KIYAMET SURELERİ
Everybody knows
that the dice are loaded
Everybody rolls
with their fingers crossed
Everybody knows
that the war is over
Everybody knows
the good guys lost
Everybody knows
the fight was fixed
The poor stay
poor, the rich get rich
Thats how it goes
Everybody knows
Everybody knows
that the boat is leaking
Everybody knows
that the captain lied
Everybody got this
broken feeling
Like their father
or their dog just died
Everybody talking
to their pockets
Everybody wants a
box of chocolates
And a long stem
rose
Everybody knows
Everybody knows
that you love me baby
Everybody knows
that you really do
Everybody knows
that youve been faithful
Ah give or take a
night or two
Everybody knows
youve been discreet
But there were so
many people you just had to meet
Without your
clothes
And everybody
knows
Everybody knows,
everybody knows
Thats how it goes
Everybody knows
Everybody knows,
everybody knows
Thats how it goes
Everybody knows
And everybody
knows that its now or never
Everybody knows
that its me or you
And everybody
knows that you live forever
Ah when youve done
a line or two
Everybody knows
the deal is rotten
Old black joes
still pickin cotton
For your ribbons
and bows
And everybody
knows
And everybody
knows that the plague is coming
Everybody knows
that its moving fast
Everybody knows
that the naked man and woman
Are just a shining
artifact of the past
Everybody knows
the scene is dead
But theres gonna
be a meter on your bed
That will disclose
What everybody
knows
And everybody
knows that youre in trouble
Everybody knows
what youve been through
From the bloody cross
on top of calvary
To the beach of
malibu
Everybody knows
its coming apart
Take one last look
at this sacred heart
Before it blows
And everybody
knows
Everybody knows,
everybody knows
Thats how it goes
Everybody knows
Oh everybody
knows, everybody knows
Thats how it goes
Everybody knows
Herkes bilir ki hilelidir zarlar
Herkes içinden dua edip sallar
Herkes bilir ki savaş bitti
Herkes bilir, iyiler kaybetti
Herkes bilir, bu dövüş danışıklı
Fakir gene fakir, zengin daha varlıklı
Bu işler böyledir
Herkes bunu bilir
Herkes bilir ki delik kayığın dibi
Herkes biliyor kaptan kandırdı bizi
Herkesin içinde aynı kırık duygu
Az önce baban ya da köpeğin ölmüş gibi
Herkes konuşuyor cebine cebine
Herkesin derdi bir kutu çikolata, bir de
Uzun saplı gül
Malumdur herkese
Herkes bilir güzelim benî sevdiğini
Yalan yok, sahiden seviyorsun beni
Herkes bilir ki sadıksın bana
Ne çıkar arada bir-iki gece oynamışsa
Herkes bilir ki kapalı bir kutusun
Ah bir de o kadar çok kişi olmasaydı
Çıplakken buluştuğun
Bak şimdi herkesin malumusun
Herkes bilir ki ya şimdi ya hiçbir zaman
Herkes bilir ki ya sen ya ben
Herkes bilir iki satır çiziktirdin mi
Yaşayacaksındır artık ebediyen
Herkes bilir boku çıkmış bu düzenin
ihtiyar zenci Joe hâlâ pamuk topluyor
Süslü giysilerin için
Malumudur herkesin
Herkes biliyor Veba kapımızda
Herkes biliyor ki yaklaşıyor hızla
Herkes biliyor ki çıplak erkek ve kadın
Geçmişten parlak biranı yalnızca
Herkes biliyor ölmüş gitmiş bu gece
Ama yatağına bir sayaç takılacak yine de
Takılacak ki göstersin
Zaten bildiğini herkesin
Herkes biliyor ki belada başın
Herkes biliyor ne badireler atlattın
Golgotha'daki kanlı çarmıhtan
Malibu'daki plaja kadar neler neler
Herkes biliyor dağılıp gittiğini
O yüzden son bir bak bu kutsal kalbe
Onun da geldi sonu
Herkes biliyor bunu
Herkes bilir, herkes bilir
Bu işler böyledir
Herkes bunu bilir
Give me back my
broken night
my mirrored room,
my secret life
it's lonely here,
there's no one
left to torture
Give me absolute
control
over every living
soul
And lie beside me,
baby,
that's an order!
Give me crack and
anal sex
Take the only tree
that's left
and stuff it up
the hole
in your culture
Give me back the
Berlin wall
give me Stalin and
St Paul
I've seen the
future, brother:
it is murder.
Things are going
to slide, slide in all directions
Won't be nothing
Nothing you can
measure anymore
The blizzard, the
blizzard of the world
has crossed the
threshold
and it has
overturned
the order of the
soul
When they said
REPENT REPENT
I wonder what they
meant
When they said
REPENT REPENT
I wonder what they
meant
When they said
REPENT REPENT
I wonder what they
meant
You don't know me
from the wind
you never will,
you never did
I'm the little jew
who wrote the
Bible
I've seen the
nations rise and fall
I've heard their
stories, heard them all
but love's the
only engine of survival
Your servant here,
he has been told
to say it clear,
to say it cold:
It's over, it
ain't going
any further
And now the wheels
of heaven stop
you feel the
devil's riding crop
Get ready for the
future:
it is murder
Things are going
to slide ...
