KASTAMONULU MEHMED FEYZİ EFENDİ HAKKINDA NE DEDİLER?
ALINTI
NAMIK KEMAL ZEYBEK (Kültür Eski Bakanı
/ Ahmet Yesevi Üniversitesi):
"Hayatımın En Huzurlu
Gecesi"
1976 yılında Keles Kaymakamı idim.
Ilgaz Kaymakamı iken adını çok duyduğum ama tanıma fırsatı bulamadığım
Kastamonulu Mehmed Feyzi Efendi Hazretleri'yle görüşmek istedim. Bu niyetle tek
başıma Kastamonu'ya geldim. Oraya gece vardığım için otel aramaya başladım.
Otellerin hiçbirinde yer yoktu. Bu yüzden Nasrullah Camii'nin şadırvanının
başında sabahladım. Hayatımda o geceki gibi tatlı bir huzur duyduğumu
hatırlamıyorum. Sabahleyin namazdan sonra cemaate sordum. Cemaatten birisi
bana, Hoca Efendi'nin orada bir yakınının bulunduğunu, onun beni
götürebileceğini söyledi. Meğer o zat Hoca Efendi'nin kayınbiraderi olan Camcı
Hacı Enver Eroğlu imiş. Önce beni dükkânına götürdü. Dükkânını açtı ve bana
orada kahvaltı yaptırdı. Sonra birlikte Hoca Efendi'nin evine gittik. Evde
benim ilk dikkatimi çeken, adeta gözlerinden ışık çıkan bir insan oldu! Bende
öyle bir etki uyandırdı. Sonra oturduk. Benim ona tasavvufla ilgili
soracaklarım vardı, bir takım problemlerim vardı; onları sormak için gitmiştim.
Ancak soruları sormama gerek kalmadan o soruların cevabını uzun uzun anlattı!
Sonunda öğle yemeğine kalmamı istedi. Öğle yemeğinde de et yemeği ve pilav
vardı.
"Az Yiyip Yaşamak da, Çok Yiyip
Hazmetmek de Kerâmet"
Onda dikkatimi çeken diğer bir
hususiyeti, yemekte benimle birlikte bayağı yemek yemesiydi. İçimden: "Bir
insan bu kadar yemek yiyerek böyle firâsetli olabilir mi?" filan diye
geçirdim! Çünkü kendisi hem fasih, hem beliğ ve talâkatlı konuşuyordu. Sanki
ağzından sözler yağ gibi akıyordu. Herhalde düşüncemi okudu ki, şöyle bir söz
söyledi: "Az yiyip yaşamak da kerâmet, çok yiyip hazmetmek de
kerâmet!" Dışarı çıkınca içimden geçirdiğim düşüncemi söyledim. Onlar
Hoca Efendi'nin aslında günde bir defa yemek yediğini, sadece öğlen yemeği
yediğini; sabah ve akşam yemediğini, bu yüzden bana çok yemek yer gibi
geldiğini belirttiler. Bu şekilde hatıralarını muhafaza ederek döndüm ve yıllar
sonra cenazesinde de bulunmak nasip oldu.
(Şaban Kalaycı, Mehmed Feyzi
Efendi'den Menkıbeler-Karanlıktan Nura, s. 168-169, Hamle Yayınları, İstanbul.)
Prof. Dr. MÜCTEBA UĞUR (Ankara Ünv.
İlâhiyat Fakültesi Emekli Hadis Öğretim Üyesi):
"Sadece Bir Müdür"
Ankara'da hastahanede yatmakta iken
bir telefon aldım. Eski bir dost, Muzaffer Ertaş Hocam, Mehmed Feyzi Efendi'yi
anmak gibi hayırlı bir hizmetten bahsederek benim de bu toplantıda bir konuşma
yapmam ricasında bulundu. Ciddi bir rahatsızlığım vardı. Tansiyonum bir türlü
çıkmıyordu. Ama Mehmed Feyzi Efendi'nin ruhaniyetiyle inşallah şifa buluruz,
tekrar sağlığımıza kavuşuruz ümidiyle bu teklifi sevinçle kabul ettim. Ve
Allah'a şükür kısa zamanda sağlığımı tekrar kazanmış oldum.
