Print Friendly and PDF

KENDİ CEHENNEMİMİZİ YARATIRKEN



Tarih boyunca görülen beden protezlerinin en eskisi hiç kuşkusuz, benzer-olan’dır. Ama benzer-olan tam bir protez değildir: Ruh, gölge, aynadaki görüntü gibi öznenin kendi ötekisi olarak görünen, hem kendisi olmasına hem de asla kendine benzememesine yol açan, kurnaz ve sürekli defedilmiş bir ölüm gibi aklını kurcalayan düşsel bir figürdür. Yine de her zaman değil: Benzer-olan somutlaştığı, görünür hale geldiği zaman dolayımsız bir ölüm anlamına gelir.
Benzer-olan’ın, öznenin kendisiyle yabancılığım ve aynı zamanda yakınlığını temsil eden, düşsel güç ve zenginliğinin, kendi maddesizliğine, bir fantezi olmasına ve öyle kalmasına dayandığı da söylenebilir. Herkes, yaşamı boyunca, kendi varlığının kusursuzca ikiye katlanmasını ya da çoğalmasını düşleyebilir ve düşlemek zorunda kalmıştır; ama, bu yalnızca bir düş gücündedir ve düş gerçeğe doğru itildiğinde kendini yok eder. Baştan çıkarmanın (ilkel) sahnesi için de aynı durum söz konusudur: Bu sahne yalnızca düşlenmişse, yeniden hatırlanmış sa, asla gerçek olmamışsa gerçekleşir. Diğer fanteziler gibi bu fantezi de insanın çağımızda cinlerinden kurtulma isteğidir, yani bu fanteziyi ete kemiğe büründürmek ve tam bir yanlış anlamayla, Öteki’yle ölüme kurnazca yer değiştirterek, Öteki’yi Aynı’nın ebediyeti haline getirerek, benzer-olanın oyununu değiştirme isteğidir.
Klonlar. Klonlama. Bireyselleşmiş bir organizmanın her bir hücresi özdeş bir bireyin yeniden dölyatağı haline gelebileceğinden, ağaç çelikleri gibi sonsuza dek insan yetiştirmek. Amerika Birleşik Devletleri’nde bir çocuk bir sardunya gibi doğabilecektir. Tam kopyası, kusursuz ikizi olacağı benzersiz tohumluk “baba”nın, yani tek bir bireyin tek hücresinden doğmuş olacaktır.
Ölüme bağlı olan eşeyli dünyaya getirmenin yerini alan ebedi ezeli ikizlik düşü. Sonunda Öteki’nden vazgeçilmesine ve aynı’dan aynı’ya gitmeye olanak tanıdığına göre akrabalığın en katıksız biçimi, hücrenin ikiye bölünerek üremesi düşüdür. Genetik yoluyla karmaşık varlıkları tekhücrelilerin yazgısına götüren tek-hücrelilik ütopyası.
Eşeyli varlıkları cinselleşme öncesi bir üreme biçimine itecek (Düşlemimizin en derininde bizim için ölüm ve ölüm itkisi demek olan şey, bu ikiye bölünme yoluyla üreme biçimi, bu tam bitişiklik yoluyla üreme ve çoğalma değil midir zaten?) ve aynı zamanda artık yalnızca bir özdeşliğin sürdürülmesi, döllenme olaylarının rastlantısallığına artık mahkûm olmayan kalıtımsal kayıtın şeffaflığının hedeflenmesi için metafizik açıdan her tür ötekiliği, Kendi’nin her tür başkalaşmasını yadsımaya itecek olan bir ölüm itkisi değil mi bu?
Ölüm itkisini bir yana bırakalım. Söz konusu olan kendini dölleme fantezisi mi?
Hayır; çünkü bu fantezi her zaman anne ve baba figürlerinden oluşur; kişinin, dünyaya getirmenin simgesel yapısını kesinlikle yadsımadan yerine geçerek silmeyi düşlediği eşeyli akraba figürlerinden geçer: Kendi çocuğuna dönüşmek yine de birinin çocuğu olmaktır. Oysa klonlama, anne gibi babayı da ortadan kaldırır; genlerinin birbirine girmesini, farklarının karmakarışıklığını, özellikle de döllenmenin ikili eylemini köklü biçimde ortadan kaldırır. Kloncu kendini döllemez: Bölütlerinin her birinden tomurcuklanır. Gerçekte, “insan olmayan” bir cinsellik, yan yanalık ve anında bölünme yoluyla bir cinsellik uğruna her tür Oedipusçu cinselliği dağıtan bu bitkisel dallanmanın zenginliği üzerine kuramlar yürütülebilir; ne var ki kendini dünyaya getirme fantezisi söz konusu değildir artık. Kişinin rastlantısal özgürlüğü uğruna değil de, “kod” adı verilen bir ana kalıp uğruna, anne ve baba yok oldu. Ne anne ne baba var artık: Bir ana kalıp var sadece. Bundan böyle her tür rastlantısal cinsellikten arıtılmış işlemsel bir kip üzerinde sonsuza dek “çocuk doğuran” da bu genetik kodun ana kalıbıdır.
