KÖŞEYE SIKIŞTIRILAN DEĞİL, SAVAŞAN AYDIN
“Hiçbir şeyden korkmadığımız için,
bütün korktuklarımız başımıza geldi”
Aziz Nesin
bütün korktuklarımız başımıza geldi”
Aziz Nesin
Aydın konusu, toplumsal ve siyasal koşulların etkisiyle yeniden gündemde.
Güncel tartışma konularından biri. Yığınla şey söylendi/yazıldı aydın üzerine.
Yanlışı-doğrusuyla değerlendirilmeli bunlar. Belli bir netlik sağlanıncaya
kadar da sürmeli. Bu arada gençlik kesiminin bir kısmında şöyle garip bir
değerlendirme dikkati çekiyor: Örneğin, izleyip okudukları kimi sanat ürünleri
için "entel"(!) film veya kitap diyerek, olumsuz bir tavır
takınıyorlar. Buna burun kıvırma da denebilir. Bu görüşleri olumlu bulmak
olanaksız gibi geliyor bana.
Münevver, aydının Osmanlıcası,
entellektüel ise Frenkçesi. Aydının sözcük anlamı, öğrenim görmüş ve bilgili, görgülü kimse. Aydın;
akıllı, zeki ve yetenekli olarak kabul ediliyor. Ancak aydın kavramına sözcük
anlamı çerçevesinde bakıldığında, ortaya çok eksik bir sonuç çıkar. Bu nedenle
aydına öncelikle bir kavram olarak yaklaşımda bulunmalı. Aydın kavramı öz
olarak aydınlığa ermiş ve aydınlığa erdiğinin bilincine varmış olan kimseyi
anlatıyor. Aydınlığa eren kişinin aydınlatan kişi olması önemli. Aydınlatma,
bir sorunun veya sorunların anlaşılmasını kolaylaştıracak derecede
açıklanmasıdır. Demek ki, aydın, aydınlatan kişidir. Herkesin bildiği,
neredeyse "ansiklopedik bilgi" denilebilecek bu basit açıklamaları
zorunlu olarak yineledikten sonra aydın kavramı çerçevesinde şu özellikleri
saptayabiliriz: Birincisi, aydın bilinçli bir kişidir. Bu;
kendisini, toplumunu ve dünyayı anlayacak ve yorumlayacak, ayrıca ve mutlaka
toplumsal devingenliği, yaşamın özündeki değişmeyi çözümlemesi, sonuçta tüm
bunlarla yaşamın dönüştürülebileceğini kavramış olması demektir. Aydının
ikinci özelliğini ise, aydının "evrensel" sorumluluk yüklenmesi
biçiminde belirleyebiliriz. Üçüncü özellik de şudur: Aydın, savaşım veren kişidir. Sorgulayan
kişi savaşacaktır çünkü.
Kısaca belirttiğimiz bu özellikleri taşımayan bir kişiye "aydın"
denemez. Görüldüğü gibi, sözcük anlamının ötesinde, üstün bilgi ve yetenek,
aydın olmak için yeterli değildir. Çünkü, yukarıdaki üç özelliğin yanında
aydın, kendi kurtuluşunu halkının kurtuluşunda gören bir kişi olmak
zorundadır. Bu da aydının toplumsal ve doğal olarak evrensel niteliğini
belirler. Bu özelliklerin tümünü taşımayan biri,
bildikleriyle toplumu aydınlatan kişi değil; olsa olsa elverişli birtakım
olanaklar sonucu öğrendikleriyle "bilgiçlik" taslayan, geveze ve boş
ukalalıklar yapan sıradan bir (burjuva) aydınıdır. Buna aydın sıfatını
yakıştırmak herhalde yanlıştır...
Aydın kavramının kendisinin tartışıla gelmesinin yanı sıra, aydınların
tarih içinde belirli zamanlarda ve ölçülerde "öncü" rolüne
soyunmaları nedeniyle, aydının işlevi veya aydının nasıl olması gerektiği de
tartışma içindeki yerini sürekli korumuştur. Bu durum, aydınların toplum içinde
aldıkları farklı ve özel konumlarından doğmuştur elbette. "Toplumun ayrı bir tabakası olarak
aydınların ortaya çıkması ve gelişmesi, tarihsel bakımdan kafa ve kol
emeklerinin toplumsal olarak ayrılmasına bağlıdır." Aydınların toplum
içinde "seçkin" (elit) bir konuma sahip olmaları, dolayısıyla bir
tabaka oluşturmaları, kimilerince aydınların sınıflar dışında bir şey gibi ele
alınmasına yol açmıştır. Aydınlar değişik sınıflardan gelmelerine karşın, genel
olarak çoğu kez "özerk" bir kategori oluştururlar. Bu özgül durum,
örneğin Karl Manheim’i, aydınların sınıflarüstü olduğu
gibi yanlış bir sonuca götürmüştür. Oysa sınıflı toplumlarda aydınlar arasında
varolan görece benzerlikler, onları tam bir birliğe götürmez. Aydınların bir
örnekliği istenir bir durum da değildir. "Aydınlar homojen bir kitle oluşturmazlar, bütün toplum yelpazesine
dağılmış çeşitli çevreler dizisinden ibarettir.'' Kuşkusuz her toplumsal
sınıf, içinden kendi aydınını da çıkarır. Halktan, sınıfsal ilişkilerinden
soyutlanmış, kendi başına bir aydın veya aydınlar topluluğu düşünülemez.
