Print Friendly and PDF

KIYAMET SURELERİ



Everybody knows that the dice are loaded
Everybody rolls with their fingers crossed
Everybody knows that the war is over
Everybody knows the good guys lost
Everybody knows the fight was fixed
The poor stay poor, the rich get rich
Thats how it goes
Everybody knows

Everybody knows that the boat is leaking
Everybody knows that the captain lied
Everybody got this broken feeling
Like their father or their dog just died

Everybody talking to their pockets
Everybody wants a box of chocolates
And a long stem rose
Everybody knows

Everybody knows that you love me baby
Everybody knows that you really do
Everybody knows that youve been faithful
Ah give or take a night or two
Everybody knows youve been discreet
But there were so many people you just had to meet
Without your clothes
And everybody knows

Everybody knows, everybody knows
Thats how it goes
Everybody knows

Everybody knows, everybody knows
Thats how it goes
Everybody knows

And everybody knows that its now or never
Everybody knows that its me or you
And everybody knows that you live forever
Ah when youve done a line or two
Everybody knows the deal is rotten
Old black joes still pickin cotton
For your ribbons and bows
And everybody knows

And everybody knows that the plague is coming
Everybody knows that its moving fast
Everybody knows that the naked man and woman
Are just a shining artifact of the past
Everybody knows the scene is dead
But theres gonna be a meter on your bed
That will disclose
What everybody knows

And everybody knows that youre in trouble
Everybody knows what youve been through
From the bloody cross on top of calvary
To the beach of malibu
Everybody knows its coming apart
Take one last look at this sacred heart
Before it blows
And everybody knows

Everybody knows, everybody knows
Thats how it goes
Everybody knows

Oh everybody knows, everybody knows
Thats how it goes
Everybody knows

Herkes bilir ki hilelidir zarlar
Herkes içinden dua edip sallar
Herkes bilir ki savaş bitti
Herkes bilir, iyiler kaybetti
Herkes bilir, bu dövüş danışıklı
Fakir gene fakir, zengin daha varlıklı
Bu işler böyledir
Herkes bunu bilir
Herkes bilir ki delik kayığın dibi
Herkes biliyor kaptan kandırdı bizi
Herkesin içinde aynı kırık duygu
Az önce baban ya da köpeğin ölmüş gibi
Herkes konuşuyor cebine cebine
Herkesin derdi bir kutu çikolata, bir de
Uzun saplı gül
Malumdur herkese
Herkes bilir güzelim benî sevdiğini
Yalan yok, sahiden seviyorsun beni
Herkes bilir ki sadıksın bana
Ne çıkar arada bir-iki gece oynamışsa
Herkes bilir ki kapalı bir kutusun
Ah bir de o kadar çok kişi olmasaydı
Çıplakken buluştuğun
Bak şimdi herkesin malumusun
Herkes bilir ki ya şimdi ya hiçbir zaman
Herkes bilir ki ya sen ya ben
Herkes bilir iki satır çiziktirdin mi
Yaşayacaksındır artık ebediyen
Herkes bilir boku çıkmış bu düzenin
ihtiyar zenci Joe hâlâ pamuk topluyor
Süslü giysilerin için
Malumudur herkesin
Herkes biliyor Veba kapımızda
Herkes biliyor ki yaklaşıyor hızla
Herkes biliyor ki çıplak erkek ve kadın
Geçmişten parlak biranı yalnızca
Herkes biliyor ölmüş gitmiş bu gece
Ama yatağına bir sayaç takılacak yine de
Takılacak ki göstersin
Zaten bildiğini herkesin
Herkes biliyor ki belada başın
Herkes biliyor ne badireler atlattın
Golgotha'daki kanlı çarmıhtan
Malibu'daki plaja kadar neler neler
Herkes biliyor dağılıp gittiğini
O yüzden son bir bak bu kutsal kalbe
Onun da geldi sonu
Herkes biliyor bunu
Herkes bilir, herkes bilir
Bu işler böyledir
Herkes bunu bilir


Give me back my broken night
my mirrored room, my secret life
it's lonely here,
there's no one left to torture
Give me absolute control
over every living soul
And lie beside me, baby,
that's an order!
Give me crack and anal sex
Take the only tree that's left
and stuff it up the hole
in your culture
Give me back the Berlin wall
give me Stalin and St Paul
I've seen the future, brother:
it is murder.

Things are going to slide, slide in all directions
Won't be nothing
Nothing you can measure anymore
The blizzard, the blizzard of the world
has crossed the threshold
and it has overturned
the order of the soul
When they said REPENT REPENT
I wonder what they meant
When they said REPENT REPENT
I wonder what they meant
When they said REPENT REPENT
I wonder what they meant

You don't know me from the wind
you never will, you never did
I'm the little jew
who wrote the Bible
I've seen the nations rise and fall
I've heard their stories, heard them all
but love's the only engine of survival
Your servant here, he has been told
to say it clear, to say it cold:
It's over, it ain't going
any further
And now the wheels of heaven stop
you feel the devil's riding crop
Get ready for the future:
it is murder

Things are going to slide ...