Özdeşlerin kopyalanması öznedeki bölünmeye son verdiğine göre özne de yok artık. Klonlamada ayna evresi ortadan kaldırılmıştır; ya da daha doğrusu korkunç bir parodiye dönüştürülmüştür. Klonlama, yine aynı nedenle, öznenin ideal “öteki ben”inde yansımasına ilişkin o hatırlanmayan ve narsis düşten de geriye hiçbir şey bırakmaz; çünkü bu yansıma da yine bir görüntüden geçer. Öznenin kendini yeniden bulmak için kendine yabancılaştırdığı aynadaki görüntü ya da öznenin bu imgede ölmek için kendini gördüğü baştan çıkarıcı ve ölümlü görüntü: Klonlamada bunların hiçbiri yoktur. Aracı yok, görüntü yok; seri üretim içinde ardından gelen özdeş aynanın aynası olan, sanayi nesnesi aynadan başka bir şey yoktur. Biri, asla diğerinin ideal ya da ölümlü serabı değildir; sadece birbirlerine eklenirler ve ellerinden gelen tek şeyin birbirlerine eklenmek olması, dünyaya cinsellik yoluyla getirilmiş olmadıklarından ve ölümü tanımadıklarındandır.
İkizlik bile yoktur, çünkü ikizlerde kendine özgü bir özellik vardır; İki’nin baştan itibaren iki olan ve asla Bir olmamış olan özel ve kutsal bir çekiciliği vardır. Oysa klonlama ayrımın yinelenmesini kutsar: 1+1+1+1, vb.
Ne çocuk, ne ikiz, ne narsis yansı; klon benzer-olan’ın genetik yoldan maddileşmesi, yani her tür ötekiliğin ve düşlemin yok edilmesidir.
Toprak solucanı gibi, bir bölüt de üremek için düşsel dolayıma ihtiyaç duymaz: Solucanın her bölütü kendini doğrudan tam bir solucan olarak üretir, tıpkı bir Amerikan genel müdürünün her hücresinin yeni bir genel müdür verebilmesi gibi, tıpkı her hologram parçasının tam bir hologramın ana kalıbına yeniden dönüşebilmesi gibi: Hologramın dağılan her parçasında, daha az bir sadakatle de olsa enformasyon tam olarak kalır.
Bütünsellik böylece sona erer. Tüm enformasyon, parçaların her birinde bulunuyorsa, bütünlük anlamım yitirir. Bu, bedenin, beden denen o eşsizliğin de sonudur; bedenin sırrı tam da birbirine eklenen hücreler halinde bölütlenemez olmasında, bölünemez bir biçimlenişi olmasındadır; cinselleşmesi de bunun kanıtıdır. Paradoks: Klonlama, modellerinin benzeri olduğuna göre yaşam boyu eşeyli varlıklar imal edecek ve cinsellik de böylelikle gereksiz bir işleve dönüşecektir; ama tam da cinsellik bir işlev değil, bir bedeni beden yapan şeydir, bu bedenin bütün değişik işlevlerini aşan şeydir. Cinsellik (ya da ölüm) bir bedende toplanabilecek tüm bilgiden artan şeydir. Oysa tüm bu bilgi genetik formülde toplanmıştır. Dolayısıyla genetik formül kendine cinsellikten ve ölümden bağımsız, özerk bir üreme yolu bulmalıdır.
Biyofizyo-anatomi bilimi, bedeni organ ve işlev olarak açımlamasıyla, bedenin analitik ayrışma sürecini şimdiden başlatmaktadır. Mikromoleküler gen bilimi de bunun olsa olsa mantıklı, ama hayli üstün bir soyutlama ve simülasyon düzeyindeki sonucudur; bu düzey komuta edici hücrenin, çekirdeğin ve tüm bu olağanüstülüğün etrafında örgütlendiği gen kodunun düzeyidir.
İşlevsel ve mekanikçi görüşte her organ yalnızca kısmi ve farklılaşmış bir protezdir hâlâ: Şimdiden bir simülasyondur, ama “geleneksel” bir simülasyondur. Sibernetik ve bilgi-işlemsel bakış açısıyla, bir bedenin “embriyon halindeki” protezine dönüşen şey, farklılaşmamış en küçük eleman, bu bedenin her bir hücresidir. Tüm bedendeki gerçek modem proteze dönüşen şey, her hücrede yazılı genetik formüldür. Protez genel olarak işlevini yerine getiremeyen bir organın yerini alan insan yapımı yapay bir organ ya da bir bedenin alet biçimindeki uzantısıysa, o zaman, bir bedenin tüm bilgisini içeren DNA molekülü, artık kendi de protezlerinin sonsuz serisinden başka bir şey olmadığından, protezin ta kendisi, bedenin kendi kendine sürmesine olanak tanıyacak olan şeydir.
