunu keşfedince,
çok büyük şaşkınlığa düşerler: Birçok ateizm vakalarının kökleri araştırılınca,
bu gibi şeylerde bulunur. Bu asrın erkek ve kadınlarının Allah’ı ve hayatı
inkâr eden % iman düsturlarının müsebbibi olan şahsî ve İçtimaî âmillerin
sonsuz kombinezonlarını bu psikolojik tahlil bitirmek şöyle dursun, bu işe
başlamaktan bile uzaktır: Dinamik psikoloji, sesiyle birçok acıklı Eriha’ların
şehir duvarlarını —yâni, fen ve mantığın görünüşte yıkılmaz gibi görünen ve
ateizm ile pesimizmden mürekkep aşınmış kaya parçalarından duvarları— çöktüren
Yeşu’nun asrî borazanlarıdır [Kitabı Mukaddeste Yeşu kitabı 6 ıncı bap.].
Duvarlar yıkılınca, şehrin göbeğinde gördüğümüz, mesut, olgun şahsiyetler
değil, korkudan yere çömelmiş, mücadeleden yıpranmış, için için ağlıyan bir
sürü çocuktur.
Şunu
da kabul etmeliyiz ki, sadece mefkûre bakımından kendilerini ateist zanneden
bazı erkek ve kadınlar vardır; fen bağlarında işleyen bu feragat sahibi ve
yaratıcı işçiler, her şeye karşı tavırlarında öyle bir «objektif» ve şe’nî
tertibat ile bağlıdırlar ki, «Allah» ismini kullanmak kendilerince
samimiyetsizlik sayılır. Filozofçasına, herhangi bir kozmik generalizasyona
muhaliftirler, ve ispat edilir keyfiyetler sahası dışında kalan herhangi bir
şeyi söylemeğe korkarlar. Bilgi iddiası hususunda son derecede mütevazıdırlar,
o derecede ki, Allah fikri bile onlara yeis verir. Allah’ın varlığını iddia
etmek onların fikrince haksız bir kıyastır, —çünkü bununla nâmütenahîyi hiç
olmazsa bir dereceye kadar bildiğimizi de iddia etmiş oluyoruz. Çok yüksek
ahlâk sahibi ve beşeriyete hizmet eden fertler arasında bulunan bu nadir ateizm
tipini kendimiz kabul etmemekle beraber, anlamalıyız; bu nevi ateizm çocuklukta
husule gelen karışıklıklardan, ilk gençlikteki hayal kırıklıklarından veya
zihnî aşağılık duygusundan ileri gelmez, bilâkis bundaki âmil, bilgi
iddialarından yana duyulan samimî bir tevazu, ve keyfiyet hudutlarını aşmak
istememektir.
Birçok
insanların kafasını kurcalıyan ve bir nevi nefse ezâ kabilinden olan şey
agnostik şüphedir; bununla orta çağ tövbekârları gibi durmadan kendi
kendilerini kamçılarlar. Bunlardan en yüksek derecede olanlar ekseriyetle
kabiliyetli ve zihinleri açık kimselerdir. Fen ve felsefe sahalarında en yeni
keşifleri araştırır ve şu ezelî suale tatmin edici cevap ararlar: «Allah’a nasıl
inanabilirim?» Dante’nin «Cehennem» indeki malûm ruhlara benzerler, sanki
durmadan değişen fikir ve his rüzgârlarının elinde ebediyen oradan oraya
fırlatılmağa mahkûmdurlar. Böyle insanlar acaba neden yüreklerini katılaştırıp
Allah’ı bütün bütün inkâr edemiyor, yahut da tamamen onu kabul etmek cesaretini
göstermiyorlar, bunu anlamak bazen çok güçtür. Bunlar çatal fikirli
kimselerdir, dünya da böyleleriyle doludur.
Bu
gibilerin halinin asıl sebeplerini anlamak çok kere mümkündür; şimdiki bilgimiz
bize gösteriyor ki, ilk müşkül devrelerinde bu insanların kalbine bir kama
saplanmıştır: iş ve itikat arasında kararsızlık kaması. Bazı aileler hem iş,
hem de ilâhiyat cihetlerinden bir kararda kalırlar. Bu gibi ailelerin hayatında
sertlik hâkimdir, ve Allah’ın en hâkim vasfı öç alıcıdır; yahut da anababanın
hem hal ve hareketinde, hem de ilâhiyat mefhumlarında şefkat ve sevgi hâkimdir.
Bir kararda kalmayan eve mensup ana baba, hal ve harekette cana yakın ve
kalbleri sevgiyle doludur, fakat Allahları sert ve öc alıcıdır. Böyle bir evin
çocuğu ekseriyetle ruhanî bir «schizophrinia» hastası, sevgi ile korku arasında
durmadan çalkanan bir imanın kurbanıdır. Birçok agnostikler ve kozmik
kararsızlıkların kurbanları bu iç kararsızlığa düşerler, çünkü çocukluklarında
yaşadıkları muhit gayrişuurî bir mücadele ve tezat muhiti, ana babalarının
yaşama tarzı ile inanış tarzları arasındaki tezat muhiti idi. Baba başka, türlü
hareket ediyor, başka türlü yaşıyordu. Sevgiyle hareket ediyor, ve korku
Allah’ına inanıyor; yahut da tavrı sert ve zalimdi, nazarî olarak da sevgi
Allah’ına inanıyordu. Hayatın başlangıcındaki muhitin dualizmi, sonraki dinî
şüphe, tezat ve memnuniyetsizliğin tohum yatağıdır.
Yalnız
agnostisizm ve ateizm değil, teizmin de bazı şekilleri böyle çocukluk zamanını
araştırmakla anlaşılabilir. Hasta fikirli teizm ile sağlam fikirli teizm
arasında, pakat itikatla olgun itikat arasında çok geniş bir fark vardır. Sahte
minnettarlık denilen bir şey vardır ki, dua ve merasim şekillerinin her
kılığına girer, tıpkı sevgi ve kederin sahte şekilleri olduğu gibi... Din,
Allah hakkındaki çocuksu fikirleri —hayal kırıklıklarını ve hissî
karışıklıkları— açığa çıkardığı için, psikolojiye minnettar olsa yeridir;
minnettar olmalıdır çünkü, Allah hakkındaki çocuksu fikirlerin kalkması, Allah
hakkında gerçekten olgun fikirler için yer açacaktır.
Bazı
ateizm ve teizm şekillerinin bu yoldaki psikolojik tahlili birçok ananevi din
adamlarına küfür gibi görünecektir. Dinde Allah şuurunu bir çocukluk bakiyesi,
ve ana babaların başarı veya muvaffakıyetsizliklerinden akılda kalmış
serpintileri haline düşürmekle bizi itham edeceklerdir. Mistik diyecek ki: «Ben
Allahı doğrudan doğruya biliyorum ve benim onunla münasebetim ne tarif, ne de
tahlil olunabilir. Ben Allah’ı, güneşi ve kendi teneffüsümü bildiğim kadar
yakından biliyorum. Senin bu psikolojik teşrihlerinin hepsini de reddediyorum.»
Ananevi dindar da şöyle diyecek: «Ben Allah’ı aklım
ve vahiy yoluyla biliyorum. Allah, Sina dağında insan oğluna ebedî ve değişmez
sözlerle hitap etmiştir. O bizi yarattı; o bizi çağırıyor; benim huzursuz ve
hakir «ben» ime karşı o ebedî «Sen» dir. Allah, beşer aklının bir mefhumu
değildir. O hudutsuz realitedir. Herhalde o bizim psikolojik tecrübelerimiz
veya hissî ihtiyaçlarımızın inikâsı değildir/ Bu tahlilî inceliklerinle sen
Allah’ı bütün haşmetiyle küçültüyorsun. Ateizm, çocukluktaki karışıklıkların
neticesidir diye iddianda ısrar edecek olursan, şu halde Allah’a iman da
çocukluk bakiyelerinin neticesidir, diye mi kabul olunmalı?»
Birçok
vakalarda cevap, «yazık ki, evet» tir. Dünya, dinî itikatları kuvvetli, fakat
olgunlaşmamış ve büyümemiş insanlarla doludur. Ben kendi mesleğimde Allah
hakkında yanlış fikirler besliyen birçok kimselere rastlıyorum. Geçenlerde bana
bir kadın geldi; çok kederliydi. Harpte oğlunu kaybetmiş, içi yanarak feryat
etti: «Bu iş niçin benim başıma gelmeliydi? Ben bütün ömrümde iyi bir kadındım
ve doğruluktan ayrılmamaya çalıştım. Bayramları, resmî günleri hep tuttum;
halbuki bakınız Allah bana ne yaptı? Offf... yazık, dua ile boşuna geçen bütün
yıllanma — işte mükâfatım!»
Bu kadının böyle bir keder karşısında çok beşerî reaksiyonlarım
anlamamağa imkân yok, fakat ayni zamanda ona Allah hakkındaki mefhumunun
olgunlaşmamış ve küçük kalmış olduğunu söylemeğe mecburdum. Kadın şunu demek istiyordu:
«Eğer Allah benim için
hususî surette büyük ölüm muammasını geciktirmeyecekse, ben de ona iman etmem,
ve artık ona ibadet etmem.» Bu kadına göre, Allah kendisine iyilik ederse, ona
inanacak, arzu ve dileklerini yerine getirmezse, onu inkâr edecektir.»
Allah’a
imanları şarta bağlı birçok insanlar vardır: «Eğer veya şayet» le Allah’a
inanırlar; «Eğer O istediğimi yaparsa, ben de ona iman ederim» dâvası; daima
lehlerine akacak lûtuflara dayanan bir iman.
Yine
her din reisi kendi cemaati arasında «yeşil otlaklar» dan [Ahdi Atikte rahat ve
saadet remzi olarak kullanılır.] ibaret olan Allah mefhumunu besliyen zümreye
mensup sayısız kimseler görür. Böyle kimseler için Allah sadece onların dünyevî
arzularını yerine getirmekle mükellef bir varlıktır. Dincilerin kendilerine
mahsus sadelikle düşündükleri «yeşil otlak Allah’ı» mefhumuna birçok kimseler
güler ve bu sembolü çocukça bulurlar; halbuki böyle kimseler kendi mefhumlarını
samimiyetle araştıracak olsalar, kendi Allahları ile zenci Mark Cornelly’nin Allah’ı
arasında çok az fark bulunduğunu görürler...
Benim
dinî inanış tahlilimin, o inanışın bir karikatürü olduğunu iddia edecek
kimseler vardır. Böylelerine cevabım şudur: «Gökte yaşıyan iptidaî ve çok
antropomorfik bir Baba hakkındaki his yanlışlıklarını açığa vurmak, zarardan
ziyade kâr değil midir? Böyle müdafaa kaldırmaz bir Allah mefhumunu psikolojik
asit içinde tahlil etmek, zarardan ziyade kâr değil midir? Nihayet biz insanlar
kendi hayat tecrübemize cismanî babamızın, gökte oturan haricî bir eşini keşfetmekteyiz.
Böyle bir mefhum, ancak sonraları hayal kırıklığına uğramış bir ateizme
götürebilir.»
İnsan
ruhuna musallat olan bu aşikâr ve sayısı çok hastalıklar karşısında, bu asır
hayatına uygun gelecek sağlam ve olgun bir din için ümit var mı? Cevap çok
kat’î ve müspettir: «Evet». Bütün tabiat Allah’ın varlığının inikâsıdır; insana
da, kendi ruhunu ürperten bu İlâhî kudretin sadece sesini dinlemek kalıyor.
Bir
insanın mânevî Odyse’si, kalb huzuru arayan bir diğerini alâkadar edebilir.
Çünkü şu asrımızın kâh karışan, kâh sâkinleşen hayatını inikâs ettirme kudreti
vardır. Ben de, hiç de müstesna mahiyeti olmayan kendi şahsî tecrübemi, bu
asrın gönülleri üzgün hemcinslerime belki bir yardımı dokunur diye gözönüne
koymak istiyorum.
Baştan
diyeyim ki ben de Allah hakkmdaki düşünüşümde birkaç safhadan geçtim.
Çocukluğumda Allah mefhumu mutad tasvirden ibaretti; yâni büyük babamın eşi,
gökte yaşayan sakallı ihtiyar bir baba, sonra, ilâhiyat talebesi olduğum zaman
içimi kemiren ve beni çok bîhuzur eden seneleri yaşadım, çünkü dış dünyada hiç
bir şey içimden kaynaşan şu sualleri tatmin edemiyordu: «Allah nerededir?
Allah’ın mahiyeti nedir?» Şimdi anlıyorum ki, ilk gençliğimde bu üzüntüler,
hayata karşı duyulan daha derin bir itimatsızlığı ve şahsî bir kararsızlığı
saklıyordu. Bununla beraber biliyorum ki, Allah’ı aramakla geçen o ilk gençlik
yılları benim ruhanî olgunluğum için kıymeti biçilmez bir devre olmuştur.
Münkirlik, agnostisizm ve korkunun acı kâsesini bizzat tatmamış olan bir din
reisi, başka erkek ve kadınlara yardımda nasıl bulunur?
Bütün
bu yıllar içinde bir zaman geldi ki, insan kendi kendine kifayet eder ve bütün
araştırmalarınım cevabı hümanizmedir diye düşündüm. An’anevî bakımdan, insan ve
İnsanî kıymetler Yahudilerin esas akidelerinden biridir; fakat ben hümanizmin
insanı anlatmağa kâfi gelmediğini öğrenmiş bulunuyorum. İnsanın gerek aklı
gerekse yaratıcı kuvvetleri bütün dünyaya şümulü olan bir atanın evlâdı
sıfatiyle tetkik olunmadıkça hakkiyle anlaşılamaz. Zamanla şu kanaate geldim
ki, bütün faciası ve zaferiyle beşer hikâyesi, bir kitabın ortasından
koparılmış, başı sonu belli olmayan, ve böyle olduğu için muhteviyatının
okunmasına imkân bulunmayan bir sahifeye benzer. İnsanın muhteviyatı insandan
büyük olan Kudrettir. Beşer macerası bir kâinata şâmil bir şiirin parçasıdır,
ölmez bir manzumenin bir mısraı... Bizim beşerî aklımızın ve bizi hiç rahat
bırakmayan beşer vicdanımızın daha büyük bir akim ve daha geniş bir yaratıcı
kuvvetin inikâsı olduğuna iman etmedikçe, şifrenin anahtarı bulunamaz ve insan
oğlunun dünyadaki destanı gizli ve sadece anlaşılmaz işaret ve noktalardan
ibaret bir şifre olarak kalır.
