KU KLUX KLAN NASIL YOK EDİLDİ?
(Bu yazı size çok şeyler öğretecek
zannediyorum. Okuyup bitirdiğinizde “hayret” derseniz, anlamış olduğunuzu kabul
edebilirsiniz.)
Bütün teorilerde olduğu gibi, Ku Klux
Klan’ın da son derece inişli çıkışlı bir tarihi oldu. İç Savaş’tan hemen
sonra altı eski Konfederasyon askeri tarafından Tennessee, Pulaski’de
kurulmuştu. Dördü yeni avukat çıkmış olan altı genç adam, kendilerini fikirleri
birbirine yakın arkadaşlardan oluşan bir çevre olarak gördüler. Bu yüzden
seçtikleri isim de, yani “klux”, “çevre” anlamındaki Yunanca sözcük
kuklos’un yalnızca çok az değiştirilmiş haliydi. “Klan” sözcüğünü de
eklediler, çünkü hepsi İskoçya-İrlanda kökenliydiler. Başlangıçtaki, beyaz çarşaflara
sarınarak başlarında yastık kılıfından kukuletalarla kırsal alanlarda
at koşturma gibi faaliyetleri, zararsız olduğu söylenen gece yarısı
muzipliklerine benziyordu. Ama kısa zamanda Klan, özgürlüğüne kavuşan
köleleri korkutmak ve öldürmek için tasarlanmış ve pek çok eyalete yayılmış
bir terörist örgüte döndü.
Bölgesel liderleri arasında beş eski
Konfederasyon generali vardı; en sadık destekçileri yeniden yapılandırma
dönemini ekonomik ve siyasi bir kâbus olarak yaşayan plantasyon sahipleriydi.
1872’de, Başkan Ulysses S. Grant, Temsilciler
Meclisinde Ku Klux Klan’ın gerçek amacını dile getirdi: “güç ve terör
uygulayarak, üyelerin görüşleriyle uyum içinde olmayan tüm siyasi faaliyetleri
engellemek, beyaz olmayan yurttaşları silah taşıma hakkından ve serbest kurşun
hakkından mahrum etmek, beyaz olmayan çocukların eğitim gördüğü okulları baskı
altına almak ve beyaz olmayan insanların durumunu köleliğe yakın bir duruma
getirmek.” Klan ilk döneminde bu işi broşürlerle, linç ederek, vurarak,
yakarak, hadım ederek, silahla kırbaçlayarak ve bin bir türlü sindirme yöntemi
kullanarak gerçekleştirdi. Eski köleleri, siyahların oy kullanma, toprak
sahibi olma veya eğitim alma hakkını savunan beyazları hedef aldı. Fakat Klan,
yaklaşık on yıl içinde, yasal ve askeri müdahelelerle Washington D.C tarafından
büyük ölçüde bastırıldı.
Ancak, Klan’ın kendisi yenilmiş olsa
da, amaçlan Jim Crow yasalarının çıkmasıyla büyük ölçüde başarılmış
oldu. Yeniden yapılandırma sırasında siyahlar için yasal, toplumsal ve
ekonomik özgürlük önlemleri gerçekleştirmekte çabuk davranan Kongre, aynı çabuklukla
bu özgürlükleri geri almaya başlamıştı. Federal hükümet güneydeki işgal
taburlarını çekmeyi kabul etti, böylece de beyazların egemenliğinin yeniden
tesisine izin vermiş oldu. Plessy vs. Ferguson[1] ile de, ABD Yüksek
Mahkemesi tam ölçekli ırk ayrımcılığının önünü tümüyle açtı.
Ku Klux Klan 1915’e kadar büyük ölçüde
rafa kalkmıştı, ta ki D. W. Griffith’in orijinal ismi The Clansman (Klan
üyesi) olan The Birth of a Nation (Bir Ulusun Doğuşu, 1915) filmi
Klan’ın yeniden doğumunun kıvılcımını çakana dek. Griffith, Klan’ı
bizzat beyaz uygarlığı için savaşan haçlılar, Amerikan tarihindeki en soylu
kuvvetlerden biri olarak sundu. Film, ünlü bir tarihçi tarafından yazılmış A
History of the American People’dan bir alıntı yapıyordu: “Güney ülkesini
korumak için, en azından büyük Ku Klux Klan, hakiki Güney imparatorluğu ortaya
çıktı.” Kitabın yazan, bir zamanlar Princeton Üniversitesi’nde öğretim
görevlisi olarak çalışıp aynı üniversitede rektörlük yapmış olan ABD Başkanı Woodrow
Wilson’du.
