Print Friendly and PDF

KÖŞESİNDE KALAMAYAN YAZILARINDAN



Siz kime Tanrı dersiniz?
Dört basit kelimenin oluşturduğu bu düz soru cümlesi, 17. yüzyıldan sonra sadece bireylere değil aynı zamanda devletlere de tevcih edilmeye başlandı. Çünkü devletler; insanların anladığı müteal bir Tanrı anlayışını terk etse de, yeni bir ideolojik anlayışıyla kendilerini düzenlemişlerdi.
17. yüzyıldan beri bu yeni bir teolojik anlayış tüm devletlerin; prensiplerini, hedeflerini, dostlarını ve düşmanlarını tesbit eder hale gelmiştir. Bu yeni hal, yani seküler teolojik anlayış sanıldığı gibi idarede sadece aklın egemenliğini oluşturmamış yine görün­meyen, tarif edilemeyen, bir gücün varlığını ve onun muhtevasını ve fakirlerini, idarecilerin aklından daha kıymetli ve vazgeçilmez bir unsur olarak yönetimin tüm kademelerinin üzerinde bir atmos­fer oluşturmuştur.
İşte o tarihten itibaren var olan tüm dünya devletlerinin, yap­tıklarını, ancak bir ulvi unsurun ne olduğunu tarif ederek anlayabi­liriz. Bu durum dünün teolojik devletlerinin yaptıklarını izah et­mekten daha zordur. Dün teolojik olduğu iddia edilen devletlerin ilham aldıkları kaynaklar belli olduğundun yaptıklarının izahı da bu ilham aracılığıyla kolaylaşmaktaydı.
Ancak bu gün aklı ve bilgiyi temel hareket noktası olarak al­dıklarını söyleyen devletlerin bunun ötesinde kabullendikleri tanrı­sal düşünceyi, bu iki unsurdan üstün tutmaları, izahı mümkün ol­mayan bir uygulama anlayışını doğurmaktadır.
Dünya son 3 yüzyıldan beri (daha da yoğunlaşarak) bu sebep­lerden oluşan kaosu yaşamaktadır. Seküler teolojik düzenlerin sorgulanma cihetindeyse tam bir boşluk yaşanmaktadır.
17. yüzyılın Fransa Kralı 14. Lois "Devlet benim" sözüyle ta­rihe geçmiştir ve bitmiştir. Ancak devletlerin "tanrı benim" anlayı­şı modern zamanlarda aynı güçlülükle devam etmektedir.
Her ne kadar "devletin kişiliğinin oluşumunda yurttaşların kimliği esastır" görüşü teorik olarak bazı devletlerde uygulanmasa da genel olarak böyle bir bireyin varlığından söz etmek de müm­kün görünmemektedir. Şu anda dünyaya egemen olan atmosferin insanlarca maskesiz soluklanması imkânı hala mevcut değildir.
Yine teorik olarak "devletin kişiliğinin ortak bir kişilik olduğu, tüm yurttaşların, tüm ulusun yararını, esenliğini, özgürlülüğünü, haklarını, güvenliği gözetmek üzere oluşan ve ulusal iradeyi yansı­tan bir ortak kişilik olduğu söylenir.
Bu cümleler, çok büyük acılarla yaşanan insanlık dramının sonunda söylenmesi mecbur hale getirilen cümlelerdir. Ancak bunların tatbikatına engel olan varlığını tartıştırmayan sekular te­okrasidir.
Tüm bu saltanatın zahirde çok güçlü görünmesi, heybeti, sü­reklilik arzetmesi arkada gizlemiş oldukları örümcek ağının görün-memiş olmasındandır. İnsanlar "Siz kime tanrı dersiniz?" sualine bir an düşünerek cevap vermeyi başardıklarında, yeryüzünde eşi benzeri görülmemiş değişiklikler olacaktır. Değişikliğin yönünün ne tarafa olacağını bilmek için kâhin olmaya lüzum yok. Bununla birlikte değişikliğe ve onun muhtevasına da en çok inananları, secular teokrasiye iman edenler olduğunu söylemek de zor olmasa gerek. (s.36-37)
Partinin kapatılma süresince, çeşitli cihetlerden muhtelif gö­rüşlerin serdedildiğini biliyoruz. Bunların her biri fikrin sahibi, ifa­de edildiği dönem ve hedefleri itibariyle ayrı ayrı değerlendirmeye tabi tutulacak ve tarif edilen bu fikirlerin sahiplerini, gerek fert olarak ve gerekse de tüzel kişilik olarak yargılayacaktır.
