KARL POPPER YÜZYILIN MİRASIYLA YİNE YOLUMUZU AYDINLATIYOR
Karl Popper 1920’de Viyana da doğmuş ve
1937’ye kadar orada yaşamış, hayatını 20. Yüzyıl’ın en büyük filozoflarından
biri olarak 1996’da tamamlamıştır. Popper pek çok alanda çoğu filozofu kıskandıracak
kadar etkili olmuş ve fikir ve düşünce tarihinde unutulmaz izler bırakmıştır. Popper’ı unutulmaz yapan vasıflarından en önemlisi, onun
20. Yüzyıl’ın totaliterizmine entelektüel alanda kafa tutan bir filozof
olmasıdır. O, bu bakımdan, F.A. Hayek ve A. Rand gibi iki büyük yazarla
birlikte saygı ve minnetle anılması gereken isimlerden biridir.
Popper’in ilk gençlik yılları dünyanın
bunalımlı dönemlerinden birine tesadüf etmiştir. I. Dünya Savaşı, yoksulluk,
ekonomik depresyon, önce komünizmin, ardından faşizm ve nasyonal sosyalizmin
yükselişi... Bütün bunlar Popper’in hem karakterinin hem de fikirlerinin
oluşum ve gelişimini etkilemiştir.
Popper 1928’de doktorasını metodoloji ve
psikolojide aldı. 1934’de çığır açıcı eseri Logik der Forschung u yayınladı.
Bu eser Viyana çevrelerinde hüküm süren pozitivizme kuvvetli bir reddiyeydi.
Popper pozitivizmin bilimsel metod anlayışını bu eseriyle çökertti. Pozitivist
anlayışa göre, bilim, bir hipotez ortaya koymaya, sonra bu hipotezin empirik
olarak doğrulanmasına ve sonra bu hipotezle tekil örneklerin açıklanmasına
dayanmaktaydı. Bu bakış, bilimi, hipotezin empirik enformasyonla
doğrulanmasına bağlamaktaydı. Bugün hâlâ bazı çevrelerde geçerli olan bu
anlayışın zayıflığı şuradadır: Bir hipotezi tam olarak doğrulama imkânı
yoktur, zira, ne yaparsak yapalım, bütün örnekler üzerinde çalışamayız. O
yüzden, bir hipotezi mutlak olarak doğrulamak bir mutlak imkânsızlık
durumudur. Bu yöntemle bilim yapılamaz. Bilim hipotezlerin doğrulanmasına
değil yanlışlanmasına dayanır. Başka bir deyişle bilim “hipotetik-istidlâl”
dir, yani henüz yanlışlanmamış hipotezden çıkarsama yapmaktır. Bir hipotez
yanlışlanana kadar doğrudur ve bir hipotezi mutlak olarak ispadamanın mümkün olmamasına
karşılık onu yanlışlamak mümkündür; zira, ispat bütün durumların, örneklerin
çalışmasını gerektirirken, yalanlama için hipoteze aykırı birkaç örneğin bulunması
kâfidir. Popper bu bakış açısıyla bilim metedolojisinde çığır açmıştır.
1930’lu
yılların başlarında Almanya tarihinin en talihsiz dönemlerinden birine
girmekteydi. Kesin olan Almanya’nın totaliterizmin pençesine düşeceği,
bilinmeyen ise bu totaliterizmin sosyalist mi yoksa nasyonal sosyalist mi
olacağıydı. Nasyonal sosyalistler (Naziler) baskın çıktı
ve Almanya sürade totaliter siyasî, ekonomik ve toplumsal bir yapılanmaya
kaydı. Bu, elbette, Almanya’nın kendisi kadar çevre ülkeleri de etkileyecekti.
Etkilenecek ülkelerin başında Avusturya gelmekteydi. Başka birçok bilim adamı
gibi Popper’a da göç yolları gözüktü. Büyük filozof önce Yeni Zelanda’ya
göçtü. Orada önemli eserler yazdı. Sonra İngiltere’ye geçti. 1946’dan şövalye
ünvanı aldığı 1965’e ve nihayet 1969’daki emekliliğine kadar London School of
Economics’de mantık ve bilim metodolojisi dersleri verdi. Popper İngiltere’deyken
de önemli eserlere imza attı: 1959’da The Logic of Scientific Discovery
(bilimsel Keşiflerin Mantığı), 1963’te Conjectures and Refutations (Varsayımlar
ve Çürütmeler) 1972’de Objective Knowledge: an Evolutionary Approach (Objektif
Bilgi: Evrimci Bir Yaklaşım) ve (Sir John Eccles ile birlikte) The Self and
its Brain (İnsan ve Aklı) ve epeyce gecikmeden sonra 1982’de PostScript to the
Logic of Scientifict Discovery’yi (Bilimsel Keşif Mantığına Dipnot)
yayınlandı.
Popper’in insanlığın düşünce birikimine
katkıları, bilim metodolojisiyle ilgili çığır açan yaklaşımına paralel olarak
devam etti. Bilim metodolojisinden sonra en büyük katkıları siyaset ve tarih
felsefesinde ortaya çıktı. Bu katkılar aynı zamanda, totaliterizme yönelik
büyük bir meydan okumayı ihtiva ediyordu. 1940’lar ve sonrasında,
totaliterizme karşı entellektüel mücadeleye, Viyana’dan arkadaşı F. A. Hayek
ile birlikte öncülük yaptı.
Büyük filozofun siyasi felsefesi 1945’te
yayınlanan Open Society and Its Enemies’dt
(Açık Toplum ve Düşmanları) ve
1944-45’te Economica adlı dergide
yayımlanan ve 1957’de kitap olarak beliren The
Poverty of Historicism (Tarihsiciligin Sefaleti) adlı çalışmasında
şekillendi. Popper, tarihin bir amacının olduğu ve menziline kesinlikle belirli
bazı aşamaları sırasıyla geçerek ilerlediği tezini reddetti. Bu, tabiatıyla,
Comte, Hegel ve Marx gibi filozofların bilim (Comte ve Marx) ve felsefe
(Hegel) olarak ortaya koyduğu amaçlı tarih fikrine meydan okunması anlamına
gelmekteydi. Zaten,
Popper, “bilimsel” olduğunu iddia eden Marksizmin sahte bilim olduğuna işaret
etmekteydi. Bu tür yaklaşımların
insanlığa zararlı neticeler yaratması söz konusuydu. Tarihsiciliğin çıkmazı
fikrini Popper ilk olarak Hayek’ten öğrendi, ama -iki düşünür daha sonra bir
işbirliği yapmışçasına-Popper bu konuyla uğraşmaya devam ederken Hayek başka
alanlara yöneldi.
İki filozofun bir diğer ortaklığı, aşağı
yukarı aynı zamanlarda totaliterizme fikir alanında meydan okuyan iki kitapla
ortaya çıkmalarıydı. Hayek bunu 1944’te yayımlanan Kölelik
Yolu, Popper ise 1945’te basılan Açık
Toplum ve Düşmanları ile yaptı. Açık
Toplum ve Düşmanları’ nda Popper’in eleştiri okları, totaliterizm
teorisyenleri olarak gördüğü Plato, Hegel ve Marx’a yöneldi. Popper Plato’da propagandanın ve totaliter
adaletsizliğin felsefi köklerini, Hegel’de milliyetçiliği, devletin
yüceltilmesini ve devlete tapınmayı, Marx’ta ise yok edici bir sınıf
çatışmasını ve toplumsal dinamizm ve çeşitliliği bastırıcı devrimi buldu.
Popper toplumun bu filozofların sandığı gibi total bir izahının yapılamayacağı
kanaatindeydi.
Bu son tespitten yaptığı doğal bir çıkarsama,
toplumun total bir yeniden düzenlemeye tabi tutulamayacağı, yeniden kurulup
yaratılamayacağıydı. Bunun anlamı Popper’in “toplum nühendisliği” veya “sosyal
mühendislik” dediğimiz sosyal reform yöntemini redetmesi ve onun yerine
“parçalı mühendislik” adı verilen yöntemi kabul etmesiydi. Buna göre, toplumsal
hayat bir anda ve dolayısıyla kaçınılmaz olarak tepeden inme reform teşebbüsleriyle
değil, aksaklıkların parça parça giderilmesi yoluyla daha iyi bir hâle
getirilebilirdi.
Popper’in siyasî düşünceye bir diğer küçük
gibi görünen fakat önemli katkısı, demokrasiyi algılama ve erdemlileşdrme
biçimiydi. O, demokrasinin en büyük faziletlinin kötü yönetimlerden en düşük
mâliyede kurtulmamızı mümkün kılması olduğuna kaniydi. Kesik kafaları saymak
yerine sandığa atılan oyları saymak siyasî yöntemleri değiştirmenin çok daha
iyi ve çok daha düşük maliyetli bir yoluydu.
Popper,
Türkiye’de, büyük ölçüde, Mete Tuncay’ın gayretleriyle 1960’larda tanınmaya
başladı. Ancak, filozof, ülkemizde, entelektüel
muhitlerde, hak ettiği ilgiyi göremedi. Bunu sebebi 1960’lar 70’ler ve hatta 80’ler boyunca
kollektivist sol akımların Türkiye’nin fikir ortamının mutlak hâkimi olmasıydı.
Şimdilerde durum değişmekteyse de, Popper, hâlâ, hak ettiği ilgiyi
görebilmiş değildir. Popper’in Açık Toplum ve
Düşmanları ve Tarihsiciligin Sefaleti
adlı eserleri ancak yıllar sonra Türkçe’ye çevrilmiştir. Türkçe Popper
literatürüne son olarak Hayat Problem Çözmektir:
Bilgi, Tarih ve Politika üzerine eklenmiştir. Yüzyılın Mirası Popper’in yeni bir eseri olarak
Plato Yayınları tarafından Türkiyeli okuyucularla buluşturulmaktadır.
Yüzyılın Mirasının formatı tipik bir kitabınkinden farklıdır.
Kitap çeşitli mülakatların ve konuşmaların derlemesinden oluşmaktadır. Bunun
hem avantajları hem dezavantajları vardır. Filozof burada toplanan mülakatlarında
ve konuşmalarında derin, çetrefil felsefi meseleleri çok basit bir üslupla ve
hızla ele almaktadır. Okuyucuların bu eserle yetinmeyip filozofun diğer
çalışmalarına gitmesi, Popper’ı daha iyi anlamak için şarttır.
Yüzyılın Mirası, Giancarlo Bosetti’nin filozofla yaptığı
mülakatların ve bazı konuşmaların derlenmesiyle oluşmuştur. Bosetti bir
sosyalisttir; bu, filozofa sosyalizm hakkında sorulan sualleri ve O’nun
cevaplarını daha da ilginçleştirmektedir. Bosetti Popper diyalogunu ilginç
kılan bir diğer nokta, mülakatların filozofla, Marksizme yönelik kuvvetli
eleştirilerini doğruladığına inandığı ve sosyalizmi yıkan 1989 ve 1991
devrimlerinden sonra yapılmış olmasıdır. Ancak, Popper, kitapta bir araya
getirilen söyleşi ve konuşmalarında, sadece sosyalizmle değil, sosyalist
totaliterizmin çökmesinden sonra insanlığın dikkatini yöneltmesi gerektiğini
düşündüğü başka problemlerle de meşgul olmaktadır.
Yüzyılın Mirasını yayınlamakta, Plato Yayınlan, fikir
hayatımıza gerçek bir katkıda bulunmaktadır. Tebrikler Plato’ya...
Prof. Dr. Atilla Yayla
Giancarlo Bosetti
Bu söyleşinin bir noktasında, Karl Popper’ın,
Londra’dan yaklaşık bir saat uzaklıkta, küçük bir Surrey
kasabası olan Kenley’deki evinde, uzun bir çalışma seansının yarısına
gelmiştik. Beni Marksizm’e yönelik eleştirilerinin özüne doğru götürdüğü bir
anda, aniden masadan kalktı ve kendisiyle birlikte evin, çizim odası-kütüphane
karışımı bölümüne gitmemi istedi. Her tarafı, bazıları hâlâ açık olan
kitaplarla kaplanmış, büyük bir piyanonun etrafında dolaştık. Bazı hacimli
kitaplar metal dayanaklar üstünde duruyordu. O sıralar üzerinde çalıştığı
şeyin ne olduğunu anlayabilmek için gözlerimi kitapların üzerinde merakla
gezdirdim. (Sokrates öncesi dönemde yaşayan filozoflarla ilgileniyor olabilir
miydi, belki de Dalai Lama’nın otobiyografisi ile, yoksa Küba füze krizi ile
mi?) Ama Popper kolumdan tutup beni odanın arka tarafına, tamamen Marx’a
ayrılmış ve ondokuzuncu yüzyılda yazılmış, altın kabartmalı ve deri ciltli
birçok İngilizce ve Almanca kitapla dolu rafların bulunduğu yere götürdü.
Burası kütüphanenin en eski bölümüydü ve 89 yaşındaki filozofun, kendi
eserlerinin birçok dildeki baskılarının bulunduğu köşenin tam karşısındaydı.
Bana 17 yaşından beri üzerinde çalışmalar yaptığı Kapital
ciltlerini gösterdi, ama masadan kalkmasının nedeni bu değildi. Elini uzatıp,
daha küçük ve ince bir kitap aldı: Elindeki, 1913’te yayınlanan The Poverty of Philosophy (Felsefenin Sefaleti)
nin İngilizce baskısıydı. Ne aradığını bilmenin güveniyle, sayfalan hızlı
hızlı çevirdi ve bana 117. sayfayı gösterdi. “Bakalım burada ne yazıyormuş.”
Marx’ın 1847’de Paris’te, Proudhon’un bir yıl önce yayımlanan The Philosphy of Poverty (Sefaletin Felsefesi) adlı kitabına cevaben yayımladığı
bu kitabın son sayfalarından bir cümle okudu. Cümlenin teması, “baskı
altındaki sınıfın, proletaryanın özgürlüğüydü” ve “yeni bir toplumun
yaratılması gerektiğini” vurguluyordu. Bunun gerçekleşebilmesi için zaten
kazanılmış olan üretici güçlerin ve mevcut sosyal ilişkilerin, artık yanyana
bulunmamaları gerekiyordu... Devrimci unsurların bir sınıf olarak örgütlenmesi
tüm üretici güçlerin varlıklarının eski toplumun bağrında yaratılabileceğini
varsaymaktadır.
“Topyekun devrim” kavramını gündeme getiren ve
her türlü zıtlığın sonunun geldiğini müjdeleyen bu ünlü paragrafta Popper,
önemli bulduğu bir tek noktaya dikkat çekmek istiyordu. Ve şu satırları okudu:
“Bu acaba, eski toplumun çöküşünden sonra ortaya çıkacak yeni bir sınıfın
gücünden doğacak yeni bir sınıf hakimiyeti anlamı mı taşıyor?”
Bu soru büyük olasılıkla komünizm probleminin
özünü de kapsıyordu. Ne de olsa tüm sosyal ve siyasî anlaşmazlıkları sona
erdirme fikrinin demokrasiye uygun olmadığı kanıtlanmıştı, çünkü demokrasinin
özünde karşıt görüşlerin özgürlüğü vardı ve bu görüş ayrılıklarından
kaynaklanan her şey demokrasi çerçevesinde yerini buluyordu. Ama bu soruya
Marx’ın verdiği yanıt çok kısa olmuştu: “Hayır.” “Gördünüz mü?” dedi Popper,
“bu denli kapsamlı bir soruna yalnızca bir tek soruyla temas ediyor. Üstelik
ne yapsa beğenirsiniz? ‘Hayır’ diyor. Hem de bunu, hiçbir açıklama yapmadan ve
kendinden bu kadar emin bir şekilde öngördüğü şeyin sebeplerini açıklamaya
gerek duymadan yapıyor. Ama artık Marx’ın bu soruya vermiş olduğu yanıtın
yanlış olduğu kanıtlandı. Bunu hepimiz biliyoruz.”
Popper, Marx’ın, komünizmin ve bir siyasî
projeyi, tarih yasaları hakkındaki bilgi birikimine dayandıran her türlü
iddianın en büyük muhaliflerinden biriydi. Açık toplumun teorisyeni olarak,
1989 ve 1991’deki olayların Marksizm’e yönelttiği temel eleştirileri haklı
çıkardığını görmüştü. Bunları ilk kez, 1919 yılında, henüz 17 yaşındayken,
Bolşeviklerin barış programıyla ciddi bir yükselişe geçen komünist
ideolojinin, onu “fare kapanına” sokarak baştan çıkarttığı kısa bir sürecin
ardından kesin ve açık bir şekilde belirtmeye başlamıştı. Söyleşi sırasında,
yaşamının bu dönemi hakkında, otobiyografisinde açığa çıkan yeni bilgiler
ışığında konuşuyor.[1] Yaptığı
eleştiriler zaten, ilk kez 1945’de yayınlanan The Open Society
and Its Enemes (Açık Toplum ve Düşmanları) adlı kitabında tüm açıklığıyla yer almıştı.[2] Ama
Popper’ın bugünkü siyasî görüşlerinin ilginçliği, sadece Marksizm’e karşı başlattığı
saldırının ana noktalarını yeniden gözden geçirmesinde yatmıyor. Onunla
yaptığım görüşmelerin iki temel noktası vardı. Bunlardan biri tarihle
ilgiliydi, diğeri ise siyaset teorisiyle.
Bunlardan ilki, Ekim Devrimi’nden kısa bir
süre sonra Marksist komünizmi eleştirmeye başlayan ve günümüzde siyasî
yelpazenin farklı yerlerinde konumlanmış pek çok kişinin görüşlerini paylaştığı
bir filozofa yöneltmeyi düşündüğüm bir soruyla ilgiliydi. Popper’ın gençlik
yıllarında ortaya çıkan komünist rejim, onun uzun yaşamı boyunca mevcudiyetini
korumayı başarmıştı. Ancak o, bu rejimin yapısında bulunan yanlışlıkların
doğası hakkında son derece net ve açık sonuçlara, bundan uzun yıllar önce
ulaşmıştı. Popper’a, bunca yıl boyunca, onun düşündüklerinin aksine inanan
bütün o insanlara, özellikle de entelektüellere hangi gözle baktığını sormak
istiyordum. Ne de olsa, bu, gücünü ve yanılgılarını açıklayabileceği araçlar
bulduğu bir teoriye (Marksist tarihsicilik) dayanan çok uzun bir tecrübe
süreciydi.[3] Bu
teorinin bu kadar uzun ömürlü olmasının onu bir tür kaderciliğe veya hayal
kırıklığına sürükleyip sürüklemediğini de merak ediyordum. Sonuç olarak,
sürekli tekrarlandığı sürece, bir hatanın bilincinde olmak neye yarar?
Popper bu soruyu doğrudan yanıtlamak istemedi.
Sadece tarihsiciliğe karşı devam eden tartışmaların ötesine geçen bir noktaya
değinmekle yetindi. Aslında o, nehir kenarında durup, yüzmek için su üstündeki
düşman cesetlerinin akıp gitmesini bekleyen biri olarak tasvir edilebilir.
Ama bu tasvir, Popper’ı anlatmak için doğru olamaz; ne cesetler, ne düşmanlar
ve ne de nehir. Ceseder ona uygun değil, çünkü uygarlıkla şiddetin bir arada
olamayacağına inanıyor ve şiddet karşıtlığını uygarlığın dönüm noktalarından
biri olarak görüyor. Düşmanlar da uygun değil, çünkü tarih ve siyasetin
dost-düşman biçiminde kutuplaştırılması, onun Marksizm’e yönelttiği eleştirilerin dayanak noktasını oluşturuyor.
Nehir hiç uygun değil, çünkü Popper tarihi, kaynağı belli, ağzı da çok sayıda
suçtan sorumlu olan bir su yolu olarak görüyor.
Tarih ürerinde
istediğiniz kadar çalışabilirsiniz ama nehir ya da adına her ne derseniz deyin, bu, her zaman için yalnızca bir metafor
olmaktan öteye gidemeyecektir, çünkü içinde gerçek olan hiçbir şey yoktur.
Geçmişte olup bitenler ürerinde çalışın ama artık onlar geçmişte kaldı, yaşandı
ve bitti. Bundan sonra olacakları önceden tahmin edip bazı şeyleri değiştirmek,
ya da gelecekte yaşanacak olaylardan etkilenmemenizi sağlamak için yapabileceğini
hiçbir şey yok.
Popper’ın açık toplum kavramına yüklediği
anlam açık gelecek düşüncesine tekabül etmektedir. Geçmişten çok şey
öğrenilebilir ama hiçbir şey bize geçmişten harekede, geleceğe ilişkin
projeler üretme yetkisi vermemiştir. Tarihin gelecekte izleyeceği yolu bilme
iddiası, yaşadığımız andaki ahlâkî sorumluluklarımızı anlamsızlaştırmakta ve
insanları yaşanacak olan “kaderin” birer piyonu hâline getirmektedir. Popper’ın
tarihsicilik karşıtlığı açısından, tarihe “anlam” verme ve insan ilişkilerine
“yön” kazandırma düşüncesi “tehlikeli bir aptallıktır”, çünkü bu, şiddetin ve
eylemlerde keyfiyetin meşrulaşmasına neden olur ki, bu da, başımıza
gelebilecek en kötü şey olacaktır. İşte o zaman Popper’ın neden, “Sonunda böyle
olacağını ben zaten biliyordum,” demeyi reddettiğini anlayabiliriz. Bu
kesinlikle bir alçakgönüllülük gösterisi veya olayların akışı karşısında
duyulan bir şaşkınlık değildir: Komünizmin çöküşü Popper’ı son derece mutlu etmiştir.
Onun için önemli olan nokta, daha ziyade, tarihin dalgalan üzerinde seyahat
etmenin verdiği güvenin kendini gösterdiği her yerde, sadece siyasette değil,
insanlarla ilgili her alanda ve hattâ sanatta bile bu güven ile mücadele
etmektir. Marksizm, komünizme büyük bir güven duyuyor ve onu, tarihi,
“yasalar”a ilişkin bilgiye ve sosyal konuların belli bir kalıba dökülmesini
normal gösteren teleolojiye dayandırarak, her şeyin mevcut durumunu ortadan
kaldırmaya amaçlayan gerçek bir hareket olarak kabul ediyordu. Ama bu
düşüncenin gerçek olmaması, bunun tam aksinin gerçek olduğu anlamına da gelmez;
komünizmin sonu, diğer “gerçek” tarih yasalarının icra edilmeleri demek
değildir.
Zorunluluk karşıtlığı veya tarihsicilik
karşıtlığı olarak tanımlayabileceğimiz bu durumu destekleyen Popper,
kendisiyle yaptığım söyleşi sırasında, üzerinde ciddi biçimde durulması
gereken iki şey söylüyor. Öncelikle Sovyet rejimi daha uzun süre, hattâ sonsuza
kadar ayakta kalabilirdi. Rejim bir yasa nedeniyle veya kaderi böyle
yazıldığı için çökmedi. Çöküşü getiren, herhangi bir kanun ya da kader değil,
belirli bir dizi olay ve kendilerini riske atan bazı insanların aldıkları
kararlardır. İkinci olarak, Marksist ideolojinin ve komünist bir rejimin
varlığı, Marksizm ve komünizm karşıtı diğer ideolojileri de beraberinde
getirmiştir. Ve içinde bulunduğumuz yüzyıl boyunca, “bir anlamda ikisi de aynı
oranda çılgınlıktan başka bir şey olmayan” bu iki ideoloji ciddi biçimde
karşı karşıya gelmişlerdir. Bu son iddianın bazı açılardan incelenmesi
gerekebilir. Popper’ın tüm sorumluluğu Marksizm’e yüklemesini tartışmazsak, o
zaman, çatışmaların devam ettiği bir dönemde her iki “çılgın” ideolojinin de
iflas etmesi, dünyanın karşıt ideolojiye teslim edilmesi gerektiği anlamını
taşımıyor. Komünizm karşıtlığının, muhafazakarlar tarafından, komünizme
benzemek bir yana, aslında komünizme temelden karşı olan demokratik sol
hareketlerle savaşmak amacıyla kullanılmasını göz ardı etsek bile, Popper’ın
ifadesinden liberal düşüncenin, Ekim Devrimi’nden sonra giderek aşınan bir
fonksiyonu yeniden üstlenmesi olasılığının yüksek olduğu anlamını çıkarıyoruz.