Tüm mekanik protezlerden çok daha etkili ve daha yapay olan sibernetik protezdir. Çünkü gen kodu “doğal” değildir. Bir bütünün soyut ve özerkleşmiş her parçası, bu bütünün yerine geçerek başkalaştıran yapay protez (prothesis: Etimolojik anlamı budur) haline gelir. Aym şekilde, bir varlığın tüm “bilgi”sini içerdiğinden bu varlığın bütününün yoğunlaştığı genetik kod, artık çoğalmayla bile değil de katıksız ve yalın iletim yoluyla, aynı buyruklara boyun eğen özdeş varlıkların doğabileceği bir yapaynesne (artefact), soyut bir ana kalıp olarak görülebilir (Genetik simülasyonun inanılmaz şiddeti buradan kaynaklanır).
“Bana kalan genetik miras, belli bir sperm belli bir yumurta ile karşılaştığında sonsuza dek belirlenmiş oldu. Bu miras beni gerçekleştiren ve işleyişimi sağlayan tüm biyokimyasal süreçlerin reçetesini kapsar. Bu reçetenin bir kopyası bugün beni oluşturan on milyarlarca hücrenin her birinde kayıtlıdır. Her biri beni nasıl üreteceğini bilir; o, karaciğerimin ya da kanımın bir hücresi olmadan önce benim bir hücremdir. Dolayısıyla bu hücrelerin birinden yola çıkarak bana özdeş bir birey yapmak kuramsal olarak mümkündür.”
A. Jacquard
Demek ki klonlama, bedenin oluşum tarihinde, soyut ve genetik formülüne indirgenmiş bireyin seri bölünmeye mahkûm olduğu son evredir. Burada Walter Benjamin’in teknik çoğaltılabilirlik çağında sanat yapıtına ilişkin söylediği şeyin yeniden ele alınması gerekir. Seri halde çoğaltılmış yapıtta yitirilen şey, yapıtm aura'sidir, şimdi ve burada’nın o özel niteliği, estetik biçimidir ve Benjamin’e göre de bu, önüne geçilemez çoğaltılma yazgısı içinde politik bir biçim alır. Yiten şey, ancak nostaljik ve geçmişe dönük bir tarihin “otantik” olarak yeniden oluşturabileceği orijinaldir. Benjamin’in çağdaş sinema, fotoğraf ve kitle iletişim araçlarıyla ilişki içinde betimlediği bu gelişmenin en ileri, en modem biçimi, her şey daha baştan sınırsız çoğaltım uyarınca tasarlandığından, orijinalin bundan böyle hiç yer almadığı biçimdir.
Yalnızca iletiler düzeyinde değil, klonlama ile bireyler düzeyinde de başımıza gelen budur. Gerçekte artık yalnızca bir ileti veya bir bilgiişlem maddesi olarak düşünülen bedenin başına gelen budur. Bu durumda, Benjamin’in sanayi nesneleri ve kitle iletişim görüntüleri için kullandığı aynı terimlerle bedenin seri olarak üretilmesine hiçbir şey karşı durmaz. Çoğaltım (yeniden-üretim) üretimi önceler, genetik model de tüm olası bedenleri önceden belirler. Bu tersyüz olmayı buyuran şey teknolojik patlamadır. Benjamin, daha o zamandan, kökensel varlıklara geri götürülemeyen özdeş varlıkların üremesini olanaklı kılan bu teknolojinin çağımızdaki derinleşmesi henüz kavranmamışken, henüz endüstri çağında olan bu teknolojiyi en uç sonuçları içinde, mutlak aracı bundan böyle hiçbir şeyin diğerinden ayırt edilemeyeceği özdeş nesneler ve görüntüler üretimini buyuran devasa protez olarak tanımlamıştır. Sanayi çağının protezleri hâlâ dışsal ve dıştekniklidir, bizim bildiklerimiz ise dal budak saldı ve içselleşti: İç tekniklidir bunlar. Yumuşak teknolojiler, genetik ve zihinsel Software çağındayız.
Sanayinin eski altın çağındaki protezler mekanik olduklarından hâlâ görüntüsünü değiştirmek için bedene geri dönüyorlardı; protezlerin kendileri de tersinir bir biçimde, imgelemde metabolizmaya dönüştürülüyorlardı ve bu teknolojik metabolizma da bedenin görüntüsünün bir parçasıydı. Ama simülasyonda geri dönüşsüz bir noktaya, ölümcül sınıra ulaşıldığında, yani protez, sonraki tüm simgesel devreleri yakarak derinleştiği, içselleştiği, bedenin anonim ve mikromoleküler bağrına işlediği ölçüde ve “kökensel” model olarak bedene içkinleştiğinde, her olası beden bu protezin değişmez tekrarından başka bir şey olmadığından, bu durum, bedenin, beden tarihinin ve başına gelen olayların sonudur. Kişi artık kendi genetik formülünün kanserli metastazından başka bir şey değildir. X kişisinden klonlama yoluyla meydana gelen tüm bireyler kanserli bir metastazdan kanserde olduğu gibi aynı hücrenin hızla çoğalmasından başka bir şey olabilir mi?