Bu fikirlerin içerisinde lehte ve aleyhte istifade edilecek çok kıymetli değere haiz olanları vardır. Hatta görüşümüze ters düşse de vatan için fayda hususiyetini ihtiva ettiğinden saygıyla dinleyip değerlendirdiklerimiz de vardır.
Ancak bir demeç var ki; hepsinin dışında tutmak gerekliliği vardır. Bu da bir nevi vicdani borçtur. Yüksek seviyeli bir işadam­ları derneğinin, yine yüksek seviyeli bir yöneticisi, partinin kapatıl­masını onayladığını ve bunun gerekliliğini belirttikten sonra gerek­çe olarak şu görüşü ileri sürmüştü. Çünkü RP'nin gizli bir günde­mi vardır. Bu zata göre de bu gizli gündem tüm ülkeyi felakete götürecek planlar ve bu plana göre de tesbit edilen projelerin ha­yata geçirilmelerinden ibaretti. Bu tür ifadelere karşı mazlum ko­numda olanlar, bu demeci kınamak için iftira, yalan, kışkırtıcılık gibi değerlendirmeler yaparsa gizli gündemle toplanmadıklarını izah etmeye çalışırlar. Ancak bu yaklaşım bu ifadelerin hakkını vermez. Eğer gerçekten bu ifadelere cevap vermek gerekirse ki; öylede yapılmalıydı, o zaman yapılması lazım gelen şey gizli gün­dem nedir ve kiminle olacaktır suallerinin cevabının verilmesidir.
Gizli gündem, ne siyaset bilimcilerinin, ne tarihçilerin ne de sosyologların yabancısı oldukları bir cümledir. Aslında biraz net bakılınca 3. yüzyıldan beri dünyanın görünen gündemin yerine gizli bir gündemle idare edildiğini görebiliriz. Gizli gündem bera­berinden gizli hukuk anlayışı ve nihayet gizli iktisadi prensiplerin ülke ve uluslararası boyutlarda tatbikatını doğurmuştur.
Bilhassa 20. yüzyılın bu gizli hukuk, ahlak ve iktisat anlayışı, dünya savaşlarının çıkmasına büyük iktisadi buhranlara, korkunç açlık facialarına şiddetli ahlaki tefessüha gözyaşına, sürgüne, tek kelimeyle insanlık dramına sebep olmuştur.
Tüm bunları yapanlar sanmasın ki; dünyanın herhangi bir ül­kesine toplanmış süpermen insanlardır. Bunlar tam aksine tüm ülkelerde örgütlenmiş ve her biri diğeriyle gizli gündemin tüm ku­rallarıyla bağlanmış ve nihayet kendi ülkesinin gündemine de tali­mat aldığı cihetin paralelinde bulunan özel gündeminin maddele­riyle egemen olmuş kişiler ve kuruluşlardır.
Bilhassa Asya ve Afrika ülkelerinde gizli gündemi olanlar, millilik vasfına haiz olmayanlardan oluşur ve onların kendi halkla­rıyla bitmeyen ve çıkara dayalı kavgaları vardır. Kavga ve gizli gündem birbirini tamamlayan iki unsurdur. Halklarıyla kavga yap­mak zorunda olduklarından, gizli bir gündeme ve onun programı­na ihtiyaçları vardır. Bu gizli gündem de kavganın stratejisinin be­lirlendiği platformdur.
Gizli gündem sahiplerinin özelliklerini halkıyla kavgası olma­yan ancak böyle olmakla itham edilenlerden ayırt etmek için maddeler halinde sıralamakta fayda mülahaza ediyoruz.
a.       Gizli gündemi olanların hayat referansları belli değildir.
b.       Demokrasiyi, hukuku, ahlakı ve ekonomik imkanları, bilinen prensiplerin dışında anlayarak ve yorumlayarak, kendi iç bünyelerinde ve harici dünyada farklı farklı kullanırlar.
c.       Akıbeti itibariyle suale muhatap olanların cevaplarında hep var olmuş ve olacaklardır. Suali mesajdan alarak aynen naklederek cevabın nasıl olacağını tahmin edebiliriz.