Çağdaş aydının kitlelerle iletişim kuramaması, kitlelerle iletişimin
emperyalist ve geri ülkelerde farklı ama aynı amaçla ve çeşitli yollarla
engellenmesi; kimilerine aydının köşeye sıkıştırılan, kimileyin
"zavallı" ve mutsuz bir kişi olduğunu düşündürtmektedir.
Oysa aydın, sorumlu insandır: Kendinden, toplumundan ve doğallıkla
tüm insanlıktan. Aydına evrensel bir konum sağlayan da gerçekte bu sorumluluk
olgusudur. S. Nadel’in de belirttiği gibi; "aydını, dünyaya yabancı ve günlük yaşamla hiçbir ilgisi olmayan bir
kişi olarak göstermek", onu sınıf savaşımının dışında görme isteğinden kaynaklanmaktadır.
Tersine, aydın savaşımcı bir kişiliğe sahiptir ve aydının savaş alanlarından
biri de çağımızda bilindiği gibi barış’tır. Irkçılık ve genel olarak sömürü
olgusuna karşı aydının aldığı tavrı ve/veya yiğitçe savaştığı konusuna ayrıca
girmeye bile gerek yok şu anda.
Kitlelere bir şey taşımayan, onları "aydınlatmayan" aydın, işlevini
yerine getiremiyor demektir. Türkiye’deki toplumsal kesimlerin yıllardır çektiği
aydın-halk kopukluğunun şimdi de bir sorun olarak varlığını sürdürmesi,
"geçmişteki aydın tipi" (Tanzimatçı-Batıcı Aydın Tipi) denilebilecek
bu tür aydınlardan dolayı çünkü Türkiye’de kültürel ve sanatsal ortam hâlâ
belirli ölçülerde bu tür aydınların etkinliğindedir yadsınamayacak bir
gerçektir. Aydınlarla halk kitleleri arasında bir "köprü" kurulmadığında
bu kopukluk sürecektir kuşkusuz ve bu çok acıklı bir durumdur. Bu
aşamada şunları söylemek olanaklı: Aydın, hiç kuşkusuz gördüğü eğitim,
edindiği kültür ve taşıdığı bilinç nedeniyle halkın önünde bir
kişidir. Bu son derece doğal bir sonuçtur. Önemli olan, halkın çok ilerisinde
olduğu halde, kitlelerin biraz önünde gitmesini bilmektir. Bunu beceremeyen
aydın, "halktan kopmuş aydın"dır. Aydın, halkın
gerisine düşemez. İsteyerek veya kendiliğinde bu duruma düşmek -ki, bunlar
aydınca tavırlar değildir-halk dalkavukluğu veya
kuyrukçuluğu
yapmaktır. Başka türlü söylersek, ileri durumu "uçurum" düzeyine
ulaştığında aydının varacağı yer entellektüalizm; geri durumunda ise
düştüğü yer popülizmdir. Sorun, klişe deyişle fildişi kuleye tıkılmak
değildir, asıl sorun halk katına inebilmesini becermektir. Kültürel düzeyin
genel olarak yükseltilebilmesi, öteki tüm koşullarla birlikte bunu da zorunlu
kılıyor.