Genetik kodun ana ilkesiyle kanser patolojisi arasında sıkı bir ilişki vardır. Kanser temel bir hücrenin, bütünün organik yasalarını hiçe sayarak sonsuza değin hızla çoğalmasıdır. Aynı biçimde, klonlamada da hiçbir şey Aynı’nın sürdürülmesine, tek bir ana kalıbın dizginsizce hızla çoğalmasına karşı gelmez. Eskiden eşeyli üreme buna hâlâ karşı çıkıyordu; günümüzde ise özdeşliğin genetik ana kalıbı sonunda saptanabildi ve kişilerin rastlantısal cazibesini oluşturan tüm farkları ortadan kaldırmak da mümkün olacaktır.
Tüm hücreler öncelikle tek ve aynı gen formülünün bulunduğu yer olarak tasarlanmışsa eğer, bu hücreler yalnızca tüm özdeş bireyler değil, bir bireyin tüm hücreleri de temeldeki bu formülün kanserli yayılımından başka nedir ki?
Sanayi nesneleriyle başlayan metastaz, hücresel örgütlenmede son bulur. Kanser kapitalist çağın bir hastalığı mıdır, diye sormak gereksiz. Gerçekte kanser tüm çağdaş patolojiyi yöneten hastalıktır; çünkü bizzat kodun zehirlilik biçimidir: Hem aynı sinyallerin şiddetli biçimde tekrarlanmasıdır hem de aynı hücrelerin şiddetli biçimde tekrarlanması.
Beden sahnesi, tersinmez bir teknolojik ‘‘ilerleyiş” boyunca değişir. Değişime uğrayan şey, bütünün şemasıdır. Eksik bir organı tamamlamaya yarayan alışılmış protez bedenin genel modelinde hiçbir şeyi değiştirmez. Organ nakilleri hâlâ böyledir. Peki, zihnin psikotrop ve uyuşturucularla biçimlendirilmesine ne demeli? Burada değişikliğe uğrayan şey, beden sahnesi'dir. Psikotropik beden, temsilin, aynanın ve söylemin perspektif alanından geçmeden, “içerden” biçimlenmiş bir bedendir. Sessiz, zihinsel, moleküler (speküler  olmayan) [Bir ayna gibi ışığı yansıtan anlamında, ] beden; eylemin ya da bakışın aracılığı olmaksızın doğrudan metabolizmaya dönüşmüş beden; ötekilik taşımayan, sahnelenmeyen, aşkınlığı olmayan içkin beden; beynin ve iç salgı bezlerinin iç-patlamalı metabolizmalarına mahkûm beden; algı nesneleri yerine kendi iç terminallerine bağlı olduğundan duyarlı değil, duyumsal beden (Bedenin “temiz”, boş bir duyumsallık içine kapatılabilmesinin nedeni budur, kendisini çevreleyen dünyaya dokunmadan kendi duyumsal uçlarıyla bağlantısının koparılması yeterlidir); bu dokunulabilir plastiklik, zihinsel esneklik, çok yönlü psikotropizm evresindeki homojen beden; nükleer ve genetik manipülasyona yani mutlak görüntü yitimine şimdiden yakın beden; ne başkaları için, ne kendileri için temsil olasılığı olmayan bedenler; genetik formüldeki dönüşüm ya da biyokimyasal etki alanı yoluyla kendi varlık ve anlamlarından yoksun bırakılmış bedenler: Yeniden dirilmeleri kesin olarak imkânsız bedenler.
Artık ensest yapmıyoruz, ama ensesti tüm türevleriyle genelleştirdik. Fark şu ki ensestimiz artık cinsel ya da ailevi değil; daha ziyade ikiye bölünerek üreyen ve tekhücreli bir ensest. Yasağı böyle deldik: Aynı’nın bölünmesi yoluyla; Öteki’nin aracılığı olmadan Kendi’nin Kendi ile çiftleşmesi yoluyla. Gene ensest bu; ama ensest trajedisi yok. Buna karşın, bu tehlikeli fanteziyi en kaba biçimiyle somutlayarak toplumlarımızdaki bu ensestvari durum ölçüsünde büyüyen kökensel iğrenmeyi, tiksintiyi ve uğursuzluğu da somutlaştırdık. Bu başlangıçtaki değişim olanaksızlığı evresine geri dönmektense, “öteki cehennemi” daha iyiydi belki.
Kişi artık ötekiyle yüz yüze gelmiyor, ama kendi kendisiyle çatışıyor. Bağışıklık sürecinin saldırgan biçimde tersyüz oluşuyla, bağışıklık kodundaki bir bozuklukla ve kendi savunma sistemlerinin yok olmasıyla birey kendi antikoruna dönüşüyor. Dolayısıyla tüm toplumumuz mikroplardan arıtılarak akan iletişimde, interaktif akışta, değişim ve temas yanılsaması içinde ötekiliği etkisiz kılmayı, doğal gönderme olarak ötekini yok etmeyi amaçlıyor. İletişim yüzünden bu toplumun kendisine karşı alerjisi artıyor. Kendi genetik, biyolojik ve sibernetik varlığı karşısındaki şeffaflık yüzünden beden, kendi gölgesinden bile alerji kapıyor. Yadsınan tüm ötekilik hayaleti kendi kendini yıkan bir süreç olarak diriliyor. Bu da kötülüğün şeffaflığıdır.

