KÖR OLACAĞINA “KİRKOR” OL NEDİR?
Kutbu'l-Ârifîn, Gavsu'l-Vâsilîn Mürşid-i Kâmil El-Hâc Ahmed Amîş
Kaddesellâhü sırrahu'l azîz Efendim buyurdular ki;
Allah Teâlâ, Kurân-ı Kerim’de buyurdu
ki;
(وَمَن كَانَ فِي هَـذِهِ أَعْمَى فَهُوَ فِي الآخِرَةِ أَعْمَى)
“Şu dünyada kör olan kimse âhirette de kördür.” [17. İsrâ
sûresi, 72]
وَمَنْ
اَعْرَضَ عَنْ ذِكْرىِ
فَاِنَّ لَهُ مَعيشَةً
ضَنْكًا وَنَحْشُرُهُ يَوْمَ
الْقِيمَةِ اَعْمَى
“Kim de benim zikrimden yüz çevirirse bilsin ki; onun dar bir
geçimi olur ve kıyamet gününde Biz onu kör olarak haşrederiz.” (Tâhâ,124)
İmâm-ı Kuşeyrî kuddise sırruhu’l-azîz bu konuda buyurmuştur ki;
“Allah Teâlâ, müminlere bir takım basîretler ve nûrlar vermiştir. Onlar bu
sayede ferâsette bulunurlar. Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem; “Mümin,
Allah Teâlâ’nın nûru ile nazar eder.” hadîs-i şerîfi bu mânâda
anlaşılmalıdır” Deylemî’nin zikrettiği bir hadîs-i şerîfte; “Gözü âmâ(görmeyen)
kimse kör değildir. Asıl âmâ, basîreti kör olan kişidir.”
Bu ilim yani ilm-i ledün binde bir kişiye nasip
olur. Bu ilim bazen insanı öyle bir sarhoşluğa çeker ki, Hallac kuddise
sırruhu’l-azîz gibi darağacına da baş koydurur.
“Gazzali kuddise sırruhu’l-azîze
göre bu kalb gözüne sahip olan yalnız ariflerdir, mutasavvıflardır. Yakini
bilgiye, Allah Teâlâ’nın Ledün ilmine sahip sevgili kulları da yalnız
bunlardır. Yalnız bunlar, Allah Teâlâ’yı olduğu gibi görürler ve onun zatını da
tam manasıyla kavrarlar. Allah Teâlâ, bu yakini bilgiyi, bu sevgiyi kullarının
kalbine doğrudan doğruya kendi nuru ile verir. Kalbe bağlı olan bu bilgiden
hâsıl olan zevk de zevklerin en büyüğüdür. Ve bu zevke dayanan mutluluk da, en
kuvvetli ve en sürekli mutluluktur.”[2]
Bu hal, ilmi
değil zevkidir. Kaldı ki, bu hali tarif ve tavsife ilim ve mantık da kâfi
değildir. Bu zevki ancak tadanlar bilirler, tatmayanlar asla bilemezler.
Tatmayana da tarif edilemez. Kör rengi, sağır ahengi bilemediği gibidir.
“Yeryüzünde
dolaşmıyorlar mı ki, orada olanları akledecek kalbleri, işitecek kulakları
olsun. Ama yalnız gözler kör olmaz, fakat göğüslerde olan kalbler de körleşir.” (Hac, 46)
“Semûd kavmine gelince: Biz onlara doğru yolu gösterdik de
onlar, körlüğü hidâyete tercih ettiler.” [3]
Şihâb’ ül-Ahbâr da
gelir. Hz. Rasûlu'llâh salla’llâhu aleyhi ve sellem Efendimiz buyurdular
“İşlerin en kötüsü, türedi
(muhdes) olanlarıdır. En fenâ körlük, kalb körlüğüdür. En kötü mâzeret, ölüm
sırasındaki mâzerettir. En kötü pişmanlık, kıyâmet günündeki pişmanlıktır. En
kötü yemek, yetîm malı yemektir. En kötü kazanç da, fâiz (ribâ) kazancıdır”
(821)
“En beter körlük,
hidâyetten sonra dalâlete düşmektir. En büyük kabâhatlerden biri de, çok yalan
söyleyen dildir”. (823)
İmam Gazzali rahmetu’llâhi aleyh, kuddise sırrûhu, kalbin gerçekten gözü
olduğunu er-Risaletü’l-Ledünniye’sinde şöyle delillendirir.
