Print Friendly and PDF

KARL POPPER YÜZYILIN MİRASIYLA YİNE YOLUMUZU AYDINLATIYOR

Bunlarada Bakarsınız



Karl Popper 1920’de Viyana da doğmuş ve 1937’ye ka­dar orada yaşamış, hayatını 20. Yüzyıl’ın en büyük filo­zoflarından biri olarak 1996’da tamamlamıştır. Popper pek çok alanda çoğu filozofu kıskandıracak kadar etki­li olmuş ve fikir ve düşünce tarihinde unutulmaz izler bırakmıştır. Popper’ı unutulmaz yapan vasıflarından en önemlisi, onun 20. Yüzyıl’ın totaliterizmine entelektüel alanda kafa tutan bir filozof olmasıdır. O, bu bakımdan, F.A. Hayek ve A. Rand gibi iki büyük yazarla birlikte say­gı ve minnetle anılması gereken isimlerden biridir.
Popper’in ilk gençlik yılları dünyanın bunalımlı dö­nemlerinden birine tesadüf etmiştir. I. Dünya Savaşı, yoksulluk, ekonomik depresyon, önce komünizmin, ar­dından faşizm ve nasyonal sosyalizmin yükselişi... Bü­tün bunlar Popper’in hem karakterinin hem de fikirleri­nin oluşum ve gelişimini etkilemiştir.
Popper 1928’de doktorasını metodoloji ve psikoloji­de aldı. 1934’de çığır açıcı eseri Logik der Forschung u ya­yınladı. Bu eser Viyana çevrelerinde hüküm süren pozi­tivizme kuvvetli bir reddiyeydi. Popper pozitivizmin bi­limsel metod anlayışını bu eseriyle çökertti. Pozitivist anlayışa göre, bilim, bir hipotez ortaya koymaya, son­ra bu hipotezin empirik olarak doğrulanmasına ve sonra bu hipotezle tekil örneklerin açıklanmasına dayanmak­taydı. Bu bakış, bilimi, hipotezin empirik enformasyonla doğrulanmasına bağlamaktaydı. Bugün hâlâ bazı çevre­lerde geçerli olan bu anlayışın zayıflığı şuradadır: Bir hi­potezi tam olarak doğrulama imkânı yoktur, zira, ne ya­parsak yapalım, bütün örnekler üzerinde çalışamayız. O yüzden, bir hipotezi mutlak olarak doğrulamak bir mut­lak imkânsızlık durumudur. Bu yöntemle bilim yapıla­maz. Bilim hipotezlerin doğrulanmasına değil yanlışlanmasına dayanır. Başka bir deyişle bilim “hipotetik-istidlâl” dir, yani henüz yanlışlanmamış hipotezden çıkarsa­ma yapmaktır. Bir hipotez yanlışlanana kadar doğrudur ve bir hipotezi mutlak olarak ispadamanın mümkün ol­mamasına karşılık onu yanlışlamak mümkündür; zira, is­pat bütün durumların, örneklerin çalışmasını gerektirir­ken, yalanlama için hipoteze aykırı birkaç örneğin bu­lunması kâfidir. Popper bu bakış açısıyla bilim metedolojisinde çığır açmıştır.
1930’lu yılların başlarında Almanya tarihinin en ta­lihsiz dönemlerinden birine girmekteydi. Kesin olan Al­manya’nın totaliterizmin pençesine düşeceği, bilinmeyen ise bu totaliterizmin sosyalist mi yoksa nasyonal sosyalist mi olacağıydı. Nasyonal sosyalistler (Naziler) baskın çık­tı ve Almanya sürade totaliter siyasî, ekonomik ve top­lumsal bir yapılanmaya kaydı. Bu, elbette, Almanya’nın kendisi kadar çevre ülkeleri de etkileyecekti. Etkilenecek ülkelerin başında Avusturya gelmekteydi. Başka birçok bilim adamı gibi Popper’a da göç yolları gözüktü. Bü­yük filozof önce Yeni Zelanda’ya göçtü. Orada önem­li eserler yazdı. Sonra İngiltere’ye geçti. 1946’dan şöval­ye ünvanı aldığı 1965’e ve nihayet 1969’daki emekliliğine kadar London School of Economics’de mantık ve bi­lim metodolojisi dersleri verdi. Popper İngiltere’deyken de önemli eserlere imza attı: 1959’da The Logic of Scientific Discovery (bilimsel Keşiflerin Mantığı), 1963’te Conjectures and Refutations (Varsayımlar ve Çürütmeler) 1972’de Objective Knowledge: an Evolutionary Approach (Objektif Bilgi: Evrim­ci Bir Yaklaşım) ve (Sir John Eccles ile birlikte) The Self and its Brain (İnsan ve Aklı) ve epeyce gecikmeden sonra 1982’de PostScript to the Logic of Scientifict Discovery’yi (Bi­limsel Keşif Mantığına Dipnot) yayınlandı.
Popper’in insanlığın düşünce birikimine katkıları, bilim metodolojisiyle ilgili çığır açan yaklaşımına para­lel olarak devam etti. Bilim metodolojisinden sonra en büyük katkıları siyaset ve tarih felsefesinde ortaya çıktı. Bu katkılar aynı zamanda, totaliterizme yönelik büyük bir meydan okumayı ihtiva ediyordu. 1940’lar ve sonra­sında, totaliterizme karşı entellektüel mücadeleye, Viyana’dan arkadaşı F. A. Hayek ile birlikte öncülük yaptı.
Büyük filozofun siyasi felsefesi 1945’te yayınlanan Open Society and Its Enemies’dt (Açık Toplum ve Düşman­ları) ve 1944-45’te Economica adlı dergide yayımlanan ve 1957’de kitap olarak beliren The Poverty of Historicism (Tarihsiciligin Sefaleti) adlı çalışmasında şekillendi. Popper, ta­rihin bir amacının olduğu ve menziline kesinlikle belir­li bazı aşamaları sırasıyla geçerek ilerlediği tezini reddet­ti. Bu, tabiatıyla, Comte, Hegel ve Marx gibi filozofla­rın bilim (Comte ve Marx) ve felsefe (Hegel) olarak or­taya koyduğu amaçlı tarih fikrine meydan okunması an­lamına gelmekteydi. Zaten, Popper, “bilimsel” olduğu­nu iddia eden Marksizmin sahte bilim olduğuna işaret etmekteydi. Bu tür yaklaşımların insanlığa zararlı netice­ler yaratması söz konusuydu. Tarihsiciliğin çıkmazı fik­rini Popper ilk olarak Hayek’ten öğrendi, ama -iki dü­şünür daha sonra bir işbirliği yapmışçasına-Popper bu konuyla uğraşmaya devam ederken Hayek başka alanla­ra yöneldi.
İki filozofun bir diğer ortaklığı, aşağı yukarı aynı za­manlarda totaliterizme fikir alanında meydan okuyan iki kitapla ortaya çıkmalarıydı. Hayek bunu 1944’te ya­yımlanan Kölelik Yolu, Popper ise 1945’te basılan Açık Toplum ve Düşmanları ile yaptı. Açık Toplum ve Düşmanla­rı’ nda Popper’in eleştiri okları, totaliterizm teorisyenleri olarak gördüğü Plato, Hegel ve Marx’a yöneldi. Popper Plato’da propagandanın ve totaliter adaletsizliğin felsefi köklerini, Hegel’de milliyetçiliği, devletin yüceltilmesini ve devlete tapınmayı, Marx’ta ise yok edici bir sınıf çatışmasını ve toplumsal dinamizm ve çeşitliliği bastırıcı dev­rimi buldu. Popper toplumun bu filozofların sandığı gibi total bir izahının yapılamayacağı kanaatindeydi.
Bu son tespitten yaptığı doğal bir çıkarsama, toplu­mun total bir yeniden düzenlemeye tabi tutulamayaca­ğı, yeniden kurulup yaratılamayacağıydı. Bunun anlamı Popper’in “toplum nühendisliği” veya “sosyal mühen­dislik” dediğimiz sosyal reform yöntemini redetmesi ve onun yerine “parçalı mühendislik” adı verilen yöntemi kabul etmesiydi. Buna göre, toplumsal hayat bir anda ve dolayısıyla kaçınılmaz olarak tepeden inme reform te­şebbüsleriyle değil, aksaklıkların parça parça giderilmesi yoluyla daha iyi bir hâle getirilebilirdi.
Popper’in siyasî düşünceye bir diğer küçük gibi gö­rünen fakat önemli katkısı, demokrasiyi algılama ve erdemlileşdrme biçimiydi. O, demokrasinin en büyük fa­ziletlinin kötü yönetimlerden en düşük mâliyede kurtul­mamızı mümkün kılması olduğuna kaniydi. Kesik ka­faları saymak yerine sandığa atılan oyları saymak siyasî yöntemleri değiştirmenin çok daha iyi ve çok daha dü­şük maliyetli bir yoluydu.
Popper, Türkiye’de, büyük ölçüde, Mete Tuncay’ın gayretleriyle 1960’larda tanınmaya başladı. Ancak, filo­zof, ülkemizde, entelektüel muhitlerde, hak ettiği ilgi­yi göremedi. Bunu sebebi 1960’lar 70’ler ve hatta 80’ler boyunca kollektivist sol akımların Türkiye’nin fikir orta­mının mutlak hâkimi olmasıydı. Şimdilerde durum de­ğişmekteyse de, Popper, hâlâ, hak ettiği ilgiyi görebilmiş değildir. Popper’in Açık Toplum ve Düşmanları ve Tarihsiciligin Sefaleti adlı eserleri ancak yıllar sonra Türkçe’ye çevrilmiştir. Türkçe Popper literatürüne son olarak Ha­yat Problem Çözmektir: Bilgi, Tarih ve Politika üzerine ek­lenmiştir. Yüzyılın Mirası Popper’in yeni bir eseri olarak Plato Yayınları tarafından Türkiyeli okuyucularla buluşturulmaktadır.
Yüzyılın Mirasının formatı tipik bir kitabınkinden farklıdır. Kitap çeşitli mülakatların ve konuşmaların der­lemesinden oluşmaktadır. Bunun hem avantajları hem dezavantajları vardır. Filozof burada toplanan mülakat­larında ve konuşmalarında derin, çetrefil felsefi mesele­leri çok basit bir üslupla ve hızla ele almaktadır. Okuyu­cuların bu eserle yetinmeyip filozofun diğer çalışmaları­na gitmesi, Popper’ı daha iyi anlamak için şarttır.
Yüzyılın Mirası, Giancarlo Bosetti’nin filozofla yap­tığı mülakatların ve bazı konuşmaların derlenmesiy­le oluşmuştur. Bosetti bir sosyalisttir; bu, filozofa sos­yalizm hakkında sorulan sualleri ve O’nun cevaplarını daha da ilginçleştirmektedir. Bosetti Popper diyalo­gunu ilginç kılan bir diğer nokta, mülakatların filozof­la, Marksizme yönelik kuvvetli eleştirilerini doğruladığı­na inandığı ve sosyalizmi yıkan 1989 ve 1991 devrimlerinden sonra yapılmış olmasıdır. Ancak, Popper, kitapta bir araya getirilen söyleşi ve konuşmalarında, sadece sos­yalizmle değil, sosyalist totaliterizmin çökmesinden son­ra insanlığın dikkatini yöneltmesi gerektiğini düşündüğü başka problemlerle de meşgul olmaktadır.
Yüzyılın Mirasını yayınlamakta, Plato Yayınlan, fikir hayatımıza gerçek bir katkıda bulunmaktadır. Tebrikler Plato’ya...
Prof. Dr. Atilla Yayla
Giancarlo Bosetti
Bu söyleşinin bir noktasında, Karl Popper’ın, Lond­ra’dan yaklaşık bir saat uzaklıkta, küçük bir Surrey kasa­bası olan Kenley’deki evinde, uzun bir çalışma seansının yarısına gelmiştik. Beni Marksizm’e yönelik eleştirileri­nin özüne doğru götürdüğü bir anda, aniden masadan kalktı ve kendisiyle birlikte evin, çizim odası-kütüphane karışımı bölümüne gitmemi istedi. Her tarafı, bazıları hâlâ açık olan kitaplarla kaplanmış, büyük bir piyanonun etrafında dolaştık. Bazı hacimli kitaplar metal dayanak­lar üstünde duruyordu. O sıralar üzerinde çalıştığı şeyin ne olduğunu anlayabilmek için gözlerimi kitapların üze­rinde merakla gezdirdim. (Sokrates öncesi dönemde ya­şayan filozoflarla ilgileniyor olabilir miydi, belki de Dalai Lama’nın otobiyografisi ile, yoksa Küba füze krizi ile mi?) Ama Popper kolumdan tutup beni odanın arka ta­rafına, tamamen Marx’a ayrılmış ve ondokuzuncu yüz­yılda yazılmış, altın kabartmalı ve deri ciltli birçok İngi­lizce ve Almanca kitapla dolu rafların bulunduğu yere götürdü. Burası kütüphanenin en eski bölümüydü ve 89 yaşındaki filozofun, kendi eserlerinin birçok dildeki bas­kılarının bulunduğu köşenin tam karşısındaydı. Bana 17 yaşından beri üzerinde çalışmalar yaptığı Kapital ciltleri­ni gösterdi, ama masadan kalkmasının nedeni bu değildi. Elini uzatıp, daha küçük ve ince bir kitap aldı: Elindeki, 1913’te yayınlanan The Poverty of Philosophy (Felsefenin Sefa­leti) nin İngilizce baskısıydı. Ne aradığını bilmenin güve­niyle, sayfalan hızlı hızlı çevirdi ve bana 117. sayfayı gös­terdi. “Bakalım burada ne yazıyormuş.” Marx’ın 1847’de Paris’te, Proudhon’un bir yıl önce yayımlanan The Philosphy of Poverty (Sefaletin Felsefesi) adlı kitabına cevaben ya­yımladığı bu kitabın son sayfalarından bir cümle okudu. Cümlenin teması, “baskı altındaki sınıfın, proletaryanın özgürlüğüydü” ve “yeni bir toplumun yaratılması gerek­tiğini” vurguluyordu. Bunun gerçekleşebilmesi için za­ten kazanılmış olan üretici güçlerin ve mevcut sosyal ilişkilerin, artık yanyana bulunmamaları gerekiyordu... Dev­rimci unsurların bir sınıf olarak örgütlenmesi tüm üreti­ci güçlerin varlıklarının eski toplumun bağrında yaratıla­bileceğini varsaymaktadır.
“Topyekun devrim” kavramını gündeme getiren ve her türlü zıtlığın sonunun geldiğini müjdeleyen bu ünlü paragrafta Popper, önemli bulduğu bir tek noktaya dik­kat çekmek istiyordu. Ve şu satırları okudu: “Bu acaba, eski toplumun çöküşünden sonra ortaya çıkacak yeni bir sınıfın gücünden doğacak yeni bir sınıf hakimiyeti anla­mı mı taşıyor?”
Bu soru büyük olasılıkla komünizm probleminin özünü de kapsıyordu. Ne de olsa tüm sosyal ve siyasî anlaşmazlıkları sona erdirme fikrinin demokrasiye uy­gun olmadığı kanıtlanmıştı, çünkü demokrasinin özün­de karşıt görüşlerin özgürlüğü vardı ve bu görüş ayrılıklarından kaynaklanan her şey demokrasi çerçevesinde yerini buluyordu. Ama bu soruya Marx’ın verdiği yanıt çok kısa olmuştu: “Hayır.” “Gördünüz mü?” dedi Pop­per, “bu denli kapsamlı bir soruna yalnızca bir tek so­ruyla temas ediyor. Üstelik ne yapsa beğenirsiniz? ‘Ha­yır’ diyor. Hem de bunu, hiçbir açıklama yapmadan ve kendinden bu kadar emin bir şekilde öngördüğü şeyin sebeplerini açıklamaya gerek duymadan yapıyor. Ama artık Marx’ın bu soruya vermiş olduğu yanıtın yanlış ol­duğu kanıtlandı. Bunu hepimiz biliyoruz.”
Popper, Marx’ın, komünizmin ve bir siyasî projeyi, tarih yasaları hakkındaki bilgi birikimine dayandıran her türlü iddianın en büyük muhaliflerinden biriydi. Açık toplumun teorisyeni olarak, 1989 ve 1991’deki olayların Marksizm’e yönelttiği temel eleştirileri haklı çıkardığını görmüştü. Bunları ilk kez, 1919 yılında, henüz 17 yaşın­dayken, Bolşeviklerin barış programıyla ciddi bir yükse­lişe geçen komünist ideolojinin, onu “fare kapanına” sokarak baştan çıkarttığı kısa bir sürecin ardından kesin ve açık bir şekilde belirtmeye başlamıştı. Söyleşi sırasında, yaşamının bu dönemi hakkında, otobiyografisinde açı­ğa çıkan yeni bilgiler ışığında konuşuyor.[1] Yaptığı eleş­tiriler zaten, ilk kez 1945’de yayınlanan The Open Society and Its Enemes (Açık Toplum ve Düşmanları) adlı kitabında tüm açıklığıyla yer almıştı.[2] Ama Popper’ın bugünkü si­yasî görüşlerinin ilginçliği, sadece Marksizm’e karşı baş­lattığı saldırının ana noktalarını yeniden gözden geçir­mesinde yatmıyor. Onunla yaptığım görüşmelerin iki te­mel noktası vardı. Bunlardan biri tarihle ilgiliydi, diğeri ise siyaset teorisiyle.
Bunlardan ilki, Ekim Devrimi’nden kısa bir süre son­ra Marksist komünizmi eleştirmeye başlayan ve günü­müzde siyasî yelpazenin farklı yerlerinde konumlanmış pek çok kişinin görüşlerini paylaştığı bir filozofa yönelt­meyi düşündüğüm bir soruyla ilgiliydi. Popper’ın genç­lik yıllarında ortaya çıkan komünist rejim, onun uzun ya­şamı boyunca mevcudiyetini korumayı başarmıştı. An­cak o, bu rejimin yapısında bulunan yanlışlıkların doğası hakkında son derece net ve açık sonuçlara, bundan uzun yıllar önce ulaşmıştı. Popper’a, bunca yıl boyunca, onun düşündüklerinin aksine inanan bütün o insanlara, özel­likle de entelektüellere hangi gözle baktığını sormak is­tiyordum. Ne de olsa, bu, gücünü ve yanılgılarını açıklayabileceği araçlar bulduğu bir teoriye (Marksist tarihsicilik) dayanan çok uzun bir tecrübe süreciydi.[3] Bu teorinin bu kadar uzun ömürlü olmasının onu bir tür kaderciliğe veya hayal kırıklığına sürükleyip sürüklemediğini de me­rak ediyordum. Sonuç olarak, sürekli tekrarlandığı süre­ce, bir hatanın bilincinde olmak neye yarar?
Popper bu soruyu doğrudan yanıtlamak istemedi. Sadece tarihsiciliğe karşı devam eden tartışmaların öte­sine geçen bir noktaya değinmekle yetindi. Aslında o, nehir kenarında durup, yüzmek için su üstündeki düş­man cesetlerinin akıp gitmesini bekleyen biri olarak tas­vir edilebilir. Ama bu tasvir, Popper’ı anlatmak için doğ­ru olamaz; ne cesetler, ne düşmanlar ve ne de nehir. Ceseder ona uygun değil, çünkü uygarlıkla şiddetin bir ara­da olamayacağına inanıyor ve şiddet karşıtlığını uygarlı­ğın dönüm noktalarından biri olarak görüyor. Düşman­lar da uygun değil, çünkü tarih ve siyasetin dost-düşman biçiminde kutuplaştırılması, onun Marksizm’e yönelttiği eleştirilerin dayanak noktasını oluşturuyor. Nehir hiç uy­gun değil, çünkü Popper tarihi, kaynağı belli, ağzı da çok sayıda suçtan sorumlu olan bir su yolu olarak görüyor.
Tarih ürerinde istediğiniz kadar çalışabilirsiniz ama ne­hir ya da adına her ne derseniz deyin, bu, her zaman için yalnızca bir metafor olmaktan öteye gidemeyecektir, çün­kü içinde gerçek olan hiçbir şey yoktur. Geçmişte olup bitenler ürerinde çalışın ama artık onlar geçmişte kaldı, ya­şandı ve bitti. Bundan sonra olacakları önceden tahmin edip bazı şeyleri değiştirmek, ya da gelecekte yaşanacak olaylardan etkilenmemenizi sağlamak için yapabileceği­ni hiçbir şey yok.
Popper’ın açık toplum kavramına yüklediği anlam açık gelecek düşüncesine tekabül etmektedir. Geçmişten çok şey öğrenilebilir ama hiçbir şey bize geçmişten hare­kede, geleceğe ilişkin projeler üretme yetkisi vermemiştir. Tarihin gelecekte izleyeceği yolu bilme iddiası, yaşa­dığımız andaki ahlâkî sorumluluklarımızı anlamsızlaştır­makta ve insanları yaşanacak olan “kaderin” birer piyonu hâline getirmektedir. Popper’ın tarihsicilik karşıtlığı açı­sından, tarihe “anlam” verme ve insan ilişkilerine “yön” kazandırma düşüncesi “tehlikeli bir aptallıktır”, çün­kü bu, şiddetin ve eylemlerde keyfiyetin meşrulaşması­na neden olur ki, bu da, başımıza gelebilecek en kötü şey olacaktır. İşte o zaman Popper’ın neden, “Sonunda böyle olacağını ben zaten biliyordum,” demeyi reddettiğini anlayabiliriz. Bu kesinlikle bir alçakgönüllülük gösterisi veya olayların akışı karşısında duyulan bir şaşkınlık değil­dir: Komünizmin çöküşü Popper’ı son derece mutlu et­miştir. Onun için önemli olan nokta, daha ziyade, tarihin dalgalan üzerinde seyahat etmenin verdiği güvenin ken­dini gösterdiği her yerde, sadece siyasette değil, insanlar­la ilgili her alanda ve hattâ sanatta bile bu güven ile mü­cadele etmektir. Marksizm, komünizme büyük bir güven duyuyor ve onu, tarihi, “yasalar”a ilişkin bilgiye ve sos­yal konuların belli bir kalıba dökülmesini normal göste­ren teleolojiye dayandırarak, her şeyin mevcut durumu­nu ortadan kaldırmaya amaçlayan gerçek bir hareket ola­rak kabul ediyordu. Ama bu düşüncenin gerçek olma­ması, bunun tam aksinin gerçek olduğu anlamına da gel­mez; komünizmin sonu, diğer “gerçek” tarih yasalarının icra edilmeleri demek değildir.
Zorunluluk karşıtlığı veya tarihsicilik karşıtlığı ola­rak tanımlayabileceğimiz bu durumu destekleyen Pop­per, kendisiyle yaptığım söyleşi sırasında, üzerinde cid­di biçimde durulması gereken iki şey söylüyor. Öncelikle Sovyet rejimi daha uzun süre, hattâ sonsuza kadar ayak­ta kalabilirdi. Rejim bir yasa nedeniyle veya kaderi böy­le yazıldığı için çökmedi. Çöküşü getiren, herhangi bir kanun ya da kader değil, belirli bir dizi olay ve kendile­rini riske atan bazı insanların aldıkları kararlardır. İkin­ci olarak, Marksist ideolojinin ve komünist bir rejimin varlığı, Marksizm ve komünizm karşıtı diğer ideolojile­ri de beraberinde getirmiştir. Ve içinde bulunduğumuz yüzyıl boyunca, “bir anlamda ikisi de aynı oranda çılgın­lıktan başka bir şey olmayan” bu iki ideoloji ciddi biçim­de karşı karşıya gelmişlerdir. Bu son iddianın bazı açılar­dan incelenmesi gerekebilir. Popper’ın tüm sorumluluğu Marksizm’e yüklemesini tartışmazsak, o zaman, çatışma­ların devam ettiği bir dönemde her iki “çılgın” ideoloji­nin de iflas etmesi, dünyanın karşıt ideolojiye teslim edil­mesi gerektiği anlamını taşımıyor. Komünizm karşıtlığı­nın, muhafazakarlar tarafından, komünizme benzemek bir yana, aslında komünizme temelden karşı olan de­mokratik sol hareketlerle savaşmak amacıyla kullanılma­sını göz ardı etsek bile, Popper’ın ifadesinden liberal dü­şüncenin, Ekim Devrimi’nden sonra giderek aşınan bir fonksiyonu yeniden üstlenmesi olasılığının yüksek oldu­ğu anlamını çıkarıyoruz.