Bu da bizi, Popper’ın görüşlerinin bugün bile
ilginç olabileceğini düşünmemize yol açan ikinci nedene ulaştırıyor: Oldukça
uzun bir süreci kapsayan komünist parantezin diğer yollan tıkaması nedeniyle,
özgürlüğün prensiplerini sosyal özgürlükle kaynaştırabilecek nitelikteki
önemli siyasî seçenekler neredeyse gözden kaybolmuştur ve bunun en önemli
nedeni de, liberalizmle komünizm arasında yaşanan çatışmadır. Belki de demokratik,
sosyalist ve liberal karakterli bir sol -ki bugüne kadar bunun ütopik bir
düşünce olduğu görülmüştür-artık daha ulaşılabilir bir seçenek hâline gelmiş
olabilir.
Kendi otobiyografisinde Popper, komünizmle
yolları ayrıldıktan sonraki döneme ilişkin olarak şunları söylüyor.
Birkaç yıl
boyunca, hattâ Marksizm’i reddettikten sonra bile, sosyalist olarak kalmaya
devam ettim; ve eğer sosyalizmin bireysel özgürlüklerle kaynaşabilmesi mümkün
olsaydı, bugün hâlâ sosyalist olabilirdim. Çünkü siyasal ve sosyal açıdan
herkesin eşit olduğu bir toplumda, gösterişsin basit ve özgür bir yaşam
sürmekten daha iyi bir şey olamaz. Bunun sadece çok güzel bir hayal olduğunu anlamam
oldukça uzun sürdü; yani özgürlüğün, eşitlikten daha önemli olduğunu; eşitliği
gerçekleştirme girişimlerinin, özgürlüğü tehlikeye düşürdüğünü; ve özgürlüğün
yitirilmesi hâlinde, özgür olmayanlar arasında bile eşitliği sağlamanın mümkün
olamayacağını çok geç fark ettim[4]
Büyük olasılıkla Popper, 1974’de yazdığı bu
satırların altına bugün de imza atacaktır: Bireysel özgürlüklerle kaynaşmış
sosyalizm sadece bir hayaldir. Ancak yaptığımız söyleşiden anladığım
kadarıyla, Popper siyasî bir eylemin gerekliliği ve ihtimali konusunu tamamen
dışlamıyor. Yani dikkatimizi özgürlük ve eşitlik arasındaki dengeyi sorgulamak
yerine, piyasa ve sosyal müdahale arasındaki denge üzerinde odaklandırdığımız
müddetçe, böyle bir beklenti her zaman mevcuttur. Bu durumda Popper’ın bakış
açısının, hiçbir şeye el sürmeyen liberalizmden oldukça farklı olduğu
görülmektedir. Daha hukukun üstünlüğünü sağlayacak siyasî reformları bile
gerçekleştirmeden, Moskova’da bir borsa kurmaya kalkıştığı için Gorbaçov’u
eleştirmesi, bunun önemli bir göstergesidir. Popper’ın Açık Toplum'da da belirttiği, devletle piyasa
arasındaki dengeye ilişkin görüşleri, onun birçok açıdan müdahaleci, demokratik
ve siyasî eylemlerin aşamalı olarak uygulanmasına taraftar olduğunu
göstermektedir, ancak bu kitapta, siyasî gündem konusunda, bu söyleşide dile
getirdiği kadar güçlü öneriler bulmak kolay olmayacaktır. Hattâ bu yeni
öneriler, hükümetin sonuca yönelik bir fonksiyonunun olması gerektiğini
varsaymaktadır. Bu fonksiyonun kapsamında, dünya düzeyinde eylemlerde (atom
silahlarının yok edilmesi, nüfus kontrolü, eğitim) bulunulması da vardır ancak
bu, “açık toplum”a uygun olsa bile, liberalizmle uzlaşmayacak bir yaklaşımdır.
Bu farklılıklar sadece bugün karşı karşıya kaldığımız sorunların doğasına
değil, aynı zamanda komünist devletlerdeki sistemin sona erişine de değinerek
açıklanacaktır.
Komünizmin sona erişinin, hem halkın yaşamında
hem de fikirler düzeyinde, özellikle de son derece kapsamlı olan liberal teori
alanında çok önemli sonuçlara yol açtığı, siyasî açıdan Popper’la arasında
büyük benzerlikler olan Isaiah Berlin tarafından da, son zamanlarda oldukça
açık ve net bir şekilde vurgulanmaktadır. Popper’dan yedi yaş küçük olan
Berlin’in Marksizm’e ve komünizme bağlılığı çok kısa bir süreçten ibaret değildir.
Henüz küçük bir çocukken ailesi, Rusya’daki demokratik Şubat Devrimi’ni büyük
bir heyecanla desteklemiş ancak Bolşeviklerin iktidarı ele geçirmesi, bu aileyi
doğrudan doğruya ve olumsuz bir şekilde etkilemişti. Berlin’in Marksizm’e
ilişkin tutumu ve kendi siyasî düşüncelerinin geçirdiği evrim, Steven Lukes’la
yaptığı bir söyleşide açık bir şekilde ortaya çıkmıştır.[5]
“Two Concepts of Liberty”[6] adlı ünlü
denemesinde, bu düşünür ilk defa, pozitif ve negatif özgürlük arasındaki
ayırımı ortaya koymuştur. Bunu yapmaktaki amacı ise, pozitif özgürlüğe
odaklanmış siyasî bir projenin tehlikelerine, yani insan varlığına hangi
nitelik ve içeriğin yükleneceğini belirlemenin sebep olacağı tehlikelere karşı
herkesi uyarmaktır. Berlin’in asıl hedefi, kesinlikle Marksizm’di ve bu
ideolojiye karşı çıkarken, negatif özgürlüğün siperlerini (yani kısıtlama
olmamasının, doğal olarak hükümetin endüstri ve ticarete müdahale etmediği,
laissez-faire ekonomisini doğuracağı görüşünü) savunuyordu. FourEssays on Liberty nin yazarı Berlin için
denge, negatif özgürlükten yana görünüyordu; komünist rejimler derhal yok
edilmesi gereken asıl tehlikeydi ve tüm kötülüklerin sorumlusu pozitif
özgürlüktü. Ancak Berlin bugün tam olarak böyle düşünmüyor ve pozitif özgürlüğün
de, en az negatif özgürlük kadar asil ve temel bir ideal olduğunu savunuyor.[7]
Ondokuzuncu yüzyıl liberalizminin önemli temsilcilerinden biri olan Berlin
için de, gerçek amaçlan ve içeriği olan siyasî eylemlere yatırım yapmak, gücün
uygulanmasına karşı bireysel özgürlüğün prensiplerini savunmak kadar
gereklidir.[8]
1989 yılında Doğu Avrupa’da gerçekleşen tarihî
dönüşüm, bu yüzden, siyasî düşünce üzerinde çok önemli sonuçlar doğurmuştur.
Otoriter (baskıcı) siyasî sistemler tarafından temsil edilen ve ekonomik
sistemleri durağanlaştıran tehdidin sona ermesi, liberal düşüncede hakim
olan, topluma ve ekonomiye yönelik siyasî müdahale anlayışına duyulan nefreti
de sona erdirmiştir. Sosyalist-kapitalist sistem kutuplaşması artık kamu
sektörü-özel sektör kutuplaşmasının üstünü örtemeyecektir. Batı sosyalist ve
demokratik hareketi tarafından bağımsız olarak dile getirilen sosyal ve siyasî
talepler (ve genel olarak solun talepleri), Doğu’daki planlı ekonomilerden ve
komünist partilerin yönetim politikalarından son derece farklılaşmıştır. Yine
de halk eylemlerinin kapsamını genişletmek için yapılan çağrıların çoğu
komünizm yörüngesine oturtulduğu hâlde, bu çağnların baskıcı olmadıkları kabul
edilmiştir; hem de bu, alınması gereken çeşitli siyasî kararlardan
vazgeçilmesi anlamına gelse bile. “Reel sosyalizmin” gölgesinin, henüz başlangıç
halindeki totalitarizm tehlikesi ve özel teşebbüs ile bireysel özgürlüklerin
bastırılmasıyla birleşerek, tam istihdam, işgücünün korunması veya sosyal
sigorta kavramlarının üstüne nasıl düştüğünü görmek çok kolaydır. Özellikle
“komünist” tehdidin, refah devleti kavramı ve yeniden dağıtım önlemlerini
yaygınlaştırmaya yönelik girişimlerinin yoğun olduğu dönemlerde, belirgin özel
çıkarların bu birlikteliği beslemesinin komünizmin etkilerinin azaltılmasına
çok ciddi bir katkısı olmamıştır. İdeal durumla kıyaslandığı zaman manyetik
alanda komünist rejimlerin bulunması, sarkacın, kamu sektörüyle özel sektör,
siyasî eylemle eylemsizlik, devlet ve piyasa, sol ve sağ arasındaki devinimini
ciddi biçimde bozmuştur. Tabiî, bu arada etkileşimin aksi yönde de geçerli olup
olmadığını (Doğu rejimlerinin, Batı ülkelerinin politikaları üzerindeki doğrusal
etkileri, ve hepsinin ötesinde komünist ideolojinin, Batı Avrupa’daki işçi
hareketinin canlanmasındaki rolü; örneğin, İkinci Dünya Savaşı’nı izleyen
yıllarda Stalin efsanesinin çekiciliği vs.) da araştırmak gerekir. Ancak burada
vurgulanması gereken nokta, en geniş anlamıyla liberal düşüncenin,
müdahalecilik anlayışına yaklaşımının daha olumlu bir hâl aldığı gerçeğidir.
Popper’ın bu söyleşide sıraladığı günümüze
özgü siyasî öncelikler, şiddet karşıtı eğitim konusundaki girişimlerde de
görebileceğimiz gibi, halkın katılımını ciddi biçimde meşrulaştırmaya
yöneliktir. Onun bu konuda ne kadar ciddi olduğunu, çocukların sansürle korunmasına
yönelik taleplerinden de anlayabiliyoruz. Ulaştığı siyasî sonuç kabul edilmese
bile[9] bu
hareket, onun “liberal doğasından” hiçbir şekilde sapmadan böyle bir talepte
bulunduğunu göstermesi açısından önemlidir. Bunu mümkün kılan da hukuka dayalı
devletin, sadece bireylerin şiddetten korunmalarını güvence altına alan bir
oto
rite olmaması, aynı zamanda şiddetin genel
olarak dışlanmasına ve bunu dışlamaya yönelik görüş birliğinin yaygınlaşmasına
dayalı bir medenileşme sürecinin doğal sonucunu ifade eden bir kavram
olmasıdır. Tabiî bu da beraberinde vatandaşların genel davranışlarının dayandığı,
birbirleriyle olan ilişkilerini düzenledikleri ve çocuklarını büyüttükleri
kültür ve etik değerler gibi konuları gündeme getirmektedir. Popper’a göre,
hukukun üstünlüğü tartışılmaz bir önceliktir: Eğer genel anlamda kabul gören
kurallara uymayan insanların yüzdesi belirli bir oranı aşarsa hukuk devleti
ciddi bir riskle karşı karşıya kalır ve hattâ çökebilir. Şiddet toplumda ne
kadar yaygınlaşırsa, bunu ortadan kaldırma konusundaki görüş birliği de o
kadar zayıflayacaktır ve baskıcı siyasî önlemler alma ihtiyacı belirecektir. Popper’a göre,
şiddetin yok edilmesi hukuk devletinin kurumlaştığının ispatıdır. Şiddetin
yaygınlaşmasını önlemeye yönelik katı tedbirler ilk etapta daha faydalı
olabilir, ama insanların doğalarında zaten var olan, şiddete karşı olma
eğilimini savunma ve geliştirme çabaları, liberal bakış açısıyla çok daha büyük
bir uyum içindedir.
|
Bu nedenle, kültürel ve etik normların
nesilden nesile aktarılması anlamında “sosyal zenginlik” anlayışı da hukukun
üstünlüğü kavramının kapsamına girmektedir. Hukukun üstünlüğü kavramının
korunması, bunu sürekli canlı tutan sosyal zenginliği yeniden oluşturmak ve
yenilemek için gereken siyasî eylemleri meşrulaştırmaktadır. Aynı nedenle,
hukukun üstünlüğü kavramının, medenileşme sürecindeki tüm unsurlara
uygulanacak şekilde yaygınlaştırılmasının mümkün olup olmadığı da
sorulmalıdır: Yani sadece vatandaşların toplumsal ilişkilerdeki şiddet karşıtı
tutum ve davranışları değil, bunun yanı sıra sosyal hayata katılımın
koşullarını ifade eden gelir, kültür, bilgi ve yurttaşlık ruhu da önemlidir.
Hukukun üstünlüğünün desteklenmesi, bunun sosyal altyapısının savunularak
geliştirilmesi, medenileşme sürecinin daha da ileriye götürülmesi -bunlar
siyasî eylemin amaçlarını tanımlamakta kullanılacak yolu göstermektedir. Sol
düşüncenin de, yeni bir temele dayanan rolünü tanımlamaya yönelik sentezler
arayışı içine girmişken, Popper’ın hukukun üstünlüğü hakkında geliştirdiği ve
bu sayfalarda dile getirdiği görüşlerinden, en azından yöntemsel olarak bazı
yararlar sağlanabileceğini de göz ardı etmemek gerekir. Sosyalist ütopyanın
yıkılması ve tek amacın sosyalizm olduğu tarihsel deneyimin başarısızlığıyla
birlikte, solun alternatif bir toplum arayışıyla durumu kurtarmaya yönelik bir
çaba içine girmekten vazgeçmesi kaçınılmazdır. Geçmişte sol, halk eylemlerini yeni ahlâkî kaynaklarla donatmak,
toplumda kalıcı gelişmeler sağlamaya yönelik vaatlerde bulunmak ve hem
kadınların hem de erkeklerin, günlük çıkarlarından çok daha geniş kapsamlı ve
ileriye yönelik amaçlar peşine düşmelerinde itici güç olmak gibi konularda
yeteneğini ispatlamıştır. Popper’ın burada ve başka yerlerde dile getirdiği
görüşlerin yansımaları[10], amaçlarımızı daha uygun bir şekilde
tanımlamamıza yardımcı olabilir. Hukukun üstünlüğü kavramını algılayışının,
insan haklarını destekleyen ve vatandaşlığın elde edilip geliştirilmesi yolunda
durmaksızın çalışan bir güç olan Sol düşünceyle karşılaştırılması da yararlı
olabilir.[11]
Okuyucunun, Popper’ın demokrasi, medya ve minimal
devletle paternalist devlet arasındaki ayrıma yönelik görüşlerini daha iyi
anlamasına yardımcı olmak için, daha önce hiçbir yerde yayımlanmamış olan iki
mülakat kitabın kapsamına alınmıştır: “Demokratik Devlet Teorisi ve Pratiği
Üzerine Düşünceler” ve “Özgürlük ve Entelektüel Sorumluluk”. İlkinde Popper,
söyleşimizden çok daha geniş kapsamlı bir şekilde, demokrasinin “halk yönetimi”
olarak tanımlanmasını eleştiriyor ve bu eleştiriyi yaparken de, kimin yönettiği
sorusuyla, yönetimden nasıl etkilenildiği sorusu arasındaki ünlü ayrımı yeniden
dile getiriyor. Liberal düşünceye verdiği önemi daha önce belirttiğimiz
Popper’ın, Kant’ın da yardımıyla, özgürlüğün korunmasına ilişkin negatif
kavramla, hükümetin daha geniş kapsamlı olarak müdahalede bulunmasını meşrulaştırmanın
gerekliliği arasında bir denge bulmaya çalıştığı sayfaların özel bir önem
taşıdığını belirtmek istiyorum. Bir tarafta vatandaşlara mutluluk kurallarını
dikte etmek için kamu gücünü akıl dışı bir şekilde kullanmaya karşı ileri
sürülen minimal devlet düşüncesinin iyi oluşturulmuş iddiaları; diğer tarafta
ise, özgürlüğü ezip yok eden büyük ya da paternalist devletin neden olduğu
tahribat. Ancak bu iki kavram arasında sıkışıp kalmış olan alanda Popper, en
azından ahlâkî nedenlerden dolayı, devlet tarafından girişilen eylemlerin,
vatandaşların özgürlügüne kısıtlamalar getirmek suretiyle başarılı olamayacağı
gerçeğini ısrarla dile getirmektedir. Asıl zorluk, “maalesef, hem prensip
olarak hem de ahlâkî nedenlerle işlerin paternalizm olmaksızın yürümediği”
gerçeğinde yatmaktadır. Emniyet kemeri bağlamayı zorunlu hâle getirmek, halka
açık yerlerde sigara içmeyi yasaklamak, ulusal savunma ve kamu düzeninin
temini için gerekli şartları karşılamak veya refah devletini kurabilmek
amacıyla vergileri yükseltmek için de olsa siyasî eylem, soyut olarak
algılanan minimal devlet kavramından kaçınılmaz bir şekilde uzaklaşmaktadır,
öyleyse asıl düşünmemiz gereken, pederşahiliğe karşı girişilen bu saldırının
boyutlannı denetim altında tutmaktır. Bu amaçla örneğin, “ahlâkî açıdan gerekli
olduğundan daha fazla paternalizm olmamalıdır” gibi bir kriter getirilebilir.
Ütopik minimal devlet idealini, “en azından düzenleyici bir prensip” olarak
korumak gereklidir. Böylelikle, en azından hiç değilse bir uzlaşmaya varabilir
ve “paternalist devletin ahlâkî iddiaları karşısında minimal devletin ilkesel
üstünlüğü yerine, kendimizi yeniden, devletle özgürlük arasındaki eski
dikotomi ve Kant’ın, özgürlüğü gerektiğinden daha fazla sınırlamamaya yönelik,
diktatörlük karşıtı kuralıyla baş başa bulabiliriz.”[12]
Popper’ın Sovyetler’in gerileyişi ve Andrei
Sakharov’un bundaki rolü (SSCB’deki radikal demokratik değişimin ateşli bir
destekçisi olmasına yol açan değişimden önce) üzerine görüşlerini dile
getirdiği kısım ciddi bir polemiği de beraberinde getirmiştir. Rus bilimadamına
yönelttiği bu beklenmedik suçlamalar çok ciddi olup, Sakharov’un altmışıncı yaş
günü onuruna, 1981 yılında New York’da yaptığı konuşma göz önüne alınacak olursa,
onun hakkındaki yargılarında çarpıcı bir değişim olduğunu da gözler önüne
sermektedir. Küba füze krizi, Khrushchev’in niyetleri ve Sakharov’un, bir
nükleer fizikçi olarak, görevlerinin gerektirmediği şeyleri yapmasına yönelik
açıklamaları, tarihçilerin ve bilim adamlarının yargılarıyla büyük oranda
çatışmaktadır. Ancak Popper’ın, New York’ta yaptığı konuşmada Sakharov’dan,
“büyük bir düşünür, büyük bir hümanist, büyük bir kahraman, ve hepsinin
ötesinde, daima doğru söyleyen ve doğruyu arayan biri diyerek övgüyle
bahsettiğini hatırlatmakta yarar var. Tabiî ki, o dönemde Rus bilim adamının,
hidrojen bombasının geliştirilmesinde oynadığı önemli rol herkes tarafından
çok iyi biliniyordu, ama Popper onun bu davranışının, nükleer silahların
geliştirilmesi yolunda çalışmalar yapan, ancak bunu yaparken bu silahların
insanlık açısından ne denli büyük sorunlar yaratacağını da ortaya koyan,
Bulletin of Atomic Scientists grubunun davranışlarıyla aynı olduğunu düşünüyordu.
Popper en azından, “Sakharov 1957’den beri yaşamını, insanlık açısından en
korkunç tehlikeyi azaltma yolunda elinden gelen her şeyi yapmaya adadı,”
diyordu. Üstelik Sakharov’un 1975’de Nobel Barış Ödülü’nü almasını sağlayan
nedenlerin geçerli olduğunu, bugün de kabul ediyor. Dahası, onun gözünde
Sakharov, hoşgörülü ve hatalarını kabul eden örnek bir insandı; “düşüncelerini radikal biçimde
değiştirebilme yeteneği, “dogmatik beyinle eleştirel beyin arasındaki”
belirleyici farkın göstergesiydi.[13] Bir
insanın kendi teorisine yönelik olarak sürekli eleştirel bir tutum
sergilemesi, maalesef çok nadiren rastlanan bir davranış biçimi ve bu tutum,
Sakharov tarafından sadece bilim alanında değil, sosyal ve siyasî teoriler
alanında da sergileniyordu. O sırada Popper’ın, Sakharov’un anılarını
naklettiği Memoirs adlı kitaptan
öğrenmiş olabileceği şeyleri umursamadığı belliydi. Üstelik bu kitap
Sakharov’un, SSCB’de “büyük bomba”nın üretilme kararının verilmesiyle
sonuçlanan tartışmalar aşamasındaki konumu hakkında son derece açıklayıcı bir
takım bilgilerin nakledilmesiyle başlıyordu.[14]
Son olarak, İtalya’daki sol ve sağ
kültürlerin, en azından Açık Toplum ve Düşmanları
nin İtalyanca’ya çevrilerek yayınlandığı zamana kadar Popper’ın düşüncelerini,
büyük bir sükûnetle karşıladıklarını belirtmekte de yarar görüyorum. Bunun
nedenlerinden biri de, hem Marksist tarihsiciliğin hem de Marksizm karşıtı
tarihsiciliğin hegemonyasıydı ve Viyanalı filozof bu durumu şiddetle kınıyordu.
Bir diğer nedense, İtalya ve başka yerlerde hakim olan sol kültürün, Stalin’in
etkisinden kurtulabilmesi için gereken sürecin uzun olmasıydı.
Sh:1-17
Giancarlo Bosetti
Giriş
“Televizyon sorunu, denetim ve öz denetim
yoluyla çözülmelidir.” Papa’nın “elektronik hemşireler”e ilişkin bir
konuşmasından alıntı olan bu cümleyi telefonda kendisine okuduğumda ve bunun,
kendisinin görüşlerine çok yakın olduğunu söylediğimde Popper şöyle cevap
verdi: “Bu doğru olabilir. Televizyon hakkındaki düşüncelerimi biliyorsunuz.
Siyasî açıdan baktığınızda bile televizyonun artık kontrolden çıkmış bir güç
hâline geldiğini görebilirsiniz. Üstelik bu, demokraside her gücün kontrol
edilebilmesi gerektiği prensibiyle de çelişiyor. Hepimiz en iyi denetimin öz
denetim olduğunu, hem televizyon aktörlerini hem de izleyicileri kapsayan bir
öz-düzenlemenin gerekli olduğunu biliyoruz. Tabiî ki, demokratik bir sistemde
bu sorun parlamentonun yetki alanına girer.”