There'll be the
breaking of the ancient
western code
Your private life
will suddenly explode
There'll be
phantoms
There'll be fires
on the road
and the white man
dancing
You'll see a woman
hanging upside
down
her features
covered by her fallen gown
and all the lousy
little poets
coming round
tryin' to sound
like Charlie Manson
and the white man
dancin'
Give me back the
Berlin wall
Give me Stalin and
St Paul
Give me Christ
or give me
Hiroshima
Destroy another
fetus now
We don't like
children anyhow
I've seen the
future, baby:
it is murder
Things are going
to slide ...
When they said REPENT REPENT ...
Kırık gecemi geri verin bana
Aynalı odamı, gizli hayatımı
Yapayalnızım burada
İşkence edecek kimse kalmadı
Yaşayan her ruh üstünde
Mutlak denetim verin bana
Yanıma uzan bebeğim
Bu bir emirdir!
Crack ve seks verin bana
Kalan tek ağacı da alıp
Sokun kültürünüzün
Orta yerindeki deliğe
Berlin duvarını geri verin bana
Stalin'i ve Aziz Paul'u verin
Gördüm geleceği kardeşim
Gelecek cinayet.
Her şey kayıp gidecek, dağılacak dört bir
yana
Hiçbir şey kalmayacak
Ölçebileceğin hiçbir şey yok artık
Karakış, dünyanın karakışı
Geçti bile eşiği
Tepetaklak etti
Ruhun düzenini
"Tövbe et! Tövbe et!"
dediklerinde
Merak ediyorum nedir kastettikleri
Ayırt edemezsin beni rüzgârdan
Ne yarın ne de geçmişte
İncil'i yazan
Küçük Yahudiyim ben
Ulusların yükselişini ve çöküşünü gördüm
Öykülerini dinledim hepsinin
Aşktır tek motoru sağ kalmanın
Sadık bendenize dediler ki
Serinkanlı olr açık açık söyle
Bitti artık, devamı
Kalmadı bu işin
İşte duruyor gökyüzünün tekeri
Sırtında şaklıyor kırbacı şeytanın
Hazır ol geleceğe
Gelecek cinayet
Kadim Batı yasası yıkılacak
İnfilak edecek özel hayatın
Hayaletler olacak
Ateşler olacak yollarda
Ve dans eden beyaz adam
Baş aşağı asılı bir kadın göreceksin
Sarkan entarisi gizleyecek yüzünü
Charlie Manson'a benzemeye çalışan
Berbat küçük şairler kaplayacak ortalığı
Ve dans eden beyaz adam
Berlin duvarını geri verin bana
Stalin'i ve Aziz Paul'u verin
İsa'yı verin bana
O olmazsa Hiroşima'yı
Bir cenin daha yok edin
Çocukları sevmeyiz zaten
Gördüm geleceği kardeşim
Gelecek cinayet.
ZARLAR HİLELİYSE, kazanma şansımız yoktur.
Peki, Öyleyse neden (dua ederek ya da etmeyerek) sallamaya devam ederiz?
Oynayacak başka oyun olmadığı için mi, yoksa
gene de, talihin akıldışı bir dönüşüyle kazanabileceğimiz umudundan
vazgeçemediğimizden mi?
Einstein, "Delilik aynı şeyi tekrar
tekrar yapıp, her defasında farklı bir sonuç çıkabileceğini sanmaktır,"
demişti. Deliliğin belki de en güzel tanımı. Ama öyleyse "herkes"
deli mi?
Muhtemelen öyle.
Ancak daha bir dize sonra, barbutta para
kaybetmekten biraz daha önemli, biraz daha tehlikeli, biraz daha korkunç bir
yerde olduğumuzu (en azından Leonard Cohen'in orada olduğunu) anlıyoruz:
Everybody knows
that the w ar is över
Everybody knows
the good guys lost
Herkes bilir ki
savaş bitti Herkes bilir, iyiler kaybetti
Savaş ne zaman
ilan edilmişti? Kimler savaşıyordu?
Biz de savaşıyor muyduk?
(Biz kimiz zaten?)
Savaşıyor idiysek, mutlaka
iyilerden yanaydık. Ama o zaman nasıl oldu da kaybettik?
Hani iyiler kazanırdı her zaman?
Daha da önemlisi, niye kaybettiğimizi kimse
haber vermedi bize?