Kendini
kat’î surette ateizme vermiş olan kimse bu fikirde de kanaatini değiştirmez.
Kâinatta bir dereceye kadar nizam, plân, ve maksat olduğunu kabul eder ve bize
şu sözlerle meydan okur: «Dünyanın kanlı ve canavarca ahenksizliklerini bir
yana bırakıyorsunuz; bombalanmış şehirlere, ateşe verilmiş tarlalara ne
buyuruyorsunuz? Şu harp, hastalık ve ölüm dünyası içinde bir mukadderat
Allah’ından nasıl bahsedebiliyorsunuz?»
Senelerce
bu sual benim için halledilemez bir muamma ve imanımın çarptığı tehlikeli bir
kaya olarak kaldı. Mesele şu idi: «Hak olan bir Allah, dünyada bu kadar
kötülük ve ıztırabın bulunmasına nasıl müsaade edebilir?» Allah hakkındaki
an’anevî fikirler dairesi içinde mahpus kaldığım müddetçe insanın sükûn ve
huzurunu bozan bu probleme bir cevap bulamadım. Din edebiyatını araştırdım,
meşhur ontolojik, kozmolojik ve teolojik yazılarda Allah hakkındaki hüccetlerde
çok az teselli buldum. Aristo’yu, Augustine’i, Philo'yu ve Saadia’yi,
Descartes, Berkeley, Kant ve Hegel’i okudum, kelimelerinin bina ettiği muazzam
sistemlere hayran oldum; fakat susamış ruha cevap verecek ihtiyacı bulamadım.
Ancak
şu son senelerdedir ki benim güreşçi ruhumu entellektüel bakımdan tatmin edecek
tipte, Allah’a giden bir yol bulmağa başladım. İlk işaretleri «İbrani
hikmetinin sahifelerinde buldum. Filistin peygamberlerinin de aynı problemle
güreştiklerini anladım. Onların da kanaatlerince, Allah hep iyiliktir fakat hiç
bir sevgili kimsenin hatırı için hayatın ahlâkî kanunlarını bozmaz. Neticede bu
eski peygamberler İsrail kavmine şöyle dediler:
«Allah âlemde tabiî kanunlar yaratmıştır, ve bunların işlemesini ister. Allah
size akıl ve vicdanlar vermiştir, sizin bunları kullanmanızı ister. Siz bu
kanunları kötüye kullanırsanız, o, sizi kendi hareketerinizin neticesinden
korumak için dünyasını alt üst etmez.»
Ben
bu ifadede derin bir hikmet, bir olgunluk hikmeti görmeğe başladım; buna göre
Allah, beşer hayatının zarurî prensiplerini şunun veya bunun hatırı veya
yalvarması ile nakzedecek bir baba değildir. Kendilerini, Allah’ın hususî
surette sevgili kulları zanneden Yeruşalim ahalisine peygamber Yeremya,
Allah’ın gerek kendilerine gerek sevgili şehirlerine tarafgirlik edebileceğini
düşünmek küstahlığında bulunmamalarım niçin söyledi, şimdi anlıyorum. Ahlâkî
bir kâinatta tarafgirlik yoktur. Ecdadım Allah’ın büyüklüğünü nasıl buldular,
ve hakikatini lüks ve emniyet içinde görmeyip de nasıl, sürgünlük felâketi
içinde ve dünyaları temellerine kadar sarsıldığı zaman gördüler, bunu yavaş
yavaş anlamağa başladım.
Düşünmeyen
adam, diyebilir ki, o millî facia girdabı içinde Yahudilerin Allah’a olan
imanlarını kaybetmeleri icap ederdi. Dünyaca ihmal edilmiş olan şu hakikatte
şaşırtıcı ve derin bir unsur yok mudur: Kitabı Mukaddes pehlivanları Allah’ın
el yazısını zaferin güneşin saatlerinde değil, facia taştahtasın da buldular.
Kötülük ve ıztırabın, ahlâkî Allah’ın doğuş yeri olması ne paradoks değil mi?
Bunca
insanları şimdi Allah’sız hayata götüren aynı tecrübe, İsrail peygamberlerini
olgun dindarlar haline getirmiştir. Niçin? Çünkü çocukça bir Allah mefhumunun
üstüne çıkmışlardı. Binlerce Yahudinin hislerine kapılarak «Allah yoktur»
dedikleri bir zamanda, evet o anda, ruh Titanları yeni umdelerini açıkladılar:
«Allah, kendi ahlâkî kanunlarını gülünç edecek bir şey yapmağa razı olamaz.
Allah bir dünyevî hükümdar değildir ki, her hangi bir rüşvet veya menfaat
mukabilinde dünya ve beşer cemiyetinin temel taşı olan prensiplerini bozsun.
Peygamberler
üzerinde yaptığım araştırma ve düşünceler, Allah mefkûremde bir takım tashihler
yapmama vesile oldu. İlk bakışta, Allah’a hudut koymak küstahça ve küfür
kabilinden bir şey gibi görünür. Hayretten gözlerimizi açarak sorarız: «Allah
nasıl hudutlanabilir? Eğer her şeye kadir değilse, yâni her istediğini yapmağa
kudreti yoksa, şu halde Allah ta olamaz!» Ben bu neticeyi tamamen reddediyorum.
Eğer ben Allah’ın kendi yarattığı tabiat icabı olarak mahdut olduğuna
inanmazsam, bütün imanım mahvolur.
Umumiyetle
«her şeye kadir» lik fikri yanlıştır, çocukçadır ve Allah’a karşı bir
haksızlıktır. Her erkek ve kadının çocukluğunda babalarının her şeye kadir
olduğunu düşündüren hâtıraları vardır. Çok çocuk olduğumuz zaman annemiz ve
babamızın elinden her şey gelir sanırız; ve onları, elindeki tılsımlı değnekle
her istediği şeye istediği şekli veren birer sihirbaz gözüyle görürüz. İlk
çocukluk yıllarımızda, ana babalarımızı, sanki hiç bir kanuna tâbi değilmiş ve
hiç bir kaçınılmaz hâdiseye boyun eğmez diye tasavvur ederiz. Ancak büyüdüğümüz
zamandır ki insan babamızın ne bir sihirbaz ne de dünyanın hükümdarı olmadığını
anlarız. Allah’ın da bir göz yumup açıncaya kadar her şeyi değiştiren bir
sihirbaz Olmadığını öğrenmek için de büyüyüp olgunlaşmamız lâzımdır. Beşer ana
babalarımızla alâkamızda olgunluk, onların mahdutluklarını ve zaruretlere maruz
olduklarını yavaş yavaş öğrenmemizdir. Dinî sahada olgunluk ta, çocukluğumuzda
olan Allah mefhumlarımızdan vazgeçip onun da, kanunlarla idare edilen bir
dünyayı yaratmakla bilerek ve istiyerek kendi kudretini de kanuna tâbi kılmayı
uygun bulduğunu görürüz.
Bu
keyfiyet, dünyada «kötülük» denilen bir çok şeylerin esaslarındandır. Meselâ
suyun hasiyetlerini anlarız. Allah suyu yarattığı zaman ona gemileri yüzdürmek
ve değirmen dolaplarını döndürmek hasiyetlerini verdi. Bu hasiyetler iyi
sayılıyor. Fakat suyun öz tabiatında bizi boğmak irsî kabiliyeti var.
Diğer
bütün tabiat kanunları da böyledir; bunların nizam ve intizamı Allah’ın
mevcudiyetini ispat eder. Bu nizam ve intizam ise Allah’ın kendisini de kanuna
bağlar.
Fiziki
sahadan verdiğimiz bu misali kâfi sayalım. Ahlâkî nizam sahasında da bu nizam
kolayca tesis edilebilir. Allah suyu iyilik ve kötülük kudretleriyle beraber
nasıl yarattı ise, insanı da öylece kendi enerjisinin bir kabı ve hudutsuz
iyilik ve kötülük kudretleriyle mücehhez olarak yarattı. İnsana ağır güçlükleri
yenecek ve felâketleri ayak altına alacak kabiliyeti veren kudret, adam
öldürmeğe kadar götüren bir öfke halini alabiliyor. Ahlâkî sahada iyiyi kötüyü
seçmek zarureti karşısında insanın en yüksek vasıfları harekete geçiyor. Bu
keyfiyet, Allahsızın sorup durduğu şu sualin cevabını verir: «Niçin Allah
insanı kötülük etmeğe gayrimuktedir olarak yaratmadı?» Allah bunu münasip
görmüş olsaydı, insan ırkı bugün sadece birer maryonet olurlardı. İnsan en asîl
kabiliyetinden, yâni, yanlışı değil doğruyu seçmek kudretinden mahrum olurdu.
Hayır,
insanın işlediği kötülüklerin kabahati Allah’a yükletilemez. Allah, kendi
talihimizi işlemek kudretini bize vermekle, en büyük hikmetini meydana
koymuştur. Bizi birer kukla değil birer fert olarak yaratmıştır, ve bu ferdiyet
dehası, herkese kendi ahlâkî iç duygusuna uyup, ahlâkî kararlar vermek için
Allah’ın insana verdiği nimet; dünyanın hakikî ümididir.
Ferdiyete,
müstakil büyümeye, ve şahsî mesuliyet hissinin yaratıcılığına inanıyoruz.
İnsanların kanun manzumesi, cebir ve tazyikle veya zorla iyi olacağı
nazariyesini tamamen reddediyoruz. Bu hakikatin Allah ile insan alâkasında da
varit olduğunu kabul edelim Biz kendimiz için ferdiyet ve hürriyet istiyorsak,
Allah’tan bizi kötülük edemez bir hale koymasını talep ederek her iki
hissiyattan da mahrum edilmek istemeyiz. Çünkü o takdirde Allah bir cebbar,
bütün insanlar da onun krallığının köleleri olur. Dünyada demokrasiyi müdafaa
ederken, gökten cebir istemeyelim. insan oğlunun ferdiyeti ve kendi kendine
karar vermek mesuliyeti olmadığı bir dünya, iyi bir dünya değil kötü bir dünya
olur. Bu bir paradox (tezat) gibi görünebilir; fakat ahlâkî bir Allah’ın mevcudiyeti
delillerinden birisi bu nevi dünyanın şeniyetidir; içinde, insanlara, kendi
büyük kararları ve seçme kabiliyetiyle kuruluş veya yıkım elde etmek hürriyeti
verilmiş olduğu bir dünya.
Fakat
biz insanın, tecrit edilmiş ve yalnız kalmış bir fert olmasını istemiyoruz. Hep
birbirimize mensup olmak, ve İçtimaî alâkalarımız vasıtasiyle birbirimize tesir
etmek, ve tesir altında kalmak istemiyoruz. Mutlak yalnızlık gibi dünyada korku
verici şey yoktur. Allah’ın yarattığı şu dünyada yalnız değiliz, ve her yaptığımız
mutlaka, gittikçe genişliyen bir daireye tesir eder. Hep birbirimize bağlı
olmamız keyfiyeti dünyanın hem faciası hem de ihtişamıdır. Talihlerimizin
birbirine kenetli olmasından faydalandığımıza hiç şüphe yoktur. Elektrik
ışıklarım, sulfamidleri veya musikî senfonilerini keşfedenler birer fert
sıfatiyle ne sîzsiniz ne de ben, fakat her şeyin müşterek olduğu şu dünyada,
kendi elimizin eseri olmayan birçok nimetlerden hepimiz de hi&sedar oluruz.
İçtimaî bakımdan birbirimize bağlı olmamız keyfiyeti bize neye mal olur!
insanların işlediği kötülük, bir leke gibi hayat örgüsüne yayüdığı için
masumlar ıztırap çeker. Bu gerçekten fecidir. Fakat öbür şık daha da feci olur.
Bu şıkka göre, hem kötülüğe hem de iyiliğe karşı sımsıkı kapalı, penceresiz,
menfezsiz küçük şahsiyetler olmamız icap eder. Topluluk Allah’ın bu dünyaya
inayetidir, birbirimize bağlı olmamız ise onun en büyük bereketlerinden biri
olabilir.
Bundan
evvelki sahifeler, kötülük problemine tam bir cevaptır, demiyorum. Ne teizmde
ne de ateizmde tam bir cevap yoktur. Şu kadar var ki ben, bunun makul ve
mantıklı bir hal çaresi olduğunu zannediyorum. Şahsî ve İçtimaî talihlerimizde
Cenabı Hak tarafından dramatik bir müdahalenin vukuunu bazen gönül ister,
biliyorum; ve isteriz ki, kendi kanunlarının mantığına aykırı hareket etsin,
kalbimizin elemlerini ve milletler arasındaki akla sığmıyan zulümleri mucivezî
şekilde kaldırsın. Bu normal ve tabiî bir istektir: Kendi ferdî facialarımızın
veya her hangi bir acıklı hâdisenin vukuunu önlesin diye içimizden taşıp gelen
bir istek ve iştirak... Bununla beraber, ne istediğimizi bilmek te bir disiplin
meselesidir; evet, bilmemiz lâzımdır ki, dileğimiz, ağlayıp feryat eden bir
çocuğun haline benzer; bu çocuk istiyor ki babası bütün beşerî ve sosyal
varlığın kanunlarını hiçe saysın veya yok etsin; ahlâkî cazibe kaidelerini
lağvetsin; insan oğlunu kendi ahmaklık ve za’fının neticesinden korusun. Kalbî
duygulanma göre değil de kafamın düşünüşüne göre meseleyi tetkik ettiğim zaman,
şahsî ve sosyal talihe Allah’ın keyfî surette müdahale edip, bütün insan emek
ve gayretini kıymetten düşüreceği bir dünya nazariyesini kafam almıyor, insan
eliyle yapılan bir kötülükten bu ister ihmal veya tamahtan ileri gelmiş bir
İdarî felâket olsun, ister zamanında durdurulmadığı takdirde masumları
öldüreceğini, herkesin bildiği bir diktatörlük olsun Allah’ın bizi mucizelerle
kurtarmasını tasavvur edemeyiz. Bizim beşerî kötü işlerimizin neticelerini bir
mucize ile siliversin diye Allah’a koşmağa cesaret edemeyiz. Yalnız, bizi
cansız bir kayadan ayırt eden akıl ve vicdanla bize ihsan edilen nimetleri alıp
ta, hayatın bütün tehlike ve muvaffakıyetsizliklerine karşı Allah bizim
hesabımıza ağır bir sigorta poliçesi olsun diye bekleyemeyiz. insan oğlunun
kendisine ihsan olunan seçkin hürriyetini ne kadar kötüye kullandığını ve
Cenabı Hakkın koymuş olduğu ahlâkî kanunları bozduğunu gördükçe kim bilir Allah
nasıl hüzün duyuyor. İnsan âdeta Allah’ın şu sözlerini işitir gibi oluyor: «Ey
insan oğulları, ey insan oğulları! Size ben damarları elmas ve altından ve
donmuş hararetle kapkara bir dünya verdim. Hava değirmenlerinizi işletecek ve
türbinlerinize elektrik kuvveti verecek kuvvetli ve dinamik sular verdim.