91 yaşındaki Avusturyalı filozof, Cumartesi
günü kısa bir Almanya gezisinden döndü. Almanya’nın, çocukları televizyondaki
şiddet görüntülerinin istilasından korumak amacıyla, televizyon yayınlarında
Popperyen düzenlemeler yapmaya yönelik siyasî-parlamenter planları vardı.
Popper herhangi bir siyasî inisiyatif almadığını söylüyor. “Almanya’daki gelişmeler
çok ilginç ama insanların, televizyon tarafından sürdürülen ‘uygarlık karşıtı’
süreci anlayabileceklerinden hâlâ kuşkuluyum.” Buna rağmen, Popper’ın
televizyona ilişkin görüşlerine duyulan ilginin giderek arttığını gözlemek
mümkün. Dün sabah, basın ajanslarının Papa Wojtyla’nın konuşmasını tüm dünyaya
duyurmasının hemen ardından, nazik olduğu kadar sert ve dirençli bir kişiliğe
de sahip olan Bayan Melitta Mew, sürekli olarak telefon eden televizyon ve
gazete muhabirlerini kovmak zorunda kaldı. Popper bana, “Papa’nın
söylediklerini desteklemek de istemiyorum, karşı çıkmak da, demişti. “Konuşma
metnini bütünüyle incelemeden böyle bir şey yapamam.”
Ağustos 1992’nin sonlarına doğru, Kenley’deki
evine son gidişimde, konuşmaya şöyle başladı. ‘Kalbimde taşıdığım iki konu var: biri
Bosna ve uluslararası ilişkilerin nükleer bir felaket yönünde bozulma riski.
Diğeri ise televizyon ve neden olacağı şeyler. Bence televizyon, insanlığın
ahlâkî yönden çürüme sürecini hızlandırıyor.’ Sırasıyla her iki konu hakkındaki görüşlerini anlattı.
O sıralar L’Unitâ’da yayımlanan bu
söyleşide, konuşmamızın sadece ilk bölümü yer almıştı. Eğer Papa John Paul
H’nin dünkü konuşmasına kadar geçen sürede bazı gelişmeler yaşanmasaydı,
birazdan okuyacağınız ikinci bölümü asla yayımlamayacaktım. Popper’ın televizyon
hakkındaki tezi, dünyanın çeşitli bölgelerinde ciddi bir yandaş kitlesi
bulmuştu. 1991 ’de konuya yönelik olarak benimle yaptığı ilk söyleşi
Fransızcaya çevrilmiş ve kısa süre önce Fransa’da yayımlanmıştı. Daha birkaç
hafta önce de aynı konuda, Almanya eski Başbakanı Helmut Schmidt’le yaptığı bir
mülakat, Alman televizyonu tarafından yayınlandı. Sonuç olarak, bugün
Popper’ın televizyona yönelik suçlamalarını yayımlıyor olmamızın asıl nedeni,
bu garip modern çağ savaşının baş kahramanının, kendisine karşı olanları
yanıtlayarak bu tartışmayı gündemde tutmak istemesidir.
Popper’la buluştuğumuzda konuşmaya, not
defterine kaydettiği bir alıntıyı okuyarak başladı. “Okuyucularınıza, Açık Toplum’da.
yazdıklarımı anımsatın: Rasyonel yaklaşım, benim haksız olup, sizin haklı
olabileceğinizi kabul etmeye hazır olmak demektir; tabiî ortak bir çaba
göstermemiz koşuluyla.”
“Ahlâkî yozlaşma”
derken aklınızda ne vardı?
Basitçe ifade etmem gerekirse aklımda, suç
oranında görülen artış ve düzenli bir dünyada yaşamaya yönelik normal
duyguların yok oluşu vardı. Kısa bir süre öncesine kadar Avrupa’da, suçun
skandal niteliğinde bir istisna olarak kabul edildiği bir toplumda yaşıyorduk.
Geçmişi
efsaneleştirmiyor musunuz?
Tabiî ki, ifade ettiğim düzenli dünyanın aynı
zamanda küçük, sefil ve hattâ biraz “burjuva” olduğunu ben de kabul ediyorum.
Ama bu dünya, insanların karşılarındaki insanın cebinde bir silah olduğundan
kaygılanmadıkları bir dünyaydı. Böyle bir dünya artık yok.
Ama siz Profesör
Popper, her zaman iyimserliğin filozofu oldunuz;. Leibnitz’in dediği gibi,
olası dünyalar arasında en iyisinin bizimki olduğunu düşünmemizi sağladınız
Artık böyle düşünmüyor musunuz?
İyimser olduğum doğru ama tam olarak
söylediğiniz anlamda değil. Ben dünyamızın, olabilecek dünyaların en iyisi
olduğunu hiçbir zaman söylemedim. Ben sadece dünyamızın, hem de yaşadığımız
onca korkunç savaşa rağmen, bugüne kadar var olan dünyalar içinde en iyisi
olduğunu söyledim. Savaştan kaynaklanan şiddet deneyiminin çok büyük etkileri
olduğunu herkes biliyor tabiî. Bizim zamanımızda Batı dünyası, bir şeyleri
daha da iyileştirmek için çok büyük çabalar göstermiş ve bunda da başarılı
olmuştur. Ama bugün belirgin bir yozlaşma var ve gözleri olan herkes, bu
yozlaşmanın sürekli olarak gözlerimizin önünde yaşanan ve zihinlerimizi meşgul
eden şiddet olgusundan kaynaklandığını açık bir şekilde görebilir.
Bu denli büyük
bir yozlaşmanın sadece televizyondan kaynaklandığına inanmak çok güç. Biraz
abartılı değil mi?
Gerçek şu ki, bunun başka hiçbir nedeni yok.
Savaşlar toplumlara şiddet getirir, ama son büyük savaş elli yıl önceydi.
İsterseniz şimdi size söyleşinizin L’Unitâ da
yayımlanmasını izleyen aylarda ortaya atılan ve benim duyduğum karşıt görüşlerden
söz edeyim.
Ama önce ben size bir anımı anlatayım. 1920’de
bir ana okulunun yöneticisiydim ve orada çok ilginç bir şey oldu. Aşçının bir
kocası vardı ve söylentilere göre (emin olmadığım için sadece söylenti
diyebilirim) bu arada savaşta çok ciddi biçimde yaralanmıştı. Adamın kafasında
hâlâ bir mermi olduğu ve şiddete eğilimli biri olduğu söyleniyordu. Gerçekten
de ben göreve başladıktan sonra korkunç şeyler meydana geldi. Bir keresinde
karısına o kadar öfkelenmişti ki, eline geçirdiği bir ekmek bıçağını uzun bir
süre karısına doğru tutmuştu. Ben olaya müdahale ettim ve büyük bir
cüretkârlık gösterip bıçağı elinden aldım.
Siz mi?
Evet. Bu kadar şaşırmayın. O zamanlar çok
gençtim ve orada bulunanlar içinde bunu yapabilecek tek kişiydim. Adama
sarıldım ve onu hemen odadan çıkardım.
Çocukları teslim edebileceğim yetişkin biri
olmadığı hâlde hepsini çabucak, bir insanın bir diğer insanı bıçakla tehdit
ettiğini gördükleri o binanın dışına çıkardım.
Bunu bana neden
anlatıyorsunuz?
Çünkü bu olay, o çocuklar için, “son derece
sıra dışı” bir örnek mahiyetini taşıyordu. Büyük ihtimalle her biri için bu
olay, çocukluk ve ergenlik yılları boyunca tanık oldukları en ciddi olay olarak
kalmıştır. Gördüğünüz gibi bu, teorik olmaktan çok fiili bir sorun. Adamın şiddet
eğilimi büyük bir olasılıkla iki yıl önce biten savaştan kaynaklanıyordu. Ve
bugün bile, yani İkinci Dünya Savaşı’ndan elli yıl sonra bile, hâlâ
katledilmiş, öldürülmüş yada şiddete maruz kalmış çocuklar görmeye devam
ediyoruz.
O hâlde size,
karşıt görüşlerden ilkini söylemek istiyorum. İnsan ırkı, yeni ve farklı
koşullara uyum sağlama konusunda büyük bir kapasiteye sahip. Hattâ tüm
canlıların, içinde yaşadıktan çevreye uyum sağlamayı başardıklarını siz de sık
sık dile getirirsiniz;
Evet, aşırılıklarla sıkça
karşılaşan çocuklar buna uyum sağlamayı kolaylıkla başarırlar, ama zaten bizim
tartıştığımız konu da şiddete uyum sağlamaları. Bu uyumun en mantıklı sonucu ise, onların da birer tabanca satın
alarak katılacakları bir gelecektir. Üzerinde durulması gereken ikinci nokta
ise, şiddete karşı geliştirilecek önlemin ne olacağıdır? Ebeveynler? Peki ama
bunu kaç ebeveyn yapıyor? Öğretmenler mi? Öğretmenlerin televizyon karşısında
hiç şansları yok. Televizyon her zaman için çok daha ilginç, çok daha heyecan
verici, çok daha bağlayıcı, masum küçük yavrular için çok daha baştan çıkarıcı,
onların daha iyi yönleriyle, özellikle de yaşama karşı duydukları ilgiyle
oynamak konusunda da, daha yetenekli. Televizyonun yenilemeyecek bir formülü var: “Aksiyon,
daha fazla aksiyon!” TV yapımcılarının ana felsefesi
bu işte. Bir öğretmen buna karşı ne yapabilir ki? Sadece mantığın sesi
rolüne soyunabilir. Televizyonun gelişmesi çok uzun bir zaman aldı ve insanlar üzerindeki
etkisinin doruğuna yalnızca son on ya da onbeş yıl içinde ulaştı. Ve sonra,
oradan aşağıya doğru bir çığ gibi yuvarlandı. Öğretmenlerin ona direnme
şansları yok.
Bir diğer itiraf
da televizyonun durdurulamayacağı yönünde. Bu çok saçma olurmuş; bu tıpkı
elektriğin, telefonun olmadığı bir dünya düşünmek gibiymiş...
Elektrik, telefon, otomobiller. Peki ama bu
itirazı yapanlar neye dayanıyorlar? Bütün bu saydıklarınız belirli kurallara
tabi değil mi? Son derece kesin trafik kuralları yok mu? Bir an için trafik
yasası olmaksızın araba kullanmanın neden olacağı inanılmaz tehlikeleri
düşünün. Böyle bir itirazı aklım almıyor. Lütfen bu insanlara, TV programlan
yapan insanların, tıpkı karayollarındaki trafiği düzenleyen kurallara benzeyen
bir disiplin ve öz disiplin geliştirmelerini istediğimi açıklayın. Araba
kullanmak için sürücü belgesi almamız gerek, öyle değil mi? Üstelik tehlikeli
bir şekilde araba kullandığınız takdirde, bu belge elinizden alınacaktır. Aynı
şeyi televizyon için de yapalım işte.
Bir de liberal
kanattan bir itiraf var. Siz ‘açık toplumun teorisyenisiniz ve piyasa ekonomisinin rolünü destekliyorsunuz Ama
konu televizyon olduğu zaman, çok katı kurallar koymak istiyorsunuz
Bu itirazın anlamı ne? Piyasanın kendine özgü
kuralları yok mu? Eğer bir İtalyan yayıncı benim bir kitabımı yayımlarsa, bana
telif ücreti ödemek zorunda değil mi? Yoksa bunu talep etmem de mi “açık
toplum”a karşı çıkış oluyor? Belirli kurallar vücuda getirmediğimiz takdirde,
yaşamın her alanında kaosla karşı karşıya kalacağımız muhakkaktır. Hepsi bu da
değil. Piyasanın işleyebilmesi için yalnızca kurallara değil, belli oranda
güvene, özdisipline ve işbirliğine de ihtiyaç var. Televizyonun insan zihni
üzerinde çok büyük bir gücü olduğunu tekrarlamak istiyorum. Daha önce hiç var
olmamış bir güç. Bu gücün işlevsel olabilmesi için bir takım kuralların geliştirilmesi
de yeterli olmayacaktır. Aynı zamanda belli oranda güven, öz disiplin ve
işbirliği de olmalıdır. Evet, televizyonun
insan beyni üzerinde etkili olan çok büyük bir gücü var ve bu, daha önce hiçbir
zaman karşılaşmadığımız bir güç. Eğer etkilerini kısıtlamayacak olursak,
bu; uygarlıktan uzaklaşmamıza yol açacak ve bu konuda öğretmenlerin elinden
hiçbir şey gelmeyecek. Ve tünelin sonunda da şiddetten başka bir şey olmayacak.
Ben bu uyarılan yapmaya dört-beş yıl önce başladım ama söylediklerimin hiçbir
etkisi olmadı. Artık kimsenin bu korkunç gücü durdurmak istemediğini
biliyorum.
Belki durum hiç
de böyle değildir Sir Karl En azından daha fazla sayıda insan “ya Popper
haklıysa” diye soruyor bugün.
(25 Ocak 1994 de, L’Unita da yayımlandı)
Sh:76-83
Kaynak: Yüzyılın Dersi/Karl Popper The
Lesson of This Century, Editör: Emrah Akkurt Çeviren: Ceyhan Aksoy , Plato Film
Yayınları ,1. Baskı: Mayıs 2006 İstanbul
Zemin katta oturmanın bir iyi yanı bir de
sakıncası var. İyi yanı, insanın merdiven çıkmak zorunda olmaması. Sakıncası
ise karıncaların da aynı zorunlulukla karşı karşıya olmamaları. Her sabah
evimizin kapısından bir sıra karınca girer, duvar boyunca ekmek kutusuna kadar
çıkar, lavabodan geçer ve döner. Bu hareket hiç durmaz ve küçük siyah
hayvancıklar ellerine geçirdiklerini taşır dururlar.
Söylenenlere bakılırsa, bu durum bütün
zemin katlarda, yaz mevsimi boyunca olmaktadır ama eşim daha ilk günden
karıncaların kökünü kurutmaya karar verdi:
«Birkaçını yok etmenin anlamı yok.
Yuvalarını bulmalıyız.»
Sırayı izleyerek yürümeye başladık. Karınca
konvoyu bizi önce evin kapısından bahçeye götürdü, çitin altında bir ara
kayboldu sonra bahçenin dışında yeniden ortaya çıktı ve kuzeye doğru
zigzaglarla devam etti. Kentin sınırında durduk.
«Yahu,» dedi eşim, «bunlar galiba yurt
dışından geliyor.»
Neden tam da bizim evi buldular? Bizim
lavabonun özelliği ne Allah aşkına? Bu sorunun cevabını ancak kraliçeleri
verebilir. Karıncalar aslında örgütleşmiş yaratıklardır. Fazla soru sormazlar,
ellerine geçeni alıp götürürler.
Eşimin onlardan aşağı kalacağı
düşünülemezdi. Hemen gidip kuvvetli bir karınca zehiri alarak, hayvancıkların
izlediği yol boyunca serpti. Ertesi gün zorlukla ilerliyebildiklerini gördük,
çünkü bu kez zehir kümelerine tırmanmak zorunda kalmışlardı. Bununla yetinmeyip
üstlerine büyük miktarlarda flit sıktık, önde gidenler öldü geri kalanlar devam
etti.
Bu işin üstesinden gelmeye kararlı olan
eşim,
«Sinirleri çok sağlam. Bu gerçeği kabul
etmek gerek.» dedi ve bütün mutfağı gazyağı ile sildi. Karıncalar iki gün eve
uğramadılar. Biz de öyle.
Sonra yeniden meydana çıktılar. Üstelik bu
kez daha da gayretli görünüyorlardı. Bir ara raftaki öksürük şurubunu buldular,
sarhoş olana dek içtiler ve bir daha yaşantıları boyunca öksürmediler.
Eşim ilkeleri bir yana bırakarak,
hayvancıklarla tek tek ilgilenmeye başladı. Karıncalar her sabah yüzlerce,
binlerce şehit verdiler.
«Ne yapsam artları arkaları kesilmiyor,»
dedi sonunda, «Çinliler gibi.»
Salatalık mevsimi geldi. Eşim karıncaların
salatalık kokusundan hoşlanmadıklarını bir yerden duymuştu. Zaman kaybetmeden
geçtikleri yol boyunca, kapıdan ekmek kutusuna ve lavaboya kadar, salatalık
parçaları yerleştirdi. Kısa bir süre sonra karıncaların yukarıda sözü geçen
teoriden haberdar olmadıkları ortaya çıktı: Salatalık parçalarına bakmadan
yollarına devam ettiler. Hatta aralarından bazıları bunu gülünç buldu gibi
geldi bana.
Bunun üzerine Karınca İşleri Müdürlüğü’ne
giderek derdimizi anlattık.
«Yapacak bir şey yok», dedi general Laskov,
«bizim evin mutfağında da var.»
O günden bu yana sükûnet içinde yaşıyoruz.
Ekmek kutusunun yanından geçerek lavaboya giren karıncalar bizi artık
tanıyorlar ve her sabah ölçülü bir yakınlıkla bizi selâmlıyorlar. Tıpkı zorlu
savaşlardan sonra birbirlerine saygı duyan eski rakipler gibi. Birlikte ve
barış içinde yaşamanın mümkün olduğunu gösteren eşsiz bir örnek...
Sh:7-10
Her gördüğümde tırtıla benzettiğim o adamın
işi epeyi canımı sıktı. Yeni yazmış olduğu ve okumam için bana 6 ay önce
yolladığı kitap, o gün bugündür rafta duruyor. Artık utanıyorum. Başlarda adamı
şu ya da bu şekilde atlatabilmiştim. Bir keresinde ona sokakta rastladım.
Yanına yaklaşmaktan kaçınarak uzaktan seslendim:
«Kitabı aldım. Yakında boş vaktim olacak,
oturup okuyacağım.»
Geleceği parlak yazar, gönül borcunu
belirtircesine gözlerini kırpıştırmıştı. Bir hafta sonra gene karşıma çıktı:
«Okuyorum, okuyorum» diye müjdeledim. «Sonra
konuşuruz.»
Daha sonra da, başıma o üzücü olay geldi:
Bir gün, oturduğum pastahaneye giriverdi, ben de arka kapıdan kaçtım. Beni
gördüğüne eminim.
Çok iyi hatırlıyorum, o gün kitabı okumaya
karar verdim. Yanılmıyorsam, elimi kitabın bulunduğu rafa bile uzattım; ama o
anda birden telefon mu çaldı, uyku mu bastırdı, ne olduysa oldu, elim kitaba
değmedi. Geçen hafta, tırtıl beni sinema kuyruğunda yakaladı:
«Okudun mu?» diye çoşkuyla sordu.
Kafamı sallayarak cevap verdim:
«Söyleyeceklerim var, ama şimdi ayaküstü
değil.»
Sonunda, geçen akşam Dizengoff caddesinde
karşılaştık. Bir süredir oynamakta olduğum saklambaç oyununa devam etme ya da
kaçıp ortadan kaybolma ihtimalleri yok olmuştu çünkü tırtıl koşar adımla
yaklaşıp yanıma dikilivermişti bile:
«Benimle konuşmak istiyordun,» dedi soluk
soluğa, «Şu benim... kitap hakkında.»
İşte batılıların «showdown» dedikleri,
şerif ile haydutun ıssız anayolun ortasında, son kez boy ölçüşmek üzere karşı
karşıya geldikleri an; anlayacağınız filmin kaçınılmaz sonu... Dizengoff caddesinin
de bu kadar tenhalaştığı enderdir. Kitabı, hiç olmazsa dış görünüşünü hayalimde
canlandırmaya çalıştım. Ama sadece, şu bildiğimiz ve bana postayla yollanan
kitapları sarmaya yarayan kahverengi ambalaj kâğıdını anımsayabildim. Hiç
olmazsa eserin ne türde olduğunu bilseydim; roman, tiyatro, şiir antolojisi...
Düşüncelerimize dalmış durumda iki sokak
daha aştık. Gordon sokağının köşesine gelince, bir şeyler söylemek gereğini
duydum.
«Her şeye rağmen,» diye başladım, «kitabın
önemli bir çalışmanın eseri olduğu belli oluyor.»
«Üç yıl,» diye fısıldadı tırtıl, «fakat
konusunu daha savaştan önce içimde taşıyordum.»
«Evet okurken anlaşılıyor,» dedim, «olgun
bir eser...»
Birkaç adım daha attık. Sessizlik. Kimse
bizi rahatsız etmiyor. Dostlar bile!
Tırtıl sordu:
«Nasıl buldun"?»
Sesi titriyordu.
«İyi buldum.»
«Bütününü mü?»
Birden tuzağı sezdim. Tırtıl bana
bakıyordu. Şimdi «Evet bütününü» desem, kitabı okumadığımı anlayacak ve
hayatının sonuna kadar benden nefret edecek. Bununla birlikte,
«Seninle açık konuşacağım,» dedim.
«Başlangıçta pek sarmadı.»
«Sen de mi!» diye içini çekti tırtıl. «Sen
de mi öyle düşünüyorsun? Başlangıçın sadece bir «giriş» olduğu gün gibi apaçık
değil mi?»
«Giriş miriş,» diye homurdandım. «Bu neyi
değiştirir? önemli olan kitabın insanı sarıp sarmadığı...»
Tırtıl öylesine üzüldü ki, bayağı acıdım.
Ama kabahat onda, böyle giriş yazılır mı?
«Sonra konuya iyi girdin,» diye avundurdum,
«Anlatım çok kuvvetli. Özel bir havası var; hareketli.»
«O felâketi anlatırken daha kısa kesmeli
miydim acaba, ne dersin?»
«Yarısını atmalıydın. Kitap bun dan birşey
kaybetmeyecek, aksine kazanacaktı.»
«Olabilir,» dedi tırtıl. Cevabı soğuktu.
«Ama mantıklı düşünecek olursak, Boris’i
devrimcilerin safına geçmeye iten nedenleri anlatmalıydım, değil mi?»
Boris! O da kim?
«Tabiî. Boris, kuşkusuz, aklımdan kolay
kolay silinmeyecek bir tip. Senin ona yakınlık duyduğun da belli oluyor.»'
Tırtıl durdu. Yüzünde bir ürküntü ifadesi
belirmişti:
«Ona yakınlık mı duyuyormuşum. O domuza mı?
Bu adam benim şimdiye kadar incelediğim tiplerin en ahlâksızıdır.»
Özür diler gibi sessiz bir tavır takınarak
gülümsedim:
«Belki sen öyle düşünüyorsun. Ben diyorum
ki sen, tâ içinden, kendini ona benzetiyorsun.»
Tırtıl’ın beti benzi atmış, gerilen
sinirleri boşalmıştı.
«Bu sözünle beni sırtımdan vurdun. Daha
yazmaya başladığım andan beri Boris’ten iğrenmiştim. Ama Peter ile deniz
ataşesinin anlaşmazlığına karıştığı zaman bile, Abigel Lemo’nun başına gelen
tecavüz olayından söz etmedi. Hatırlıyor musun?..»
«Tabiî, hani ona söz etmediği zaman...»
«Tamam. O zaman ben de kendime şu soruyu
sordum: Bütün zayıf yanlarına ve kalleşliğine rağmen Boris, zoologdan daha mert
değil mi?»
Anlayışla cevap verdim:
«Hepimiz insanız. Biri böyle, diğeri şöyle,
ama herkes birbirine benzer.»
«Tabii!»
Yahu, ben belki bu kitabı bilmeden okudum.
Tırtıl alçakgönüllülükle sözüne devam etti:
«Diyorlar ki, bu benim en iyi eserimmiş.
Ortaya attığım olaylar bakımından...»
Gözlerimi karşıki binaya dikerek,
eserlerini aklımdan geçirmeyi denedim Bu adamdan hiç bir şey okumamıştım. Yahu
kim bu tırtıl? Bunu bile bilmiyordum. Bana niye kitap yolluyor?