Aydın kavramı ve aydın-halk kitleleri ilişkisi sorununun ülkenin kültürel
gelişmişlik düzeyiyle de ilgisi vardır. Türkiye’de aydın tartışmasının değişik
aralarla gündeme gelişi, kültürel birikimin yetersizliği,
kültürel yapının olgunlaşmaması, ekonomik kararsızlık, siyasal dalgalanmalar
vb. koşulların sonucudur. Olaya bu açıdan bakıldığında veya yaklaşıldığında,
Türkiye’deki pek çok aydının bireysel ve toplumsal anlamda kendi iç
devrimini yapmamış olduğu-yapamadığı görülecektir. Selim Ileri’nin
de belirttiği gibi: "Aydın, kendisi olan
insandır." Kendisi olamayan, başkası olamaz; dolayısıyla başkasının sorumluluğunu da
yüklenemeyeceği gibi taşıyamaz da. Kendisiyle, resmi ideolojiyle veya Louis
Althusser gibi dersek, devletin ideolojik aygıtlarıyla (DİA), varolan
toplumsal ve geleneksel kurumlarla hesaplaşamayan, özeleştiri yapmayan Türkiye’deki
aydın, evrensel boyutlarda kendini göstermez. Bu nedenle Türkiye, henüz
evrensel alanda yeterince aydın çıkaramamıştır ne yazık ki... Aydın-sanatçı
konusuna aşağıda değineceğim, burada Nâzım Hikmet örneğinin bir "istisna"
olduğunu anmakla yetiniyorum. Bu tür konularda sayılara başvurmak doğru
değildir, elbette benimsemiyorum, yine de kimi kişi ve çevrelere epey aykırı
gelebilecek bir noktayı belirteceğim: İyimser bir kestirimle, Türkiye’de
gerçek, çağdaş ve uluslararası anlamda ne kadar aydın vardır acaba? Gülünç bir
soru! Az sanıyorum... Yanlışsa, kaç kişi ve belirli alanlardan örneklerle
örneğin kimlerdir bunlar? Az oluşunun nedeni bence açık: Çünkü Türkiye’de felsefe
yoktur! Felsefe, düşünsel gelişim ve bilimsel
tutarlılık ile aydınların sayısı ve düzeyi arasında sıkı bir bağ olduğu görüşündeyim. Eksik olan budur. Olay
yalnızca bu daraltılmış açıdan ele alındığında bile, Türkiye’deki aydının
durumu içler acısıdır. Çünkü Türkiye’de aydınların halk kültürü dışında
devraldıkları kültürel kalıt ve/veya birikimin evrensel niteliği
ortadadır. Bu arada gerektiğinde örneklenebilecek bilgi ve bilim üretme çabaları
ile kimi ilginç sanatsal başarıları görmezden gelmiyorum. Gerisi, çoğu kez
hâlâ "aktarmacılık" dolaylarındaki etkinliklerdir.
Türkiye’ye özgü durum şöyle açıklanabilir: Siyasal oluşum ve yapı, aydının
kafa yapısını hep etkilemiştir. Bu yüzden kültürel ve bilimsel
"katkılar" çifte standartlara göre yapılmıştır. "Çifte standartlı" bir tür bilim adamı ve
artık denebilirse eğer, "aydın" çıkmıştır bu verili ortamdan. Emre
Kongar, ilginç bir biçimde açıklamış:
"Aydın,
evrensel olarak ‘her şeyi sorgular’ Türkiye de ise her şeyi sorgulamak
aydın olmak değil, ancak ‘hain olmakla olanaklıdır: Örneğin, ‘İslam’ı
sorgularsanız, Müslümanlara göre hanisinizdir.' Komünizmi sorgularsanız, Marxistlere göre hainsinizdir.
Dolayısıyla,
ülkenizde ‘hain olmak istemiyorsanız, ‘evrensel ölçülere göre aydın olmaktan
vazgeçmeniz gerekir.
O
zaman geriye kalır; yerli malı aydın olmak."
Emre Kongar’in belirttiğine göre, bu Yerli Malı Aydının pek de olumlu bir şey olmadığı anlaşılmaktadır. Bunun, tarihsel koşullara
göre kimi kez olumlu görülebilen "ulusal aydın" kavramından da geri ve belki de sözcüğün tam anlamıyla "ilkel bir konum"
olduğu bellidir. Emre Kongar’ın değerlendirmesi bence de doğru ve yerindedir.
İşte bu nedenle Türkiye’de evrensel anlamda aydın bulmak güçleşmektedir. Varolan yarım yamalak aydın da
"yaşamak" için, genellikle resmi ideolojinin de benimsediği iki
düşman "üretir": İrtica ve komünizm. Bu durum, kabul
edilebileceği gibi kara gülmece konusudur. Burada Aziz Nesin’i anmadan
geçemeyeceğim: Boşuna "Ah
Biz Ödlek Aydınlar" dememiştir herhalde...'
Aydın kavramını irdelerken sanatçıyı dışta tutmadım. Çünkü, sanatçı da bir
aydındır öncelikle. Daha doğrusu sanatçı olmak için, aydın olmak gereklidir.
Cevat Çapan şöyle soruyor: "Şair
ve aydın, bunlar birbirini dıştalayan kavramlar mı, yoksa birbirini besleyen
kavramlar mı?” Bence bunlar, şair (sanatçı) ve aydın
birbirini bütünleyen, besleyen kavramlardır. Tersini düşünmek, aydın olmayan
bir sanatçı "düşlemek", varsaymak -ne yazık ki, böyle ‘sanatçılar’ da var saltyetenekçilik tir. Oysa gerçek bir
sanatçı, aydın-sanatçı, "bilinç-esin" bileşimini ve "duygu-düşün" birlikteliğini sağlamış
bir insandır. Çağımızda aydın olmayan bir sanatçı, geri kalmış bir sanatçı
demektir. Buna değinmişken, entellektüel kavramı için de birkaç söz söylemek
yerinde olur. Kişisel olarak entellektüel’i aydın karşılığında kullanmayı
düşünmüyorum. Aydında varolması gereken açıklık, netlik ve aydınlatmacılık,
bence entellektüel kavramında farklı bir biçimde bulunuyor. Entellektüel’i
daha soyut, üst düzeyde, bir yazarın kullandığı deyişle "üstyapının
aydını" olarak yorumluyorum!.. Buradan da şu saptamaları çıkarıyorum:
Sanatçılar genellikle
aydındır.
