Print Friendly and PDF

KARDEŞ KAVGASI / Nikos KAZANCAKİS

Bunlarada Bakarsınız



Alper Gürkan - 26 Mart2012
 ”Benliğindeki hırs ve haset ona kardeşini öldürmeyi kolaylaştırdı, böylece onu öldürdü.  Bu yüzden hüsrana uğrayanlardan oldu.” (Kur’ân-ı Kerim- Mâide,30)
İktisadî Savaşlara Minimalist Bir Bakış
Tarihten aktarılanlardan anladığımız kadarıyla kardeş kavgası, tarihin başlangıcından bugüne dek gelen ve muhtemel istikbâl de bizleri bekleyen bir olgudur. Temelde teorik -ve imanın bir konusu- olarak aynı anne-babaya dayanan insanlığın kendisiyle her mücâdelesi bir kardeş kavgası olsa da bu ifadeyle kastedilen elbette daha yakın bir irtibattır: Din, ırk, akrabalık yâhût yurttaşlık gibi kurbiyyet bağıyla kardeş olanların muhtelif sebeplerden türeyen ürkütücü ve hazîn kavgasıdır.  
Bildiğimiz ilk kardeş kavgası, Âdem (aleyhisselâm)’in devrinde vuku’ bulur. Mâide Sûresi’nde Kabîl’in, kardeşini benliğindeki hırs ve haset duygusunun ağırlığı altında öldürdüğü yazar. İbn Kesir’in ve Taberî’nin naklettiği rivâyetlerden öğrendiğimize göre Kabîl, Allah Teâlâ’nın ve babasının emrine muhâlefet ederek Hâbîl ile evlenecek olan öz kardeşini elde etmek için insanlığın ilk cinâyetini işlemiştir. Kabîl’in zâhiren açığa çıkan hırs ve hasedi, “güzel olana” kendisinin lâyık olduğu kabûlündendir. Ayrıca, bu sorunun çözümü için kurbân vermesi gerektiğinde “gurur”u nedeniyle hayvancılıkla meşgûl olan ve koyun ya da keçilerinden en güzelini rızâyla kurbân eden Hâbîl’den bir hayvan almak yerine tarlasının en bayat ekinini râzı olmadan kurbân eder. Hâbîl’in kurbânı kabûl edilince de “kışkançlık”la isyân eder. (İbn Kesir,1989:2201-2205; Köksal,2005:50-54)
Kardeşler arasındaki kavgaların nedenleri için ferdî gerekçelerden öte beynelmilel ve müşterek bir sebep arandığında bunun, iktisâdî bir temele oturtulabileceği ileri sürülmüştür. Meselâ Gökçe Fırat konumuzla alâkalı olarak, Hâbîl ile Kabîl’in da’vâlarını, “bir devlette iki farklı ekonomik sistem olamayacağı, yerleşik tarım (mülkiyete dayalı) ve göçebe-hayvancı (komünal) ekonomik sistemler için mücâdele edildiği, aralarındaki kavganın üretim tarzlarının bir çatışması olduğu” şeklinde nitelemiştir. (Fırat:2009) Diğer taraftan Ali Şeriati, Âdem (aleyhisselâm)’in çocuklarını Rousseaucu bir anlayışla, özel mülkiyet etrafında gelişen bir çatışmanın tarafları olarak görmüş ve mes’eleyi ilerlemeci bir tarih felsefesiyle açıklamaya çalışmıştır: “Üretim kaynakları üzerindeki ortak mülkiyet dönemi- yani çobanlık, avcılık, balıkçılık dönemi- ve kardeşlik ruhu, gerçek inanç sona ermiş; yerine tarıma dayalı ekonomisiyle hilekârlık ve başkalarının hakkına saldırmaktan çekinmeyen özel mülkiyet dönemi başlamıştır.” (Şeriati,1985:99-100,Akt.:Bergen,2012)
Nikos Kazancakis, Kardeş Kavgası‘nda her ne kadar özelde bu mevzuu ele almıyorsa da genel olarak iktisâd üzerinden bir ayrışmanın yaşandığı Yunan İç Savaşı’nda bir köyü anlatırken binlerce yıllık bir hikâyeye değinmektedir. Şahsına münhasır bir üslûbla değerlendirdiği ve tenkid ettiği Hıristiyanlığı eserlerinin art alanına yayan Kazancakis, tarihi okumada çok zaman yalnız kalmış ve inançlarını bugünün gerçekliğinde imtihan etmeye gayret göstermiş bir yazardır. Bu yüzden aforoz edilse de İncil ve İsa (aleyhisselâm)’ya inancını yitirmediği ve fakat inanç husûsunda kendisini lâ’netleyenlerden farklı bir tarafa yöneldiği anlaşılıyor. Yeniden Çarmıha Geriliş“te yortu sebebiyle İsa (aleyhisselâm)’yı canlandıran Manolios’un ağzından dökülen isyân, Kazancakis’in din ile ideoloji arasında keşfettiği, kendine mahsûs bir sadâdır: “Eğer İsa bugün, böyle bir yeryüzüne inseydi, omzunda ne taşırdı sanıyorsun? Bir haç mı? Hayır, bir teneke benzin!” Ki o, zenginlerin evini yakmak içindir. (1998:406)
Nihâyetinde Kazancakis, reel sosyalist düzeni yerinde görmüş ve eleştirmişse de tıpkı İncil’e olan inancını yitirmediği gibi komünal hayata olan inancını da yitirmemiştir. Bu yönden yaşarken basıldığını göremediği Kardeş Kavgası romanı, onun son kitabı olması hasebiyle de fikriyâtını ikmal edici bir romandır diyebiliriz. Kardeş Kavgası; savaş yıllarında hem İsa (aleyhisselâm)’nın hem de sosyalizmin hitâb ettiği kalabalıkların, halkın vaz’iyyetine değinir. Bir köy üzerinden minimalize edilmiş olan savaş sürecinde iki taraf arasında kalmış ve yorgun düşmüş halka samîmiyyetle yaklaşan tek kişi belki de Papaz Yannaros’tur. Her iki tarafın da geçmişte aynı köyde bir arada yaşadıklarına şahitlik etmiş olan papaz, onların birbirilerine karşı düşmanca taraflar seçmesini ve birbirlerine karşı insaniyyet dışı taarruzlarını eleştirir ve herkesi barışa dâ’vet eder. Köy iki güç tarafından da üçer kere ele geçirilmiş ve “Kızıllarla Karalar, arkalarında külden başka bir şey bırakma[mışlardır].” Bu maksatla her iki tarafın da içine girip çıkan Papaz Yannaros, tabîatiyle iki taraf için de şüpheli ve riskli birisine dönüşür. Kimse ona i’timâd etmek istemez.
Romanda konu edilen ve 1946-49 yılları arasında cereyân eden Yunan İç Savaşı iktisâdî temelden yükselen bir çatışmadır. II. Dünya Savaşı’nda Nazi’lerce işgâl edilen Yunanistan’da kurulan sol tandanslı Ulusal Halk Kurtuluş Ordusu (ELAS) ile sağcıların desteklediği Yunan Ordusu arasında geçen bir mücâdeledir. Her ne kadar savaş bu haliyle bir iç savaşsa da Yunan toprakları, sağcıları İngiltere ve ABD’nin desteklemesi ve solcuları da Yunanistan’ın kuzey komşuları (Yugoslavya, Bulgaristan, Arnavutluk) ile Sovyetler Birliği’nin desteklemesi sebebiyle, Soğuk Savaş’a hazırlanan dünyanın bir güç yansımasına sahne olmaktadır.
Düşük yoğunluklu olarak uzun yıllar kadar süren savaşın esas mihverde sona ermesi için 1947′de başlayan Amerikan yardımlarının/Truman Doktrini’nin doğrudan etkisi söz konusudur: II. Dünya Savaşı’ndan sonra muzaffer Batı koalisyonu Avrupa’nın her yerine “demokrasi götürmek” için harekete geçmiş ve bu arada Türkiye’ye “çok partili rejim”in dayatılması gâyesine koşut olarak Yunanistan’a da Sovyetler’den uzaklaşması maksadıyla yardımlara başlanmıştır. Walter Lippman, 1 Nisan 1947 tarihli Newyork Herald Tribune’de bunu açıkça söylemektedir: Türkiye ve Yunanistan’ı gerçekten yardıma muhtaç oldukları ya da demokrasi modeli teşkil ettikleri için seçmedik. Bu ülkeleri Sovyetler Birliği’nin kalbine ve Karadeniz’e açılan stratejik kapılar olduğu için seçtik.” (Avcıoğlu,1969:249) Nitekim tarafları birilerinin beslemesine sebep olan iradesizlik, aynı kardeş kavgasında Türkiye’nin de uzun yıllar devam edegelen tecrübelerine sebebiyet vermiştir, vermektedir.