Yabancılaşma bitti: Bakış olarak Öteki, ayna olarak Öteki, geçirimsizlik olarak Öteki yok artık. Bundan böyle, mutlak tehdide dönüşen şey, ötekilerin şeffaflığıdır. Artık ayna olarak, yansıtan yüzey olarak Öteki yok, kendinin bilinci boşlukta ışıma tehdidi altında.

Yabancılaşmaya son verme ütopyası da bitti. Özne, dünyanın bütünselleşmesi perspektifi içinde, kendini olduğu gibi yadsımayı başaramadı. Öznenin belirli bir olumsuzlanması yok artık, bundan böyle öznenin ve ötekinin konumunda bir belirsizlik var yalnızca. Belirsizlik içinde özne artık ne biri ne diğeridir, bundan böyle yalnızca Aynı’dır. Bölünerek çoğalma karşısında bölünme yok oluyor. Oysa öteki her zaman bir diğerini barındırabilirken Aynı, kendinden başkasını asla barındırmaz. Güncel ideal-klonumuz bu: Öteki’nden arıtılmış, bölünmeden arıtılmış ve kendinin metastazına, katıksız yinelenmeye mahkûm özne.
Bu artık öteki cehennemi değil, kendi cehennemi.
“İki erkek kardeş bir şatoda yaşıyorlardı. Her birinin bir kızı vardı ve iki çocuk da aynı yaştaydı. Erkek kardeşler kızlarını yatılı okula verir ve on sekiz yaşına gelinceye dek okulda bırakırlar. Kızlar çok güzeldir. Babaları onları şatoya geri getirtirler. Bindikleri arabanın içinde iki kuzinden biri aniden kendini kötü hisseder ve ölür. Aynı anda şatoda kızını bekleyen baba da ölür. İki genç kızdan yalnız biri sağ gelir ve babası genç kızı soyar, doğaya karşı gelerek içine girer. Aynı anda her ikisi de gaipten gelen bir güçle odada yükselirler, uçarak bir pencereden dışarı çıkar ve artık sonu olmayan bir ensest kucaklaşması içinde taş kesmiş olarak kırların üstünde uçarlar. Kanatsız uçan anormal bir çiftleşme içindeki çiftin göklerden geçişi, bu huzurlu kırlarda yaşayan herkesin içini uzun uzun olumsuzca titreterek derinlemesine hissedilir. İnsanlar arasında akla aykırı eylemlere, hayvanlarda hastalık ve şiddete, bitkilerde sıkıntıya yol açarak her yere yozlaştırıcı bir dengesizlik, panik halinde bir şaşkınlık, tanımsız bir korku yayılır; tüm ilişkilerin düzeni bozulmuştur.”
Guido Ceronetti
Sh: 119-128
Kaynak: Kötülüğün Şeffaflığı- Aşırı Fenomenler Üzerine Bir Deneme Jean Baudrillard, Fransızcadan çeviren Işık Ergüden, Birinci basım: Ağustos 1995 İkinci basım: Ocak Ayrıntı Yayınları İstanbul

Ötekinin sırrı, kendim olma imkânının bana asla verilmemiş olmasıdır ve ancak dışarıdan gelenin kaçınılmaz saptırmasıyla var olurum. Schnitzler’in kısa öyküsünde insan, yakasını bırakmayan ve kendisini yok edecek olan o mikrop türünün hayatının içinde yaşar: Birbirlerine yabancıdırlar, ama yazgıları aynıdır. Venedik Takibi’nde S. kendisinin ne kim olduğunu ne nereye gittiğini bilir: Dolayısıyla, varoluş daima bir anlam ya da anlamsızlık sapmasıyla, başka şeyin saptırmasıyla biçimlenir. Kendi irademiz yoktur ve öteki, kendi irademiz uyarınca yüz yüze geldiğimiz şey asla değildir. Öteki, dışarıdan gelenin zorla girişidir, dışarıdan gelenin öncelliğidir, yabancılığın çekiciliği ve yabancılığın aktarımıdır.
Dolayısıyla, felsefenin sırrı, belki de kendini tanımak veya nereye gittiğini bilmek değil, ötekinin gittiği yere gitmektir; kendi kendine düşlemek değil, ötekilerin düşlediğini düşlemektir; kendi başına inanmak değil, inananlara inanmaktır: Dıştan gelen tüm belirlemelere öncelik tanımaktır. Bunlar okunamaz, deşifre edilemez olsalar da fark etmez; önemli olan herhangi bir olayın, herhangi bir nesnenin, herhangi bir beklenmedik varlığın yabancı biçimiyle birleşmektir; çünkü asla kim olduğunuzu bilemezsiniz. İnsanların gölgelerini yitirdikleri günümüzde, biri tarafından izleniyor olmak son derece gereklidir; her birimizin kendi izlerini yitirdiği günümüzde birinin izlerinizin içine girmesi son derece acildir; böyle yaparak bu izleri silip sizi yok etse de yok olmayla suç ortağı olan bir yoldur bu; burada simgesel bir zorunluluk biçimi, bağlanmanın ve kopmanın bulmacamsı bir biçimi söz konusudur.