1920’lere gelindiğinde, yeniden canlanan
Klan’ın, Beyaz Saray’ın Yeşil Oda’sında Klan yemini ettiği kaydedilen Başkan
Warren G. Harding de aralarında olmak üzere sekiz milyon üyesi olduğu
iddia ediliyordu. Bu dönemde, Klan sadece güneyde etkin olmakla kalmıyordu, tüm
ülkeye yayılmıştı; artık kendini sadece siyahlarla değil, ayrıca Katolikler,
Yahudiler, komünistler, sendikacılar, göçmenler, ajitatörler ve diğer statüko
karşıtlarıyla da ilgili görüyordu. 1933’te, Hitler Almanya’da yükselirken,
yeni Klan ile Avrupa’daki yeni tehdit arasında bağ kuran ilk kişi Will
Rogers oldu: “Gazetelerin hepsi Hitler’in Mussolini’yi taklit ettiğini
söylüyorlar,” diye yazdı. “Bana öyle geliyor ki taklit ettiği şey Ku
Klux’tur.”
İkinci Dünya Savaşı’nın başlaması ve bir
dizi iç skandal bir kez daha Klan’ın düşüşe geçmesine neden oldu. Savaş
sırasında ülkenin bütünlüğü ayrılıkçılığa üstün geldiğinden kamu duyarlılığı
Klan’ın aleyhine döndü.
Ama savaşın hemen ardından, birkaç yıl
içinde, kitlesel bir yeniden doğuşun sinyalleri belirmeye başlamıştı bile.
Savaş döneminin kaygıları yerini savaş sonrasının belirsizliklerine bırakırken,
Klan’ın üye sayısında da patlama yaşandı. V-J Günü’nden[2] sadece iki ay sonra,
Atlanta’daki Klan, Stone Dağı’nın cephesinde Rober E. Lee’nin oymasını
taşıyan kayanın bulunduğu bölümde 90 metrelik bir haç yaktı. Abartılı haç
yakma, bir Klancının dediğine göre, “zencilerin savaşın bittiğini ve Klan’ın
geri döndüğünü anlamaları” için yapılmıştı.
Atlanta şimdi Klan’ın merkezi yönetim
yeri olmuştu. Kilit Georgia politikacıları üzerinde Klan’ın ciddi tesiri vardı
ve Georgia eyaletindeki alt birimlerinde bir sürü polis ve şerif yardımcısı bulunuyordu.
Evet, Klan, şifreler, cübbe ve kama manevralarıyla gizli bir cemaatti, ama
Klan’ın gerçek gücü Ku Klux Klan ile yasa uygulayıcı kuramların kol kola giden
kardeşler olduğu, ama sırmış gibi davranıldığı bilgisinin halk arasında
yarattığı korkuda yatıyordu.
Atlanta, Klan jargonunda KKK’nın
Görünmez İmparatorluğu’nun Emperyal Şehri, Klanla kan bağı taşıyan ama
ters mizaca sahip otuz yaşında bir adam olan Stetson Kennedy’nin de
yurduydu. Kennedy, önde gelen güneyli ailelerden birine mensuptu, atalan
arasında Bağımsızlık Bildirisi’ni imzalayan iki kişi, Konfederasyon
Ordusu’ndan bir subay ve meşhur şapka firmasının kurucusu ve adına Stetson
Üniversitesi kurulan John B. Stetson da vardı.