Entellektüel
sanatçılar da vardır.
Entellektüeller
genellikle aydın sayılırlar
Aydınlar her zaman
entellektüel değildirler.
Sh:43-49
Ankara, 27 Şubat 1986
(Hürriyet Gösteri dergisi, Mayıs 1986)
(Hürriyet Gösteri dergisi, Mayıs 1986)
***
HAYAT
KADINI
Yazınsal türlerin hepsini severek okurum. Şiir hep başköşeyi alsa da. Öteki
sanat dallarından en çok sinemayı severim. Özellikle TV’de arada bir
gösterilen nitelikli yapımları kaçırmamaya çalışırım. Zaman zaman
"makaslansalar" da iyiler izleniyor. Sinemaya olan ilgim, senaryo
denemeleri yazmama bile yol açmıştı. Sonunda "uyarlama" da olsa ilk
senaryomu yazdım. Belki sürdürürüm çalışmalarımı, kim bilir? Sinema alanında
iyi senaryocu (senarist) açığı olduğunu biliyorum çünkü.
Güzel filmleri her zaman izlemek olanaklı olmasa da sinema yazılarını
okumayı savsaklamam. İzleyebildiğim, okuru olduğum dergilerdeki sinema
yazılarını kesinlikle okurum. Bir süre önce Yavuzer Çetinkaya’nın Ondört Numara adlı filmle ilgili bir yazısını okumuştum. Sinan Çetin’in yönettiği
dört ödüllü bu filmi ne yazık ki, bugüne kadar izleyemedim. Yavuzer
Çetinkaya, andığım yazısında, senaryoda "gedikler" olduğu görüşünde.
Keşke kimin yazdığını da belirtseydi. Yanılmıyorsam bu filmin senaryosu, İrfan
Yalçın’ın Genelevde Yas adlı romanından uyarlanmıştı.
Romanı okumuştum, filmi de görebilseydim iyi olacaktı. Sinema dili ile roman
dili elbette farklı, ama yine de insan karşılaştırmak istiyor nedense.
Burada bir açıklama gerekiyor: Bu yazı ne sinemayla, ne de Ondört Numara
ile ilgili olacak. Bir ara notu oluşturacak değinmemin konusunu yine. Yavuzer
Çetinkaya’nın adı geçen filmle ilgili yazısını okurken ayraç içinde üç
ilginç cümle yakaladım. Yazacaklarım bununla ilgili olacak. Kendi
düşüncelerime tıpatıp uygun bir yazı bulduğumda sevincime diyecek olmuyor.
Dedim, ben yazmışım gibi seviniyorum.
Şimdi Yavuzer Çetinkaya’nın yazısından bir alıntı: "Satacak ne etleri ne de butlan
kalmış yaşlı hayat kadınları. (Cinsel organını erkeklerin boşalımına sunmayı
meslek edinmiş kadınlara bu ismin verilmesini çok yadırgıyorum. Hayat ve kadın
sözcükleri bana ayrı ayrı, sağlıklı ve üretken birleşmeleri anımsatan
kavramlar Kimin aklına gelmiş bu tanım merak ediyorum doğrusu?)"
Şimdi Woody Allen’in bir filminde (yanılmıyorsam, Annie Hail adlı filmdi) yaptığı gibi, sokaktan gelip geçeni durdurup, örneğin herhangi
birine; "hayat nedir?" diye sorsak, nasıl bir yanıt alırız acaba?
Ardından aynı kişiye bir de "kadın nedir, kimdir?" sorusunu
yöneltsek, ne tür bir yanıtla karşılaşırız? Doğrusu yaman meraklanıyorum ve bence
bu, denemeye değer! Böyle bir anketin düzenlenmesi ne iyi olurdu.... Herhalde;
"hayat hayattır işte!", "hayat yaşamaktır..." ve
"kadın kutsaldır", "kadın şeytandır" -olur ya dini bütün(!)
birine rastlarız-; "cennet anaların ayakları altındadır" veya
"ana hakkı ödenmez" gibi yanıtlar almak şaşırtıcı olmazdı bu
toplumda. Bu soruları bir de bilim adamlarına, "kadın hakları"
savunucularına ve feministlere sorsak: "Doğumla ölüm arasında geçen
süre/doğurma ve türü sürdürme yeteneğine sahip insan"; "insanca
yaşamak/eşit işe eşit ücret-kürtaj hakkı"; "ev işlerinden
kurtulmak/erkek egemen toplumda özgürlük savaşçısı" gibisinden
düşsel-varsayımsal karşılıklar alabilirdik büyük olasılıkla. Tüm bu olası
yanıtlarda hayat ve kadın arasında sonuç olarak mantıklı ve belki de sağlıklı
bir ilişkinin ortaya çıktığı görülmektedir.