Başaklan dalga dalga buğdaylar yetiştiresiniz diye özlü, kuvvetli toprak
verdim. Siz ne yaptınız? Çok kere kömürümü çalıp, fakire yalnız cürufu
bıraktınız. Elmaslarımı, altınlarımı, hayat sularımı, sırf kendi menfaatini
düşünen gözü doymaz ihtiraslarınızın duvarları içine hapsettiniz. Benim
ihsanlarımı, âdil bir dünya yaratmak işinde kullanmadığınızdan, harp gemileri
yapmak için su gibi altın sarfetmeğe mecbur oldunuz, hem de bir lâhzada havaya
uçurulacak gemiler... Şehirlerinizin harap ve kıymetli oğullarınızın binbir
harp meydanında devrildiğini gördünüz. Şimdi nihayet, ey insan ırkı, size
vermiş olduğum akıl, benim enerji hâzinesini açacak anahtarı yapmıştır.
Hepinizin ölüm dirim kudreti benim atomlarımın gizli bağrında bulunmaktadır. Ey
insan oğulları, bu sefer siz ölüm silâhlarını mı yoksa hayat âletlerini mi,
kayıtsız şartsız harabiyeti mi, yoksa kayıtsız şartsız yaşamayı mı
seçeceksiniz?»
Bugün
gerçekten muhtaç olduğumuz şey, yeni bir vahiy mefhumudur. An’aneye göre vahiy
Sina dağında vâki olmuştur. Allah insanlara, İlâhî Kitap veya kendi seçkin
peygamber ve evliyaları vasıtasiyle hitap etti. Hakikatte, vahiy, Allah’ın,
insana sesini işittirmek için kullandığı bir çok beşerî vasıtalarla her gün
vâki olan buluşmasıdır. İyi bir dost, seven bir anne, veya kahraman bir lider,
içinde ulûhiyeti bulunduran bir kaptır, ve tıpkı içinde bitmek tükenmek
bilmeyen şifa verici radium enerjisiyle dolu mâdene benzer.
Allah’ı,
sevgi ve yaratış kudreti, insan oluş ve kurtuluşunun kaynağı diye tanımak,
sübjektif bir hayal mahsulü değildir, çünkü kâinat objektif bir surette böyle
bir Allah mefhumunu haklı çıkanr. Dünyamız, bir alâka dünyası, muazzam yaratıcı
enerji, ve sonsuz bir sevgi, hakikat ve güzellik dünyasıdır. Gerçi, dünyada
işlemekte olan menfî, kötülük âmilleri vardır; fakat filozof Whitehead’in
dediği gibi, bunlar tarih akıntısında ne sabit ne de muzafferdirler. Bunlar
nihayette varlığın müspet ve hayatı besliyen büyük kuvvetlerine tâbi ve ondan
aşağıdırlar.
Allah
her gün alçak gönüllü, iyi erkek ve kadınlann hayatında kendi kendini insanlara
izhar etmektedir. Önce akıllı bir baba veya ananın şahsiyetinde akis bulan
iyilik perspektifinden, Allah’ın harekât sahası olarak kâinata bakmamız doğru
olur, önce en iyi ve en çok sevgi taşıyan şekliyle aileden müteşekkil küçük
toplulukta kökleşmiş, sonra da ufukları nihayetsizliğe yayılan bir Allah manzarası
olgundur ve bozulamaz.
Biz
Allahı «inikâs» ettiriyoruz diyemeyiz. Daha ziyade onunla yüz yüze geliriz.
«Yüz yüze gelme» kelimesi bugünün ve yarının dininde yer alan muazzam
kelimedir. Bu, hakikat talep eden, sevgi yaratan, hak ve adaleti arayan İlâhî şahsiyetle
yüz yüze gelmek demektir.
Vahiy
hakkında demek istediğim bir mânada şudur: Hiç durmadan bize zâhir olan
Allah’ın birçok vasfı vardır ki, Spinoza bunları aklından bile geçirememiştir.
Sevgi, his iştirâki, ve alâka ile karşı karşıya geliriz. Cazibe kaidesi nasıl
mevcutsa, onlar da öyle mevcutturlar. Bunlar, Allah’ın dünya için hazırladığı
çerçeve halinde mevcutturlar. Bu vasıflar ve bunların zıtları — insanın
tamamlanmasına engel olan şeyler — sadece bizim tarafımızdan kâinata inikâs
ettirilmiş değiller; onlar hakikatte ve son derecede mevcutturlar.
Biz
insanoğulları, kıymetlerle karşı karşıya gelmekle kalmaz, onlara vücut verir,
cisimleştirir ve kanallar haline getiririz. Biz onların verici cihazları,
ışıkla hareket eden tayflarıyız. Bizim tâyin etmemiz icap eden mühim nokta,
Allah’ın ne gibi mümessilleri olmamız keyfiyetidir. Hayatlarımızı yaşayış
tarzımızla Allah ülkesini iyi mi, fena mı temsil edeceğiz? Zulmederek Allah’ın
değil, şeytana itikada mı davet edeceğiz, yoksa yaratıcı merhametimizle Cenabı
Hakkın imtiyazlı işçileri mi olacağız?
Gerçek,
biz insanoğulları çok mahdut mahlûklar ve dilimiz kusurlu olduğundan Allah’ı
hiç bir zaman tarif edemeyiz ve İlâhî realiteyi anlatmak için belki daima mecaz
ve teşbihlerle konuşmamız icap edecektir. Birçok kimselerin anlamadığı cihet
şudur: Bizim kâinatı İlmî şekilde anlatışımız, dini tarif ederken olduğu gibi
mecazla kabildir. İnsanlar, dünyayı büyük bir makinaya benzettikleri zaman çok
İlmî ve tam tâbirler kullandıklarını zannediyorlardı. Bu mecaz veya teşbih
değil midir? Realiteden bir makina diye, yahut da sadece maddî olarak
bahsettiğimiz zaman, daima dünyadan yeni bir mâna çıkarmış oluyoruz. Niçin
kâinatı bildiğimiz en aşağı şeylerle izah etmeğe devam edelim de, tecrübemiz
olan en yüksek şeylerle tefsir etmeyeyim? Akıl, maksat, ve şahsiyet, yaşama
iradesi, sevmek ihtiyacı, alâka iştiyakı — bunlar atom ve elektronlar kadar
realiteye götüren ehemmiyetli ipuçlarıdır. Bazen düşünüyorum ki, kâinatı maksat
ve vicdan bakımından değil de, maddî bakımdan görmemiz, sanki biz insanlar
Allah’ın birer aynası olmak sıfatına lâyık değilmişiz gibi, bizdeki aşağılık
duygusunun inikâsıdır. Belki bu, muayyen bazı ilâhiyat muhitlerinde daima moda
olan ruhanî bakımdan kendini hakir görme âdetinin icabıdır. Halbuki, daima muğlakı
basitleştirmek suretiyle realiteyi izah etmemiz için mâkul sebep yoktur. Niçin
atomu hakikatin ipucu mevkiine çıkaralım da insan aklını hiçe sayalım? Niçin
inanmayalım ki bizde bulunan en yüksek, kâinattaki en derinin inikâsıdır; ve
alâka, tamamlık, ve iyiliği elde etmek kabiliyetinin inkişafına imkân veren
Kudretin evlâtlarıyız?
Allah’ın
mahiyetini belki hiç bir zaman bilemeyeceğiz, fakat onun faaliyeti evsafına —
yâni, onun kâinata şâmil sosyal aklî ve ahlâkî kanunlarına — malik olabiliriz.
Hocking’in ısrarla iddia etiği gibi, Allah, Şifa Verici Masal değil, Şifa
Verici Hakikattir; ve onu tabiatın ihtişamında, akim verimliliğinde, atom
kanunlarında ve insan gayelerinde çalışırken görürüz.
Hayata
uyamamış adam, nörotik kadın, Allah’a ancak marazî bir şekilde ibadet edebilir.
Din nüfuzu nazarının başlangıcı marazi çarpıklıklardan kurtuluştur! İnsanda
tanıdığımız sevgi ve şeref örneklerini esas tutarak, bu kâinat, şerefin
etrafını tutan bir kâinattır, neticesine vardığımız zaman, dünyayı böyle tefsir
etmemiz, karanlıkta ıslık çalmağa benzemez. İnsan oğlu sevgi ve mantığı
kâinattan tefsir yoluyla çıkarmaz, çünkü o bunları kâinatta bulur. Bu vasıfları
dünyaya inikâs ettirmeğe ihtiyacı yoktur, çünkü bunları her gün kendi şahsî,
yakın alâkalarımızda tecrübe ile görüyoruz.
Allah’ı
bu cihetten düşünmek dinamiktir, statik değil. Bu demektir ki, yeniden inşa
edilmiş (reconstre), daha olgun, daha sağlam bir Allah mefhumuna varıyoruz.
Bizim yeni Allah mefhumumuzla Allah değişmiş değildir; görüş kudretimizle
tecrübemiz inkişaf ettikçe, biz kendimiz değişiyoruz.
Allah’la
alâkalarımızda psikolojik olgunluk dileği ile yükselen birçok sesler var;
bunlar arasında, Dr. Harry Emerson Fosdick, Colby College’in reisi Julius
Seelye Bixler, Dr. Nathan Krass ve Profesör Mordecai Kaplan vardır. Prof.
William Ernest Hocking, «Science and The îdea of God» (Fen ve Allah Fikri) adlı
eserinde şu mânalı sözleri söylüyor: «Allah benim hususî arzularımı icra eden
bir “vale” olamaz; beşerî gayeler için, dünyaya temel olarak kurulmuş tabiat nizamını
bozamaz. Düşünen bütün dinî şuur, Allah’ın işini, iptidaî fikirlerin iddia
ettiği şekilden daha az maddî olarak görür — Allah’ı, kıymetler nizamında
okjektivite unsuru diye düşünmeliyiz — geniş mâna çerçevesi... Allah, kâinatın
hakkaniyet ihtiyacıdır... Normal aklî hayatın kanunudur. Profesör Hocking’e
göre, Allah kıymet taşıran bütünlük sembolüdür, ve insana değer ve sevilme
hasiyetini bahşeder. Allah kâinatta iyiliğin özü, hayatın gayesidir, dünyanm
nüvesinde maksadın mevcudiyetidir. İşte size, olgun ve yeni bir Allah tefsiri.
Başka
bir olgun Allah mefhumunu Prof. Mordecai Kaplan’ın yazılarında görürüz. Prof.
Kaplan, Allah’tan çok derin sözlerle bahseden büyük bir Musevî ilâhiyatçısıdır.
Ona göre Allah’a iman, esasında hayatın doğuştan değerliliğine inanmaktır.
İnsanın kurtuluşu yolundaki bütün engellere rağmen, dünyada Allah’ı tanımamıza
yardım edecek kâfi kuvvetler bulunduğunu anladığımız zaman Allah’ı gerçekten
hayat tecrübemize almış oluyoruz, Kaplan, imanını şu sözlerle ifade ediyor:
Allah,
Mekânın dipsiz derinliklerine,
Zamanın namütenahiliklerine uzanan
Birliktir.
Biz bu derinlikleri ve nâmütenahilikleri
Birbirine düşünce ile bağlarız,
O ise fiiIen bağlar.
O, yıldız ve seyyarelerin asıl cevherinde,
Şu yaşadığımız zemin
Ve içinde bulunan her şeydeki
Aynılıktır.
Her mevcudun birliği o,
Her müteharrik nesnenin bir kararda olması odur.
O, her şeyin âhengidir,
Ve onların birbirine müessirliğinin tarzıdır.
Allah hayatın sırrıdır.
Camit maddeye
Ilca ve gaye zerkederek
Alevlendirir.
Cansız maddenin heyetini değiştiren,
Daima yükselen varlık ülkelerine atlıyarak,
Kor ateş halinde düşünüş şekline girinceye kadar
Parlak his ateşine nur saçan
Yaratıcı alevdir O.
Allah,
Yalnızlık, aciz, bozgunluk
Ve ölüm korkularını, kuvvetiyle yendiğimiz
İmandır.
Allah,
Günah, elem ve ümitsizliğin,
Bir ışık oku gibi
Karanlık uçurumlarını delen
Ümittedir.
Allah,
Yaratıcı, koruyucu, affedici
Sevgidir.
İnsan eseri olan kaosun üzerinde
Derin düşünür ek,
Daimî haksızlıklarını altüst eden
Yeni ve daha iyi bir dünyanın
Şekle sığmaz başlangıçlarını
Uyandırıp hayat veren
O Ruhtur.
Allah,
kendini tabiatte ve insan tabiatinde, alâkaların şebekesinde, kötülüğün yok
edilip iyiliğin muzaffer olduğu sayısız hallerde ve iş sahalarında izhar eden,
kurtuluş Kudretidir; ben buna inanıyorum. Allah inkişafın icabatından olan elem
içinde, keder tohumunda, düşünüş füsununda, insanlarla yıldızlan birbirine
bağlıyan bütün tamamlama ve başarı nizamlarının içindedir.