Bu da bizi, Popper’ın görüşlerinin bugün bile ilginç olabileceğini düşünmemize yol açan ikinci nedene ulaş­tırıyor: Oldukça uzun bir süreci kapsayan komünist pa­rantezin diğer yollan tıkaması nedeniyle, özgürlüğün prensiplerini sosyal özgürlükle kaynaştırabilecek nitelik­teki önemli siyasî seçenekler neredeyse gözden kaybol­muştur ve bunun en önemli nedeni de, liberalizmle ko­münizm arasında yaşanan çatışmadır. Belki de demokra­tik, sosyalist ve liberal karakterli bir sol -ki bugüne ka­dar bunun ütopik bir düşünce olduğu görülmüştür-ar­tık daha ulaşılabilir bir seçenek hâline gelmiş olabilir.
Kendi otobiyografisinde Popper, komünizmle yolları ayrıldıktan sonraki döneme ilişkin olarak şunları söy­lüyor.
Birkaç yıl boyunca, hattâ Marksizm’i reddettikten sonra bile, sosyalist olarak kalmaya devam ettim; ve eğer sosya­lizmin bireysel özgürlüklerle kaynaşabilmesi mümkün ol­saydı, bugün hâlâ sosyalist olabilirdim. Çünkü siyasal ve sosyal açıdan herkesin eşit olduğu bir toplumda, gösteriş­sin basit ve özgür bir yaşam sürmekten daha iyi bir şey olamaz. Bunun sadece çok güzel bir hayal olduğunu an­lamam oldukça uzun sürdü; yani özgürlüğün, eşitlikten daha önemli olduğunu; eşitliği gerçekleştirme girişimleri­nin, özgürlüğü tehlikeye düşürdüğünü; ve özgürlüğün yi­tirilmesi hâlinde, özgür olmayanlar arasında bile eşitliği sağlamanın mümkün olamayacağını çok geç fark ettim[4]
Büyük olasılıkla Popper, 1974’de yazdığı bu satırla­rın altına bugün de imza atacaktır: Bireysel özgürlükler­le kaynaşmış sosyalizm sadece bir hayaldir. Ancak yap­tığımız söyleşiden anladığım kadarıyla, Popper siyasî bir eylemin gerekliliği ve ihtimali konusunu tamamen dışlamıyor. Yani dikkatimizi özgürlük ve eşitlik arasında­ki dengeyi sorgulamak yerine, piyasa ve sosyal müdaha­le arasındaki denge üzerinde odaklandırdığımız müd­detçe, böyle bir beklenti her zaman mevcuttur. Bu du­rumda Popper’ın bakış açısının, hiçbir şeye el sürme­yen liberalizmden oldukça farklı olduğu görülmektedir. Daha hukukun üstünlüğünü sağlayacak siyasî reformla­rı bile gerçekleştirmeden, Moskova’da bir borsa kurma­ya kalkıştığı için Gorbaçov’u eleştirmesi, bunun önem­li bir göstergesidir. Popper’ın Açık Toplum'da da belirttiği, devletle piyasa arasındaki dengeye ilişkin görüşleri, onun birçok açıdan müdahaleci, demokratik ve siyasî ey­lemlerin aşamalı olarak uygulanmasına taraftar olduğu­nu göstermektedir, ancak bu kitapta, siyasî gündem ko­nusunda, bu söyleşide dile getirdiği kadar güçlü öneriler bulmak kolay olmayacaktır. Hattâ bu yeni öneriler, hü­kümetin sonuca yönelik bir fonksiyonunun olması ge­rektiğini varsaymaktadır. Bu fonksiyonun kapsamında, dünya düzeyinde eylemlerde (atom silahlarının yok edil­mesi, nüfus kontrolü, eğitim) bulunulması da vardır an­cak bu, “açık toplum”a uygun olsa bile, liberalizmle uz­laşmayacak bir yaklaşımdır. Bu farklılıklar sadece bugün karşı karşıya kaldığımız sorunların doğasına değil, aynı zamanda komünist devletlerdeki sistemin sona erişine de değinerek açıklanacaktır.
Komünizmin sona erişinin, hem halkın yaşamında hem de fikirler düzeyinde, özellikle de son derece kap­samlı olan liberal teori alanında çok önemli sonuçlara yol açtığı, siyasî açıdan Popper’la arasında büyük ben­zerlikler olan Isaiah Berlin tarafından da, son zaman­larda oldukça açık ve net bir şekilde vurgulanmaktadır. Popper’dan yedi yaş küçük olan Berlin’in Marksizm’e ve komünizme bağlılığı çok kısa bir süreçten ibaret de­ğildir. Henüz küçük bir çocukken ailesi, Rusya’daki de­mokratik Şubat Devrimi’ni büyük bir heyecanla destek­lemiş ancak Bolşeviklerin iktidarı ele geçirmesi, bu aile­yi doğrudan doğruya ve olumsuz bir şekilde etkilemişti. Berlin’in Marksizm’e ilişkin tutumu ve kendi siyasî dü­şüncelerinin geçirdiği evrim, Steven Lukes’la yaptığı bir söyleşide açık bir şekilde ortaya çıkmıştır.[5] “Two Concepts of Liberty”[6] adlı ünlü denemesinde, bu düşünür ilk defa, pozitif ve negatif özgürlük arasındaki ayırımı ortaya koymuştur. Bunu yapmaktaki amacı ise, pozitif özgürlüğe odaklanmış siyasî bir projenin tehlikelerine, yani insan varlığına hangi nitelik ve içeriğin yüklenece­ğini belirlemenin sebep olacağı tehlikelere karşı herkesi uyarmaktır. Berlin’in asıl hedefi, kesinlikle Marksizm’di ve bu ideolojiye karşı çıkarken, negatif özgürlüğün si­perlerini (yani kısıtlama olmamasının, doğal olarak hü­kümetin endüstri ve ticarete müdahale etmediği, laissez-faire ekonomisini doğuracağı görüşünü) savunuyor­du. FourEssays on Liberty nin yazarı Berlin için denge, ne­gatif özgürlükten yana görünüyordu; komünist rejimler derhal yok edilmesi gereken asıl tehlikeydi ve tüm kö­tülüklerin sorumlusu pozitif özgürlüktü. Ancak Berlin bugün tam olarak böyle düşünmüyor ve pozitif özgür­lüğün de, en az negatif özgürlük kadar asil ve temel bir ideal olduğunu savunuyor.[7] Ondokuzuncu yüzyıl libera­lizminin önemli temsilcilerinden biri olan Berlin için de, gerçek amaçlan ve içeriği olan siyasî eylemlere yatırım yapmak, gücün uygulanmasına karşı bireysel özgürlüğün prensiplerini savunmak kadar gereklidir.[8]
1989 yılında Doğu Avrupa’da gerçekleşen tarihî dö­nüşüm, bu yüzden, siyasî düşünce üzerinde çok önem­li sonuçlar doğurmuştur. Otoriter (baskıcı) siyasî sistem­ler tarafından temsil edilen ve ekonomik sistemleri dura­ğanlaştıran tehdidin sona ermesi, liberal düşüncede ha­kim olan, topluma ve ekonomiye yönelik siyasî müda­hale anlayışına duyulan nefreti de sona erdirmiştir. Sosyalist-kapitalist sistem kutuplaşması artık kamu sektörü-özel sektör kutuplaşmasının üstünü örtemeyecektir. Batı sosyalist ve demokratik hareketi tarafından bağım­sız olarak dile getirilen sosyal ve siyasî talepler (ve genel olarak solun talepleri), Doğu’daki planlı ekonomilerden ve komünist partilerin yönetim politikalarından son de­rece farklılaşmıştır. Yine de halk eylemlerinin kapsamını genişletmek için yapılan çağrıların çoğu komünizm yö­rüngesine oturtulduğu hâlde, bu çağnların baskıcı olmadıkları kabul edilmiştir; hem de bu, alınması gereken çe­şitli siyasî kararlardan vazgeçilmesi anlamına gelse bile. “Reel sosyalizmin” gölgesinin, henüz başlangıç halinde­ki totalitarizm tehlikesi ve özel teşebbüs ile bireysel öz­gürlüklerin bastırılmasıyla birleşerek, tam istihdam, iş­gücünün korunması veya sosyal sigorta kavramlarının üstüne nasıl düştüğünü görmek çok kolaydır. Özellikle “komünist” tehdidin, refah devleti kavramı ve yeniden dağıtım önlemlerini yaygınlaştırmaya yönelik girişimle­rinin yoğun olduğu dönemlerde, belirgin özel çıkarların bu birlikteliği beslemesinin komünizmin etkilerinin azal­tılmasına çok ciddi bir katkısı olmamıştır. İdeal durumla kıyaslandığı zaman manyetik alanda komünist rejimlerin bulunması, sarkacın, kamu sektörüyle özel sektör, siyasî eylemle eylemsizlik, devlet ve piyasa, sol ve sağ arasında­ki devinimini ciddi biçimde bozmuştur. Tabiî, bu arada etkileşimin aksi yönde de geçerli olup olmadığını (Doğu rejimlerinin, Batı ülkelerinin politikaları üzerindeki doğ­rusal etkileri, ve hepsinin ötesinde komünist ideolojinin, Batı Avrupa’daki işçi hareketinin canlanmasındaki rolü; örneğin, İkinci Dünya Savaşı’nı izleyen yıllarda Stalin ef­sanesinin çekiciliği vs.) da araştırmak gerekir. Ancak bu­rada vurgulanması gereken nokta, en geniş anlamıyla li­beral düşüncenin, müdahalecilik anlayışına yaklaşımının daha olumlu bir hâl aldığı gerçeğidir.
Popper’ın bu söyleşide sıraladığı günümüze özgü si­yasî öncelikler, şiddet karşıtı eğitim konusundaki giri­şimlerde de görebileceğimiz gibi, halkın katılımını cid­di biçimde meşrulaştırmaya yöneliktir. Onun bu konuda ne kadar ciddi olduğunu, çocukların sansürle korunma­sına yönelik taleplerinden de anlayabiliyoruz. Ulaştığı si­yasî sonuç kabul edilmese bile[9] bu hareket, onun “libe­ral doğasından” hiçbir şekilde sapmadan böyle bir talep­te bulunduğunu göstermesi açısından önemlidir. Bunu mümkün kılan da hukuka dayalı devletin, sadece bireyle­rin şiddetten korunmalarını güvence altına alan bir oto

rite olmaması, aynı zamanda şiddetin genel olarak dış­lanmasına ve bunu dışlamaya yönelik görüş birliğinin yaygınlaşmasına dayalı bir medenileşme sürecinin doğal sonucunu ifade eden bir kavram olmasıdır. Tabiî bu da beraberinde vatandaşların genel davranışlarının dayan­dığı, birbirleriyle olan ilişkilerini düzenledikleri ve ço­cuklarını büyüttükleri kültür ve etik değerler gibi konu­ları gündeme getirmektedir. Popper’a göre, hukukun üs­tünlüğü tartışılmaz bir önceliktir: Eğer genel anlamda kabul gören kurallara uymayan insanların yüzdesi belir­li bir oranı aşarsa hukuk devleti ciddi bir riskle karşı kar­şıya kalır ve hattâ çökebilir. Şiddet toplumda ne kadar yaygınlaşırsa, bunu ortadan kaldırma konusundaki gö­rüş birliği de o kadar zayıflayacaktır ve baskıcı siyasî ön­lemler alma ihtiyacı belirecektir. Popper’a göre, şiddetin yok edilmesi hukuk devletinin kurumlaştığının ispatıdır. Şiddetin yaygınlaşmasını önlemeye yönelik katı tedbirler ilk etapta daha faydalı olabilir, ama insanların doğaların­da zaten var olan, şiddete karşı olma eğilimini savunma ve geliştirme çabaları, liberal bakış açısıyla çok daha bü­yük bir uyum içindedir.
Bu nedenle, kültürel ve etik normların nesilden nesile aktarılması anlamında “sosyal zenginlik” anlayı­şı da hukukun üstünlüğü kavramının kapsamına gir­mektedir. Hukukun üstünlüğü kavramının korunma­sı, bunu sürekli canlı tutan sosyal zenginliği yeniden oluşturmak ve yenilemek için gereken siyasî eylemle­ri meşrulaştırmaktadır. Aynı nedenle, hukukun üstün­lüğü kavramının, medenileşme sürecindeki tüm unsur­lara uygulanacak şekilde yaygınlaştırılmasının müm­kün olup olmadığı da sorulmalıdır: Yani sadece vatandaşların toplumsal ilişkilerdeki şiddet karşıtı tutum ve davranışları değil, bunun yanı sıra sosyal hayata katılı­mın koşullarını ifade eden gelir, kültür, bilgi ve yurttaş­lık ruhu da önemlidir. Hukukun üstünlüğünün destek­lenmesi, bunun sosyal altyapısının savunularak geliş­tirilmesi, medenileşme sürecinin daha da ileriye götü­rülmesi -bunlar siyasî eylemin amaçlarını tanımlamak­ta kullanılacak yolu göstermektedir. Sol düşüncenin de, yeni bir temele dayanan rolünü tanımlamaya yö­nelik sentezler arayışı içine girmişken, Popper’ın hu­kukun üstünlüğü hakkında geliştirdiği ve bu sayfalar­da dile getirdiği görüşlerinden, en azından yöntemsel olarak bazı yararlar sağlanabileceğini de göz ardı etme­mek gerekir. Sosyalist ütopyanın yıkılması ve tek ama­cın sosyalizm olduğu tarihsel deneyimin başarısızlığıy­la birlikte, solun alternatif bir toplum arayışıyla duru­mu kurtarmaya yönelik bir çaba içine girmekten vaz­geçmesi kaçınılmazdır. Geçmişte sol, halk eylemlerini yeni ahlâkî kaynaklarla donatmak, toplumda kalıcı ge­lişmeler sağlamaya yönelik vaatlerde bulunmak ve hem kadınların hem de erkeklerin, günlük çıkarlarından çok daha geniş kapsamlı ve ileriye yönelik amaçlar peşine düşmelerinde itici güç olmak gibi konularda yetene­ğini ispatlamıştır. Popper’ın burada ve başka yerlerde dile getirdiği görüşlerin yansımaları[10], amaçlarımızı daha uygun bir şekilde tanımlamamıza yardımcı olabilir. Hukukun üstünlüğü kavramını algılayışının, insan haklarını destekleyen ve vatandaşlığın elde edilip geliştirilmesi yo­lunda durmaksızın çalışan bir güç olan Sol düşünceyle karşılaştırılması da yararlı olabilir.[11]
Okuyucunun, Popper’ın demokrasi, medya ve mini­mal devletle paternalist devlet arasındaki ayrıma yönelik görüşlerini daha iyi anlamasına yardımcı olmak için, daha önce hiçbir yerde yayımlanmamış olan iki mülakat kita­bın kapsamına alınmıştır: “Demokratik Devlet Teorisi ve Pratiği Üzerine Düşünceler” ve “Özgürlük ve Entelektü­el Sorumluluk”. İlkinde Popper, söyleşimizden çok daha geniş kapsamlı bir şekilde, demokrasinin “halk yönetimi” olarak tanımlanmasını eleştiriyor ve bu eleştiriyi yapar­ken de, kimin yönettiği sorusuyla, yönetimden nasıl etkilenildiği sorusu arasındaki ünlü ayrımı yeniden dile geti­riyor. Liberal düşünceye verdiği önemi daha önce belirt­tiğimiz Popper’ın, Kant’ın da yardımıyla, özgürlüğün ko­runmasına ilişkin negatif kavramla, hükümetin daha ge­niş kapsamlı olarak müdahalede bulunmasını meşrulaş­tırmanın gerekliliği arasında bir denge bulmaya çalıştığı sayfaların özel bir önem taşıdığını belirtmek istiyorum. Bir tarafta vatandaşlara mutluluk kurallarını dikte etmek için kamu gücünü akıl dışı bir şekilde kullanmaya karşı ileri sürülen minimal devlet düşüncesinin iyi oluşturul­muş iddiaları; diğer tarafta ise, özgürlüğü ezip yok eden büyük ya da paternalist devletin neden olduğu tahribat. Ancak bu iki kavram arasında sıkışıp kalmış olan alan­da Popper, en azından ahlâkî nedenlerden dolayı, dev­let tarafından girişilen eylemlerin, vatandaşların özgürlügüne kısıtlamalar getirmek suretiyle başarılı olamayaca­ğı gerçeğini ısrarla dile getirmektedir. Asıl zorluk, “maa­lesef, hem prensip olarak hem de ahlâkî nedenlerle işle­rin paternalizm olmaksızın yürümediği” gerçeğinde yat­maktadır. Emniyet kemeri bağlamayı zorunlu hâle getir­mek, halka açık yerlerde sigara içmeyi yasaklamak, ulu­sal savunma ve kamu düzeninin temini için gerekli şart­ları karşılamak veya refah devletini kurabilmek amacıyla vergileri yükseltmek için de olsa siyasî eylem, soyut ola­rak algılanan minimal devlet kavramından kaçınılmaz bir şekilde uzaklaşmaktadır, öyleyse asıl düşünmemiz gere­ken, pederşahiliğe karşı girişilen bu saldırının boyutlannı denetim altında tutmaktır. Bu amaçla örneğin, “ahlâkî açıdan gerekli olduğundan daha fazla paternalizm olma­malıdır” gibi bir kriter getirilebilir. Ütopik minimal dev­let idealini, “en azından düzenleyici bir prensip” olarak korumak gereklidir. Böylelikle, en azından hiç değilse bir uzlaşmaya varabilir ve “paternalist devletin ahlâkî iddi­aları karşısında minimal devletin ilkesel üstünlüğü yeri­ne, kendimizi yeniden, devletle özgürlük arasındaki eski dikotomi ve Kant’ın, özgürlüğü gerektiğinden daha faz­la sınırlamamaya yönelik, diktatörlük karşıtı kuralıyla baş başa bulabiliriz.”[12]
Popper’ın Sovyetler’in gerileyişi ve Andrei Sakharov’un bundaki rolü (SSCB’deki radikal demokratik de­ğişimin ateşli bir destekçisi olmasına yol açan değişim­den önce) üzerine görüşlerini dile getirdiği kısım ciddi bir polemiği de beraberinde getirmiştir. Rus bilimadamına yönelttiği bu beklenmedik suçlamalar çok ciddi olup, Sakharov’un altmışıncı yaş günü onuruna, 1981 yılında New York’da yaptığı konuşma göz önüne alınacak olur­sa, onun hakkındaki yargılarında çarpıcı bir değişim ol­duğunu da gözler önüne sermektedir. Küba füze krizi, Khrushchev’in niyetleri ve Sakharov’un, bir nükleer fi­zikçi olarak, görevlerinin gerektirmediği şeyleri yapma­sına yönelik açıklamaları, tarihçilerin ve bilim adamlarının yargılarıyla büyük oranda çatışmaktadır. Ancak Popper’ın, New York’ta yaptığı konuşmada Sakharov’dan, “büyük bir düşünür, büyük bir hümanist, büyük bir kah­raman, ve hepsinin ötesinde, daima doğru söyleyen ve doğruyu arayan biri diyerek övgüyle bahsettiğini hatır­latmakta yarar var. Tabiî ki, o dönemde Rus bilim adamının, hidrojen bombasının geliştirilmesinde oynadı­ğı önemli rol herkes tarafından çok iyi biliniyordu, ama Popper onun bu davranışının, nükleer silahların gelişti­rilmesi yolunda çalışmalar yapan, ancak bunu yaparken bu silahların insanlık açısından ne denli büyük sorun­lar yaratacağını da ortaya koyan, Bulletin of Atomic Scientists grubunun davranışlarıyla aynı olduğunu düşünü­yordu. Popper en azından, “Sakharov 1957’den beri ya­şamını, insanlık açısından en korkunç tehlikeyi azaltma yolunda elinden gelen her şeyi yapmaya adadı,” diyordu. Üstelik Sakharov’un 1975’de Nobel Barış Ödülü’nü al­masını sağlayan nedenlerin geçerli olduğunu, bugün de kabul ediyor. Dahası, onun gözünde Sakharov, hoşgö­rülü ve hatalarını kabul eden örnek bir insandı; “düşün­celerini radikal biçimde değiştirebilme yeteneği, “dog­matik beyinle eleştirel beyin arasındaki” belirleyici farkın göstergesiydi.[13] Bir insanın kendi teorisine yönelik ola­rak sürekli eleştirel bir tutum sergilemesi, maalesef çok nadiren rastlanan bir davranış biçimi ve bu tutum, Sakharov tarafından sadece bilim alanında değil, sosyal ve siyasî teoriler alanında da sergileniyordu. O sırada Popper’ın, Sakharov’un anılarını naklettiği Memoirs adlı ki­taptan öğrenmiş olabileceği şeyleri umursamadığı belliy­di. Üstelik bu kitap Sakharov’un, SSCB’de “büyük bomba”nın üretilme kararının verilmesiyle sonuçlanan tartış­malar aşamasındaki konumu hakkında son derece açık­layıcı bir takım bilgilerin nakledilmesiyle başlıyordu.[14]
Son olarak, İtalya’daki sol ve sağ kültürlerin, en azın­dan Açık Toplum ve Düşmanları nin İtalyanca’ya çevrile­rek yayınlandığı zamana kadar Popper’ın düşüncelerini, büyük bir sükûnetle karşıladıklarını belirtmekte de yarar görüyorum. Bunun nedenlerinden biri de, hem Marksist tarihsiciliğin hem de Marksizm karşıtı tarihsiciliğin hegemonyasıydı ve Viyanalı filozof bu durumu şiddetle kı­nıyordu. Bir diğer nedense, İtalya ve başka yerlerde ha­kim olan sol kültürün, Stalin’in etkisinden kurtulabilme­si için gereken sürecin uzun olmasıydı.
Sh:1-17
 Giancarlo Bosetti
Giriş
“Televizyon sorunu, denetim ve öz denetim yoluyla çö­zülmelidir.” Papa’nın “elektronik hemşireler”e ilişkin bir konuşmasından alıntı olan bu cümleyi telefonda kendi­sine okuduğumda ve bunun, kendisinin görüşlerine çok yakın olduğunu söylediğimde Popper şöyle cevap verdi: “Bu doğru olabilir. Televizyon hakkındaki düşünceleri­mi biliyorsunuz. Siyasî açıdan baktığınızda bile televiz­yonun artık kontrolden çıkmış bir güç hâline geldiğini görebilirsiniz. Üstelik bu, demokraside her gücün kont­rol edilebilmesi gerektiği prensibiyle de çelişiyor. Hepi­miz en iyi denetimin öz denetim olduğunu, hem televiz­yon aktörlerini hem de izleyicileri kapsayan bir öz-düzenlemenin gerekli olduğunu biliyoruz. Tabiî ki, demok­ratik bir sistemde bu sorun parlamentonun yetki alanı­na girer.”