Papaz Yannaros, sağ ve sol arasındaki bu kardeş kavgası şeklinde Kabîl ve Hâbîl’den beri tecellî eden güç mücâdelesinin ortasında yapayalnızdır. “Sessiz ve yaralarla kaplı, ay ışığında yatan bir şehit azize” gibi gördüğü Yunanistan’ı “zafer ve açlık” arasında bir gel git içinde görür. Bu gelgitin mağdûru olan halkının yalnızlığıyla kendisininkini bir sayıp, onlara karşı sonsuz bir şefkat besler. Ülkenin geleceğini belirleyecek olan iki iktisâdî düşüncenin kılıçlarının gölgesinde Hıristiyanlığın temsîli olan diğer din adamlarından da bir hayr görmez. Onlar da kendilerini şartlara uydurmuş ve kendi ikbâllerinin, çıkarlarının peşinde dolaşır olmuşturlar. Bu yüzden tanrının ona net bir şey söylemesini, haklı olanın kim olduğunu apaçık bir şekilde göstermesini ister, duâ’ eder.
Yannaros nihâyetinde tanrıyla konuşur da! Tanrı onu Kızılların ordugâhına götürür ve ona halkı ayaklanmaya dâ’vet etmesini ilhâm eder. Orada köy adına çocukluğunda kendisinin talebesi olan Komutan Drakos’la görüşüp bir anlaşma yapar. Kızıllar gelip köyü teslim alacaklar ama anlaşma gereği kimsenin canına da malına da halel gelmeyecektir. Buna göre Yannaros, bir orta yol, barış yolu üzeredir: Köyünü Kızıl ve Kara iblisten sakınmaktadır. Fakat bunu köylülere ilettiğinde köyün zenginleri anlaşmaya i’tirâz edip Yannaros’u ihânetle suçlarlar ve durumu askerlere bildirirler. Sonra Kızıllar dağdan köye gelirler: “Size önce düzen ve adâleti getireceğiz, özgürlük bunların üstüne inşa edilecek” derler.
Bu noktaya kadar Kazancakis, 1960′larda bilhâssa Latin Amerika’da ortaya çıkan ve marksizmle Hıristiyanlığın temelde birleşebileceği ve müşterek bir sahada insanlığa uzanabileceği varsayımı ile hareket eden Kurtuluş teolojisi için fikir babası gibi durmaktadır. Fakat Papaz Yannaros için tasarladıklarını gördüğümüzde bunun pek de mevzûbahis olmayacağının işâretlerini de bulmak mümkündür. Kardeş Kavgası‘nın yazarı, sâfiyâne hislerle köye dâ’vet edilen Kızılların temsîl ettiği ideolojiyi eleştirmekte ve onları çatışmanın bir kutbu olup halka zarar verdikleri için itham etmektedir. Köylü için vaad edilen hürriyet, düzenin yerleşmesinden, adâlet adı altında yapılacak bir hesaplaşmadan sonraya planlanmıştır çünkü. Üstelik bu sebepten ötürü düzen, tanrıyı tahtından indirip insanların akıllarını özgürleştirmeyi de öne almaktadır. Yannaros, alnına isâbet eden bir kurşunla kollarını iki yana açmış bir halde ölene kadar askerî birlikler de köye gelirler ve tüm iç savaş ve tabîî Soğuk Savaş bu küçük köyde yeniden kurgulanır.
Bugünden baktığımızda Kabîl ile Hâbîl arasındaki kavgada; Kabîl’in, insanlığın uygarlık-kapitalizm yolunda yürümesini tahkîm ettiğini söylemek mümkünse de Hâbîl’in ona karşı bir mukâvemet göstermediğini ve “Sen beni öldürmek için elini uzatsan da, ben elimi öldürmek için sana uzatacak değilim!” (Mâide:28) diyerek iktisadî bir savaş için bir murakabeye dâhil olmadığını vurgulamak da gerekmektedir. (Bergen,2011) Kardeş Kavgası‘nın sonu itibariyle Hâbîl’in yeniden öldürülmesi olarak da okunabilecek olması, romanlarında dar bir mekân üzerinden evrensel gerçeklere uzanmaya gayret eden Kazancakis’in insanlık için istediği son değildir.