Savaş tabii ki çoktan ilan edilmişti. Ama
biz onu yok saymayı tercih ettik hep. Ancak kapımıza gelip dayandığı,
evlerimizi başımıza yıktığı, gündelik hayatımızın mekanik, huzurlu ve sıkıcı
düzenini altüst ettiği zamanlarda varlığının farkına vardık. Kimilerimiz
gözlerini kapayıp geçene kadar beklemeyi tercih etti, kimilerimiz ise kollarını
sıvayıp bir şeyler yapmayı. Ama bu İkinciler bile savaşın o gürültülü
patırtılı, şaşaalı, debdebeli patlama anları geçtiğim de, sıvadıkları kol
yenlerini indirip gündelik hayatlarının rutinine geri döndüler, üstelik
gözlerini kapayıp başını kuma gömenlere karşı kibirli bir küçük görme ifadesi
takınarak. Ne de olsa "gerekeni yapmışlardı" onlar. Oysa savaş
hiçbir zaman bitmedi. O yüzden de görevini yapmışların haklı gururuna hakkımız
yok hiçbirimizin.
Marx ve Engels bizi 1848'de uyarmışlardı:
"Bugüne kadar var olan tüm
toplumların tarihi, sınıf mücadelelerinin tarihidir... Bu mücadeleler ya
toplumun bir bütün olarak devrimci yeniden yapılanmasıyla, ya da çarpışan
sınıfların ortak yıkımıyla sona erer."
Onlardan yaklaşık yetmiş yıl sonra,
Birinci Dünya Savaşı’nın dehşeti henüz sürmekteyken, savaşa karşı çıktığı için
bir Alman hapishanesinde yatmakta olan Rosa Luxemburg, hücresinden dışarı
kaçırıp "Junius" takma adıyla yayımlanmasını sağladığı broşürde şöyle
diyordu:
"İnsanlık şu seçeneklerle yüz yüze:
Ya kapitalist anarşi içinde çözülme ve yıkım, ya da toplumsal devrim yoluyla
yeniden canlanma."
Rosa bu sözünden üç yıl sonra
"barbarca" öldür(t)üldü. Hem de öyle faşistler, milliyetçiler,
ırkçılar filan tarafından da değil, şu bildiğimiz barışçı, hümanist, Sosyal
Demokratlar tarafından. Ondan seksen beş yıl sonra Macar Marksist Istvân
Mezsâros Sosyalizm ya da Barbarlık adlı bir kitap yayımladı. Ama 20. yüzyıl
boyunca "Ya Sosyalizm Ya Barbarlık" çoktan bir slogana
dönüşmüştü zaten. Bu adla dergiler çıkarıldı, devrimci politik örgütler
kuruldu. Liberaller ise yüz altmış yıldır söylene söylene sakıza dönmüş bu
sloganla dalgalarını geçmek için hiçbir fırsatı kaçırmadılar: Hani sosyalizm?
Nerede barbarlık?
İşte kör topal da olsa, kapitalizm yaşamaya
devam ediyor. Sizin "devrim" dediğiniz şeyin pek de yeni bir şey
getirmediği ortaya çıktı. Tamam, yerel savaşlar, açlık, ırkçılık, terörizm
filan yok değil, ama küre genelinde gül gibi olmasa da geçinip gidiyoruz işte.
Ya da... Geçinip gidiyor muyuz gerçekten?
Yoksa "geçinip gitmek" için insanlık
tarihinin en hunhar hafıza silme operasyonunu her gün tekrarlamakta mıyız?
Dünya mahallesinin kabadayısı, bıçkın
delikanlısı ve dediğim dedik başöğretmeni ABD’nin bugünlere gelirken yok ettiği
barışçı (ya da en kötü ihtimalle kavgacı, ama asla savaşçı olmayan) Amerikan
yerlilerini (sadece bedenlerini değil kültürlerini de) ve topraklarından
koparılıp köleleştirilen on milyonlarca Afrikalıyı unutmadan nasıl huzur
bulabiliriz?
1945 yılında "barış" sağlanırken,
milyonlarca Yahudinin büyük bir soğukkanlılıkla katledilmesi birkaç yenik ve
aşağılanmış Nazi yetkilisinin cezalandırılmasıyla geçiştirilip unutulmadı mı?
Bugünün uygar ve kültürlü Avrupa uluslarının
bu uygarlıklarını borçlu oldukları sermaye birikimini sağlarken dünyanın geri
kalanına yaptıklarını her gün hatırlıyor muyuz, yoksa unutuşun kıpırtılı
huzurunu üzerimize mi örtüyoruz sürekli batan yün bir battaniye gibi?
Sadece Avrupalıları ve Amerikalıları da
suçlamayalım. Kapitalist merkezin dışında kalan uluslar da, her fırsat
bulduklarında kendi etnik ya da ideolojik azınlıklarım veya kendilerinden küçük
komşularım büyük bir keyifle katletmediler mi 20. yüzyıl boyunca?
Dolayısıyla, Auschwitz'den sonra ne şiire,
ne de kültürün ya da uygarlığın herhangi bir biçimine şans tanıyan Adomo’nun
karamsarlığının son derece anlamlı, maddi temelleri olduğunu "herkes
biliyor", en azından hafıza kayıpları beyin hasarından kaynaklanmayan
büyük çoğunluk:
...