91 yaşındaki Avusturyalı filozof, Cumartesi günü kısa bir Almanya gezisinden döndü. Almanya’nın, ço­cukları televizyondaki şiddet görüntülerinin istilasından korumak amacıyla, televizyon yayınlarında Popperyen düzenlemeler yapmaya yönelik siyasî-parlamenter plan­ları vardı. Popper herhangi bir siyasî inisiyatif almadığını söylüyor. “Almanya’daki gelişmeler çok ilginç ama insanların, televizyon tarafından sürdürülen ‘uygarlık karşıtı’ süreci anlayabileceklerinden hâlâ kuşkuluyum.” Buna rağmen, Popper’ın televizyona ilişkin görüşlerine du­yulan ilginin giderek arttığını gözlemek mümkün. Dün sabah, basın ajanslarının Papa Wojtyla’nın konuşmasını tüm dünyaya duyurmasının hemen ardından, nazik ol­duğu kadar sert ve dirençli bir kişiliğe de sahip olan Ba­yan Melitta Mew, sürekli olarak telefon eden televizyon ve gazete muhabirlerini kovmak zorunda kaldı. Popper bana, “Papa’nın söylediklerini desteklemek de istemiyo­rum, karşı çıkmak da, demişti. “Konuşma metnini bü­tünüyle incelemeden böyle bir şey yapamam.”
Ağustos 1992’nin sonlarına doğru, Kenley’deki evi­ne son gidişimde, konuşmaya şöyle başladı. ‘Kalbimde taşıdığım iki konu var: biri Bosna ve uluslararası ilişki­lerin nükleer bir felaket yönünde bozulma riski. Diğe­ri ise televizyon ve neden olacağı şeyler. Bence televizyon, insanlığın ahlâkî yönden çürüme sürecini hızlandı­rıyor.’ Sırasıyla her iki konu hakkındaki görüşlerini an­lattı. O sıralar L’Unitâ’da yayımlanan bu söyleşide, ko­nuşmamızın sadece ilk bölümü yer almıştı. Eğer Papa John Paul H’nin dünkü konuşmasına kadar geçen sü­rede bazı gelişmeler yaşanmasaydı, birazdan okuyacağı­nız ikinci bölümü asla yayımlamayacaktım. Popper’ın te­levizyon hakkındaki tezi, dünyanın çeşitli bölgelerinde ciddi bir yandaş kitlesi bulmuştu. 1991 ’de konuya yöne­lik olarak benimle yaptığı ilk söyleşi Fransızcaya çevril­miş ve kısa süre önce Fransa’da yayımlanmıştı. Daha bir­kaç hafta önce de aynı konuda, Almanya eski Başbakanı Helmut Schmidt’le yaptığı bir mülakat, Alman televizyo­nu tarafından yayınlandı. Sonuç olarak, bugün Popper’ın televizyona yönelik suçlamalarını yayımlıyor olmamızın asıl nedeni, bu garip modern çağ savaşının baş kahrama­nının, kendisine karşı olanları yanıtlayarak bu tartışmayı gündemde tutmak istemesidir.
Popper’la buluştuğumuzda konuşmaya, not defteri­ne kaydettiği bir alıntıyı okuyarak başladı. “Okuyucula­rınıza, Açık Toplum’da. yazdıklarımı anımsatın: Rasyonel yaklaşım, benim haksız olup, sizin haklı olabileceğinizi kabul etmeye hazır olmak demektir; tabiî ortak bir çaba göstermemiz koşuluyla.”

“Ahlâkî yozlaşma” derken aklınızda ne vardı?
Basitçe ifade etmem gerekirse aklımda, suç oranında görülen artış ve düzenli bir dünyada yaşamaya yönelik normal duyguların yok oluşu vardı. Kısa bir süre öncesi­ne kadar Avrupa’da, suçun skandal niteliğinde bir istisna olarak kabul edildiği bir toplumda yaşıyorduk.
Geçmişi efsaneleştirmiyor musunuz?
Tabiî ki, ifade ettiğim düzenli dünyanın aynı zaman­da küçük, sefil ve hattâ biraz “burjuva” olduğunu ben de kabul ediyorum. Ama bu dünya, insanların karşılarında­ki insanın cebinde bir silah olduğundan kaygılanmadık­ları bir dünyaydı. Böyle bir dünya artık yok.
Ama siz Profesör Popper, her zaman iyimserliğin filozofu oldunuz;. Leibnitz’in dediği gibi, olası dünyalar arasında en iyisi­nin bizimki olduğunu düşünmemizi sağladınız Artık böyle dü­şünmüyor musunuz?
İyimser olduğum doğru ama tam olarak söylediğiniz anlamda değil. Ben dünyamızın, olabilecek dünyaların en iyisi olduğunu hiçbir zaman söylemedim. Ben sade­ce dünyamızın, hem de yaşadığımız onca korkunç sava­şa rağmen, bugüne kadar var olan dünyalar içinde en iyi­si olduğunu söyledim. Savaştan kaynaklanan şiddet de­neyiminin çok büyük etkileri olduğunu herkes biliyor ta­biî. Bizim zamanımızda Batı dünyası, bir şeyleri daha da iyileştirmek için çok büyük çabalar göstermiş ve bunda da başarılı olmuştur. Ama bugün belirgin bir yozlaşma var ve gözleri olan herkes, bu yozlaşmanın sürekli ola­rak gözlerimizin önünde yaşanan ve zihinlerimizi meş­gul eden şiddet olgusundan kaynaklandığını açık bir şe­kilde görebilir.
Bu denli büyük bir yozlaşmanın sadece televizyondan kay­naklandığına inanmak çok güç. Biraz abartılı değil mi?
Gerçek şu ki, bunun başka hiçbir nedeni yok. Savaş­lar toplumlara şiddet getirir, ama son büyük savaş elli yıl önceydi.
İsterseniz şimdi  size söyleşinizin L’Unitâ da yayımlanması­nı izleyen aylarda ortaya atılan ve benim duyduğum karşıt görüş­lerden söz edeyim.
Ama önce ben size bir anımı anlatayım. 1920’de bir ana okulunun yöneticisiydim ve orada çok ilginç bir şey oldu. Aşçının bir kocası vardı ve söylentilere göre (emin olmadığım için sadece söylenti diyebilirim) bu arada sa­vaşta çok ciddi biçimde yaralanmıştı. Adamın kafasın­da hâlâ bir mermi olduğu ve şiddete eğilimli biri oldu­ğu söyleniyordu. Gerçekten de ben göreve başladıktan sonra korkunç şeyler meydana geldi. Bir keresinde karısına o kadar öfkelenmişti ki, eline geçirdiği bir ekmek bıçağını uzun bir süre karısına doğru tutmuştu. Ben ola­ya müdahale ettim ve büyük bir cüretkârlık gösterip bı­çağı elinden aldım.
Siz mi?
Evet. Bu kadar şaşırmayın. O zamanlar çok gençtim ve orada bulunanlar içinde bunu yapabilecek tek kişiy­dim. Adama sarıldım ve onu hemen odadan çıkardım.
Çocukları teslim edebileceğim yetişkin biri olmadığı hâl­de hepsini çabucak, bir insanın bir diğer insanı bıçakla tehdit ettiğini gördükleri o binanın dışına çıkardım.
Bunu bana neden anlatıyorsunuz?
Çünkü bu olay, o çocuklar için, “son derece sıra dışı” bir örnek mahiyetini taşıyordu. Büyük ihtimalle her biri için bu olay, çocukluk ve ergenlik yılları boyunca tanık oldukları en ciddi olay olarak kalmıştır. Gördüğünüz gibi bu, teorik olmaktan çok fiili bir sorun. Adamın şid­det eğilimi büyük bir olasılıkla iki yıl önce biten savaş­tan kaynaklanıyordu. Ve bugün bile, yani İkinci Dünya Savaşı’ndan elli yıl sonra bile, hâlâ katledilmiş, öldürül­müş yada şiddete maruz kalmış çocuklar görmeye de­vam ediyoruz.
O hâlde size, karşıt görüşlerden ilkini söylemek istiyorum. İnsan ırkı, yeni ve farklı koşullara uyum sağlama konusunda bü­yük bir kapasiteye sahip. Hattâ tüm canlıların, içinde yaşadık­tan çevreye uyum sağlamayı başardıklarını siz de sık sık dile ge­tirirsiniz;
Evet, aşırılıklarla sıkça karşılaşan çocuklar buna uyum sağlamayı kolaylıkla başarırlar, ama zaten bizim tartıştığımız konu da şiddete uyum sağlamaları. Bu uyu­mun en mantıklı sonucu ise, onların da birer tabanca sa­tın alarak katılacakları bir gelecektir. Üzerinde durulması gereken ikinci nokta ise, şiddete karşı geliştirilecek önle­min ne olacağıdır? Ebeveynler? Peki ama bunu kaç ebe­veyn yapıyor? Öğretmenler mi? Öğretmenlerin televiz­yon karşısında hiç şansları yok. Televizyon her zaman için çok daha ilginç, çok daha heyecan verici, çok daha bağlayıcı, masum küçük yavrular için çok daha baştan çıkarıcı, onların daha iyi yönleriyle, özellikle de yaşama karşı duydukları ilgiyle oynamak konusunda da, daha ye­tenekli. Televizyonun yenilemeyecek bir formülü var: “Aksiyon, daha fazla aksiyon!” TV yapımcılarının ana felsefesi bu işte. Bir öğretmen buna karşı ne yapabilir ki? Sadece mantığın sesi rolüne soyunabilir. Televizyonun gelişmesi çok uzun bir zaman aldı ve insanlar üzerindeki etkisinin doruğuna yalnızca son on ya da onbeş yıl için­de ulaştı. Ve sonra, oradan aşağıya doğru bir çığ gibi yu­varlandı. Öğretmenlerin ona direnme şansları yok.
Bir diğer itiraf da televizyonun durdurulamayacağı yönünde. Bu çok saçma olurmuş; bu tıpkı elektriğin, telefonun olmadığı bir dünya düşünmek gibiymiş...
Elektrik, telefon, otomobiller. Peki ama bu itirazı ya­panlar neye dayanıyorlar? Bütün bu saydıklarınız belirli kurallara tabi değil mi? Son derece kesin trafik kuralla­rı yok mu? Bir an için trafik yasası olmaksızın araba kul­lanmanın neden olacağı inanılmaz tehlikeleri düşünün. Böyle bir itirazı aklım almıyor. Lütfen bu insanlara, TV programlan yapan insanların, tıpkı karayollarındaki tra­fiği düzenleyen kurallara benzeyen bir disiplin ve öz di­siplin geliştirmelerini istediğimi açıklayın. Araba kullan­mak için sürücü belgesi almamız gerek, öyle değil mi? Üstelik tehlikeli bir şekilde araba kullandığınız takdirde, bu belge elinizden alınacaktır. Aynı şeyi televizyon için de yapalım işte.
Bir de liberal kanattan bir itiraf var. Siz ‘açık toplumun teorisyenisiniz ve piyasa ekonomisinin rolünü destekliyorsunuz Ama konu televizyon olduğu zaman, çok katı kurallar koymak istiyorsunuz
Bu itirazın anlamı ne? Piyasanın kendine özgü kuralları yok mu? Eğer bir İtalyan yayıncı benim bir kitabımı yayımlarsa, bana telif ücreti ödemek zorunda değil mi? Yoksa bunu talep etmem de mi “açık toplum”a karşı çı­kış oluyor? Belirli kurallar vücuda getirmediğimiz takdirde, yaşamın her alanında kaosla karşı karşıya kalacağımız muhakkaktır. Hepsi bu da değil. Piyasanın işleyebilme­si için yalnızca kurallara değil, belli oranda güvene, özdisipline ve işbirliğine de ihtiyaç var. Televizyonun in­san zihni üzerinde çok büyük bir gücü olduğunu tekrar­lamak istiyorum. Daha önce hiç var olmamış bir güç. Bu gücün işlevsel olabilmesi için bir takım kuralların gelişti­rilmesi de yeterli olmayacaktır. Aynı zamanda belli oran­da güven, öz disiplin ve işbirliği de olmalıdır. Evet, tele­vizyonun insan beyni üzerinde etkili olan çok büyük bir gücü var ve bu, daha önce hiçbir zaman karşılaşmadığı­mız bir güç. Eğer etkilerini kısıtlamayacak olursak, bu; uygarlıktan uzaklaşmamıza yol açacak ve bu konuda öğretmenlerin elinden hiçbir şey gelmeyecek. Ve tünelin sonunda da şiddetten başka bir şey olmayacak. Ben bu uyarılan yapmaya dört-beş yıl önce başladım ama söyle­diklerimin hiçbir etkisi olmadı. Artık kimsenin bu kor­kunç gücü durdurmak istemediğini biliyorum.
Belki durum hiç de böyle değildir Sir Karl En azından daha fazla sayıda insan “ya Popper haklıysa” diye soruyor bugün.
(25 Ocak 1994 de, L’Unita da yayımlandı)
Sh:76-83
Kaynak: Yüzyılın Dersi/Karl Popper The Lesson of This Century, Editör: Emrah Akkurt Çeviren: Ceyhan Aksoy , Plato Film Yayınları ,1. Baskı: Mayıs 2006 İstanbul

Zemin katta oturmanın bir iyi yanı bir de sakıncası var. İyi yanı, insanın merdiven çıkmak zorunda olmaması. Sakıncası ise karıncaların da aynı zorunlulukla karşı karşıya olmamaları. Her sabah evimizin kapısından bir sıra karınca girer, duvar boyunca ekmek kutusuna kadar çıkar, lavabodan geçer ve döner. Bu hareket hiç durmaz ve küçük siyah hayvancıklar ellerine geçirdiklerini taşır dururlar.
Söylenenlere bakılırsa, bu durum bütün zemin katlarda, yaz mevsimi boyunca olmaktadır ama eşim daha ilk günden karıncaların kökünü kurutmaya karar verdi:
«Birkaçını yok etmenin anlamı yok. Yuvalarını bulmalıyız.»
Sırayı izleyerek yürümeye başladık. Karınca konvoyu bizi önce evin kapısından bahçeye götürdü, çitin altında bir ara kayboldu sonra bahçenin dışında yeniden ortaya çıktı ve kuzeye doğru zigzaglarla devam etti. Kentin sınırında durduk.
«Yahu,» dedi eşim, «bunlar galiba yurt dışından geliyor.»
Neden tam da bizim evi buldular? Bizim lavabonun özelliği ne Allah aşkına? Bu sorunun cevabını ancak kraliçeleri verebilir. Karıncalar aslında örgütleşmiş yaratıklardır. Fazla soru sormazlar, ellerine geçeni alıp götürürler.
Eşimin onlardan aşağı kalacağı düşünülemezdi. Hemen gidip kuvvetli bir karınca zehiri alarak, hayvancıkların izlediği yol boyunca serpti. Ertesi gün zorlukla ilerliyebildiklerini gördük, çünkü bu kez zehir kümelerine tırmanmak zorunda kalmışlardı. Bununla yetinmeyip üstlerine büyük miktarlarda flit sıktık, önde gidenler öldü geri kalanlar devam etti.
Bu işin üstesinden gelmeye kararlı olan eşim,
«Sinirleri çok sağlam. Bu gerçeği kabul etmek gerek.» dedi ve bütün mutfağı gazyağı ile sildi. Karıncalar iki gün eve uğramadılar. Biz de öyle.
Sonra yeniden meydana çıktılar. Üstelik bu kez daha da gayretli görünüyorlardı. Bir ara raftaki öksürük şurubunu buldular, sarhoş olana dek içtiler ve bir daha yaşantıları boyunca öksürmediler.
Eşim ilkeleri bir yana bırakarak, hayvancıklarla tek tek ilgilenmeye başladı. Karıncalar her sabah yüzlerce, binlerce şehit verdiler.
«Ne yapsam artları arkaları kesilmiyor,» dedi sonunda, «Çinliler gibi.»
Salatalık mevsimi geldi. Eşim karıncaların salatalık kokusundan hoşlanmadıklarını bir yerden duymuştu. Zaman kaybetmeden geçtikleri yol boyunca, kapıdan ekmek kutusuna ve lavaboya kadar, salatalık parçaları yerleştirdi. Kısa bir süre sonra karıncaların yukarıda sözü geçen teoriden haberdar olmadıkları ortaya çıktı: Salatalık parçalarına bakmadan yollarına devam ettiler. Hatta aralarından bazıları bunu gülünç buldu gibi geldi bana.
Bunun üzerine Karınca İşleri Müdürlüğü’ne giderek derdimizi anlattık.
«Yapacak bir şey yok», dedi general Laskov, «bizim evin mutfağında da var.»
O günden bu yana sükûnet içinde yaşıyoruz. Ekmek kutusunun yanından geçerek lavaboya giren karıncalar bizi artık tanıyorlar ve her sabah ölçülü bir yakınlıkla bizi selâmlıyorlar. Tıpkı zorlu savaşlardan sonra birbirlerine saygı duyan eski rakipler gibi. Birlikte ve barış içinde yaşamanın mümkün olduğunu gösteren eşsiz bir örnek...
Sh:7-10
Her gördüğümde tırtıla benzettiğim o adamın işi epeyi canımı sıktı. Yeni yazmış olduğu ve okumam için bana 6 ay önce yolladığı kitap, o gün bugündür rafta duruyor. Artık utanıyorum. Başlarda adamı şu ya da bu şekilde atlatabilmiştim. Bir keresinde ona sokakta rastladım. Yanına yaklaşmaktan kaçınarak uzaktan seslendim:
«Kitabı aldım. Yakında boş vaktim olacak, oturup okuyacağım.»
Geleceği parlak yazar, gönül borcunu belirtircesine gözlerini kırpıştırmıştı. Bir hafta sonra gene karşıma çıktı:
«Okuyorum, okuyorum» diye müjdeledim. «Sonra konuşuruz.»
Daha sonra da, başıma o üzücü olay geldi: Bir gün, oturduğum pastahaneye giriverdi, ben de arka kapıdan kaçtım. Beni gördüğüne eminim.
Çok iyi hatırlıyorum, o gün kitabı okumaya karar verdim. Yanılmıyorsam, elimi kitabın bulunduğu rafa bile uzattım; ama o anda birden telefon mu çaldı, uyku mu bastırdı, ne olduysa oldu, elim kitaba değmedi. Geçen hafta, tırtıl beni sinema kuyruğunda yakaladı:
«Okudun mu?» diye çoşkuyla sordu.
Kafamı sallayarak cevap verdim:
«Söyleyeceklerim var, ama şimdi ayaküstü değil.»
Sonunda, geçen akşam Dizengoff caddesinde karşılaştık. Bir süredir oynamakta olduğum saklambaç oyununa devam etme ya da kaçıp ortadan kaybolma ihtimalleri yok olmuştu çünkü tırtıl koşar adımla yaklaşıp yanıma dikilivermişti bile:
«Benimle konuşmak istiyordun,» dedi soluk soluğa, «Şu benim... kitap hakkında.»
İşte batılıların «showdown» dedikleri, şerif ile haydutun ıssız anayolun ortasında, son kez boy ölçüşmek üzere karşı karşıya geldikleri an; anlayacağınız filmin kaçınılmaz sonu... Dizengoff caddesinin de bu kadar tenhalaştığı enderdir. Kitabı, hiç olmazsa dış görünüşünü hayalimde canlandırmaya çalıştım. Ama sadece, şu bildiğimiz ve bana postayla yollanan kitapları sarmaya yarayan kahverengi ambalaj kâğıdını anımsayabildim. Hiç olmazsa eserin ne türde olduğunu bilseydim; roman, tiyatro, şiir antolojisi...
Düşüncelerimize dalmış durumda iki sokak daha aştık. Gordon sokağının köşesine gelince, bir şeyler söylemek gereğini duydum.
«Her şeye rağmen,» diye başladım, «kitabın önemli bir çalışmanın eseri olduğu belli oluyor.»
«Üç yıl,» diye fısıldadı tırtıl, «fakat konusunu daha savaştan önce içimde taşıyordum.»
«Evet okurken anlaşılıyor,» dedim, «olgun bir eser...»
Birkaç adım daha attık. Sessizlik. Kimse bizi rahatsız etmiyor. Dostlar bile!
Tırtıl sordu:
«Nasıl buldun"?»
Sesi titriyordu.
«İyi buldum.»
«Bütününü mü?»
Birden tuzağı sezdim. Tırtıl bana bakıyordu. Şimdi «Evet bütününü» desem, kitabı okumadığımı anlayacak ve hayatının sonuna kadar benden nefret edecek. Bununla birlikte,
«Seninle açık konuşacağım,» dedim. «Başlangıçta pek sarmadı.»
«Sen de mi!» diye içini çekti tırtıl. «Sen de mi öyle düşünüyorsun? Başlangıçın sadece bir «giriş» olduğu gün gibi apaçık değil mi?»
«Giriş miriş,» diye homurdandım. «Bu neyi değiştirir? önemli olan kitabın insanı sarıp sarmadığı...»
Tırtıl öylesine üzüldü ki, bayağı acıdım. Ama kabahat onda, böyle giriş yazılır mı?
«Sonra konuya iyi girdin,» diye avundurdum, «Anlatım çok kuvvetli. Özel bir havası var; hareketli.»
«O felâketi anlatırken daha kısa kesmeli miydim acaba, ne dersin?»
«Yarısını atmalıydın. Kitap bun dan birşey kaybetmeyecek, aksine kazanacaktı.»
«Olabilir,» dedi tırtıl. Cevabı soğuktu.
«Ama mantıklı düşünecek olursak, Boris’i devrimcilerin safına geçmeye iten nedenleri anlatmalıydım, değil mi?»
Boris! O da kim?
«Tabiî. Boris, kuşkusuz, aklımdan kolay kolay silinmeyecek bir tip. Senin ona yakınlık duyduğun da belli oluyor.»'
Tırtıl durdu. Yüzünde bir ürküntü ifadesi belirmişti:
«Ona yakınlık mı duyuyormuşum. O domuza mı? Bu adam benim şimdiye kadar incelediğim tiplerin en ahlâksızıdır.»
Özür diler gibi sessiz bir tavır takınarak gülümsedim:
«Belki sen öyle düşünüyorsun. Ben diyorum ki sen, tâ içinden, kendini ona benzetiyorsun.»
Tırtıl’ın beti benzi atmış, gerilen sinirleri boşalmıştı.
«Bu sözünle beni sırtımdan vurdun. Daha yazmaya başladığım andan beri Boris’ten iğrenmiştim. Ama Peter ile deniz ataşesinin anlaşmazlığına karıştığı zaman bile, Abigel Lemo’nun başına gelen tecavüz olayından söz etmedi. Hatırlıyor musun?..»
«Tabiî, hani ona söz etmediği zaman...»
«Tamam. O zaman ben de kendime şu soruyu sordum: Bütün zayıf yanlarına ve kalleşliğine rağmen Boris, zoologdan daha mert değil mi?»
Anlayışla cevap verdim:
«Hepimiz insanız. Biri böyle, diğeri şöyle, ama herkes birbirine benzer.»
«Tabii!»
Yahu, ben belki bu kitabı bilmeden okudum.
Tırtıl alçakgönüllülükle sözüne devam etti:
«Diyorlar ki, bu benim en iyi eserimmiş. Ortaya attığım olaylar bakımından...»