Her birimize kendi yaşam sorumluluğunu üstlendirmeyi amaçlayan bir kültür içinde yaşıyoruz. Dinî gelenekten miras alınmış ahlâki sorumluluk, her birimize kendi yaşam koşullarının tümünü üstlendirmek için tüm modem haberleşme ve iletişim aygıtından destek görür. Her şeyin bireysel hücrenin kendine yeterli olmasına katkıda bulunduğuna bakılırsa bu, varoluşun programlı yönetimi içinde tamamen gereksiz hale gelen ötekinin dışlanması anlamına gelir.
Oysa saçmalıktır bu. Kimse kendi yaşamının sorumluluğuna katlanacak diye bir şey yoktur. Dinî ve modern bu düşünce, boş ve kibirli bir düşüncedir. Dahası temelsiz bir ütopyadır. Kişinin kendi kimliğinin, iradesinin, sorumluluğunun ve isteğinin kölesi olmasını gerektirir. İnsanın tüm devrelerini; genlerinde, sinirlerinde, düşüncelerinde kesişen dünyanın tüm devrelerini denetlemeye koyulmasını gerektirir. Görülmemiş bir kölelik!
Kişinin kendi bahtını, isteğini, iradesini başka birinin ellerine bırakmak çok daha insancadır. Sonuç nedir?
Sorumluluk dolaşımı, iradelerin sapması ve biçimlerin sürekli aktarımı.
Yaşamım, başka bir yaşamda etkili olduğu için kendine sır haline gelir. İradem, ötekine aktarıldığı için kendine sır haline gelir.
Aldığımız hazzın gerçekliği konusunda, irademizin gücü konusunda hep kuşku duyarız. Garip bir biçimde, bundan hiçbir zaman emin değilizdir; diğerinin aldığı haz sanki daha belirgindir. Kendi aldığımız hazza daha yakın olduğumuzdan bu hazdan kuşku duymak için daha uygun bir konumdayızdır. Herkesin kendi görüşlerine daha gönülden güvenmesini isteyen önerme, (karşısındakinin hazzını garanti etmek ve bundan derinleşmiş bir bilgi ve enerji çıkarmak için insanın kendi aldığı hazzın ertelendiği Çin erotizminde olduğu gibi) kendilerine ait bir görüş sahibi olmak için daha uygun bir durumda bulunan diğer kişilerin görüşüne bel bağlama eğilimini küçümser. Öteki varsayımı, belki de yalnızca aldığımız haz konusundaki bu kökten kuşkunun sonucudur.
Baştan çıkarma, ötekinin kendisi için ebediyen sır olarak kalan bir şeyin sezgisiyle, asla bilemeyecek olsam da giziyle beni çeken şeyle ilgilidir; oysa bugün ötekinin kendisi için gizli kapaklı bir şeyi kalmadığından baştan çıkarmaya açık pek fazla alan da kalmamıştır. Herkes kendinin ve kendi isteğinin hınzırca farkındadır. Her şey öylesine basit ki maskeli kişi bile gülünçlüğe sığmıyor. Baştan çıkarma kumarı nerede o halde?
Psikanalizdeki kuramsal yanılsama ile devrimlerdeki politik yanılsama bir yana, arzudaki yanılsama nerede?

Artık inanamıyoruz; ama inanana inanıyoruz. Artık sevemiyoruz; yalnızca seveni seviyoruz. Artık ne istediğimizi bilmiyoruz, ama bir başkasının istediğini isteyebiliyoruz.

İstemek, yapabilmek ve bilmek eylemleri terk edilmedi, ama ikinci bir merciye devredilerek, genel olarak ilga edildiler. Zaten her halükârda ekranlar, videolar, röportajlar arasında artık yalnızca başkaları tarafından görülmüş olanı görüyoruz. Artık yalnızca görülmüş olanı görmeye muktediriz. Karar verme sorumluluğunu yakında bilgisayarlara bırakacağımız gibi bizim için görme sorumluluğunu da makinelere devrediyoruz. Organik ve hatta duyumsal işlevlerimiz bile uydular tarafından devralındı. Hazzın zihinsel bölünmesiyle benzerlik kurulabilir: Arzu nasıl gereksinim değilse, haz da doyum değildir. Her ikisi de gereksinime ve doyuma dayanır; bunlar yukarıda belirtilen ikinci dereceden stratejilerdir.
Her halükârda, insanın kendini denetlemesindense, başka biri tarafından denetleniyor olması daha iyidir. İnsanın kendi tarafından ezilmesi, sömürülmesi, hırpalanması ve kullanılmasındansa başka biri tarafından ezilmesi, sömürülmesi, hırpalanması ve kullanılması daha iyidir.