Yavuzer Çetinkaya’nın yadırgadığı tanıma yeniden dönüyorum: İlk ne zaman,
hangi amaçla kullanıldı "hayat kadım" sözleri bilmiyorum.
Araştırmadım da. 70’li yıllarda kadınlarla ilgili olarak hazırladığım derleme
bir yazı nedeniyle başvurduğum kaynaklarda böyle bir tanıma rastladığımı
anımsamıyorum. Daha sonra okuduğum kadınlarla ilgili yazı ve kitaplarda da göremedim.
Genelev kadınlarıyla yapılmış, okuduğum ilk röportaj Yedinci Sanat dergisinde
yayımlanmıştı. Orada da dikkatimi çekmemişti. Yavuzer Çetinkaya gibi benim de merak ettiğim, halkın da kullandığı -belki
çoğu küçümseme amaçlı-; orospu, kahpe, fahişe, sürtük, yosma, düşmüş kadın,
sokak kadını, vesikalı kadın, randevuevi kadını, genelev kadını, bar-pavyon
kadını ve daha farklı anlamlarda kullanılan "dost",
"oynaş", "kırık", "metres" gibi sözcük veya
tanımlar dururken, giderek yabancı bir filmden aklımda kalan "gece
emekçisi"(!) gibi adlandırmalar varken, niçin "hayat kadını"
yaygınlaştırıldı? Niye çok güzel anlamlar içeren yaşam ve kadın kavramları
böyle uygun olmayan bir biçimde birleştirilerek "satılık kadın"
anlamında kötü bir anlamda kullanıldı? Bence bu çok yanlış ve hayat kadını bu anlamda kullanılmamalıdır!..
Küçük bir anı: Gece çalıştığım yıllarda, gündüzleri, oturduğum gecekondu
mahallesindeki kadınları izlerdim. Kimi zaman biri dikkatimi çekerdi. Üç küçük
çocuklu bir komşumuz vardı: Bir kadın. Sonraları dört oldu çocuklar ve başka
yere taşındılar. Bütün gün o çocuklar için koşturur, sular akmadığı için evimizin
yanındaki kuyudan su taşır, çamaşır ve çocuk bezi yıkar, öteki tüm ev işlerini
yapardı. Yorulmaz mıydı hiç bu kadın? Onu izlerken "olumlu ve gerçek anlamda bir hayat
kadını işte' derdim. Acımakla saygı duymak arası bir duyguydu benimki. Açıkçası ben,
uzun süre yiğit, başka deyişle "cefakâr" ve çile çekmiş kadınlar
arsında yaşadım. İşte bu yüzden, yaşamın her türlü derdiyle yoğrulan ve pişen
bu kadınlara, "hayat kadını" derdim. Çünkü bunlar,
yaşamın tüm yükünü omuzlayan, gerçek emekçi kadınlardı. Gerçekten hayat kadını,
onlar için anlamını bulan yerinde bir tanımdı.
Öyle sanıyorum ki, 1980’li yıllarda çekilen ‘Ah, Güzel İstanbul’ filmiyle birlikte iyice yaygınlaştı bu yanlış kullanım. O günden beri bu
tanımlamanın yanlış olduğu görüşünü hep taşıdım. Anlayamadığım: Erkekler için olumlu anlamda "hayat
adamı" derken, kadınlardan neden esirgiyoruz bu güzelim sözleri?
Oğullarımıza, "hayat adamı olun" diyoruz da kızlarımıza bu olumlu
anlamda neden "hayat kadını olun" demiyoruz, diyemiyoruz? Ben, bu
yanlışlığın düzeltilmesini savunuyorum. Çünkü, çoğumuzun anaları, bacıları,
kadınları hâlâ gerçeklen ve olumlu anlamda hayat kadını’dır.
Sonuç olarak, bu yazımda ahlâksal bir kaygı gütmediğimi belirtmeliyim.
Amacım, hayat kadını “kavraramı”nın yanlış kullanımından vazgeçilmesini önermekle sınırlı. Fahişeliğin
hangi toplumsal ve ekonomik koşulların ürünü olarak ortaya çıktığını da az çok
biliyoruz. Bu kadınları hor görme gibi bir yaklaşımım da yok kesinlikle. Asıl
önemli olan şu: Her alanda olduğu gibi burada da kavram kargaşalığı keyfi
kullanımların sonucu olmamalıdır.