Yeni
bir Allah mefhumuna ulaşmamız, samimî bir inkişâf ve olgunluğa erişmemize
bağlıdır. İktisat, infiratçılık ve millî hâkimiyet halkındaki eski
fikirlerimizden vazgeçmemiz lâzım geldiğini anladığımız şu devirde yeni bir
Allah mefhumuna, Amerika’nın demokrasi sahasındaki tecrübe ve kültürünü inikâs
ettirecek bir mefhuma muhtacız. Amerika’nın İlmî ve felsefî düşünüşte en ileri
gitmiş adamları, (meselâ, Whitehead ve Compton) şu fikirde birleşiyorlar: Allah
bizim iş arkadaşlığımızı isteyen, ve daha iyi dünyayı yaratacak bir istihalenin
inkişafında insan oğullarının kendisine olgun yardımcılar olmasını bekliyen
büyük Kudrettir.
Bu
fikir Musevî ananelerinde vardı; fakat insanlar hür ve âdil olmayan bir kültür
içinde yaşadıkları müddetçe bu fikir çok derine gidemiyordu. Günlük hayatları
insanlara başkalarının kölesi ve kulu olduklarını gösterirken, hisleri Allah’la
iş arkadaşı olduklarını nasıl söyleyebilirdi? Ben şu kehanette bulunuyorum ki,
insan ırkı asıl kendi hakikî sıfatını, yâni, Allah’ın müstakil ve zarurî iş
ortağı olduğunu ilk defa bizim memleketimizin demokrasi sahasındaki
tecrübesinden öğrenecektir.
Teknolojik
demokrasi asrına kadar, insan ırkının hikâyesi, gerçekten istiklâlsizlik, ve
aciz hikâyesi olmuştur. Fakirlik ve hastalık karşısında, cebir ve zulümle
otokrasi karşısında daima aciz duymuş ve teslimiyetle baş eğmişlerdir. İnsanlar
belki dilleriyle Allah’ın kendilerini iş arkadaşı olarak istediğini
söylemişlerdir; fakat hayat onlara insanların bile iş arkadaşı olarak
kendilerine muhtaç olmadıklarını gösterirken, bu hakikati yürekten
duyamazlardı. Meselâ on beşinci asırda İtalyan köylüsü, ataları asırlardan beri
ayni toprağı işlediği, ayni kilisenin efradı oldukları halde, ayni cehalet
içinde fakirlik ve hastalıkla mücadele etmiş ve yaşamak için kendi derebeyinin
iyi niyetine kalmıştır; bu köylü, hür bir Amerikalının kendi yeni kültüründen
yaratabileceği Allah mefhumunu kavrayamaz.
Diyorum
ki, Allah mefhumumuzu hayatın yeni realiteyle hemâhenk hale getirmemizi icap
ettirecek zaman gelmektedir. Amerika, Avrupa’dan farklıdır. Avrupa’da büyük bir
kudret karşısında itaat ve inkıyat zihniyeti hâkim olmuştur. Amerika’da ise,
antropolog Mead’in işaret ettiği veçhile kendi kendine güvenme, her neslin
evvelkinden daha ileri gitmesi, dünya işlerinde daha muvaffakiyetli olması
zihniyeti hâkim olmuştur. Dindeki büyük müşküllerimizden birisi de, Avrupa
kültüründe hâkim olan zihniyeti, Allah’la olan alâkamızı aciz, yoksulluk motifi
içindeki zihniyeti devam ettirmiş olmamızdır. İnsanın hiçliğini ve Allah’ın her
şeye kadir sıfatını ileri süren,
ve
insan kuvvetlerim tamamen inkâr edip sadece onun kudretlerini senâ eden din,
belki birçok Avrupalının ihtiyaçlarına uygun gelmiştir; halbuki bu,
Amerikalının gittikçe artan kendine güvenme hissini tatmin edemez.
Amerika'nın
fazla dindar olmamasının sebeplerinden biri de belki, şimdiki hayatımızla
ahenkli olmayan bir Allah mefhumunu muhafaza etmek istememizdir. Biz
Amerikalıların, Avrupa ve şark dinlerinde çok rastgelinen aciz ve bağlılık
hissinden çok az hissemiz vardır. Fethedilmesi lâzımgelen bir kıta ile
gerçeklendirmek istediğimiz birçok hülyalarımız olmuştur. Amerika, tabiati
fethetmek işinin hiç bir hududu olmadığını düşünmüştür. İçinde pek az baba
kompleksi olan bir medeniyet; öyle bir medeniyet ki, daima ferdi teşebbüsü ve
başarılarında babayı geçmeyi meziyet bilmiş — böyle bir kültür, mütehakkim bir
babaya inkıyadı gittikçe daha güç bulacaktır.
Burada
Amerika’da, yeni bir Allah mefhumu yaratmak fırsatı vardır; kendilerine
güvenmiş yiğit ve pekyürekli sosyal öncülerin yarattıkları eserlerde akis bulan
bir Allah; teslimiyet esasına değil, hayata ve hayat Allah’ına yeni bir
itimadın doğuşuna istinat eden bir din... Kendimizi, Allah’ın mes’ul bir iş
ortağı telâkki etmeğe başlıyabiliriz. Dualarımızda ve dinî öğretimimizde, günlük
hayatın realitelerine ruhanî bakımdan yetişmeliyiz. Her kültür kendi Allah
mefhumunu yaratmalıdır, yıpranmış ve geçmiş ananelere tutunmamalıdır, diyecek
cesareti göstermeliyiz. Avrupa ve Asya pek çok kereler bağlılığa (dependence)
ehemmiyet vermiştir; Amerika bağımsızlık ve birbirine bağlılık fikrini
kuvvetlendirmelidir. Amerika, Allah mefhumuna aciz hissi yoluyla değil, itimat
ve güvenlik hissi yoluyla erişmelidir. Amerika, Allah’ını mağlûbiyet içinde
değil, sosyal zaferde bulacaktır; Allah’ını, esasında mistik teslimiyet
vasıtasiyle değil, pratik ahlâkî faaliyette arayacaktır. Müstakbel din, ilk
defa olarak, bir ortaklık dini olacak; bu dinde insanlar, Allah’ın kendilerine
ihtiyacı olduğunu söylemekle kalmıyacak, hissedeceklerdir.
Asrımız
için psikolojik olgun Allah mefhumu, her günlük tecrübelerimizi ilâhiyat
formüllerinden ayıran ruhanî ve kültürel ağır gidişe nihayet vermelidir.
İnsanlar, çok kere Allah’a derebeyi veya hükümdar evsafı vermekle haksızlık
ediyorlar. Şu harp sonu dünyasında kurulacak olan demokrat toplulukta derebeyi
evsafını haiz bir Allah mefhumu yersiz olur. Hem kilise, hem de havra eğer
isterlerse, işbirliği talep eden bir Allah’a imanı telkin etmek suretiyle, her
yerdeki insanlara, insan hürriyetini tehdit eden ekonomik ve politik esarete
karşı gelmelerine yardım edebilirler. Judaizm’e göre Allah kendi evlâtlarının
daima yaratıcı iş arkadaşları olmalarını istemiştir; fakat ancak demokrasinin
galip gelme ihtimali bulunduğu şu devirde biz insanlar, onun işbirliği için
olan ezelî arzusunu anlayabiliriz.
Biz insan oğulları ancak, Allah’ı kat’î ve nihaî surette bilmeğe muktedir
olamayacağımızı kabul edersek, Allah mefhumunda psikolojik bakımdan olgunlaşmış
oluruz. Akıllanınız, bir yaz gecesinde pırıldayan
ateşböcekleri gibi parça parça ışık veren şualardır. Bunların arasıra verdiği
ışık vasıtasıyla karanlıklar içinde harikulâde İçtimaî başarı zirveleri
görürüz; o zirveler ki, hâlâ şu genç insan neslinin huzursuz ayaklarına
açıktır. Burada İlâhî kudret, hayat imkânı, nizam ve akıl veren zeminde, ve
insanın doymak bilmeyen ahlâkî açlığı ve susuzluğundadır. O insan ki, hiç bir
zaman zulmü tabiî olarak, mağlûbiyeti kaçınılmaz bir akıbet ve cemiyeti ıslah
olmaz diye kabul edememiştir. O kozmik gecede, Allah, o Büyük Gayret yıldızı,
ve insan oğulları daha ufak yıldızlar, bütün ebediyet boyunca sönmeyeceklerdir;
din bu imanımızı muhafazada yardımcımız olabilir.
Kavga
ve hızlı hareket temposu ile karmakarışık olmuş bir dünya içinde hüzünle
çarpan, imana susamış kalb artık, «İnsan neye inansın?» diye sormaz olmuştur.
Mesele o derecede muazzam ve naziktir ki, sade akıl idrâkinin çok üstüne
çakmıştır; bizim aradığımız bir amentü veya umde değil, cenkte bizi tutacak
olan bir realitedir. Mümkünse, etrafında benliğimizi bütünleyecek bir varlığın
cevherini, şahsiyet ve karakterin durmadan yükü ağırlaşan ipliklerini üzerinde
sarabileceğimiz bir armatür bulmak istiyoruz.
Bu
iç cevher, — eğer ruh, âsap, fikir ve bedenimizi tutacaksa — kuvvetin mümkün,
ve muhtemel bütün unsurlarını ihtiva eden bir maden halitası olmalıdır. Zayıf
veya sahte bir madeni kabul etmekle, etrafımızda bulunan acı,
muvaffakıyetsizlik, hattâ yıkımın bir kısmını üzerimize davet etmiş oluruz.
Yok, eğer bir yolla, benliğimizin cevherinin içine, bugün insan için hazır
duran vakarlı ve şerefli kuvvetleri karıştırabilirsek, insandan üstün bir
sâfiyet ve bozulmaz bir iç sükûnu nasibimiz olabilir.
Bu
bozulmaz erime ameliyesinin unsurları şimdi meydana konmuş olan din ve psikiyatrinin
müşterek hakikatleri içinde erişebileceğimiz vaziyettedir. Bu hakikatler
birbirlerini ne güzel destekliyor ve genişletiyor! Her ikisi de hayatın saklı
realiteleriyle alâkalıdırlar. Psikiyatrinin dini nasıl delillerle ispat
ettiğini gördük; diğer taraftan
din
de psikiyatrinin keşiflerini yükseltiyor ve bütün kâinata şâmil bir hale
getiriyor. Bu birbirini karşılıklı surette tamamlayan realite safhalarını en
iyi bilenlere, psikiyatri ile din, ikiz zaviyeler gibi görünür, hasta vc
şaşkınlığa düşmüş adamları yukarı kaldırmak üzere birlikte eğilen ikiz
zaviyeler.
Ne yazık ki birçok kimseler — malûmatları eksik veya kısmı olan
kimseler — insan kurtuluşu şartları üzerinde din ile psikiyatrinin
birleşebilmeleri fikri karşısında ya duraklar, yahut da korku ile geri
çekilirler. Dinciler, psikiyatriden şüphe eder, diğer taraftan psikiyatri de
çok kere dini hor görür veya müsamahasız davranır. Psikiyatrinin ilerlemesine
çok zıt olan ve hiç bir zaman yumuşamamağa karar vermiş bazı dinî şahsiyetler
vardır. Bazen şu vaziyeti alırlar: Dini, beşerî hakikatin başka
disiplinlerine götürmeğe teşebbüs etmek, dinin sâfiyetini bozar ve Allah
düşüncesini günlük işlerle meşgul dünya adamlarının günahlı ellerine vermek
olur. Ruhu bu suretle izah edenler hayatı kompartımanlara ayırmış olur ve insan
ruhuna birlik değil, ayrılık getirirler.
İsrail
peygamberleri, dini hiç bir zaman böyle dar ve sıkı şartlar içinde görmüş
olamazlar. Onlar için Allah mefhumu, hayatın iyiliği için hudutsuz alâka, ve o
hayat içinde bütün beşerî ve sosyal şeylerin tamamlanmasıdır. İbranî ananesinde
büyük filozoflar — başka din ananelerindekiler bir yana — fennin ve metafiziğin
faydalı nüfuzu nazarını korku ile değil, sevinçle karşılamışlardır. Philo,
Eflâtun’dan neler almıştır; Maimonides ile Aaron Ben Elijah Aristo’ya çok
minnettarlar. Bütün garp dini Galileo’nun ve Newton’un kozmik keşiflerinden
olduğu kadar Darwin ve Huxley’nin biyolojik keşiflerinden çok faydalanmışdır. Başlangıçta fencilere sanki Allah’ın mabedini yıkmağa
uğraşan duygusuz «Vandal» lar imiş gibi hücum etmiş olan ilâhiyat, bir gün fen
adamının işinde Allah’ın tezahür ettiğini görmüş, birçok fencileri, kendilerini
Kudsülâkdest [Tevratta en iç kısım.] hakkında daha derin hakikatleri
araştırmağa vakfetmiş muhterem işçiler olarak tanımıştı.
Bu
mesele üzerinde belki mizaç icabı farklardan kurtulamayız. Bazı insanlar
tabiatleri icabı, dinin ancak «Tamamen Başka Varlık» la olan mistik tecrübeye
münhasır kalmasını isterler. Fakat Allah’ı kurtuluş kaynağı olarak gören başka
kimseler dini, hayatın ön plânı halinde, yâni bütün ahlâkî sosyal vazifeleriyle
birlikte insanla alâkadar olmadıkça eksik veya çekilmez derecede mahdut telâkki
ederler. Böyle düşünenlerimiz için, Allah’la alâka sadece ebedî «Sen» de
kaybolmak değildir; bilâkis bu alâka bize, her günlük işleriyle dünyaya dönüp
elimizdeki bütün kuvvetlerle onu kudsîleştirmemizi emreder. Bu kudsîlik
muhakkak ki, beşeriyetin düşe kalka gittiği uzun yolda bulduğu bütün vasıtaları
— tabiî ve sosyal ilim âletleri, felsefenin keskin ağızlı kılıcım — kullanmayı
icap ettirir; şimdi bunlara psikolojinin şifa verici âletleri de ilâve
olunmuştur.