(...) Büyük milletler, aralarından
büyük insanlar çıkarabilen milletlerdir. Ama nasıl bir büyük insan? Başkası
tarafından yapmacık olarak büyütülen değil; bağlı olduğu, dayandığı meşreb
itibariyle kendisini yüceltmiş ve başkaları tarafından da, bilhassa yüce
kimseler tarafından da yüceliği tasdik edilmiş bir insan! Yani dayandığı yüce
kaynak itibariyle yücelmiş ve bilhassa ehil kimseler tarafından yüceliği
onaylanmış insanlar!.. İşte biz Merhum Mehmed Feyzi Efendi Hazretleri'nde böyle
bir gönül yüceliği olduğunu, onun böyle bir gönül pırıltısına sahip yüce kimse
olduğunu görüyoruz. O da Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellemden ve Kur'an-ı
Kerim'den devşirmiş olduğu yüce hasletlerin tabii bir sonucu oluyordu.
(...) Ben 1966 yılı 10 Şubat günü bir
müdürle Kastamonu İmam Hatip Okulu'nu açtım. Hani bir söz vardı: "Bir
müdür, bir mühür" diye... Bende mühür de yoktu! Göreve başlama yazısını
yazacağım kağıdı Abdurrahman Paşa Lisesi müdüründen aldım ve onların
daktilosunda yazdım. Okulda hiçbir şey yoktu ama bir ümit ve heyecan vardı. Bu
ümit Allah'ın izniyle meyvelerini verdi. Ve ben de işin içine maneviyat kokusu
sinsin diye, esmâu'l-hüsna (Allah'ın güzel isimleri) sayısınca, yani 99 öğrenci
kaydettim. Aradan bir kaç ay geçti, o yılın Mart ayı geldi. Hacıları
uğurlayacağız. Kulakları çınlasın (şimdi merhum oldu) Sinan Bey Câmii imamı
Boyacı Hafız (Lütfullah Kırkbeşoğlu) hacıları uğurlama duasını benim yapmamı
rica etti. Benim bu duam Sinan Bey Câmii minaresi hoparlöründen de yayınlandı.
Malumunuz olduğu üzere Merhum Mehmed Feyzi Efendi'nin evi de oraya yakın olduğu
için duamı duymuşlar ve duayı kimin yaptığını sormuşlar. Benim olduğumu
öğrenince "Allah muvaffak etsin" diye dua etmişler. Ben İmam Hatip
Okulu'nu açmaya ne kadar hevesli isem, Mehmed Feyzi Efendi de aynı şekilde
okulun açılışına hevesli idiler.
Aradan bir müddet zaman geçtikten
sonra o sırada Tosya Müftüsü olan hemşehrim Ömer Şahin geldi ve onunla birlikte
Feyzi Efendi'yi ziyarete gittik. Elini öpüp oturduk. Bu ilk karşılaşmamızda
bende dirayetli, bilgili ve her şeyden önce müeddeb (edepli) bir gönül eri
intibaını uyandırdı. Kendisinden istifade edilir bir ilim adamıydı. Ancak benim
kendisini sık sık ziyaret etmememi istedi. Bunu asıl görevimize bir zarar
gelmemesi için, beni korumak için yapıyordu. Ama manevi irtibatımız hiç
kesilmedi. Benden hiçbir zaman feyizlerini kesmediler.
(...) O ilk derste konu, "Bedee'l-İslâmu
ğarîben..." hadis-i şerifini açıklama yönünde olmuştu. Bendeniz İmam
Hatip okullarında daha önceden hadis dersleri okutmuştum. Daha sonra da Cenâb-ı
Hak bu uzmanlık dalını bana nasip etti. Dolayısıyla bu hadis-i şerifi
biliyordum. Ama yorumunu ilk defa değişik bir şekilde Mehmed Feyzi Efendi'den o
gün dinlemiştim. Onun yorumu benim çok hoşuma gitti ve kendi bildiğim yorumumu
bırakarak onun tercih ettiği yorum yönünde bu hadisi öğrencilerime anlatmaya
çalıştım. Çünkü onun yorumunda bir ümit ve dolayısıyla o yönde çalışmaya bir
teşvik vardı. Bu ise İslâm toplumları için daha uygundu."
"Ücretsiz Halk Eğitimi Yapan Bu
Kimseleri Desteklemek Lâzım!"
1987 yılında "Türk Kültür ve
Tarihinde Kastamonu" isimli bir sempozyum vesilesiyle birkaç arkadaş
Kastamonu'ya gelmiştik. Mehmed Feyzi Efendi'yi ziyaret etmek istedik.