Kardeş Kavgası, Nikos Kazancakis; (Çev.:Aydın Emeç), Can Yay., 3.Basım, 1985, İstanbul.



Kaynakça
Avcıoğlu, Doğan (1969); Türkiye’nin Düzeni-(Dün-Bugün-Yarın), Bilgi Yay., Ankara.
Bergen, Lütfi (2012), Ali Şeriati’yi Eleştirmek, http://www.aliseriati.com/kitaplar.php?Makale_id=434&Kat_id=24, Erişim: 09.03.2012
Bergen, Lütfi (2011); İsyan Dirliğe-Anadolu’da Yerli Olmak, Ebabil Yay., Ankara.
Fırat, Gökçe (2009); Aleviler ilerici Sünniler gerici mi?, http://www.turksolu.org/239/index.htm, Erişim: 08.03.2011
İbn Kesir, (1989); Hadislerle Kur’an-ı Kerîm Tefsîri, (Çev.: Dr. Bekir Karlıağa, Dr. Bedrettin Çetiner), Çağ Yay., İstanbul.
Kazancakis, Nikos (1998); Yeniden Çarmıha Geriliş; (Çev.: Gülen Aktaş), Oda Yay., İstanbul.
Köksal,M.Asım (2005); Peygamberler Tarihi I.Cilt, Türkiye Diyanet Vakfı Yay., İstanbul.
Hulûsi, Ahmed (2011);Allah İlminden Yansımalarla Kur’ân-ı Kerîm Çözümü, Kitsan Yay., 4.Basım, İstanbul.
Şeriati, Ali (1985); Toplumbilim Üzerine, Bir yayıncılık.
Erişim:
http://www.derindusunce.org/2012/03/26/kardes-kavgasi-nikos-kazancakis/

Aziz Francesco [Assisili Francesco]  “O PHTOKHULİS TU THEU” [Allah’ın Garibi/ Allah’ın Fukarası],
 Nikos KAZANCAKİS
Aziz Francesco anlatıyor.
"Vaktiyle bir zahit varmış,"
"Yıllardır Tanrıyı görmek ister, bir türlü göremezmiş. Hep önüne bir şey gelir, göremezmiş. Zavallıcık ağlar, bağırır, yalvarır­mış; ama hep boşunaymış! Tanrıyı görmesine neyin en­gel olduğunu anlayamazmış bir türlü. Ama günün bi­rinde sevinç içinde yatağından sıçramış. Bulmuş! Öte­berisi içinde pek sevdiği bir şeyi, güzel, süslü bir testi­ciği varmış, oymuş nedeni. Testiyi aldığı gibi param­parça etmiş. Sonra gözlerini yukarı kaldırmış ve ilk kez Tanrıyı görmüş..." sh: 165
**
Vaktiyle bütün ömrünü mükemmelliğe erişmek için çalışarak geçiren bir zahit varmış. Varını yoğunu yok­sula dağıtmış, çöle çekilmiş ve gece gündüz Tanrısına dua etmiş, sonra eceli gelmiş. Cennete çıkıp kapısına vurmuş. 'Kim o?' diye bir ses gelmiş içeriden.
"Ben!" demiş zahit.
'Burada iki kişiye yer yok!' demiş ses. 'Git buradan!'
Zahit gerisin geri yeryüzüne dönmüş, çabasına ye­niden başlamış: yoksulluk, oruç durmadan dua ve ağ­lama. Eceli yeniden gelmiş ve ölmüş. Yeniden çalmış Cennetin kapısını. 'Kim o?' demiş aym ses.
'Ben!' demiş.
'iki kişiye yer yok burada. Git buradan!' olmuş ce­vap.
Zahit kurşun gibi yeniden yeryüzüne inmiş ve kur­tulmak için, eskisinden daha büyük çabayla aynı şeyle­re sarılmış. Yaşlanıp, yüzünü bulduğunda, yine ölmüş. Yeniden çalmış Cennet kapısını. 'Kim o?' demiş ses.