Birçok
dincilerin yüreğinde bir korku var; bu fenni teknikler dine gölge salar, hattâ
belki de dinin tarihî fonksiyonlarını da yutar, diye endişe ediyorlar. Dünya, fennin
genişlemesinden dolayı din sahasının küçüldüğüne tekrar tekrar şahit olmuştur.
Meselâ, insanlar vaktiyle yağmur duasına çıkarlardı. Şimdi ise sulama işleri
için Tarım Bakanlığına başvuruyorlar. İnsan oğulları vaktiyle fakirlikten
kurtulmak için Allah’a dua ederlerdi; şimdiki asırda ise insanlar dünyaya
bolluk getirmek için teknik, sınaî ve ekonomik vasıtalara başvuruyorlar. Şu
halde duyulan şu korkuyu anlamak kabildir: Psikoterapi ile ruhları tedavi
kabiliyeti, dinî tesirin sahasını daha da fazla küçültecek, din, kurtuluş ve
Marx’a, Freud ve Einstein’e yönelen bir asırda bir fosil kabilinden olacaktır.
Birçok
dincilerin dinamik psikolojiye karşı durmaları korku ve yanlış anlayışla
doludur. Meselâ, içlerinde şu şüphe vardır: Psikoloji bütün beşerî ideal ve
ahlâkî kıymetlerimizi tahlil edecek, bunların peşine çocuksu kompleksler veya
çocuklukta hissedilen fobiler diyecek. Halbuki hakikat şudur: Psikoloji, bizim
korku, şaşkınlık ve nefretlerimizin çocukluğa ait hallerini kaldıracak, ve
istikbali bina etmek üzere bizde kuvvetli ve olgun olan her şeyi yerinde
bırakacaktır.
Şu
da inkâr edilemez ki, büyük psikiyatri öncülerinden bazıları dine
muhaliftirler. Freud’ün dine karşı takındığı menfî tavır biraz kendisinin
alâkasız fennî mizacı, biraz yaşadığı asrın aşırı rasyonalizmi inikâs ettiren
bir ayna olması, biraz da, kendisinin öncülük kabilinden olan araştırmalarına
karşı teşkilâtı dinin gösterdiği müsamahasızlık yüzünden duyduğu acı hislerin
neticesidir. Freud ve müritlerinden bazılarının da tarafgir temayülleri vardı;
fakat bu mânevî garaz onların kendi şahsiyetlerinin icabıdır ve insan tabiati
hakkındaki keşiflerinin faydalarını hiç bir suretle eksiltmez. Hakikaten
Freud’ün birçok muhterem müritleri bugün onun birtakım menfî felsefî ve
metafizik buluşlarını reddetmektedirler. Şu muhakkak ki, bir avuç mutaassıplar
yüzünden bütün dini nasıl itham edemezsek, öylece de birtakım şarlatanlar
sebebinden psikiyatriyi de itham edemeyiz. Psikiyatriden bahsederken, bunun en
kabiliyetli ve salâhiyetti mümessillerini, ve arasıra vâki olan
çarpıklıklarını, aşın ipotezlerini veya spekülâsyonları değil, yüce denenmiş
hakikatlerini anlatıyoruz. Bunun gibi, dinin de en dirayetli adamlarını ve
evliyaları gözönünde bulundurarak facialı çarpıklıklarını,
müsamahasızlıklarını, ve garazlarını değil, iyice denenmiş, derin ahlâkî ve
ruhanî kanun ve usullerini anlatmalıyız.
Psikiyatri
dinin yerini ahr veya mânevî sahayı körletir, korkusu tamamiyle yersizdir; buna
hiç bir suretle ihtimal verilemez. Psikiyatri nüfuzu bazen herkese faydalı olmakla
beraber, buna esas itibariyle anormal ve nörotik hallerde ihtiyaç görülür.
Psikiyatrinin başlıca gayesi, mizaçlarını hayata uyduramamış insanları tedavi
etmektir. Diğer taraftan din, mizaçları hayata uydurmak cihetinden her sınıf ve
derecede insanlarla alâkadardır. Dinin baş gayelerinden biri, normal insanların
hayatına bütünlük ve saadet getirmek, iyi bir hayat için çok muhtaç oldukları
cesaret, kuvvet, metanet ve vakan vermektir ; bu gaye ise, psikiyatri
hedeflerine ne zıttır, ne de o hedeflerin tehdidine mâruzdur. Göz ilmi normal
görüş hassasına nasıl rakip olamazsa, psikoloji de dinin rakibi addedilemez.
Psikiloji
din yerini alır, korkusu esassızdır; bunlar birçok noktalarda birleşmekle
beraber, hem mahiyet, hem de gaye itibariyle çok ayrıdırlar. Şu noktanın iyice
anlaşılması lâzımdır: Psikiyatri ve psikoloji ahlâkî muhakemelerle ilişiği
olmayan İlmî disiplinlerdir; din ise, mutlaka ahlâkî mefhumlar sahasında yaşar.
Psikoterapi ahlâkî işlerde tamamiyle bitaraf mevki alır ve hayatın topyekûn
mânası hakkında «kıymet takdiri» ne kalkışınca kendi hudutları dışına çıkmış
olur. Diğer taraftan din, erkek ve kadınlara, Allah’ın plânındaki yerleri
hakkında bir perspektif vermediği zaman vazifesini yapmamış olur,
Profesör
Hocking’in dediği gibi, psikiyatri, insan felâketini ve hissî çarpıklıkları yok
etmeyi hedef tutar. Tedavi usulünde objektif ve rasyonel olmaktan istifade
eder. Çok kereler, aşın suç hislerini ve yıkıcı şeküde kendini hor görme
hislerini giderir, ve şu hakikati gözönüne kor: «Yıkıcı sır tutma denilen bir
şey vardır, insan bir türlü içini dökemez; bu ise içini yakıcı bir ateş halini
alır.» Fakat bütün muhteşem muvaffakiyetleriyle beraber, psikiyatri, insan
oğlunun, Allah’ın zatı ve kâinatın güvenilir mahiyeti hakkında da haricî
endişelerine dair söz söylemeğe salâhiyettar değildir. «Dünyanın, ümit ve
huzuru haklı çıkaran bir mahiyeti» vardır, diye insanı temin etmek ancak ve
ancak dinin işidir.
Ve
nihayet, kâinata ve ebediyete şâmil mânanın daha büyük resmim din yapmakla
mükelleftir. Psikiyatri tabiî olarak, varlığın geçici, mahdut ve kısmî
safhalarında çalışır. Nihayetsizliği ve hayatın topyekûn mânasını ve gaye ve
kemalin daha geniş bir çerçevesine alâkasını insana ancak din bildirebilir.
Şu
kadar var ki din, insanın emel ve iştiyak hayatında kendi yerini sıkı tutması,
ve haklı olarak ahlâk ve gaye tahtından vazgeçmemesi çok lüzumlu olmakla
beraber, iyi hayatı temin etmek yolunda lâboratuvar tekniğinden gelebilen
yardımı da memnuniyetle kabul etmelidir.
Mâbedin
dünyaya verecek eşsiz bir yardım hissesi bulunması, büyük bir müttefik olan
psikoloji kliniğinin yardım için uzanan elini reddetmesini icap ettirmez.
Bilâkis içi bölünmüş hisler içinde inleyen her insan ruhuna yardım edebilecek
psikolojik anlayışa sevinmelidir. Böyle bir ruh bütünlüğüne erişip şifa
bulunca, ömründe ilk defa marazî hallerden kurtulmuş olarak, yaratıcı bir din
tecrübesine iştirâk etmek üzere serbest kalmış olur.
Dinamik
psikolojinin mahdutluğunu daima gözönünde bulundurmalıyız, insanları hayalî
korkulardan kurtarabilir, fakat onları hiç bir zaman birer melek yapamaz.
Onlara saadetlerini de garanti etmez; onların sadece ıstıraplarını hafifletir.
Psikoloji, bilir ki, biraz ıstırap, hoşnutsuzluk ve mücadele, bu mahdut beşer
cinsinin tabiatinin icabıdır. Bu ıstırabın miktarını eksiltmeye çalışır, ayni
zamanda bilir ki, insan insan oldukça birtakım güçlükler olduğu gibi
kalacaktır. Bilir ki, onun elinden gelen ancak iyi hayat için zemin
hazırlamaktır; ve kendiliğinden iyiliği garanti edemez. Böyle bir garantiyi
ancak din ve dinin zorlayıcı kudreti bulunan gayeleri verebilir.
Psikoloji
beşer kötülüklerine umumî bir derman değildir. Çok kereler, beşer sefaletinin
sosyal kaynaklarını, harbleri ve yoksulluğu da nazarı itibara almaz. Her derde
devâ değildir (hiç bir zaman böyle bir iddiada bulunmamıştır), fakat geçmiş
birkaç asrın kozmolojik ve biyolojik nüfuzu nazarları, bugünün olgun dini için
nasıl zarurî olmuşsa, psikolojinin temin ettiği malûmat ve vukuf da yarının
dini için değerli olacaktır.
Hayır, psikoloji dinin yerini asla alamayacaktır; biyoloji veya fizik
dinin yerini ne kadar aldıysa bugünün psikolojisi de ancak o kadar alabilir.
Fakat psikolojinin temin etmiş olduğu malûmat bu asrın dinine, ferdî ve sosyal
sıhhat kanunları hakkında yeni bir hikmet ve idrâk kabiliyeti verebilir.
Şahıslar arasındaki müşterek alâkalar sahasında, psikiyatrist kliniğinin
keşifleri, din, beşer hareketlerinde yeni disiplin koymak, benliğe, insan
topluluğuna ve kâinata ulaştırıcı yeni yollan müeyyidelerle tasdik etmek
yolunda ilham vermelidir.
îyi
hayatı elde etmek için, insanlar kendi kendilerine ve umumiyetle beşer
tabiatine inanmalı, hal ve kabiliyetlerinin pluralizmini kabul etmeli, gurur
tehlikesini yeni bir mânada anlamalı, kendi benliklerine benzetecek ideal
beşerî şahsiyetlere malik olmalı, ve iç huzuruna ve sosyal kurtuluşa erişmek
uğrunda akıl kadar hissin de lüzumlu olduğunu idrâk etmelidirler. Bu noktaların
her birinde, — beşer tabiati, gurur
günahı, karakterin inkişafında kahramanın asıl rolü, hissin meşruiyeti — din,
zamanımızın en iyi psikiyatrik kliniklerinden değerli yardım görebilir, ve
milyonlarca normal erkek ve kadına, kendi psikik ve ahlâkî ihtiyaç ve
vazifeleri hakkında esaslı yeni hakikatler öğretilmesi yolunda müessir
olabilir.
Dikkate
lâyık bir keyfiyete şahit oluyoruz. Garp dini, insanoğlu hakkında ıslah olmaz
bir günahkâr — mâbut kanını ihtiva etmeğe liyakati olmayan kirli ve kapkara bir
kap — diye hüküm vermek yolunda büyük enerji ve çok zaman sarf ederken,
psikiyatri, beşer imkânları hakkında tamamen iyimser bir vaziyet almaktadır. Bu
nasıl olabilir? insan oğlunun bütün zayıflıklarını — tahlil odalarında meydana
çıkan türlü kötülük ve çirkinliklerini — bildiği halde psikiyatri bu ayni insan
oğlunun daha iyi benliğinin müdafii nasıl olabiliyor? Hem de bunu, ilâhiyat
sahasındaki en nüfuzlu seslerin insan oğlunu, kendi eliyle kazmış olduğu
çukura, oradan ancak Allah’ın insana lâyık olmadığı halde ihsan ettiği lütuf ve
inayetin kurtarabileceği bir çukura düşmeğe mahkûm etmiş olduğu bir zamanda....
Bir
mucize de olsa, şu bir hakikattir ki, psikiyatri insan esasında iyidir ve
şereflidir, diye ısrar eder. Geçenlerde bir psikiyatrist kadın ahbabım bana
beşer tabiati hakkmdaki görüşlerini anlatıyordu. Onu büyük bir sevinç ve zevkle
dinledim. Dedi ki: «Ben insanlara inanıyorum. Onları tahlil ettikçe, onların
bilkuvve ne iyi insanlar olduğunu anlıyorum.» Ben bir dakika için sanki buna
muhalifmişim gibi, dedim ki: «Peki, tımarhanelerimiz delilerle tıklım tıklım
dolu, fıkara mahallelerimiz cânilerle, ‘mahkemelerimiz boşanma dâvalarıyla
dolu, daha bunlar gibi neler var. Bunları nasıl izah ediyorsunuz?»
Bir
hâkimde veya bir papazda çok nadiren gördüğüm tatlı bir tavırla cevap verdi: «Hayatta
nâhoş şeylerin gürültüsü, yaygarası o kadar çoktur ki, iyiliğin sessiz
işleyişini unutturur. Kötülük saldırgandır, şahlanmış bir canavar gibidir;
halbuki iyilik sessiz ve gösterişsizdir. Yer çekimi kaidesi gibi sabittir,
karşı konulmaz bir kuvveti vardır, ve sessizdir. Kin ve nefret kasırgalarının
gürültüsünden kulakları ağırlaşmış olan bizler, sessizce kabaran sevgi, sadakat
ve merhamet dalgalarını unuturuz; insan gemisini emniyetle limana ulaştıran o
dalgalardır.» Bu müzakerede hazır bulunan iki meşhur meslekdaşı da, insan
hakkındaki bu ümitli yol fikrine iştirâk ettiler. Benim ruhani
meslekdaşlarımdan bazılan da hayatın marazî taraflarını tebarüz ettirmekten
vazgeçip, bu analizcinin defterinden bir sahife alsalar çok iyi olur.
Hususî
müdafaaları bir yana bırakalım; bu asırda insan oğlunun hasta olduğu inkâr kabul
etmez bir hakikattir. Hastalığı onu çok muztarip ediyor, ve gönlünü büyük korku
ve acı ile dolduruyor. Bazen hastalığı iyi olacak mı, olmıyacak mı diye şüphe
ediyor. Şu muhakkak ki, durmadan onun kötü temayüllerini sayarak benliğine olan
güvenini zehirlemekle hasta iyi olamaz. Teoloji, medeniyetimize ve bu
medeniyetin içindeki huzursuzlukları kaldırmak yolunda esaslı hizmette
bulunacaksa, psikiyatri akıl ve mantığının daha müsamahalı kılığına girmelidir.