“Tasavvuf ehlinden bir grup der ki; “Kalbin de bir gözü vardır. Tıpkı cesedin de bir gözü olduğu gibi..” İnsan zahiri varlıkları zahir gözüyle görür. Hakikâtleri de akıl gözüyle
görür. Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem şöyle buyurur: “Hiçbir kul yoktur ki, onun kalbinin mutlaka iki gözü bulunmasın. Bunlar
iki gözdür. Onlarla gayb idrak olunur. Allah bir kuluna hayr murad ettiği zaman
onun kalb gözünü açar. Ta ki, kişi, gözünden gaip olanı kalb gözüyle
görebilsin.” [4]
Körlüğün sebepleri arasında Seyyid
Burhâneddin kaddese’llâhü sırrah’ül azîz Maarif kitabında dedi ki;
Müslümanlık uzak, çok uzak
düşmüştür. Biz de bunların sandığı gibi müslümanlığı renkten, kokudan ibaret mi
sandık?
Zâten bu
topluluk bizden hoşlanmaz, çünkü aramızda cins birliği yok. “Cinsinden olmayana
bakmak gönlü kör eder” demişlerdir. Cinsimden olmayanı görmek, bana her an bir
ölümdür.
Kalbin körelmesi hakikati ve hikmeti
görememektir.
“Allah Teâlâ, onların
kalplerini ve kulaklarını mühürlemiştir, onların gözleri üzerinde de bir perde
vardır. Onlar için büyük bir azap da vardır.” (Bakara, 7)
“Allah Teâlâ kime hidayet ederse işte hidayete eren odur. Kimi saptırırsa
artık onlar için Allah Teâlâ´dan başka asla yardımcılar bulamazsın. Onları
kıyamet gününde körler, dilsizler ve sağırlar olarak yüzleri üzerine haşr
ederiz. Onların varacakları yer, cehennemdir. Her ne zaman alev azalırsa, onlar
için cehennem ateşini arttırırız.” (İsra, 97)
“Bu dünyada kör olan kimse
ahirette de kördür;” [5] âyeti kerimesi bunu destekler.
Gerçekte dünya işlerinde cebirden kurtulmak güç ise de âhiret için cebr yoktur.
Batını terbiye etmek elbetde çalışmak lazımdır. Hazreti Pîr Efendimiz
“Nebiler dünya işinde cebrîdirler,
kâfirler de ahiret işinde.” [6]
buyurdukları buna işârettir. Çünkü
“Onlar ayakta iken, otururken ve
yanları üzerinde iken Allah’ı zikreder, yerdeki ve göklerin yaradılışını
tefekkür ederler.” [7] âyet-i celîlesi işareti
üzere Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem zikr ve teveccühle emrolunmuştur.
Her ne kadar;
“O'nu övgü ile tesbih etmeyen
hiçbir şey yoktur. Ne var ki siz, onların tesbihini anlamazsınız.” [8] âyet-i kerimesinin manasına göre
bütün eşyâ lisân-ı hâl ile zikredeci ise de Allah Teâlâ Hazret-i Âdem
aleyhisselâmı yaratıp,
“(Allah) Âdem’e isimlerin tamamını öğretti.” [9] âyetinden çıkan sonuca göre
insan bilerekden zikreder.
Malum olduğu üzere
İbn-i Fâriz
kaddese’llâhü sırrahu’l azîz hazretleri Kaside-i Tâiye’sinde:
“Hicabla zâhir oldu (örtüleriyle göründü), mazharlarla (görünenlerle) gizlendi” buyurmuştur.
Gavs-ı
A’zam Abdulkadir Geylâni (Kuddise sırruhu'l-ekrem) hazretleri diyor ki;
“Yarabbi
eğer beni cehennemde yakacak isen gözlerimi kör ette öyle yak ki mahşer
yerinde gözlerim görürse kimsenin yüzüne bakamam”
Düşünelim
böyle bir veli bu derece kıyamet korkusu çekiyorda bizler hiç asla hatırımıza
korku getirmiyoruz. Hâlbuki insanları her kötülükten men edende Allah
korkusu ve kuldan utanmasıdır. Bilakis Allahtan kormaz ve kuldanda utanmazsa
her şeyi yapar.