[Kültürün/uygarlığın] sarayı, Brecht'in harika bir dizesinde söylediği gibi,
köpek bokundan yapılmıştır. Bu dizenin yazılmasından yıllar sonra, Auschwitz
kültürün/uygarlığın yenilgiye uğradığını karşı çıkılamaz bir biçimde gösterdi.
Bunun felsefi geleneklerin, sanatların ve aydınlanma bilimlerinin ortalık
yerinde vuku bulması ise, bunların, Ruhun, kitleleri ele geçirip değiştirmeyi
başaramamış olmalarından çok daha fazla bir şey söylüyor bize... Auschwitz'den
sonra, kültürün/uygarlığın acil eleştirisi de dahil olmak üzere her türlü kültür,
çöptür... Radikal bir biçimde suçlu ve tükenmiş bir kültürün/uygarlığın
muhafaza edilmesini isteyen kişi onun suç ortağına dönüşür, kültürü/uygarlığı
tümden reddeden kişi ise anında barbarlığın savunucusu olur ki kültür/uygarlık
bu barbarlığın ta kendisidir zaten. Sessizlik bile bu çemberi kırıp dışına
çıkamaz; yalnızca kişinin nesnel hakikatin durumu ile başa çıkmadaki
kifayetsizliğini rasyonalize ederek bu hakikati yeniden bir yalana indirger.
Theodor Adomo,
Negative Dialectics, s. 359
Almancada Kültür kelimesinin
"kültür"ü olduğu kadar uygarlığı da gösterdiğini düşünecek olursak,
Adorno'nun bir kehanette bulunmaktan ziyade, insanlığın hayati bir tercihi
zaten yapmış olduğunu söylemeye çalıştığını da anlarız. Yani kısacası biz (yani
farklı, daha insanca, daha yaşanası bir gelecekten umudunu kesmemiş
olanlarımız), Marx ve Engels’ten bu yana "Ya Sosyalizm, ya barbarlık
içinde yok oluş" deyip duruyoruz, ama söylediğimize pek inandığımız
yok. Çünkü bu tercihi hep gelecekte olacak bir şeymiş gibi koyuyoruz önümüze.
Sanki bir gün gelecek ve bize soracaklar: Sosyalizm mi, barbarlık mı?
Eh,
biz de eşek değiliz ya, o soruyu sorduklarında "Sosyalizm!"
deyivereceğiz ve her şey yoluna girecek. Oysa kuşkulanmamız gerek. Ya tercih
gelecekte değilse?
Ya
tercih geçmişte kalmışsa, çoktan yapılmışsa?
Ya
sadece uzatmaları oynuyorsak?
Tercihin yapıldığı an olarak Auschwitz'i
seçiyor Adorno. O kadar da önemli bir saptama değil bu. İsterseniz Birinci
Dünya Savaşı’nı seçelim dönüm noktası olarak. İncilin "Kıyamet" suresini
bu şekilde yorumlayanlar olmuştu: Savaş, İhtilal, Kıtlık ve Salgın (Mahşerin
Dört Atlısı) 1914 ile 1920 arasında hüküm sürmemiş miydi zaten?
Ya
da isterseniz Hiroşima'yı seçelim. Ya da My Lai katliamını. Ya da 11 Eylül'ü.
Ya da gezegeni katletmeye başladığımız günden beri herhangi bir anı dönüm
noktası olarak belirleyelim. Bu anların herhangi birinde "Sosyalizm"
seçeneğini geri dönüşsüz bir biçimde geride bırakmış olabiliriz. Ve hepimiz bu
ihtimalin, bu geriye dönüp baştan başlama şansını kaçırmış olma ihtimalinin
farkındayız bal gibi de. O yüzden Cohen bize "Gelecek" şarkısında,
geleceğe bakıp gördüğü şeyin karşısında Stalin'i, Hiroşima'yı, Berlin duvarını
ya da Aziz Paulus'u "geri istediğini" söylediğinde pek şaşırmıyoruz:
Take the only tree that's left
and stuff it up the hole
in your culture
Give me back the Berlin wall
give me Stalin and St Paul
l've seen the future, brother:
it is murder.
Kalan tek ağacı da
alıp
Sokun kültürünüzün
Orta yerindeki
deliğe
Berlin duvarını
geri verin bana
Stalin'i ve Aziz
Paul'u verin
Gördüm geleceği
kardeşim
Gelecek cinayet.
Belki de bu noktada, Cohen'in Stalin'i ve
Berlin Duvarını "geleceğe” tercih edermiş gibi yapmasıyla Slavoj Zizek'in
"şakacıktan" Stalinizm’i savunması arasında bir paralellik
kurabiliriz. Stalin kuşkusuz insanlık tarihinin en berbat diktatörlerinden
biriydi; bunu tartışmaya gerek bile yok. İktidara gelirken tasfiye ettiği eski
yoldaşlarını, tarihi ikide bir nasıl keyfince yeniden yazdığını, kendisine
karşı en küçük bir muhalefeti bile nasıl acımasızca ezdiğini, Gulag
sürgünlerini, "demokratik merkeziyetçilik" adı altında nasıl her
türlü demokratik katılımı ortadan kaldırdığını unutmamız mümkün mü?