Bunu
bir misalle izah edelim: Suçlu birtakım delikanlılara bir papazın verdiği vaiz
veya öğütlerle Detroit şehri mütehassıslarından Dr. Fritz Redl’in tedbirli
tedavisini karşılaştırın. Bu öncü psikolog, şehrin en perişan mahallelerinden,
kalbleri katılaşmış bir delikanlılar grupu üzerindeki çalışmaları neticesinde
bir mucize yaratmıştır. Nasıl mı? Çok basit... Her delikanlıya, o çocuğun,
gerek şahsî, gerek cemiyetin bir ferdi sıfatiyle, tabiatindeki esas iyiliğe
sarsılmaz surette inandığını göstermekle. Bu «çocuk grupunda» Dr. Redl’in
hoşlanmadığı çok şeyler vardır. Bunu da onlara söyler. Meselâ, çocuklardan biri
bir otomobil lâstiği aşırıyor. Dr. Redl ona: «Jimmy, bugün senin yaptığın iş
hiç hoşumuza gitmedi: fakat seni seviyoruz,» diyor. Doktor biliyordu ki, Jimmy
bir iç emniyetsizliğini tatmin etmek için bu işi yapmıştı; hekimin hedefi de,
çocuğun nefsine hürmet hissini kuvvetleştirerek bu emniyetsizlik hissini
gidermekti.
Psikiyatrik
metodun öz çekirdeği budur; bu değerli teknikten istifade edemiyecek bir vâız
veya ruhanî reis mevcut değildir. İnsan tabiati bilkuvve şerefÜ ve yiğittir,
diye emniyet verici bir hissin şifa verici tesiri harb içinde yüzbaşı Grinker
ile binbaşı Spiegel’in tecrübeleriyle sabit olmuştur. «Baskı Altında Adamlar»
isimli eserleri, psikiyatristin beşer tabiatine olan itimadı, insanların mânevi
kuvvetlerine tesir etmek için ne kadar hayatîdir, bunu iyice gösteriyor. Harbde
olsun, sulhta olsun, insana kalkan ve destek olan şey, kendisinin insan oğlunun
iyiliğine ve cesaretine olan inancıdır. Bu inanç ise sâridir. Harbe gitmek
üzere olan bir adama hiç kimse: «Sen kefarete liyakati olmayan zavallı bir
günahkârsın,» demez. Şu halde neden garp dini ayni usulü günlük hayatta tatbik
etsin? Bugün din, Tekvin kitabında ilk defa olarak ilân olunan ve klâsik
Judaizmin daima ısrarla üzerinde durduğu o imanı, insan gerçekten Allah’ın
suretine göre yaratılmıştır, imanını yeniden pekâlâ tasdik edebilir.
Şimdi
dince üzerinde durulması lâzımgelen yeni bir hakikat de pluralizm hakikatidir.
İnsan tek bir şahsiyet değildir. İnsan oğlu nefsinde birçok şahsiyetler taşır — mesut bir şahsiyet, korkmuş bir
şahsiyet, öfkeli bir şahsiyet. İnsan oğlu, hayat tekerlekleri yol alırken
içindeki küçük «egoların» birbirleriyle itişip kakıştığı bir otobüse benzer.
Büyük filozof Saadia, iç âlemimizin pluralizmine [çoğulculuk ] bundan bin sene
evvel işaret etmişti. «İtikatlar ve
Doktrinler»
adlı meşhur eserinin son bâbında iyi hayattan bahsediyor. Babın dışında,
çeşitlilik ve çoğulluk tabiatin asıl esasıdır, insan oğlu da birçok organların
ve şevki tabiîlerin kalitesidir, diyor, ve devam ediyor: iyi hayatı elde etmek
istiyorsak, arzularımız ve alâkalarımız arasında bir demokrasi kurmalıyız,
bunların birbirinin hüküm ve baskısı altına girmesine meydan vermemeliyiz.
Mesut hayatta sevgi, yemek, maddî teminat akıl ve tedbir elde etmek için yer
vardır, insanın hayat tecrübesinde pluralizme ihtiyaç olduğunu ispat için
gözönünde iki canlı tasvir kokuyor. Sarı veya mavi gibi bir tek renk hem
gözleri yorar, hem de ruh için yeknasaktır. Bir resim güzelliğini ancak
birbiriyle karışmış renkler husule getirebilir. Bir tek noktanın yalnız bir tek
tesiri vardır, âhenkten mahrumdur ve kulaklarımızı incitir. Âhenk ve melodi
ancak muhtelif notaların karışması ile husule gelir. Eğer görüş ve ses
dünyasında bu tenevvü zarurî ise, iyi hayat meydana getirmek işinde
arzularımızın ve şevki tabiilerimizin işbirliği ile çalışan demokrasisine çok
daha fazla lüzum vardır.
Bu
eski filozof bugün bize, kendimizi basit şahsiyetler değil, kompleks
şahsiyetler diye kabul zaruretini öğretiyor. Her insan, dereleri ve tepeleri,
dağları ve uçurumları ile küçük bir memlekettir, insan dümdüz bir ova değildir.
Beşer ruhunun arazisi son derecede çeşitlidir. Din bize öğretmelidir ki,
ruhumuzun arazisinde birçok çöller ve bazı vâhâlar göreceğiz.
Hayatın
kaçınılmaz bir pluralistik mahiyeti olduğunu anlamış olmak, kendimizi
intizamsız bir kaos, prensipsiz, işlenmemiş bir toprak haMne getirmek demek
değildir. Kendi hayatmı bir birlik örneği haline koymak her insana düşen bir
vazifedir, fakat bu birlik daima farklı kısımların birliği, birçok çeşitli
unsurların âhenkli surette birleşmesi olacaktır. Din, Eflâtun ile Aristo’nun
binlerce sene evvel öğrettiği şu noktalar üzerinde durmalıdır: Iç adaleti daima
nispet ve âhengin yaratılmasında bulunur, iyi hayat, korku, öfke, tecavüz ve
sevgi ifratları arasında itidal noktasını bulmaktır. Muvaffakiyetli ferdî
yaşayış, bu hasiyetlerin lâzımgelen derecede ifadesine bağlıdır.
Tabiatimizin
bir ilcasına veya şevki tabiîsine ifrat derecede düşkünlük, iç huzurumuzun
düşmanıdır. Ferdî yaratılışımızda menfî ve müspet birçok hasiyetlerin
mevcudiyetini kabul etmeliyiz. Bunlardan bir teki aşırı derecede hâkim olmazsa,
hepsinin bir arada, yaratıcı hayat malzemesini teşkil ettiğinden emin
olabiliriz. Fazla çoğun ve fazla azın, ifratın ve tefritin arasındaki hattı
fâsılı ayırt etmekle kendimize bir hayat örneği yapabiliriz; öyle bir hayat
örneği ki, içinde pluralistik hislerimiz kendilerine düşen roller yapsın, korku
ve nefret gibi menfî hisler, cesaret ve sevgi gibi müspet hislerin hükmü altına
girsin.
Din,
insana, iç hayatında pluralizm ve nispet hakikatini öğretmekle, değişmez
ifratçılıktan sakınmasına yardım edebilir. Din insana öğretebilir ki, iftihar
etmenin ve alçak gönüllü olmanın zamanı, başına buyruk olmanın ve başkasına
bağlı olmanın zamanı, ayrı kalmanın ve başkasına bağlanmanın zamanı vardır.
Din
ahlâkları, gurur günahı üzerinde ısrarla durur. Judaizm, zaptedilmeyen öfke ve
katı gururun, her insanın hissî hayatında karşılaştığı büyük tehlikeler
arasında olduğuna işaret eder. Bazen din reisleri: «öfkeye esir olan adam,
kendine yabancı bir put yapar ve ona tapar,» dediler. Ve yine dediler ki:
«Mağrur ruhla içi dolmuş olan her insan, putlara tapmış ve dinin esas
prensiplerini inkâr etmiş olur.»
Dünyada
meşru bir gurur vardır ki, kendini işçi, artist ve yaratıcı olan insanın
yiğitçe teşebbüsünde ve kendine güvenen ferdiyetçiliğinde tezahür eder. Fakat
bir de meşru olmayan bir gurur vardır ki, stoiklerin mutlak «kendine yeterlik»
(self sufficiency) idealinde tezahür eder. Stoicism birçok şekilleriyle, sayısı
çok erkek ve kadınları kendi tabiî hislerinden ve geçici zaaflarından
utandırmak için pusu kurmuştur. Bu, büyük ahlâkî bir sistem olarak başladı,
fakat sonunda birçok insan hayatlarının çarpık ve karışık yollara gitmesiyle
neticelenmiştir. Garp kültüründe stoik idealinin gayesi insanları kuvvetli hale
getirmekti. Halbuki pek çok kereler insanları sadece sertleştirmiştir. Bu
idealin gayesi, talihin darbe ve galebelerine karşı insan tabiatinin nescini
dayanıklı hale getirmekti. Halbuki, stoicizm fnlen, ekseriyetle insanları
kibirli, insandan uzak, kendine güvenme mâbuduna tapan, ve sıcak İnsanî
alâkalardan sanki bunlar zaaf ve inkıyad günahları imiş gibi kaçan mahlûklar
yapar.
Aydınlanmış
din, aşın stoik hayata cevaz vermemelidir, çünkü bu hayat mutlaka insanı his
katılığına ve sahte gurura götürür. Bir insan ki, «Ben müşküllerimi daima
içimde saklarım. Başkalarından yardım ummam, çünkü, bu korkaklık ve başkasına
güvenmektir,» diye övünerek yaşar, böyle insan, kendine güvenen ufacık «ego»
sunu kendine put yapmıştır, ve kendi kudretinin mâbedinde tapınmaktadır. O
«kendi kendine adam olmuş» bir insandır, ve hali Ring Lardner’in şu sözlerine
uygundur: «Ben ne zaman kendi kendime adam olmuş birini görürsem, elinden ne
kötü bir iş çıktığını da görüyorum.»
Şu
muhakkak ki, hayatın muayyen birtakım sahalarında istiklâlimizi korumak
ihtiyacındayız. Bu çok yorucu ve meydan okuyucu dünyada pasif değil, aktif
olmamız lâzımdır. Ayni zamanda, kendimize yeterliğimizi de put yapıp ona ın
bağlamak normaldir ve akıl kândır; zaten çok iyi biliriz ki, onlar da icap
ettiği zaman bizim kabiliyet ve kuvvetlerimize güvenecekler. Bazen zaafımızı
kabul ve başkalarından kuvvet almak kibrimize dokunmasın. Müşterek beşerî
müşkül ve korkularımızı insafsızca hapsetmek bizi ya katılaştırır, ya da hasta
eder. Gurur günahından, kendine yeterliğe tapınmaktan bizi kurtaracak olan tek
çare bu güçlükleri dostlarımızla paylaşmaktır.
Son
psikoloji keşifleri «beşer symbiosis» nin normal olduğu noktası üzerinde durur;
bu daha basit tâbiriyle, hayatlarımızın etrafımızdakilerin hayatları ile
karışmasıdır. Bu, bir stoik lâkaydîsiyle kendi ayağımızın üstünde dimdik
duramadığımız takdirde olgun değiliz iddiasında bulunan ilk Freud nazariyesini
çok isabetli olarak düzeltiyor.
Meşhur
Amerikalı filozof Charles Morris: «Uygun bağsızlıkların ve uygun bağlılıkların»
lüzumunu anlatıyor. Bağsızlık (detachment) demekle hayattan kaçışı
kasdetmiyorum, bilâkis Spinoza’nın dediği gibi: «Eşyaya ebediyet cihetinden
bakarak» mâkul bir perspektif elde etmek lâzımdır, diyorum. Bu bağsızlık şu
keyfiyetleri idrâk etmemize yardım eder: Bizden daha büyük ve daha ehemmiyetli
bir dünyaya gelmiş bulunuyoruz; uçsuz bucaksız bir denizde birer damlayız;
İlâhî yağmur ve çiğin harikulade şekilde imbikten geçmiş birer katrasıyız; ilelebet
bâki kalmıyacağız; kıymeti biçilmez bütün değerlerimiz zamanın insafına
kalmıştır; hem tecrübe kesafeti, hem de daimî beka bizim nasibimiz değildir.
Bağsızlıktan
maksadım, kendi halimize gülebilmek, narin ve zayıf halimizle basit bir
âşinalık, ve tanıdığımız dakikada kayboluveren huysuz öfkelerimize, şapkaya
hafifçe bir dokunuşla selâm vermek. Bağsızlıkla, kendi ferdî hayatımızı daha
büyük zaman ve ebediyet nizamı içinde görmeyi; hayatın bizi içine attığı
ıstırap ve bozgunluğun önceden dilimizle tadına bakmak, ve bu suretle tadına
bakmakla bozgunluk kâsesinin acılığını biraz azaltmayı demek istiyorum. insan
oğlunun, hem kendi zaferlerini, hem de felâketlerini küçültmek hasiyeti vardır.
Daha büyük bir kalb huzuruna erişebilmemiz için; bu hasiyetten âzamî istifade
edelim.
Yalnız
kendi şahsî hayatımızda değil, beşeriyet hayatında da kısa vadeli kıymetler
yerine uzun müddetli kıymetlerde yaşamak kabiliyetinde olmalıyız. Ve bilmeliyiz
ki, medeniyet, ekseriyetle tahminimizden çok fazla dayanıklı bir fidandır. Bu
fidan yeryüzüne yayılmış dal budak salmıştır; bazen bir harp patlayıp samyeli
gibi bazı filizlerini kurutsa da, o, başka iklim ve zamanlarda tomurcuklanır,
çiçek açar ve meyva verir. Ateş ve dolu yağdıran bir asırda yaşamış olan
bizler, ayaklarımızın altında doğmakta olan yeni hayatı duyamıyacak kadar
hislerimiz uyuşmuş, kanlı ufkun arkasında saklı bulunan yeni günün doğuşunu
göremiyecek kadar gözlerimiz perdelenmiştir. Bizim yok olmamızla hayat yok
olmaz; biz ölünce dünya ölmez. Kültür, ne bizim neslimizle ne asrımızla beraber
geçer. Ancak, bizden sonra yaşıyacak olan kültüre elimizden gelen en büyük
yardım hissesini vermek azmiyle ve hiç bir zaman tanımıyacağımız adamların ve
içinde yaşayamayacağımız asırların muzafferiyeti için yaşayabiliriz.