Bu anlamda, daha büyük bir özerkliği, yani tüm denetim ve baskı biçimlerinin özgürlük ortamında derinleşmiş içselliğini hedefleyen özgürleşme ve bağımsızlık hareketinin tümü bir gerileme biçimidir. Bize dışarıdan gelen ne olursa olsun, en beter sömürü de olsa, dışarıdan geliyor olması olumlu bir niteliktir. Bu yüzden, yabancılaşma, kendine ait olamama olarak yakınma konusu olsa bile yararlıdır; yabancılaşmış yanımızı elinde bulundurduğu için öteki kalıtımsal bir düşman haline gelmiş olsa da yabancılaşma yararlıdır. Öznenin kendi irade ve isteğini yeniden ele geçirmesi olarak buradan türetilecek bir yabancılaşmanın giderilmesi kuramı da basite indirgeyicidir. Bu perspektifte, özneye kendisinden ve kendisi aracılığıyla gelen her şey, özgün olduğundan iyidir; dışarıdan gelen her şeyin adı ise sahteye çıkmıştır; çünkü öznenin özgürlük alanına ait değildir.
Tamamen tersi olan durumda ısrar etmek ve paradoksu genişletmek gerekir. Nasıl ki başka biri tarafından denetleniyor olmak daha iyiyse, kendinden başka biri tarafından mutlu ya da mutsuz edilmek de her zaman daha iyidir. Yaşamımızda bize bağlı olmayan bir şeye bağlı olmak her zaman daha iyidir. Bu varsayım beni her tür kölelikten kurtarır. Kendi varoluşum da dahil, bana bağlı olmayan bir şeye boyun eğmek zorunda değilim. Doğduğum andan itibaren bağımsızım, aynı anlamda, ölümümde de bağımsız olabilirim. Bundan daha gerçek hiçbir özgürlük asla olmamıştır. Tüm oyun, tüm koz, tüm tutku, tüm çekicilik burdan doğar: Bize tamamen yabancı olmakla birlikte üstümüzde gücü olan şeyden; ötekisi olup da baştan çıkarmamız gereken kimseden doğar.
Yabancılık aktarımına dayalı ahlâk, bir kurnazlık felsefesi içerir. Kurnazlık temel yapaylıktır; kendi enerjimizle, kendi irademizle değil de başkalarından, dünyadan, sevdiklerimizden, nefret ettiklerimizden aşırdığımız enerji ile, irade ile yaşıyor olmamızdır. Kaçamak bir enerjiyle, çalıntı bir enerjiyle, baştan çıkarılmış bir enerjiyle yaşıyoruz. Ve öteki, yalnızca bu dolaylı ve kurnaz kapma, baştan çıkarma ve aktarma edimiyle var olur. İstemenin, inanmanın, sevmenin ve karar vermenin bir başkasına devredilmesi; bu bir vazgeçme değil, bir stratejidir. Ötekini kendi yazgınız yaparak ondan en incelikli enerjiyi çekip alırsınız. Yaşamınızın sorumluluğunu bir olay ya da göstergeye aktararak yaşamınızın biçimini aşırırsınız.
Bu strateji masum değildir. Çocukların benimsediği stratejidir. Yetişkinler çocukları kendilerinin yetişkin olduklarına inandırıyorlarsa, çocuklar da büyüklerin, kendilerinin çocuk olduklarına inanmalarına izin verirler. Bu iki stratejiden İkincisi en incelikli olanıdır; çünkü yetişkinler yetişkin olduklarına inansalar da çocuklar, çocuk olduklarına inanmıyorlar. Çocukturlar, ama buna inanmıyorlar. Çocukluk bayrağı altında, bir gönül alır gibi dolaşıp dururlar. Kurnazlıkları (ve çekicilikleri) eksiksizdir. Schnitzler’in tarif ettiği mikrop türüne uzak da değiller zaten: Canlılık ve gelişimlerinin, onları çevreleyen üst dünyanın (yetişkinler dünyasının) yıkımına bağlı olduğu farklı bir cins gibiler. Çocukluk, yetişkin evrenin içinde incelikli ve canice bir var olma hali gibi hareket eder. Çocuk bu anlamda yetişkinin ötekisidir: Onun yazgısıdır, doğuştan gelen en kurnaz halidir ve hiçbir özel iradesi olmayanlara özgü hoşlukla hareket ederken yetişkini acımasız biçimde yadsıyan biçimidir.
Kitleler de böyledir. Kitle adlandırması altında onlar da bir gönülsüzce hoşnut etme yazgısı altındaymış gibi dolaşıp dururlar. Onlar da politikanın karanlığı içinde garip, düşman, anlaşılmaz bir cins, ani zehirliliği her tür politik düzenin yıkıcısı olan, neredeyse biyolojik bir cins gibi büyüdüler. Onlar da iktidarın ötekisidir; politika labirentine dadanmış, iktidarın tanıyamadığı, adlandıramadığı, gösteremediği kör bir taraftır. Bu incelikli bozma gücünü uy gülüyorlarsa, bu aynı bilinçdışı “bırakın istesinler, bırakın inansınlar” stratejisini kullandıklarındandır. Kendi kitle niteliklerine inanma tehlikesine düşmezler: Öznellik ve söz onlara yasak olduğundan, politik ayna evresinden hiçbir zaman geçmemişlerdir. Bu onları, kendi yüceliklerine inanan ya da inandığını belirten tüm politikacılardan ayırır. Politikacıların kinizmi,* kitlelerin (var olmayan) özleri konusundaki nesnel kinizme asla erişemez.