Ankara, 26 Aralık 1985
SANATÇI VE
MEDYADAKİ "SANATÇI"
İnsanın kimileyin yazmak isteyip de yazamadığı, çoğun hafif deyip geçtiği önemsiz
konular vardır. Hani şu gülünüp geçilen, "değmez" denilen türden
konular. Ancak biri yazdığında hayıflanılır. Böyle sık sık olur ya. Hele yazı
tembelleri için neredeyse sürekli. Yine böyle oldu: Nicedir, orda burda
okuduklarımdan sonra yeniden, gerçekten sanatçı kimdir, nedir, nasıldır demeye başladım. Sanatçının bir adam/kadın olarak
resmini çizecek değilim burada. O çok uzun, ciddi ve önemli bir iş. Benim
sözünü ettiğim, "hafif" de denilen, uçucu şeyler. Basit, günübirlik,
kalıcılık hedeflemeyen, olsa olsa ancak sorular sordurmayı amaçlayan, ışık
yakıcı bir şey.
Kimi yabancı sözcükler çok çabuk benimsenip yaygınlaşıyorlar. Örneğin stres, sonra nostalji hemen tutulu veren
sözcükler oldular. Bu iki sözcüğün günlük yaşamda rasgele kullanımları
üzerine, birkaç yıl önce bir yazımda eleştirel yaklaşımda bulunmuştum.
Şimdinin moda sözcüğü ise media, yani iletişim araçları. Başka deyişle; "düşüncenin ifade ve iletimini
sağlayan her araç"tır medya. Yazılı, sesli ya da görsel olabilen medya; basın, bilgisayar,
uydular, videogram ve videografi, telli dağıtım hatları, hertz dalgalarıyla
radyo ya da televizyon yayınlarını kapsar. Oysa bütün bunlar aslında klasik
medya’dır. Günümüzde Internet sonrası döneme artık yeni medya
deniliyor. Bizde medyaya önceleri "görsel basın" falan denildi. Artık radyo,
televizyon, basın vb. kitle iletişim araçlarına medya deniyor. Bu adlandırma "halk"
tarafından da bayağı tutulur oldu, giderek "medya suçu", "medya
terörü" ya da "bir kısım medya" gibi deyimler bile türetildi.
Sözü nereye getirmek istiyorum?
Şuraya: Sanatçı ile medyada yığınla şarkıcı, türkücü, popçu vb. yorumcu'nun
"sanatçı" diye sunulması, giderek şişirilmesi konusuna. Önüne
gelenin; iki lafı bir araya getirme becerisi bile gösteremeden, kekeleyerek
yinelediği sözlerle televizyonlara çıkıp şarkı söyleyen kişileri
"sanatçı" (el insaf!) saydığı bir ülkede yaşıyoruz. Kim şarkıcı, kim
türkücü, kim oyuncu belli değil. Toz duman içinde, her yorumcunun adı
"sanatçı" oluyor!..
Yaz gevşemesi içinde bir yazı tembeli olarak tam da böyle şeyler düşünürken
şu ünlü ve bence önemli sinema oyuncusu Meryl Streep’le yapılmış bir
konuşmayı okudum. Bir sürü ödül almış, basbayağı ciddi ve büyük bir oyuncu
olan, örneğin benim için Sophie
nin Seçimindeki oyunculuğuyla bile yeterince unutulmazlaşan Meryl Streep: "Oyuncular sanatçı sayılır mı bilmiyorum,
ama kendimi büyük bir aryanın parçasıymış gibi hissediyorum." diyor. Bizdeki iki
sözcüğü zor bir araya getiren şarkıcı, türkücü ve popçulardaki burnu büyüklüğe
bakınız, elin oyuncusunun alçakgönüllülüğüne bir de... Atilla Dorsay da
bir yazısında tiyatro oyuncusu Zeliha Berksoy için bir yerde; "... anlı şanlı oyuncumuz Zeliha
Berksoy" derken, başka bir yerde aynı kişi için;"... topluma örnek
durumunda bulunan bir sanatçı ya hiç yakıştıramadığı" biçiminde şeyler yazmış.
Doğrusu, Atilla Dorsay’ın yazısındaki "özel" denebilecek konu
beni hiç ilgilendirmedi. Ancak, önemli bir sinema yazarı olan Atilla Dorsay,
oyuncu’yu normal, "sanatçı"yı tırnak içinde yazdığına göre,
burada önemli olan Meryl Streep’in söyledikleridir. Demek ki, Atilla
Dorsay gibi kişisel bir nedenle kızdığımız için değil ama, oyuncuya sanatçı
denemiyor! Bu çok önemli işte.
Öyleyse kime sanatçı denir?