'Sen Rabbim, sen!'
"Cennet kapısı açılmış, o da içeri girmiş!" sh:252

**
"Aman dikkat, Kardeşim,"
"Şeytan şapka olup başına oturmuş olamaz mı? Aman dikkat, bayır aşağı yuvarlamasın seni. Bugün şapkayken, yarın elbi­se kılığına girebilir, sonra derken kardeşleri istemezsin, en sonunda da Tanrıya 'seni istemiyorum' dersin." Sh:167
**
"Duyduğun sesin Tanrıdan geldiğini kesinlikle bile­bilir misin? Dua ederken kendi sesimizi duyup, Tanrı­nın sandığımız durumlar az mıdır; baştan çıkarıcı Şey­tanın Tanrı kılığına büründüğü, onun sesiyle konuştu­ğu, böylece ruhlarımızı yanlış yollara saptırdığı az mı görülmüştür. İncil’e el basıp dua ederken, işittiğin ses­lerin hangisinin kendinden, hangisinin Tanrıdan geldi­ğini söyleyebilir misin?" sh:179

Cennetten maksat nedir?
Salt mutluluk değil mi?
Ama kişi gökten bakar da, kardeşlerini Cehenneme batmış görürse, na­sıl mutluluk duyabilir ki?
Cehennem varken, Cennet nasıl varolur?
Bu yüzden diyorum ki - bu yüreklerini­zin derinlerine işlesin, ya hepimiz kurtulacağız, ya he­pimiz birden Cehennemi boylayacağız. Dünyanın öte­ki ucunda biri öldürüldü mü, biz de öldürüldük de­mektir; bir kişi kurtulursa, biz de kurtulduk demektir." Sh:315
**
Ne korkuyorsun? Tan­rıdan daha basit, daha iç serinletici, insanoğlunun du­daklarına daha iyi yakışan ne var ki?"sh:24


Kaynak:
Nikos KAZANCAKİS, [Allah’ın Garibi/ Allah’ın Fukarası], Orijinal İsmi “O Phtokhulis Tu Theu”, Çeviren: Ender Gürol, İz Yay. 2008, İstanbul

AZİZ FRANCESCO [Assisili Francesco]  “O Phtokhulis Tu Theu”
Aziz Fransua, tahminen 1182 yılında, Pietro Bernardone ve Madam Pica'nın oğlu olarak İtalya'nın Assisi kasabasında dünyaya geldi. Babası Fransa'yla kumaş ticareti yaptığı için, küçük yaşlarından itibaren Fransua takma adıyla çağrılmaya başlandı. Pietro Bernardone ortaçağ İtalya'sının gelişmekte olan iş dünyasına üyeydi ve çok başarılı bir kumaş taciriydi. Ailesine oldukça rahat bir yaşam hazırlamıştı ve ailenin işini Fransua'nın devam ettireceğini umuyordu. Böylece kasabada ailenin şöhreti artacaktı. Fransua'nın ordunun gereksinimlerini karşılamak üzere malzemeleri alıp orduya hizmet etmek üzere savaşa gitmesine çok sevinmişti.
Fransua'nın askerlik hayatı çok kısa sürdü. Yaklaşık bir yıl boyunca savaş esiri olarak tutuklu kaldı. Bu dönemin sonunda Assisi'ye zayıf güçsüz ve tamamen değişmiş bir insan olarak döndü. Esir olduğu dönem boyunca içinde bulunduğu zorunlu yalnızlık O'nu geleceği hakkında sorular sormaya zorlamıştı. Evinde toparlanmaya çalıştığı dönemde bu sorular üzerinde düşünüp taşınmaya devam etti. 1205 yılında bir gün, düşünmeyi bırakıp Assisi'de bir tepenin üzerinde harabe halinde bulunan Aziz Damian Kilisesi'ne dua etmeye gitti. Burada yaşadığı mistik tecrübede haçın üzerinde bulunan Mesih İsa onunla konuştu ve şu buyruğu verdi: "Fransua, yıkılmaya yüz tuttuğunu gördüğün bu kilisemi tamir et." Fransua, bu buyruğu harfi harfine yerine getirmesi gerektiğini düşünerek, dua ettiği yerden başlamak üzere kiliseyi yeniden inşa etmeye koyuldu.