Bu
da olgunluk mânevi olgunluktur. Bizim için yaşamış ve ölmüş ve ölümleriyle şu
tezatlarla dolu dünyamızı meydana getirmiş olan azizlerin, şehitlerin ve
kahramalarm vârisleri olduğumuz gibi, nasıl olacağı evvelden tayin olunamıyan
yaratıcı ve emel ve şevkle dolu bir beşer cemiyetinin, henüz müstakbelin
bağrında saklı bulunan bir cemiyetin ecdadıyız.
Asrın
psikolojik tecrübesinin açığa çıkardığı bir hakikate göre insanın, taklit
edilecek bir ideali, ardından gidilecek bir kahramanı olmazsa tam bir iç
emniyetine ve tamamlığına erişemez. İnsan oğlu hayatın maddî zaruretlerinin bir
çoğundan mahrum halde daha kolay yaşar da, ideal bir dostluk ve arkadaşlık
mahrumiyeti içinde çok güç yaşar. Harpte toplama kamplarında, birbirine ait
olmaktan ve aralarında yiğit bir fedaiye tâbi olmaktan mahrum edilince
insanların mânevî kuvvetleri kırılıp mahvoldular. Diğer taraftan, maddî
ihtiyaçlardan mahrum oldukları halde, gözleri önünde ideal bir şahıs veya örnek
bulundurabildikleri görülmüştür. Anna Freud’ün «Harp ve Çocuklar» adlı eserini
okuyun ve görün «yıldırım harbi» kurbanlarının en genç olanları, tutunacak
canlı bir el bulunduğu zaman enkaz ve taş toprak arasında mânevî kuvvetlerini
nasıl muhafaza ettiler.
Madde,
dünyanın en ehemmiyetli şeyi midir? Hayır! Dünyada en mühim şey idealdir!
insana ilham verici kahramanların, fedailerin, azizlerin, mürebbilerin,
liderlerin arkadaşlığı; insan başarısı için mevcudiyeti mutlak olan unsur
budur. insan oğlu, başka insan şahsiyetlerinin, destekleyici akıl, dostluk ve
şefkatleri olmadan yaşıyamaz. Hepimiz biliriz ki çocuk, büyüklerin kuvvetine
güvenmeden büyüyemez. Kâfi derecede henüz kabul edilmemiş hakikat ise,
büyüklerin ruhunda bir ideal kahraman dost ihtiyacının hiç geçmemesidir. Bütün
hayatımızı güvenebileceğimiz dostlar aramakla geçiririz. Azizlerde ve dostlarda
cisimlenmiş daha yüksek bir hal ve hareket kanunnamesine, daha ulvî bir
karaktere olan iştiyakımız hiç bir zaman geçmez.
İnsan,
ruhunun pusulası kendi tecrübe medarı içinde büyük bir beşerî yıldızın cazibesine
maruz kalmazsa, cihet mefhumunu kaybeder. Bu hakikat, edebiyat ve din
sahalarında sezilip anlaşılmıştır. Eski Yunanlılar, Elen kahramanlarına
kendilerini benzetme prensipi ile yetiştirilirdi. Prof. Jaeger, «Paideia! The
Ideals of Greek Culture» adlı klâsik eserinde şöyle diyor: «Şahsî
güçlüklerde en tesirli yardım, eski kahraman nümunelerinin hayatında bulunur...
Talim ve terbiyede misalin rolü,..» Plutarch’ın alâkası başlıca, büyük
misallere istinat eden terbiyevî kudreti içinde toplanır. Kaleme almış olduğu,
büyük adamlar biyografisi, yüz nesil içinde bir çok kültüre tesir etmiştir.
Homer’den beri, aristokrat terbiyesinin temeli, çoktan ölüp gitmiş büyük
kahramanları taziz usulüne dayanmıştır.
Yalnız
eski Grek medeniyeti değil İbraniler de, karakter teşekkülünde kahramanın
rolünü daima tanımıştır. Judaizm daima büyük ataların faziletleri üzerinde
durmuştur, kanunları veren Musa’nın ve ölmez haleflerinin ahlâkî faziletlerini
tekrarlamış durmuştur. Denebilir ki, Judaizm’in terbiyevî ameliyesi, her yeni
neslin inkişâf halindeki zihinlerine, büyük beşerî şahsiyetlerin iş ve
faziletlerini canlı surette intibak ettirmeği hedef tutmuştur, tâ ki bunlar o
gençlere model olsun ve onları taklit etsinler. Bunun gibi Hıristiyanlık ta
Hazreti İsa nın ve azizlerin ideal hayatlarının insanların düşünüş örgüsünün
üzerindeki tesirini tanımıştır.
Din
«imitatio dio» (Allah’ı taklid) prensipini hedef tutmuştur. Şu kadar var ki
insan hayatmda da sürüp giden bir ameliye vardır. O da «imitatio hominis»
(insanı taklid) dir. Bu ameliye belki bu asrımıza kadar iyice kavranmamıştı,
çünkü ancak şimdi anlıyoruz ki bu sadece şuur! değil aynı zamanda gayrı meş’ur
bir ameliyedir. Ne fecidir ki kahraman hasreti çeken bir çok erkek ve kadınlar,
kendilerini ideal bir şahsiyete bağlıyamıyorlar, çünkü hayatlarının
başlangıcında, kendi muhitlerinde şayanı arzu olmayan bir büyüğün tesiri
altında kalmışlardır.
Bu
benzetme ameliyesinin hakikî mahiyeti hakkındaki bu psikolojik keşif bugün dine
yeni bir vazife vermektedir. Din insan oğlunu sadece yanlış ideallere esir
olmaktan kurtarmayı değil; her hangi bir sakat şahsiyetin tesirinden kurtarmayı
da gaye bilmelidir. Din insanları hissen bağlı oldukları muhitten ayırıp,
olgunlar zümresine başkanları, beşer ırkının ölmez, asil kahramanları olan olgunlar
zümresine katılmağa teşvik etmelidir. Şu halde mademki insan taklide mecburdur,
halledilmesi lâzım gelen mesele şudur: insan kendisine yakın, fakat ekseriyetle
dar, eksik, ve kusurlu olan kimselerin modeline mi yoksa daha yüksek seviyedeki
modellere mi uymalıdır? Bu seçim hakkı bize verilince, bize cesaret ve
âlicenaplıklarıyla bir hayat modeli verecek olan kahramanlara dönmiyelim mi?
Din, insanlan sahte, çarpık, ve değersiz benzerliklerden kurtardığı zaman
varlığın muayyen bir sahasında insana büyük yardımda bulunmuş olur, aynı
zamanda onlara, hakikî kahramanlara bağlanmaları yolunda meş’ur ve gayri meş’ur
ilham verebilir.
Hepimizde
bulunan bu kahramana tapma sevkıtabiîsinden, insanın aklını başına getirecek
bir hakikat çıkar. Eğer etrafımızdaki kuvvetli şahsiyetlerin tesiri altmda
kalıyorsak, biz de, başkasına müessir olmuyor muyuz? Evet, biz başkaları
üzerinde iyi veya kötü tesir bırakıyoruz. Durmadan, biz farkında olmadan ya iyi
veya kötü bir sirayet kaynağıyız. Biz ya hastalık veya sıhhat nâkilleriyiz, ya
cesaret ve âlicenaplığın İlâhî sıhhatini yahut da nefret ve endişenin şeytanî
hastalıklarım taşıyoruz. Bize karşı hiç kimse muafiyet kazanamaz; yaşadığımız
müddetçe dünyayı ya daha çok hürriyete veya esarete, ya âlicenaplığa veya
aşağılığa sürükleriz.
Bu,
herbirimizin omuzuna akla gelmez ahlâkî yükler yükleten yeni ve son derecede
aklımızı başımıza getirecek bir vazifedir. Hislerimiz ve hallerimiz, sözlerimiz
ve işlerimiz, insan hayatına nüfuz ediyor ve bizimle temasa gelenleri ya bu
dünyadaki varlığımızdan iyilik görmüş yahut da onun kurbanı olmuş insanlar
haline koyuyor. Derinlik psikooljısi, «ethic» mesuliyette yeni bir buud
açmıştır;
buna
göre bugünkü mahiyetimiz yarının şeklini tayine yardım eder, ve şahsiyetlerimiz
gelecek nesil için ya bir nimet yahut bir lânet olacaktır, çünkü bizi taklid
etmemek bu neslin elinde değildir.
Matkabınızı,
şu düşünen, plân yapan, rasyonal kafalı mahlûk olan insanın — çok haklı olarak
iftihar ettiğimiz şu beşerî hayvanın — iç derinliklerine sürünüz, bir arteziyen
kuyu bulursunuz; öyle bir kuyu ki suları, ruhun en derin yerlerinden gelen çok
şiddetli tazyikla fışkırmaktadır. Psikiyatri bu kuyuyu iskandil etmiş, adını
koymuş, tanımış, bol suyu olan bu çeşmeyi, insan, yaratıcı, mesut ve faydalı
şekilde kullansın diye açmıştır. Bununla da çok isabet etmiştir. Çünkü his
hakkındaki korkunç hakikat şudur: Serbestçe akıp çağlamazsa, onu hasıl eden
ruhu boğar. Evet, sizin ruhunuzu da benim ruhumu da çünkü tabiî hislerle
kaynayıp taşma iştiyakını çekmeyen bir ruh vücuda gelmemiştir.
Din,
psikolojinin delâletiyle hisler meselesinde çok yanlış bir yol takip ettiğini
artık kabul etmelidir. Bu asrın liberal dini son bir kaç asrın tarzı olan
rasyonalizmi mal edinmiştir. Belki, bu, Ortodoks kilisesinin aşırı
emotionalizminin [Kişinin fazla duygusal oluşu ve çabuk... ] bir reaksiyonu
diye alınabilir. Liberaller kaç an’anevî dinin his ummanlarında çırpındığını ve
bâtıl itikat, efsane ve hurafelerin beşer mukadderatına hâkim olmasına müsaade
ettiğim gördüler. Bu disiplinsiz emotionalizme karşı isyan ederek öbür taraftan
ifrata gittiler, ve mücerret mantığın soğuk direkleri üzerine soğuk toplantı
binaları yaptılar. Bu asrın dini, bir mânada ifratla tefritin arasında,
sallantıda kalmıştır; bir yanda aşın bâtıl itikada dayanan his, öbür yanda
rasyonalistik din.
Liberal
dinin hususiyetlerinden olan his korkusu, tarihin bu devresinde dünyanın içinde
bulunduğu hâletin bir kısmıdır. Onyedind asırdan beri, insanlar histen ya
korkmuş yahut ta hissi hakir görmüşler ve mücerret mantığın mâbedinde
tapınmışlardır. Whitehead ve Mumfordun daima ehemmiyetle üzerinde durdukları
fikre göre hisler ve keyfiyetler sübjektif garaz sahasına kovulmuştu. Realite
atomlar ve moleküller, elektronlar ve matematik formüllerle tarif olunuyordu,
insan hissinin bu deflasiyonunda büyük bir sakatlık vardı, fakat safi mantık,
yeni mihanik kuvvetler, sınaî muvafakıyetlerle hisse senetlerini ödediği
müddetçe, hayat kefesinin bir gözünün ne kadar ağır bastığını çok az kimseler
görebiliyordu. Herkes gayri şahsî fennin cazibesine kapılmıştı, gayri şahsî fen
ise duyguya gülüyor, hissi hakir görüyordu. Terakkinin parolası objektiflikti,
insanlar da, bu sübjektif hisleri beşer mantığına karıştırmaktan utanır
oldular.
Hayatın
daha sathi ve beşeriyetin daha duygusuz ve katı bir hale gelmeğe başlamasına
şaşılır mı ? Başka türlü nasıl olabilirdi? Sadece akü mâbedinde tapınınca insan
oğlu yarım beşer oldu; neticede, hisler zalimlerin ve sapıkların hükmü altına
geçti. Asrımız diktatörleri, insan oğullarının mücerret fen diyeti ile beslenen
ahlâkî ve mânevî hastalar haline geldiklerini anhyarak, ölüm dansları ve kan
sembolleri ile his muhitini istilâ ettiler. Hesaplı ve soğukkanlı bir plânla,
hem fennin hem de dinin ihmal etmiş olduğu his âlemini de zaptetmelerine az
kaldı!
Bu
canavarca liderlerin cazibe ve kudretlerine şaşmamalıydık. Onlar insan oğlunun
aç kalmış ruhunu zehirli yiyecekle, fakat yiyecekle, beslediler; bu gıda his
gıdası idi! Mücerret fizik fenni ve mihanik disiplinle beşeriyetin aç
kaldığını; insanların, hisle beslenen birer yaratıcı ve organik şahsiyetler
değil birer «autumata», birer «akıl makinası» sayıldıklarını anlamışlardı.
îıısan
hislerine meşru mahreçler bulunmayınca, bunların gayrimeşru mahreçler aramaları
tabiîdir; ahlâkî din, kendi mensuplarının hislerini gıdasız bırakırsa, ırkçılık
ve kabilecilik gibi gayri ahlâkî dinler mensuplar bulur.
Liberal
din histen korktuğunu ve hissi hakir gördüğünü itiraf etse yeridir. Bu korku ve
küçümsemenin tarihî sebepleri anlaşılır mahiyettedir; fakat eğer beşer hayatı
tamamlığını ve hürriyetini bulacaksa, mutlaka yeni bir mefhum gereklidir.
Dinamik psikoloji bu sahada dine çok yardım edebilir. Freud’den evvel insanlar
his âlemini beşer tabiatinin iptidaî ve çocuksu safhası telâkki edebilirlerdi.