Ama
öte yandan, Stalin dönemini bugünkü Rusya'da egemen olan vahşi kapitalizmle ve
Mafya düzeniyle karşılaştırdığımızda, Cohen'in "Bu bile daha
iyiydi!" isyanını ya da Zizek'in ironik yaklaşımını anlayabiliriz:
Stalin acımasız bir diktatördü, ama onun döneminde "Babanın-Adı"nın
gene de bir şekilde hüküm sürmekte olduğunu söylemek mümkündü. Tanrı henüz ölmemişti,
her şey mubah değildi. Evet, bu acımasız, kıskanç, intikamcı, müsamahasız bir
Eski Ahit tanrısıydı belki, ama hiç olmazsa vardı. Şimdi ise Rusya'da o
acımasız, intikamcı Tanrı bile yok. Kaybettiğinizde her şeyi birden
kaybedeceğiniz, kuralları olmayan, aptalca bir yarış, "serbest piyasa
rejimi" denilen şeyin komik, acıklı bir taklidi var yalnızca.
Stalin bir umuttan, bir özgürlük
beklentisinden, kaçacak yeri olmayan bir kapalı sistem, bir yekpare diktatörlük
rejimi yaratmayı becermiş bir simyacıydı. Cohen'in kurduğu paralellik ise
boşuna değil; Stalin’in Marx'a yaptığı ne ise, Hıristiyanlığı kurumlaştırma
yolundaki ilk ve önemli adımları atan Aziz Paulus'un İsa'ya yaptığı da aynı
şeydi. İkisi de temelinde bir kurtuluş, özgürleşme vaadi olarak başlayan
düşünceleri, birer düzen doktrinine dönüştürmeyi başardılar. Katolik
kilisesinin zorunlu, tartışılmaz imanı, Stalin düzeninin "parti her zaman
haklıdır” inancı kurtuluş ve özgürlük hayallerine son verdi, ama bir yandan da
insanların bir arada yaşamasını (sopa yoluyla da olsa) olanaklı kıldı.
Dostoyevski'nin Büyük Engizisyoncusunun özgürlük/mutluluk ikileminde
"mutluluk" tarafı tercih edildi. Mutluluk olmasa bile bir tür
"güven ve huzur" sağlandı, ancak özgürleşme ve kurtuluş beklentileri
askıya alındı. Şimdi ise, o basit, ucuz "güven ve huzur" bile ortadan
kalkıyor, bunlar uğruna feda edilen Özgürleşme ve kurtuluş beklentileri ise
otomatik olarak geri gelmiyor.
Aslında tanrının Ölümünü, yani sembolik
düzeni bir arada tutan merkezi ilkenin çatırdamaya başlamasını 19. yüzyılın
sonlarından beri öngörüyorduk: Dostoyevski 1880'de uyarmıştı bizi, "Tanrı
yoksa her şey mubahtır," diyerek. Ondan iki yıl sonra Nietzsche de
tanrının öldüğünü haber verdi bize:
"Nereye
gitti Tanrı?" diye haykırdı [deli]. Söyleyeyim size. Onu öldürdük - siz ve
ben. Katilleriyiz onun. Ama nasıl yaptık bunu?
Nasıl içip kurutabildik denizi?
Bize tüm ufku silecek süngeri kim verdi?
Ne yaptık da çözdük dünyanın zincirini
güneşten?
Nereye gidiyor şimdi?
Biz nereye gidiyoruz?
Tüm güneşlerden uzağa mı?
Durmadan düşmüyor muyuz?
Geriye, yana, öne, tüm yönlere?
Aşağı ve yukarı kaldı mı artık?
Sınırsız bir hiçin içinde başı boş kalmadık
mı?
Boş uzayın nefesini duymuyor muyuz?
Gitgide soğumuyor mu o nefes?
Gitgide yaklaşmıyor mu gece?
Sabahları fener yakmamız gerekmiyor mu?
Tanrıyı gömen mezarcıların kazma seslerini
duymuyor muyuz?
Tanrı'nın çürüyüşünün kokusu gelmiyor mu
burnumuza?
Tanrılar da çürür. Tanrı öldü. Tanrı
dirilmeyecek. Ve onu biz öldürdük. Katilden de katil olan bizler, nasıl teselli
bulacağız?
Dünyanın sahip olduğu her şeyin en kutsalı ve
en yücesi, bıçaklarımızın altında kanlar içinde can verdi. Bu kanı kim silecek
üzerimizden?
Hangi suyla arıtacağız kendimizi?
Hangi kefaret törenlerini, hangi kutsal
oyunları icat etmeliyiz şimdi?
Bu fiilin büyüklüğü bizi aşmaz mı?
Bu fiile layık olmak için tanrı olması
gerekmez mi her birimizin?
Bundan daha büyük bir fiil olmamıştı hiç; ve
bizden sonra her kim doğacaksa, sırf bu fiilin hatırına, bugüne kadarki
tarihten daha yüce bir tarihin parçası olacak.