Güneş büzüldüğü zaman, yıldızlar kararıp döküldüğü zaman, dağlar yürütüldüğü zaman, develer başı boş bırakıldığı zaman, vahşi hayvanlar bir araya toplandığı zaman, denizler kaynatıldığı zaman, nefisler çiftleştirildiği zaman ve
'Sorulduğu zaman o diri diri toprağa gömülen kıza: Hangi günah yüzünden öldürüldü diye.' (s.64-65)
Ve gökyüzünün rahmeti sonunda cömertçe indi mahzun dağ­ların eteklerine. Mazlum ağaçlar, uzun seneler süren kuraklıktan sonra, köklerinden gövdelerine yürüyen suların saadetiyle; dalları­na ve gövdelerine inen baltanın; ne acısını hissettiler, ne de sesini duydular. Biliyorlardı ki sahip oldukları emniyet hissi, gaddarca baltalarını sallayanların sahip olduğu korku ve kaygılardan çok da­ha şiddetli ve kapsamlıydı. Hayatlarını korkularla geçirmeyi bir tarz olarak seçenlerin etraflarına /emniyet hissi duyanlara/ başka bir unsurla muhatap olmaları mümkün değildi.
Bünyelerince canavarca tahakküm eden korkuları, asla ema­renin üstüne çıkamayan nefisleriyle birleşince, iblisin ideal diye vasfedeceği bir güce hakim/hadim oldular. Ağaçlara baltalarını gaddarca savuranlar. Ve üstünde yaşadıkları dağların ne etekleri­ne, ne de doruklarına güçlerinin egemenliğini göstermekten imti­na ettiler. Deldiler, deştiler, yardılar, kazdılar eştiler, oydular. Kor­kularının sembolü olarak seçtiler bu fiilleri. Vurdular, kırdılar, ko­pardılar, parçaladılar. İşledikçe bu fiilleri güçleri arttı ve güçleri arttıkça da korkuları.
Korktular ve kaygılandılar, oymadık bir taş, kırmadık bir dal bıraktık mı diye?
Birbirlerine sordular eksik bir yer bıraktık mı diye? Sordular ve her sorunun içinde gizledikleri endişelerini iblisle paylaştılar. O uzattıkça ellerini onlara, bir büyük ağacı daha yıktılar ormanda. O iki elini uzattığındaysa da yaktılar.
Sonra fark ettiler güçlerinin sadece yıkmak, yakmak ve yok etmekten ibaret olmadığını.
Bir karanlık gecede fısıldadı kulakları­na iblis: Asıl maharetin bozmak olduğunu.
Bu fısıltı ve dinmeyen korkular, onlara bozmayı öğretti.
Herşeyi, olması gerekenin dışın­da bir hale sokmayı, en büyük uğraşıları yaptılar.
Zirveleri etekle­re çevirmeye başladılar.
Zehir kattılar toprağa, suya siyanür.
Yı­lanları ormana kral ilan ettiler ve yasakladılar ilkbaharı.
Persona non grata [1]olarak ilan ettiler güneşi.
Yeis başlıklı yeni bir sözlük yazdırdılar iblise.
İçinde aslan, yürek, cesaret, bahar, tomurcuk, sevgi ve elbette emniyet kelimelerinin geçmediği bir sözlük. Yı­karken bozdular, bozarken yıktılar.
Ancak hep korktular.
Ve bir gün iblisin askerleri geldiler ve yeni bir gerçeği fısılda­dılar kulaklarına. Tarif ettiler onlara korkunun ne olmadığını. Ürperdiler, sefilce ve birbirlerinin yüzüne baktılar. Korkunun ne ol­madığını anlamak onlara dehşet veren bir bilgiydi.
Korkunun ne olmadığını anladıklarında, ne mahzun dağları ne mazlum ağaçları ve ne de onların aralarında dolaşanları asla korkutamadıklarını da anlamış oldular. Ne yakmak, ne yıkmak, ne delmek, ne de nihai fiilleri bozmak korkutmaya yetmemişti muha­taplarını. Korkmadıklarından dolayı da aynı safta yer almadılar onlarla.
