Print Friendly and PDF

KEMAL TAHİR'İN ÖLÜMÜ



Kemal Tahir'i bilirsiniz.
Peki, nasıl öldüğünü de bilir misiniz?.. İşe baştan başlayalım: Romancı Kemal Tabir, Mayakovski kopyacısı (sözde şair) Nazım Hikmet'in hapishane arkadaşıdır. Bilgi ve kültür alışveriş­leri olmuştur. Sonunda Kemal Tahir, Sol'un kul­lanabileceği bir kıvama gelmiş ve hapishane çı­kışı üstüste romanlar neşrederek sola karşı olan borcunu ödemeye başlamıştır.
Sol, yeni bir edebiyat adamını «BÜYÜK RO­MANCI» olarak kabullenip büyük reklâm ve propagandalarla Türk okuyucusuna lanse etmiş­tir.
Buraya kadar bir şey yok.
Fakaat, aradan yıllar geçip te Kemal Tahir el-yordamıyla gerçekleri yazmağa başlayınca «Azınlık sol» kızgın tavaya atılmış diri bir istav­rit gibi tutuşmaya başlamıştır... Çünkü beklenmeyen bir zaman ve zeminde bu türlü çıkışlar zaten karışık olan solu daha da karıştırmıştır... Peki, bu tedirginliğe sebep ne? Durun anlata­yım: Kemal Tahir, el-yordamıyla vardığı gerçek­leri artık gizleyemez durumdadır. İki yoldan birini seçmiş; Mertliğe, dürüstlüğe giden yola sapmış­tır ve... yakın tarihi şöyle bir harmanlayarak Sultan Abdülhamid'in asla hain olmayıp son de­rece dürüst bir politika takip ettiğini yazıver­miştir.
Sonra da işte olanlar olmuştur.
Romancı uzun süredir ciğerlerinden rahat­sızdı. Sık sık hastalanıp yataklara düşüyordu. Derken mühim bir ameliyat geçirdi. Akciğerinin birini bedeninden koparıp aldılar. Ama, Kemal Tahir «Yarım adam»lığına bakmadan bildiğini okumak cesaretini gösterdi. Büyük bir pişman­lık duygusu içinde ve eski hatalarını affettirmek kaygusu ile olsa gerek, durup dinlenmeden yaz­mağa devam ediyordu. Her yeni kitabı ve her yeni konuşması ile diri istavritler kızgın tavaya girip girip çıkıyordu.
Doktoru ne demişti halbuki?
      Sakın ha yorulma, aman ha sinirlenme... Hele münakaşalara hiç girme. Yoksa «güm» di­ye gidersin...
Kemal Tahir bütün bu ikazları duymazlık­tan geldi. Solcuları kudurtmağa devam etti.

Günlerden bir gün Kemal Tahir'in Kadıköy'­deki evinin telefonu uzun uzun çaldı. Romancı usulca kalkıp telefona uzandı :
       Buyrun, ben Kemal Tahir.
Telefonun öbür ucundan, terbiyeli ve ezik bir ses :
      Affedersiniz üstadım, rahatsız ediyo­rum... Ben Mehmet Barlas, nasılsınız?
           Teşekkür ederim, buyrun Barlas Bey...
           Efendim bu akşam bizim evde toplanaca­ğız. İsmail Cem ile Yeni Ortam gazetesinden bir arkadaş da gelecek. Uzun zamandır sohbetleri­nizden uzak kaldık. Acaba siz de gelebilir miy­diniz?
           Barlas Bey, biliyorsunuz oldukça rahat­sızım. Evden dışarı pek çıkamıyorum.
           Aman üstadım. Yeni Ortam'daki arkadaş sizinle tanışmak da istiyordu. Sizi hiç yormayız efendim, lütfedip davetimize gelin. İsmail Cem de ısrar ediyor. Üstadı mutlaka aramızda göre­lim, diyor.
           Madem öyle, hayhay Barlas Bey. Akşama sizin eve geleceğim.