Friedrich
Nietzsche, Şen Bilim
Bağnaz
dindarlar Nietzsche’ye zındık muamelesi yaptı bu sözleri yüzünden. Ama bağnaz
olmayan çoğunluğun tepkisi daha da korkunç oldu: Onu yarı ciddiye aldılar,
sözünü tekrarlayıp uyarısını duymamayı seçtiler. Yirminci yüzyılın sonlarında
ise göğsünde "Tanrı Öldü! -Nietzsche / Nietzsche Öldü! -Tanrı" yazan
tişörtler giyerek dolaştılar. Bilmeden de olsa Nietzsche'nin üzüntü ve
aşağılama karışımıyla tarif etmeye çalıştığı "son-insanlar" gibi
davrandılar yani,
1882'de, yani Nietzsche Şen Bilim'i
yayımladığında Tanrı’nın öldüğünü söylemek mümkün değil aslında. Olsa olsa bir
kehanetti Nietzsche'ninki. Dostoyevski'nin uyarısına paralel bir kehanet. Tanrı
Ölürse, yani içinde yaşadığımız "uygarlık" denilen şeyi bir arada
tutan harç, birbirimizle bir arada yaşamayı olanaklı kılan kurallar ve yasaklar
sistemi, On Emir, bir kez dağılırsa başımıza geleceklerin bir öngörüsü.
Ömürleri nereden baksanız iki yüzyılı ancak geçen ulus-devletlerin anayasaları
ve kanunları, ömrü bir yüzyılı bile geçmeyen "uluslararası hukuk",
tarihi binlerce yılla ölçülen tek tanrı inancının yerini tutabilir mi hiç?
Savaşlarla, devrimlerle ve
"demokrasi" nin gelişmesiyle de seçimlerle kaşla göz arasında değişi-
veren bir kurumun kuralları, ezeli ve ebedi bir Tanrı'nın emirleriyle bir
olabilir mi?
Hem
Dostoyevski hem de Nietzsche, imanın kapitalizmin "bencil hesapların[ın]
buzlu sularında” yok olmaya yüz tuttuğunu, "iman" adı altında
yaşamaya devam eden şeyin bir tür sinizm olduğunu daha o günden fark
etmişlerdi. Daha 1843'te "dinin kitlelerin afyonu" olduğunu söyleyen
Marx da bunun farkındaydı. Kuşkusuz dinin uyutucu yanından bahsetmiyordu Marx
yalnızca; dinin bir tür narkoz olduğunu, kitlelerin sınıflı toplumların
sömürüsüne dayanmasını olanaklı kıldığını da söylüyordu. Din 19. yüzyılın ilk
yansı boyunca bu narkoz özelliğini adım adım kaybedince, geri kalan tek şey bir
yasaklar sistemi, acıyı azaltmak yerine daha da artıran bir aldatmaca olmuştu.
Kimse hiçbir şeye inanmıyordu artık, yalnızca "o sopa bir gün benim de
elime geçer" umuduyla inanırmış gibi yapıyordu. 20. yüzyıl boyunca giderek
güçlenen ve iki dünya savaşı felaketinden sonra iyice egemen olan bu sinik
tutum, gücü yeteni gücü yettiğine eziyet etmekte, kimse fark etmediği sürece
çalmakta, kitabına uydurabildiği sürece öldürmekte Özgür bıraktı. Yalnızca
egemenleri değil, herkesi. "Serbest piyasa ekonomisi" serveti değilse
de kötülüğü evrenselleştirdi, herkese paylaştırdı.
İsa'dan sonraki ilk binyılın ardından,
beyaz Batılı erkekler Ortadoğu'ya Tanrı adına saldırmış, Kudüs ve çevresinde
"Tanrı nın Krallığı"nı kurmaya çalışmışlardı. İsa'dan sonraki ikinci binyılın ardından ise gene beyaz
Batılı erkekler Ortadoğu'ya saldırdılar, ama bu kez Tanrı adına değil, özgürlük
ve demokrasi adına. Aradaki fark şurada ki, bugün herkes "özgürlük
ve demokrasi" dendiğinde kastedilenin petrol ve enerji kaynaklarının
denetimi olduğunu biliyor, ama bilmiyormuş gibi yapıyor. Oysa binyıl Önce
herkes olmasa da çoğunluk, "Tanrı'nın Krallığı" mitine inanıyordu.
Kötülük "serbest piyasa ekonomisi" mitinin de çözülmeye başlamasıyla
birlikte üstümüze geliyor ve onun karşısında sığınabileceğimiz bir tanrımız
bile yok artık. Kendimizden başka güvenebileceğimiz hiç kimse yok ve
"kendimiz" dediğimiz şey de 20. yüzyıl boyunca ulus-dev- letler
tarafından acımasızca güçsüzleştirildi, dilsizleştirildi, hadım edildi.