Gözlerimi karşıki binaya dikerek, eserlerini aklımdan geçirmeyi denedim Bu adamdan hiç bir şey okumamıştım. Yahu kim bu tırtıl? Bunu bile bilmiyordum. Bana niye kitap yolluyor?
«En iyi eserindir diyemem,» diye düşüncemi açıkça belirttim. «Bununla birlikte, beklenmedik derecede başarılı.»
Tırtıl durakladı. Sözlerimin ona fena halde dokunduğu belliydi. Ne var? Yazdığı herşeye bayılmam mı gerek? Bu arada şunu da söyleyeyim: Kaçma ihtimalleri zayıfladı. Yolumuzun üstüne çıkan yok. Meydanı ikidir dönüyoyoruz.
Eleştirim üzerine acı acı söylendi:
«Anlamıştım, vallahi anlamıştım. Hücum birliği komutanının evindeki ziyafet değil mi? Hayır deme! Senin şovenist karakterinin buna karşı çıkacağına yemin edebilirdim! Ama, tanrı aşkına, benden ne bekliyordun, herşeyi tatlıya bağlamamı mı?... Hatırlıyorsan şu...
«Boş sözler bunlar...» diye uyardım, «her şeyin bir sınırı vardır.»
«Rica ederim,» diye inatlandı tırtıl, «geceleyin yapılan deve yarışlarının o çarpıcı anlatımı hoşuna gitti mi?»
Ölçülü bir şekilde:
«Evet,» dedim, «neşe dolu bir parçaydı.»
«Ya Katerina şamdanı hakimin kürsüsüne fırlatıp kırdığı zaman..,?»
«Akla yakın...»
«O halde, çok özür dilerim, sen de Meir Kronşdat’ın kaprislerine katlanmalısın.»
«Ho, ho, ho, arkadaşım» diye içimden isyan ettim, «bana göre hava hoş, git bütün dünyayı suçla, ama Meir Kronşdat’a dokunma! Durum hoşuma gitmemeye başladı. Aramızdaki hava bulutlanıyordu. Bizi saran o korkunç yalnızlığın nedenini de buluverdim Karşıdan bize doğru geldiklerini gördüğümüz dostlar sanki yer yarılıp içine girmişçesine kayboluyorlardı. Allah kahretsin, burada tek kurban ben miyim? Şovenist damarım tutmaya başlamıştı; adamı kırmamaya çalışarak,
«Dinle tırtıl,» dedim, «Senin yerinde olsam şu Kronşdat’la pek övünmezdim.»
«Ben övünüyorum!...»
Kan beynime sıçradı. Hâlâ benimle tartışıyordu!... Ciddiyet dolu bir sesle:
«Kronşdat, hepten bozuk ve dolayısıyle kendini kabul ettirmeyen bir tip olması nedeniyle ortadan kaldırılabilir; kitap da bundan zarar görmeyecek.»
«Güzel bir hikâye,» diye tısladı tırtıl.
«Sormak caizse, romanının düğümünü meydana getiren unsurları nereden sağlayacaksın?»
«Nereden, nereden sağlayacağım? Söyle...»
«Sen tabiî, zoologu düşünüyorsun.»
«Ve?»
«Ve Katerina»
«Tabiî, hakime kaçsın.»
«Dokuzuncu ayında mı?»
«Doğumdan sonra.»
«Akıllım, sonradan araba eziyor ya onu.»
«Ezilmesin. Niçin ezilecekmiş? Abigel ezilsin.»
«Kusura bakma, bu söylediklerin gülünç.»
Bu sözler beni zıvanadan çıkarmaya yetti. Ben otuz yıldır durmadan kitap okurum; bir daha duymayayım böyle sözleri tamam mı? Sesimi yük selterek:
«Demek ki söylediklerimi gülünç buluyorsun dostum. Peki senin o aptal deve yarışın ne? Okurken bayağı iğrendim...»
«Benim de istediğim buydu!.. İğrenesiniz istiyordum! Kendinizi olduğunuz gibi göresiniz istiyordum!»
Kitap ile ilgili tartışmamız, kişisel bir görünüş kazanmıştı. Tırtıl sararmış, güçlükle nefes alıyordu:
«Sana dokunanın ne olduğunu biliyorum.» diye kükredi. «Alışılagelmiş çözümlerden kaçınmış olmam! Boris’in yapma gölde boğulmuş olması.»
Boris! Bir o eksikti.
«Bırak şimdi Boris’i.» diye çıkıştım. «Bu zavallı tilkiye bayağı âşıksın! Abigel ile olan ilişkisi de anlamsız.»
«Anlamsız mı?» diye ayaklandı bi zim geleceği parlak yazar. «Kadının biri ile ilişki kurması gerekiyordu, değil mi?»
«İyi, kursun. Ama niçin Boris ile? Başkası yok mu?»
«Kimle, kimle?» diye haykırarak yakama yapıştı tırtıl.
«Şu zoolog örneğin, adı neydi... Kronşdat!»
«Kronşdat zoolog değil.»
«Kronşdat zoolog anam!... Kronşdat olmazsa, hücum birliğinin komutanı...»
«Kronşdat hücum birliğinin komutanının adı!»
«Olsun. Birşey değiştirmez. Bana kalırsa meteorolog bile olabilir. Hepsi olur, Boris hariç. Hatta, ataşenin olması daha akla yakın! Veya Peter! Veya Birenboim!»
«Birenboim da kim?»
«O da biri işte! Kronşdat’tan aşağı kalmaz, merak etme! Olmaz dostum, öylesine kâğıt üzerine saçma sapan şeyler karalıyarak roman yazmak olmaz! Gerçek gerek, kahraman gerek, duygusallık gerek! Derinlik gerek!»
Adamın kafasını iyice karıştırmıştım.
«Derinlik!» diye bağırdım, «Palavra değil! Boris’miş! Daha neler! Sen buna kitap mı diyorsun? Kurufasulye niyetine bile yenmez! Okuyucu bunu tutmayacak emin ol; az buçuk anlarız bu işlerden! Kitabını kimse okumayacak! Ben de okumadım zaten!»
«Okumadın mı?»
«Okumadım. Okumayacağım da!»
Onu kendisi ile başbaşa bırakıp gittim. Hâlâ anayolun ortasında durup bakıyor. Aptal.
Sh:18-28

Sokağın başında duran arabama dönerken, karşıma tam gaz çalışan taze bir trafik polisi çıktı.
«Beyefendi,» dedi hükümet kuvveti gözünü yazdığı ceza makbuzundan ayırmadan, «şu ilerideki tabelada ne yazıyor?»
 «Saat on dokuza kadar... yalnız mal boşaltmak... amacıyla... park yapılabilir...»
«Beyefendi mal mı boşaltıyor?»
«Hayır...»
«Güzel, şimdi saat kaç?»
«Yedi buçuk...»
«Yani bu ne demektir?»
«Park yapabilirim demektir.»
Trafik polisi sıcak, canayakın bakışlarını bana çevirdi, sonra gözleri tabela, araba, ceza makbuzu, saat, yeniden makbuz ve tabelâ arasında geldi gitti.
«Doğru beyefendi,» dedi sonunda, «Ama ben bu makbuzu şimdi nasıl iptal edeyim? Yasaya göre, cezayı yazdığım anda makbuzu vermem gerek. Yoksa her şoför gelip, cezayı iptal etmem için ağlar...»
«Ama ben hiçbir suç işlemedim.»
«Söylediklerinizde doğruluk payı büyük beyefendi, aksini savunmuyorum. Ama makbuzu doldurmaya başlamadan önce beni uyarsaydınız, durumunuzu göz önüne almam hemen hemen olanak dahilindeydi. Ama şimdi yapacak bir şey yok. Geç kaldınız. Kâğıdı imzalayın ve gelecek sefere tabelalara daha çok dikkat edin...»
Polisi şöyle bir süzdüm. Aslında canayakın bir insandı. Tıraşı biraz uzamıştı ama bıyığı yoktu.
«Üzgünüm» dedim, «ama cezayı ödemeyeceğim.»
«O halde kim ödeyecek,» diye haykırdı trafikçi, «ben mi? Aylığımdan mı kesilsin? Bakın beyefendi» dedi dostça bir sesle, «topu topu on beş lira. Beşinci maddenin T bendini uygulayabilirdim, ama yapmadım. Size iyi davrandım. Alın makbuzunuzu.»
«Fakat cezayı gerektirecek bir şey yapmadım...»
Trafikçinin sabrı taştı:
«Yapmadınız mı? Pekiyi, ya kaç kez suç işlediniz de yakalanmadınız? Beni şaşırtıyorsunuz beyefendi. Arabanız çalınsa polise koşarsınız. Bir kazaya uğrarsınız, ‘polis’, ‘polis’ diye bağırırsınız. Ama iş on beş lira vermeye gelince...»
«Peki, peki» diye mırıldanarak imzaladım. «Konuşmak da mı yasak?»
«Bırakın Allah aşkına,» diyerek uzaklaştı trafik polisi. Asabı bozulmuştu. Özür dilerim, ne yapayım, sinirliydim. Olur böyle vakalar.
Sh:126-128
Bütün çevreyi titreten müthiş patlama başbakanlık binasını da temelinden sarsmış, camlarının çoğunu kırmıştı. Patlamanın rüzgârı Başbakan ve Savunma Bakanını koltuğundan uçurmuş, duvara asılı dünya haritasına yapıştırmıştı...
***
O gece, Moskova’daki Millî Deprem Kontrol Merkezindeki sismografların tümü bir anda bozuluverdi. Rus teknisyenleri telaşla hassas cihazların başına üşüştüler. Evet, Ortadoğu’da kullanılmakta olan sismografların ölçme gücünü aşan büyük bir patlama meydana gelmişti... Dünyanın dört bir yanma dağılmış diğer deprem tesbit merkezleri de bu korkunç olayı kaydetmişlerdi. İtalya ve Yunanistan’ın, kıyı kentlerinde oturan halk paniğe kapılmıştı. Amerika Birleşik Devletleri Savunma Bakanlığı, sabaha karşı, şimdiye dek kaydedilmemiş şiddette bir depremin, tahminen, Necef Çölü’nün güney bölgesini sarstığı şeklinde, yatıştırıcı bir bildiri yayımladı. İsrail Dışişleri Bakanlığı ise, öğle saatlerinde bir yalanlama yayımlayarak, Ortadoğu’nun, son saatlerde herhangi bir deprem olayına sahne olmadığını dünyaya duyurdu. Dünya kamuoyu bu çelişkili bildirileri öfke ile karşılıyordu: İsrail kaynakları, her zaman olduğu gibi, gene yalan yanlış haberler yayıyordu...
Londra’nın ‘Observer’ gazetesinin Ortadoğu muhabiri, bu garip sessizliği bozan ilk insan oldu: «Durumu gerçekçi bir şekilde değerlendirmekte yarar var» diye bildirdi Beyrut’tan. «İsrail’in elinde yıkıcı etkisi son derece yüksek nükleer bombalar bulunmaktadır.»
Bu bomba haber, diplomatik çevrelerin tarihsel iddialarını en azından doğrulayacak nitelikte idi. İlk doğru dürüst açıklama, İsrail temsilcisi tarafından, Birleşmiş Milletler genel kurulu önünde, Asya ülkelerinin Sina yarımadasının boşaltılması konusunda verdikleri ültimatomun son gününde yapıldı. İsrail delegesi konuşmasına elektrikli bir hava içinde başladı:
«Sayın Genel Kurul» dedi, «İsrail Hükümetinin elinde ‘Fosfat Bombası’ tipinde, bilinen bütün nükleer silâhlardan yüz doksan misli daha güçlü, yepyeni bir tür nükleer silâh bulunduğunu saygıdeğer kurula bildirmek şerefine nail olduğum için bahtiyarım. Fosfat bombaları güdümlü olarak ya da başka şekillerde, yerküre üzerindeki her noktaya atılabilmektedir. Beni dinlemek zahmetine katlandığınız için teşekkür ederim.»
İsrail temsilcisi, bu sözleri söyledikten sonra, Sina’nın boşaltılması konusunda oralı olmadan kürsüden indi. Genel Kurul bu haberi sessiz bir şaşkınlık içinde karşılamıştı. Şokun etkisi tam bir dakika sürdü. Neden sonra uyanan Fransız temsilcisi, İsrail temsilcisini şiddetle alkışlamaya başladı. Hemen arkasından Avustralya, Yeni Zelanda heyetleri ile küçük Avrupa devletlerinin temsilcilerinden bazıları Fransızı izlediler. İngiliz büyükelçisi alkışlara katılmamakla birlikte, İsrail heyetine samimî gülümsedi. Kurul başkanı Asya ülkelerine dönerek İsrail’in beyanları ile ilgili görüşlerini açıklamak isteyip istemediklerini sordu. Asya Bloku cevap olarak, oturumun süresiz ertelenmesi isteminde bulundu.
Dünya, ilk şaşkınlığından ancak bir kaç gün sonra sıyrılabildi. Bu beklenmedik habere o ana kadar tepki göstermeyen Sovyetler Birliği, kısmî seferberlik ilân ederek, İran sınırına yığınak yapmaya başladı. O sırada İsrail Başbakanı, Mareşal Bulganin’e ilettiği o meşhur notada, Sovyetler Birliği’ni, İsrail’in, komşularının hakkaniyetine halel getirecek en ufak bir harekete tahammül edemeyeceği konusunda uyardı. Aynı notada «Sovyetler Birliği, kendisinden güçlü bir devlet tarafından bombalanırsa iyi mi olur yani?» diye soruluyordu. Ruslar notanın içeriğini açıklamadılar ama askerî faaliyetlerini anında durdurdular.
Amerika Birleşik Devletleri Başkanı, dost İsrail Hükümeti’ni, «bilimsel araştırmalar alanında kaydettiği olağanüstü başarıdan dolayı» kutladı ve fosfat enerjisinin barışçı amaçlara yöneltileceği konusundaki ümidini belirtti. Başkan, İsrail başbakanına çektiği uzun telgrafta, aynı zamanda, ««iki dost süper devletin atom araştırmaları alanında işbirliği yapmalarını» da teklif ediyordu. A.B.D. başkanının önerisi İsrail hükümet çevrelerinde soğuk karşılandı. Dışişleri Bakanlığı tarafından yayımlanan kısa bildiride «teklifin incelendiği ancak bu aşamada, uygulanmasına olanak bulunmadığı» belirtiliyordu.
Ahlâk ilkelerine değinen ilk ülke Hindistan oldu; Nehru, millet meclisi önünde şöyle diyordu:
«Hiçbir nükleer silâh tutumumuzu değiştirmeyecektir. Mısır’ın sınırlarının güvenliği için garanti talepleri ile diğer Arap devletlerinin, bölgedeki sorunun ancak taraflar arasında yer alacak, doğrudan doğruya müzakere yolu ile çözümlenmesi gerektiği şeklindeki isteklerinin haklı ve yerinde olduğunu düşünmekte devam ediyoruz...»
Nehru, konuşmasının sonunda, İsrail ile Hindistan arasında diplomatik ilişki kurulmasını uzun süreden beri arzuladığını tekrarladı. Bu arada İzvestia gazetesi, Arapların saldırgan tutumlarını sert şekilde eleştiriyordu. Gazetenin başyazısı «İlerici İsrail, Arap Feodalizmini Sıkıştırıyor» başlığı altında çıkmıştı. Aynı yazıda, emperyalizmin hizmetindeki bölge diktatörlerinin tezgâhladıkları komplolar da açıklanıyordu. Söylentilere göre Başkan Nasır Süveyş Kanalı’nın Barış Gücü’nün Sinada kalması şartı ile temizlenebileceğim bildirmişti. Sovyet petrol tankerleri Hayfa’ya yanaşırken, Çekoslovakya, İsrail’in turunçgil ürününün üçte ikisini satın alıyordu.
Birleşmiş Milletler Genel Kurulu aradan üç hafta geçmeden yeniden toplandı. Oturumun açılmasından üç dakika önce İsrail dışişleri bakanı ile koridorda kolkola dolaşırken görülen Genel Sekreter, kurula son derece olumlu bir rapor verdi. Raporda İsrail’in Gazze Şeridi’ndeki, hem hizmetler hem de idari örgütlenme açısından uygulamaları uzun uzun methediliyor, Mısır esirlerine sağlanan insancıl koşullardan, en olumlu biçimde sözediliyor ve Şarmel Şeyh’te oturan Arapların memnuniyeti, yanlış anlamalara yol açmayacak şekilde, dile getiriliyordu. Genel Sekreter’in ayrıntılı raporu dip lomatik çevrelerde, özellikle ‘İsrail Bloku’na dahil 17 ülke (Avrupa ve Lâtin Amerika ülkeleri, Fransa, Burma ve Seylan) tarafından büyük memnunlukla karşılandı. Asya Bloku nun 'Geri Çekilme İle İlgili Temel Sorunlar’ konusundaki teklifi formalite icabı görüşülüp beklendiği üzere, 59’a karşı 9 oy ile reddedildi (aralarında İngiltere, Irak, Lübnan ve Venezüella’nın da bulunduğu 8 ülke çekimser kaldı.) İngiliz temsilcisi, bu arada, «geri kalmış ülkelerin kalkındırılması» na ilişkin İsrail siyasetine karışılmasına karşı olduğunu ve çekimser kalmasının sebebinin Büyük Britanya Hükümeti ile Ürdün ulusu arasında mevcut olan geleneksel ilişkiler olduğunu bildirdi. Yugoslavya temsilcisinin konuşması daha da sert oldu:
«Kuvvet kullanma yolu ile geri çekilmeye zorlama siyasetine daima karşı olduk» diyordu. «İsrail, ahlâkî açıdan ve yasal olarak, küçük devletlerinde tarihsel haklılıklarını açıklamak özgürlüğüne sahip olduklarını ispat etmiştir.»
Suriye temsilcisi, İsrail’in Suriye sının boyunca yaptığı yığınağın görüşülmesi için kurulun olağanüstü toplanmasını istediğini bildirmek için söz istediyse de, kurul başkanı kendisine bu hakkı tanımadı ve Sovyet heyetinin teklifi üzerine, Suriye temsilcisini toplantı salonundan attı.
‘Eisenhower Planı’nın içeriği, genel kurul toplantısı bittikten bir gün sonra basına açıklandı. Plân «Yahudi Devleti’nin Ortadoğu’da demokrasi, bağımsızlık ve kalkınmanın kalesi olduğu» gerekçesi ile, İsrail’e en az 950 milyon dolar tutarında İktisadî yardım yapılmasını öngörüyordu.
Üç büyüklerin —Eisenhower, Kruşçev ve Ben Gourion— biraraya gelmeleri fikrini ilk ortaya atan Pakistan oldu. İsrail başbakanı, toplantının çok uzak bir gelecekte, yakındaki Kıbrıs’ta yapılması şartı ile teklifi kabul etti.
Bayan Golda Meir’in Beyaz sarayı ziyareti sırasında Dünya Basınını meşgul eden en önemli konu Ortadoğu ülkeleri arasında barışın nasıl sağlanacağı idi. Lübnan dışişleri bakanı, Birleşmiş Milletler Genel Kurulu önünde, «aslı esasında, dinamik bir gelişme içinde olan Siyonist Devleti ile kanlı bıçaklı olmanın âlemi yok» diyordu. Sovyet Ansiklopedisi’nin yayın müdürü de abonelerine, ‘İsrail’ ile ilgili yeni bir değerlendirmeyi kapsayan bir sayfa hazırlatmıştı. Abonelerden yeni sayfanın ansiklopedideki yerine yapıştırmaları isteniyordu. Yayın müdürünün ifadesi ile, ansiklopedide daha önce ‘İsrail’ başlığı altında çıkan yazı, ‘eski istihbarat şefi Baria’ya hizmet eden gangsterlerin çürümüş beyinlerinin ürünü» idi. Irak temsilcisi ise, radyoda yayımlanan konuşmasında, ülkesinin İsrail’e karşı hiçbir zaman savaşmadığını, Hayfa’ya bağlanacak petrol boru hattının derhal hizmete gireceğini bildirmişti. Amerika Birleşik Devletleri Dışişleri bakanı, Cumhuriyetçi Parti büyük Kongresinde şöyle diyordu:
«Süveyş harekâtı, kuşkusuz, insanlık tarihinin en uyarıcı harekâtı olup İsrail, bu teşebbüsü sayesinde, batının özgür ülkeler topluluğu içindeki haklı ve vazgeçilmez yerini almıştır.»
Dışişleri bakanı, devlet başkanına Kıbrıs’a kadar refakat etti. Üç büyükleri bölge barışı şerefine kadeh kaldırırken gösteren meşhur resim işte orada çekilmiştir. Resmin çekilişi sırasında Kruşçev, İbranice olarak ‘şerefe’ diye bağırmıştı...
O gün bugündür, İsrail’in egemen ve özgür bir devlet olarak var olma hakkında sahip olduğu hususu, tartışılmaz bir gerçek olarak kabullenegelmektedir. Ancak cevapsız kalan iki soru bugün bile akılları kurcalamaktan geri kalmamaktadır: İsrail genel kurmayından hangi aklı evvel subay, ordunun savaş sırasında ele geçirdiği bütün cephaneyi bir tek yere depolamıştı, ve deponun havaya uçmasından kim sorumluydu?...
Sh:147-156
Kaynak: E. KİSHON, Kahkahaya Vergi Yok, Bilgi Yayınları, Türkçesi: Moşe Baraze, Birinci Basım Ocak 1983, ANKARA


AÇIK TOPLUM -Karl Popper
Hzl: Bryan Magee
Platon’dan Marx’a çoğu büyük siyaset felsefecileri, yalnızca toplumsal ve tarihsel gelişme üstüne değil, mantık ve bilim, gide­rek de bilgi kuramı üstüne, birbirleriyle ilişkili görüşlerden hareket etmişlerdir. Buraya kadar yazılanları izlemiş olan okuyucular, Popper'in de bu kurala bir ayrıklık getirmediğini görmüşlerdir. Popper yaşamayı her şeyden önce ve her şeyin üstünde bir sorun-çözme sü­reci saydığı için, sorun-çözmeye elverişli toplumlar istemektedir. Sorun-çözme ise, deneme çözümlerinin cesaretle ortaya atılmasını, sonra da bunların eleştiriye ve hata-eleme işlemine tabi tutulmasını gerektirdiği için, Popper karşıt önerilerin engellenmeden ortaya atılmasına, bunların eleştirilmesine, sonra da eleştirilerin ışığında bunlarda gerçek değişiklikler yapılmasına izin veren toplum biçim­leri istemektedir. Her çeşit ahlak düşünceli bir yana (ve bunu anla­mak çok önemlidir), bu gibi çizgiler bolunca örgütlenmiş bir top­lumun, başka türlü örgütlenmiş bir topluma oranla, sorunlarını çözmekte daha etkili ve dolayısıyla üyelerinin amaçlarına erişmek­te daha başarılı olduğuna inanmaktadır. Eh etkili toplum biçimi­nin, en azından kuramca, bir çeşit diktatörlük olacağı yolundaki yaygın anlayış, bu görüş açısından tümüyle yanlıştır. (Bu, Popper'in baş ayracı değildir, ama) Yeryüzünde en yüksek yaşama standart­ları olan bir düzine kadar ülkenin özgürlükçü demokrasiler olması, demokrasinin onların zenginliklerinin kaldırabildiği bir lüks olma­sından değildir: tersine, bu ülkelerin halklarının büyük çoğunluğu, genel oy hakkına kavuştukları zaman yoksulluk içinde yaşıyorlardı. Nedensellik ilişkisi öbür yana doğrudur. Demokrasi, yüksek yaşama standartlarının sağlanmasında ve sürdürülmesinde çok önemli bir rol oynamıştır. Başka bakımlardan olduğu gibi, maddeten de, bir toplumun özgür kurumlan varsa, bunların var olmamasına oranla, mutlaka daha başarılı olacaktır.