There'll be the breaking of the ancient
western code
Your private life will suddenly explode
There'll be phantoms
There'll be fires on the road
and the white man dancing
You'll see a woman
hanging upside down
her features covered by her fallen gown
and all the lousy little poets
coming round
tryin' to sound like Charlie Manson
and the white man dancin'

Give me back the Berlin wall
Give me Stalin and St Paul
Give me Christ
or give me Hiroshima
Destroy another fetus now
We don't like children anyhow
I've seen the future, baby:
it is murder

Things are going to slide ...
When they said REPENT REPENT ...
Kırık gecemi geri verin bana
Aynalı odamı, gizli hayatımı
Yapayalnızım burada
İşkence edecek kimse kalmadı
Yaşayan her ruh üstünde
Mutlak denetim verin bana
Yanıma uzan bebeğim
Bu bir emirdir!
Crack ve seks verin bana
Kalan tek ağacı da alıp
Sokun kültürünüzün
Orta yerindeki deliğe
Berlin duvarını geri verin bana
Stalin'i ve Aziz Paul'u verin
Gördüm geleceği kardeşim
Gelecek cinayet.
Her şey kayıp gidecek, dağılacak dört bir yana
Hiçbir şey kalmayacak
Ölçebileceğin hiçbir şey yok artık
Karakış, dünyanın karakışı
Geçti bile eşiği
Tepetaklak etti
Ruhun düzenini
"Tövbe et! Tövbe et!" dediklerinde
Merak ediyorum nedir kastettikleri
Ayırt edemezsin beni rüzgârdan
Ne yarın ne de geçmişte
İncil'i yazan
Küçük Yahudiyim ben
Ulusların yükselişini ve çöküşünü gördüm
Öykülerini dinledim hepsinin
Aşktır tek motoru sağ kalmanın
Sadık bendenize dediler ki
Serinkanlı olr açık açık söyle
Bitti artık, devamı
Kalmadı bu işin
İşte duruyor gökyüzünün tekeri
Sırtında şaklıyor kırbacı şeytanın
Hazır ol geleceğe
Gelecek cinayet
Kadim Batı yasası yıkılacak
İnfilak edecek özel hayatın
Hayaletler olacak
Ateşler olacak yollarda
Ve dans eden beyaz adam
Baş aşağı asılı bir kadın göreceksin
Sarkan entarisi gizleyecek yüzünü
Charlie Manson'a benzemeye çalışan
Berbat küçük şairler kaplayacak ortalığı
Ve dans eden beyaz adam
Berlin duvarını geri verin bana
Stalin'i ve Aziz Paul'u verin
İsa'yı verin bana
O olmazsa Hiroşima'yı
Bir cenin daha yok edin
Çocukları sevmeyiz zaten
Gördüm geleceği kardeşim
Gelecek cinayet.

ZARLAR HİLELİYSE, kazanma şansımız yoktur. Peki, Öyleyse neden (dua ederek ya da etmeyerek) sallamaya devam ederiz?
 Oynayacak başka oyun olmadığı için mi, yoksa gene de, talihin akıldışı bir dönüşüyle kazanabileceğimiz umudundan vazgeçemediğimizden mi?
 Einstein, "Delilik aynı şeyi tekrar tekrar yapıp, her defasında farklı bir sonuç çıkabileceğini sanmaktır," demişti. Deliliğin belki de en güzel tanımı. Ama öyleyse "herkes" deli mi?
 Muhtemelen öyle.
Ancak daha bir dize sonra, barbutta para kaybetmekten biraz daha önemli, biraz daha tehlikeli, biraz daha korkunç bir yerde olduğumuzu (en azından Leonard Cohen'in orada olduğunu) anlıyoruz:
Everybody knows that the w ar is över
Everybody knows the good guys lost
Herkes bilir ki savaş bitti Herkes bilir, iyiler kaybetti
Savaş ne zaman ilan edilmişti?  Kimler savaşıyordu?
 Biz de savaşıyor muyduk?
(Biz kimiz zaten?)
Savaşıyor idiysek, mutlaka iyilerden yanaydık. Ama o zaman nasıl oldu da kaybettik?
 Hani iyiler kazanırdı her zaman?
 Daha da önemlisi, niye kaybettiğimizi kimse haber vermedi bize?