İlmin görme hususunda ne kadar değerli olduğunu ve neticesinin kutsallığını
anlamak için Hz. Şeyhu’l-Ekber Muhyiddîn-i Arabî (kuddise sırruhu'l-celî)
açıklamasını hatırlayalım.
. Şöyle ki;
Cenâb-ı Şeyh-i Ekber kaddese’llâhü sırrahu’l-aziz
“rûh” u Cenâb-ı Musa aleyhisselâma;
“İblîs” i de
Fir’avun’a
“ilm” i de “deryâ”ya
teşbih buyurmuştur. Nitekim Firavun askerleriyle Mûsâ aleyhisselâmı Kızıldeniz’i sahiline
kadar takip etmiş; ve cenâb-ı Musa aleyhisselâm asası ile denize vurup
kendisine bir yol açılmakla o yola girerek karşı tarafa geçmiş ve Fir’avun dahi
onu takîben bu yola girmiş ise de deniz kavuşup helak olmuştur. Ruh dahi
İblîs’in tecâvüzü hâlinde deryayı ilimden açılacak bir yola sülük etmesi
gerekir. Zira “ilim” riyaset ve kendini beğenme vereceğinden ve
Ademoğlu’nun helaki riyaset ve kendini beğenme sebebleriyle vâki’ olduğundan
şeytan Ademoğlu’nun ilim tarafına meylini pek ziyâde arzu eder ve onu riyaset
ve ucüb sebepleriyle helake düşürmek ister.
Binâenaleyh sen ilim sahiline gelip açılan tarîka girince düşman dahi arkandan
gelir. Tâki ilim denizinin ortasına gelir, deniz onun üzerine kavuşup sesinin
dahi çıkmasına meydan vermeden kolaylıkla gark ve helak eder. Ve işte bu
hakikate binâen ulemanın bazıları
“İlmi, Allah’ın gayri için talep ettik; ilim kaçındı ve bizi ancak Allah
Teâlâ’ya reddeyledi” dedi.
İblîs Âdemoğlunu ilme teşvik edip, onu o ilim sahasında şaşırtmak için
arkasından gelir. Fakat ilmin hâssası neticede insanı marifetullâha sevk
olduğundan İblîs şaşırtma niyetini ifâ edemez. Şerri murat ettiği halde
neticede hayır zuhur eder. Nitekim Firavun, Musa aleyhisselâmın peşinden deryaya dâhil oldu ve derya kavuşup kendisi
helak oldu. Eğer derya kavuşmayıp Hz. Musa aleyhisselâma yetişe idi, onunla
harp edecekti…
Eğer düşmanın sana: “İlme çalış, tâ ki zamanının insanları üzerinde yükselesin! Hükümdârlar
senin önünde eğilsinler ve halk sana muhtaç bulunsunlar!” derse, sakın bu emr-i şeytanîdir deyip ilim tahsilinden vazgeçme ve çok
çalış. Zira düşmanın olan İblîs “senin hevânın ferahı ve sevinci, ancak senin amelsiz amelin iledir. İlim
ise ameli olmayan bir ameldir. Yani sen ilim tahsili ile meşgul olduğun vakit,
başka türlü amel ile meşgul olmaya vaktin müsait olmaz. Bütün vakitlerini ilim
işgal eder. Düşmanların seni başka amelden alıkoydukları için sevinirler.” Demeye devam eder.
Hâlbuki o zavallılar bilmezler ki,
ilim kendi hakikatinin verdiği şeyin gayrinden uzaklaştırır. Yani ilim öyle
bir şeydir ki, yukarıda izah olunduğu üzere neticede marifetullâha ulaştırır.
Onun hakikatinin verdiği şey ancak budur.
İblîs’in hakikati cehâlet ile şaşırtmak istemesidir. Hâlbuki ilmin
hakikati dalâlete değil, hidâyete sevk ettiğini İblîs dahi bilememektedir.