Bütün hükümet politikaları, bütün yürütme ve yönetme karar­ları deneysel öndeyilerde bulunulmasını gerektirir. «X yaparsak Y olacak; öte yandan B’ye erişmek istiyorsak A yı yapmalıyız.» Her­kesin bildiği gibi, bu türlü öndeyilerin yanlış çıkması hiç de ender rastlanan bir durum değildir —herkes yanlışlar yapar— uygulama­ları ilerledikçe bunların düzeltilmesinin gerekmesi normaldir. Bir politika, gerçekliğin önünde sınanması ve deneyin ışığında düzeltil­mesi gereken bir varsayımdır. Bu varsayımın yanlışlarını ve içer­diği tehlikeleri, bunlar uygulamada kendilerini ortaya koyuncaya dek beklemektense, önceden eleştirel inceleme ve tartışma yoluyla açığa çıkarmak, tümüyle daha ussal, kuralca (kaynaklar, insanlar ve zaman bakımından) daha tutumlu bir süreçtir. Üstelik, bazı yan­lışlar, ancak —politikaların kendilerinden farklı olarak— uygula­madaki sonuçlarının eleştirel bir biçimde incelenmesiyle tanınabi­lir. Çünkü, bu bağlamda girişeceğimiz her eylemin amaçlanmamış sonuçlar da vermesinin olası olduğunu göze almak gereklidir. Bu basit noktanın siyasette, yönetimde ve her türlü planlamada çok önemli uzantıları vardır. Ben bir ev almaya kalkarsam, alıcı olarak piyasaya çıkmamın kendisi fiyatı yükseltme yönünde bir eğilim ya­ratacaktır; bu, benim eylemimin doğrudan bir sonucu olmakla birlik­te, hiç kimse bunun amaçlanmış bir sonuç olduğunu söyleyemez. Bir başka örnekte, ipotek yaptırmak için bir sigorta poliçesi almaya kalkışırsam, bu da sigorta şirketinin hisse senetlerinin değerini yükseltme eğilimini gösterecektir; yine, eylemimin bu doğrudan so­nucunun, benim niyetlerimle hiçbir ilgisi yoktur. Hiç kimsenin planlamadığı ya da istemediği şeyler her zaman olmaktadır. Karar almada olsun, örgütsel yapılar yaratmada olsun, bu kaçınılmaz olguyu hesaba katmalıdır: böyle yapılmazsa, bu sürekli bir saptırma kaynağı olur. Bu da, politikaların yönetiminde eleştirel bir uyanık­lık gösterilmesinin ve hata-eleme yoluyla düzeltilmelerine olanak sağlanılmasının gerekliliğini pekiştirmektedir. Böylelikle, politikaların önceden eleştirel bir biçimde incelenmesini yasaklayan yetke sahipleri, kendilerini yalnızca, yanlışlarının birçoğunu daha pahalı olarak işlemeye ve bunların yanlışlığını gerekli olduğundan daha geç bir aşamada anlamaya mahkûm etmekle kalmamakta, aynı za­manda —gerçekte çoğucası olageldiği gibi, politikaların kılgıl uygulanmalarının eleştirel incelemesini de yasaklarlarsa bunlar amaç­lanmamış zararlı sonuçlar vermeye başladıktan sonra, bir süre da­ha yanlışlarını devam ettirmeye de kendilerini mahkûm etmiş ol­maktadırlar. Yüksek derecede otoriteci yapılara özgü olan bu yak­laşımın tümü, ussallığa aykırıdır. Sonuçta, katı olanları yanlış ku­ramlarıyla birlikte yok olmakta ya da (şanslı ve acımasız iseler) ol­sa olsa taşlaşmaktadırlar; daha az katı olanlarıysa yaralı-bereli, pahalı ve gereksiz yere yavaş bir ilerleme göstermektedirler.
(İster hükümette ister daha küçük bir örgütte) elinde erk bu­lunan bir kimse için, bunlar ne denli açıklıkla förmülleştirilmiş olursa olsun, amaçlar ve erekler anlamında politikaları olması yet­mez. Onlara eriştirecek araçlar da olmalıdır; bu gibi araçlar da ol­malıdır; bu gibi araçlar yoksa, yaratmak gerekir: aksi takdirde, ne denli iyi olsalar, amaçlar gerçekleştirilemez. Bundan ötürü, bir bakımdan her türlü örgütlere ve kurumlara politikaları yerine ge­tirmek için düzenlenmiş makineler gözüyle bakmak gereklidir, ürettikleri tam sizin istediğiniz gibi olacak bir örgüt tasarımlamak da, fiziksel bir makine tasarımlamak kadar güç bir iştir. Bir mü­hendis yeni bir makine tasarımlamış, ama tasarım amacına uygun olmamışsa ya da varolan bir makineyi almış, fakat onu bütün ge­rekli yönlerden değiştirmişse, bu makineden çıkacak şeylerin, onun istedikleri olması olanaksızdır: makine ne üretebilirse o olacak­tır — buysa, yalnızca onun istediğinden başka bir şey olmakla kal­mayacak, herhangi bir ölçütle ciddi bir biçimde kusurlu, hatta teh­likeli olabilecektir. Bu söylediğim birçok örgütsel mekanizma için tamıtamına doğrudur: böyle mekanizmalar onları işleten kişilerin bütün zekâlarına, iyi niyetlerine ya da iyi formüle edilmiş erekle­rine karşın, istediklerini yerine getirme yeteneğinden yoksundurlar. Onun için, değişen ereklerin ışığında örgütsel araçlara karşı sü­rekli, ama yapıcı biçimde eleştirel bir tutumu içinde taşıyacak si­yasal (ya da yönetsel) bir bilime olduğu gibi, siyasal (ya da yönetsel) bir teknolojiye de gerek vardır. Her politikanın yürütülmesinin sı­nanması gereklidir: buysa, harcanan çabaların istenilen sonuçlan sağladığını gösteren kanıtlar arayarak değil, sağlamadığım göste­ren kanıtlar arayarak yapılmalıdır. Bu anlamda sınamalar yapmak, belki ince bir pekinlik çok ender gerektiği için, uygulamada genel­likle ucuz ve kolaydır. İngiliz yüksek eğitiminde şimdiden, kuram­ların Popperci açıdan incelenmesine adanmış, en azından bir bölüm bulunmaktadır (Tyrrell Burgess'in Kuzey Doğu Londra Politekniği'nde kurduğu bölüm.) Bu bölümce sağlanan sonuçlar hem basit­tir hem de büyük bir gizil yarar taşımaktadır — çünkü yanlış poli­tikalara çoğucası dünya kadar para ve çaba harcandığı halde, bun­ların aynı zamanda istenmeyen sonuçlar da verip vermediğini gör­mek için gereken ufacık para ve çabalar ayrılmamaktadır, örgüt­lerdeki kişilerse, tam tersine, istedikleri şeylerin olmadığını gör­mezlikten gelme eğilimine kapılmışlardır; oysa, aramaları gereken, asıl bu türlü belirtilerdir, örgütsel düzeyde bile sürekli olarak ha­ta aramak ve bunları kabul etmek, hiç kuşkusuz, otoriter yapılarda çok zordur. Böylelikle, bunların usdışılıkları kullandıkları araçla­rın kendilerine dek yayılır.
Popper'in siyasal konulardaki ahlakçı duyguları, daha az coş­kun bir biçimde bile olsa, başkalarınca da dile getirilmiştir. Popper’in yazdıkları, bu düzeyde çok dokunaklıdır; fakat onun ayırıcı özelliği, aklın da gönülden yana olduğunu gösterişindeki kanıtlama zenginliği ve gücüdür. Çünkü, içinde yaşadığımız yüzyılda başka za­manlardan daha da çok olmak üzere yaygınlıkla inanılmaktadır ki, ussallık, mantık, bilimsel yaklaşım, bir bütün olarak merkezi biçim­de örgütlenmiş, planlanmış ve düzenlenmiş bir toplum gerektirmek­tedir. Popper ise, bunun otoriterce olmaktan başka, yanlış ve aşıl­mış bir bilim anlayışına dayandığını göstermiştir. Ussallık, mantık ve bilimsel bir yaklaşımın hepsi de, birbiriyle bağdaşmayan görüş­lerin ileri sürülebildiği ve çatışan amaçların izlenebildiği «açık» ve çoğulcu bir topluma işaret etmektedirler; içinde, herkesin sorun durumlarını araştırmakta ve çözümler önermekte ve başkalarının —en önemlisi de, hükümetin— önerdiği çözümleri eleştirmekte öz­gür olduğu bir toplum; her şeyin üstünde de hükümet politikaları­nın eleştirinin ışığında değiştirildiği bir toplum.
Politikaları savunanlar ve bunların yürütülmesine bakanlar, normal olarak, şu ya da bu biçimde o politikalara bağlanmış kişi­ler oldukları için, belli bir büyüklüğü aşan değişiklikler, insan gü­cünde de değişiklikler yapılmasını gerektirir. Dolayısıyla, açık top­lum gerçekleşecekse, bunun en temel gereği, işbaşında olanların, akla yakın aralıklarla ve şiddete başvurulması gerekmeksizin uzaklaştırılabilmeleri ve yerlerine, başka politikaları olan kimselerin ge­tirilebilmesidir. Bunun da gerçek bir seçenek olabilmesi için, hükümetinkilerden farklı politikaları olan kişilerin kendilerini bir hü­kümet almaşığı olarak ortaya koyabilmeleri gerekir: yani, işbaşındakileri eleştiren bir biçimde örgütlenebilmeli, konuşabilmeli, ya­zabilmeli, basın ve yayın araçlarından yararlanabilmeli ve öğretim yapabilmelidirler ve onların yerine geçebilmeleri için, anayasal gü­vence taşıyan —düzenli olarak yapılan özgür seçimler gibi— bir yol kendilerine açık olmalıdır.
Popper'in «demokrasi»yle söylemek istediği, böyle bir toplum­dur; ama her konuda olduğu gibi, burada da, sözcüğe herhangi özel bir önem yakıştırmamaktadır. Vurgulanması gereken nokta, Pop­per'in demokrasiyi —Amerikan soğuk savaş propagandasının bu te­rimi saygın olmaktan çıkarmasından önce, özgür kurumlar deni­len— belirli bir türden kuramların, özellikle, yönetilenlerin etkin bir biçimde eleştirmelerini ve kan dökmeden değiştirmelerini ola­naklı kılan kuramların korunması terimleriyle gördüğüdür. Popper demokrasiden, yalnızca hükümetlerin hükmedilenlerin çoğunluğu tarafından seçilmelerini anlamamaktadır; çünkü bu görüş, onun «demokrasi paradoksu» dediği şeye yol açar. Çoğunluk özgür ku­ramlara inanmayan ve işbaşına gelince hemen hemen her zaman onları yıkan Faşist ya da Komünist Partisi gibi bir partiye oy verir­se ne olacaktır? Kendisini çoğunluk oyuyla hükümet seçeneğine bağlamış bir kimse, böyle bir durumda çözümsüz bir çıkmaza dü­şer: Faşist ya da Komünist partisinin başa geçmesini engellemek, ilkelerine aykırı hareket etmek demektir; ama onlar iş başına ge­çerlerse de, demokrasiye son vereceklerdir. Üstelik, (Almanya’da neredeyse olduğu gibi) çoğunluk oyunu toplamışsa, diyelim bir Na­zi rejimine karşı etkin bir direniş göstermesi için de ahlaki bir da­yanağı yoktur. Popper'in yaklaşımıysa, bu paradokstan bağışıktır, özgür kurumlan korama yanlışı olan bir kimse, onları kendi ken­disiyle çelişkiye düşmeksizin, ister azınlıklardan ister çoğunluklar­dan, hangi yönden gelirse gelsin, her türlü saldırıya karşı koruya­bilir. Özgür kuramları silahlı şiddet eylemiyle yıkma yolunda bir kalkışma olursa, böyle biri, çelişkiye düşmeden onları silahlı şid­det eylemiyle savunabilir; çünkü hükümeti zora başvurulmaksızın değiştirilen bir toplumda, bir grup amacına başka türlü ulaşama­dığı için yine de zora başvurursa, o zaman düşünce ya da niyeti ne olursa olsun, ancak şiddet yoluyla ortadan kaldırılabilecek bir hü­kümeti —yani bir tiranlığı— şiddet yoluyla kuruyor demektir. Ger­çekten, eğer amaç özgür kuramlar meydana getirmekse —ki bunu başarmak, pekâlâ olanaklıdır—zora başvurmak kendisini zorba­lıkla sürdüren mevcut bir rejime karşı ahlakça haklı olabilir; çün­kü o zaman amaç, şiddet yönetiminin yerine, akla ve hoşgörüye da­yanan bir yönetim getirmektir.
Popper, kendi yaklaşımının kaçındığı öteki paradokslara da işaret eder. Bunlardan, daha önce değinilen biri, hoşgörü paradok­sudur: bir toplum sınırsız hoşgörülü olursa, yıkılması, onunla bir­likte hoşgörünün de ortadan kalkması olasıdır, öyleyse, hoşgörülü bir toplum kimi koşullar altında, hoşgörünün düşmanlarını bastır­maya hazır olmalıdır. Elbette ki, bunlar gerçek bir tehlike oluştur­madıkça böyle bir şey yapılmamalıdır — başka her şey bir yana, böylesi bir tutum cadı avcılığına varır. Bu gibi insanlara, önce us­sal tartışma düzeyinde karşı çıkmak için elden gelen her şey yapıl­malıdır. Fakat onlar «her türlü kanıtı yadsıyarak işe başlayabilir­ler; izleyicilerine, ussal kanıtlara kulak vermeyi aldatıcıdır diye ya­saklayabilir ve kanıta yumruklarını ya da tabancalarını kullanarak karşılık vermeyi öğretebilirler;» hoşgörülü bir toplum, ancak, son çözümlemede bu gibi kimseleri zora başvurarak engellemeyi göze alırsa ayakta kalabilir. «Hoşgörüsüzlüğe ve baskıya kışkırtmayı da, tıpkı adam-öldürmeye ya da insan-kaçırmaya yahut köle ticaretini diriltmeye kışkırtmayı suç saydığımız gibi, suç saymalıyız» (The Open Society and Its Enemies, cilt I, s. 265.).
Bize daha bildik gelen, dolaylı olarak ilkin Platonun formülleştirdiği bir başka paradoks da, özgürlük paradoksudur. Koşulsuz özgür, koşulsuz hoşgörü gibi, yalnızca kendi kendini yıkıcı olmak­la kalmaz, karşıtını üretmeye de yazgılıdır — çünkü bütün sınırla­malar kaldırılmış olursa, güçlüleri, zayıfları (ya da âcizleri) kendi­lerine köle etmekten alıkoyacak hiçbir şey kalmaz. Böylelikle, tam özgürlük özgürlüğün sonunu getirir; bunun içindir ki, tam özgür­lükten yana olanlar, niyetleri her ne olursa olsun, gerçekte özgürlü­ğün düşmanlarıdır. Popper daha da özellikle, ekonomik özgürlük paradoksuna işaret etmektedir: tam ekonomik özgürlük, yoksulla­rın varlıklılarca sınırsız sömürülmesini olanaklı kılmakta ve yok­sulların hemen hemen tümüyle ekonomik özgürlükten yoksun kal­ması sonucunu vermektedir. Yine burada da, «maddi şiddete karşı karşı kullandığımız çare türünden, siyasal bir çare olmalıdır. Ekono­mik açıdan zayıf durumda olanları ekonomik açıdan güçlü durumda olanlara karşı korumak için, devlet erkine dayanan toplumsal ku­rumlar oluşturmalıyız. ...Bu elbette, karışmazlık ilkesinden ve engel­lenmemiş bir ekonomik dizge düşüncesinden vazgeçilmesi gerektiği anlamına gelmektedir; özgürlüğün güvenli tutulmasını istiyorsak, sı­nırsız ekonomik özgürlük politikasının yerine, devletin ekonomiye planlı bir biçimde karışmasının benimsenmesi isteminde bulunma­lıyız. Engellenmemiş kapitalizmin bir ekonomik karışmacılığa yerini bırakmasını istemeliyiz» (lbid., cilt II, s. 125.). Popper sözüne devamla, devlet karışmacılığına karşı çıkanların çelişkiye düşmekle suçlu olduklarını belirtir:
«Devlet hangi özgürlüğü korumalı?
İşgücü piyasasının öz­gürlüğü mü, yoksa yoksulların birleşme özgürlüğü mü?
Hangi ka­rar alınırsa alınsın, bu devlet karışmacılığına ekonomi alanında sendikalar gibi devletin de örgütlenmiş siyasal erkinin kullanılma­sına yol açar. Her türlü koşullar altında, devletin ekonomik sorum­luluğunun genişlemesine varır, —bu sorumluluk ister bilinçli ola­rak kabul edilsin, ister edilmesin—» (lbid., cilt II, s. 179.)
ve daha genel olarak:
«Dev­let karışmazsa, o zaman tekeller, tröstler, sendikalar vb. gibi yan -siyasal örgütler işe karışabilir ve piyasanın özgürlüğünü bir yapın­tıya indirgeyebilirler, öte yandan, dikkatle korunmuş özgür bir pi­yasa olmadan da, tüm ekonomik dizgenin tek ussal ereğine, yani tüketicinin istemlerini karşılama ereğine, hizmet etmekten çıkması­nın kaçınılmaz olduğunu bilmek, son derece önemlidir... Bu anlam­da ekonomik özgürlüğü amaçlayarak plan yapmayan bir ekonomik "‘planlama’, totaliterliğe tehlikeli bir biçimde yaklaşacaktır» (lbid., cilt II, s. 348.).
Bütün bu durumlarda, olanaklı en çok hoşgörü ya da özgürlük, mutlak değil, optimum bir değerdir; çünkü varolması isteniyorsa, sınırlanması gerekmektedir. Varlığının tek güvencesi olan hükümet karışması ise, tehlikeli bir silahtır; hükümet karışması hiç olmazsa ya da çok az olursa, özgürlük ölür; çok fazla olursa, yine ölür. Bu bizi, demokrasinin onsuz olunmaz koşulu olarak yönetilenlerin yö­netenleri denetlemesinin kaçınılmazlığı konusuna geri getiriyor -demokrasi etkili olacaksa, hükümettekilerin işbaşından uzaklaştırılabilmesi olanağı bulunmalıdır. Buysa, gerekli olmakla birlikte, yeterli değildir, özgürlüğün korunmasını güvenceleyemez, çünkü bunu güvenceleyebilecek hiçbir şey yoktur: özgürlüğün bedeli, her zaman uyanık olmaktır. Popper'in dediği gibi, kurumlar etkili olmaları için doğru dürüst kurulmaları gerekmekle birlikte, yalnızca böyle yapılırsa işleyememeleri bakımından kalelere benzerler: in­sanlarla da doğru dürüst donatılmaları gerekir.
Siyaset felsefecileri, genellikle, en önemli sorunun «kim yönet­meli?» sorusu olduğunu düşünmüşler ve buna verdikleri çeşitli kar­şılıkları haklı göstermeye çalışmışlardır: tek bir kişi, soylular, zen­ginler, bilgeler, güçlüler, iyilik, çoğunluk, proletarya vb. Fakat, sorunun kendisi türlü nedenlerle yanlıştır. Bir kere, bu doğrudan doğ­ruya Popper'in bir başka paradoksuna yol açar: «egemenlik para­doksu» dediği paradoksa. Erk, diyelim, en bilge kişiye verilmiş olursa, bu kişi, bilgeliğinin derinliğinden, «ben değil, ahlakça iyi olanlar yönetmeli» diyebilir. Erk bu kez ahlakça iyilerin olursa, on­lar da ermişliklerinden «bizim kendi istemimizi başkalarına zorla­mamız yanlıştır; biz değil, çoğunluk yönetmeli» diyebilirler. Erki eline alan çoğunluk da «bize düzen getirecek ve ne yapmamız gerek­tiğini söyleyecek güçlü birini istiyoruz» diyebilir. İkinci bir itiraz, «egemenlik kimde olmalı?» sorusunun, sonul erkin ille de binle­rinde olması gerektiği dayanmaktadır ki, bu yanlıştır. Çoğu top- lumlarda çeşitli, hatta —bir ölçüde değin— çatışan erk merkezleri vardır: bunların hiçbiri her şeyi dileğince yapamaz. Kimi toplumlarda erk adamakıllı dağılıp yayılmıştır. «Evet, ama sonul olarak kimdedir?» sorusu, yönetenlerin denetlenmesi olanağını, daha or­taya konmadan, bir yana atmaktadır; oysa, gerçekleştirilmesi gere­ken en önemli nokta budur. Can alıcı soru, «kim yönetmeli?» soru­su, değil, «kötü yönetimi nasıl en aza indirebiliriz?» sorusudur: «ge­rek ortaya çıkma olasılığını, gerek böyle bir şey olunca da, sonuç­larının sakıncalarını.»
Bu noktaya kadar söylediklerimizden şu sonuçlar çıkmaktadır: Gerek uygulama gerekse ahlaki görüş açısından erişebileceğimiz en iyi toplum, üyelerine olabilecek en çok özgürlüğü tanıyan toplum­dur; ama en çok özgürlük, koşullu olarak sağlanabilir; ancak bu amaç için düzenlenen ve devlet gücüne dayanan kuramlarla opti­mum düzeyde yaratılabilir ve sürdürülebilir; buysa, siyasal, ekono­mik ve toplumsal yaşama geniş çaplı karışması olmasını gerektirir; karışmanın çok az ya da çok fazla olması, özgürlüğün gereksiz yere çiğnenmesine yol açar; her iki yöndeki tehlikeleri de en aza indir­menin en iyi yolu, yönetilenlerin devlet erkini elinde tutanları de­ğiştirmeleri ve yerlerine farklı politikaları olan başka kişileri getirmelerini olanaklı kılan anayasal düzenlemeleri en önemli kuram­lar olarak korumaktır; bu gibi kurumları etkisiz kılmaya yönelen her girişim, otoriter bir yönetim getirme yolunda bir girişimdir ve gerekirse, zor kullanarak önlenmelidir; tiranlığa karşı zor kullanıl­ması, tiranlık çoğunluk desteğini sağlamışsa bile haklı olabilir; fa­kat zor kullanmanın tiranca olmayan tek amacı, varoldukları yerlerde özgür kurumlan savunmak, varolmadıkları yerlerdeyse bun­ların kurulmasını sağlamak olabilir.