Stetson Kennedy, Florida Jacksonville’de beş çocuğun en küçüğü olarak ondört
odalı bir evde büyüdü. Amcası Brady bir Klan üyesiydi. Ama Klan ile ilk gerçek
karşılaşmasını, Stetson’ı da büyük ölçüde yetiştirmiş olan ailenin hizmetçisi Flo,
bir Klan çetesi tarafından bir ağaca bağlanarak dövülüp tecavüze uğrayınca
yaşadı. Flo’nun suçu şuydu: Bir yük arabasının beyaz sürücüsüne ona eksik
para üstü verdiğini söyleyerek karşı gelmek.
Kennedy, çocukluktan beri belinden
rahatsız olduğu için ikinci Dünya Savaşı’nda savaşamamış ve ülkesi için
anayurtta kalarak bir şeyler yapmaya karar vermişti. Ülkesinin en büyük düşmanının,
bağnazlık olduğuna inanıyordu. Kendini “geniş anlamda muhalif’ olarak
tanımlıyordu ve bağnazlık karşıtı makaleler ve kitaplar yayınlıyordu. Woody
Guthrie, Richard Wright ve başka ilericilerle yakın arkadaşlık kurdu; Jean-Paul
Sartre onun kitabını Fransa’da yayınladı.
Yazı yazmak, Kennedy için ne kolay
oluyordu, ne de mutluluk veriyordu. Kökende bir kırsal bölge çocuğuydu, bataklıklarda
balık avlamayı tercih ederdi. Ama davasına tüm kalbiyle bağlanmıştı. Karalama
Karşıtı Birliği’nin (ADL, Anti-Defamation League[3]) bağnazlığı
yok etmek için gösterdiği savaş sonrası çabalann Yahudi olmayan tek üyesi
oldu. (ADL’nin bakışla baskı kurma kampanyasının merkezi bir öğesi olan “Kaş
çatma gücü” deyişini buldu, bu insanları bağnaz bir konuşma duyduklarında
kaşlarını çatmaya teşvik ediyordu.) Ülkenin en büyük siyahi gazetesi olan Pittsburgh
Courier’in[4] tek beyaz muhabiri oldu.
(Hakkındaki efsaneye göre, bir şerifin tüfek atışından sağ çıkabilmiş siyah bir
halk kahramam olan Daddy Mention’ın ismini kullanarak Güney’deki ırk mücadelesi
üzerine yazılar yazdığı bir köşesi vardı.)
Kennedy’yi harekete geçiren şey dar
kafalılığa, cehalete, engellemeciliğe ve yıldırmaya karşı duyduğu nefretti.
Bunlar, onun gözünde, Ku Klux Klan kadar hiçbir örgüt tarafından gururla uygulanmıyordu.
Kennedy Klan’ı bizzat beyaz iktidarın terörist kolu olarak görüyordu. Bu,
çeşitli nedenlerle düzeltilemez bir sorun olarak onu çok etkiliyordu. Klan,
siyaset, iş dünyası ve yasa uygulayıcıların liderleriyle ittifak halindeydi.
Halk korkuyordu ve kendini Klan’a karşı eyleme geçmek için güçsüz
hissediyordu. Ve o zamanlar var olan az sayıda nefret-karşıtı grubun Klan
üzerindeki baskısı çok kısıtlıydı. Hatta Klan’a dair bilgileri bile çok sınırlıydı.
Kennedy’nin daha sonra yazdığı gibi, Klan’a dair kilit bir olgu onu düş
kırıklığına uğratıyordu: “konuyla ilgili yazılmış metinlerin neredeyse
hiçbiri ifşaat değildi, ama hepsi görüş belirten yazılardı. Yazarlar Klan’a
karşıydılar, tamam, ama Klan’la ilgili içerde olup bitenler hakkında çok çok az
bilgiye sahiptiler.”
Bunun üzerine Kennedy, her gözüpek,
korkusuz, hafiften çatlak bağnazlık karşıtının yapacağı gibi, gizli bir üye,
bir casus olarak, Ku Kux Klan’a girmeyi kararlaştırdı.
Atlanta’da, daha sonra yazdığı gibi, “müşterilerinin”,
“sinirli, zalim Klan görünüşüne sahip olduğu” bir bilardo salonuna takılmaya
başladı. Slim adlı bir adam, bir taksi şoförü, bir öğleden sonra barda yanına
oturdu. “Bu ülkenin ihtiyaç duyduğu şey iyi bir Kluxlama (Kluxing).