Pirlerine, iblise, sordular bu halin sebebini. İblis uzun düşün­medi cevap için.
“Onlara emniyet hissi” diye bir anka kuşundan bahsetti. Ağaçlara baltalarını gaddarca savuranlar, bu kez anlama­dılar iblisi. Ne emniyeti anladılar, ne de onu anlatmak için kullan­dığı mümini.
Ve gökyüzünün rahmeti sonunda cömertçe indi mahzun dağ­ların, mazlum ağaçların ve onların arasındakilerin üzerine. Dağlar için indi. Ağaçlar için indi. Ve belki korkularından yıkanmak ister­ler diye ağaçlara gaddarca baltalarını savuranlar için indi. Ve iblis ıslanmamak için terk etti. Korkutamadığı dağları, ormanları ve onların etrafındakilerini. (s.70-73)
Hz. İsa, onların önünde başka bir mesel koyup dedi. Göklerin, melekutu, tarlasına iyi tohum eken bir adama benzer; fakat adam­lar uyurken, onun düşmanı gelerek buğdayların arasına "delice" dikip gitti. Ve ekin büyüyüp semere verdiği zaman deliceler (ayrıkotları) göründü. Ve ev sahibinin hizmetçileri gelip ona dediler:
“Efendi, sen tarlana iyi tohum ekmedin mi? Öyleyse ayrıkotları ne­den oldu?”
Ve hizmetçiler:
“Bunu bir düşman yapmıştır,” dedi.
Hizmetçileri de ona:
“Öyleyse, ister misin gidip onları toplaya­lım?” dediler.
Fakat o dedi:
“Hayır, belki deliceleri toplarken, onlarla bera­ber buğdayı da sökersiniz. Hasada kadar bırakın, ikisi beraber bü­yüsün, hasat vaktinde ben orakçılara diyeceğim: Önce ayrıkotlarını toplayın ve yakmak için onları demet yapın, fakat buğdayı am­barına toplayın.”
Matta 13124-30
Soru. Mesel nedir ki?
Cevap. Anne kuşun yemi ağzında çiğneyip yavrusuna takdiminde-ki, şefkat ve inceliğin, gerildiğinde kopması kaçınılmaz olan akla aynı dikkatle hakikatten bir demetin sunuluşudur.
S. Zaruret nedir? Yoksa ihtiyari mi?
C. Kendisi bizatihi bir mesel olan insanın; başka mesellere muhatap olması hayatı boyunca ayrılmadığı sığınağıdır.
S. Düşman nedir?
C. Şerrin içinde gizlenen hayır mı? Hayrın içinde gizlenilen şer mi? olduğuna karar verilemeyen, bazen zahirde, bazen batın­da varlığı teftişle vazifelendirilmiş, bedbahtlığın ufkunda açılan bayrağın hamallığından azad edilemeyen, son anının hükmünün niteliği, öğretilen ilk andan beri bilinen, gerçekte sadece kendine yoldaş olanların mayın merkepliğini yapan zişuur bir teleftir.
S. Düşman neden delice eker?
C. Yıkılırken yıkmak, boğulurken boğmak, batarken batmak, inkarına öfkesini bir örtü gibi serenlerin mesleğidir. Düşman zişu­ur olsa da öfke onun bakan gözlerinin önünde bir gıvaşedir. Buğ­day bereketin ve geleceğin müjdesidir. Müjde sevinçtir. Sevinçse gönüllerdeki hayat hücrelerinin doğum sancısı. Buğdayın, ayrıkotları olmadan büyümesi düşmanın tahammül etmesine imkân ol­mayan bir durumdur.
Ayrıkotları ekmek, süfli bir intikam duygusunun yönlendirdiği bir fiildir. Düşman zişuur olsa da bu fiilin içinde, ayrıkotlarının da buğday için olduğunu anlayacak seviyede değildir.
S. Ekin büyümeden ayrıkotları neden görünmez?
C. Her şey zıddıyla ve zıddının cürmü kadar kaindir. Buğday tohumu delice tohumu kadardır. Kendi tohumunu görmeden baş­kasının tohumunu da göremezsin. Kendi başaklarını fark etsen de diğerlerinden ayıramazsınız. Ekin bir sürenin hitamını bekler. Zi­şuur olan düşman da kendine verilen izin ve kabiliyetle ayrıkotlarının aynı sürenin hitamına kadar beklemesini murad eder de bu talebi ona hep veriler.