Bunun bir sosyal demokrasi felsefesi olduğu, bana her zaman besbelli görünmüştür — bu felsefe, bir yandan tutuculuğa karşıttır, bir yandan da totaliterliğe (o nedenle de, komünistliğe) karşıttır. Çünkü, başka her şeyden çok, şeyleri değiştirmenin ve bu işi, şid­detli bir devrimin tersine, ussal ve insancıl bir biçimde yapmanın felsefesidir. Şimdi gösterdiğime inandığım üzere, bu felsefe, Popper’in bilim felsefesinin içine ek izi bırakmayacak gibi örülmüştür. Fakat, Açık Toplum'u yazan adamın arkasında, Avusturya Sosyal Demokrat Partisinde 20 yıllık etkin bir üyelik deneyimi olduğunu da anımsamalıyız. Bir Sosyal Demokrat olarak, partisinin platfor­munun temellerini oluşturan, üretim, bölüşüm ve değişim araçları­nın ulusallaştırılmasının, kendiliğinden, çözmeyi amaçladığı sorun­ları çözemeyeceğine, hatta partisinin en çok önem verdiği değerleri de yıkabileceğine zamanla inanır hale gelmişti. Dostlarının dışında herhangi bir siyasal etkisi olmadığı için, Sosyal, Demokratların top­lumsal değişim üstüne Marxist çözümlemeyi yadsıdıklarını ve bu­nun yerine, kendisinin savunduğu fikirleri benimsediklerini görmek istiyor, ama bunun gerçekleştiğini görebileceğini hiç sanmıyordu. Sonunda, partsinden hayal kırıklığına uğradı; bu hayal kırıklığının asıl nedeni, Avusturya Sosyal Demokratlarının düşünsel açıdan karışık-kafalılıkları değildi, herhangi bir direnme programları olma­dan, işçileri şiddet yoluyla saldırılara açık tutmalarıydı; önderleri­nin sorumluluktan korkmalarıydı ve en önemlisi de, Nazilerin erki ele geçirmelerine karşı kesin bir direniş göstermemekte Komünistler­le işbirliği yapmalarıydı—bu konuda Komünistler gibi Machiavellici güdülerle hareket etmemişler, yalnızca her zamanki gevşekliklerin­den ötürü böyle davranmışlardı. Popper o zamandan beri Sosyal Demokrat partilere güvensizlik beslemiştir. Çok sıkıştırılırsa, ken­disini sözcüğün eski anlamında bir liberal diye tanımlar, herhalde.
Burada kişisel bir ilgimi açıklamak istiyorum. Ben bir demok­ratik sosyalistim; ve genç Popper’in, hiç kimsenin yapmadığı bir bi­çimde, demokratik sosyalizmin felsefi temellerinin neler olması ge­rektiğini ortaya koyduğuna inanıyorum. Onun gibi ben de, demok­ratik solun siyasal kuramı diye geçinen, Marxizmle liberal eğilimli fırsatçılığın yazboz tahtasına çevrilmiş karmasının yerini, bu fikir­lerin aldığını görmek isterim: 1962’de The New Radicalism adlı bir kitap yayımlayarak, bunu İngiliz işçi Partisi bağlamında savundum. Kısacası, Popper'in artık sosyalist olmadığını açıkça belirtmekle birlikte, onun fikirlerinin demokratik sosyalizm adına benimsenme­sini istiyorum; bu fikirleri üretmeye başladığı zaman, Popper de­mokratik sosyalizmle içtenlikle bağlıydı ve bu fikirleri demokratik sosyalizm akımının gereksinimlerini karşılamak için ortaya koy­muştu. Popper'in siyasal görüşlerinin gerçek anlamının ve gelecek gelişimlerinin bundan ileri geldiğini sanıyorum. Benim yaşlı Popper'le öteden beri dürdürdüğüm tartışma, fikirlerinin siyaset uygu­lamasında yol açacağı köktenci sonuçları kabul etmeye yanaşmadı­ğını iddia edişim üstünde düğümleniyor. (Yanılıyorsam, böyle bir durumun en azından bir tane ünlü önceli vardır: Marx da yaşlı ça­ğında, kendisinin Marxist olmadığını ileri sürmüştür).
Açık Toplumda, kamu politikası için savunulan genel kılavuz ilke, «Kaçımlabilecek acıları en aza indirin»dir. Tipik bir biçimde, bu ilke dikkati hemen sorunlara çekmektedir. Diyelim, bir Eğitim Yetkesi, yönetimi altındaki çocuklar için en çok fırsat sağlama ama­cını benimserse, anlaşılır bir biçimde, bunu nasıl gerçekleştirebile­ceğinden emin olmayabilir; ya da parasını örnek okullar kurmaya harcamayı düşünmeye başlayabilir. Ama, böyle yapmaktansa, geriliği en aza indirmeyi amaçlarsa, bu, dikkatini hemen en geri durumdaki okullara —öğretmen sorunu en kötü, en kalabalık sınıflı, binaları en derme çatma, eğitim malzemeleri en az ya da en kötü olan okullara— yöneltir ve onlar için bir şeyler yapmayı ilk öncelik sırasına getirir. Popperci yaklaşım, baştan sona, şu gerekli sonucu çıkartmayı içinde taşımaktadır: kişiyi, Ütopya kurmayı düş­lemeye itecek yerde, kötülükleri aramaya ve onları yok etmeye yö­neltir. O bakımdan, bu, her şeyin üstünde uygulamaya yönelik bir yaklaşımdır, ama yine de koşulları değerlendirmeye kendisini bağ­lamıştır. İnsanlarla ilgilenmekten yola çıkar ve kurumlan yeniden kalıplamak için sürekli ve etkin bir isteği içinde taşır.
«Mutsuzluğu en aza indirin,» Faydacılığın «Mutluluğu en çoğa çıkarın» ilkesinin olumsuz terimlerle yinelenişinden ibaret değildir. Burada mantıkça bir bakışıksızlık vardır: insanları nasıl mutlu ede­ceğimizi bilmeyiz, ama onların mutsuzluklarını azaltmanın yollarını bilebiliriz. Okuyucular bununla, bilimsel önermelerin doğrulanabilirliği ya da yanlışlanabilirliği arasındaki benzeşmeyi hemen farkedeceklerdir. «Ahlak açısından, acı çekmeyle mutlu olma ya da elemle haz arasında bir bakışıklık bulunmadığına inanıyorum. ... insanın acı çekmesi doğrudan bir ahlak çağrısına, yani yardıma çağrıya kaynak olmaktadır; oysa zaten iyi durumda olan bir insa­nın mutluluğunu arttırmanın buna benzer bir çağrısı yoktur. (Fay­dacılığın ‘Hazzı en çoğaltın' formülüne karşı bir başka eleştiri de, bu gorüşün ilkede, elem derecelerini olumsuz haz dereceleri gibi ele almamızı olanaklı kılacak sürekli bir haz-elem dizilişini varsaymasıdır. Fakat ahlak açısından elem tartılamaz ve hele birinin elemi bir başkasının hazzıyle ödenemez. En büyük sayıya en büyük mut­luluk yerine, daha alçakgönüllü davranıp, herkes için kurtulunabilecek acı çekmenin en azaltılması istenmelidir; dahası — önleneme­yecek bir yiyecek kıtlığı zamanındaki açlık gibi— kurtulunamayacak acı çekmeler de, olabildiğince eşit dağıtılmalıdır)» (İbid., cilt I, s. 284-85.).
Popper böyle bir yaklaşımın, tanınabilir haksızlıkları yok et­mek üzere hemen harekete geçilmesi için sürekli bir istemler akı­şına yol açacağını, haklı olarak, iddia etmektedir. Bu gibi hareket­lerse, üzerlerinde yaygın bir anlaşmaya varılmasına en elverişli tür­den olup gözle görünür düzeltimlere ulaşacaktır. Popper ayrıca —ve yine haklı olarak— uygulamada hoşgörüsüz ve otoriter olan Utopyacılıktan kaçınmaya da özen göstermektedir  Bütün bunlarla birlikte, yar­dımcı olmak bakımından büyük bir değer taşımasına karşın, «Mutsuzluğu en aza indirme»nin baş siyasal ilkemiz diye benimsenmeye yetecek ölçüde ileri gidip gitmediğinden kuşkulanılabilir. Bu ilke, şu sıra varolan bir erk, mülkiyet ve fırsat kalıbı içindeki yolsuzluk ve bozuklukların düzeltilmesiyle yetinilmesini gerektirmektedir. Sözcük anlamıyla alınırsa, güzel sanatların devletçe desteklenmesi, spor alanları ve yüzme havuzları gibi şeylerin belediyelerce yapıl­ması türünden ılımlı liberal önlemlere bile izin vermez gibi görün­mektedir. Böylesine aşırı tutucu bir konum, en azından bir bolluk toplumunda Popper'in köktenci felsefesinin hiç de doğal olmayan bir sonucu olurdu — nitekim, Muhafazakâr Partiden profesyonel bir politikacıya bile fazla tutucu gelmiştir (Sir Edward Böyle: New Society, 12,9.1963.) — Popper’in kendisi de burada durmak istemezdi. Öyleyse, metodolojik bir kural ola­rak, her zaman, önce birinci ilkeyi uygulamalı ve onun sonuçlarına göre hareket etmeliyiz, ama ne zaman bütün duruma yeni baştan bakma olanağı doğarsa, o zaman ilkini içinde taşıyan ikinci ve da­ha zengin bir formüle başvurmalıyız: «Bireylerin diledikleri gibi ya­şama özgürlüğünü en çoğa çıkartın.» Bu ilke eğitime, güzel sanatla­ra, konut yapımına, sağlık hizmetlerine ve toplumsal yaşamın bütün öteki alanlarına büyük kamusal yardımlar yapılmasını gerektirir
  fakat etkisi, her zaman, bireylere açık olan seçme ve dolayısıyla özgürlük olanaklarını genişletme yönünde olur.
Sh:67-77
Benim görüşümce, Açık Toplum ve Düşmanlarının bugüne iliş­kin en önemli yanının sosyal demokratik felsefesi olmasına karşın, (kitabı yazarken de bu felsefe Popper'in yüreğine pek yakın olmak­la birlikte,) onu yazmasının baş nedeni bu değildir. Popper bu ki­tap üstünde çalışırken, Hitler'in başarıdan başarıya koştuğu, ülke ülke Avrupa’nın hemen tümünü fethettiği ve Rusya'nın içlerine ka­dar girdiği anımsanmalıdır. Batı uygarlığı yeni bir Karanlık Çağın âcil tehdidiyle yüz yüze gelmişti. Bu koşullar altında, Popper'i en çok ilgilendiren, totaliter fikirlerin çekiciliğini anlamak ve açıklamak ve onları çürütmek için elinden gelen her şeyi yapmak, aynı zamanda da en geniş anlamıyla özgürlüğün değer ve önemini yay­maktı. Bu geniş program, sosyal demokrasi felsefesini —zamanca da mekânca da— en evrensel bir bağlama oturtmaktadır.
«Popper’in totaliterliğin çekiciliğini açıklayışının orta noktası­na yakın bir yerinde, «uygarlığın gerginliği» dediği bir sosyo-psikolojik kavram yer almaktadır — bu, kendisinin de belirttiği üzere, Freud'un «Uygarlık ve Huzursuzlukları» adlı yapıtında kullandığı kavramla ilişkilidir. Çoğu insanların gerçekten özgür olmayı iste­mediklerinin, çünkü özgürlüğün sorumluluğu gerektirdiğinin, çoğu insanlarınsa sorumluluktan korktuklarının ileri sürüldüğünü sık sık işitiriz. Bunun «çoğu insanlar» hakkında doğru olup olmadığını bil­mem, ama içinde önemli bir gerçek öğesi olduğuna eminim. Yaşa­mımızın sorumluluğunu üstlenmemiz, hiç durmadan, güç seçim ve kararlarla yüz yüze gelmek ve bunlarda yanlış yapınca da, sonuç­larına katlanmak demektir; buysa, korkutucu olmasa bile, belalı bir yüktür. Hepimizde, yükü omuzlarımızdan atarak bundan kaç­mayı isteyen bir yan, belki çocukça bir yan vardır. Bununla birlikte, en güçlü güdümüz sağ kalma güdüsü olduğu için, en güçlü gereksinmemiz de herhalde güvenlik gereksinmesidir; dolayısıyla, kendimizden daha çok güvendiğimiz bir kimseye ya da bir şeye so­rumluluğu aktarmaya hazırızdır. (İnsanlar, işte bu nedenle, yöne­ticilerinin kendilerinden «daha iyi» olmalarını isterler ve onların öyle olduklarına güvenlerini pekiştirmek için olmayacak bir sürü şeye inanırlar, öyle olmadıkları ortaya çıkınca da derinliğine sarsı­lırlar.) Yaşamlarımızı yöneten kaçınılmaz ve zor kararların —sert, fakat iyicil bir baba gibi— kendimizden daha güçlü, ama yine de, bizim çıkarımızı özenle kollayan biri tarafından alınmasını ya da hiç hata yapmayan kılgıl (pratik) bir düşün dizgesince bize verilmesini iste­riz. Önünde sonunda, çoğu korkular —karanlıktan korkma, yaban­cılardan korkma, ölümden korkma, eylemlerimizin sonuçlarından korkma, gelecekten korkma gibi en temel korkular da içinde olmak üzere— bilinmeyenden korkmanın türlü biçimleridir. Demek ki, her zaman, bilinmeyenin gerçekte bilindiği ve bizim zaten isteyeceğimiz bir şeyleri içinde taşıdığı yolunda güvenceler edinmeye çırpınıp du­ruyoruz. Bize ölmeyeceğimizi güvenceleyen dinlere ve toplumun ge­lecekte, belki de pek yakında yetkin olacağını güvenceleyen siyasal felsefelere sarılıyoruz.
Bu gereksinimler, eleştiri-öncesi toplumlarda, yetkeleri, aşama sıraları (hiyerarşileri), ayin törenleri, tabular vb. gibi değişmeyen kesinliklerle karşılanıyordu. Fakat insanın kabilecilikten çıkışı ve eleştirel geleneğin başlamasıyla birlikte, yeni ve korkutucu istemler de ileri sürülmeye başlamıştır: bireyin yetkeyi ve öteden beri doğru diye bellediklerini sorgulaması, gerek kendisi gerekse başkaları için sorumluluk alması yolunda istemler. Eski kesinliklere tam karşıt­lıkla, bu durum toplumu çökmek, bireyi de yönünü yitirmek tehlikesiyle yüzyüze getirmiştir. Sonuç olarak, başından beri, buna kar­şı hem toplumda hem de (Freud'un söylediği, bir ölçüde buydu) her bireyin içinde bir tepki oluşmuştur. Özgürlüğü güvenlik pahasına, eşitliği öz-saygısı pahasına, eleştiren benlik-bilincini de zihin huzu­ru pahasına satın alırız. Bunlar yüksek fiyatlardır: hiçbirimiz bun­ları seve seve ödemeyiz, birçoklarıysa hiç ödemek istemezler. Eski Yunanlıların en iyileri bu alışverişin yararlı olduğundan kuşkulanmamışlardı: doyuma ulaşmış bir domuz olmaktansa, doyumsuz bir Sokrates olmayı yeğlemişlerdir — onlardan beri, toplum eleştirici ve sorgulayıcılarının en büyükleri için bu söz söylenegelmiştir. Ama, sorgulayışları yüzünden Sokrates'in ölüme mahkûm edildiği bir tep­ki de yaşanmıştır. Ve öğrencisi Platon'dan başlayarak, toplumun gitgide daha «açık» kılınmasına karşı çıkan olağanüstü yetenekli kişiler hep olmuştur. Bu kişiler toplumu geriye ya da ileriye, daha «kapalı» olacağı bir duruma götürmek istemişlerdir.
Böylelikle, eleştirel düşünüşün Sokrates-öncesi felsefecilerle başlayışından bu yana, uygarlığın gelişen geleneğine koşut olarak (hatta belki, o geleneğin içinde demek daha doğru olur) uygarlığın gerginliğine karşı bir tepki geleneği de gelişmiştir — bu tepki, kendisinin yanısıra, eleştiri-öncesi ya da kabileci bir toplumun yahut bir Ütopyaya ilerleyişin ana rahminin güvenliğine dönüş duygusu­nu veren birtakım felsefeler yaratmıştır. Bu gibi gerici ve Utopyacı ülküler, benzer gereksinimleri karşıladıkları için, aralarında derin ve öze ilişkin yakınlıklar vardır. Her ikisi de varolan toplumu yad­sımakta ve zaman içindeki bir başka noktada daha yetkin bir top­lum bulunacağını ileri sürmektedir. Dolayısıyla, her ikisi de hem şiddete hem de romantikliğe eğilimlidir. Toplumun gitgide daha kö­tüye gittiğini düşünüyorsanız, değişim süreçlerini durdurmak ister­siniz; yok, eğer geleceğin yetkin toplumunu kurmakta olduğunuza inanıyorsanız, ona erişince bu toplumu sürekli kılmak isteyeceksi­niz demektir; buysa, yine aynı şekilde, değişim süreçlerini durdur­mak anlamına gelecektir; böylelikle, gericiler de Utopyacılar da, durdurulmuş bir toplumu amaçlamaktadırlar. Değişiminse ancak en sıkı bir toplumsal denetimle —ciddi toplumsal sonuçların doğ­ması pahasına, insanları kendi girişkenlikleriyle herhangi bir şey yapmaktan alakoyarak— engellenmesi düşünülebileceğinden, bun­ların her ikisi de totaliterliğe götürürler. Her ne kadar böyle bir şey olunca, insanlar kuramın saptırıldığını söylerse de, bu gelişim daha başından beri, söz konusu kuramların içinde saklıdır. Şu ya da bu gerici kuramın (örneğin, en etkin hükümet biçiminin bir dik­tatörlük olacağı görüşünün) ya da yetkin bir gelecek kuramının (ör­neğin, Komünizmin) kuram olarak gayet iyi olduğu, ama ne yazık ki uygulamada işlemediğinin söylenmesi, beylikleşmiştir bile. Ama bu, tümüyle yanlıştır. Bir kuram uygulamada işlemezse, bu yalnız­ca kuramda bir bozukluk olduğunu gösterir. (Başka her şey bir ya­na, bilimsel deneyimin özü budur).
Gerici ve Utopyacı kuramların kılgıl sonuçları Hitler'in ve Stalin'inkiler gibi toplumlar olmakla birlikte, yetkin bir toplum isteği, besbelli ki, insanın kötülüğünden değil, tam tersinden kaynaklan­maktadır. En dehşetli aşırılıklar, (İspanyol Engizisyonu gibi) ni­yetleri tümüyle iyi olan ülkücülerin içtenlikli ahlak kanılarına da­yanılarak işlenmiştir. Batı tarihinin onca büyük bölümünü oluştu­ran ideolojik ve dinsel otokratik yönetimler ve savaşlar, «Cehen­neme giden yol iyi niyet taşlarıyla döşelidir» diyen atasözünün en belirgin örnekleridir. Bu çizgi boyunca sürüklenenler yalnızca bu­dalalar değildir; gerçekten, insanları harekete getiren, varolan top­lumdan hoşnutsuzluk duyulması, zekâ ve hayal gücünün yoksun­luğundan çok, bunların varlığıyla koşutluk göstermek eğiliminde­dir — zekâ ve hayal gücünden yoksun kimselerin, her şeyi olduğu gibi kabul etmeleri ve tutuculuğa bağlanmaları daha olasıdır. Bun­dan ötürü, uygarlığa karşı başkaldırıya —yani özgürlük ve hoşgörü gerçeklerine ve bunların çeşitlilik, çatışma, önceden kestirilmeyecek ve denetlenemeyecek değişim ve çokyönlü güvensizlik gibi sonuçla­rına karşı çıkmaya— daha önce değindiğim üzere, insanlığın düşün­sel önderlerinin en büyüklerinden kimileri elebaşılık etmişlerdir. Onların dehaları, seçkinciliklerini —sıradan insanların durgun tutu­culuklarını aşağılayan, dolayısıyla da, eşitlik ve demokrasiden kılgıl bir biçimde yan çizen bir tutumu— kendileri bakımından daha da «doğal» hale getirmiştir; bu tutumun içinde, kendilerini daha da rahat hissetmelerini sağlamıştır, Popper açık toplumun düşmanla­rına saldırırken, aynı zamanda, onların çoğunun en yüksek itkilerle yola çıktıklarını teslim etmekte, bazılarına en yüksek bir zekâyı yakıştırmakta ve en soylu güdülerimizden kimilerine, ta içimizde saklı güvensizliklere çağrıda bulunduklarını kabullenmektedir.
Popper Platonu, siyaset felsefesi, geçmişe dönme isteğini dile, getiren dâhi filozoflar türünün en üstün örneği olarak ele almakta ve Açık Toplum ve Düşmanlarının ilk cildinde, bu felsefenin geniş ve ayrıntılı bir eleştirisini yapmaktadır. İkinci ciltte ise, kuramı yet­kin bir geleceği yansıtan en üstün filozof olarak Marx hakkında, bu­na koşut bir eleştiri sunulmaktadır. (Popper, ileride açıklanacak ne­denlerden ötürü, Marxizmi Utopyacı kuramlardan ayrımlamakta, ama her ikisine de karşı kanıtlar ileri sürmektedir.) Bu ağır siklet hasımları, özellikle Marx’ı ele alış biçimi, kendi içinde, Popper’in yazılarından öğrenilecek en önemli yöntem derslerinden birini oluş­turur. Tartışma ve çatışmalar tarihi boyunca, Voltaire gibi dâhi polemikçilerin bile yaklaşımı, her zaman hasmın zayıf noktalarını aramak ve onlara saldırmak olmuştur. Fakat bunun önemli bir sa­kıncası vardır. Her görüşün güçlü yanları gibi zayıf yanları da bu­lunur; o görüşün çekiciliğiyse, besbelli, bu güçlü yanlara dayan­maktadır; dolayısıyla, bir görüşün zayıf yanlarına saldırmak, o gö­rüşün izleyicilerini rahatsız edebilir, ama buna bağlanmalarının ge­niş ölçüde dayandığı düşünceleri çökertmez. İnsanların bir tartış­madan yenik çıkınca, görüşlerini pek ender olarak değiştirmeleri­nin nedenlerinden biri budur. Daha çoğucası, böyle bir yenilgi, gi­derek görüşlerinin en zayıf yanlarım bir yana bırakmaları ya da düzeltmeleri sonucu, konumlarını pekiştirmelerine yol açmaktadır, îki zeki insan tartışmalarını sürdürürken, herbirinin görüşünün git­tikçe daha iyileştiği sık sık rastlanan bir durumdur; çünkü bu sü­re boyunca, durmadan, karşısındakinin eleştirileriyle düzeltilmek­tedir. Bunun Popperci açıdan çözümlenişi apaçıktır. Popper’in yap­mayı amaçladığı ve en iyi yazdığı zamanlarda da yaptığı, hasmının görüşlerinin en güçlü yanlarım arayıp onlara saldırmaktır. Hatta, saldırıya geçmeden önce, karşısındaki görüşü daha da güçlendir­meye çalışmaktadır. Bu görüşün zayıflıklarından kaldırılabilecek, formülleştirmelerinde düzeltilebilecek olanları varsa, bunları yap­maktadır; iyi dile getirilmemiş, ama doğru olabilecek her yanını anlayışla karşılamakta, besbelli açıklarıysa atlamaktadır; ona elin­den gelen en sağlam anlatımı kazandırdıktan sonra, en güçlü ve çe­kici yanma saldırmaktadır. Düşünsel açıdan varolabilecek bu en ciddi yöntem, heyecan vericidir; sonuçları da, başarıya eriştiği za­man, tamamıyla yıkıcı olmaktadır. Çünkü yenik düşen görüşün, ar­tık, eleştiri ışığında yeniden kurulabilecek herhangi bir çeşitlemesi­ne olanak kalmamaktadır; yıkıldığı halinde, yararlanılabilecek her destek ve kaynak zaten kullanılmıştır. Popper'in Marxizme işte tam böyle yaptığı düşünülmektedir — Isaiah Berlin'in bu kitabın ikinci cümlesinde aktarılan yargısı, bu kanıyı dile getiriyor. Doğrusu, ben de aklı başında bir adamın Popper'in Marx eleştirisini okuyup da nasıl Marxist kalabileceğini düşünemiyorum. Fakat, bu biraz sonra geleceğimiz bir noktadır.