Savaş tabii ki çoktan ilan edilmişti. Ama biz onu yok saymayı tercih ettik hep. Ancak kapımıza gelip dayandığı, evlerimizi başımıza yıktığı, gündelik hayatımızın mekanik, huzurlu ve sıkıcı düzenini altüst ettiği zamanlarda varlığının farkına vardık. Kimilerimiz gözlerini kapayıp geçene kadar beklemeyi tercih etti, kimilerimiz ise kollarını sıvayıp bir şeyler yapmayı. Ama bu İkinciler bile savaşın o gürültülü patırtılı, şaşaalı, debdebeli patlama anları geçtiğim de, sıvadıkları kol yenlerini indirip gündelik hayatlarının rutinine geri döndüler, üstelik gözlerini kapayıp başını kuma gömenlere karşı kibirli bir küçük görme ifadesi takınarak. Ne de olsa "gerekeni yapmışlardı" onlar. Oysa savaş hiçbir zaman bitmedi. O yüzden de görevini yapmışların haklı gururuna hakkımız yok hiçbirimizin.
Marx ve Engels bizi 1848'de uyarmışlardı:
"Bugüne kadar var olan tüm toplumların tarihi, sınıf mücadelelerinin tarihidir... Bu mücadeleler ya toplumun bir bütün olarak devrimci yeniden yapılanmasıyla, ya da çarpışan sınıfların ortak yıkımıyla sona erer."
Onlardan yaklaşık yetmiş yıl sonra, Birinci Dünya Savaşı’nın dehşeti henüz sürmekteyken, savaşa karşı çıktığı için bir Alman hapishanesinde yatmakta olan Rosa Luxemburg, hücresinden dışarı kaçırıp "Junius" takma adıyla yayımlanmasını sağladığı broşürde şöyle diyordu:
"İnsanlık şu seçeneklerle yüz yüze: Ya kapitalist anarşi içinde çözülme ve yıkım, ya da toplumsal devrim yoluyla yeniden canlanma."
Rosa bu sözünden üç yıl sonra "barbarca" öldür(t)üldü. Hem de öyle faşistler, milliyetçiler, ırkçılar filan tarafından da değil, şu bildiğimiz barışçı, hümanist, Sosyal Demokratlar tarafından. Ondan seksen beş yıl sonra Macar Marksist Istvân Mezsâros Sosyalizm ya da Barbarlık adlı bir kitap yayımladı. Ama 20. yüzyıl boyunca "Ya Sosyalizm Ya Barbarlık" çoktan bir slogana dönüşmüştü zaten. Bu adla dergiler çıkarıldı, devrimci politik örgütler kuruldu. Liberaller ise yüz altmış yıldır söylene söylene sakıza dönmüş bu sloganla dalgalarını geçmek için hiçbir fırsatı kaçırmadılar: Hani sosyalizm?
 Nerede barbarlık?
 İşte kör topal da olsa, kapitalizm yaşamaya devam ediyor. Sizin "devrim" dediğiniz şeyin pek de yeni bir şey getirmediği ortaya çıktı. Tamam, yerel savaşlar, açlık, ırkçılık, terörizm filan yok değil, ama küre genelinde gül gibi olmasa da geçinip gidiyoruz işte.
Ya da... Geçinip gidiyor muyuz gerçekten?
 Yoksa "geçinip gitmek" için insanlık tarihinin en hunhar hafıza silme operasyonunu her gün tekrarlamakta mıyız?
 Dünya mahallesinin kabadayısı, bıçkın delikanlısı ve dediğim dedik başöğretmeni ABD’nin bugünlere gelirken yok ettiği barışçı (ya da en kötü ihtimalle kavgacı, ama asla savaşçı olmayan) Amerikan yerlilerini (sadece bedenlerini değil kültürlerini de) ve topraklarından koparılıp köleleştirilen on milyonlarca Afrikalıyı unutmadan nasıl huzur bulabiliriz?
 1945 yılında "barış" sağlanırken, milyonlarca Yahudinin büyük bir soğukkanlılıkla katledilmesi birkaç yenik ve aşağılanmış Nazi yetkilisinin cezalandırılmasıyla geçiştirilip unutulmadı mı?
 Bugünün uygar ve kültürlü Avrupa uluslarının bu uygarlıklarını borçlu oldukları sermaye birikimini sağlarken dünyanın geri kalanına yaptıklarını her gün hatırlıyor muyuz, yoksa unutuşun kıpırtılı huzurunu üzerimize mi örtüyoruz sürekli batan yün bir battaniye gibi?
 Sadece Avrupalıları ve Amerikalıları da suçlamayalım. Kapitalist merkezin dışında kalan uluslar da, her fırsat bulduklarında kendi etnik ya da ideolojik azınlıklarım veya kendilerinden küçük komşularım büyük bir keyifle katletmediler mi 20. yüzyıl boyunca?