Kemal Tahir sözünde durmuş ve Mehmet Barlas'm Şişli'deki şatafatlı evine gelmiştir. İs­mail Cem, Mehmet Barlas ve Yeni Ortam yaza­rı, misafiri kapıda karşılarlar. Nezaket kuralla­rına harfiyyen uyulmuştur. Az sonra da yemek masasına oturulur.
      Buyrun üstadım başlayalım...
Kemal Tahir ilk lokmayı almış, ağzına gö­türmüştür. Yeni Ortam yazarı meseleye «pat» diye girer :
      Son zamanlardaki üslûp ve tutumunuz bizi şaşırtıyor. Niçin böyle yapıyorsunuz?
Kemal Tahir, lokmasını yutamamıştır. Ben­zi sararır, sonra morarır...
      Niçin böyle yapıyorsunuz?
Kemal Tahir titremeğe başlar, kesik kesik öksürmektedir.
«Niçin böyle yapıyorsunuz»lar ikileşir ve üçleşir. Romancının nefesi daralmıştır. Öksürük şiddetini artırir... Üç koldan yapılan yaylım ate­şi de dozunu artırmaktadır.
             Yapmayın, hastayım...
            Son zamanlardaki tutumunuz bizi şaşırtı­yor. Niçin böyle yapıyorsunuz!!!
Romancı güç halle doğrulur. Kapıya doğru ağır aksak ve sendeliyerek yürür. Nezaket ku­ralları çeyrek saat öncede asılıp kalmıştır. Ke­mal Tahir kapıyı bulabilmiştir... Kemal Tahir, merdivenleri de bulabilmiştir...
Solun dünkü serdengeçtisi, bugünkü solun terkedicisi Kemal Tahir vapur yolculuğu boyun­ca kıvrana kıvrana öksürmektedir. Kimse yar­dıma gitmez. Kendini yerden yere atan bu ih­tiyarı sarhoş sanmaktadırlar. Romancı daha sonra iskeleye düşer gibi inmiştir. Romancı evini can havliyle ve elyordamıyla bulmuştur.
Evin alt katında oturanlar da Kemal Tahir'i kapı önünde yığılı bulmuştur. Üst kattaki ha­nımına haber verilir.
Üst kata çıkamıyan romancı koltuklanarak alt kattaki komşuya sürüklenir gibi götürülür. Ama öksürük müthiştir.
Ve romancı artık kan kusmaktadır. Acele bir doktor... Acele bir doktor... deme­ye kalmaz. Kemal Tahir son nefesini verir.
Acaba, diyorum. Kemal Tahir yarım ci­ğer iyle ecelle pençeleşirken İsmail Cem, Meh­met Barlas ve Yeni Ortam yazarı ne yapıyordu? Yemeğe devam mı ediyorlardı, yeni bir viski mi açmışlardı? Yoksa, «Ayıp ettik doğrusu» deyip vicdan azaplarıyla başbaşa mı kaldılar.
Her neyse... Bizim anlatmak istediğimiz bir romancının kaderi ve acı sonudur... «İşte böyle bu dünyanın işleri.»
Sh: 80-84
Kaynak: Nedim   GÜRBÜZ, DOSTLARA MEKTUP,Yeniasya Yay. 1977, İstanbul
Dünya nerede? Türkiye nerede? Ve biz neredeyiz?
San'at nedir, sanatçı kimdir? Bu konuda ne düşünüyorsunuz? Bana sorulursa yalnız edebiyatın ve kuru politikanın bu memleket gerçeklerine «Sade suya tirit» kadar yakın olabileceği görüşündeyim.
Varsa-yoksa politika... Varsa - yoksa edebiyat...
Pöh!
San'atsız «Medeniyet» olmaz, olamaz...
1974 yılında Türkiye'ye bir Alman profesör geldi. Süleymaniye Camiinden bir türlü koparamadılar. Hayranlığı o derece büyüktü ki, günlerce onu Süleymaniye'den ayıramadılar. Sonunda kendisine refakat edenlere ansızın soruverdi:
       Bu muhteşem medeniyetin harikulade mimarîsi karşısında şaşkınlığım büyük. Ama, bu mimarînin mutlaka musikisi de olmalı. Bana o musikiyi lütfen dinletiniz...
Alman profesöre türküler dinletildi. Profesör:
       Hayır, dedi. Bu müzik, o mimarînin müziği değil...
Alman profesöre şarkılar dinlettiler... 0 yine :
       Bu da değil, dedi.
Aradan üç gün geçti. Profesör Almanya'ya dönmek için hazırlıklara başladı. İstanbul'un Harbiye semtindeki bir uçak şirketi bürosundan bilet aldı. Tam kapıdan çıkarken dehşet içinde durakladı :
       Tamam! diye bağırdı... O büyük mimarînin musikisini duyuyorum...
O esnada, Harbiye'deki Orduevindeki askerler Mehter Marşı çalışmaları yapıyordu. Profesör, az önce aldığı uçak biletini hemencecik iptal edip koşa koşa Orduevine gitti. Gözleri pırıl pırıldı. Prova yapan askerlerin arasına karıştı. Şöyle mırıldanıyordu :
     Biliyordum... Biliyordum... O mimarînin mutlaka musikisi de olmalıydı. Yoksa Türkler bu camiyi yapamazdı..
Demek ki, medeniyet politikadan ibaret değil. Edebiyattan ibaret hiç değil. San'at olmadan, san'at adamı olmadan medeniyet olmuyor.