«En iyi eserindir diyemem,» diye düşüncemi
açıkça belirttim. «Bununla birlikte, beklenmedik derecede başarılı.»
Tırtıl durakladı. Sözlerimin ona fena halde
dokunduğu belliydi. Ne var? Yazdığı herşeye bayılmam mı gerek? Bu arada şunu da
söyleyeyim: Kaçma ihtimalleri zayıfladı. Yolumuzun üstüne çıkan yok. Meydanı
ikidir dönüyoyoruz.
Eleştirim üzerine acı acı söylendi:
«Anlamıştım, vallahi anlamıştım. Hücum
birliği komutanının evindeki ziyafet değil mi? Hayır deme! Senin şovenist
karakterinin buna karşı çıkacağına yemin edebilirdim! Ama, tanrı aşkına, benden
ne bekliyordun, herşeyi tatlıya bağlamamı mı?... Hatırlıyorsan şu...
«Boş sözler bunlar...» diye uyardım, «her
şeyin bir sınırı vardır.»
«Rica ederim,» diye inatlandı tırtıl,
«geceleyin yapılan deve yarışlarının o çarpıcı anlatımı hoşuna gitti mi?»
Ölçülü bir şekilde:
«Evet,» dedim, «neşe dolu bir parçaydı.»
«Ya Katerina şamdanı hakimin kürsüsüne
fırlatıp kırdığı zaman..,?»
«Akla yakın...»
«O halde, çok özür dilerim, sen de Meir
Kronşdat’ın kaprislerine katlanmalısın.»
«Ho, ho, ho, arkadaşım» diye içimden isyan
ettim, «bana göre hava hoş, git bütün dünyayı suçla, ama Meir Kronşdat’a
dokunma! Durum hoşuma gitmemeye başladı. Aramızdaki hava bulutlanıyordu. Bizi
saran o korkunç yalnızlığın nedenini de buluverdim Karşıdan bize doğru
geldiklerini gördüğümüz dostlar sanki yer yarılıp içine girmişçesine
kayboluyorlardı. Allah kahretsin, burada tek kurban ben miyim? Şovenist damarım
tutmaya başlamıştı; adamı kırmamaya çalışarak,
«Dinle tırtıl,» dedim, «Senin yerinde olsam
şu Kronşdat’la pek övünmezdim.»
«Ben övünüyorum!...»
Kan beynime sıçradı. Hâlâ benimle
tartışıyordu!... Ciddiyet dolu bir sesle:
«Kronşdat, hepten bozuk ve dolayısıyle
kendini kabul ettirmeyen bir tip olması nedeniyle ortadan kaldırılabilir; kitap
da bundan zarar görmeyecek.»
«Güzel bir hikâye,» diye tısladı tırtıl.
«Sormak caizse, romanının düğümünü meydana
getiren unsurları nereden sağlayacaksın?»
«Nereden, nereden sağlayacağım? Söyle...»
«Sen tabiî, zoologu düşünüyorsun.»
«Ve?»
«Ve Katerina»
«Tabiî, hakime kaçsın.»
«Dokuzuncu ayında mı?»
«Doğumdan sonra.»
«Akıllım, sonradan araba eziyor ya onu.»
«Ezilmesin. Niçin ezilecekmiş? Abigel
ezilsin.»
«Kusura bakma, bu söylediklerin gülünç.»
Bu sözler beni zıvanadan çıkarmaya yetti.
Ben otuz yıldır durmadan kitap okurum; bir daha duymayayım böyle sözleri tamam
mı? Sesimi yük selterek:
«Demek ki söylediklerimi gülünç buluyorsun
dostum. Peki senin o aptal deve yarışın ne? Okurken bayağı iğrendim...»
«Benim de istediğim buydu!.. İğrenesiniz
istiyordum! Kendinizi olduğunuz gibi göresiniz istiyordum!»
Kitap ile ilgili tartışmamız, kişisel bir
görünüş kazanmıştı. Tırtıl sararmış, güçlükle nefes alıyordu:
«Sana dokunanın ne olduğunu biliyorum.» diye
kükredi. «Alışılagelmiş çözümlerden kaçınmış olmam! Boris’in yapma gölde
boğulmuş olması.»
Boris! Bir o eksikti.
«Bırak şimdi Boris’i.» diye çıkıştım. «Bu
zavallı tilkiye bayağı âşıksın! Abigel ile olan ilişkisi de anlamsız.»
«Anlamsız mı?» diye ayaklandı bi zim
geleceği parlak yazar. «Kadının biri ile ilişki kurması gerekiyordu, değil mi?»
«İyi, kursun. Ama niçin Boris ile? Başkası
yok mu?»
«Kimle, kimle?» diye haykırarak yakama
yapıştı tırtıl.
«Şu zoolog örneğin, adı neydi... Kronşdat!»
«Kronşdat zoolog değil.»
«Kronşdat zoolog anam!... Kronşdat olmazsa,
hücum birliğinin komutanı...»
«Kronşdat hücum birliğinin komutanının
adı!»
«Olsun. Birşey değiştirmez. Bana kalırsa
meteorolog bile olabilir. Hepsi olur, Boris hariç. Hatta, ataşenin olması daha
akla yakın! Veya Peter! Veya Birenboim!»
«Birenboim da kim?»
«O da biri işte! Kronşdat’tan aşağı kalmaz,
merak etme! Olmaz dostum, öylesine kâğıt üzerine saçma sapan şeyler karalıyarak
roman yazmak olmaz! Gerçek gerek, kahraman gerek, duygusallık gerek! Derinlik
gerek!»
Adamın kafasını iyice karıştırmıştım.
«Derinlik!» diye bağırdım, «Palavra değil!
Boris’miş! Daha neler! Sen buna kitap mı diyorsun? Kurufasulye niyetine bile
yenmez! Okuyucu bunu tutmayacak emin ol; az buçuk anlarız bu işlerden! Kitabını
kimse okumayacak! Ben de okumadım zaten!»
«Okumadın mı?»
«Okumadım. Okumayacağım da!»
Onu kendisi ile başbaşa bırakıp gittim.
Hâlâ anayolun ortasında durup bakıyor. Aptal.
Sh:18-28
Sokağın başında duran arabama dönerken,
karşıma tam gaz çalışan taze bir trafik polisi çıktı.
«Beyefendi,» dedi hükümet kuvveti gözünü
yazdığı ceza makbuzundan ayırmadan, «şu ilerideki tabelada ne yazıyor?»
«Saat on dokuza kadar... yalnız mal
boşaltmak... amacıyla... park yapılabilir...»
«Beyefendi mal mı boşaltıyor?»
«Hayır...»
«Güzel, şimdi saat kaç?»
«Yedi buçuk...»
«Yani bu ne demektir?»
«Park yapabilirim demektir.»
Trafik polisi sıcak, canayakın bakışlarını
bana çevirdi, sonra gözleri tabela, araba, ceza makbuzu, saat, yeniden makbuz
ve tabelâ arasında geldi gitti.
«Doğru beyefendi,» dedi sonunda, «Ama ben
bu makbuzu şimdi nasıl iptal edeyim? Yasaya göre, cezayı yazdığım anda makbuzu
vermem gerek. Yoksa her şoför gelip, cezayı iptal etmem için ağlar...»
«Ama ben hiçbir suç işlemedim.»
«Söylediklerinizde doğruluk payı büyük
beyefendi, aksini savunmuyorum. Ama makbuzu doldurmaya başlamadan önce beni
uyarsaydınız, durumunuzu göz önüne almam hemen hemen olanak dahilindeydi. Ama
şimdi yapacak bir şey yok. Geç kaldınız. Kâğıdı imzalayın ve gelecek sefere
tabelalara daha çok dikkat edin...»
Polisi şöyle bir süzdüm. Aslında canayakın
bir insandı. Tıraşı biraz uzamıştı ama bıyığı yoktu.
«Üzgünüm» dedim, «ama cezayı ödemeyeceğim.»
«O halde kim ödeyecek,» diye haykırdı
trafikçi, «ben mi? Aylığımdan mı kesilsin? Bakın beyefendi» dedi dostça bir
sesle, «topu topu on beş lira. Beşinci maddenin T bendini uygulayabilirdim, ama
yapmadım. Size iyi davrandım. Alın makbuzunuzu.»
«Fakat cezayı gerektirecek bir şey
yapmadım...»
Trafikçinin sabrı taştı:
«Yapmadınız mı? Pekiyi, ya kaç kez suç
işlediniz de yakalanmadınız? Beni şaşırtıyorsunuz beyefendi. Arabanız çalınsa
polise koşarsınız. Bir kazaya uğrarsınız, ‘polis’, ‘polis’ diye bağırırsınız.
Ama iş on beş lira vermeye gelince...»
«Peki, peki» diye mırıldanarak imzaladım.
«Konuşmak da mı yasak?»
«Bırakın Allah aşkına,» diyerek uzaklaştı
trafik polisi. Asabı bozulmuştu. Özür dilerim, ne yapayım, sinirliydim. Olur
böyle vakalar.
Sh:126-128
Bütün çevreyi titreten müthiş patlama
başbakanlık binasını da temelinden sarsmış, camlarının çoğunu kırmıştı.
Patlamanın rüzgârı Başbakan ve Savunma Bakanını koltuğundan uçurmuş, duvara
asılı dünya haritasına yapıştırmıştı...
***
O gece, Moskova’daki Millî Deprem Kontrol
Merkezindeki sismografların tümü bir anda bozuluverdi. Rus teknisyenleri
telaşla hassas cihazların başına üşüştüler. Evet, Ortadoğu’da kullanılmakta
olan sismografların ölçme gücünü aşan büyük bir patlama meydana gelmişti...
Dünyanın dört bir yanma dağılmış diğer deprem tesbit merkezleri de bu korkunç
olayı kaydetmişlerdi. İtalya ve Yunanistan’ın, kıyı kentlerinde oturan halk
paniğe kapılmıştı. Amerika Birleşik Devletleri Savunma Bakanlığı, sabaha karşı,
şimdiye dek kaydedilmemiş şiddette bir depremin, tahminen, Necef Çölü’nün güney
bölgesini sarstığı şeklinde, yatıştırıcı bir bildiri yayımladı. İsrail
Dışişleri Bakanlığı ise, öğle saatlerinde bir yalanlama yayımlayarak,
Ortadoğu’nun, son saatlerde herhangi bir deprem olayına sahne olmadığını
dünyaya duyurdu. Dünya kamuoyu bu çelişkili bildirileri öfke ile karşılıyordu:
İsrail kaynakları, her zaman olduğu gibi, gene yalan yanlış haberler
yayıyordu...
Londra’nın ‘Observer’ gazetesinin Ortadoğu
muhabiri, bu garip sessizliği bozan ilk insan oldu: «Durumu gerçekçi bir
şekilde değerlendirmekte yarar var» diye bildirdi Beyrut’tan. «İsrail’in elinde yıkıcı etkisi son derece
yüksek nükleer bombalar bulunmaktadır.»
Bu bomba haber, diplomatik çevrelerin
tarihsel iddialarını en azından doğrulayacak nitelikte idi. İlk doğru dürüst
açıklama, İsrail temsilcisi tarafından, Birleşmiş Milletler genel kurulu
önünde, Asya ülkelerinin Sina yarımadasının boşaltılması konusunda verdikleri
ültimatomun son gününde yapıldı. İsrail delegesi konuşmasına elektrikli bir
hava içinde başladı:
«Sayın Genel Kurul» dedi, «İsrail Hükümetinin
elinde ‘Fosfat Bombası’ tipinde, bilinen bütün nükleer silâhlardan yüz doksan
misli daha güçlü, yepyeni bir tür nükleer silâh bulunduğunu saygıdeğer kurula
bildirmek şerefine nail olduğum için bahtiyarım. Fosfat bombaları güdümlü
olarak ya da başka şekillerde, yerküre üzerindeki her noktaya atılabilmektedir.
Beni dinlemek zahmetine katlandığınız için teşekkür ederim.»
İsrail temsilcisi, bu sözleri söyledikten
sonra, Sina’nın boşaltılması konusunda oralı olmadan kürsüden indi. Genel Kurul
bu haberi sessiz bir şaşkınlık içinde karşılamıştı. Şokun etkisi tam bir dakika
sürdü. Neden sonra uyanan Fransız temsilcisi, İsrail temsilcisini şiddetle
alkışlamaya başladı. Hemen arkasından Avustralya, Yeni Zelanda heyetleri ile
küçük Avrupa devletlerinin temsilcilerinden bazıları Fransızı izlediler.
İngiliz büyükelçisi alkışlara katılmamakla birlikte, İsrail heyetine samimî
gülümsedi. Kurul başkanı Asya ülkelerine dönerek İsrail’in beyanları ile ilgili
görüşlerini açıklamak isteyip istemediklerini sordu. Asya Bloku cevap olarak,
oturumun süresiz ertelenmesi isteminde bulundu.
Dünya, ilk şaşkınlığından ancak bir kaç gün
sonra sıyrılabildi. Bu beklenmedik habere o ana kadar tepki göstermeyen
Sovyetler Birliği, kısmî seferberlik ilân ederek, İran sınırına yığınak yapmaya
başladı. O sırada İsrail Başbakanı, Mareşal Bulganin’e ilettiği o meşhur
notada, Sovyetler Birliği’ni, İsrail’in, komşularının hakkaniyetine halel
getirecek en ufak bir harekete tahammül edemeyeceği konusunda uyardı. Aynı
notada «Sovyetler Birliği, kendisinden güçlü bir devlet tarafından bombalanırsa
iyi mi olur yani?» diye soruluyordu. Ruslar notanın içeriğini açıklamadılar ama
askerî faaliyetlerini anında durdurdular.
Amerika Birleşik Devletleri Başkanı, dost
İsrail Hükümeti’ni, «bilimsel araştırmalar alanında kaydettiği olağanüstü
başarıdan dolayı» kutladı ve fosfat enerjisinin barışçı amaçlara yöneltileceği
konusundaki ümidini belirtti. Başkan, İsrail başbakanına çektiği uzun
telgrafta, aynı zamanda, ««iki dost süper devletin atom araştırmaları alanında
işbirliği yapmalarını» da teklif ediyordu. A.B.D. başkanının önerisi İsrail
hükümet çevrelerinde soğuk karşılandı. Dışişleri Bakanlığı tarafından
yayımlanan kısa bildiride «teklifin incelendiği ancak bu aşamada, uygulanmasına
olanak bulunmadığı» belirtiliyordu.
Ahlâk ilkelerine değinen ilk ülke Hindistan
oldu; Nehru, millet meclisi önünde şöyle diyordu:
«Hiçbir nükleer silâh tutumumuzu
değiştirmeyecektir. Mısır’ın sınırlarının güvenliği için garanti talepleri ile
diğer Arap devletlerinin, bölgedeki sorunun ancak taraflar arasında yer alacak,
doğrudan doğruya müzakere yolu ile çözümlenmesi gerektiği şeklindeki
isteklerinin haklı ve yerinde olduğunu düşünmekte devam ediyoruz...»
Nehru, konuşmasının sonunda, İsrail ile
Hindistan arasında diplomatik ilişki kurulmasını uzun süreden beri arzuladığını
tekrarladı. Bu arada İzvestia gazetesi, Arapların saldırgan tutumlarını sert
şekilde eleştiriyordu. Gazetenin başyazısı «İlerici
İsrail, Arap Feodalizmini Sıkıştırıyor» başlığı altında çıkmıştı. Aynı
yazıda, emperyalizmin hizmetindeki bölge diktatörlerinin tezgâhladıkları
komplolar da açıklanıyordu. Söylentilere göre Başkan Nasır Süveyş Kanalı’nın
Barış Gücü’nün Sinada kalması şartı ile temizlenebileceğim bildirmişti. Sovyet
petrol tankerleri Hayfa’ya yanaşırken, Çekoslovakya, İsrail’in turunçgil
ürününün üçte ikisini satın alıyordu.
Birleşmiş Milletler Genel Kurulu aradan üç
hafta geçmeden yeniden toplandı. Oturumun açılmasından üç dakika önce İsrail
dışişleri bakanı ile koridorda kolkola dolaşırken görülen Genel Sekreter,
kurula son derece olumlu bir rapor verdi. Raporda İsrail’in Gazze Şeridi’ndeki,
hem hizmetler hem de idari örgütlenme açısından uygulamaları uzun uzun
methediliyor, Mısır esirlerine sağlanan insancıl koşullardan, en olumlu biçimde
sözediliyor ve Şarmel Şeyh’te oturan Arapların memnuniyeti, yanlış anlamalara
yol açmayacak şekilde, dile getiriliyordu. Genel Sekreter’in ayrıntılı raporu
dip lomatik çevrelerde, özellikle ‘İsrail Bloku’na dahil 17 ülke (Avrupa ve
Lâtin Amerika ülkeleri, Fransa, Burma ve Seylan) tarafından büyük memnunlukla
karşılandı. Asya Bloku nun 'Geri Çekilme İle İlgili Temel Sorunlar’ konusundaki
teklifi formalite icabı görüşülüp beklendiği üzere, 59’a karşı 9 oy ile
reddedildi (aralarında İngiltere, Irak, Lübnan ve Venezüella’nın da bulunduğu 8
ülke çekimser kaldı.) İngiliz temsilcisi, bu arada, «geri kalmış ülkelerin
kalkındırılması» na ilişkin İsrail siyasetine karışılmasına karşı olduğunu ve
çekimser kalmasının sebebinin Büyük Britanya Hükümeti ile Ürdün ulusu arasında
mevcut olan geleneksel ilişkiler olduğunu bildirdi. Yugoslavya temsilcisinin
konuşması daha da sert oldu:
«Kuvvet kullanma yolu ile geri çekilmeye
zorlama siyasetine daima karşı olduk» diyordu. «İsrail, ahlâkî açıdan ve yasal
olarak, küçük devletlerinde tarihsel haklılıklarını açıklamak özgürlüğüne sahip
olduklarını ispat etmiştir.»
Suriye temsilcisi, İsrail’in Suriye sının
boyunca yaptığı yığınağın görüşülmesi için kurulun olağanüstü toplanmasını
istediğini bildirmek için söz istediyse de, kurul başkanı kendisine bu hakkı
tanımadı ve Sovyet heyetinin teklifi üzerine, Suriye temsilcisini toplantı
salonundan attı.
‘Eisenhower Planı’nın içeriği, genel kurul
toplantısı bittikten bir gün sonra basına açıklandı. Plân «Yahudi Devleti’nin
Ortadoğu’da demokrasi, bağımsızlık ve kalkınmanın kalesi olduğu» gerekçesi ile,
İsrail’e en az 950 milyon dolar tutarında İktisadî yardım yapılmasını
öngörüyordu.
Üç büyüklerin —Eisenhower,
Kruşçev ve Ben Gourion— biraraya gelmeleri fikrini ilk ortaya atan Pakistan
oldu. İsrail başbakanı, toplantının çok uzak bir gelecekte, yakındaki Kıbrıs’ta
yapılması şartı ile teklifi kabul etti.
Bayan Golda Meir’in Beyaz sarayı ziyareti
sırasında Dünya Basınını meşgul eden en önemli konu Ortadoğu ülkeleri arasında
barışın nasıl sağlanacağı idi. Lübnan dışişleri bakanı, Birleşmiş Milletler
Genel Kurulu önünde, «aslı esasında, dinamik bir gelişme içinde olan Siyonist
Devleti ile kanlı bıçaklı olmanın âlemi yok» diyordu. Sovyet Ansiklopedisi’nin
yayın müdürü de abonelerine, ‘İsrail’ ile ilgili yeni bir değerlendirmeyi
kapsayan bir sayfa hazırlatmıştı. Abonelerden yeni sayfanın ansiklopedideki
yerine yapıştırmaları isteniyordu. Yayın müdürünün ifadesi ile, ansiklopedide
daha önce ‘İsrail’ başlığı altında çıkan yazı, ‘eski istihbarat şefi Baria’ya
hizmet eden gangsterlerin çürümüş beyinlerinin ürünü» idi. Irak temsilcisi ise,
radyoda yayımlanan konuşmasında, ülkesinin İsrail’e karşı hiçbir zaman
savaşmadığını, Hayfa’ya bağlanacak petrol boru hattının derhal hizmete
gireceğini bildirmişti. Amerika Birleşik Devletleri Dışişleri bakanı,
Cumhuriyetçi Parti büyük Kongresinde şöyle diyordu:
«Süveyş harekâtı, kuşkusuz, insanlık
tarihinin en uyarıcı harekâtı olup İsrail, bu teşebbüsü sayesinde, batının
özgür ülkeler topluluğu içindeki haklı ve vazgeçilmez yerini almıştır.»
Dışişleri bakanı, devlet başkanına Kıbrıs’a
kadar refakat etti. Üç büyükleri bölge barışı şerefine kadeh kaldırırken
gösteren meşhur resim işte orada çekilmiştir. Resmin çekilişi sırasında
Kruşçev, İbranice olarak ‘şerefe’ diye bağırmıştı...
O gün bugündür, İsrail’in egemen ve özgür
bir devlet olarak var olma hakkında sahip olduğu hususu, tartışılmaz bir gerçek
olarak kabullenegelmektedir. Ancak cevapsız kalan iki soru bugün bile akılları
kurcalamaktan geri kalmamaktadır: İsrail genel kurmayından hangi aklı evvel
subay, ordunun savaş sırasında ele geçirdiği bütün cephaneyi bir tek yere
depolamıştı, ve deponun havaya uçmasından kim sorumluydu?...
Sh:147-156
Kaynak: E. KİSHON, Kahkahaya Vergi Yok,
Bilgi Yayınları, Türkçesi: Moşe Baraze, Birinci Basım Ocak 1983, ANKARA
Hzl: Bryan Magee
Platon’dan Marx’a çoğu büyük siyaset felsefecileri, yalnızca toplumsal ve
tarihsel gelişme üstüne değil, mantık ve bilim, giderek de bilgi kuramı
üstüne, birbirleriyle ilişkili görüşlerden hareket etmişlerdir. Buraya kadar
yazılanları izlemiş olan okuyucular, Popper'in
de bu kurala bir ayrıklık getirmediğini görmüşlerdir. Popper yaşamayı her
şeyden önce ve her şeyin üstünde bir sorun-çözme süreci saydığı için,
sorun-çözmeye elverişli toplumlar istemektedir. Sorun-çözme ise, deneme
çözümlerinin cesaretle ortaya atılmasını, sonra da bunların eleştiriye ve
hata-eleme işlemine tabi tutulmasını gerektirdiği için, Popper karşıt
önerilerin engellenmeden ortaya atılmasına, bunların eleştirilmesine, sonra da
eleştirilerin ışığında bunlarda gerçek değişiklikler yapılmasına izin veren
toplum biçimleri istemektedir. Her çeşit ahlak düşünceli bir yana (ve bunu
anlamak çok önemlidir), bu gibi çizgiler bolunca örgütlenmiş bir toplumun,
başka türlü örgütlenmiş bir topluma oranla, sorunlarını çözmekte daha etkili ve
dolayısıyla üyelerinin amaçlarına erişmekte daha başarılı olduğuna
inanmaktadır. Eh etkili toplum biçiminin, en azından kuramca, bir çeşit
diktatörlük olacağı yolundaki yaygın anlayış, bu görüş açısından tümüyle
yanlıştır. (Bu, Popper'in baş ayracı değildir, ama) Yeryüzünde en yüksek yaşama
standartları olan bir düzine kadar ülkenin özgürlükçü demokrasiler olması,
demokrasinin onların zenginliklerinin kaldırabildiği bir lüks olmasından
değildir: tersine, bu ülkelerin halklarının büyük çoğunluğu, genel oy hakkına
kavuştukları zaman yoksulluk içinde yaşıyorlardı. Nedensellik ilişkisi öbür
yana doğrudur. Demokrasi, yüksek yaşama standartlarının sağlanmasında ve
sürdürülmesinde çok önemli bir rol oynamıştır. Başka bakımlardan olduğu gibi,
maddeten de, bir toplumun özgür kurumlan varsa, bunların var olmamasına oranla,
mutlaka daha başarılı olacaktır.