Fakat psikoloji ilmi meydana çıkalı, anlıyoruz ki his, insan hayatının başlıca
kısmıdır, aklın anasıdır, sanat, fen, edebiyat ve dinin kaynağıdır.
İnsan
oğulları hislerinden sözle tecerrüt edebilirler, fakat hareketleriyle tecerrüt
edemezler. Kültürün her safhasına, medeniyetin her ihtirama can veren dinamik
enerjidir. His utanılacak, veya âdi ve aşağılık bir şey değildir; en âlicenap
en olgun haliyle beşeriyetin son derecede sağlam bir safhasıdır.
Elbette,
his başıboş bırakılmamalıdır. His disiplin altına alınmalı ve doğru kanallara
çevrilmelidir; fakat artık fakir bir akraba veya hayat mutfağında bir uşak
gözüyle görülmemelidir. His, biz onu kabul etsek te etmesek te hükümdardır,
ekseriyetle değişik kılığa girmiş olabilir, fakat yine de hükümdardır. Liberal
din şu hakikati kabul etsin, beşeriyetin bu kudretli safhasını akıl arabasına
koşsun, dünyaya yeni bir hürriyet ve saadet devri gelir.
Eski
Juda’zm, Israilin topluluk hayatında hissin rolünü hadesî olarak anlamıştı.
Judaizmi kuranlar, halkın ihtiras1 arını, öfkelerini, ve hayallerini
ulvileştirmek yolunda hislerden istifade etmişlerdir. Judaizmin büyük bayram ve
şenlik günlerine bakalım; bazen duyguları izhar, bazen hislere gem vurmak
yolunda tertibat yapmıştır. Yılbaşı ve Kefaret Günü yortulan, topluluk halinde
günah ve suç itirafı için vesileler teşkil ediyordu; bütün kavmin aynı sözlerle
günahlarını itiraf ve dua etmeleri, ruhu tasfiyeye ve iç huzuruna vesile
oluyordu. Bu kavmm fertleri kusurlarını, kabahatlarını, günahlarını gözönüne
açıyorlardı. «Succoth» denilen hasad bayramı bir sevinç bayramı idi, herkes bu
bayramda topluluk halinde Allah’a şükran gösterileri yapar, gruplar vecit
haline girer, oynarlardı. «Chamikkah» ve «Purin» bayramları vesilesiyle halk
tecavüzkâr hislerini izhar eder, öfke ve kin hislerini ulvileştirir, böylece
sözle ifade olunan hislerden sonra fertlerin gönlüne yeni bir huzur geliyordu.
«Fısıh» bayramı hürriyet aşkını ifade ediyor. «Shevnoth» ise sevinç ve şeriati
kabul demekti. Judaizm dininde bütün takvim sistematik ve toplu duyguların ifade
bulması, hislerin temizlenmesi, ve iş hayatının mürakabesi için çok büyük bir
isabetle tertip olunmuştur; bugünkü psikologlar buııa bir verbalization (sözle
ifade) ve sublimation (his itilâsı) ameliyesi adını veriyor. Bugünkü Judaizm
putperestlere yakışır bir rasyonalizmin tesiri altında çok kere his hayatlarını
menfileştiren bir mevkie düşmüştür.
Dualarda,
şarkılarda, ve bayramlarında ve havra âyinlerinde Yahudiler toplu halde iç
ihtiyaçlannı ve ihtiraslarını meydana koyuyorlardı; bu çok isabetli his tâbiyesinin
icabından olarak, topluluk halinde sıhhat ve büyük mukavemet kuvvetleri
buluyorlardı. Kara asırlardaki bu bayram ve şenlik vesileleri, sonra da eza ve
zulüm gören Yahudilerin ruhuna derman olmuştur. Yahudi büyükleri, ayn ayn
yollarla, hem Allah’a, hem de hayata ibadetlerinde his ve fikir tezahürlerine
mahreç tedarik etmekle çok isabetli davranmışlardır.
Mademki
şimdi psikoloji, hislerin kudretini ve hükmünü açığa vurmuştur; din de bundan
istifade ederek, bu enerjiyi iyiliğe kullanmalı ve mabedi insanların tekrar his
ve aklı birleştiren sin tezi bulacakları bir yer haline koymalıdır. Sembolik
âyin ve merasim vasıtasiyle âbid, yıkıcı enerjiyi sarfedip, ruhanî ve ahlâkî
rekonstrüksyonu hayat suyu haline getirebilir.
Şu
iç huzuru yolundaki araştırmalarımızın sonunda dm ile psikiyatri arasındaki
benzerliklerin çok büyük olduklarım görüyoruz.
Her
iki sistem de müsamaha ve barışın (hem nefsimiz hem de başkalarına karşı)
üzerinde kuvvetle durur. İnsanoğlunun kardeşliği, bütün ırkların kâinata şamil
birliği, — bunu binlerce yıl önce
İsrail peygamberleri öğretmişlerdi — bugünün psikiyatri üstâdlarının
hedefleridir. Allah’ın birliği ve insan birliği, hem dinin hem de yaratıcı
psikiyatrinin çizmiş olduğu muvazi hatlardır. Bunun gibi sayısız bir çok muvazi
hatlar vardır.
Judaizm
gibi bir peygamber dini, şimdiki şahsî ve İçtimaî bozgunluğun karanlığını ve
faciasını kaldıracak olan bir Mesih devrine bel bağlayarak müstakil zihniyetti
olduğunu ispat etmiştir. Dinamik psikoloji, geleceğin üzerinde ısrarla duran
dinin tedbirli hikmetini çok isabetli buluyor, çünkü psikolojinin iddiasına
göre, «beşer» egosu ancak bir istikbal ümidi, ancak, yıkılmış olan hali hazırda
yeni plânların tohumları olduğu zaman yaşar ve neşvünema bulur.
Peygamber
dini, saadet ve iç huzuru elde etmekte imanın ehemmiyetini gözönünde tutar.
Burada da psikoloji ve din arasında büyük bir muvazilik vardır. Psikanaliz
olgun imandan başka ne istiyor ki?.. Nefse hâkimiyet ve yeni bir bütünlük
imkânına iman; zevk prensiplerine göre değil de realite prensiplerine göre
yaşama kudretine iman; insan kardeşlerimizin değerliliğine ve onlarla alâka
imkânına iman...
Psikoloji,
insan hayatının içinde görünüşteki kapalı yüzünden çok daha başka şeylerle dolu
olduğunu meydana çıkarmıştır. Psikanaliz ölçülerinin gayretleri hayatın yüzden
görünüşüne, hayatın bütünlüğü diye olan imanı bütün mânasızlığıyla göz önüne
koymuştur. Gayrimeş’ur benliğimizi hiç bir zaman göremeyiz, halbuki o
mütemadiyen faaliyet halindedir. Bunun gibi Allah’ı da hiç göremeyiz, fakat
İlâhî kudret içimizde daima işlemekte, bizi sarmakta ve bizi desteklemektedir.
Her ikisi de elektron gibidir, gözle görülemez, fakat hem kendi özümüzde hem de
kâinatta en şe’ni olanlar bunlardır; bütün hayat boyunca tesirleri ve izlerinin
tecrübeleri bunların realitesini ispat etmiştir.
Peygamber
dini, Allah’ın yaratmış olduğu bu kâinatta hakikatin mutlak zaruretini,
mikyasların ve ideallerin lüzumunu daima öğretmiştir. Bütün bu eser boyunca biz
de, psikolojinin dinin bu kanaatlerini nasıl desteklediğini gördük ve öğrendik
ki, hissî hayatımızı sahteleştirmek bizi mahveder; keder ve ölümü sevgi ve
cesaretin alt etmesini istiyorsak hem kendimize hem de başkalarına hakikati
söylemeğe cidden mecburuz.
Hayat
ve kâinatın mahiyeti hakkında dinin söyledikleri sadece bir hayal âlemi
değildir; realitenin mahiyeti hakkında en mevsuk hakikatlerdir. Din, insan
oğluna, bu dünya hakikat, kardeşlik, idealizm, kahramanlık, sevgi ve affın
şaşmaz prensipleri üzerine kurulmuştur diye büyü ; bir ümit müjdesi getirir.
Tamimiyle müstakil olarak — ve Mezmur ve dualar lisaniyle değil formül ve
muadele diliyle — psikiloji de mâbedin bu kanaatlerini kuvvetlendirir ve
doğruluğunu ispat eder.
Bugünün
psikolojisi, insan ruhunun incelikleri ve komplekslerine yeni ve şaşırtıcı bir
görüş kuvvetiyle meydana çıkardığı hakikatlerle dine yardım edebilir. Beşer
tabiatı hakkında müdafaa kaldırmaz tefsirler kalkmalıdır; iyi hayat yolunda
büyük engeller halinde duran sakat hususiyetler ve vaziyetler kaldırılmalıdır. Din,
hatâlarını kabul etme cesaretini göstermeli, sonra da, daha mesut ve aklen daha
hür bir beşeriyet kurmak yolunda büyük nüfuzunu kullanmalıdır. Bunun gibi, din,
psikoloji lâboratuvarı âletlerini kabul edecek tevazuu göstermeli ve bunun
yardımıyla insanoğlu, elinde tuttuğu bütün kudrete rağmen, saadet ve huzurdan
niçin bu kadar uzaktır, muammasının, bu büyük nihaî muammasının kapısını
zorlamalıdır.
Bu
asır psikolojisinin yeni keşifleri bu muammanın kısmen halline yardım edebilir.
Eğer insan, gücün üstünde taleplerde bulunan bir vicdanın işkencesi altmda
olursa; eğer meşru bir nefis sevgisi sanatını hiç bir zaman öğrenmemiş, zorba,
haris, doymak bilmez bir benlikçiliğe esirse; eğer, boş iç korkularının
şevkiyle hareket etmiş, hiç bir zaman kederle samimî olarak yüz yüze gelmemiş
ve bu hissin üstüne çıkmamışsa; eğer olgunluktan kaçınıyor, olgun insan
mesuliyetini yüklenmek istemiyorsa, böyle bir adam kendisi için iyi bir hayat
yahut da başkaları için Allah’a yakışır bir topluluk hayatı kurulmasına nasıl
yardım edebilir?
Böyle
bir adam dünyada huzur nedir bilebilir mi? Yahut ta gökler melekûtuna erişmeyi
emel edinebilir mi?
Dinî
idealleri ful sahasına nakletmekten insanları her zaman menetmiş olan hissî
yasakları ve çarpıklıkları, ilk defa oarak şimdi dinamik psikoloji vasıtasiyle
anlıyabiliyoruz. Bugün insanları hürriyete kavuşturmağa bavlıyacak kadar
malûmata malik bulunuyoruz. Bunu kendimizde tecrübe ederek işe başlıyalım;
dinin yardımıyla, yeni bir ahlâk «evamir» ini kalblerimize yazalım:
Saklı iç duygularından korkmayacaksın.
Kendine hürmeti öğrenecek, sonra da komşunu kendin gibi
seveceksin.
Iç üzüntüsünün üstüne çıkacaksın, ve kendi hakikî cesaret ve
iktidarını tanıyacaksın.
Keder karşısında ümitsizliğe düşmeyeceksin.
Kalbindeki kederi inkâr etmeyeceksin. Kederin etrafında
dolambaçlı yol yapmayacaksın, kederin içinden geçeceksin, ve insan
arkadaşlığının ve his iştirakinin yardımıyla kederden üstün çıkacaksın.
Hakikate daima hürmet edecek ve bunu bütün yakınlarına, çocuğa
da, kendi kardeşine de şefkatle ve münasip şekilde söyleyecek ve hakikat
vasıtasıyla şifa ve kurtuluşa erişeceksin.
Gönlünü araştırıp olgunluğa uymayan çocukluk tecrübelerinin
izlerini bulacaksın. Hürriyetten kaçışları, olgunluktan kaçışları, kendine
lâyık görmeyip reddedeceksin. Beşer kardeşlerinle beraber olgun bir müsavat
dünyası kuracaksın.
Seni Allah’tan uzak tutan sahte şüpheleri ve çocukça sinirliliği
kalbinden söküp atacaksın. Kendi hissî yaraların ve ruhî berelerin için Allah’ı
kabahatli tutmayacaksın. jeni Allah’ın huzuruna götürecek yolu tıkayan
çarpıklıklardan kendini kurtaracak ve bu kurtuluşla nihayet onunla alâkaya
gireceksin.
Hakikatin kaynağı o, insana huzur veren O’dur.
[Muharrir,
bundan on iki yıl kadar evvel Ömrünün en faal ve müsmir devresinde hayata
gözlerini yummuştur. S. H.]
Dr.
Joshua Loth Liebman Yalnız Boston’da Temple İsrail’in hahamı değil, Amerika’nın
ileri gelen radyo vaizlerinden biridir. Son yedi sene içinde NBC, ABC ve CBS
radyo geniş sistemlerinde verdiği vaızlar binlerce insanlara ulaşmıştır. Her
Pazar günü radyoda altı New England devletine yaptığı konuşmaların bir
milyondan fazla dinleyicisi vardır.
Son
bir kaç sene içinde Dr. Liebman, Harvard, Cornell, Vassar, Dartmouth,
Wellesley, Smith ve başta gelen daha başka Amerikan Üniversitelerinin vaizi
olmuştur. Andover Newton Theological Seminary’sinde Yahudi felsefesi ve
edebiyatı profesörüdür. Zannedildiğine göre, bir Hıristiyan teoloji kolejinde,
Hıristiyan vaizlerine Judaizm öğretmek üzere davet olunan ilk haham, Dr. Liebman
olmuştur.
Dr.
Liebman Kudüste İbrani Kolejinde, ve Amerikanın Cincinnati şehrindeki «Hebrew
Union College» te Yahudi felsefesi tahsil etmiştir. Bir kaç yıldan beri
Massachusetts «Vaizler Komitesi» reisidir. Harp senelerinde «Ordu Dinî
Faaliyeti» cemiyetinin faal bir âzası idi.
Kaynak: Kalb Huzuru (Peace Of Mınd) Yazan: Dr. Joshua
Loth Lıebman Çeviren : Sofi Huri
Amerikan Borci Neşriyat Dairesi 1962, İstanbul
Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.
Yorumlar