Türkiyemizin yetiştirdiği usta sanatkârlar Avrupa'ya, Amerika'ya göç ediyor... İnsanı utandıran, kahreden, yerden yere vuran bir hazin haberdir bu.
Olamaz! Millet «Millet» mi değil?.. Devlet
«Devlet» mi değil? Ne oluyoruz?.. Köşe başlarına oturmuş «Devletliler» bu kadar mı umursamazlık içindeler? Varılabilecek ve ulaşılabilecek en üst noktaya gelmiş san'at ustaları nasıl yalnız bırakılır, nasıl? Akıl erdirmekte zorluk çekiyoruz.
Ceremesini şu necib milletin çekeceği davranış eksikliğini ve aksiyon fukaralığını bakalım daha ne kadar zaman içimiz burkularak seyretmek talihsizliğini tadacağız?

Eski Devlet Bakanlarımızdan Turhan Bilgin'in kulakları çınlasın. Malazgirt Meydan Savaşının Bininci yıldönümünde geniş çaplı bir film yapılacaktı. Çok kabiliyetli bir rejisörle anlaşmaya varılmış ve Türkiyenin en çok ödül kazanan rejisör-aktörüyle projeler hazırlanmıştı. Müslüman-Türk'ün tarihindeki bu en mühim hadise son derece faydalı bir şekilde bu vatana armağan edilecekti. Bir 12 Mart Muhtırası ile bu proje de suya düştü. Ve öylece kaldı. Dileğimiz odur ki, aynı proje tekrar suyüzüne çıkarılsın. Geç kalınmamıştır. Devlet, bu filmin çekimini mutlak bir vazife olarak kabullenmelidir. Çünkü Malazgirt, esprisi çok büyük bir olaydır. Israrlı olmak ve beklemek hakkımızdır.

Bazı ustalar, azınlığın güdümlü yardımları ile tecrübe kazandılar. Çünkü, her alanda olduğu gibi film piyasası da bu ülke insanını horgörenlerin kontrolünde idi. Zamanla mesele anlaşıldı ye memleket gerçeklerini kavrayan usta. sinema adamları bunların hegemonyasını kabul edemez duruma geldiler... Ne yazıktır ki, yapayalnız ortada kalakaldılar. Kuru politika ve kupkuru edebiyatla meselelere çare bulmak alışkanlığından kurtulamamış kişilerin san'ata ayıracak zamanı yoktu.
Korkarız, zaman gelecek; kendilerini, ülkeyi ve medeniyetimizi kurtaracak zamanları da olmayacak.
Tekrar edeyim: San'atsız medeniyet olmaz... Buraya mim koyunuz.
Sh: 97-100
Kaynak: Nedim   GÜRBÜZ, DOSTLARA MEKTUP,Yeniasya Yay. 1977, İstanbul
"GECELERİ NİYE UYUMAZ YILDIZLAR"
*
Gücü olanlar yapıyor da, gücü olmayanlar öğretiyor. Öğretenler olmasaydı, muktedirler nasıl güçlü olabilirdi dersiniz?
*
Gözlerini ve düşüncelerini başkasına ödünç vermeyi beceremeyen kıskançlar ordusuna bir de sıkılmadan «Aydın» diyorlar.
*
Geceleri niye uyumaz yıldızlar?.. Önce bunu öğrenmeli. Şiiri sonra yazmalı.
*
«Deniz dediğin böyle olur» dedirten cinsten bir deniz nerede var acaba? Yelkenler çürüyor..,
*
Diploması piyangodan çıkmış kişilere bazıları nedense «İlerici Profesör» diyor.
*
Vurma!.. Vuracağın yere vurdular...
*
Sor!.. Soracağın şeyi daha soran olmadı—
*
En güzel yeryüzü, ihtiyarların gözünde. Keşke bizde olaydı...
*
Avcıyı paralayan her kaplan canavardır. Peki, kaplanı öldüren avcı nasıl «Kahraman» oluyor?
*
En komik şey,    kendini kurtaramayanların ülkeyi kurtarmağa kalkışmasıdır.
*
Tekrarda büyüklük var-. Güneş her gün doğuyor, usanan var mı?
*
Önce kendini yakala... Ellerini ve ayaklarını bir güzel bağla. Hırsını bir vuruşta mum et.
*
Despottan meded umanlara «Millet» demek ayıptır. Sürülerin kulağı çınlasın...
*
Adam, on yılda çıkmış yukarı. On yıl sağa, on yıl sola bakmış. On yıl da aşağı bakacakmış, olmamış...
*
San'at    güzelliğe, ahlâk iyiliğe    götürüyor. Peki... San'at ve ahlâk vadisine nerden gidilir?
*
Şu hafakan dolu dünyada biri kalkıp sabır satmağa başlasa, inanın bir günde zengin olurdu.
*
Acının  ve  ıstırabın  da  lüzumlu  olduğunu anlar anlamaz hayat güzelleşiveriyor.
*
Çıraklar büyüdükçe ustalar sevinçten ölmeli, kahırdan değil.
*
Paranın gözü kör olsun. Ama bizi duymak için kulakları sağlam olmalı...
Sh:216-217
Kaynak: Nedim   GÜRBÜZ, DOSTLARA MEKTUP, Yeniasya Yay. 1977, İstanbul


Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.

Benzer Yazılar

Yorumlar