Dolayısıyla, Auschwitz'den sonra ne şiire, ne de kültürün ya da uygarlığın herhangi bir biçimine şans tanıyan Adomo’nun karamsarlığının son derece anlamlı, maddi temelleri olduğunu "herkes biliyor", en azından hafıza kayıpları beyin hasarından kaynaklanmayan büyük çoğunluk:
... [Kültürün/uygarlığın] sarayı, Brecht'in harika bir dizesinde söylediği gibi, köpek bokundan yapılmıştır. Bu dizenin yazılmasından yıllar sonra, Auschwitz kültürün/uygarlığın yenilgiye uğradığını karşı çıkılamaz bir biçimde gösterdi. Bunun felsefi geleneklerin, sanatların ve aydınlanma bilimlerinin ortalık yerinde vuku bulması ise, bunların, Ruhun, kitleleri ele geçirip değiştirmeyi başaramamış olmalarından çok daha fazla bir şey söylüyor bize... Auschwitz'den sonra, kültürün/uygarlığın acil eleştirisi de dahil olmak üzere her türlü kültür, çöptür... Radikal bir biçimde suçlu ve tükenmiş bir kültürün/uygarlığın muhafaza edilmesini isteyen kişi onun suç ortağına dönüşür, kültürü/uygarlığı tümden reddeden kişi ise anında barbarlığın savunucusu olur ki kültür/uygarlık bu barbarlığın ta kendisidir zaten. Sessizlik bile bu çemberi kırıp dışına çıkamaz; yalnızca kişinin nesnel hakikatin durumu ile başa çıkmadaki kifayetsizliğini rasyonalize ederek bu hakikati yeniden bir yalana indirger.
Theodor Adomo, Negative Dialectics, s. 359
Almancada Kültür kelimesinin "kültür"ü olduğu kadar uygarlığı da gösterdiğini düşünecek olursak, Adorno'nun bir kehanette bulunmaktan ziyade, insanlığın hayati bir tercihi zaten yapmış olduğunu söylemeye çalıştığını da anlarız. Yani kısacası biz (yani farklı, daha insanca, daha yaşanası bir gelecekten umudunu kesmemiş olanlarımız), Marx ve Engels’ten bu yana "Ya Sosyalizm, ya barbarlık içinde yok oluş" deyip duruyoruz, ama söylediğimize pek inandığımız yok. Çünkü bu tercihi hep gelecekte olacak bir şeymiş gibi koyuyoruz önümüze. Sanki bir gün gelecek ve bize soracaklar: Sosyalizm mi, barbarlık mı?
 Eh, biz de eşek değiliz ya, o soruyu sorduklarında "Sosyalizm!" deyivereceğiz ve her şey yoluna girecek. Oysa kuşkulanmamız gerek. Ya tercih gelecekte değilse?
 Ya tercih geçmişte kalmışsa, çoktan yapılmışsa?
 Ya sadece uzatmaları oynuyorsak?
 Tercihin yapıldığı an olarak Auschwitz'i seçiyor Adorno. O kadar da önemli bir saptama değil bu. İsterseniz Birinci Dünya Savaşı’nı seçelim dönüm noktası olarak. İncilin "Kıyamet" suresini bu şekilde yorumlayanlar olmuştu: Savaş, İhtilal, Kıtlık ve Salgın (Mahşerin Dört Atlısı) 1914 ile 1920 arasında hüküm sürmemiş miydi zaten?
 Ya da isterseniz Hiroşima'yı seçelim. Ya da My Lai katliamını. Ya da 11 Eylül'ü. Ya da gezegeni katletmeye başladığımız günden beri herhangi bir anı dönüm noktası olarak belirleyelim. Bu anların herhangi birinde "Sosyalizm" seçeneğini geri dönüşsüz bir biçimde geride bırakmış olabiliriz. Ve hepimiz bu ihtimalin, bu geriye dönüp baştan başlama şansını kaçırmış olma ihtimalinin farkındayız bal gibi de. O yüzden Cohen bize "Gelecek" şarkısında, geleceğe bakıp gördüğü şeyin karşısında Stalin'i, Hiroşima'yı, Berlin duvarını ya da Aziz Paulus'u "geri istediğini" söylediğinde pek şaşırmıyoruz:
Take the only tree that's left
and stuff it up the hole
in your culture
Give me back the Berlin wall
give me Stalin and St Paul
l've seen the future, brother:
it is murder.
Kalan tek ağacı da alıp
Sokun kültürünüzün
Orta yerindeki deliğe
Berlin duvarını geri verin bana
Stalin'i ve Aziz Paul'u verin
Gördüm geleceği kardeşim
Gelecek cinayet.