Bütün hükümet politikaları, bütün yürütme ve yönetme kararları deneysel
öndeyilerde bulunulmasını gerektirir. «X yaparsak Y olacak; öte yandan B’ye
erişmek istiyorsak A yı yapmalıyız.» Herkesin bildiği gibi, bu türlü
öndeyilerin yanlış çıkması hiç de ender rastlanan bir durum değildir —herkes
yanlışlar yapar— uygulamaları ilerledikçe bunların düzeltilmesinin gerekmesi normaldir.
Bir politika, gerçekliğin önünde sınanması ve deneyin ışığında düzeltilmesi
gereken bir varsayımdır. Bu varsayımın yanlışlarını ve içerdiği tehlikeleri,
bunlar uygulamada kendilerini ortaya koyuncaya dek beklemektense, önceden
eleştirel inceleme ve tartışma yoluyla açığa çıkarmak, tümüyle daha ussal,
kuralca (kaynaklar, insanlar ve zaman bakımından) daha tutumlu bir süreçtir.
Üstelik, bazı yanlışlar, ancak —politikaların kendilerinden farklı olarak—
uygulamadaki sonuçlarının eleştirel bir biçimde incelenmesiyle tanınabilir.
Çünkü, bu bağlamda girişeceğimiz her eylemin amaçlanmamış sonuçlar da
vermesinin olası olduğunu göze almak gereklidir. Bu basit noktanın siyasette,
yönetimde ve her türlü planlamada çok önemli uzantıları vardır. Ben bir ev
almaya kalkarsam, alıcı olarak piyasaya çıkmamın kendisi fiyatı yükseltme
yönünde bir eğilim yaratacaktır; bu, benim eylemimin doğrudan bir sonucu
olmakla birlikte, hiç kimse bunun amaçlanmış bir sonuç olduğunu söyleyemez.
Bir başka örnekte, ipotek yaptırmak için bir sigorta poliçesi almaya
kalkışırsam, bu da sigorta şirketinin hisse senetlerinin değerini yükseltme
eğilimini gösterecektir; yine, eylemimin bu doğrudan sonucunun, benim
niyetlerimle hiçbir ilgisi yoktur. Hiç kimsenin planlamadığı ya da istemediği
şeyler her zaman olmaktadır. Karar almada olsun, örgütsel yapılar yaratmada
olsun, bu kaçınılmaz olguyu hesaba katmalıdır: böyle yapılmazsa, bu sürekli bir
saptırma kaynağı olur. Bu da, politikaların yönetiminde eleştirel bir uyanıklık
gösterilmesinin ve hata-eleme yoluyla düzeltilmelerine olanak sağlanılmasının
gerekliliğini pekiştirmektedir. Böylelikle, politikaların önceden eleştirel bir
biçimde incelenmesini yasaklayan yetke sahipleri, kendilerini yalnızca,
yanlışlarının birçoğunu daha pahalı olarak işlemeye ve bunların yanlışlığını
gerekli olduğundan daha geç bir aşamada anlamaya mahkûm etmekle kalmamakta,
aynı zamanda —gerçekte çoğucası olageldiği gibi, politikaların kılgıl
uygulanmalarının eleştirel incelemesini de yasaklarlarsa bunlar amaçlanmamış
zararlı sonuçlar vermeye başladıktan sonra, bir süre daha yanlışlarını devam
ettirmeye de kendilerini mahkûm etmiş olmaktadırlar. Yüksek derecede otoriteci
yapılara özgü olan bu yaklaşımın tümü, ussallığa aykırıdır. Sonuçta, katı
olanları yanlış kuramlarıyla birlikte yok olmakta ya da (şanslı ve acımasız
iseler) olsa olsa taşlaşmaktadırlar; daha az katı olanlarıysa yaralı-bereli,
pahalı ve gereksiz yere yavaş bir ilerleme göstermektedirler.
(İster hükümette ister daha küçük bir örgütte) elinde erk bulunan bir
kimse için, bunlar ne denli açıklıkla förmülleştirilmiş olursa olsun, amaçlar
ve erekler anlamında politikaları olması yetmez. Onlara eriştirecek araçlar da
olmalıdır; bu gibi araçlar da olmalıdır; bu gibi araçlar yoksa, yaratmak gerekir:
aksi takdirde, ne denli iyi olsalar, amaçlar gerçekleştirilemez. Bundan ötürü,
bir bakımdan her türlü örgütlere ve kurumlara politikaları yerine getirmek
için düzenlenmiş makineler gözüyle bakmak gereklidir, ürettikleri tam sizin
istediğiniz gibi olacak bir örgüt tasarımlamak da, fiziksel bir makine
tasarımlamak kadar güç bir iştir. Bir mühendis yeni bir makine tasarımlamış,
ama tasarım amacına uygun olmamışsa ya da varolan bir makineyi almış, fakat onu
bütün gerekli yönlerden değiştirmişse, bu makineden çıkacak şeylerin, onun
istedikleri olması olanaksızdır: makine ne üretebilirse o olacaktır — buysa,
yalnızca onun istediğinden başka bir şey olmakla kalmayacak, herhangi bir
ölçütle ciddi bir biçimde kusurlu, hatta tehlikeli olabilecektir. Bu söylediğim
birçok örgütsel mekanizma için tamıtamına doğrudur: böyle mekanizmalar onları
işleten kişilerin bütün zekâlarına, iyi niyetlerine ya da iyi formüle edilmiş
ereklerine karşın, istediklerini yerine getirme yeteneğinden yoksundurlar.
Onun için, değişen ereklerin ışığında örgütsel araçlara karşı sürekli, ama
yapıcı biçimde eleştirel bir tutumu içinde taşıyacak siyasal (ya da yönetsel)
bir bilime olduğu gibi, siyasal (ya da yönetsel) bir teknolojiye de gerek
vardır. Her politikanın yürütülmesinin sınanması gereklidir: buysa, harcanan
çabaların istenilen sonuçlan sağladığını gösteren kanıtlar arayarak değil,
sağlamadığım gösteren kanıtlar arayarak yapılmalıdır. Bu anlamda sınamalar
yapmak, belki ince bir pekinlik çok ender gerektiği için, uygulamada genellikle
ucuz ve kolaydır. İngiliz yüksek eğitiminde şimdiden, kuramların Popperci
açıdan incelenmesine adanmış, en azından bir bölüm bulunmaktadır (Tyrrell
Burgess'in Kuzey Doğu Londra Politekniği'nde kurduğu bölüm.) Bu bölümce
sağlanan sonuçlar hem basittir hem de büyük bir gizil yarar taşımaktadır —
çünkü yanlış politikalara çoğucası dünya kadar para ve çaba harcandığı halde,
bunların aynı zamanda istenmeyen sonuçlar da verip vermediğini görmek için
gereken ufacık para ve çabalar ayrılmamaktadır, örgütlerdeki kişilerse, tam
tersine, istedikleri şeylerin olmadığını görmezlikten gelme eğilimine
kapılmışlardır; oysa, aramaları gereken, asıl bu türlü belirtilerdir, örgütsel
düzeyde bile sürekli olarak hata aramak ve bunları kabul etmek, hiç kuşkusuz,
otoriter yapılarda çok zordur. Böylelikle, bunların usdışılıkları kullandıkları
araçların kendilerine dek yayılır.
Popper'in siyasal konulardaki ahlakçı duyguları, daha az coşkun bir
biçimde bile olsa, başkalarınca da dile getirilmiştir. Popper’in yazdıkları, bu
düzeyde çok dokunaklıdır; fakat onun ayırıcı özelliği, aklın da gönülden yana
olduğunu gösterişindeki kanıtlama zenginliği ve gücüdür. Çünkü, içinde
yaşadığımız yüzyılda başka zamanlardan daha da çok olmak üzere yaygınlıkla
inanılmaktadır ki, ussallık, mantık, bilimsel yaklaşım, bir bütün olarak
merkezi biçimde örgütlenmiş, planlanmış ve düzenlenmiş bir toplum gerektirmektedir.
Popper ise, bunun otoriterce olmaktan başka, yanlış ve aşılmış bir bilim
anlayışına dayandığını göstermiştir. Ussallık, mantık ve bilimsel bir
yaklaşımın hepsi de, birbiriyle bağdaşmayan görüşlerin ileri sürülebildiği ve
çatışan amaçların izlenebildiği «açık» ve çoğulcu bir topluma işaret
etmektedirler; içinde, herkesin sorun durumlarını araştırmakta ve çözümler
önermekte ve başkalarının —en önemlisi de, hükümetin— önerdiği çözümleri
eleştirmekte özgür olduğu bir toplum; her şeyin üstünde de hükümet
politikalarının eleştirinin ışığında değiştirildiği bir toplum.
Politikaları savunanlar ve bunların yürütülmesine bakanlar, normal olarak,
şu ya da bu biçimde o politikalara bağlanmış kişiler oldukları için, belli bir
büyüklüğü aşan değişiklikler, insan gücünde de değişiklikler yapılmasını
gerektirir. Dolayısıyla, açık toplum gerçekleşecekse, bunun en temel gereği, işbaşında
olanların, akla yakın aralıklarla ve şiddete başvurulması gerekmeksizin
uzaklaştırılabilmeleri ve yerlerine, başka politikaları olan kimselerin getirilebilmesidir.
Bunun da gerçek bir seçenek
olabilmesi için, hükümetinkilerden farklı politikaları olan kişilerin
kendilerini bir hükümet almaşığı olarak ortaya koyabilmeleri gerekir: yani,
işbaşındakileri eleştiren bir biçimde örgütlenebilmeli, konuşabilmeli, yazabilmeli,
basın ve yayın araçlarından yararlanabilmeli ve öğretim yapabilmelidirler ve
onların yerine geçebilmeleri için, anayasal güvence taşıyan —düzenli olarak
yapılan özgür seçimler gibi— bir yol kendilerine açık olmalıdır.
Popper'in «demokrasi»yle söylemek istediği, böyle bir toplumdur; ama her
konuda olduğu gibi, burada da, sözcüğe herhangi özel bir önem
yakıştırmamaktadır. Vurgulanması gereken nokta, Popper'in demokrasiyi
—Amerikan soğuk savaş propagandasının bu terimi saygın olmaktan çıkarmasından
önce, özgür kurumlar denilen— belirli bir türden kuramların, özellikle,
yönetilenlerin etkin bir biçimde eleştirmelerini ve kan dökmeden
değiştirmelerini olanaklı kılan kuramların korunması terimleriyle gördüğüdür. Popper
demokrasiden, yalnızca hükümetlerin hükmedilenlerin çoğunluğu tarafından
seçilmelerini anlamamaktadır; çünkü bu görüş, onun «demokrasi
paradoksu» dediği şeye yol açar. Çoğunluk özgür kuramlara inanmayan ve işbaşına gelince
hemen hemen her zaman onları yıkan Faşist ya da Komünist Partisi gibi bir
partiye oy verirse ne olacaktır? Kendisini çoğunluk oyuyla hükümet
seçeneğine bağlamış bir kimse, böyle bir durumda çözümsüz bir çıkmaza düşer: Faşist ya da Komünist partisinin başa
geçmesini engellemek, ilkelerine aykırı hareket etmek demektir; ama onlar iş
başına geçerlerse de, demokrasiye son vereceklerdir. Üstelik, (Almanya’da
neredeyse olduğu gibi) çoğunluk oyunu toplamışsa, diyelim bir Nazi rejimine
karşı etkin bir direniş göstermesi için de ahlaki bir dayanağı yoktur.
Popper'in yaklaşımıysa, bu paradokstan bağışıktır, özgür kurumlan korama
yanlışı olan bir kimse, onları kendi kendisiyle çelişkiye düşmeksizin, ister
azınlıklardan ister çoğunluklardan, hangi yönden gelirse gelsin, her türlü
saldırıya karşı koruyabilir. Özgür kuramları silahlı şiddet eylemiyle yıkma
yolunda bir kalkışma olursa, böyle biri, çelişkiye düşmeden onları silahlı şiddet
eylemiyle savunabilir; çünkü hükümeti zora başvurulmaksızın değiştirilen bir
toplumda, bir grup amacına başka türlü ulaşamadığı için yine de zora
başvurursa, o zaman düşünce ya da niyeti ne olursa olsun, ancak şiddet yoluyla
ortadan kaldırılabilecek bir hükümeti —yani bir tiranlığı— şiddet yoluyla
kuruyor demektir. Gerçekten, eğer amaç özgür kuramlar meydana getirmekse —ki bunu başarmak,
pekâlâ olanaklıdır—zora başvurmak kendisini zorbalıkla sürdüren mevcut bir
rejime karşı ahlakça haklı olabilir; çünkü o zaman amaç, şiddet yönetiminin
yerine, akla ve hoşgörüye dayanan bir yönetim getirmektir.
Popper, kendi yaklaşımının kaçındığı öteki paradokslara da işaret eder.
Bunlardan, daha önce değinilen biri, hoşgörü paradoksudur: bir toplum sınırsız
hoşgörülü olursa, yıkılması, onunla birlikte hoşgörünün de ortadan kalkması
olasıdır, öyleyse, hoşgörülü bir toplum kimi koşullar altında, hoşgörünün
düşmanlarını bastırmaya hazır olmalıdır. Elbette ki, bunlar gerçek bir tehlike
oluşturmadıkça böyle bir şey yapılmamalıdır — başka her şey bir yana, böylesi
bir tutum cadı avcılığına varır. Bu gibi insanlara, önce ussal tartışma
düzeyinde karşı çıkmak için elden gelen her şey yapılmalıdır. Fakat onlar «her türlü kanıtı yadsıyarak işe başlayabilirler;
izleyicilerine, ussal kanıtlara kulak vermeyi aldatıcıdır diye yasaklayabilir
ve kanıta yumruklarını ya da tabancalarını kullanarak karşılık vermeyi
öğretebilirler;» hoşgörülü bir toplum, ancak, son çözümlemede bu gibi
kimseleri zora başvurarak engellemeyi göze alırsa ayakta kalabilir. «Hoşgörüsüzlüğe ve baskıya
kışkırtmayı da, tıpkı adam-öldürmeye ya da insan-kaçırmaya yahut köle
ticaretini diriltmeye kışkırtmayı suç saydığımız gibi, suç saymalıyız»
(The Open Society and Its Enemies, cilt I, s. 265.).
Bize daha bildik gelen, dolaylı olarak ilkin Platonun formülleştirdiği bir
başka paradoks da, özgürlük paradoksudur. Koşulsuz özgür, koşulsuz hoşgörü
gibi, yalnızca kendi kendini yıkıcı olmakla kalmaz, karşıtını üretmeye de
yazgılıdır — çünkü bütün sınırlamalar kaldırılmış olursa, güçlüleri, zayıfları
(ya da âcizleri) kendilerine köle etmekten alıkoyacak hiçbir şey kalmaz.
Böylelikle, tam özgürlük özgürlüğün sonunu getirir; bunun içindir ki, tam özgürlükten
yana olanlar, niyetleri her ne olursa olsun, gerçekte özgürlüğün
düşmanlarıdır. Popper daha da özellikle,
ekonomik özgürlük paradoksuna işaret etmektedir: tam ekonomik özgürlük,
yoksulların varlıklılarca sınırsız sömürülmesini olanaklı kılmakta ve yoksulların
hemen hemen tümüyle ekonomik özgürlükten yoksun kalması sonucunu vermektedir.
Yine burada da, «maddi şiddete karşı karşı kullandığımız çare türünden, siyasal
bir çare olmalıdır. Ekonomik açıdan zayıf durumda olanları ekonomik açıdan
güçlü durumda olanlara karşı korumak için, devlet erkine dayanan toplumsal kurumlar
oluşturmalıyız. ...Bu elbette, karışmazlık ilkesinden ve engellenmemiş bir
ekonomik dizge düşüncesinden vazgeçilmesi gerektiği anlamına gelmektedir;
özgürlüğün güvenli tutulmasını istiyorsak, sınırsız ekonomik özgürlük politikasının
yerine, devletin ekonomiye planlı bir biçimde karışmasının benimsenmesi
isteminde bulunmalıyız. Engellenmemiş kapitalizmin bir ekonomik
karışmacılığa yerini bırakmasını istemeliyiz» (lbid., cilt II, s. 125.). Popper sözüne devamla, devlet karışmacılığına
karşı çıkanların çelişkiye düşmekle suçlu olduklarını belirtir:
«Devlet hangi özgürlüğü korumalı?
İşgücü piyasasının özgürlüğü mü, yoksa yoksulların birleşme özgürlüğü mü?
Hangi karar alınırsa alınsın, bu devlet karışmacılığına ekonomi alanında
sendikalar gibi devletin de örgütlenmiş siyasal erkinin kullanılmasına yol
açar. Her türlü koşullar altında, devletin ekonomik sorumluluğunun
genişlemesine varır, —bu sorumluluk ister bilinçli olarak kabul edilsin, ister
edilmesin—» (lbid., cilt II, s. 179.)
ve daha genel olarak:
«Devlet karışmazsa, o zaman tekeller, tröstler, sendikalar vb. gibi yan
-siyasal örgütler işe karışabilir ve piyasanın özgürlüğünü bir yapıntıya
indirgeyebilirler, öte yandan, dikkatle korunmuş özgür bir piyasa olmadan da,
tüm ekonomik dizgenin tek ussal ereğine, yani tüketicinin istemlerini
karşılama ereğine, hizmet etmekten çıkmasının kaçınılmaz olduğunu bilmek,
son derece önemlidir... Bu anlamda ekonomik özgürlüğü amaçlayarak plan
yapmayan bir ekonomik "‘planlama’, totaliterliğe tehlikeli bir biçimde
yaklaşacaktır» (lbid., cilt II, s. 348.).
Bütün bu durumlarda, olanaklı en
çok hoşgörü ya da özgürlük, mutlak değil, optimum bir değerdir; çünkü
varolması isteniyorsa, sınırlanması gerekmektedir. Varlığının tek güvencesi
olan hükümet karışması ise, tehlikeli bir silahtır; hükümet karışması hiç
olmazsa ya da çok az olursa, özgürlük ölür; çok fazla olursa, yine ölür. Bu bizi, demokrasinin onsuz olunmaz koşulu olarak yönetilenlerin yönetenleri
denetlemesinin kaçınılmazlığı konusuna geri getiriyor -demokrasi etkili
olacaksa, hükümettekilerin işbaşından uzaklaştırılabilmesi olanağı
bulunmalıdır. Buysa, gerekli olmakla birlikte, yeterli değildir, özgürlüğün
korunmasını güvenceleyemez, çünkü bunu güvenceleyebilecek hiçbir şey yoktur:
özgürlüğün bedeli, her zaman uyanık olmaktır. Popper'in dediği gibi, kurumlar
etkili olmaları için doğru dürüst kurulmaları gerekmekle birlikte, yalnızca
böyle yapılırsa işleyememeleri bakımından kalelere benzerler: insanlarla da
doğru dürüst donatılmaları gerekir.
Siyaset felsefecileri, genellikle, en önemli sorunun «kim yönetmeli?» sorusu olduğunu düşünmüşler ve buna verdikleri çeşitli karşılıkları haklı
göstermeye çalışmışlardır: tek bir kişi, soylular, zenginler, bilgeler,
güçlüler, iyilik, çoğunluk, proletarya vb. Fakat, sorunun kendisi türlü
nedenlerle yanlıştır. Bir kere, bu doğrudan doğruya Popper'in bir başka
paradoksuna yol açar: «egemenlik
paradoksu» dediği paradoksa. Erk, diyelim, en bilge kişiye verilmiş
olursa, bu kişi, bilgeliğinin derinliğinden, «ben değil, ahlakça iyi olanlar yönetmeli»
diyebilir. Erk bu kez ahlakça iyilerin olursa, onlar da ermişliklerinden
«bizim kendi istemimizi başkalarına zorlamamız yanlıştır; biz değil, çoğunluk
yönetmeli» diyebilirler. Erki eline alan çoğunluk da «bize düzen getirecek ve ne yapmamız gerektiğini
söyleyecek güçlü birini istiyoruz» diyebilir. İkinci bir itiraz, «egemenlik kimde olmalı?» sorusunun, sonul erkin ille de binlerinde olması gerektiği dayanmaktadır
ki, bu yanlıştır. Çoğu top- lumlarda çeşitli, hatta —bir ölçüde değin— çatışan
erk merkezleri vardır: bunların hiçbiri her şeyi dileğince yapamaz. Kimi
toplumlarda erk adamakıllı dağılıp yayılmıştır. «Evet, ama sonul olarak kimdedir?» sorusu, yönetenlerin denetlenmesi olanağını, daha ortaya konmadan, bir
yana atmaktadır; oysa, gerçekleştirilmesi gereken en önemli nokta budur. Can
alıcı soru, «kim
yönetmeli?» sorusu, değil, «kötü
yönetimi nasıl en aza indirebiliriz?» sorusudur: «gerek ortaya çıkma olasılığını,
gerek böyle bir şey olunca da, sonuçlarının sakıncalarını.»
Bu noktaya kadar söylediklerimizden şu sonuçlar
çıkmaktadır: Gerek uygulama gerekse ahlaki görüş açısından erişebileceğimiz en
iyi toplum, üyelerine olabilecek en çok özgürlüğü tanıyan toplumdur; ama en
çok özgürlük, koşullu olarak sağlanabilir; ancak bu amaç için düzenlenen ve
devlet gücüne dayanan kuramlarla optimum düzeyde yaratılabilir ve sürdürülebilir; buysa,
siyasal, ekonomik ve toplumsal yaşama geniş çaplı karışması olmasını
gerektirir; karışmanın çok az ya da çok fazla olması, özgürlüğün gereksiz yere
çiğnenmesine yol açar; her iki yöndeki tehlikeleri de en aza indirmenin en iyi
yolu, yönetilenlerin devlet erkini elinde tutanları değiştirmeleri ve
yerlerine farklı politikaları olan başka kişileri getirmelerini olanaklı kılan
anayasal düzenlemeleri en önemli kuramlar olarak korumaktır; bu gibi kurumları etkisiz
kılmaya yönelen her girişim, otoriter bir yönetim getirme yolunda bir
girişimdir ve gerekirse, zor kullanarak önlenmelidir; tiranlığa karşı
zor kullanılması, tiranlık çoğunluk desteğini sağlamışsa bile haklı olabilir;
fakat zor kullanmanın tiranca olmayan tek amacı, varoldukları yerlerde özgür
kurumlan savunmak, varolmadıkları yerlerdeyse bunların kurulmasını sağlamak
olabilir.