Nasıl bir kıyamet/gelecek görmüştü Cohen? Şöyle bir şey olmalı:
Cohen’in bu kıyamet tasvirinde belki de
çoğumuzun unutmuş olduğu Charles Manson'a bir gönderme var ki özellikle dikkat
çekici: Manson 1960'ların devrimci, isyancı, umut dolu madalyonunun öteki
yüzüdür. On altı yaşındaki alkolik bir annenin gayrimeşru çocuğu. Kendini
bilir bilmez suç işlemeye başlamış bir "kader kurbanı". 1960'ların
devrimci ama mistik, kural tanımaz ama neyi tanıdığını da bilmeyen
atmosferinde, cinsel özgürlükle Mormon çokeşliliği, başarısız rock
yıldızlığıyla scientology arasında bir tür sahte peygamber mertebesine
yükselmiş, sonunda müritlerinin işlediği toplu cinayetler sayesinde meşhur
olmuş bir şeytan/yitik ruh.
Cohen kıyametin ozanlarının bile bu zaten
yeterince acıklı/acınası sahte peygamberin silik suretleri olacağı kehanetini yapıyor.
Hepimizin içtenlikle (ve haklı olarak) eleştirdiği "Kadim Batı
yasası" hele bir yıkılsın, geriye küçük Mansonlardan başka bir şey
kalmayacak. Tanrı hele bir yok olsun, her şey, cinayet, katliam, sahte
peygamberler ve onların sorgusuz sualsiz itaat eden müritleri, hepsi mubah
olacak; yaşamak ve umut etmek ise hepimize yasaklanacak.
Turning and turning in the widening gyre
The falcon cannot hear the falconer;
Things fail apart; the centre cannot hold;
Mere anarchy is loosed upon the world,
The blood-dimmed tide is loosed, and
everywhere
The ceremony of innocence is drowned;
The best lack ali conviction, while the
worst
Are full of passionate jntensity.
Gitgide açılan bir
helezonda döne döne
Duyamaz olmuş
doğancıyı doğan;
Dağılıyor her şey,
kaçıyor merkezin elinden;
Anarşi salınmış dünyanın yüzüne,
Yükseliyor kanla kararmış sular
Boğuluyor masumların ayini her yerde;
En iyilerin imanı tükenmiş gitmiş,
En kötülerse dopdolu şehvetli bir hevesle.
William Butler Yeats, The Second Corning
Yeats'in Dünya Savaşı öncesinde ya da
sırasında değil de sonrasında bu çözülüp dağılma şiirini yazması boşuna değil:
Kimi şairler (ya da düşünürler ya da yazarlar) korkularıyla davranır, bugüne
bakıp gelecekteki felaketin kehanetini yaparlar. Yeats gibi şairler ya da
Adorno gibi yazarlar ise geçmişe bakıp artık geri getirilemeyecek şekilde
kaybedilmiş olanı görürler ve bunu geleceğe yansıtırlar. Örneğin Bob Dylan
1963’te Hard Rain's A-Gonna Fail (Müthiş Bir Yağmur Geliyor) şarkısını
yazdığında "hard rain" derken kastettiği radyoaktif serpintiydi;
gelecekteki bir tehlike, dikkatli olmazsak başımıza gelebilecek bir şey. Oysa
Cohen’in The Future şarkısı 1992' de yazıldı. Soğuk Savaş bittikten, nükleer
savaş tehdidi kötü bir anıya dönüştükten sonra. Bir nükleer savaş tehdidi ya da
bir "küresel ısınma", ekolojik yok oluş tehdidi değil Cohen'in
"gelecek"te gördüğü dehşet; düzeni bir arada tutan merkezi ilkenin
çoktan ortadan kalkmış olabileceği ihtimalinin farkındalığı, daha derin bir
karanlık. Yeats'i ve iki Cohen şarkısını alt alta koyduğumuzda gördüğümüz şey
tekil bir facia, belirli bir nedenin (savaşın, ekolojik altüst oluşun ya da bir
devrimin) yol açacağı bir patlama değil; bir çözülüp dağılma, adım adım yok
oluşa giden bir süreç:
Things fal) apart;
the centre cannot hold;
Dağılıyor her şey,
kaçıyor merkezin elinden;
Yeats, 1919
Everybody knows
it1 s coming apart
Herkes biliyor
dağılıp gittiğini
Cohen, 1988
Things are going
to slide, slide in ali directions
Her şey kayıp
gidecek, dağılacak dört bir yana
Cohen, 1992
Üç şiir/şarkıda da ortak olan, merkezin
kaybolması, dağılma; bir patlamayla değil, bir sızlanmayla da değil belki.
Kayarak, parmaklarımızın arasından kaçıp giderek dağılma.
Bu söylediklerimden çıkarılacak olan nedir
peki?
Bir
merkezin, despot, dediğim dedik bir tanrının hüküm sürdüğü günleri mi özlüyorum
yoksa?
Kargaşaya karşı düzenden, devrime karşı
iyi-kötü bir burjuva huzurundan, yolu altüst oluştan geçen bir sosyalizme karşı
var olanı iyisiyle-kötüsüyle muhafaza etmekten mi yanayım?