Çünkü İblîs’in batınî gözü kördür, hakikate nazar edemez. O yalnız zahir gözü
vardır. “Şeytanın bir gözü kördür” denilmesi bu nedenledir. İblîs’in
hakikati görmemesinin delillerinden biri de Âdem aleyhisselâma secde ile emr
olundukda “Ben Âdem’den hayırlıyım. Çünkü beni latif olan ateşten ve onu koyu ve
yoğun olan topraktan yarattın” deyip ona secdeden kaçınmıştır. İblîs bu
sözünü ilme dayandığını zannetti. Hâlbuki Allah Teâlâ melâikeye secdeyi emir
buyurmuş ve İblîs dahi melâike arasında bu hitabı duymuş idi.
Buna göre muteber olan şey, halîfetullâh olan Âdem aleyhisselâmın zahiri değil,
bâtınıdır. Melâikenin Âdem’e secde ile mükellef olması, onun hakikatine
nazarandır. Bâtınî gözü kör olan İblîs Âdem’in hakikatini göremediği için,
Allah Teâlâ’nın emrine muhalefetle kulluk yolunda üzerinde yürüyemedi.
Kibri buna da mâni’ oldu. Fakat
Ve “Beni halîfe olarak yarattın;
ve sıfat-ı semâniyye-i ilâhiyyenin mazharı kıldın. Cansız maddeden ibaret olan
Ka’be’nin aslı ile benim aslım arasında fark vardır. Ben üstünüm o basittir. Niçin
ona secde edeyim” diyerek serkeşlik etmedi. Zira Âdem bilir ki, Hak Teâlâ hazretleri
Hakîm’dir. Onun emrine karşı kıyas edepsizliktir. Ubûdiyyet kulluk ancak emre
uymaktır.
İblîs’in yukarıdan beri izah olunan hali hep sırf cehalettir, ilim
değildir. O ise onun ilim olduğunu düşünüp hayal etti de, ben Âdem’i ilim ile
kandırdım zannetti. Bu sebeple âdemoğlunu ilme teşvik eyledi. Hâlbuki bilmez ki, eğer âdemoğlu ilminde yükselirse, bu ilim onun aybını ve
cehaletini açığa çıkarır. Neticede Âdemoğlu, dalâlete düşmek şöyle dursun,
belki hidâyet bulur.
Soru: Allah Teâlâ hazretleri “Gördün mü?. O kimseyi ki:
Kendi hevasını kendisine tanrı edinmiş ve onu Allah bir bilgi üzerine şaşırtmış
ve kulağı ve kalbi üzerine mühür basmış ve gözü üzerine bir perde kılmış, artık
ona Allah’tan sonra kim hidâyet edebilir?. Hâlâ düşünmez misiniz?” [10] Buyurur. Bundan ilim üzerinde de şaşırtma var olduğu anlaşılır.
Hâlbuki ilim hidâyete sevk eder, denildi.
Cevap:
Hidâyete sevk eden ilim kâmil ilimdir. Noksan ilim şaşırtır.
Nitekim İblis’in zâhire bakarak yaptığı kıyası da bir ilim idi. Fakat nakıs bir
ilim olduğundan cehl ile beraberdi. Binâenaleyh bu noksan olan ilim asla ona
faydalı olmayıp huzûr-ı ilâhîden kovulmasına sebep oldu. Hevâsını ilâh ve kendi üzerinde yönetici
kabul eden kimse, noksan ilimle ile iktifa etmiş olacağından, ona bu ilmin
tamamlanması tavsiye edilse, kendisini kâmil âlim zannettiğinden kabul etmez ve
bilmez, bilmediğini de bilmez. [11]
**
İmanın
hakikatlerine ermek isteyen, Muhammedî kapıdan girmezse hiçbir şekilde ibadet
ve hayatın tadını bulamaz. Bu dünyada O´na yakınlığı olmayanların ahirette de
yakınlığı yoktur.[12] Çünkü
cennette olmak demek, O´nun etrafında olmak demektir.
İhramcizâde İsmail Hakkı Toprak kaddesa'llâhu sırrahû “Gardaşım bize
şeyh diyorlar. Biz şeyh değiliz. Fakat körde değiliz.” buyurdular
Hz. Niyazî-i
Mısri kuddise sırruhu'l-âlî Efendimizin buyurduğu üzere Hakk’ı görmemek içinde
mürşid-i kamili görmemeye işaret kılmıştır.