Bunun bir sosyal demokrasi felsefesi olduğu, bana her zaman besbelli
görünmüştür — bu felsefe, bir yandan tutuculuğa karşıttır, bir yandan da
totaliterliğe (o nedenle de, komünistliğe) karşıttır. Çünkü, başka her şeyden
çok, şeyleri değiştirmenin ve bu işi, şiddetli bir devrimin tersine, ussal ve
insancıl bir biçimde yapmanın felsefesidir. Şimdi gösterdiğime inandığım üzere,
bu felsefe, Popper’in bilim felsefesinin içine ek izi bırakmayacak gibi
örülmüştür. Fakat, Açık Toplum'u
yazan adamın arkasında, Avusturya Sosyal Demokrat Partisinde 20 yıllık etkin
bir üyelik deneyimi olduğunu da anımsamalıyız. Bir Sosyal Demokrat olarak,
partisinin platformunun temellerini oluşturan, üretim, bölüşüm ve değişim
araçlarının ulusallaştırılmasının, kendiliğinden, çözmeyi amaçladığı sorunları
çözemeyeceğine, hatta partisinin en çok önem verdiği değerleri de
yıkabileceğine zamanla inanır hale gelmişti. Dostlarının dışında herhangi bir
siyasal etkisi olmadığı için, Sosyal, Demokratların toplumsal değişim üstüne
Marxist çözümlemeyi yadsıdıklarını ve bunun yerine, kendisinin savunduğu
fikirleri benimsediklerini görmek istiyor, ama bunun gerçekleştiğini
görebileceğini hiç sanmıyordu. Sonunda, partsinden hayal kırıklığına
uğradı; bu hayal kırıklığının asıl nedeni, Avusturya Sosyal Demokratlarının
düşünsel açıdan karışık-kafalılıkları değildi, herhangi bir direnme programları
olmadan, işçileri şiddet yoluyla saldırılara açık tutmalarıydı; önderlerinin
sorumluluktan korkmalarıydı ve en önemlisi de, Nazilerin erki ele geçirmelerine
karşı kesin bir direniş göstermemekte Komünistlerle işbirliği yapmalarıydı—bu
konuda Komünistler gibi Machiavellici güdülerle hareket etmemişler, yalnızca
her zamanki gevşekliklerinden ötürü böyle davranmışlardı. Popper o zamandan beri Sosyal Demokrat partilere güvensizlik
beslemiştir. Çok sıkıştırılırsa, kendisini sözcüğün eski anlamında bir
liberal diye tanımlar, herhalde.
Burada kişisel bir ilgimi açıklamak istiyorum. Ben bir demokratik
sosyalistim; ve genç Popper’in, hiç kimsenin yapmadığı bir biçimde, demokratik
sosyalizmin felsefi temellerinin neler olması gerektiğini ortaya koyduğuna
inanıyorum. Onun gibi ben de, demokratik solun siyasal kuramı diye geçinen,
Marxizmle liberal eğilimli fırsatçılığın yazboz tahtasına çevrilmiş karmasının
yerini, bu fikirlerin aldığını görmek isterim: 1962’de The New Radicalism
adlı bir kitap yayımlayarak, bunu İngiliz işçi Partisi bağlamında savundum.
Kısacası, Popper'in artık sosyalist olmadığını açıkça belirtmekle birlikte,
onun fikirlerinin demokratik sosyalizm adına benimsenmesini istiyorum; bu
fikirleri üretmeye başladığı zaman, Popper demokratik sosyalizmle içtenlikle
bağlıydı ve bu fikirleri demokratik sosyalizm akımının gereksinimlerini
karşılamak için ortaya koymuştu. Popper'in siyasal görüşlerinin gerçek
anlamının ve gelecek gelişimlerinin bundan ileri geldiğini sanıyorum. Benim
yaşlı Popper'le öteden beri dürdürdüğüm tartışma, fikirlerinin siyaset uygulamasında
yol açacağı köktenci sonuçları kabul etmeye yanaşmadığını iddia edişim üstünde
düğümleniyor. (Yanılıyorsam, böyle bir durumun en azından bir tane ünlü önceli
vardır: Marx da yaşlı çağında, kendisinin Marxist olmadığını ileri sürmüştür).
Açık
Toplumda, kamu politikası için savunulan genel kılavuz ilke, «Kaçımlabilecek
acıları en aza indirin»dir. Tipik bir biçimde, bu ilke dikkati hemen sorunlara
çekmektedir. Diyelim, bir Eğitim Yetkesi, yönetimi altındaki çocuklar için en
çok fırsat sağlama amacını benimserse, anlaşılır bir biçimde, bunu nasıl
gerçekleştirebileceğinden emin olmayabilir; ya da parasını örnek okullar
kurmaya harcamayı düşünmeye başlayabilir. Ama, böyle yapmaktansa, geriliği
en aza indirmeyi amaçlarsa, bu, dikkatini hemen en geri durumdaki okullara
—öğretmen sorunu en kötü, en kalabalık sınıflı, binaları en derme çatma, eğitim
malzemeleri en az ya da en kötü olan okullara— yöneltir ve onlar için
bir şeyler yapmayı ilk öncelik sırasına getirir. Popperci yaklaşım, baştan
sona, şu gerekli sonucu çıkartmayı içinde taşımaktadır: kişiyi, Ütopya kurmayı
düşlemeye itecek yerde, kötülükleri aramaya ve onları yok etmeye yöneltir. O
bakımdan, bu, her şeyin üstünde uygulamaya yönelik bir yaklaşımdır, ama yine de
koşulları değerlendirmeye kendisini bağlamıştır. İnsanlarla ilgilenmekten yola
çıkar ve kurumlan yeniden kalıplamak için sürekli ve etkin bir isteği içinde
taşır.
«Mutsuzluğu en aza indirin,»
Faydacılığın «Mutluluğu en çoğa çıkarın» ilkesinin olumsuz terimlerle
yinelenişinden ibaret değildir. Burada mantıkça bir bakışıksızlık vardır:
insanları nasıl mutlu edeceğimizi bilmeyiz, ama onların mutsuzluklarını
azaltmanın yollarını bilebiliriz. Okuyucular bununla, bilimsel önermelerin
doğrulanabilirliği ya da yanlışlanabilirliği arasındaki benzeşmeyi hemen
farkedeceklerdir. «Ahlak açısından, acı çekmeyle mutlu olma ya da elemle haz arasında bir
bakışıklık bulunmadığına inanıyorum. ... insanın acı çekmesi doğrudan bir ahlak
çağrısına, yani yardıma çağrıya kaynak olmaktadır; oysa zaten iyi durumda olan
bir insanın mutluluğunu arttırmanın buna benzer bir çağrısı yoktur. (Faydacılığın
‘Hazzı en çoğaltın' formülüne karşı bir başka eleştiri de, bu gorüşün ilkede,
elem derecelerini olumsuz haz dereceleri gibi ele almamızı olanaklı kılacak
sürekli bir haz-elem dizilişini varsaymasıdır. Fakat ahlak açısından elem
tartılamaz ve hele birinin elemi bir başkasının hazzıyle ödenemez. En büyük
sayıya en büyük mutluluk yerine, daha alçakgönüllü davranıp, herkes için
kurtulunabilecek acı çekmenin en azaltılması istenmelidir; dahası — önlenemeyecek
bir yiyecek kıtlığı zamanındaki açlık gibi— kurtulunamayacak acı çekmeler de,
olabildiğince eşit dağıtılmalıdır)» (İbid., cilt I, s. 284-85.).
Popper böyle bir yaklaşımın, tanınabilir haksızlıkları yok etmek üzere
hemen harekete geçilmesi için sürekli bir istemler akışına yol açacağını,
haklı olarak, iddia etmektedir. Bu gibi hareketlerse, üzerlerinde yaygın bir
anlaşmaya varılmasına en elverişli türden olup gözle görünür düzeltimlere
ulaşacaktır. Popper ayrıca —ve yine haklı olarak— uygulamada hoşgörüsüz ve
otoriter olan Utopyacılıktan kaçınmaya da özen göstermektedir Bütün bunlarla birlikte, yardımcı olmak
bakımından büyük bir değer taşımasına karşın, «Mutsuzluğu en aza indirme»nin
baş siyasal ilkemiz diye benimsenmeye yetecek ölçüde ileri gidip gitmediğinden
kuşkulanılabilir. Bu ilke, şu sıra varolan bir erk, mülkiyet ve fırsat kalıbı
içindeki yolsuzluk ve bozuklukların düzeltilmesiyle yetinilmesini
gerektirmektedir. Sözcük anlamıyla alınırsa, güzel sanatların devletçe
desteklenmesi, spor alanları ve yüzme havuzları gibi şeylerin belediyelerce
yapılması türünden ılımlı liberal önlemlere bile izin vermez gibi görünmektedir.
Böylesine aşırı tutucu bir konum, en azından bir bolluk toplumunda Popper'in
köktenci felsefesinin hiç de doğal olmayan bir sonucu olurdu — nitekim,
Muhafazakâr Partiden profesyonel bir politikacıya bile fazla tutucu gelmiştir
(Sir Edward Böyle: New Society, 12,9.1963.) — Popper’in kendisi de burada
durmak istemezdi. Öyleyse, metodolojik bir kural olarak, her zaman, önce
birinci ilkeyi uygulamalı ve onun sonuçlarına göre hareket etmeliyiz, ama ne
zaman bütün duruma yeni baştan bakma olanağı doğarsa, o zaman ilkini içinde
taşıyan ikinci ve daha zengin bir formüle başvurmalıyız: «Bireylerin diledikleri gibi yaşama
özgürlüğünü en çoğa çıkartın.» Bu ilke eğitime, güzel sanatlara, konut
yapımına, sağlık hizmetlerine ve toplumsal yaşamın bütün öteki alanlarına büyük
kamusal yardımlar yapılmasını gerektirir
— fakat etkisi, her zaman, bireylere açık olan seçme ve dolayısıyla özgürlük
olanaklarını genişletme yönünde olur.
Sh:67-77
Benim görüşümce, Açık Toplum ve Düşmanlarının bugüne ilişkin en
önemli yanının sosyal demokratik felsefesi olmasına karşın, (kitabı yazarken de
bu felsefe Popper'in yüreğine pek yakın olmakla birlikte,) onu yazmasının baş
nedeni bu değildir. Popper bu kitap üstünde çalışırken, Hitler'in başarıdan
başarıya koştuğu, ülke ülke Avrupa’nın hemen tümünü fethettiği ve Rusya'nın
içlerine kadar girdiği anımsanmalıdır. Batı uygarlığı yeni bir Karanlık Çağın
âcil tehdidiyle yüz yüze gelmişti. Bu koşullar altında, Popper'i en çok
ilgilendiren, totaliter fikirlerin çekiciliğini anlamak ve açıklamak ve onları
çürütmek için elinden gelen her şeyi yapmak, aynı zamanda da en
geniş anlamıyla özgürlüğün değer ve önemini yaymaktı. Bu geniş program,
sosyal demokrasi felsefesini —zamanca da mekânca da— en evrensel bir bağlama
oturtmaktadır.
«Popper’in totaliterliğin çekiciliğini açıklayışının orta noktasına yakın
bir yerinde, «uygarlığın gerginliği» dediği bir sosyo-psikolojik kavram yer
almaktadır — bu, kendisinin de belirttiği üzere, Freud'un «Uygarlık ve
Huzursuzlukları» adlı yapıtında kullandığı kavramla ilişkilidir. Çoğu insanların gerçekten özgür olmayı istemediklerinin, çünkü özgürlüğün
sorumluluğu gerektirdiğinin, çoğu insanlarınsa sorumluluktan korktuklarının
ileri sürüldüğünü sık sık işitiriz. Bunun «çoğu insanlar» hakkında doğru olup
olmadığını bilmem, ama içinde önemli bir gerçek öğesi olduğuna eminim. Yaşamımızın
sorumluluğunu üstlenmemiz, hiç durmadan, güç seçim ve kararlarla yüz yüze
gelmek ve bunlarda yanlış yapınca da, sonuçlarına katlanmak demektir; buysa,
korkutucu olmasa bile, belalı bir yüktür. Hepimizde, yükü omuzlarımızdan atarak
bundan kaçmayı isteyen bir yan, belki çocukça bir yan vardır. Bununla
birlikte, en güçlü güdümüz sağ kalma güdüsü olduğu için, en güçlü gereksinmemiz
de herhalde güvenlik gereksinmesidir; dolayısıyla, kendimizden daha çok
güvendiğimiz bir kimseye ya da bir şeye sorumluluğu aktarmaya hazırızdır.
(İnsanlar, işte bu nedenle, yöneticilerinin kendilerinden «daha iyi»
olmalarını isterler ve onların öyle olduklarına güvenlerini pekiştirmek için
olmayacak bir sürü şeye inanırlar, öyle olmadıkları ortaya çıkınca da
derinliğine sarsılırlar.) Yaşamlarımızı yöneten kaçınılmaz ve zor kararların
—sert, fakat iyicil bir baba gibi— kendimizden daha güçlü, ama yine de, bizim
çıkarımızı özenle kollayan biri tarafından alınmasını ya da hiç hata yapmayan
kılgıl (pratik) bir düşün dizgesince bize verilmesini isteriz. Önünde sonunda,
çoğu korkular —karanlıktan korkma, yabancılardan korkma, ölümden korkma,
eylemlerimizin sonuçlarından korkma, gelecekten korkma gibi en temel korkular
da içinde olmak üzere— bilinmeyenden korkmanın türlü biçimleridir. Demek ki,
her zaman, bilinmeyenin gerçekte bilindiği ve bizim zaten isteyeceğimiz bir
şeyleri içinde taşıdığı yolunda güvenceler edinmeye çırpınıp duruyoruz. Bize
ölmeyeceğimizi güvenceleyen dinlere ve toplumun gelecekte, belki de pek
yakında yetkin olacağını güvenceleyen siyasal felsefelere sarılıyoruz.
Bu gereksinimler, eleştiri-öncesi toplumlarda, yetkeleri, aşama sıraları
(hiyerarşileri), ayin törenleri, tabular vb. gibi değişmeyen kesinliklerle
karşılanıyordu. Fakat insanın kabilecilikten çıkışı ve eleştirel geleneğin
başlamasıyla birlikte, yeni ve korkutucu istemler de ileri sürülmeye
başlamıştır: bireyin yetkeyi ve öteden beri doğru diye bellediklerini
sorgulaması, gerek kendisi gerekse başkaları için sorumluluk alması yolunda
istemler. Eski kesinliklere tam karşıtlıkla, bu durum toplumu çökmek, bireyi
de yönünü yitirmek tehlikesiyle yüzyüze getirmiştir. Sonuç olarak, başından
beri, buna karşı hem toplumda hem de (Freud'un söylediği, bir ölçüde buydu)
her bireyin içinde bir tepki oluşmuştur. Özgürlüğü güvenlik pahasına, eşitliği
öz-saygısı pahasına, eleştiren benlik-bilincini de zihin huzuru pahasına satın
alırız. Bunlar yüksek fiyatlardır: hiçbirimiz bunları seve seve ödemeyiz,
birçoklarıysa hiç ödemek istemezler. Eski Yunanlıların en iyileri bu
alışverişin yararlı olduğundan kuşkulanmamışlardı: doyuma ulaşmış bir domuz
olmaktansa, doyumsuz bir Sokrates olmayı yeğlemişlerdir — onlardan beri, toplum
eleştirici ve sorgulayıcılarının en büyükleri için bu söz söylenegelmiştir.
Ama, sorgulayışları yüzünden Sokrates'in ölüme mahkûm edildiği bir tepki de
yaşanmıştır. Ve öğrencisi Platon'dan başlayarak, toplumun gitgide daha «açık»
kılınmasına karşı çıkan olağanüstü yetenekli kişiler hep olmuştur. Bu kişiler
toplumu geriye ya da ileriye, daha «kapalı» olacağı bir duruma götürmek
istemişlerdir.
Böylelikle, eleştirel düşünüşün Sokrates-öncesi felsefecilerle başlayışından
bu yana, uygarlığın gelişen geleneğine koşut olarak (hatta belki, o geleneğin içinde
demek daha doğru olur) uygarlığın gerginliğine karşı bir tepki geleneği de
gelişmiştir — bu tepki, kendisinin yanısıra, eleştiri-öncesi ya da kabileci bir
toplumun yahut bir Ütopyaya ilerleyişin ana rahminin güvenliğine dönüş duygusunu
veren birtakım felsefeler yaratmıştır. Bu gibi gerici ve Utopyacı ülküler,
benzer gereksinimleri karşıladıkları için, aralarında derin ve öze ilişkin
yakınlıklar vardır. Her ikisi de varolan toplumu yadsımakta ve zaman içindeki
bir başka noktada daha yetkin bir toplum bulunacağını ileri sürmektedir.
Dolayısıyla, her ikisi de hem şiddete hem de romantikliğe eğilimlidir. Toplumun
gitgide daha kötüye gittiğini düşünüyorsanız, değişim süreçlerini durdurmak
istersiniz; yok, eğer geleceğin yetkin toplumunu kurmakta olduğunuza
inanıyorsanız, ona erişince bu toplumu sürekli kılmak isteyeceksiniz demektir;
buysa, yine aynı şekilde, değişim süreçlerini durdurmak anlamına gelecektir; böylelikle,
gericiler de Utopyacılar da, durdurulmuş bir toplumu amaçlamaktadırlar.
Değişiminse ancak en sıkı bir toplumsal denetimle —ciddi toplumsal sonuçların
doğması pahasına, insanları kendi girişkenlikleriyle herhangi bir şey
yapmaktan alakoyarak— engellenmesi düşünülebileceğinden, bunların her ikisi de
totaliterliğe götürürler. Her ne kadar böyle bir şey olunca, insanlar kuramın
saptırıldığını söylerse de, bu gelişim daha başından beri, söz konusu
kuramların içinde saklıdır. Şu ya da bu gerici kuramın (örneğin, en etkin
hükümet biçiminin bir diktatörlük olacağı görüşünün) ya da yetkin bir gelecek
kuramının (örneğin, Komünizmin) kuram olarak gayet iyi olduğu, ama ne yazık ki
uygulamada işlemediğinin söylenmesi, beylikleşmiştir bile. Ama bu, tümüyle yanlıştır.
Bir kuram uygulamada işlemezse, bu yalnızca kuramda bir bozukluk olduğunu
gösterir. (Başka her şey bir yana, bilimsel deneyimin özü budur).
Gerici ve Utopyacı kuramların kılgıl sonuçları Hitler'in ve Stalin'inkiler
gibi toplumlar olmakla birlikte, yetkin bir toplum isteği, besbelli ki, insanın
kötülüğünden değil, tam tersinden kaynaklanmaktadır. En dehşetli aşırılıklar,
(İspanyol Engizisyonu gibi) niyetleri tümüyle iyi olan ülkücülerin içtenlikli
ahlak kanılarına dayanılarak işlenmiştir. Batı tarihinin onca büyük bölümünü
oluşturan ideolojik ve dinsel otokratik yönetimler ve savaşlar, «Cehenneme
giden yol iyi niyet taşlarıyla döşelidir» diyen atasözünün en belirgin
örnekleridir. Bu çizgi boyunca sürüklenenler yalnızca budalalar değildir; gerçekten,
insanları harekete getiren, varolan toplumdan hoşnutsuzluk duyulması, zekâ ve
hayal gücünün yoksunluğundan çok, bunların varlığıyla koşutluk göstermek
eğilimindedir — zekâ ve hayal gücünden yoksun kimselerin, her şeyi olduğu gibi
kabul etmeleri ve tutuculuğa bağlanmaları daha olasıdır. Bundan ötürü,
uygarlığa karşı başkaldırıya —yani özgürlük ve hoşgörü gerçeklerine ve bunların
çeşitlilik, çatışma, önceden kestirilmeyecek ve denetlenemeyecek değişim ve
çokyönlü güvensizlik gibi sonuçlarına karşı çıkmaya— daha önce değindiğim
üzere, insanlığın düşünsel önderlerinin en büyüklerinden kimileri elebaşılık
etmişlerdir. Onların dehaları, seçkinciliklerini —sıradan insanların durgun
tutuculuklarını aşağılayan, dolayısıyla da, eşitlik ve demokrasiden kılgıl bir
biçimde yan çizen bir tutumu— kendileri bakımından daha da «doğal» hale
getirmiştir; bu tutumun içinde, kendilerini daha da rahat hissetmelerini
sağlamıştır, Popper açık toplumun düşmanlarına saldırırken, aynı zamanda,
onların çoğunun en yüksek itkilerle yola çıktıklarını teslim etmekte,
bazılarına en yüksek bir zekâyı yakıştırmakta ve en soylu güdülerimizden
kimilerine, ta içimizde saklı güvensizliklere çağrıda bulunduklarını
kabullenmektedir.
Popper Platonu, siyaset felsefesi, geçmişe dönme isteğini dile, getiren
dâhi filozoflar türünün en üstün örneği olarak ele almakta ve Açık Toplum ve
Düşmanlarının ilk cildinde, bu felsefenin geniş ve ayrıntılı bir
eleştirisini yapmaktadır. İkinci ciltte ise, kuramı yetkin bir geleceği
yansıtan en üstün filozof olarak Marx hakkında, buna koşut bir eleştiri
sunulmaktadır. (Popper, ileride açıklanacak nedenlerden ötürü, Marxizmi
Utopyacı kuramlardan ayrımlamakta, ama her ikisine de karşı kanıtlar ileri
sürmektedir.) Bu ağır siklet hasımları, özellikle Marx’ı ele alış biçimi, kendi
içinde, Popper’in yazılarından öğrenilecek en önemli yöntem derslerinden birini
oluşturur. Tartışma ve çatışmalar tarihi boyunca, Voltaire gibi dâhi
polemikçilerin bile yaklaşımı, her zaman hasmın zayıf noktalarını aramak ve
onlara saldırmak olmuştur. Fakat bunun önemli bir sakıncası vardır. Her
görüşün güçlü yanları gibi zayıf yanları da bulunur; o görüşün çekiciliğiyse,
besbelli, bu güçlü yanlara dayanmaktadır; dolayısıyla, bir görüşün zayıf
yanlarına saldırmak, o görüşün izleyicilerini rahatsız edebilir, ama buna
bağlanmalarının geniş ölçüde dayandığı düşünceleri çökertmez. İnsanların bir
tartışmadan yenik çıkınca, görüşlerini pek ender olarak değiştirmelerinin
nedenlerinden biri budur. Daha çoğucası, böyle bir yenilgi, giderek
görüşlerinin en zayıf yanlarım bir yana bırakmaları ya da düzeltmeleri sonucu,
konumlarını pekiştirmelerine yol açmaktadır, îki zeki insan tartışmalarını
sürdürürken, herbirinin görüşünün gittikçe daha iyileştiği sık sık rastlanan
bir durumdur; çünkü bu süre boyunca, durmadan, karşısındakinin eleştirileriyle
düzeltilmektedir. Bunun Popperci açıdan çözümlenişi apaçıktır. Popper’in yapmayı
amaçladığı ve en iyi yazdığı zamanlarda da yaptığı, hasmının görüşlerinin en
güçlü yanlarım arayıp onlara saldırmaktır. Hatta, saldırıya geçmeden önce,
karşısındaki görüşü daha da güçlendirmeye çalışmaktadır. Bu görüşün
zayıflıklarından kaldırılabilecek, formülleştirmelerinde düzeltilebilecek
olanları varsa, bunları yapmaktadır; iyi dile getirilmemiş, ama doğru
olabilecek her yanını anlayışla karşılamakta, besbelli açıklarıysa
atlamaktadır; ona elinden gelen en sağlam anlatımı kazandırdıktan sonra, en
güçlü ve çekici yanma saldırmaktadır. Düşünsel açıdan varolabilecek bu en
ciddi yöntem, heyecan vericidir; sonuçları da, başarıya eriştiği zaman,
tamamıyla yıkıcı olmaktadır. Çünkü yenik düşen görüşün, artık, eleştiri
ışığında yeniden kurulabilecek herhangi bir çeşitlemesine olanak
kalmamaktadır; yıkıldığı halinde, yararlanılabilecek her destek ve kaynak zaten
kullanılmıştır. Popper'in Marxizme işte tam böyle yaptığı düşünülmektedir —
Isaiah Berlin'in bu kitabın ikinci cümlesinde aktarılan yargısı, bu kanıyı dile
getiriyor. Doğrusu, ben de aklı başında bir adamın Popper'in Marx eleştirisini
okuyup da nasıl Marxist kalabileceğini düşünemiyorum. Fakat, bu biraz sonra
geleceğimiz bir noktadır.