Geçenlerde bir gazete "sanatçı kimdir?" konulu bir soruşturmayı
yayımladı. Buna göre; "bütün ayırımlara karşın, üzerinde birleşilen nokta,
sanatı ve sanatçılığı belirleyen temel kıstasın yaratıcılık olduğu’ydu. Burada
da öne çıkan ölçüt "yaratma
güdüsü" dür (Enis Batur). Sanat eleştirmeni Beral Madra: "Türkiye'de medyanın ve kitlelerin
bir kişiyi kolaylıkla sanatçı ilan ettiğini, bir opera bestecisiyle sağdan
soldan çalarak pop şarkısı yapanları, bir eğlendiriciyle bir oyuncunun aynı
kefeye konulduğunu" söylüyor.
Gazeteci-yazar Ergun Hiçyılmaz, Türkiye’de yazarların hal-i pür
melâllerini anlattığı yazsının son cümlesinde bana çok ilginç gelen şu sözleri
yazıyor: "Bir ülkede Cahit Külebi nin ölümü,
‘silikonu patlayan mankenin dramından daha önemli değilse ‘yazar olsanız ne
yazar’" Düşünüyorum: Cahit Külebi, bir iki şiiriyle okul
(ders) kitaplarına girmemiş olsaydı, gerçek yazın severler dışında belki de çok
az kişi tanıyor olacaktı. Öteki sanatçı-yazarlar gibi. Oysa şu silikonu
patlayan mankeni sanıyorum herkes tanıyor!.. Medya "görev bilinci'yle
onun dramını evlerin içine taşıdı çünkü. Hem de "sanatçı" diyerek. Cahit
Külebi ise, ömrünün son yıllarını bir dram gibi yaşadı. Ünlü bir ozandı ama
çok kısa ve önemsiz bir haber gibi geçildi ölümü. Üstat Ergun Hiçyılmaz’a hak
vermemek elde mi?
Tarık Dursun K. gazetedeki köşesinde soruyor: "Feyza Hepçilingirler adını duydunuz mu? (...) Ödüller de aldı,
biliyor muydunuz?" Bu ve bunun gibi soruları yineliyor yazısında Tarık Dursun K. Bana
sormadığı kesin, bana sorsa kolay: En azından üç kitabını okudum, giderek
ikinci kitabı üzerine yazı bile yazdım. Hattâ yanılmıyorsam, Feyza Hepçilingirler, bu yazımı bir öyküler
toplamının arka sayfalarına da koymuştu... Kızmış olsa da yazdıklarıma! Tarık
Dursun Κ., öykücü Feyza Hepçilingirler’in yeni yapıtı Savrulmalar'ın yayımlanışı nedeniyle
değinmiş bu konuya. Medya’ya ve "medya yazarları"na dokunuyor.
Medyanın yazarlara, daha geniş tutarsak sanatçılara uzak duruşuna,
ilgisizliğine söyleniyor. Oysa medya, "sanatçılar"la çok yakından
ilgileniyor. Yazarlarla ilgilenmediğine göre, yoksa medya, yazarları sanatçı
mı saymıyor? Belki de kendince önemsiz buluyordur. Tarık Dursun K.’nın
da belirttiği gibi "pop müzik" gibi geçici (günübirlik, belki de
medya için ‘güncel’-!-) şeyler dururken, edebiyat (yazın) gibi
"kalıcı" sanat’a bile isteye yer vermez medya! Çünkü medya sanatçı’yı
önemsemez, "sanatçı"yı sürekli "vizyon"a çıkarır. Artık bu
"rating" kaygısından mı kaynaklanır, halka hizmet yarışından mı, onu
bilemem ama, tercih’i o yöndedir. Çünkü ne yazık ki, medya, güncelin
(bu elbette yapısı gereği olacak), gelgeçin, moda’nın peşindedir. Sanat gibi
toplumsal ve tarihsel yanıyla öne çıkan kalıcı bir nesne’yi neden ciddiye
alsın ki?
Evet, medya gerçekten de ne yaptığını biliyor. Kiminle uğraşacağını, kimi
gündemine alıp almayacağını hep "bilir" zaten... "Binlerce kitabın yayınlandığı
ülkemizde televizyon kanalları ve gazetelerimiz en değerli incelemeleri, en çok
okunan romanları, en sevilen yazarları gündeme getirmemek için birbirleriyle
yarışıyor..." gibiler. Örneğin Ali Kırca bile (hattâ Savaş Ay’ın ‘A Takımı’ bilem!) gerçekten iyi bir
yorumcu olan Sezen Aksu’yu Aşık Daimi’nin onca yıllık türküsünü
(deyişini) "yorumladı" diye canlı haber programı’na çıkarır da şu ya da bu yazarı, sanatçıyı, yeni
yapıtının yayımlanması, ödül alması vb. gerekçelerle "haber"
programına konuk etmez pek... E, en "popüler" yazarın kitabı bile
birkaç bin satarken, Tarkan’ın kasetleri kaç satıyor, bilen var mı?