S. Hizmetçiler neden hayret ettiler?
C. Gerçeğin tek bir yüzü olduğunu sanmak, insanoğlunun ta­rihi yanılgısıdır. Uyanıkken olanların uykuda da aynen devam etti­ğini düşünmek de aynı yanılgının devamıdır. Halbuki her zamanın kendine has egemenleri ve ricali vardır. Güneş'in ışıklarında yalnız buğday tohumlarının ekildiğini görenler, Güneş'in terkidiyar etti­ğinde de tarlaya sadece buğday tohumu olduğunu düşünürler. Bu düşüncenin sağladığı güvencedir ki, onları düşmanın tarladaki ayak seslerinden de gafil kılmıştır. Hayretleri, oluşan tek düzey bir satıhta yol almak yerine belli aralıklarla ivme kazanarak, yeni ze­minlere de uğramış olmasındandır.
S. Efendi, ayrıkotlarının düşman tarafından ekildiğini hemen nasıl anladı?
C. Her fiil, failini tanıştırır. Bu cümleyle ayrıkotları ve onu eken düşmanın kastedildiği sanılmasın. Efendi, kendini ve kendi gibi buğday ekenleri bilmektedir. Bu bilgi onu bir sonuca götürür. Bu varılan sonuç; düşmanı tanımasa da ayrıkotlarının kendine ve kendi gibi olanlara ait olmadığı gerçeğiyle kendini yüz yüze geti­rir.
S. Efendi, neden delicelerin hizmetçilerce toplanma­sını arzu etmemiştir?
C. Toplamak tıpkı tarladaki gibi buğdayla ayrıkotlarını bera­ber kılmaktır. Çünkü hasat vakti değildir. Hasat vakti buğdayın vaktidir. Ayrık otları için bir muayyen vakte ihtiyaç yoktur. Onlar hangi dönemde toplanırlarsa toplansınlar, sadece yakılmak için demet yapılacaklardır.
Ancak, hasat zamanında evvel veya hasat zamanında topla­nan buğdayın akıbeti farklı olacaktır. Dolayısıyla haşata kadar be­raberce beklemeleri herbirinin kendi akıbetinin tahakkuku için el­zemdir.
Bu mesel ile ilgili daha nice sualler sorulabilir. Ancak gerek tevcih ettiğimiz suallerin ve gerekse de tevcih edilebilecek diğer suallerin tamamı bir başka sualin içindedir. Bu sual Hz. İsa Efen­dimizin bu meseli insanların önüne hangi hedefe matuf olarak ge­tirmiş olduğudur. Göklerin melekutunu arayan insanlar için elbet­te bu meselden alınacak nice ibretli dersler vardır. Ancak O'nun henüz daha yaşayıp yaşamadığına kanaat getiremeyen bir zihni­yetin ve o zihniyeti adım adım takip edenlerin buğday ve ayrık ot­ları arasında bir tercih yapma düşüncesi veya bir tercih yapma dü­şüncesi veya bir tercih yapabilme kabiliyeti içinde olduklarını söy­lemenin çok ciddi bir iddia olacağı kanaatini taşımaktayız. (s.84-87)
Uzun yıllar boyunca hep, bizi avutan şeylerin, doğru olduğuna inanarak hareket etmişizdir. Dolayısıyla, hep başarısız sonuçla karşılaştığımızda tam isabet ettiriyorduk ki ıskaladık, diyerek bir avuntudan diğer bir avuntuya intikal ettik/ettirildik.
İsabet etmemiz gereken konuları bir mesele olarak değil bir bilmece gibi görmeyi alışkanlık haline getirdik. Böylelikle bilmecelerin peşinde koşarken, meselelerin üzerimizden silindir gibi, gidip gelmesine ezilmiş toplumların hissiyatıyla değil de, avunmayı bir hayat tarzı olarak benimseyenlerin refleksleriyle müsbet tepkiler verdik.