Akademik dünyada Açık Toplum
ve Düşmanları nın en çok tartışılan yanı, hep, Platon'a saldırısı
olmuştur. Fakat, bu konuda ileri sürülen görüşlerin pekçoğu bilinsizcedir. Açık
Toplumun ilk cildinin baş-amacının Platon'u eleştirmek olduğunu,
Popper'in Platonu filozof olarak küçümsediğini, ama Ronald B. Levinson'un
yetkin, kap- kalm ve bilgince yapıtı In Def ense of Plato (Platonu
Savunma Yolunda)'nun Popper’i «tümüyle çürüttüğü »nü ya da ona ağzının payını
verdiğini varsayan birçoklarının konuşmalarını işittim (Popper, Açık
Toplum’unun 1961'de yapılan 4. basımındaki bir Ek'le Levinson'u
yanıtlamıştır.) Bunların hiçbiri doğru değildir. Popper, Platon için açıkça
«bütün zamanların en büyük filozofu» demektedir (s. 98) ve onun hakkında,
«eşsiz zekâsının olanca kudretiyle» (s. 109) gibi sözleri, hiç de alay etmeden,
doğal olarak kullanmaktadır.
Hatta, Whitehead'in Batı felsefesinin tümü, Platon’a düşülmüş dipnotlarından
ibarettir, yargısını onaylamaktadır. Platonu eleştirmek, baş-amacı da değildir;
Levinson'un In Def ense of Plato’ sunun s. 17' sindeki şu sözleri,
Popper'in konumunu doğru olarak anlatıyor: «Popper'in Platon'a saldırısı, bütün
kitabını güdüleyen, devrimlerin en büyüğünün ‘kapalı toplum’dan 'açık topluma
—yani, devletçe sağlanan karşılıklı koruma çerçevesi içinde, birbirlerinin
haklarına saygı gösteren ve sorumlu, ussal kararlar alarak gitgide özgür
bireylerin bir birliğine— geçiş olduğu yolundaki olumlu kanısının, yalnızca
olumsuz boyutudur.» Levinson, Popper’in Platon üstüne yargısını tümüyle
çürütmek şöyle dursun, kitabını sonuçlandırırken, o yargının en önemli
bölümünün haklılığını teslim etmektedir: «İlk ve en önemli olarak, Platon’un
—sıradan yurttaşların zorla düzene sokulması anlamına— Popper’in deyişiyle,
toplumunu ‘kapalı' hale getirmeyi önerdiğini kabul ettik (s. 571)... Platonun
siyasal ülküsü, herhangi bir saptırmaya uğratılmadan, pek çok otoriter hükümet
çeşidi arasında, Webster sözlüğündeki totaliterlik tanımını bizim
genelleştirerek kullandığımız anlamda, son derece ayrımlı bir tür diye
sınıflandırılabilir; buna, daha önce kabul ettiğimiz gibi, Sabine’in özenle ve
sakınarak ‘özel yargıyla kamu denetimi alanları arasındaki ayrımı kaldıran'
bir hükümet diye tanımladığı anlamda ‘totaliter’ de diyebiliriz (s. 573)».
Levinson, Popper’in söylediği pek çok şeye ısrarlı bir biçimde, karşı çıkmakla
birlikte, onun «birçok düşün alanları hakkında geniş ve kapsamlı bilgi sahibi
olmasından ve «bütün yapıtı [Açık Toplum ve Düşmanları]’nı savunusuna
adadığı liberal ve demokratik ülkülere kayıtsız şartsız bağlılığından (s. 19)
her zaman saygıyla söz etmektedir. Popper'in Platon uzmanlığının üstünkörü
olduğunun şu ya da bu biçimde ortaya konulmuş bulunduğu yolundaki yaygın
söylencenin kendisi, bir bilgiye dayanmadan yinelenmesi bakımından tümüyle
boştur. Ama, önemli felsefeciler bu hataya katılmamışlardır. Bertrand Russell
(Popper’in) «Platon’a saldırısı, alışılmadık
bir çizgide olmakla birlikte, benim görüşümce tamamıyla haklı temellere
dayanmaktadır» diye yazmıştır. Kendisi ileri gelen bir Platon uzmanı olan Gilbert Ryle, Mind
dergisinde Popper'in kitabı üstüne yazdığı tanıtma yazısında, «Yunan tarihi ve
Yunan düşünüşü hakkında incelemeleri derinliğine ve özgündür. Platon
serimlemesi artık bir daha eskisi gibi olmayacaktır» demiştir. Bir çeyrek
yüzyıl sonra (28 Temmuz 1972 günü) BBC Radyosunun 3. Programında Ryle bu
yargısını özgül olarak yeniden onaylamıştır.
Platonculuk çağcıl dünyanın
siyasal ve toplumsal yaşamında canlı bir sorun değildir. Sokrates'ten
öncekilerin felsefesi de değildir. Fakat Marxizm canlı bir sorundur. Aslında,
gayet kılgıl (pratik) bir bakımdan, Marx’ın günümüzün durumunda yansıyan
kişisel başarısının insanlık tarihinde bir başka koşutu yoktur. Daha yüz yıl
olmadı ki, Marx Londra’nın Hampstead semtinde karısı ve ailesiyle birlikte
yaşayan, ellilerinde bir aydındı; günlerini okuyup yazmakla geçiriyordu, eğitim
görmüş çevrelerde bile, kendisini tanıyanlar pek azdı. Oysa ölümünün üstünden
yetmiş yıl geçmeden, bütün Rusya ve imparatorluğuyla Çin'in tümü de içinde
olmak üzere, dünya nüfusunun üçte biri, kendilerini onun adıyla anan toplum
biçimlerini benimsemiştir. Bu, sanırım, ne derece olağanüstü olduğu
hâlâ yeterince düşünülmemiş bir görüngüdür. Fakat Marx'ın son yüzyılın en
etkili filozofu olduğunu ve onun siyasal ve toplumsal düşünüşü hakkında bir
miktar bilgi sahibi olmaksızın, bugün içinde yaşadığımız dünyayı anlama
olanağı bulunmadığını yadsıyacak çok az kişi çıkar. Yirmi yıl öncesinden
farklı olarak da, bugün bütün Batı dünyasında, üniversitelerimizde ve aydın
gençler arasında Marxizme duyulan ilgi azalmamakta, artmaktadır.
Bilimsel olma savı, Marxizmin çok önemli bir öğesidir. Marx kendisini,
tarihsel, -siyasal, ekonomik —genel olarak, toplumsal— bilimlerin, böyle
denebilirse, Newton’u ya da Darwin'i gibi görmüştür. Das Kapital'in
ikinci cildini, «onun evrim ve doğal ayıklanma kuramıyla, doğa bilimlerinin
biçimbilimine (morfolojisine), kendisinin insanlık tarihi için yapmaya çalıştığı
şeyi yaptığını düşünerek, hakkında, çağdaşlarının başka herhangi birinden daha
büyük bir düşünsel hayranlık duyduğu» Darwin’e adamayı önermiştir. «Darwin'se
kibar ve dikkatle seçilmiş sözlerle yazdığı bir mektupta, kendisinin ne yazık
ki iktisat bilimi üstüne büsbütün bilimsiz olduğunu belirtmiş ve bu şerefi
geri çevirmiştir; ama yazara, ortak amaçlan olduğunu varsaydığı, insan
bilgisini ilerletme yolunda iyi dileklerini sunmuştur» (Isaiah Berlin, Karl
Marx, s. 232.). Sorunun özü şudur ki, Marx insan toplumlarının gelişiminin
kendisinin keşfettiği bilimsel yasalarla yönetildiğine inanıyordu. Bilim
anlayışı, ister istemez Einstein-öncesinin bilim anlayışıydı. Zamanının başka
bütün bilgili kişileri gibi, Marx da Newton’un maddenin uzamdaki devinimlerini
yöneten Doğa Yasalarını keşfettiğini, dolayısıyla herhangi bir fizik sistem
hakkında, ilgili veriler elde olunca, onun bütün gelecek evrelerinin önceden
kestirilebileceğini sanmaktaydı. Böylelikle, gündoğumunun, günbatımının,
ay ve güneş tutulmalarının, gelgitlerin vb. zamanını öndeyileyebiliyorduk.
Böyle olmakla birlikte, her ne kadar Doğa Yasaları bize güneş sisteminin
geleceğini önceden kestirmek olanağını veriyorsa da, onu denetlememize olanak
vermemektedir: denilebilir ki, bunlar taş gibi bir zorunlulukla, bizim bilimsel
olarak önceden kestirebileceğimiz ve betimleyebileceğimiz, ama
değiştiremeyeceğimiz kaçınılmaz sonuçlar doğurmaktadır. Marx kendi keşiflerini, işte tam buna koşut görmüş ve Newtoncu terimler
kullanarak da koşutluğu vurgulamıştır. Das Kapitalde kendisinin
«Kapitalist üretimin Doğa Yasalarını» keşfettiğini söyler ve şu uyarıda
bulunur: «Bir toplum kendi hareketinin
Doğa Yasalarını keşfetmek için doğru yola girdikten sonra bile —çağdaş
toplumun Ekonomik Devinim Yasasını açığa çıkarmak, zaten bu yapıtın sonul
ereğidir—, normal gelişmesinin ardarda evrelerinde karşılaştığı engelleri ne
cüretli sıçrayışlarla aşabilir ne de yasama kararlarıyla kaldırabilir. ... Bu,
taş gibi bir zorunlulukla kaçınılmaz sonuçlar doğuran o yasaların kendilerinin,
o eğilimlerin bir sonucudur. Endüstrice daha çok gelişmiş olan ülke, daha az
gelişmiş olana yalnızca kendi geleceğinin imgesini gösterir».
Mars'ın kaçınılmaz diye gördüğü geleceği, kişisel olarak hoşnutlukla
karşılamasının bilimsel açıdan herhangi bir önemi yoktur. Kesin konuşmak
gerekirse, bir yıldızbilimci, önceden kestirdiği tutulmalar olurken onları
seyretmekten hoşlanabilir, dolayısıyla olmalarım bekleyebilir, olduklarında da
sevinebilir, ama bunları savunduğunun söylenmesi ne kadar anlamlı olabilirse,
Marx'ın öndeyilediği olayların gerçekleşmesini savunduğunun söylenmesi de ancak
o kadar anlamlı olabilir. Marx, kendi kuramının bu anlamda «bilimsel» olduğunu
her zaman ısrarla belirtmiştir — bir şeyler öğütlememekte, yalnızca betimlemektedir;
böyle yapmayan başka Sosyalizm biçimleriniyse «Utopyacı» diye aşağılamıştır —
Utopyacı kuramlar olsa olsa düpedüz savunular, daha kötüsü de hayallerdir. Popper, bir yanda tarihin akışını
biçimlendirmekte güçsüz olduğumuz yolundaki Marxist inançla, öte yanda yetkin
bir toplum kurmanın elimizde olduğunu savunan Utopyacı inanışlar arasındaki bu
ayrımı kabul etmektedir — ne var ki, Marxzmin ikinci türden bir inanç olduğu
hakkında bir yanlış anlama yaygındır, çoğu Komünistler de sanki böyle düşünmekte,
dolayısıyla, Popper'in «âdi Marxist», Marx’ıbsa «Utopyacı Sosyalist» dediği
türe girmektedirler. Sanırım, gerçekten de. Komünizm Utopyacıdır,
Marxizmse değildir: onun için, bu ayrımı akılda tutmak önemli olmaktadır.
Marxizmin bilimsel olma iddiasının çok
önemli bir sonucu, ya kendisini bilimsel bir tartışma düzeyinde başarıyla
savunmak ya da tutarsızlığa çökmek zorunda bulunmasıdır. Bu düzeyde herhangi
bir yenilgiye uğrarsa, başka kanıtlama yollarına başvuramaz: kısacası,
kendisini sınamalara açmak ve sonuçlarını kabul etmek durumundadır.
Popper'inse, Marxizmin bilimsel doğruyu ortaya koyma savlarını, yeniden ayağa
dikilmeleri için herhangi bir ciddi olanak bırakmamacasma yıktığına
inanılmaktadır. Popper bunu, Marx’ın kuramının yanlışlanabilir olmadığını
göstererek yapmamıştır. Âdi Marxizm yanlışlanabilir değildir, ama Popper
Marx’a âdi Marxizmi yakıştırma hatasını işlememektedir. Karl Marx’ın kendi
kuramı, layık olduğu düşünsel ciddilikle ele alınınca, oldukça çok sayıda
yanlışlanabilir öndeyiler sunmaktadır — ki, bunların en önemlileri şimdiden
yanlışlanmış bulunmaktadır. Örneğin, bu kurama göre, ancak tam gelişmiş
Kapitalist ülkeler Komünist olabilecektir, onun için de bütün toplumların önce
Kapitalist gelişme aşamasını tamamlamaları gerekmektedir: fakat gerçekte,
Çekoslovakya'nın dışında, Komünist olan bütün ülkeler endüstri-öncesi
durumdaydılar — hiçbiri tam gelişmiş bir Kapitalist toplum değildi. Bu kurama
göre, devrimin endüstri ‘proletaryasına dayanması gerekiyordu: fakat Mao Ze-Dung, Ho Chi-Minh ve Fidel Castro bunu açıkça
yadsımışlar ve başarılı devrimlerini, ayrı ayrı ülkelerinin köylülüklerine
dayandırmışlardır. Bu kurama göre, endüstri proletaryasının kaçınılmaz bir
biçimde daha çok yoksul, daha çok sayıda, daha çok sınıf-bilinçli ve daha çok
devrimci olması için inceden inceye bir sürü sebep vardır: gerçekteyse, Marx'ın
gününden beri,, bütün endüstri toplumlarında bu sınıf daha varlıklı, daha az
sayıda, daha az sınıf-bilinçli ve daha az devrimci olmuştur. Bu kurama göre,
Komünizmi ancak işçilerin kendileri, yığınlar başa geçireceklerdir: gerçekte,
bugüne değin hiçbir ülkede, hatta Şili'de bile, Komünist Partisi özgür bir
seçimle çoğunluğun desteğini kazanamamıştır; tam erke eriştikleri yerlerde,
Komünizmi çoğunluğun üstüne bir ordu, genellikle de yabancı bir ordu, zorla
getirmiştir. Bu kurama göre, Kapitalist üretim araçlarının mülkiyetinin,
gitgide daha az kişinin elinde toplanması zorunluydu: gerçekte, anonim şirketlerin
gelişmesiyle, mülkiyet öylesine yaygın bir biçimde dağılmıştır ki, denetim
yeni bir profesyonel işletme yöneticileri sınıfının , eline geçmiştir.
Bu sınıfın ortaya çıkışının kendisi de, bütün öteki sınıfların ister istemez
ortadan kalkacaklarım ve —her şeye sahip olan ve her şeyi denetleyen, ama hiç
çalışmayan ve durmadan daralan bir Kapitalist sınıfla, hep çalışan, ama hiçbir
şeye sahip olmayan, hiçbir şeyi denetlemeyen ve durmadan genişleyen bir proletarya
arasında— iki sınıf halinde kutuplaşacağını söyleyen Marxist öndeyinin bir
yadsınmasıdır.
Sonra, bir başka yönden bakılırsa; Marx'la Engels’in çoğu bilimler
hakkında söylediklerini, daha sonra bu bilimlerde yer alan gelişmeler modası
geçmiş hale getirmiştir: örneğin, madde kuramlarını Einstein-sonrası fizik,
bireysel davranış anlayışlarını Freud -sonrası psikoloji geride bırakmıştır.
Marxizmin kendisinin Ricar- docu ekonomik temellerini Keynes-sonrası iktisat,
Hegelci mantık temellerini de Frege-sonrası mantık, unutulmuşluk uçurumuna süpürüp
atmıştır. Siyasal kuramların gelecek gelişmeleriyle ilgili görüşleri de,
gerçekte olanlardan çok farklı çıkmıştır — sanırım, bunun başlıca nedeni,
parlamenter demokrasiyi ciddiye almayışlarıdır (bu kusur da yine, böyle
herhangi bir gelişmeyi olanaklı görmeyen kuramlarından gelmektedir).
Bütün bunlar, bilimsel olma savında bulunan bir kuramın, temel yöntem
uyarınca, öndeyilerini deneyimin sınamasından geçirip onların yanlışlandığını
görmekle yadsınması demek olmaktadır. Fakat, ilk bölümlerden anımsanacaktır
ki, bu, bir kuramın geçirmek zorunda bulunduğu başlıca sınama olmakla birlikte,
tek sınama değildir: kuramlar iç tutarlılık ve tutumunun mantıksal gereklerini
de karşılamalıdırlar. Üretim araçlarının gelişmesinin tarihsel gelişimin tek
belirleyicisi olduğunu söyleyen Marxizmin temel ilkesinin, böyle bir kuramın
nasıl olup da aynı kalmak yerine, geliştiğini açıklayamayacağı olgusu
karşısında mantıkça tutunumsuz kaldığı gösterilmiştir.
Marx'm tarihin bilimsel yasalara göre geliştiği görüşü, Popper’ in
«tarihsicilik» dediği şeyin bir örneğidir. «Tarihsicilik’le, toplumsal
bilimlerin başlıca amaçlarının tarihsel öndeyi olduğunu varsayan ve bu amacın,
tarihin evriminin altında yatan 'düzenlilik' ya da 'kalıp'lar, ‘yasa' ya da
‘eğilim'ler keşfedilerek gerçekleştirilebileceğine inanan bir yaklaşımı
söylemek istiyorum» (The Poverty of Historicism, s. 3.). Tarihsici inanışın kimi
örnekleri: Eski Ahid Yahudilerinin
Seçilmiş Halkın kutsal bir görevi olduğu inancı, ilk Hıristiyanların İkinci Geliş üzerine kitle halinde Hak dinine
dönüşler olacağının kaçınılmazlığına inanmaları, bazı Romalıların dünyaya
egemen olmanın Roma için bir alınyazısı olduğu inançları, Aydınlanma Çağı
liberallerinin ilerlemenin kaçınılmazlığına ve insanın yetkinleşebileceğine
inanmaları, Hitler'in Bin Yıllık İmparatorluğun kurulacağına inanmasıdır. Bu inanışların ne denli düşük bir gerçekleşme oranı olduğunu kavramak
için, en ünlü örneklerden kimilerini ardarda sıralamaya başlamak bile yeter.
Fakat özgül kuramlar bir yana, tarihin bir ereği, ereği yoksa bile bir tasarımı
ya da hiç değilse bir anlamı yahut en azından bir tür tutarlı kalıbı olduğu
yolundaki genel fikir de çok yaygın görünmektedir.
Tarihsel kaçınılmazlık ciddi olarak savunulmak gerekirse, sınırlı sayıda
açıklamalar olanaklıdır. Ya tarih dış bir zekâ (çoğucası, Tanrı) tarafından kendi
amaçlarına göre yöneltilmektedir. Ya tarih içsel bir zekâ (içkin tin,
yaşam gücü ya da «insanın kaderi» gibi bir şeyler) tarafından ileriye doğru
itilmektedir. Ya da hiçbir tin yoktur, bu durumda tümüyle belirleyici maddi
süreçler işliyor olmalıdır. İlk iki almaşık, besbelli bir anlamda
metafiziktir: yanlışla- namazlar ve kesinlikle bilimsel-değildirler.
Üçüncüsüyse, artık tutulamayacak bir bilim anlayışına dayanmaktadır.
Popper'in bu görüşleri yadsımasının nedenleri, bu kitapta şimdiye değin
anlatılanlardan belli olmuş bulunmalıdır. Popper, değişmenin sorunlarımızı
çözme girişimlerimizin sonucu olduğuna —sorunlarımızı çözme girişimlerimizinse,
önceden kestirilemeyecek başka öğelerin yanısıra, hayal gücü, seçme ve
bahtlılık gerektirdiğine— inanan bir belirlenmezcidir (endeterminist). Biz
neyi seçersek, yaptığımız seçmeden sorumlu oluruz. İşin içinde herhangi bir
yöneltme sürecinin olduğu ölçüde, tarihi ileriye götüren, birbirlerimizle,
(İnsan türü olarak bizim yaratmadığımız) fizik çevremizle ve (insan türü olarak
bizim yarattığımız, ama her bireyin kalıtçısı olduğu ve ancak birazcık
değiştirebileceği) Dünya 3'le etkileşimimiz içinde, bizizdir. O tarihin içinde
birtakım amaçlar varsa, onlar bizim amaçlarımızdır. Herhangi bir anlamı da
varsa, bu bizim ona verdiğimiz anlamdır.
Bu fikirler açısından, Popper bütün tarihsici kuramlara saldırmaktadır. En
güçlü saldırısını yönelttiği kuram da, hem çağcıl dünyada en etkili olanı o
Olduğu için, hem de tarihin gelişmesinin bilimsel yasalar uyarınca olduğunu ve
(kendisinin ortaya koyduğu) bu yasaları bilmemizin geleceği önceden
kestirmemizi olanaklı kıldığını savlayan, hepsinden çok o olduğu için,
Marxizmdir. Popper' in kanıtı, en teknik düzeyde, ister bir bilgin ister bir
bilgisayar olsun, hiçbir bilimsel öndeyicinin, gelecekte kendisinin vereceği
sonuçları, bilimsel yöntemlerle, hiçbir biçimde önceden kestiremeyeceğini
göstermekten oluşmaktadır. Daha alışılmış terimlerle ise, bu kanıt şu biçimi
almaktadır. İnsan bilgisinin büyümesinin insan tarihini güçlü bir biçimde
etkilediğini göstermek kolaydır —her türlü bilgiye maddi gelişmenin bir yan
ürünü diye bakanlar bile, kendileriyle çelişkiye düşmeksizin, bu gerçeği kabul
edebilirler. Fakat geleceğin bilgisini önceden kestirmek, mantıkça
olanaksızdır: geleceğin bilgisini önceden kestirebilseydik, o bilgiye şimdi
sahip olmuş olurduk, geleceğin bilgisi olmazdı; geleceğin keşiflerini önceden
kestirebilseydik, bunlar şimdinin keşifleri olurdu. Bundan şu sonuç çıkar ki,
gelecekte yapılabilecek anlamlı keşifler varsa, insan isteklerinden bağımsız
olarak belirlenmiş bulunsalar bile, bunları bilimsel yöntemlerle önceden
kestirmek olanaksızdır. Bir de şu kanıt vardır: gelecek bilimsel olarak önceden
kestirilebilir olsaydı, ne olacağı bir kez keşfedilince artık gizli kalamazdı,
çünkü ilkece herkes tarafından keşfedilebilir olurdu. Bu da ayrıca, bizi
kaçınma önlemleri almanın olanaklılığı/olanaksızlığı konusunda bir paradoksla
karşı karşıya getirirdi. Yalnızca bu mantıksal nedenler tarihsiciliği
çökertmektedir; dolayısıyla, bizim de, Marxist programda merkezi bir önem
taşıyan, kuramsal fiziğe karşılık kuramsal bir tarih fikrini yadsımamız
gerekiyor.
Geleceğin bilimsel olarak önceden kestirilebilir olduğu fikrinin çökmesiyle
birlikte, bütüncül olarak (toptan) planlanmış toplum fikri de yıkılmaktadır.