Ne
yazık ki değilim ("keşke olabilseydim" dediğim zamanlar oluyor arada
bir). Çünkü altüst oluşun kaçınılmazlığını, tufanın yaklaştığını, vebanın
kapımızda olduğunu görmeyebilecek bir sinizm mertebesine ulaşmayı beceremedim
bir türlü. Hafızamı kaybedemiyorum, Auschwitz’i, My Lai’yi, Gulag'ı, yok edilen
Navajo ulusunu, Ermeni katliamını unutamıyorum. Öte yandan Auschwitz’e
Filistinlileri yurtsuzlaştırarak, Gulag'a Mafya düzeniyle cevap vermeyi
sindiremiyorum ne yapsam da. Fransız emperyalizminin Kuzey Afrikalılara
yaptıklarını affedemiyorum, ama Kuzey Afrikalı gençlerin buna Paris alt-orta
sınıfının ve hatta Paris işçi sınıfının arabalarım yakarak cevap vermesini
sosyalizme değil barbarlığa doğru atılan bir adım olarak görmemek de elimde
değil. Burjuvazinin son üç yüzyıldır korumaya çalıştığı düzen çözülüyor.
Burjuvazi uygarlığı sekiz-dokuz bin yıldır bir arada tutan harcı, "bencil
hesapların! ın] buzlu sularında", bir elli yılcık daha hüküm sürebilmek
için cömertçe harcıyor, tüketiyor gözlerimizin önünde; bizse buna karşı hiçbir
şey yapamıyoruz. Burjuvazinin düzeni çökerken uygarlığın tüm mirasım da
paramparça ediyor; kimimiz düzeni savunmaya çalışıyor, kimimiz her türlü yıkımı
alkışlamaya başlıyor, her yıkımın bu düzenden daha iyi olduğuna inandırıyor
kendini, kimimiz ise bunun karşısında paralize oluyor, Lut'un karısı gibi
sessiz, donuk bir tuz sütununa dönüşüyor. Üç tutum da çöküşü daha da
hızlandırmaktan başka bir işe yaramıyor. Üç tutum da çöküşün kaçınılmazlığım
göremiyor aslında, üç tutum da bu düzenin çökmesinden sonra ne olacağını hayal
edemiyor.
Merkez dağılıyor, Tanrı ise çoktan
öldü(rüldü). Artık her şey mubah, ama hiçbir şey hak değil. Ve, Adorno'nun
dediği gibi, bunun karşısında suskun kalmak bile çözüm değil; kendi ruhumuzu
bile kurtaramaz sessizlik. Cohen The Future ile aynı albümde Anthem (Marş)
şarkısını da yayımlamıştı. Şöyle diyordu o şarkıda:
Ring the bells
that stili can ring
Forget your
perfect offering
There is a crack
in everything
That's how the
light gets in.
Çal hâlâ çalabilen
çanları
Unut gitsin o
eşsiz adağını
Bir çatlak vardır
her şeyde
Işık oradan sızar
içeriye
Cohen, 1992
Hamlet'in babasının hayaleti, artık hiçbir
iktidarı kalmamış olan o zavallı babanın sureti zuhur ettiğinde saray
nöbetçilerinden biri bize "Danimarka krallığında çürüyen bir şey
var," demişti. Hangi Danimarka krallığı, bunun krallığı mı kalmış?
Dünya bir baştan bir başa çürük içinde.
(Sembolik) düzenin tam ortalık yerinde dev bir çatlak var ve gitgide büyüyor.
Kimimiz yamamaya çalışıyor o çatlağı - hangi harç kapatabilir ki onu?
Kimimiz gözünü kapatıp içine atlamaya heves
ediyor - dibi var mı Gayya kuyusunun?
Kimimizse donup kalıyor - ama sıra bize de
gelecek. En umutsuz geleceğin resmini çizen Cohen ise, ışığın tam da o
çatlaktan sızacağını söylüyor aynı nefeste. Sevinmekte acele etmeyelim: Işık,
Aydınlanma aklının sandığının aksine, her zaman çok iyi bir şey olmayabilir. Ya
nükleer bir patlamanın ışığıysa oradan sızan; ya Büyük Patlamanın kör edici
ışığıysa?
Le Guin, "Bir mum
yakmak, bir gölge düşürmektir' demişti. Sembolik düzenin çatlağından sızan
ışığın gölgesinde yaşıyoruz bu çağda. Belki de yapmamız gereken, kör olmayı da
göze alarak gölgeden çıkmaktır. Yeniçağın Kıyamet Sureleri, o ışığa (tıpkı bir
güneş tutulması seyreder gibi) isli bir camın gerisinden bakarak görülen
şeyleri anlatıyor bize. Ama görünenlerin o ışığın içinde mi olduğunu yoksa isli
cama mı resmedilmiş olduğunu kendimiz bakmadan anlayamayacağız asla.
Sh: 133-150
Kaynak:
Bülent Somay, Şarkı Okuma Kitabı- Ses ve Sözle Denemeler, Metis -Üçüncü Basım:
Kasım 2010, İstanbul
Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.
Yorumlar