Akademik dünyada Açık Toplum ve Düşmanları nın en çok tar­tışılan yanı, hep, Platon'a saldırısı olmuştur. Fakat, bu konuda ileri sürülen görüşlerin pekçoğu bilinsizcedir. Açık Toplumun ilk cildinin baş-amacının Platon'u eleştirmek olduğunu, Popper'in Platonu filo­zof olarak küçümsediğini, ama Ronald B. Levinson'un yetkin, kap- kalm ve bilgince yapıtı In Def ense of Plato (Platonu Savunma Yo­lunda)'nun Popper’i «tümüyle çürüttüğü »nü ya da ona ağzının pa­yını verdiğini varsayan birçoklarının konuşmalarını işittim (Pop­per, Açık Toplum’unun 1961'de yapılan 4. basımındaki bir Ek'le Levinson'u yanıtlamıştır.) Bunların hiçbiri doğru değildir. Popper, Platon için açıkça «bütün zamanların en büyük filozofu» demekte­dir (s. 98) ve onun hakkında, «eşsiz zekâsının olanca kudretiyle» (s. 109) gibi sözleri, hiç de alay etmeden, doğal olarak kullanmaktadır.
Hatta, Whitehead'in Batı felsefesinin tümü, Platon’a düşülmüş dip­notlarından ibarettir, yargısını onaylamaktadır. Platonu eleştirmek, baş-amacı da değildir; Levinson'un In Def ense of Plato’ sunun s. 17' sindeki şu sözleri, Popper'in konumunu doğru olarak anlatıyor: «Popper'in Platon'a saldırısı, bütün kitabını güdüleyen, devrimlerin en büyüğünün ‘kapalı toplum’dan 'açık topluma —yani, devletçe sağlanan karşılıklı koruma çerçevesi içinde, birbirlerinin haklarına saygı gösteren ve sorumlu, ussal kararlar alarak gitgide özgür bireylerin bir birliğine— geçiş olduğu yolundaki olumlu kanısının, yalnızca olumsuz boyutudur.» Levinson, Popper’in Platon üstüne yargısını tümüyle çürütmek şöyle dursun, kitabını sonuçlandırır­ken, o yargının en önemli bölümünün haklılığını teslim etmektedir: «İlk ve en önemli olarak, Platon’un —sıradan yurttaşların zorla dü­zene sokulması anlamına— Popper’in deyişiyle, toplumunu ‘kapalı' hale getirmeyi önerdiğini kabul ettik (s. 571)... Platonun siyasal ülküsü, herhangi bir saptırmaya uğratılmadan, pek çok otoriter hükümet çeşidi arasında, Webster sözlüğündeki totaliterlik tanımı­nı bizim genelleştirerek kullandığımız anlamda, son derece ayrımlı bir tür diye sınıflandırılabilir; buna, daha önce kabul ettiğimiz gibi, Sabine’in özenle ve sakınarak ‘özel yargıyla kamu denetimi alanla­rı arasındaki ayrımı kaldıran' bir hükümet diye tanımladığı anlam­da ‘totaliter’ de diyebiliriz (s. 573)». Levinson, Popper’in söylediği pek çok şeye ısrarlı bir biçimde, karşı çıkmakla birlikte, onun «bir­çok düşün alanları hakkında geniş ve kapsamlı bilgi sahibi olma­sından ve «bütün yapıtı [Açık Toplum ve Düşmanları]’nı savunu­suna adadığı liberal ve demokratik ülkülere kayıtsız şartsız bağlılı­ğından (s. 19) her zaman saygıyla söz etmektedir. Popper'in Platon uzmanlığının üstünkörü olduğunun şu ya da bu biçimde ortaya ko­nulmuş bulunduğu yolundaki yaygın söylencenin kendisi, bir bilgi­ye dayanmadan yinelenmesi bakımından tümüyle boştur. Ama, önemli felsefeciler bu hataya katılmamışlardır. Bertrand Russell (Popper’in) «Platon’a saldırısı, alışılmadık bir çizgide olmakla bir­likte, benim görüşümce tamamıyla haklı temellere dayanmaktadır» diye yazmıştır. Kendisi ileri gelen bir Platon uzmanı olan Gilbert Ryle, Mind dergisinde Popper'in kitabı üstüne yazdığı tanıtma yazı­sında, «Yunan tarihi ve Yunan düşünüşü hakkında incelemeleri de­rinliğine ve özgündür. Platon serimlemesi artık bir daha eskisi gibi olmayacaktır» demiştir. Bir çeyrek yüzyıl sonra (28 Temmuz 1972 günü) BBC Radyosunun 3. Programında Ryle bu yargısını özgül ola­rak yeniden onaylamıştır.
Platonculuk çağcıl dünyanın siyasal ve toplumsal yaşamında canlı bir sorun değildir. Sokrates'ten öncekilerin felsefesi de değil­dir. Fakat Marxizm canlı bir sorundur. Aslında, gayet kılgıl (pratik) bir ba­kımdan, Marx’ın günümüzün durumunda yansıyan kişisel başarısının insanlık tarihinde bir başka koşutu yoktur. Daha yüz yıl olma­dı ki, Marx Londra’nın Hampstead semtinde karısı ve ailesiyle bir­likte yaşayan, ellilerinde bir aydındı; günlerini okuyup yazmakla geçiriyordu, eğitim görmüş çevrelerde bile, kendisini tanıyanlar pek azdı. Oysa ölümünün üstünden yetmiş yıl geçmeden, bütün Rusya ve imparatorluğuyla Çin'in tümü de içinde olmak üzere, dünya nü­fusunun üçte biri, kendilerini onun adıyla anan toplum biçimlerini benimsemiştir. Bu, sanırım, ne derece olağanüstü olduğu hâlâ ye­terince düşünülmemiş bir görüngüdür. Fakat Marx'ın son yüzyılın en etkili filozofu olduğunu ve onun siyasal ve toplumsal düşünüşü hakkında bir miktar bilgi sahibi olmaksızın, bugün içinde yaşadı­ğımız dünyayı anlama olanağı bulunmadığını yadsıyacak çok az ki­şi çıkar. Yirmi yıl öncesinden farklı olarak da, bugün bütün Batı dünyasında, üniversitelerimizde ve aydın gençler arasında Marxizme duyulan ilgi azalmamakta, artmaktadır.
Bilimsel olma savı, Marxizmin çok önemli bir öğesidir. Marx kendisini, tarihsel, -siyasal, ekonomik —genel olarak, toplumsal— bilimlerin, böyle denebilirse, Newton’u ya da Darwin'i gibi görmüş­tür. Das Kapital'in ikinci cildini, «onun evrim ve doğal ayıklanma kuramıyla, doğa bilimlerinin biçimbilimine (morfolojisine), kendi­sinin insanlık tarihi için yapmaya çalıştığı şeyi yaptığını düşünerek, hakkında, çağdaşlarının başka herhangi birinden daha büyük bir düşünsel hayranlık duyduğu» Darwin’e adamayı önermiştir. «Dar­win'se kibar ve dikkatle seçilmiş sözlerle yazdığı bir mektupta, ken­disinin ne yazık ki iktisat bilimi üstüne büsbütün bilimsiz olduğu­nu belirtmiş ve bu şerefi geri çevirmiştir; ama yazara, ortak amaç­lan olduğunu varsaydığı, insan bilgisini ilerletme yolunda iyi dilek­lerini sunmuştur» (Isaiah Berlin, Karl Marx, s. 232.). Sorunun özü şudur ki, Marx insan toplumlarının gelişiminin kendisinin keşfettiği bilimsel yasalarla yönetil­diğine inanıyordu. Bilim anlayışı, ister istemez Einstein-öncesinin bilim anlayışıydı. Zamanının başka bütün bilgili kişileri gibi, Marx da Newton’un maddenin uzamdaki devinimlerini yöneten Doğa Ya­salarını keşfettiğini, dolayısıyla herhangi bir fizik sistem hakkında, ilgili veriler elde olunca, onun bütün gelecek evrelerinin önceden kestirilebileceğini sanmaktaydı. Böylelikle, gündoğumunun, günbatımının, ay ve güneş tutulmalarının, gelgitlerin vb. zamanını öndeyileyebiliyorduk. Böyle olmakla birlikte, her ne kadar Doğa Yasa­ları bize güneş sisteminin geleceğini önceden kestirmek olanağını veriyorsa da, onu denetlememize olanak vermemektedir: denilebilir ki, bunlar taş gibi bir zorunlulukla, bizim bilimsel olarak önceden kestirebileceğimiz ve betimleyebileceğimiz, ama değiştiremeyeceği­miz kaçınılmaz sonuçlar doğurmaktadır. Marx kendi keşiflerini, iş­te tam buna koşut görmüş ve Newtoncu terimler kullanarak da koşutluğu vurgulamıştır. Das Kapitalde kendisinin «Kapitalist üre­timin Doğa Yasalarını» keşfettiğini söyler ve şu uyarıda bulunur: «Bir toplum kendi hareketinin Doğa Yasalarını keşfetmek için doğ­ru yola girdikten sonra bile —çağdaş toplumun Ekonomik Devinim Yasasını açığa çıkarmak, zaten bu yapıtın sonul ereğidir—, normal gelişmesinin ardarda evrelerinde karşılaştığı engelleri ne cüretli sıç­rayışlarla aşabilir ne de yasama kararlarıyla kaldırabilir. ... Bu, taş gibi bir zorunlulukla kaçınılmaz sonuçlar doğuran o yasaların ken­dilerinin, o eğilimlerin bir sonucudur. Endüstrice daha çok geliş­miş olan ülke, daha az gelişmiş olana yalnızca kendi geleceğinin imgesini gösterir».
Mars'ın kaçınılmaz diye gördüğü geleceği, kişisel olarak hoş­nutlukla karşılamasının bilimsel açıdan herhangi bir önemi yoktur. Kesin konuşmak gerekirse, bir yıldızbilimci, önceden kestirdiği tu­tulmalar olurken onları seyretmekten hoşlanabilir, dolayısıyla ol­malarım bekleyebilir, olduklarında da sevinebilir, ama bunları sa­vunduğunun söylenmesi ne kadar anlamlı olabilirse, Marx'ın öndeyilediği olayların gerçekleşmesini savunduğunun söylenmesi de ancak o kadar anlamlı olabilir. Marx, kendi kuramının bu anlam­da «bilimsel» olduğunu her zaman ısrarla belirtmiştir — bir şeyler öğütlememekte, yalnızca betimlemektedir; böyle yapmayan başka Sosyalizm biçimleriniyse «Utopyacı» diye aşağılamıştır — Utopyacı kuramlar olsa olsa düpedüz savunular, daha kötüsü de hayallerdir. Popper, bir yanda tarihin akışını biçimlendirmekte güçsüz olduğu­muz yolundaki Marxist inançla, öte yanda yetkin bir toplum kur­manın elimizde olduğunu savunan Utopyacı inanışlar arasındaki bu ayrımı kabul etmektedir — ne var ki, Marxzmin ikinci türden bir inanç olduğu hakkında bir yanlış anlama yaygındır, çoğu Komü­nistler de sanki böyle düşünmekte, dolayısıyla, Popper'in «âdi Marxist», Marx’ıbsa «Utopyacı Sosyalist» dediği türe girmektedir­ler. Sanırım, gerçekten de. Komünizm Utopyacıdır, Marxizmse de­ğildir: onun için, bu ayrımı akılda tutmak önemli olmaktadır.
Marxizmin bilimsel olma iddiasının çok önemli bir sonucu, ya kendisini bilimsel bir tartışma düzeyinde başarıyla savunmak ya da tutarsızlığa çökmek zorunda bulunmasıdır. Bu düzeyde herhan­gi bir yenilgiye uğrarsa, başka kanıtlama yollarına başvuramaz: kı­sacası, kendisini sınamalara açmak ve sonuçlarını kabul etmek du­rumundadır. Popper'inse, Marxizmin bilimsel doğruyu ortaya koyma savlarını, yeniden ayağa dikilmeleri için herhangi bir ciddi olanak bırakmamacasma yıktığına inanılmaktadır. Popper bunu, Marx’ın kuramının yanlışlanabilir olmadığını göstererek yapmamış­tır. Âdi Marxizm yanlışlanabilir değildir, ama Popper Marx’a âdi Marxizmi yakıştırma hatasını işlememektedir. Karl Marx’ın kendi kuramı, layık olduğu düşünsel ciddilikle ele alınınca, oldukça çok sayıda yanlışlanabilir öndeyiler sunmaktadır — ki, bunların en önemlileri şimdiden yanlışlanmış bulunmaktadır. Örneğin, bu ku­rama göre, ancak tam gelişmiş Kapitalist ülkeler Komünist olabi­lecektir, onun için de bütün toplumların önce Kapitalist gelişme aşamasını tamamlamaları gerekmektedir: fakat gerçekte, Çekoslo­vakya'nın dışında, Komünist olan bütün ülkeler endüstri-öncesi durumdaydılar — hiçbiri tam gelişmiş bir Kapitalist toplum değildi. Bu kurama göre, devrimin endüstri ‘proletaryasına dayanması gere­kiyordu: fakat Mao Ze-Dung, Ho Chi-Minh ve Fidel Castro bunu açıkça yadsımışlar ve başarılı devrimlerini, ayrı ayrı ülkelerinin köylülüklerine dayandırmışlardır. Bu kurama göre, endüstri prole­taryasının kaçınılmaz bir biçimde daha çok yoksul, daha çok sayı­da, daha çok sınıf-bilinçli ve daha çok devrimci olması için inceden inceye bir sürü sebep vardır: gerçekteyse, Marx'ın gününden beri,, bütün endüstri toplumlarında bu sınıf daha varlıklı, daha az sayı­da, daha az sınıf-bilinçli ve daha az devrimci olmuştur. Bu kurama göre, Komünizmi ancak işçilerin kendileri, yığınlar başa geçirecek­lerdir: gerçekte, bugüne değin hiçbir ülkede, hatta Şili'de bile, Ko­münist Partisi özgür bir seçimle çoğunluğun desteğini kazanama­mıştır; tam erke eriştikleri yerlerde, Komünizmi çoğunluğun üstü­ne bir ordu, genellikle de yabancı bir ordu, zorla getirmiştir. Bu kurama göre, Kapitalist üretim araçlarının mülkiyetinin, gitgide da­ha az kişinin elinde toplanması zorunluydu: gerçekte, anonim şir­ketlerin gelişmesiyle, mülkiyet öylesine yaygın bir biçimde dağıl­mıştır ki, denetim yeni bir profesyonel işletme yöneticileri sınıfının , eline geçmiştir. Bu sınıfın ortaya çıkışının kendisi de, bütün öteki sınıfların ister istemez ortadan kalkacaklarım ve —her şeye sahip olan ve her şeyi denetleyen, ama hiç çalışmayan ve durmadan da­ralan bir Kapitalist sınıfla, hep çalışan, ama hiçbir şeye sahip ol­mayan, hiçbir şeyi denetlemeyen ve durmadan genişleyen bir pro­letarya arasında— iki sınıf halinde kutuplaşacağını söyleyen Marxist öndeyinin bir yadsınmasıdır.
Sonra, bir başka yönden bakılırsa; Marx'la Engels’in çoğu bi­limler hakkında söylediklerini, daha sonra bu bilimlerde yer alan gelişmeler modası geçmiş hale getirmiştir: örneğin, madde kuram­larını Einstein-sonrası fizik, bireysel davranış anlayışlarını Freud -sonrası psikoloji geride bırakmıştır. Marxizmin kendisinin Ricar- docu ekonomik temellerini Keynes-sonrası iktisat, Hegelci mantık temellerini de Frege-sonrası mantık, unutulmuşluk uçurumuna sü­pürüp atmıştır. Siyasal kuramların gelecek gelişmeleriyle ilgili gö­rüşleri de, gerçekte olanlardan çok farklı çıkmıştır — sanırım, bu­nun başlıca nedeni, parlamenter demokrasiyi ciddiye almayışlarıdır (bu kusur da yine, böyle herhangi bir gelişmeyi olanaklı görmeyen kuramlarından gelmektedir).
Bütün bunlar, bilimsel olma savında bulunan bir kuramın, te­mel yöntem uyarınca, öndeyilerini deneyimin sınamasından geçirip onların yanlışlandığını görmekle yadsınması demek olmaktadır. Fa­kat, ilk bölümlerden anımsanacaktır ki, bu, bir kuramın geçirmek zorunda bulunduğu başlıca sınama olmakla birlikte, tek sınama değildir: kuramlar iç tutarlılık ve tutumunun mantıksal gereklerini de karşılamalıdırlar. Üretim araçlarının gelişmesinin tarihsel geli­şimin tek belirleyicisi olduğunu söyleyen Marxizmin temel ilkesinin, böyle bir kuramın nasıl olup da aynı kalmak yerine, geliştiğini açık­layamayacağı olgusu karşısında mantıkça tutunumsuz kaldığı gös­terilmiştir.
Marx'm tarihin bilimsel yasalara göre geliştiği görüşü, Popper’ in «tarihsicilik» dediği şeyin bir örneğidir. «Tarihsicilik’le, toplum­sal bilimlerin başlıca amaçlarının tarihsel öndeyi olduğunu varsa­yan ve bu amacın, tarihin evriminin altında yatan 'düzenlilik' ya da 'kalıp'lar, ‘yasa' ya da ‘eğilim'ler keşfedilerek gerçekleştirilebilece­ğine inanan bir yaklaşımı söylemek istiyorum» (The Poverty of Historicism, s. 3.). Tarihsici inanı­şın kimi örnekleri: Eski Ahid Yahudilerinin Seçilmiş Halkın kutsal bir görevi olduğu inancı, ilk Hıristiyanların İkinci Geliş üzerine kit­le halinde Hak dinine dönüşler olacağının kaçınılmazlığına inan­maları, bazı Romalıların dünyaya egemen olmanın Roma için bir alınyazısı olduğu inançları, Aydınlanma Çağı liberallerinin ilerleme­nin kaçınılmazlığına ve insanın yetkinleşebileceğine inanmaları, Hitler'in Bin Yıllık İmparatorluğun kurulacağına inanmasıdır. Bu ina­nışların ne denli düşük bir gerçekleşme oranı olduğunu kavramak için, en ünlü örneklerden kimilerini ardarda sıralamaya başlamak bile yeter. Fakat özgül kuramlar bir yana, tarihin bir ereği, ereği yoksa bile bir tasarımı ya da hiç değilse bir anlamı yahut en azın­dan bir tür tutarlı kalıbı olduğu yolundaki genel fikir de çok yay­gın görünmektedir.
Tarihsel kaçınılmazlık ciddi olarak savunulmak gerekirse, sı­nırlı sayıda açıklamalar olanaklıdır. Ya tarih dış bir zekâ (çoğucası, Tanrı) tarafından kendi amaçlarına göre yöneltilmektedir. Ya tarih içsel bir zekâ (içkin tin, yaşam gücü ya da «insanın kaderi» gi­bi bir şeyler) tarafından ileriye doğru itilmektedir. Ya da hiçbir tin yoktur, bu durumda tümüyle belirleyici maddi süreçler işliyor ol­malıdır. İlk iki almaşık, besbelli bir anlamda metafiziktir: yanlışla- namazlar ve kesinlikle bilimsel-değildirler. Üçüncüsüyse, artık tu­tulamayacak bir bilim anlayışına dayanmaktadır.
Popper'in bu görüşleri yadsımasının nedenleri, bu kitapta şim­diye değin anlatılanlardan belli olmuş bulunmalıdır. Popper, de­ğişmenin sorunlarımızı çözme girişimlerimizin sonucu olduğuna —sorunlarımızı çözme girişimlerimizinse, önceden kestirilemeyecek başka öğelerin yanısıra, hayal gücü, seçme ve bahtlılık gerektirdi­ğine— inanan bir belirlenmezcidir (endeterminist). Biz neyi seçer­sek, yaptığımız seçmeden sorumlu oluruz. İşin içinde herhangi bir yöneltme sürecinin olduğu ölçüde, tarihi ileriye götüren, birbirlerimizle, (İnsan türü olarak bizim yaratmadığımız) fizik çevremizle ve (insan türü olarak bizim yarattığımız, ama her bireyin kalıtçısı olduğu ve ancak birazcık değiştirebileceği) Dünya 3'le etkileşimi­miz içinde, bizizdir. O tarihin içinde birtakım amaçlar varsa, onlar bizim amaçlarımızdır. Herhangi bir anlamı da varsa, bu bizim ona verdiğimiz anlamdır.
Bu fikirler açısından, Popper bütün tarihsici kuramlara saldır­maktadır. En güçlü saldırısını yönelttiği kuram da, hem çağcıl dün­yada en etkili olanı o Olduğu için, hem de tarihin gelişmesinin bi­limsel yasalar uyarınca olduğunu ve (kendisinin ortaya koyduğu) bu yasaları bilmemizin geleceği önceden kestirmemizi olanaklı kıl­dığını savlayan, hepsinden çok o olduğu için, Marxizmdir. Popper' in kanıtı, en teknik düzeyde, ister bir bilgin ister bir bilgisayar ol­sun, hiçbir bilimsel öndeyicinin, gelecekte kendisinin vereceği so­nuçları, bilimsel yöntemlerle, hiçbir biçimde önceden kestiremeyeceğini göstermekten oluşmaktadır. Daha alışılmış terimlerle ise, bu kanıt şu biçimi almaktadır. İnsan bilgisinin büyümesinin insan tari­hini güçlü bir biçimde etkilediğini göstermek kolaydır —her türlü bilgiye maddi gelişmenin bir yan ürünü diye bakanlar bile, kendile­riyle çelişkiye düşmeksizin, bu gerçeği kabul edebilirler. Fakat ge­leceğin bilgisini önceden kestirmek, mantıkça olanaksızdır: gelece­ğin bilgisini önceden kestirebilseydik, o bilgiye şimdi sahip olmuş olurduk, geleceğin bilgisi olmazdı; geleceğin keşiflerini önceden kes­tirebilseydik, bunlar şimdinin keşifleri olurdu. Bundan şu sonuç çı­kar ki, gelecekte yapılabilecek anlamlı keşifler varsa, insan isteklerinden bağımsız olarak belirlenmiş bulunsalar bile, bunları bilim­sel yöntemlerle önceden kestirmek olanaksızdır. Bir de şu kanıt vardır: gelecek bilimsel olarak önceden kestirilebilir olsaydı, ne olacağı bir kez keşfedilince artık gizli kalamazdı, çünkü ilkece herkes tarafından keşfedilebilir olurdu. Bu da ayrıca, bizi kaçınma önlemleri almanın olanaklılığı/olanaksızlığı konusunda bir para­doksla karşı karşıya getirirdi. Yalnızca bu mantıksal nedenler tarihsiciliği çökertmektedir; dolayısıyla, bizim de, Marxist program­da merkezi bir önem taşıyan, kuramsal fiziğe karşılık kuramsal bir tarih fikrini yadsımamız gerekiyor.