Kastamonulu değerli dostum Prof.Dr. Abdülkerim Abdülkadiroğlu, Gazi Üniversitesi
İnkılap Tarihi Enstitüsü Başkanı Prof.Dr. Kâzım Yaşar Bey, İstanbul
Üniversitesi Edebiyat Fakültesi İslâmi İlimler Araştırma Enstitüsü Başkanı Prof.Dr.
Ahmet Suphi Fırat Bey ve bendeniz ziyaretine karar verdik. Önce Araçlı
dostumuz Hasan Yeğin Bey'den haber gönderdik.
“Hastayım ama madem Mücteba Bey
gelmiş, buyursunlar" davetiyle gittik. Giderken:
“Madem Hoca Efendi hasta imiş fazla
oturup rahatsız etmeyelim" diye de konuşmuştuk. Fakat ulemânın,
sulehânın yanında vaktin nasıl geçtiği anlaşılmıyor. Bir baktık ki orada sohbet
dinlerken bir saat geçmiş! Sohbet de hâlâ olanca tatlılığıyla sürüyordu. Fakat
benim içimde kendisini rahatsız ediyoruz diye bir ukte vardı. Hani bir söz var:
“Ulemâ yanında diline, evliyâ yanında
kalbine sahip ol!" diye... Mübarek Merhuma malum olmuş ki,
“Sohbet uzadı diye sıkılmayın!" buyudular!
Bir ara ben zihnimde olan bir sorumu
dile getirdim. Bu ziyaretimizden birkaç gün önce memleketim olan İskilip'te
Ebu's-Suûd Efendi'nin, babası adına yaptırmış olduğu camide sabah namazını
kılıp kabristan ziyareti için dışarı çıktığımızda bir baktık gökyüzünde ay
ile yıldız -aynı bayrağımızdaki gibi- bir araya gelmişler! Ben bu olayın
bir anlamı olup olmayacağını Hoca Efendi'ye sordum. Verdiği cevap engin bir
iman ve teslimiyetin, engin bir gönül adamı olmanın izlerini taşıyordu.
“İyi olur inşallah!" cümlesiyle kısaca olayı fâl-i hayr,
yani tabiattaki olayı iyiye yorumlamaktı. Teşe'üm, kötüye yorumlama değildi.
Ziyaretimizi tamamlayıp dışarı çıktığımız zaman Prof.Dr. Kâzım Yaşar
Kopraman Bey aynen şöyle söyledi:
“Halk eğitimi için milyonlarca para
harcanıyor. Bakınız bu insanlar bu işi fahri olarak, bir ücret almaksızın, mansıp-şöhret
istemeden, sırf Hakk'ın rızasına kavuşmak için yapıyorlar. Bunları desteklemek
lâzım! Bu şahıslar, edepsizlik telkin edilen yerde; edep, ahlâk, fazilet,
dürüstlük, bilgi, ilim ve irfan telkin ediyorlar. Ve bizzat bunları yaşayarak
güzel örnek oluyorlar. Böyle insanları baş tâcı etmek lâzım!.."
"Onun Ahlâkı Rasûlüllah
sallallâhü aleyhi ve sellemin Ahlâkı İdi"
Merhum Feyzi Efendi, son derece
mahviyet sahibi birisiydi. Bu ahlâkı, tıpkı hiçbir ücret beklemeden yaptığı bir
nevi kamu hizmeti olan eğitim işinde olduğu gibi, nebilere ait bir haslettir,
özelliktir. Çünkü Kur'an-ı Kerim'de Cenâb-ı Hak Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve
sellem Efendimize şöyle buyurmaktadır:
“Fe-bimâ rahmetin mina'l-lâhi linte
lehüm"
“Sen Allah'tan bir rahmet sebebiyle
onlara yumuşak davrandın." (Âl-i İmrân Sûresi, 159) İşte Rasûlüllah
sallallâhü aleyhi ve sellem Efendimizin o ipek yaratılışı, ahlâkı, o güleç yüzü
sırf Cenâb-ı Hakk'ın rahmeti sebebiyledir. Bu ise irşatta, eğitim ve öğretimde
şart olan bir husustur. Nitekim bunun hikmeti, âyette şöyle açıklanır:
“Velev künte fazzan ğalîza'l-kalbi
le'n-faddû min havlik"
“Eğer sen katı kalpli, sert huylu
olsaydın etrafından dağılıp giderlerdi!" (Âl-i İmrân Sûresi, 159) Tebliğ ruha yapılır.