Belki de bu noktada, Cohen'in Stalin'i ve Berlin Duvarını "geleceğe” tercih edermiş gibi yapmasıyla Slavoj Zizek'in "şakacıktan" Stalinizm’i savunması arasında bir paralellik kurabiliriz. Stalin kuşkusuz insanlık tarihinin en berbat diktatörlerinden biriydi; bunu tartışmaya gerek bile yok. İktidara gelirken tasfiye ettiği eski yoldaşlarını, tarihi ikide bir nasıl keyfince yeniden yazdığını, kendisine karşı en küçük bir muhalefeti bile nasıl acımasızca ezdiğini, Gulag sürgünlerini, "demokratik merkeziyetçilik" adı altında nasıl her türlü demokratik katılımı ortadan kaldırdığını unutmamız mümkün mü?
 Ama öte yandan, Stalin dönemini bugünkü Rusya'da egemen olan vahşi kapitalizmle ve Mafya düzeniyle karşılaştırdığımızda, Cohen'in "Bu bile daha iyiydi!" isyanını ya da Zizek'in ironik yaklaşımını anlayabiliriz: Stalin acımasız bir diktatördü, ama onun döneminde "Babanın-Adı"nın gene de bir şekilde hüküm sürmekte olduğunu söylemek mümkündü. Tanrı henüz ölmemişti, her şey mubah değildi. Evet, bu acımasız, kıskanç, intikamcı, müsamahasız bir Eski Ahit tanrısıydı belki, ama hiç olmazsa vardı. Şimdi ise Rusya'da o acımasız, intikamcı Tanrı bile yok. Kaybettiğinizde her şeyi birden kaybedeceğiniz, kuralları olmayan, aptalca bir yarış, "serbest piyasa rejimi" denilen şeyin komik, acıklı bir taklidi var yalnızca.
Stalin bir umuttan, bir özgürlük beklentisinden, kaçacak yeri olmayan bir kapalı sistem, bir yekpare diktatörlük rejimi yaratmayı becermiş bir simyacıydı. Cohen'in kurduğu paralellik ise boşuna değil; Stalin’in Marx'a yaptığı ne ise, Hıristiyanlığı kurumlaştırma yolundaki ilk ve önemli adımları atan Aziz Paulus'un İsa'ya yaptığı da aynı şeydi. İkisi de temelinde bir kurtuluş, özgürleşme vaadi olarak başlayan düşünceleri, birer düzen doktrinine dönüştürmeyi başardılar. Katolik kilisesinin zorunlu, tartışılmaz imanı, Stalin düzeninin "parti her zaman haklıdır” inancı kurtuluş ve özgürlük hayallerine son verdi, ama bir yandan da insanların bir arada yaşamasını (sopa yoluyla da olsa) olanaklı kıldı. Dostoyevski'nin Büyük Engizisyoncusunun özgürlük/mutluluk ikileminde "mutluluk" tarafı tercih edildi. Mutluluk olmasa bile bir tür "güven ve huzur" sağlandı, ancak özgürleşme ve kurtuluş beklentileri askıya alındı. Şimdi ise, o basit, ucuz "güven ve huzur" bile ortadan kalkıyor, bunlar uğruna feda edilen Özgürleşme ve kurtuluş beklentileri ise otomatik olarak geri gelmiyor.
Aslında tanrının Ölümünü, yani sembolik düzeni bir arada tutan merkezi ilkenin çatırdamaya başlamasını 19. yüzyılın sonlarından beri öngörüyorduk: Dostoyevski 1880'de uyarmıştı bizi, "Tanrı yoksa her şey mubahtır," diyerek. Ondan iki yıl sonra Nietzsche de tanrının öldüğünü haber verdi bize:
"Nereye gitti Tanrı?" diye haykırdı [deli]. Söyleyeyim size. Onu öldürdük - siz ve ben. Katilleriyiz onun. Ama nasıl yaptık bunu?
 Nasıl içip kurutabildik denizi?
 Bize tüm ufku silecek süngeri kim verdi?
 Ne yaptık da çözdük dünyanın zincirini güneşten?
 Nereye gidiyor şimdi?
 Biz nereye gidiyoruz?
 Tüm güneşlerden uzağa mı?
 Durmadan düşmüyor muyuz?
 Geriye, yana, öne, tüm yönlere?
 Aşağı ve yukarı kaldı mı artık?
 Sınırsız bir hiçin içinde başı boş kalmadık mı?
 Boş uzayın nefesini duymuyor muyuz?
 Gitgide soğumuyor mu o nefes?
 Gitgide yaklaşmıyor mu gece?
 Sabahları fener yakmamız gerekmiyor mu?
 Tanrıyı gömen mezarcıların kazma seslerini duymuyor muyuz?
 Tanrı'nın çürüyüşünün kokusu gelmiyor mu burnumuza?
 Tanrılar da çürür. Tanrı öldü. Tanrı dirilmeyecek. Ve onu biz öldürdük. Katilden de katil olan bizler, nasıl teselli bulacağız?
 Dünyanın sahip olduğu her şeyin en kutsalı ve en yücesi, bıçaklarımızın altında kanlar içinde can verdi. Bu kanı kim silecek üzerimizden?
 Hangi suyla arıtacağız kendimizi?
 Hangi kefaret törenlerini, hangi kutsal oyunları icat etmeliyiz şimdi?
 Bu fiilin büyüklüğü bizi aşmaz mı?
 Bu fiile layık olmak için tanrı olması gerekmez mi her birimizin?