Nokta-i
kübrâ göremez a’mâ,
Gizlidir zirâ cümleden zâtı.
Gizlidir zirâ cümleden zâtı.
En büyük nokta’dır, kör göremez,
Gizlidir, zirâ cümleden zâtı.
Gizlidir, zirâ cümleden zâtı.
Seyyid
Burhâneddin kaddese’llâhü sırrah’ül azîz Maarif kitabında dedi ki;
Şeyh aynaya benzer. Ona ne kadar
bakarsan, kendini ne kadar ona verirsen o da sana o kadar bakar, kendini o
kadar sana verir.] [13]
Bugünkü cennet-i irfâna dâhil olsalar uşşâk,
Yarınki va’d olan hûri veya gılmanı neylerler.
Yarınki va’d olan hûri veya gılmanı neylerler.
Bugün âmâ olan yarın dahi âmâ olur elbet,
Aça gör cân gözün kim bî-basar nâdânı neylerler.
Aça gör cân gözün kim bî-basar nâdânı neylerler.
Sülûk ehline insan sohbetin bulmak durur maksud,
O sohbet kim bulunsa sohbet-i hayvânı neylerler.
O sohbet kim bulunsa sohbet-i hayvânı neylerler.
Gönül duymazsa vicdân ile Allah’ı hakîkatçe,
Mücerred dildeki ilmi veya irfânı neylerler.
Mücerred dildeki ilmi veya irfânı neylerler.
Ne hâsıl şol ibâdetten riyâ ve ucb ola anda,
Gider şirki gönülden Hakk’a kim tuğyânı neylerler.
Gider şirki gönülden Hakk’a kim tuğyânı neylerler.
Salât-ı ehl-irfân kıblesidir “semme vech-ullâh”
O veche kul olanlar tâat-ı noksânı neylerler.
O veche kul olanlar tâat-ı noksânı neylerler.
Niyâzî “küntü kenzen” sırrını kendinde buldunsa,
Süleymen tahtını, ya hikmet-i Lokmân’ı neylerler.
Süleymen tahtını, ya hikmet-i Lokmân’ı neylerler.
**
Bugün âmâ olan yarın dahi âmâ olur elbet,
Aça gör cân gözün kim bî-basar nâdânı neylerler.
Aça gör cân gözün kim bî-basar nâdânı neylerler.
Muhakkak bugün kör olan
yarın dahi kör olur,
Aça gör cân gözün kim basiretsiz cahili neylerler.
Aça gör cân gözün kim basiretsiz cahili neylerler.
وَمِنْهُمْ مَنْ يَنْظُرُ اِلَيْكَ اَفَاَنْتَ تَهْدِى الْعُمْىَ وَلَوْ كَانُوا لاَ يُبْصِرُونَ
[1] Yedmek: Çekerek
peşinden götürmek, yedeğinde götürmek.
Yanında, beraberinde
götürmek; mecaz.
“Burhan'ın kolu Ayşe'ye
düşmesin diye sımsıkı sarılmış, yalnız bir arkadaş ve kardeş gibi değil, aynı
zamanda bir sevgili rikkatiyle onu yediyordu. H. E. Adıvar Kiri terk eder doğru
yol gider.”
[2]—SUNAR,
Cavit, İslâm’da Felsefe, Ankara, 1972, s.30
[3] Fussilet, 17
[4]—GAZZALİ,
er-Risaletü’l-Ledünniye, trc. Yaman Arıkan, İst, 1972, s.87–88.
[5] İsra,72.
[6] Mesnevi, c.I, b. 637
[7] Âl-i İmran, 191
[8] İsra, 44.
[9] Bakara,31
[10]― (Câsiye, 23)
[11]― KONUK, Ahmed Avni ,”et-Tedbîrâtü’l-İlâhiyye
fi Islâhı Memleketi’l-İnsâniyye” Tercüme ve Şerhi, hzl: Mustafa TAHRALI,
İst. 1992, s. 319-324
[12]-“Rabb´im beni niçin kör
olarak haşrettin, hâlbuki ben görücü idim.”
“Sana
ayetlerimiz geldi de onları unuttun, bugün de böyle bırakılacaksın” (Taha
125-126)
[13] (KARABULUT, 1984) , s. 67
[14] Yunus, 43
Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.
Yorumlar