Ruh ise huşunetten (sertlikten) hoşlanmaz. İşte risâletteki bu özellik, Mehmed
Feyzi Efendi'de aynen tecelli etmişti. Zaten hiçbir karşılık beklemeden yaptığı
kamu hizmeti de nebilere has bir özelliktir. Bunu da Rasûlüllah sallallâhü
aleyhi ve sellemin nübüvvet nurundan devşirmiştir. Mesela Şuarâ suresinde beş
tane Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellemin ağzından ve değişik sûre ve
âyetlerde de Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellemin ağzından şöyle
nakledilir:
“Ben buna (tebliğime) karşı sizden bir
ücret de istemiyorum. Benim mükâfatım ancak âlemlerin Rabbine aittir. (Şuarâ Sûresi, 127) Çünkü risâlet
Allah'ın kullarına lutfettiği en yüksek mertebedir. nebilerin vârisleri olan
âlim ve ârifler de bu yüzden hasbîliği tercih ederek yüce mertebelere
ulaşmışlardır.
"Zamanımızın Dünya Çapında Büyük
Gönül Erleri Kimlerdir?"
Mehmed Feyzi Efendi, sadece yurdumuzda
değil bütün İslâm âleminde tanınan bir kimsedir. Buna ait bir anektod nakletmek
istiyorum: Hastanede yatarken Kastamonu'dan bu konuşmayla ilgili teklifi
alınca, yanımdaki somyada hasta olarak yatan gönül ehli, devletin üst düzey
bürokratlarından olan arkadaşım durumu öğrenince:
“Yahu, bu senin hakkında konuşma
yapman istenen kimse Kastamonulu Mehmed Feyzi Efendi mi acaba?" dedi.
“Ben onun hakkında bir şeyler
dinlemiştim." dedi. Bendeniz
de hadisçi olduğum için öncelikle rivâyetin kaynağının sağlam olmasına dikkat
ederim. Onun için o arkadaşın anlattığı olayı bizzat yaşayandan dinleyip not
ettim.
Çorum Kubbeli Câmii İmam-Hatibi Hacı
Hâfız Rıfat Hoca şöyle anlatmıştır:
“1965 yılında kara yoluyla hacca giderken
Tebük'te Pakistanlı, Tebliğ cemaati üyesi Gulâm Efendi ile tanıştık. Gulâm
Efendi sohbet sırasında 'dünya halkının sevgisinin odağı olmuş büyük gönül
erlerini; ilim, ahlâk, mertebe itibariyle yücelmiş kişileri tanıyor musunuz?'
diye sorar. Onlar hayır diye cevap verince: 'Yahu siz Türk değil misiniz?' der.
Evet dediklerinde kendisi şöyle devam eder: 'Dünyada hal-i hazırda halkın
sevgisine mazhar olmuş 7 tane gönül eri insan var. Bunlar diğerlerinden
seçilmiş, adeta kutup haline gelmiş, hatta aralarında kutbu'l-aktâb
derecesine ulaşmış kişiler bulunan ulu kimselerdir. Bunların altısı
Türkiye'de, birisi başka memlekettedir. O altı kimse şunlardır:
1.
Sivaslı İhramzâde İsmail Hakkı Toprak Efendi
2.
Onun talebelerinden Hacı Hasan Akyol Efendi (Sivas Tekke Önü Mezarlığı'nda
Abdülvehhâb Gazi Hazretlerinin yanındadır.)
3.
Seyyid Osman Hulusi Ateş Dârendevî Efendi
4.
Merzifonlu Hacı Garip Hâfız Efendi
5.
Kastamonulu Kalaycı Hacı Hâfız Mehmed Feyzi Efendi
6.
Medine-i Münevvere'de meskun Ramazanoğlu Mahmud Sami Efendi
7.
Türkiye dışında............. (Kaddesa'llahu esrârahüm)
Allah cümlesine rahmet etsin, şefaat
ve himmetlerine nail etsin, âmin. (Bu bilgiler İbn-i Sina Hastanesi'nde tedavi
gören Sayın Yusuf Bey'in defterinden aynen yazıldı. Ona da Rıfat Hoca'nın
ağzından yazılmıştır.) Bu sıralamada bendeniz, Mehmed Feyzi Efendi
ismini duyunca ürperdiğimi hissettim! Ta Pakistan'a kadar İslâm âleminin her
tarafına Mehmed Feyzi ismi yayılıyor, ama biz senede bir kere onun için
toplanıp bir Fâtiha okumaktan başka bir şey yapamıyoruz! Aslında
yapabileceğimiz en iyi şey onu sevmek, bağlılığımızı devam ettirmek ve en
önemlisi onun gösterdiği yoldan gitmektir.