Medya ne yaptığını elbette bilecek! Sahi, Ahmet Altan’ın Tehlikeli Masallar dı 45. baskıda kaç sattı
acaba? Bu 45. baskıdan dolayı medya ne kadar ilgilendi? Benim derdim
sanatçıyla, bu arada medyaya şöyle değinmişim/dokunmuşum kaç yazar?
Tarık Dursun K. gibi bir yazar, bütün bunları bilmezmişçesine: "Medya, bir Ağustosböceği kadar ömrü olmayan boyalı, süslü püslü pop
şarkılarına verdiği değerin binde birini olsun ondan esirgedi diyebiliyor. Sözünü
ettiği o kişi öykücü, daha doğrusu yazar, yani gerçek bir sanatçı olan Feyza
Hepçilingirler’dir. Medya yazar’dan ilgisini esirgeyebilir, sanatçı’yı es
geçebilir. Ama gerçek okurlar, onu önemser ve onunla (yapıtlarıyla)
ilgilenir. Aradaki önemli fark budur: Medya sanatçıyla (daha çok da şarkıcı,
türkücüyle), biz sanatla ilgiliyiz. Tam da söz konusu yazar için "star sisteminin sanatçısı" dendiği dönemde şöyle
yazmıştım: "Feyza Hepçilingirler, beklendiği kadarıyla -kişisel
olarak bu umudu taşıyorum öykücülüğünde ileri adımlar attığı oranda başarısını
pekiştirecek ve yazın dünyasında haklı yerini alacaktır. Eski Bir Balerinle
öykücülükte varolduğunu kanıtlama yolunda olan bir yazardır Feyza
Hepçilingirler." Bir zamanlar ‘star sisteminin sanatçısı’ denilen bir yazara, aradan yıllar
geçtikten sonra Tarık Dursun Κ., "medya yazarı" değil diyerek,
ilgisizlikten yakınıyor! Bir çelişki var ortada... Bana göre, Feyza
Hepçilingirler ‘medya yazarı’ olmadığı gibi, "star sisteminin sanatçısı" da değildi. O, gerçek
bir sanatçı (yazar) olduğu için medya ilgisiz kalıyor.
Sanatçı kimdir?
Manken nedir?
Kim yaratıyor, kim
kazanıyor?
Mankenlerin sinema oyuncusu olup, "sanatçı" payesi aldığı bir
ülkede yazar da olsanız sanatçı olamıyorsunuz işte! Öyleyse şu büyük medya,
neden Feyza Hepçilingirler’in yeni kitabını ya da Cahit Külebi’nin ölümünü
önemsesin? Hazır "silikonu patlayan"
birileri varken? Hoş, tırnak imi içinde sanatçı olmaktansa, olmamak yeğlenir. Bu da bir
başka ‘tercih’.
Bitmedi: "Haber programlar" genellikle izleniyor.
Seçilen konuklar çoğu kez içi boş, saçma sapan klişe laflar etseler de. Ama
geçenlerde (Haziran’97 içinde) Can Dündar’ın "40 Dakika" adlı programını nedense
geceyarısı izleyebildim. Konuğu bir sanatçı-yazardı: Orhan Pamuk. En
azından ciddi bir konuşmaydı dinlediğim. Televizyon yazarı Ali Hakan, yazarların,
gerçek sanatçıların televizyona çıkmaları üzerine şöyle yazmış: "Madem ki özenle okumuyoruz, hattâ
belki de hiç okumuyoruz, hiç olmazsa dinleme fırsatını kaçırmamak gerektir..” Eh, bu da bir öneri, dinleyene!
Televizyonlarda her gün yığınla, sürü sepet "sanatçı" pardon
manken ve giderek haber programlarda "konu mankeni" izliyoruz. (Reha
Muhtar’ın kulakları kesin çınlayacak!) Arada bir gerçekten sanatçıların
çıkıp doğru dürüst şeyler söylemesi, medyanın yanlışı mı, doğrusu mu? Yine de
olumlu ve güzel. Belki böylece sanatçı ile medya’daki "sanatçı"
arasındaki ayrımı da görmüş oluruz. Benim korkum şu: Bu konu da çok kısa bir
zamanda yozlaştırılmasın!
Aydın, 28 Eylül 1997
(Aydınca dergisi, Ekim 1997)
(Aydınca dergisi, Ekim 1997)
Kaynak:
Kemal
GÜNDÜZALP, Eleştiriye Doğru Kültür Sanat ve Aydınlar Üzerine ,
Papirüs Yayınları Eleştirel Düşünce Dizisi 1. Basım, Nisan 2005
Papirüs Yayınları Eleştirel Düşünce Dizisi 1. Basım, Nisan 2005
Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.
Yorumlar