Geleceğin bilimsel olarak önceden kestirilebilir olduğu fikrinin çökmesiyle birlikte, bütüncül olarak (toptan) planlanmış toplum fikri de yıkılmaktadır. Bunun, başka bakımlardan da mantıksal tutunumsuzluğu gösterilmiştir: bir kere, «Planlamacıları kim planla­yacak?» sorusuna tutarlı bir yanıt verilemez; ikinci olarak, yuka­rıda gösterdiğimiz üzere, herhangi bir durumda eylemlerimizin amaçlanmamış sonuçlar doğurması olasılığı vardır. Sırası gelmiş­ken şuna da değinmekte yarar vardır ki, bu ikinci nokta Utopyacların genel bir yanılgılarını ortaya koymaktadır (ama Marx bu yanıl­gıyı paylaşmaz —gerçekten, Marxizmin burada çoğu Sosyal Demok­ratlardan daha açık bir anlayışı vardır); buna göre, «toplumda 'kö­tü' bir şey, savaş, yoksulluk, işsizlik gibi hoşlanmadığımız bir şey olunca, bu kötü bir niyetin, uğursuz bir tasarımın sonucu olmuş olmalıdır: herhalde birileri bunu 'kasten' yapmıştır ve hiç kuşku­suz, birileri bundan yararlanmaktadır. Bu felsefi sayıltıya, ben top­lumun komplocu kuramı dedim.» (Popper’in Modern British Philosophy'dekı sözlerinden (der. Bryan Magee), s. 67.) Popper'in Marxizme karşı giriştiği saldırının öteki cepheleri, bu kitapta daha önce serimlenmiş. bulunan kanıtlara dayanmaktadır ve yinelenmeleri gerekmez. Bun­ların en önemlisi, Marx'ın «bilimsel Sosyalizm» dediği şeyi ileri sü­rerken, yalnız toplum hakkında değil, bilim hakkında da yanıldığı savıdır — Marx'ın bilim görüşü, Popper'in kendisinin devirdiğine inandığı bir görüştür. Popper bilim konusunda haklıysa, o zaman, gerçekten bilimsel tek siyaset felsefesi kendisininkidir; bundan da­ha önemlisi, her ikisi de günümüzün dünyasında pek belirgin bir bi­çimde dile getirilen, bilim düşmanlığı da, akla karşı başkaldırı da yanlış bilim ve akıl anlayışlarına yönelmişlerdir.
Popper’in, tarihte, insanların ona verdiklerinden başka bir an­lam göremeyeceğimiz yolundaki kanıtları, bunların kendilerini bir tür varoluşçu boşluğa bıraktığı duygusuna kapılan kimi insanlarda, ^ön-yitirtici olduğu için psikolojik olarak da rahatsız edici bir etki yaratmıştır. Daha başka birtakım kimseler, eğer Popper haklıysa, o zaman bütün değer ve kuralların keyfi olmak zorunda kalacağın­dan korkmaktadırlar. Açık Toplum'da (cilt I, s. 64-65), bu ikinci ku­runtu pek güzel karşılanmıştır. «Hemen hemen bütün yanlış anla­malar, temel bir kavrayış hatasından ileri gelmektedir; bu da, ‘uylaşım'ın 'keyfiliği' içerdiğine inanmak, istediğimiz herhangi bir normlar sistemini seçmekte özgürsek, bir sistemin herhangi bir baş­kası kadar iyi olacağını sanmaktır. Elbette, normların uylaşıma da­yandıkları yahut yapma oldukları görüşünün, bir ölçüde keyfilik öğesinin işe karışacağına, yani (Protagoras'ın gereğince ısrarla be­lirttiği üzere) aralarında bir seçim yapmak için pek sebep olmayan başka norm sistemleri de bulunabileceğine işaret ettiğini teslim et­mek gerekir. Fakat, yapaylık hiç de tam keyfilik demek değildir. Örneğin, matematik hesaplar yahut senfoniler ya da tiyatro oyun­ları geniş ölçüde yapaydır, ama bundan bir hesap ya da senfoni ya­hut oyunun herhangi bir başkası kadar iyi olacağı sonucu çıkmaz.» Popper'in bunun niçin böyle olmadığı ve insanın gerçek yönelişini» ne olduğu hakkındaki tam açıklaması, kendisi daha sonra yayımla­dığı halde, bizim daha önce tartıştığımız yazılarında yer alan evrim­ci bilgi kuramında, özellikle de Dünya 3 kuramında bulunmaktadır.
Popper'in Marxizme karşı kanıtlarından kimileri, Utopyacılığa da uymaktadır — örneğin, toplumlann «süpürülüp atılabileceği» ve yerlerine «tümüyle yenileri»nin konulabileceği görüşüne karşı- ileri sürdüğü kanıt böyledir. «Utopyacı, yaklaşım şöyle betimlene­bilir. Akla uygun her eylemin belli bir amacı olmalıdır. Bu eylem, amacını bilinçli ve tutarlı olarak izlediği, araçlarını da ereğine gö­re belirlediği ölçüde akla uygundur. Onun içindir ki, akla uygun eylemde bulunmak istiyorsak, yapmamız gereken ilk iş ereği seç­mektir; aslında, sonul ereğe götüren araçlar ya da bu yoldaki adım­lar olan araç veya ereklerden kesinlikle ayrımlamamız gereken ger­çek ya da sonul ereklerimizi belirlemekte de dikkatli olmalıyız. Bu ayrımı yapmayı savsaklarsak, parça ereklerin bizi sonul ereğe ya­kınlaştırıp yakınlaştırmayacağını sormayı da savsaklamış, dolayı­sıyla akla uygun eylemde bulunmamış oluruz. Bu ilkeler siyasal et­kinlik alanına uygulanınca, bizim herhangi bir kılgıl eyleme kalkış­madan önce, sonul siyasal ereğimizi, yani kafamızdaki İdeal Dev­leti belirlememizi gerektirir. Ancak bu sonul erek hiç değilse kaba anaçizgileriyle belirlenmiş olunca, ancak erek edindiğimiz toplumun projesi gibi bir tasarımı elimizde olunca, işte ancak araçlarını dü­şünmeye ve kılgıl eylem için bir plan o zaman bunu gerçekleştirme* nin en iyi yollarını ve çizmeye başlayabiliriz» (The Open Society and Its Enemies, cilt I, s. 157.).
Bir idealist, ciddi olarak yanılsamaları olmayan bir idealist ol­mayı istiyorsa, Popper'in, önce bir projeden başlayan ve sonra onu gerçekleştirmeye koyulan bütün siyaset yaklaşımlarına karşı kanıt­larını göğüslemek zorundadır. Birinci olarak, her nereye gitmek is­terseniz isteyin, olduğunuz yerden yola çıkmaktan başka bir seçe­neğiniz bulunmadığı kanıtı vardır. Bilgi kuramında ya da bilimde yahut güzel sanatlarda olduğu gibi, siyasette de, her şeye en başın­dan başlamak olanağı yoktur. Hayali değişikliklerden farklı olarak her türlü gerçek değişme, ancak edimsellikle varolan koşullarda bir değişme olabilir. Ütopyacılar, genellikle, şu ya da bu şeyin değişe­bilmesinden önce, bir bütün olarak toplumun değişmesi gerektiğini söylerler; fakat bunu söylemek, herhangi bir şeyi değiştirmeden ön­ce, her şeyi değiştirmemiz gerektiğini söylemektir ki, bu da kendi içinde çelişkili bir fikirdir. İkinci olarak, hangi eylemlere girişirsek girişelim, bunların kolaylıkla projemizde çatışabilecek birtakım amaçlanmamış sonuçlan da olacaktır. Eylemimiz ne denli toptancı olursa, amaçlanmamış sonuçlar da o denli bol çıkacaktır. Bir bütün olarak toplumu değiştirmek için hazırlanan geniş kapsamlı planla­rın ussallığını savlamak, öyle ayrıntılı bir toplumbilim bilgisi savlamaktır ki, buna düpedüz sahip bulunmuyoruz. Araçlar ve erekler hakkında Utopyacı türünde konuşmaksa, bir ben­zetmeyi yanıltıcı bir biçimde kullanmaktır: gerçekte söz konusu olan, zamanca bize yakın —«araçlar» diye adlandırdığımız— bir olay kümesiyle, bunların ardından gelecek, zamanca bize uzak —«erek» diye adlandırdığımız— bir başka olay kümesidir. Fakat, —tarihin akışı durmadıkça— bunları da ardarda başka olay küme­leri izleyecektir. Dolayısıyla, erek gerçekten erek değildir ve son­suz bir dizide yalnızca ikinci sırada gelen bir küme için birtakım ayrıcalıklar savlamak, ciddi olarak savunulamaz. Üstelik, ilk olay­lar kümesinin, zamanca bize daha yakın olduğu için, tasarlanan bi­çimde gerçekleşmesi, daha uzak ve daha belirsiz olan İkinciden da­ha olasıdır. İkinci kümede erişileceğine söz verilen ödüller, onların uğruna ilkinde katlanılan özverilerden daha az güvenlidir. Bütün bireylerin de eşit manevi hakları varsa, o zaman bir kuşağı bir son­raki uğruna gözden çıkarmak yanlıştır.
Projenin kendisine gelince, insanların ne tür bir toplum iste­dikleri konusunda birbirlerinden • ayrıldıkları tanıtlanabilecek bir gerçektir — uylaşımsal Tutucular, Liberaller ve Sosyalistler bile, başkalarına olanak tanımamacasına böyle yapmaktadırlar. Dolayı­sıyla, kendi projesini üretime sokmak amacıyla işbaşına gelen gru­bun niteliği ne olursa olsun, —onları inanmadıkları bir ereğe hiz­met etmeye zorlamasa bile— başkalarının karşıtlığını etkisiz kıl­mak zorunda kalacaktır, özgür bir toplumun ortak toplumsal amaç­ları zorla benimsetememesine karşılık, Utopyacı amaçları olan bir hükümet otoriter olmak zorundadır ve öyle olmaya yazgılıdır. Top­lumun köktenci bir biçimde yeniden-kurulması, ister istemez uzun bir zaman alacak, çok büyük bir girişimdir: hele, tanımı gereğince, bir devrimci karışıklık dönemi olacak bu zaman süresince toplum­sal amaç ve düşüncelerin ve ülkülerin önemli ölçüde değişmeyece­ğine en küçük bir olasılık bile tanınabilir mi? Ama değişirlerse de, bunun anlamı, projeyi yapanlar için bile, en çok istenilen toplun! diye görünen şeyin, yaklaşıldıkça gitgide farklılaşacağı — özellikle, projenin yapılmasıyla hiçbir ilgileri olmayan ardıllarının istedikle­rinden büsbütün farklı bir şeye dönüşeceğidir. Bu, bir başka kanıt­la bağıntılıdır: yalnızca planlamacıların kendileri, süpürüp atmak istedikleri toplumun bir parçası olmakla kalmamaktadırlar; aynı zamanda, onların toplumsal deneyimleri ve dolayısıyla, toplumsal varsayımları ve amaçları da, ne denli eleştirel olsa bile, o toplumca derinliğine koşullandırılmıştır. Demek ki, gerçekte o toplumu süpürüp atmak, onların ve planlarının da süpürülüp atılmasını içer­mektedir. Zaten, köktenci ve köktenci olduğu için de uzun süreli bir toplumsal yeniden-kurma, çok büyük sayıda insanları köklerinden sökmek ve onlara yönlerini şaşırtmak zorundadır, böylelikle de hem psikolojik hem maddi anlamda yaygın karşıtlıklar yaratacaktır; bu durumda en azından bazı kimselerin kendilerini bu gibi etkilerle tehdit eden önlemlere karşı koymaya kalkışmaları beklenmelidir. İdeal toplumu gerçekleştirmeye çalışan erk başındakiler, bu gibi kişileri benlik çıkarları için bütünün iyiliğine karşı çıkıyorlar diye göreceklerdir — ki, bu da yarı yarıya doğru olacaktır. Dolayısıyla, bunlar toplumun düşmanları olarak görüleceklerdir. Bu, onları is­ter istemez daha sonra gelecek olaylarda kurbanlar haline getire­cektir. Çünkü ideal erekleri gerçekleştirmek için çalışmak, bunlar aslında erişilmez olduklarından, çok uzun zaman alacaktır, dolayı­sıyla eleştiri ve karşıtlığın susturulması gereken süre gitgide daha uzayacaktır; böylece, en iyi niyetlerle de olsa, hoşgörüsüzlük ve otoriterlik yoğunlaşacaktır. Niyetler ve erekler ideal diye düşünül­dükleri için de, bunların inatla gerçekleşmemeleri, ister istemez bi­nlerinin tekneyi sallamakta olduğu yolunda suçlamalara yol aça­caktır — sabotaj yapılmış ya da yabancılar işe karışmış yahut ön­derler yozlaşmış olmalıdır; çünkü devrimin eleştirisinden yan çi­zen bütün olanaklı açıklamalarda, binlerinin habisliği söz konusu olmak zorundadır. Böylelikle, suçluları tanılamak ve onları yok et­mek gerekli olmaktadır; suçlular olması gerekince de, suçlular bu­lunacaktır. Bu noktaya gelindikte, devrimci rejim, gırtlağına ka­dar, eylemlerinin önceden kestirilmemiş sonuçlarına batmış olacak­tır. Çünkü, devrimin düşmanları layıklarını bulduktan sonra bile, devrimci erekler inatla gerçekleşmemeyi sürdürecekler ve yönetici grup, çoğucası önceli rejimlerde en çok kınadığı noktalardan biri olan, acil sorunlara ani çözümler bulup buluşturma yoluna (Popper'in «plansız planlama» dediği yola) gitgide daha çok sürüklene­cektir. Buysa, açıklanmış amaçlarıysa edimsel olarak yaptıkları ara­sındaki aynlığı daha da genişletecek — yaptıkları en kinik utopyacılık-karşıtı hükümetlerin etkenliklerine gittikçe daha çok benze­yecektir.
Gerçek, elbette, şudur ki, hemen hemen hepimiz, hangi yeni- den-kurma söz konusu olursa olsun, o yapılırken, toplumsal düze­nin en önemli yanlarının işlemeye devam etmesini isteriz: insanla­rın karınlarının doyurulması, üstlerinin başlarının giydirilmesi, ko- nutlannın olması, sıcak tutulması sürdürülmelidir: çocuklar, daya­nılmaz bir biçimde perişan edilmeyeceklerse, bakım ve eğitimleri sürdürülmelidir; ulaşım, sağlık, polis ve itfaiye hizmetlerinin işle­tilmesi sürdürülmelidir. Çağcıl bir toplumda, bütün bunlar geniş çaplı örgütlere dayanmaktadır. Hepsini birden süpürüp atmak, söz­cüğün tam anlamıyla bir kargaşa yaratır; böylesi bir durumda, ideal bir toplumun herhangi bir biçimde ortaya çıkabileceğine inan­mak deliliğe yakındır; hatta şimdi elimizdekinden biraz daha iyi bir toplumun çıkabileceğine inanmak da öyledir. Bununla birlikte, biz kesin kararlı olsaydık bile, bütün yetkinlik düşlerimize karşın, hiç­bir zaman her şeyi süpürüp attıktan sonra yeniden işe başlayamaz­dık. İnsanlar denizin üstündeki bir geminin mürettebatı gibidir: içinde yaşadıkları geminin diledikleri kesimini istedikleri modele gö­re yenileyebilirler, tümünü de kesim kesim istedikleri modele göre yenileyebilirler, ama hepsini birden istedikleri modele göre yenile­yemezler.
Değişmenin hiçbir zaman durmayacağı olgusu, iyi toplum için bir proje fikrinin kendisini anlamsız kılmaktadır, çünkü toplum tıpkı o proje gibi olsaydı bile, hemen ondan ayrılmaya başlardı. Demek ki, ideal toplumlar yalnızca ideal oldukları için erişilemez değillerdir, herhangi türden bir projeye karşılık olmak için durulgan ve değişmez olmaları gerektiği için de erişilemezler; görünür­lerde böyle olabilecek hiçbir toplum yoktur. Hatta, her geçen yılla toplumsal değişmenin temposu yavaşlamamak ta, hızlanmaktadır. Görebildiğimiz kadarıyla, bu sürecin sona ereceği de yoktur. Dola­yısıyla, gerçekliklere karşılık olmayı umabilmek için, bir siyaset yaklaşımının durumlarla değil, değişimle ilgili olması gerekmekte­dir. Bize düşen ödev, belirli bir toplum biçimini kurmak ve sürdür­mek gibi, olmayacak bir işi başarmak değildir: hiç durmayan bir değişme süreci içinde gerçekten olan değişiklikler üstündeki dene­timimizi en çoğaltmak — ve bu denetimi bilgece kullanmaktır.
Toplum hiçbir zaman yetkin olmayacağı için, «Toplumun ideal biçimi nedir?» gibi sorular sormak akademik kalır. Kaldı ki, Pop­per «nedir?»li sorulan genellikle uygunsuz bulmaktadır: «Çekim nedir?» ve «Yaşam nedir?» sorulan bilimde ilerlemeyle ne denli il­gisizlerse, «Özgürlük nedir?» ve «Adalet nedir?» sorulan siyasette ilerlemeyle o denli ilgisizdirler. Bir adım ötede saklı «nedir?» so­rulan da, bunlar kadar uygunsuz sayılmak gerekir — örneğin, «Bri­tanya gerçekten bir demokrasi midir?» sorusu, doğruca «Demok­rasi ile ne demek istiyorsunuz?» ya da «Demokrasi nedir?»e götür­mektedir. Bu gibi soruların, gerçeğin özünü bir tanımın içinde ya kalama yolundaki yarı-sihirbazca girişimleri, Popper’in, bunların kullanılmasına «özcülük» adını vermesine neden olmuştur. Siyaset­te özcü yaklaşım, hemen hemen doğal bir biçimde Utopyacılığa ve öğretisel tartışmaya yol açar. Sahiden önemli sorularsa, «Bu koşul­lar altında ne yapmalıyız? Sizin önerileriniz nelerdir?» gibi soru­lardır. Bunlara verilecek yanıtlar verimli bir biçimde tartışılabilir ve eleştirilebilirler; sonra, bunlara dayanmışlarsa da, sınanabilirler, öneri olmayan hiçbir şey uygulamaya vurulamaz. Demek ki, bilim­de olduğu gibi siyasette de önemli olan, kavramların çözümlenmesi değil, kuramların eleştirel olarak tartışılması ye deneyin sınamala­rına sokulmasıdır.
Otoriter yapılar, kesinlik hakkında, geleneksel bilim görüşüyle aynı yanlış fikirleri ve yöntem üstüne yanlış varsayımları içlerinde taşıdıkları için, Popper'in siyasette belirli bir toplum durumunu kurabileceğimiz ve sürdürebileceğimiz (bunu amaçlamamızın gerek­mesi şöyle dursun) görüşüne yönelttiği eleştirinin altında yatan ka­nıtlar, onun bilimde kesin bilgiyi tanıtlayabileceğimiz ve koruyabi­leceğimiz görüşüne (bunu amaçlamamızın gerekmesi şöyle dursuA), yönelttiği eleştirinin altında yatan kanıtlarla birebir aynıdır. Buna karşılık, onun, bilimin bilimsel yöntem olduğu görüşü ve bu yön­teme nasıl bakılması gerektiği hakkındaki görüşü de, her düzeyde, siyasetin siyasal yöntem olduğu ve bu yönteme nasıl bakılması gerektiği hakkındaki görüşüyle karşılıklı olarak bağıntılıdır. Her iki konuda da, Popper bizden, sonu olmayan bir geri besleme sürecini hayal gücü ve duyarlılıkla kullanmamızı istemektedir — bu süre­cin içinde cesaretle yeni fikirlerin ortaya atılması, değişmez bir dü­zenlilikle, onların deneyin ışığında sıkı bir hata ayıklama sürecine uyruk tutulmalarıyla birlikte yürütülecektir. Popper bu yaklaşıma, felsefede «eleştirel akılcılık», siyasette de «bölük pörçük toplum­sal mühendislik» demektedir. Bu deneyimin üç katlı bir bahtsızlığı vardır: «bölük pörçük» zaten pek iyi olmayan bir anlamda kulla­nılır, buradaysa bir de, üstelik, önerilen yöntemin köktenciliğini gizlemektedir; «mühendislik» de insanlara ilişkin olarak kullanı­lınca sevimsiz birtakım şeyler akla getirmektedir. Bu söz kulağa duygusuz geliyor, fakat Popper'in onu savunmasından daha tutku­lu ya da onun bu yöndeki kimi kanıtlarından daha insancıl hiçbir şey olamaz. Bu felsefenin nasıl bir bütünlüğü olduğunu gösterme­ye çalışırken, ben bu kitapta daha çok mantıksal kanıtlar ve onla­rın ilişkileri üstünde durdum; fakat daha da önemlisi, ahlaksal ka­nıtlardır — bunları ve bu kitapta ele almadığımız daha pek çok konuyu incelemek için, okuyucuya Popper'in yapıtlarına başvurma­sını salık veririm.
Sh:79-96

Kaynak: Bryan Magee, Karl Popper’in Bilim Felsefesi ve Siyaset Kuramı, Çeviren: Mete Tunçay, Remzi Kitabevi, İkinci Basım: 1990, İstanbul


[1]           Bkz. K. Popper’ın Unended Quest adlı kitabının son baskısı, Lond­ra: Routledge, 1992.
[2]           Bkz. K. Popper’ın The Open Society and lts Enemies adlı kitabının son yayımlanan tek ciltlik baskısı, Londra: Routledge, 1995. İlk İtalyanca baskısı 1974 de Armando tarafından yayımlandı.
[3]           Bkz. Popper, Utıended Quest, s. 35. Marksizm’in, “Kaçınılmazın ger­çekleşmesine yardım et” şeklindeki ahlaki yasasına yapılan gönder­meyle birleştirilerek, “tarihi bir kehanet” olarak tanımlandığı bölüm.
[4] Ibid., s. 36
[5]           Floransa’da çıkan Iride dergisinde yayımlanmak üzere.
[6]                      Isaiah Berlin, Four Essays on Liberty, Oxford: Oxford University Press, 1969, s. 118-172.
[7]          Bkz. Steven Lukas’ia yapılan söyleşi (not 5).
[8]           Sol hakkındaki bu görüş için, bkz. Il legno storto e altre cinque idee Per ripensare la sinistra (Giancarlo Bosetti), Venedik: Marsilio, 1991.
[9]           Yine de Amerika Birleşik Devletleri’nde yapılan birçok araştırma, bu düşünceyi beslemektedir. Bkz. Big World Small Senen: The Role ofTelevision in American Society, Lincoln: University of Nebraska Press, 1992.
[10]         K. Popper ve K. Lorenz, Die Zukunft İst offen. Das Altenberger Gesprâch, Münih: Piper, 1985. Özellikle insan ırkının, risk üstlenme ve deneme-yanılma yaklaşımlarıyla, karşılaştığı sorunlardaki değişimi na­sıl etkilediğine ilişkin sayfalar. Popper, daha iyi bir dünya arayışı­nı, “yaşama serüveninin” bir parçası olarak tanımlıyor, ideal dün­yayı keşfetmek her zaman için arzumuz, umudumuz, hayalimiz olmuştur. Bu bir anlamda Darwinci seleksiyon yoluyla aklımıza soku­lan bir şeydir’ (S. 17).
[11]         Son yıllarda İtalya’da oldukça geliştirilen bir araştırma programın­dan söz ediyorum. Bkz. Giovanna Zincona, Da sudditi a dttadini, Bolonya: II Mulino, 1992.
[12]         Bkz. “La superbomba del falco Sacharov”, L’Unitâ, 5 Aralık 1991.
[13]         Bu alıntıların hepsi K. Popper’ın ‘The Importance of Criticial Discussion. An Argument for Human Rights and Democracy” başlıklı makalesinden yapılmıştır. Free Itıquiıy, c. 2, no. 1, Kış 1981-82, s. 7-8.
[14]         Fedor Burlatsky, Khrushchev and First Russian Spring adlı kitabında bu konudaki ısrarını sürdürüyor, Londra: Weidenfeld & Nicolson, 1991, s. 257-262.

Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.

Benzer Yazılar

Yorumlar