 Bundan daha büyük bir fiil olmamıştı hiç; ve bizden sonra her kim doğacaksa, sırf bu fiilin hatırına, bugüne kadarki tarihten daha yüce bir tarihin parçası olacak.
Friedrich Nietzsche, Şen Bilim
Bağnaz dindarlar Nietzsche’ye zındık muamelesi yaptı bu sözleri yüzünden. Ama bağnaz olmayan çoğunluğun tepkisi daha da korkunç oldu: Onu yarı ciddiye aldılar, sözünü tekrarlayıp uyarısını duymamayı seçtiler. Yirminci yüzyılın sonlarında ise göğsünde "Tanrı Öldü! -Nietzsche / Nietzsche Öldü! -Tanrı" yazan tişörtler giyerek dolaştılar. Bilmeden de olsa Nietzsche'nin üzüntü ve aşağılama karışımıyla tarif etmeye çalıştığı "son-insanlar" gibi davrandılar yani,
1882'de, yani Nietzsche Şen Bilim'i yayımladığında Tanrı’nın öldüğünü söylemek mümkün değil aslında. Olsa olsa bir kehanetti Nietzsche'ninki. Dostoyevski'nin uyarısına paralel bir kehanet. Tanrı Ölürse, yani içinde yaşadığımız "uygarlık" denilen şeyi bir arada tutan harç, birbirimizle bir arada yaşamayı olanaklı kılan kurallar ve yasaklar sistemi, On Emir, bir kez dağılırsa başımıza geleceklerin bir öngörüsü. Ömürleri nereden baksanız iki yüzyılı ancak geçen ulus-devletlerin anayasaları ve kanunları, ömrü bir yüzyılı bile geçmeyen "uluslararası hukuk", tarihi binlerce yılla ölçülen tek tanrı inancının yerini tutabilir mi hiç?
 Savaşlarla, devrimlerle ve "demokrasi" nin gelişmesiyle de seçimlerle kaşla göz arasında değişi- veren bir kurumun kuralları, ezeli ve ebedi bir Tanrı'nın emirleriyle bir olabilir mi?
 Hem Dostoyevski hem de Nietzsche, imanın kapitalizmin "bencil hesapların[ın] buzlu sularında” yok olmaya yüz tuttuğunu, "iman" adı altında yaşamaya devam eden şeyin bir tür sinizm olduğunu daha o günden fark etmişlerdi. Daha 1843'te "dinin kitlelerin afyonu" olduğunu söyleyen Marx da bunun farkındaydı. Kuşkusuz dinin uyutucu yanından bahsetmiyordu Marx yalnızca; dinin bir tür narkoz olduğunu, kitlelerin sınıflı toplumların sömürüsüne dayanmasını olanaklı kıldığını da söylüyordu. Din 19. yüzyılın ilk yansı boyunca bu narkoz özelliğini adım adım kaybedince, geri kalan tek şey bir yasaklar sistemi, acıyı azaltmak yerine daha da artıran bir aldatmaca olmuştu. Kimse hiçbir şeye inanmıyordu artık, yalnızca "o sopa bir gün benim de elime geçer" umuduyla inanırmış gibi yapıyordu. 20. yüzyıl boyunca giderek güçlenen ve iki dünya savaşı felaketinden sonra iyice egemen olan bu sinik tutum, gücü yeteni gücü yettiğine eziyet etmekte, kimse fark etmediği sürece çalmakta, kitabına uydurabildiği sürece öldürmekte Özgür bıraktı. Yalnızca egemenleri değil, herkesi. "Serbest piyasa ekonomisi" serveti değilse de kötülüğü evrenselleştirdi, herkese paylaştırdı.
İsa'dan sonraki ilk binyılın ardından, beyaz Batılı erkekler Ortadoğu'ya Tanrı adına saldırmış, Kudüs ve çevresinde "Tanrı nın Krallığı"nı kurmaya çalışmışlardı. İsa'dan sonraki ikinci binyılın ardından ise gene beyaz Batılı erkekler Ortadoğu'ya saldırdılar, ama bu kez Tanrı adına değil, özgürlük ve demokrasi adına. Aradaki fark şurada ki, bugün herkes "özgürlük ve demokrasi" dendiğinde kastedilenin petrol ve enerji kaynaklarının denetimi olduğunu biliyor, ama bilmiyormuş gibi yapıyor. Oysa binyıl Önce herkes olmasa da çoğunluk, "Tanrı'nın Krallığı" mitine inanıyordu. Kötülük "serbest piyasa ekonomisi" mitinin de çözülmeye başlamasıyla birlikte üstümüze geliyor ve onun karşısında sığınabileceğimiz bir tanrımız bile yok artık. Kendimizden başka güvenebileceğimiz hiç kimse yok ve "kendimiz" dediğimiz şey de 20. yüzyıl boyunca ulus-dev- letler tarafından acımasızca güçsüzleştirildi, dilsizleştirildi, hadım edildi.
 Nasıl bir kıyamet/gelecek görmüştü Cohen?  Şöyle bir şey olmalı:


Cohen’in bu kıyamet tasvirinde belki de çoğumuzun unutmuş olduğu Charles Manson'a bir gönderme var ki özellikle dikkat çekici: Manson 1960'ların devrimci, isyancı, umut dolu madalyonunun öteki yüzüdür. On altı yaşındaki alkolik bir annenin gayrimeşru çocuğu. Kendini bilir bilmez suç işlemeye başlamış bir "kader kurbanı". 1960'ların devrimci ama mistik, kural tanımaz ama neyi tanıdığını da bilmeyen atmosferinde, cinsel özgürlükle Mormon çokeşliliği, başarısız rock yıldızlığıyla scientology arasında bir tür sahte peygamber mertebesine yükselmiş, sonunda müritlerinin işlediği toplu cinayetler sayesinde meşhur olmuş bir şeytan/yitik ruh.
Cohen kıyametin ozanlarının bile bu zaten yeterince acıklı/acınası sahte peygamberin silik suretleri olacağı kehanetini yapıyor. Hepimizin içtenlikle (ve haklı olarak) eleştirdiği "Kadim Batı yasası" hele bir yıkılsın, geriye küçük Mansonlardan başka bir şey kalmayacak. Tanrı hele bir yok olsun, her şey, cinayet, katliam, sahte peygamberler ve onların sorgusuz sualsiz itaat eden müritleri, hepsi mubah olacak; yaşamak ve umut etmek ise hepimize yasaklanacak.
Turning and turning in the widening gyre
The falcon cannot hear the falconer;
Things fail apart; the centre cannot hold;
Mere anarchy is loosed upon the world,
The blood-dimmed tide is loosed, and everywhere
The ceremony of innocence is drowned;
The best lack ali conviction, while the worst
Are full of passionate jntensity.
Gitgide açılan bir helezonda döne döne
Duyamaz olmuş doğancıyı doğan;
Dağılıyor her şey, kaçıyor merkezin elinden;
Anarşi salınmış dünyanın yüzüne,
Yükseliyor kanla kararmış sular
Boğuluyor masumların ayini her yerde;
En iyilerin imanı tükenmiş gitmiş,
En kötülerse dopdolu şehvetli bir hevesle.
William Butler Yeats, The Second Corning
Yeats'in Dünya Savaşı öncesinde ya da sırasında değil de sonrasında bu çözülüp dağılma şiirini yazması boşuna değil: Kimi şairler (ya da düşünürler ya da yazarlar) korkularıyla davranır, bugüne bakıp gelecekteki felaketin kehanetini yaparlar. Yeats gibi şairler ya da Adorno gibi yazarlar ise geçmişe bakıp artık geri getirilemeyecek şekilde kaybedilmiş olanı görürler ve bunu geleceğe yansıtırlar. Örneğin Bob Dylan 1963’te Hard Rain's A-Gonna Fail (Müthiş Bir Yağmur Geliyor) şarkısını yazdığında "hard rain" derken kastettiği radyoaktif serpintiydi; gelecekteki bir tehlike, dikkatli olmazsak başımıza gelebilecek bir şey. Oysa Cohen’in The Future şarkısı 1992' de yazıldı. Soğuk Savaş bittikten, nükleer savaş tehdidi kötü bir anıya dönüştükten sonra. Bir nükleer savaş tehdidi ya da bir "küresel ısınma", ekolojik yok oluş tehdidi değil Cohen'in "gelecek"te gördüğü dehşet; düzeni bir arada tutan merkezi ilkenin çoktan ortadan kalkmış olabileceği ihtimalinin farkındalığı, daha derin bir karanlık. Yeats'i ve iki Cohen şarkısını alt alta koyduğumuzda gördüğümüz şey tekil bir facia, belirli bir nedenin (savaşın, ekolojik altüst oluşun ya da bir devrimin) yol açacağı bir patlama değil; bir çözülüp dağılma, adım adım yok oluşa giden bir süreç:
Things fal) apart; the centre cannot hold;
Dağılıyor her şey, kaçıyor merkezin elinden;
Yeats, 1919
Everybody knows it1 s coming apart
Herkes biliyor dağılıp gittiğini
Cohen, 1988
Things are going to slide, slide in ali directions
Her şey kayıp gidecek, dağılacak dört bir yana
Cohen, 1992
Üç şiir/şarkıda da ortak olan, merkezin kaybolması, dağılma; bir patlamayla değil, bir sızlanmayla da değil belki. Kayarak, parmaklarımızın arasından kaçıp giderek dağılma.
Bu söylediklerimden çıkarılacak olan nedir peki?
 Bir merkezin, despot, dediğim dedik bir tanrının hüküm sürdüğü günleri mi özlüyorum yoksa?
 Kargaşaya karşı düzenden, devrime karşı iyi-kötü bir burjuva huzurundan, yolu altüst oluştan geçen bir sosyalizme karşı var olanı iyisiyle-kötüsüyle muhafaza etmekten mi yanayım?
 Ne yazık ki değilim ("keşke olabilseydim" dediğim zamanlar oluyor arada bir). Çünkü altüst oluşun kaçınılmazlığını, tufanın yaklaştığını, vebanın kapımızda olduğunu görmeyebilecek bir sinizm mertebesine ulaşmayı beceremedim bir türlü. Hafızamı kaybedemiyorum, Auschwitz’i, My Lai’yi, Gulag'ı, yok edilen Navajo ulusunu, Ermeni katliamını unutamıyorum. Öte yandan Auschwitz’e Filistinlileri yurtsuzlaştırarak, Gulag'a Mafya düzeniyle cevap vermeyi sindiremiyorum ne yapsam da. Fransız emperyalizminin Kuzey Afrikalılara yaptıklarını affedemiyorum, ama Kuzey Afrikalı gençlerin buna Paris alt-orta sınıfının ve hatta Paris işçi sınıfının arabalarım yakarak cevap vermesini sosyalizme değil barbarlığa doğru atılan bir adım olarak görmemek de elimde değil. Burjuvazinin son üç yüzyıldır korumaya çalıştığı düzen çözülüyor. Burjuvazi uygarlığı sekiz-dokuz bin yıldır bir arada tutan harcı, "bencil hesapların! ın] buzlu sularında", bir elli yılcık daha hüküm sürebilmek için cömertçe harcıyor, tüketiyor gözlerimizin önünde; bizse buna karşı hiçbir şey yapamıyoruz. Burjuvazinin düzeni çökerken uygarlığın tüm mirasım da paramparça ediyor; kimimiz düzeni savunmaya çalışıyor, kimimiz her türlü yıkımı alkışlamaya başlıyor, her yıkımın bu düzenden daha iyi olduğuna inandırıyor kendini, kimimiz ise bunun karşısında paralize oluyor, Lut'un karısı gibi sessiz, donuk bir tuz sütununa dönüşüyor. Üç tutum da çöküşü daha da hızlandırmaktan başka bir işe yaramıyor. Üç tutum da çöküşün kaçınılmazlığım göremiyor aslında, üç tutum da bu düzenin çökmesinden sonra ne olacağını hayal edemiyor.
Merkez dağılıyor, Tanrı ise çoktan öldü(rüldü). Artık her şey mubah, ama hiçbir şey hak değil. Ve, Adorno'nun dediği gibi, bunun karşısında suskun kalmak bile çözüm değil; kendi ruhumuzu bile kurtaramaz sessizlik. Cohen The Future ile aynı albümde Anthem (Marş) şarkısını da yayımlamıştı. Şöyle diyordu o şarkıda:


Ring the bells that stili can ring
Forget your perfect offering
There is a crack in everything
That's how the light gets in.
Çal hâlâ çalabilen çanları
Unut gitsin o eşsiz adağını
Bir çatlak vardır her şeyde
Işık oradan sızar içeriye
Cohen, 1992
Hamlet'in babasının hayaleti, artık hiçbir iktidarı kalmamış olan o zavallı babanın sureti zuhur ettiğinde saray nöbetçilerinden biri bize "Danimarka krallığında çürüyen bir şey var," demişti. Hangi Danimarka krallığı, bunun krallığı mı kalmış?
 Dünya bir baştan bir başa çürük içinde. (Sembolik) düzenin tam ortalık yerinde dev bir çatlak var ve gitgide büyüyor. Kimimiz yamamaya çalışıyor o çatlağı - hangi harç kapatabilir ki onu?
 Kimimiz gözünü kapatıp içine atlamaya heves ediyor - dibi var mı Gayya kuyusunun?
Kimimizse donup kalıyor - ama sıra bize de gelecek. En umutsuz geleceğin resmini çizen Cohen ise, ışığın tam da o çatlaktan sızacağını söylüyor aynı nefeste. Sevinmekte acele etmeyelim: Işık, Aydınlanma aklının sandığının aksine, her zaman çok iyi bir şey olmayabilir. Ya nükleer bir patlamanın ışığıysa oradan sızan; ya Büyük Patlamanın kör edici ışığıysa?
 Le Guin, "Bir mum yakmak, bir gölge düşürmektir' demişti. Sembolik düzenin çatlağından sızan ışığın gölgesinde yaşıyoruz bu çağda. Belki de yapmamız gereken, kör olmayı da göze alarak gölgeden çıkmaktır. Yeniçağın Kıyamet Sureleri, o ışığa (tıpkı bir güneş tutulması seyreder gibi) isli bir camın gerisinden bakarak görülen şeyleri anlatıyor bize. Ama görünenlerin o ışığın içinde mi olduğunu yoksa isli cama mı resmedilmiş olduğunu kendimiz bakmadan anlayamayacağız asla.
Sh: 133-150
Kaynak: Bülent Somay, Şarkı Okuma Kitabı- Ses ve Sözle Denemeler, Metis -Üçüncü Basım: Kasım 2010, İstanbul

Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.

Benzer Yazılar

Yorumlar