*Kinizm (sinizm), Sofist Gorgias'ın ve daha sonra da Sokrates'in öğrencisi olan Antisthenes'in öğretisidir. Antisthenes, Kynosarges Gymnasion´da okulunu kurmuştur. Kinik okulun, kyon kelimesinden türediği söylenmektedir; kyon ise köpek ya da köpeksi anlamındadır.
Bu, kitleye yarışta iyi bir avantaj; çünkü ötekiler onun yabancılaşmış olduğuna inanırlar, kitle de ötekilerin buna inanmasına izin verir. Dişilik de bu “şehvetli” ironiye katılır. Kadınlar erkeklerin kendilerini erkek sanmasına izin verirler, oysa kadınlar, gizliden gizliye, kendilerinin kadın olduklarına inanmazlar (Çocukların, çocuk olduklarına inanmamaları gibi). İnanmaya izin veren, inanandan ve inandırandan her zaman üstündür. Kadının cinsel ve politik özgürleşmesindeki tuzak, tam da kadınları kadın olduklarına inandırmak oldu: O zaman da kadınlık ideolojisi baskın geldi ve kadın hakları, mevki, düşünce gibi şeyler kadınların kendi özlerine olan inançla birlikte baskın geldi. Bundan böyle “özgürleşen” kadınlar kendilerinin kadın olduğunu öne sürüyorlar, artık cemaatin üst perdeden alaycılığı da kayboldu. Herkesin payına düşeni aldığı bir talihsizliktir bu; böylelikle kendilerini özgür insanlar olarak gören erkekler de gönüllü kölelik içine düştüler.
“...Önerdiğim insan dışarıdan yaratılmıştır, hiçbir zaman kendi olmayıp insanlar arasında doğan bir biçim tarafından tanımlanmış olduğundan kendi özünde bile sahtedir. Ebedi ve ezeli oyuncudur kuşkusuz, ama doğal oyuncudur; çünkü yapaylığı doğuştandır, hatta bu onun insanlık durumunun özelliklerinden biridir... İnsan olmak oyuncu olmak demektir, insan olmak insan taklidi yapmaktır, özünde insan olunmadığı halde bir insan gibi davranmaktır, insanlığı papağan gibi tekrarlamaktır... İnsana maskesini çıkarmasını öğütlemiyorum (bu maskenin ardında yüz yok), ondan istenebilecek şey, durumundaki yapaylığın bilincine varması ve bunu itiraf etmesidir. Yapaylığa mahkûmsam...
Eğer kendim olmama hiç izin verilmediyse...”
Gombrowicz
İnsan olma taklidinde, insanın kendisi olmamasında büyük bir yapmacıklık vardır. Tüm doğruluk ve dürüstlük kültürümüz insanın kendi yazgısını incelikli dış göstergelerle, yapmacık ve “özgün olmayan” göstergelerle düzenleme biçimini mahkûm eder. Yapmacıklık, Gombrowicz’in dediği gibi insanın kendi durumundaki yapaylığının bilincine tam olarak vardığı ve kendine bir tür yapay ikiz yaratmak, ikizinin yapay gölgesinin altına girmek, kendi özünden yapay bir robot üretmek, yani göstergelerin yardımı sayesinde kendini öteki olarak dışsallaştırmak anlamına gelen o şaşırtıcı ruh halidir. Tüm robotlarımız, yapay makinelerimiz ve tekniklerimiz aslında büyük bir yapmacık değil mi?
Andy Warhol, “Bir makine olmak istiyorum,” dediğinde zirvedeki züppeliğin formülünü açıklar. Kendi tekil makinesini, birazcık daha fazla simülasyon ve sunilik ile, makineler ve hileli nesneler sistemine ekleyerek makineleşmenin hilelerini ortaya serer. Sıradan makinenin nesne ürettiği yerde Warhol, nesnenin çoğaltılması anlamına gelen gizli erekliliğini üretir. Aşırı-erekliliği içinde, nesnelik sürecinden doğan gizli anlamsızlık içinde nesneyi yeniden üretir (çoğaltır). Diğerlerinin ilave bir ruh aradıkları yerde o ilave bir makine arar; ilave bir anlam aradıkları yerde o ilave bir yapaylık arar. Giderek daha az kendi ve giderek daha yapmacık olarak, dünyanın sıradan kesinliğinin yeniden üretilmesi yoluyla makinenin büyücülüğüne erişir. Giderek daha az arzu öznesi olarak, nesnenin hiçliğine daha da yakınlaşır.
Sh: 169-176
Kaynak: Kötülüğün Şeffaflığı- Aşırı Fenomenler Üzerine Bir Deneme Jean Baudrillard, Fransızcadan çeviren Işık Ergüden, Birinci basım: Ağustos 1995 İkinci basım: Ocak Ayrıntı Yayınları İstanbul



Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.

Benzer Yazılar

Yorumlar