Ölümünden birkaç gün evvel Renovvier'in açık ve üslupla öğrencisine söyledikleri sadece felsefeyi ilgilendiren bir tesbit olmaktan öte, siyasi mekanizmanın aracılığıyla toplumca yaşadığımız avuntulu halimize de ışık tutmaktadır. Şimdi Renovvier'i kendi zaviyemizden dinleyelim.
"Bunca yaş yaşa, bunca çalış, bütün iyi niyetiyle bir bilmecenin peşine düş, sonra bir de bak ki bilmece diye birşey yokmuş meğer ve asıl bilmece, bilmece diye bir şeyin olmayışı imiş. Gerçekte nedeni olmayan şeylerin nedenini bulacağım diye bunca zahmete katlanmak, kafa patlatmak... Yok olmaz böyle şey. ben böyle bir şeye katlanamam, böyle bir şeye inanmak istemem."
Olup bitenlerin, mutlak hakikatten uzak kalanlarca bir bilme­ce gibi değerlendirmesine, farkına varılması gerekenin farkına va­ranlar tarafından şaşılacak bir şey değilmiş gibi değerlendirilmesi gerekirdi. Ancak bu gerekli olan tahakkuk etmedi. Farkına varıl­ması gerekenin farkına varanlar da, hayatı (bir bilmece gibi gö­renlerle beraber) aynı uzaklıktan değerlendirmeye kalktılar. Bunu bilmediklerinden değil, bildikleri kendilerini rahatsız ettiği için yap­tılar.
Oysa her şey üç kelimelik bir cümlenin medlulunda mevcuttu. Ve bu üç kelimelik cümle her dem, çeşitli şekilleriyle tekrarlanı­yordu.
Avunmaktan kurtulmak, bilmeceleri terk etmek sadece "Allah kanunlarına sadıktır" hükmünü tasdikten ibaretti. Tüm iniş çıkışla­rı, bu hükmü merkeze alarak tefsir edenlerin bilmececilerin elinde oyuncak olması mümkün müydü?
Ancak, kolay olduğu zannedilen, gerçekte kolay olana tercih edilince, Allah kendi kanununa yine sadık kaldı. Hayat onlar için zor olana doğru kolaylaştırıldı. Ve binlerce köşesi olan bir labi­rentte çıkış kapısını bulacakları günün avuntusuyla köşe kapmaca oynamaya devam ettiler.
İşte duyduğumuz tüm bu gürültüler, yükselen bu toz duman, sadece hangi köşeyi kimin kapacağı bilmecesine cevap aranmasındandır. Oysa hangi köşede durulursa durulsun, çıkış kapısının uzaklığı hep aynı mesafededir. Çünkü Allah kendi kanunlarına her zaman sadıktır. (s.205-206)

Kaynak:
Mehmed Bedri İNCETAHTACI
Sırrın Çözümü-Cuma Dergisi, hzl: Halis MUTLU Sarmaşık Yayınları, İstanbul, 2000




[1] Persona non grata, Latince istenmeyen adam anlamında olup diplomatik bir terimdir. Çoğulu "personae non gratae" şeklindedir.
Viyana Konvansiyonu'na göre ev sahibi devlet hiçbir sebep göstermeden herhangi bir diplomatik görevliyi istenmeyen adam ilan edebilir. Böyle ilan edilen kişi istenmeyen farzedilir ve genellikle ülkesine geri çağrılır. Eğer geri çağrılmazsa ev sahibi devlet bu kişiyi diplomatik misyonun üyesi saymama hakkına sahiptir.
Diplomatik bağışıklık misyon üyelerini seviyesine bağlı olmak kaydıyla yasalardan korurken, Viyana Konvansiyonu'nun 41 ve 42. maddeleri bu kişileri bulundukları ülkenin yasa ve düzenlemelerine saygı duymakla sorumlu tutar. Terim ayrıca diplomatların ajanlık yaptıklarından şüphenilmesi durumunda diplomatları kovmak için ve hoşnutsuzluk ifadesi olarak da kullanılır. "Tit-for-tat" olarak bilinen karşılıklı değişimlere örnek olarak ise Soğuk Savaş boyunca yapılanlar, günümüzde ise ABD ile Venezuela arasındaki değişimler gösterilebilir.

Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.

Benzer Yazılar

Yorumlar