Babası bu davranışını onaylamıyordu. Özellikle Fransua, kilisenin onarımı için gereken fonu oluşturmak için babasının mallarını satınca öfkelendi. Babası tarafından episkoposun karşısına çıkarılan Fransua, tek gerçek babasının Tanrı olduğunu ve kendisini episkoposun ellerine güvenle bıraktığını açıkladı.
Assisi'nin parlak çocuğu Fransua'nın bu garip davranışı birkaç gülümseme ve biraz alaydan daha fazla bir aşağılanmayla karşılandı. Fakat aynı zamanda bu yiğit adamın ne başarmaya çalıştığını anlamaya çalışan Assisi ve civarında yaşayan insanları harekete geçirdi. Kilisenin tamirinde Fransua'ya yardım etmeye başladılar. Bu işleri yaparken, bir yandan da giderek toplum dışına cüzamlı gibi itilmiş olan kimselere özellikle yardım etmeleri gerektiğinin farkına varmaya başladılar.
Gruba katılanlar her geçen gün artıyordu. Fransua, öğretilerinde sapkınlığa düşerek Kilise'den kopan gruplardan haberdardı. Bu nedenle 1210 yılında o ve takipçileri yaşamayı seçtikleri bu sade yolun Papa Innocence 3. tarafından onaylanmasını istemek üzere Roma'ya gittiler. Papa'nın onay verme konusunda bazı kuşkuları vardı, ancak bir rivayet gördüğü bir rüyanın, Papa'ya bu yaşam biçiminin İncil'in bire bir takibi olduğunu görmesine yardımcı olduğunu aktarır. Böylece Fransua, tüm kilisenin "tedarikçisi" olmuş oldu.
1210 yılında Fransua'nın yaşam tarzı Papa'dan sözlü onay aldı. Hemen takip eden yıllarda henüz Fransua hayattayken binlerce kadın ve erkek bu harekete katılarak olağanüstü bir büyümeye neden oldular.
Fransua ve erkek kardeşleri küçük gruplar halinde "esenlik ve iyilik" dileyerek insanları tövbeye çağırıyor ve Mesih İsa'nın İyi Haberi'ni duyuruyorlardı. Bir süre sonra geri dönüp topluca bir duadan sonra deneyimlerini paylaşıyor ve kendi yaşam yollarında yenileniyorlardı. Bu misyon hareketinin ilk dönemlerinde Fransua'nın bizzat kendisi Doğu Sultanı'nın huzuruna çıkıp bu ilanı yapmıştı. Bu dönem tarikatın ilk şehitlerini de beraberinde getirdi. Aziz Bernard ve arkadaşları Fas'ta şehit edildiler. Bu olay Padovalı Aziz Antuan'ın rahipliği seçmesi için esin kaynağı oldu.
Bu arada Assisi'li genç bir kadın olan Klara, tanrısal bir yaşam biçimi arıyordu ve Fransua tarafından kabul edildi. Klara ve kızkardeşlerine, kontemplatif bir yaşam sürmeleri için, restore edilmiş olan Aziz Damian Şapeli verildi.
Bu Aziz Fransua'nın 2. tarikatıdır ve Klaritenler oalrak bilinir. Bu arada, ailelerinin sorumluluklarını taşıdıkları halde Fransisken yaşamı yaşamak isteyen pek çok kişinin bulunması nedeniyle Fransua 3. Tarikat veya Seküler Fransisken Tarikatı olarak bilinen yeni bir Hayat Kuralı'nı yazdı. Bu yaşam tarzı halen 21. yüzyılda devam etmektedir.
Fransua'nın yaşamının pek çok bölümü gayet iyi biliniyor. Fransua'nın tüm isteği Tanrı'nın yeryüzüne gönderdiği Oğlun'da bulunan sevgisini tecrübe etmekti. Böylece 1223 yılı Noel arifesinde Greccio kasabasında ilk kez Mesih'in doğduğu yemliği tasvir eden kreşi kurdu. Bu şekilde halk, Beytlehem'deki mucizeyi daha iyi anlayacaktı. 1224'te Verno Dağı'nda dua ederken, Fransua ellerinde, ayaklarında ve böğründe Rabbimizin çektiği acıların işaretini aldı. Bu Stigmata mucizesiydi. Bundan sonra, tüm yaratılışa duyduğu sevgiyi anlatan, Tanrı'nın iyiliklerini tanıttığı "erkek kardeşim güneş"; "kızkardeşim ay" gibi betimlemelerin bulunduğu "Yaratılışın Ezgisi" ni tamamladı.