"Adam Dediğin Milletini
Sever" (Hadis-i Şerif)
İmam Buhârî Hazretleri Kûfe'ye geldiği
zaman hadis meraklıları, bize hadis yazdır, diyorlar. O da hayhay, yazdırayım,
diyor. 'Dinleyin! Ben size bir hadis yazdıracağım, ama onu kimse bilmez. Çünkü
bunun râvilerinin hepsi filan yerdedir. Onun için bu hadis yaygın değildir. O
da Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem Efendimizin dilinden çıkan şu dört
kelimedir: İnne'r-racüle yuhibbü kavmeh: Adam dediğin milletini sever!' [Bu rivâyetin kaynağı için bakınız:
Hâkim, Müstedrek, III, 141; Heysemî, Mecmau'z-zevâid, IX, 126.]
Bir Müslüman öncelikle komşularını,
sonra hemşehrilerini, sonra bütün vatandaşlarını, sonra da dindaşlarını
sevmiyorsa, ona Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellemin kastettiği manada
'adam' nazarıyla bakmak mümkün değildir! İslâmiyet sevgi dinidir. Çünkü din kardeşlerini
sevmek, tamamen imana bağlı bir olgudur. Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem
bu konuda yine şöyle buyurmuştur: 'Birbirinizi sevmedikçe (kâmil manada)
iman etmiş olmazsınız. İman etmedikçe de cennete giremezsiniz!
(Bu hatıralar, Şaban Kalaycı'nın Hamle
Yayınları tarafından basılan Mehmed Feyzi Efendi'den Menkıbeler-Karanlıktan
Nura adlı eserinin 91-95. sayfalarından aynen alınmıştır.)
Kaynak:
http://www.feyizlersofrasi.com/MFE-Ne%20dediler-2.htm
“BU MEZARLIĞIN İHATA DUVARININ
İKMALİNDEN SONRA, HERHALDE İLK GELEN BEN OLACAĞIM”
Başlıktaki cümleler, Darende'nin
Yenice Kasabası Yukarıöteçe, (Yukarıötegeçe) Mh.den,
“Güçcük Hoca” namı ile anılan Mehmet
Ali Kalkan'a ait.
Darende'nin yetiştirdiği değerli
şahsiyetlerden,
“Camcı Hacasanefendi” namı ile anılan
Hacı Hasan AKYOL'un;
“Yenice'de 17 evliya yatıyor”
buyurduğu bilinmektedir. 17 evliyadan birisinin de Güçcü Hoca olduğunu Hacı
Hasan Efendi ifade etmiştir. Şuğul köyünden Fazlı Sevindir'den ben bizzat
duymuştum. (Şimdi merhum). Ayrıca, Şeyh Hamid'i Veli Camiînin İmam ve
Hatibi Hulûsî Efendi'nin;
“Küçcük Hoca gibi hal ehli Darende ve
havalisinde yok dersek yanılmış olmayız” buyurduğunu, Şuğul köyünden Mehmet Perçin
(Kadı) ile Abidin Hacı namı ile anılan Hacı Kurt bizzat duyduklarını
ifade etmişlerdir.
Sadede gelelim, Güçcük Hoca ve de
mahallenin belli şahsiyetleri, Yukarıötegeçe mezarlığına taştan ihate duvarı
yapılmasına karar verirler. Bu karardan sonra Hoca, bu hayırlı teşebbüsün tüm
Yenice halkına duyurulmasını sağlar. Derhal köy harekete geçer. Traktör
römorku, eşek ve atı olanlar mahra ile mümkün olan yerlerden taş çekme
seferberliği başlatırlar. Güçcük Hoca ayrıca iyi bir yapı ustası olup ancak kum
temini çimento temininden zor. Tabiî ki mühim olan zoru başarmaktır. Evvel
ALLAH'a, sonra hayırseverlerin yardımına sığınarak işe başlarlar. Mevsim
sonbahara yaklaşmak üzere olmasına rağmen hava oldukça sıcak. Bağ-bahçe işleri
ve de kış hazırlıkları işi yoğun olması dolayısı ile amele bulamayıp, harcı
kendisi karıştırıp, yapıyı da bizzat kendisi yaptığı günler çok olur.