Bunun, başka bakımlardan da mantıksal tutunumsuzluğu gösterilmiştir: bir kere, «Planlamacıları kim planlayacak?» sorusuna tutarlı bir
yanıt verilemez; ikinci olarak, yukarıda gösterdiğimiz üzere, herhangi bir
durumda eylemlerimizin amaçlanmamış sonuçlar doğurması olasılığı vardır. Sırası
gelmişken şuna da değinmekte yarar vardır ki, bu ikinci nokta Utopyacların
genel bir yanılgılarını ortaya koymaktadır (ama Marx bu yanılgıyı paylaşmaz
—gerçekten, Marxizmin burada çoğu Sosyal Demokratlardan daha açık bir anlayışı
vardır); buna göre, «toplumda 'kötü' bir şey, savaş, yoksulluk, işsizlik gibi
hoşlanmadığımız bir şey olunca, bu kötü bir niyetin, uğursuz bir tasarımın
sonucu olmuş olmalıdır: herhalde birileri bunu 'kasten' yapmıştır ve hiç kuşkusuz,
birileri bundan yararlanmaktadır. Bu felsefi sayıltıya, ben toplumun komplocu
kuramı dedim.» (Popper’in Modern British Philosophy'dekı sözlerinden
(der. Bryan Magee), s. 67.) Popper'in Marxizme karşı giriştiği saldırının öteki
cepheleri, bu kitapta daha önce serimlenmiş. bulunan kanıtlara dayanmaktadır ve
yinelenmeleri gerekmez. Bunların en önemlisi, Marx'ın «bilimsel Sosyalizm»
dediği şeyi ileri sürerken, yalnız toplum hakkında değil, bilim hakkında da
yanıldığı savıdır — Marx'ın bilim görüşü, Popper'in kendisinin devirdiğine
inandığı bir görüştür. Popper bilim konusunda haklıysa, o zaman, gerçekten
bilimsel tek siyaset felsefesi kendisininkidir; bundan daha önemlisi, her
ikisi de günümüzün dünyasında pek belirgin bir biçimde dile getirilen, bilim
düşmanlığı da, akla karşı başkaldırı da yanlış bilim ve akıl anlayışlarına
yönelmişlerdir.
Popper’in, tarihte, insanların ona verdiklerinden başka bir anlam
göremeyeceğimiz yolundaki kanıtları, bunların kendilerini bir tür varoluşçu
boşluğa bıraktığı duygusuna kapılan kimi insanlarda, ^ön-yitirtici olduğu için
psikolojik olarak da rahatsız edici bir etki yaratmıştır. Daha başka birtakım
kimseler, eğer Popper haklıysa, o zaman bütün değer ve kuralların keyfi olmak
zorunda kalacağından korkmaktadırlar. Açık Toplum'da (cilt I, s.
64-65), bu ikinci kuruntu pek güzel karşılanmıştır. «Hemen hemen bütün yanlış
anlamalar, temel bir kavrayış hatasından ileri gelmektedir; bu da, ‘uylaşım'ın
'keyfiliği' içerdiğine inanmak, istediğimiz herhangi bir normlar sistemini
seçmekte özgürsek, bir sistemin herhangi bir başkası kadar iyi olacağını
sanmaktır. Elbette, normların uylaşıma dayandıkları yahut yapma oldukları
görüşünün, bir ölçüde keyfilik öğesinin işe karışacağına, yani (Protagoras'ın
gereğince ısrarla belirttiği üzere) aralarında bir seçim yapmak için pek sebep
olmayan başka norm sistemleri de bulunabileceğine işaret ettiğini teslim etmek
gerekir. Fakat, yapaylık hiç de tam keyfilik demek değildir. Örneğin, matematik
hesaplar yahut senfoniler ya da tiyatro oyunları geniş ölçüde yapaydır, ama
bundan bir hesap ya da senfoni yahut oyunun herhangi bir başkası kadar iyi
olacağı sonucu çıkmaz.» Popper'in bunun niçin böyle olmadığı ve insanın gerçek
yönelişini» ne olduğu hakkındaki tam açıklaması, kendisi daha sonra yayımladığı
halde, bizim daha önce tartıştığımız yazılarında yer alan evrimci bilgi
kuramında, özellikle de Dünya 3 kuramında bulunmaktadır.
Popper'in Marxizme karşı kanıtlarından kimileri, Utopyacılığa da uymaktadır
— örneğin, toplumlann «süpürülüp atılabileceği» ve yerlerine «tümüyle
yenileri»nin konulabileceği görüşüne karşı- ileri sürdüğü kanıt böyledir.
«Utopyacı, yaklaşım şöyle betimlenebilir. Akla uygun her eylemin belli bir
amacı olmalıdır. Bu eylem, amacını bilinçli ve tutarlı olarak izlediği,
araçlarını da ereğine göre belirlediği ölçüde akla uygundur. Onun içindir ki,
akla uygun eylemde bulunmak istiyorsak, yapmamız gereken ilk iş ereği seçmektir;
aslında, sonul ereğe götüren araçlar ya da bu yoldaki adımlar olan araç veya
ereklerden kesinlikle ayrımlamamız gereken gerçek ya da sonul ereklerimizi
belirlemekte de dikkatli olmalıyız. Bu ayrımı yapmayı savsaklarsak, parça
ereklerin bizi sonul ereğe yakınlaştırıp yakınlaştırmayacağını sormayı da
savsaklamış, dolayısıyla akla uygun eylemde bulunmamış oluruz. Bu ilkeler
siyasal etkinlik alanına uygulanınca, bizim herhangi bir kılgıl eyleme kalkışmadan
önce, sonul siyasal ereğimizi, yani kafamızdaki İdeal Devleti belirlememizi
gerektirir. Ancak bu sonul erek hiç değilse kaba anaçizgileriyle belirlenmiş
olunca, ancak erek edindiğimiz toplumun projesi gibi bir tasarımı elimizde
olunca, işte ancak araçlarını düşünmeye ve kılgıl eylem için bir plan o zaman
bunu gerçekleştirme* nin en iyi yollarını ve çizmeye başlayabiliriz» (The Open
Society and Its Enemies, cilt I, s. 157.).
Bir idealist, ciddi olarak yanılsamaları olmayan bir idealist olmayı
istiyorsa, Popper'in, önce bir projeden başlayan ve sonra onu gerçekleştirmeye
koyulan bütün siyaset yaklaşımlarına karşı kanıtlarını göğüslemek zorundadır.
Birinci olarak, her nereye gitmek isterseniz isteyin, olduğunuz yerden yola
çıkmaktan başka bir seçeneğiniz bulunmadığı kanıtı vardır. Bilgi kuramında ya
da bilimde yahut güzel sanatlarda olduğu gibi, siyasette de, her şeye en başından
başlamak olanağı yoktur. Hayali değişikliklerden farklı olarak her türlü gerçek
değişme, ancak edimsellikle varolan koşullarda bir değişme olabilir.
Ütopyacılar, genellikle, şu ya da bu şeyin değişebilmesinden önce, bir bütün
olarak toplumun değişmesi gerektiğini söylerler; fakat bunu söylemek, herhangi
bir şeyi değiştirmeden önce, her şeyi değiştirmemiz gerektiğini söylemektir
ki, bu da kendi içinde çelişkili bir fikirdir. İkinci olarak, hangi eylemlere
girişirsek girişelim, bunların kolaylıkla projemizde çatışabilecek birtakım
amaçlanmamış sonuçlan da olacaktır. Eylemimiz ne denli toptancı olursa,
amaçlanmamış sonuçlar da o denli bol çıkacaktır. Bir bütün olarak toplumu
değiştirmek için hazırlanan geniş kapsamlı planların ussallığını savlamak,
öyle ayrıntılı bir toplumbilim bilgisi savlamaktır ki, buna düpedüz sahip
bulunmuyoruz. Araçlar ve erekler hakkında Utopyacı türünde konuşmaksa, bir benzetmeyi
yanıltıcı bir biçimde kullanmaktır: gerçekte söz konusu olan, zamanca bize
yakın —«araçlar» diye adlandırdığımız— bir olay kümesiyle, bunların ardından
gelecek, zamanca bize uzak —«erek» diye adlandırdığımız— bir başka olay
kümesidir. Fakat, —tarihin akışı durmadıkça— bunları da ardarda başka olay kümeleri
izleyecektir. Dolayısıyla, erek gerçekten erek değildir ve sonsuz bir dizide
yalnızca ikinci sırada gelen bir küme için birtakım ayrıcalıklar savlamak,
ciddi olarak savunulamaz. Üstelik, ilk olaylar kümesinin, zamanca bize daha
yakın olduğu için, tasarlanan biçimde gerçekleşmesi, daha uzak ve daha
belirsiz olan İkinciden daha olasıdır. İkinci kümede erişileceğine söz verilen
ödüller, onların uğruna ilkinde katlanılan özverilerden daha az güvenlidir.
Bütün bireylerin de eşit manevi hakları varsa, o zaman bir kuşağı bir sonraki
uğruna gözden çıkarmak yanlıştır.
Projenin kendisine gelince, insanların ne tür bir toplum istedikleri
konusunda birbirlerinden • ayrıldıkları tanıtlanabilecek bir gerçektir —
uylaşımsal Tutucular, Liberaller ve Sosyalistler bile, başkalarına olanak
tanımamacasına böyle yapmaktadırlar. Dolayısıyla, kendi projesini üretime
sokmak amacıyla işbaşına gelen grubun niteliği ne olursa olsun, —onları
inanmadıkları bir ereğe hizmet etmeye zorlamasa bile— başkalarının
karşıtlığını etkisiz kılmak zorunda kalacaktır, özgür bir toplumun ortak
toplumsal amaçları zorla benimsetememesine karşılık, Utopyacı amaçları olan
bir hükümet otoriter olmak zorundadır ve öyle olmaya yazgılıdır. Toplumun
köktenci bir biçimde yeniden-kurulması, ister istemez uzun bir zaman alacak,
çok büyük bir girişimdir: hele, tanımı gereğince, bir devrimci karışıklık
dönemi olacak bu zaman süresince toplumsal amaç ve düşüncelerin ve ülkülerin
önemli ölçüde değişmeyeceğine en küçük bir olasılık bile tanınabilir mi? Ama
değişirlerse de, bunun anlamı, projeyi yapanlar için bile, en çok istenilen
toplun! diye görünen şeyin, yaklaşıldıkça gitgide farklılaşacağı — özellikle,
projenin yapılmasıyla hiçbir ilgileri olmayan ardıllarının istediklerinden
büsbütün farklı bir şeye dönüşeceğidir. Bu, bir başka kanıtla bağıntılıdır:
yalnızca planlamacıların kendileri, süpürüp atmak istedikleri toplumun bir
parçası olmakla kalmamaktadırlar; aynı zamanda, onların toplumsal deneyimleri
ve dolayısıyla, toplumsal varsayımları ve amaçları da, ne denli eleştirel olsa
bile, o toplumca derinliğine koşullandırılmıştır. Demek ki, gerçekte o
toplumu süpürüp atmak, onların ve planlarının da süpürülüp atılmasını içermektedir.
Zaten, köktenci ve köktenci olduğu için de uzun süreli bir toplumsal
yeniden-kurma, çok büyük sayıda insanları köklerinden sökmek ve onlara
yönlerini şaşırtmak zorundadır, böylelikle de hem psikolojik hem maddi anlamda
yaygın karşıtlıklar yaratacaktır; bu durumda en azından bazı kimselerin
kendilerini bu gibi etkilerle tehdit eden önlemlere karşı koymaya kalkışmaları
beklenmelidir. İdeal toplumu gerçekleştirmeye çalışan erk başındakiler, bu gibi
kişileri benlik çıkarları için bütünün iyiliğine karşı çıkıyorlar diye
göreceklerdir — ki, bu da yarı yarıya doğru olacaktır. Dolayısıyla, bunlar
toplumun düşmanları olarak görüleceklerdir. Bu, onları ister istemez daha
sonra gelecek olaylarda kurbanlar haline getirecektir. Çünkü ideal erekleri
gerçekleştirmek için çalışmak, bunlar aslında erişilmez olduklarından, çok uzun
zaman alacaktır, dolayısıyla eleştiri ve karşıtlığın susturulması gereken süre
gitgide daha uzayacaktır; böylece, en iyi niyetlerle de olsa, hoşgörüsüzlük ve
otoriterlik yoğunlaşacaktır. Niyetler ve erekler ideal diye düşünüldükleri
için de, bunların inatla gerçekleşmemeleri, ister istemez binlerinin tekneyi
sallamakta olduğu yolunda suçlamalara yol açacaktır — sabotaj yapılmış ya da
yabancılar işe karışmış yahut önderler yozlaşmış olmalıdır; çünkü devrimin
eleştirisinden yan çizen bütün olanaklı açıklamalarda, binlerinin habisliği
söz konusu olmak zorundadır. Böylelikle, suçluları tanılamak ve onları yok etmek
gerekli olmaktadır; suçlular olması gerekince de, suçlular bulunacaktır. Bu
noktaya gelindikte, devrimci rejim, gırtlağına kadar, eylemlerinin önceden
kestirilmemiş sonuçlarına batmış olacaktır. Çünkü, devrimin düşmanları
layıklarını bulduktan sonra bile, devrimci erekler inatla gerçekleşmemeyi
sürdürecekler ve yönetici grup, çoğucası önceli rejimlerde en çok kınadığı
noktalardan biri olan, acil sorunlara ani çözümler bulup buluşturma yoluna
(Popper'in «plansız planlama» dediği yola) gitgide daha çok sürüklenecektir.
Buysa, açıklanmış amaçlarıysa edimsel olarak yaptıkları arasındaki aynlığı
daha da genişletecek — yaptıkları en kinik utopyacılık-karşıtı hükümetlerin
etkenliklerine gittikçe daha çok benzeyecektir.
Gerçek, elbette, şudur ki, hemen hemen hepimiz, hangi yeni- den-kurma söz
konusu olursa olsun, o yapılırken, toplumsal düzenin en önemli yanlarının
işlemeye devam etmesini isteriz: insanların karınlarının doyurulması,
üstlerinin başlarının giydirilmesi, ko- nutlannın olması, sıcak tutulması
sürdürülmelidir: çocuklar, dayanılmaz bir biçimde perişan edilmeyeceklerse,
bakım ve eğitimleri sürdürülmelidir; ulaşım, sağlık, polis ve itfaiye
hizmetlerinin işletilmesi sürdürülmelidir. Çağcıl bir toplumda, bütün bunlar
geniş çaplı örgütlere dayanmaktadır. Hepsini birden süpürüp atmak, sözcüğün
tam anlamıyla bir kargaşa yaratır; böylesi bir durumda, ideal bir toplumun
herhangi bir biçimde ortaya çıkabileceğine inanmak deliliğe yakındır; hatta
şimdi elimizdekinden biraz daha iyi bir toplumun çıkabileceğine inanmak da
öyledir. Bununla birlikte, biz kesin kararlı olsaydık bile, bütün yetkinlik
düşlerimize karşın, hiçbir zaman her şeyi süpürüp attıktan sonra yeniden işe
başlayamazdık. İnsanlar denizin üstündeki bir geminin mürettebatı gibidir:
içinde yaşadıkları geminin diledikleri kesimini istedikleri modele göre
yenileyebilirler, tümünü de kesim kesim istedikleri modele göre
yenileyebilirler, ama hepsini birden istedikleri modele göre yenileyemezler.
Değişmenin hiçbir zaman durmayacağı olgusu, iyi toplum için bir proje
fikrinin kendisini anlamsız kılmaktadır, çünkü toplum tıpkı o proje gibi
olsaydı bile, hemen ondan ayrılmaya başlardı. Demek ki, ideal toplumlar
yalnızca ideal oldukları için erişilemez değillerdir, herhangi türden bir
projeye karşılık olmak için durulgan ve değişmez olmaları gerektiği için de
erişilemezler; görünürlerde böyle olabilecek hiçbir toplum yoktur. Hatta, her
geçen yılla toplumsal değişmenin temposu yavaşlamamak ta, hızlanmaktadır.
Görebildiğimiz kadarıyla, bu sürecin sona ereceği de yoktur. Dolayısıyla,
gerçekliklere karşılık olmayı umabilmek için, bir siyaset yaklaşımının
durumlarla değil, değişimle ilgili olması gerekmektedir. Bize düşen ödev,
belirli bir toplum biçimini kurmak ve sürdürmek gibi, olmayacak bir işi
başarmak değildir: hiç durmayan bir değişme süreci içinde gerçekten olan
değişiklikler üstündeki denetimimizi en çoğaltmak — ve bu denetimi bilgece
kullanmaktır.
Toplum hiçbir zaman yetkin olmayacağı için, «Toplumun ideal biçimi nedir?» gibi sorular sormak
akademik kalır. Kaldı ki, Popper «nedir?»li sorulan genellikle uygunsuz bulmaktadır: «Çekim nedir?» ve «Yaşam nedir?» sorulan bilimde ilerlemeyle ne denli ilgisizlerse, «Özgürlük nedir?» ve «Adalet
nedir?» sorulan siyasette ilerlemeyle o denli ilgisizdirler. Bir adım
ötede saklı «nedir?»
sorulan da, bunlar kadar uygunsuz sayılmak gerekir — örneğin, «Britanya gerçekten bir
demokrasi midir?» sorusu, doğruca «Demokrasi ile ne demek istiyorsunuz?» ya da «Demokrasi nedir?»e götürmektedir.
Bu gibi soruların, gerçeğin özünü bir tanımın içinde ya kalama yolundaki
yarı-sihirbazca girişimleri, Popper’in, bunların kullanılmasına «özcülük» adını vermesine
neden olmuştur. Siyasette özcü yaklaşım, hemen hemen doğal bir biçimde
Utopyacılığa ve öğretisel tartışmaya yol açar. Sahiden önemli sorularsa, «Bu koşullar altında ne
yapmalıyız? Sizin önerileriniz nelerdir?» gibi sorulardır. Bunlara
verilecek yanıtlar verimli bir biçimde tartışılabilir ve eleştirilebilirler;
sonra, bunlara dayanmışlarsa da, sınanabilirler, öneri olmayan hiçbir şey
uygulamaya vurulamaz. Demek ki, bilimde olduğu gibi siyasette de önemli olan,
kavramların çözümlenmesi değil, kuramların eleştirel olarak tartışılması ye
deneyin sınamalarına sokulmasıdır.
Otoriter yapılar, kesinlik hakkında, geleneksel bilim görüşüyle aynı yanlış
fikirleri ve yöntem üstüne yanlış varsayımları içlerinde taşıdıkları için,
Popper'in siyasette belirli bir toplum durumunu kurabileceğimiz ve
sürdürebileceğimiz (bunu amaçlamamızın gerekmesi şöyle dursun) görüşüne
yönelttiği eleştirinin altında yatan kanıtlar, onun bilimde kesin bilgiyi
tanıtlayabileceğimiz ve koruyabileceğimiz görüşüne (bunu amaçlamamızın
gerekmesi şöyle dursuA), yönelttiği eleştirinin altında yatan kanıtlarla
birebir aynıdır. Buna karşılık, onun, bilimin bilimsel yöntem olduğu
görüşü ve bu yönteme nasıl bakılması gerektiği hakkındaki görüşü de, her
düzeyde, siyasetin siyasal yöntem olduğu ve bu yönteme nasıl bakılması
gerektiği hakkındaki görüşüyle karşılıklı olarak bağıntılıdır. Her iki konuda
da, Popper bizden, sonu olmayan bir geri besleme sürecini hayal gücü ve
duyarlılıkla kullanmamızı istemektedir — bu sürecin içinde cesaretle yeni
fikirlerin ortaya atılması, değişmez bir düzenlilikle, onların deneyin
ışığında sıkı bir hata ayıklama sürecine uyruk tutulmalarıyla birlikte
yürütülecektir. Popper bu yaklaşıma, felsefede «eleştirel akılcılık», siyasette de «bölük pörçük toplumsal
mühendislik» demektedir. Bu deneyimin üç katlı bir bahtsızlığı vardır: «bölük pörçük» zaten pek
iyi olmayan bir anlamda kullanılır, buradaysa bir de, üstelik, önerilen
yöntemin köktenciliğini gizlemektedir; «mühendislik» de insanlara ilişkin olarak kullanılınca
sevimsiz birtakım şeyler akla getirmektedir. Bu söz kulağa duygusuz geliyor,
fakat Popper'in onu savunmasından daha tutkulu ya da onun bu yöndeki kimi
kanıtlarından daha insancıl hiçbir şey olamaz. Bu felsefenin nasıl bir
bütünlüğü olduğunu göstermeye çalışırken, ben bu kitapta daha çok mantıksal
kanıtlar ve onların ilişkileri üstünde durdum; fakat daha da önemlisi,
ahlaksal kanıtlardır — bunları ve bu kitapta ele almadığımız daha pek çok
konuyu incelemek için, okuyucuya Popper'in yapıtlarına başvurmasını salık
veririm.
Sh:79-96
Kaynak:
Bryan Magee, Karl Popper’in Bilim Felsefesi ve Siyaset Kuramı, Çeviren: Mete
Tunçay, Remzi Kitabevi, İkinci Basım: 1990, İstanbul
[2] Bkz. K. Popper’ın The Open Society and lts Enemies adlı
kitabının son yayımlanan tek ciltlik baskısı, Londra: Routledge, 1995. İlk
İtalyanca baskısı 1974 de Armando tarafından yayımlandı.
[3] Bkz. Popper, Utıended Quest, s. 35.
Marksizm’in, “Kaçınılmazın gerçekleşmesine yardım et” şeklindeki ahlaki
yasasına yapılan göndermeyle birleştirilerek, “tarihi bir kehanet” olarak
tanımlandığı bölüm.
[4] Ibid.,
s. 36
[7] Bkz. Steven Lukas’ia yapılan söyleşi
(not 5).
[8] Sol hakkındaki bu görüş için, bkz. Il legno storto e altre cinque idee Per
ripensare la sinistra (Giancarlo Bosetti), Venedik: Marsilio,
1991.
[9] Yine de Amerika Birleşik
Devletleri’nde yapılan birçok araştırma, bu düşünceyi beslemektedir. Bkz. Big World Small Senen: The Role
ofTelevision in American Society, Lincoln: University of
Nebraska Press, 1992.
[10] K. Popper ve K. Lorenz, Die Zukunft İst offen. Das Altenberger
Gesprâch,
Münih: Piper, 1985. Özellikle insan ırkının, risk üstlenme ve deneme-yanılma
yaklaşımlarıyla, karşılaştığı sorunlardaki değişimi nasıl etkilediğine ilişkin
sayfalar. Popper, daha iyi bir dünya arayışını, “yaşama serüveninin” bir
parçası olarak tanımlıyor, ideal dünyayı keşfetmek her zaman için arzumuz,
umudumuz, hayalimiz olmuştur. Bu bir anlamda Darwinci seleksiyon yoluyla
aklımıza sokulan bir şeydir’ (S. 17).
[11] Son yıllarda İtalya’da oldukça
geliştirilen bir araştırma programından söz ediyorum. Bkz. Giovanna Zincona, Da sudditi a dttadini,
Bolonya: II Mulino, 1992.
[13] Bu alıntıların hepsi K. Popper’ın ‘The
Importance of Criticial Discussion. An Argument for Human Rights and Democracy”
başlıklı makalesinden yapılmıştır. Free Itıquiıy, c. 2,
no. 1, Kış 1981-82, s. 7-8.
[14] Fedor Burlatsky, Khrushchev and First Russian Spring adlı
kitabında bu konudaki ısrarını sürdürüyor, Londra: Weidenfeld & Nicolson,
1991, s. 257-262.
Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.
Yorumlar