Fransua'nın yeryüzündeki yaşamı 3 Ekim 1226 akşamında son buldu. Çektiği acılardan sonra, Assisi tepesinin eteklerinde "Meleklerin Hanımefendisi Şapeli"nin dışında kuru toprağa yatırılmayı istedi. Orada ruhunu Göksel Peder'e teslim etti..
İki yıl sonra 1228'de Fransua, aziz ilan edildi. Aynı yıl, Assisi'deki bir mezar yapılması için çalışmalar başladı. 1230 yılında Fransua'nın kemikleri bugün Aziz Fransua Bazilikası olarak bilinen kiliseye taşındı. Halen dünyada en çok bilinen haç yerlerinden biridir. Bugüne kadar Papa 11. John Paul'un de aralarında bulunduğu pek çok Papa tarafından ziyaret edilmiştir.

Assisi’li Francesco’nun Tanrı’yı ararken çektiklerini anlatıyor Allah’ın Garibi’nde Kazancakis. Francesco, gençliğinde zevk ve eğlence düşkünlüğüyle bütün Assisi’de parmakla gösterilen bir delikanlı. Daha sonra Assisi’nin iftihar ettiği bir aziz.
Pencere altlarında sevgilisine serenat yapan aşık Francesco, meyhane arkadaşlarıyla şehirde tertip ettiği eğlencelerle de şöhretli. Fakat bunlar onun kişisel hırsını tatmin etmeye yetmez. Sonunda sırf ün kazanmak için savaşlara katılır ve küstah bir şövalye olarak döner memleketi Assisi’ye. Ve olan olur. İçinde, ta yüreğinde Tanrı’nın sesini işitir ve onu aramaya başlar. Dünyadan el etek çekerek, bütün düşkünlere, bütün yoksullara, bütün günahkârlara gönlünü açıp Tanrı’nın istediği yoldan yürümeye başlar.
O’nun Tanrı’ya götüren yolunda; bedenin istekleri yerine, ruhun istekleri geçerlidir. Açlık, dünya malından vazgeçme, insanın acziyetini kabul ederek nefsi alçaltma gibi zahidane bir yol tutar Francesco. Bütün çektiklerine şahit Leo Kardeş’in ağzından öğreniriz onun macerasını.
Tabiattaki herşeyde Tanrı’nın bir işaretini gören Francesco’yu üzen tek şey Şeytan’ın ayartmalarıdır. Kendi yoluna giren zahit kardeşleri daha sonra açlık, fedakârlık, yoksulluk ve sevgi yolu yerine daha ihtişamlı ve gösterişli bir zahidlik yolu kurmaya çalışır ve Francesco’ nun arkadaşlarını kendi yollarına çevirir. Francesco onda da bir teselli bulur ve bağışlar bir anlamda ihanet eden kardeşlerini. Çünkü o kendi varlığını da bu yolda silmeye uğraşan bir keşiştir ve Assisi’ nin sevgili azizidir.
Bu makale, sadece iki romanı kıyaslamak için yazılmış bir eleştiridir!
Nikos KAZANCAKİS, 18 Şubat 1883’te (o yıllarda hâlâ Osmanlı’ya bağlı olan) “Girit Adası”nda doğdu. 1946’da Zorbayı yazdı (ki daha sonra Anthony Quinn’in muhteşem oyunculuğunu sergilediği bir sinema filmine de konu oldu). 1954 yılında yazdığı Günaha Son Çağrı romanı da (ki Hz. İsa’nın son günleri için geleneksel inancın dışında bir kuram geliştirmiştir) Hıristiyanlık dünyasında derin tartışmalara ve aynı isimle çevrilmiş bir sinema filmine konu olmuştur. Yazar’ın ilk kez 1957 yılında yayınladığı ve Türkiye de “Allahın Fukarası” ismi ile de tanınan “Allahın Garibi” Romanını 1990 yılında (yani tam 21 yıl evvel) okumuş ve çok etkilenmiştim.  Geçtiğimiz aylarda tekrar okuduğum Roman, bu sefer sadece derin duygusal anlatımları ile değil, Katolik Hıristiyanlığın duygu ve düşünce sistematiğini anlamada da rehber olarak saygımı kazandı.