Genişliği, takriben otuz dönüm kadar olan mezarlığın ihate duvarı yapımı zor da
olsa nihayet tamamlanır. Demircinin yaptığı demir kapı takılırken, birkaç
komşunun da bulunduğu anda Güçcük Hoca araya girerek şöyle der;
“Komşular; bu kutsal mekân hepimizin
geleceği son duraktır. Hayırlı olsun. Sizlere sürpriz bir şey diyeceğim; bu
ihate duvarının tamamlanmasından sonra mezarlığa ilk gelen ben olacağım gibi
geliyor bana. İçimden gelen his, bana böyle dedirtiyor. Yalnız sizlerden bir
isteğim var; bu mezarlığı yeşille örtüştürmenizdir. Herdem yeşil (Çam türü)
ağaç tercihiniz olsun. Ben bunu tüm Yenicelilere vasiyet ediyorum. Çünkü,
burada, halen Maraş'ta medfun Hacımamed Efendinin kardeşi Abdurrahman Efendi,
kırk yıl Medine-i Münevvere'ye aralıksız hizmet eden ve de hiç evlenmeyen Hacı
Hasan Efendi (YÜCEL) ve daha nice değerli zatların burada yattığı bilinmektedir.
Bu mezarlığın tepelenmesine çok üzülüyordum. Bu itibarla, böyle bir yerin korunmaya
alınması yegâne arzumdu. Şimdiyse ALLAH'a şükür bu arzumuz gerçekleşti.”
Dedikten sonra,
“Yardımda bulunan, imece usulü bizzat
çalışanlara çok teşekkür ediyorum. Allah birine bin versin bu hayır
sahiplerine” diye dua eder. Gerçekten dediği gibi olmuş, cennet mekân Mehmet
Ali Kalkan Hoca bu konuşmasından 30 gün kadar sonra Hakk'ın rahmetine
kavuşmuştur.
Not: Nevar ki, 30 yıla yaklaşan zamana
rağmen bu mezarlığın halen yeşile hasret görüntüsü gerçekten üzücü. Odası ve
sofrası açıklığı yanında, 120 atlı ile Maraş Kurtuluş Savaşı'na katılması ile
de ününe ün katan Yeniceli Memmet Ağa'nın torunu Mehmet Yücel de bu gün Yenice
kasabasının belediye başkanıdır. O'nun ve tüm Yeniceli'lerin kulakları
çınlasın…
Kaynak: Torunu; Tacettin Kalkan
http://www.unsandigi.com/un3/40.asp
http://www.unsandigi.com/un3/40.asp
NAKŞİ HAKİ TARİKATİ İLM-İ LEDÜN SIRLARI
KİTABINDAN
Hacı Hasan Akyol Efendi, Kastamonulu
Fevzi Efendi ve İhramcızâde İsmail Hakkı Efendi Hazretleri hakkında
şunları anlattı;
“Yıl 1949 idi. Efendi Hazretleri 40
kişi Sivas’tan, 32 kişi Malatya ve Kastamonu tarafından olmak üzere 72 kişi ile
hacca gitmişlerdi. Medine’de şeyhim 40 gün başını yastığa koyup yatmadı.
Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellemin Ravzasında huzurlu günlerimiz oldu.
Cidde’de uçak beklerken Şeyhim;
“Anadan doğmuşa döndünüz, kul hakkı
hariç” dedi. Uçağa bindik. Şeyhim uçağın arka tarafına döndü, namaz kılıyoruz.
72 kişiye imam oldu. Nurcu cemaatinin başı Kastamonulu Fevzi Efendi de vardı,
dedi ki;
“Efendi ne mutlu. Hiç kimseye nasip
olmayan size nasip oldu” Şeyhim dedi ki;
“Sözünüzden taviz vermeyin, imanınızda
sadık olun. Mahşerde 72 fırka, 73 cü olan Nâci fırkasının öncüsü tayin olunduk”
sözünü şeyhimizin, dilinden duydum.
Kaynak:
İsmail Hakkı ALTUNTAŞ, Gavs-ül Âzam İhramcızâde İsmail Hakkı Toprak Sivasî Nakşi Haki Tarikati İlm-i Ledün Sırları [Kitap]. - İstanbul : Gözde Matbaa, 2007, s.763
İsmail Hakkı ALTUNTAŞ, Gavs-ül Âzam İhramcızâde İsmail Hakkı Toprak Sivasî Nakşi Haki Tarikati İlm-i Ledün Sırları [Kitap]. - İstanbul : Gözde Matbaa, 2007, s.763
Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.
Yorumlar