“Allah’ın Garibi” Romanı, 1181-1226 yılları arasında İtalya’da yaşamış olan Assis’li Aziz Francesco’nu hayatından yola çıkarak (ABD sınırları içindeki “San Francisco” şehri de ismini bu Azizden almıştır) bir Hıristiyan Mistiğinin hikâyesini efsaneye dönüştürüyor. Bu romanı ilk okuduğum günden beridir, bizim topraklarımızda yetişmiş İslam Mistikleri’nin de usta edebiyatçılarımız tarafından yazılmış romanlarının olmamasına üzülmüş ve bu tür Türkçe romanların da yazılmasını arzulamıştım; ama ilerleyen yıllardaki Elif Şafak’ın Aşk” Romanı ile yapmaya çalıştığını iyi niyetli bulmadım. Sinan Yağmur’un kitapları ise zayıf edebî yönü ve dinî vurguların telaşıyla öne çıkıyordu.
Geçenlerde uğradığım bir kitapçının raflarındaİskender Pala’nın “Odisimli romanını görür görmez aldım; çünkü bu romanın ana konusu “Yunus Emre idi ve benim de en sevdiğim Mistik Karakterlerden biriydi. Yunus Emre’yi çok sevdiğim için Romanı bir solukta okudum desem abartı olmaz; ama aradığım edebî lezzeti bulabildim mi, emin değilim.  Özellikle Yunus şiirlerinin daha çok ve daha uygun biçimlerde sunulmasını isterdim. Yunus Emre’yi, Aziz Francescoya da büyük saygı duymakla beraber, hiçbir Hıristiyan Mistiği ile kıyaslayamam bile; ama bu iki yazarın romanını kıyasladığım da, Kazancakis’in romanı hâlâ ağır basmakta.
Varoluşçu Felsefe'ye göre temel korkularımızı oluşturan 4 ana gerçek:
  1. Ölüm gerçeği;
  2. Yaşamı gerçekte kendi irademiz ile biçimlendirme özgürlüğü;
  3. Nihai yalnızlık
  4. Yaşamın belirgin bir anlamdan yoksun oluşudur.
Hangi inanç sistemi içinde olurlarsa olsunlar, Mistiklerin temel yaklaşımlarında bu dört gerçekliğe karşı çıkmaları ve bunların neden olduğu korkuların üstesinden gelme çabaları hissedilir. Bir Yaratıcı tarafından sürekli gözetilip korundukları inancı, onlara göre özel olduğumuzun kanıtıdır. Mistikler, bu üstün güç ile kaynaşmaya çalışarak varlıklarını onun içinde eriterek kendi benliklerini yok etmek isterler; çünkü bu sayede hem ölümsüzlüğe erişecekler hem de nihai yalnızlıklarına son verebileceklerdir. Ve yaşam, asla bir anlamdan yoksun değildir!
Katolik Hıristiyanların Tanrısı, İslam Tanrısına göre daha katı olduğu için, Aziz Francesco’nun kendi bedeni üzerinde yaptıkları inanılmaz boyutlarda bir eziyete ulaşır. Her türlü dünyevî nimete kapalı bir yaşamdır bu ve bazen kitap yakmaya kadar varan, kadınları aşağılayan güçlü dogmatik uygulamaları vardır. Bizim Yunus ise, insan ve evreni daha hümanist bir platformda birleştirameye çabalar. Nefsi terbiye etmeye çalışır ama bedenine işkence etmez." Mana" gözünü açar ama maddeden geçmez. Edebî platformda Aziz Francesco’nun tüm efsanevi hikâyesine rağmen, öbürü yine de bizim Yunus’umuzdur; sımsıcak ve samimi. Ve tüm Mistikler gibi her ikisi de SEVGİ üzerinde birleşirler. Bu iki kitap, sizlere yeni bakış açıları kazandırabilecek eserler olması itibariyle de önemlidir. Bol okumalı günler diliyorum.
Murat Kartal / 21/10/2011
http://tr.wikipedia.org/wiki/Nikos_Kazancakis

Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.

Benzer Yazılar

Yorumlar