Zencilere, Yahudilere, Katolik latinlere ve kızıllara hadlerini bildirmenin
tek yolu bu!” dedi Slim.
Kennedy kendisini John S. Perkins
olarak tanıttı, misyonu için uyarladığı takma isim buydu. Slim’e, amcası Brady
Perkins’in bir zamanlar Florida’da Klan’da Büyük Titan olduğunu anlattı ki bu
doğruydu. “Ama onlar öldü, değil mi?” dedi Slim.
Bu Slim’i cebinden bir Klan çağrı kartı
çıkarmaya itti. “Dün, Bugün, Sonsuz Burada! Ku Klux Klan at biniyor! Tanrı
Bize Erkekler Bahşetsin!” Slim, Perkins’e şanslı olduğunu, çünkü üyeliğe
kabul etme kampanyasının sürdüğünü söyledi. Başlangıç ücreti 10 dolardı.
Klan’ın satış sloganları şöyleydi: “Zencilerden nefret ediyor musunuz?
Yahudilerden nefret ediyor musunuz? On dolarınız var mı?” (8 dolara
indirilmişti). Sonra, yıllık 10 dolar aidat ödeniyordu ve 15 dolar da
kukuletalı cübbe için veriliyordu.
Kennedy çeşitli ödemeler karşısına
çıkınca durakladı. Kabul etmekte zorlanıyormuş gibi yaptı, ama sonunda
katılmayı kabul etti. Fazla sürmeden, Stone Dağı’nın tepesinde toplu bir gece
yarısı kabul töreninde Klan yeminini etti. Kennedy haftalık Klan toplantılarına
katılmaya başladı. Keşfettiği şifreli bir el yazısıyla notlar almak üzere
toplantılardan sonra eve koşuyordu. Klan’ın yerel ve bölgesel liderlerinin
kimliklerini öğrendi. Klan’ın hiyerarşik yapısını, ritüellerini ve dilini
çözdü. Kİ önekini pek çok sözcüğe eklemek bir Klan adetiydi; böylece iki Klan
üyesi yerel bir Klocak’da bir Klohbet[5] ederlerdi. Çoğu Klan adeti
gülünesi çocuksuluklarıyla Kennedy’yi şaşırttı. Örneğin sol elle yapılan Gizli
Klan el sıkışması, sol elle yapılan, bileklerin kıvrıldığı bir balık
çırpınmasına benziyordu. Seyahat eden bir Klan üyesi tuhaf bir kasabada yanında
kalabileceği o kasabanın yerlisi bir birader arıyorsa, Bay Ayak’ı soruyordu.
Ayak, “Sen bir Klan üyesi misin?” ("Are You a Klansman?")
sözcüklerinin başharflerinden oluşan bir şifreydi. Seyahat edenin duymayı
umduğu ifade de, “Evet ve ben ayrıca Bay Akai’yi de tanıyorum”
demesiydi. Bu da “ben bir klan üyesiyim”in başharfleriydi ("A Klansman Am
I.")
Çok geçmeden, Kennedy Klövalyelere[6], Klan’ın gizli polisine ve “kırbaç
ekibi”ne davet edildi. Bu ayrıcalık için, göğsüne büyük bir çakıyla kesik
atıldı ki kan andı içebilsin:
"Ey Klan erkeği, Tanrı’nın ve
şeytanın huzurunda sana bir Klan klövalyesi olarak güvenilip, sunulan sırlara
asla ihanet etmeyeceğine yemin ediyor musun?”
“Yemin ediyorum,” diye yanıtladı Kennedy.
“Kendine iyi bir silah ve çok sayıda cephanelik
sağlayacağına ve zenciler sorun çıkarmaya başladığında onlara bolca kurşun
sıkmaya hazır olacağına yemin ediyor musun?”
“Ediyorum.”
"Beyaz doğum oranını arttırmak için elinden geleni
yapacağına tüm gücünle yemin ediyor musun?”
“Ediyorum.”
Kennedy’nin Klövalyelere kabulü için 10 dolar ödemesi
gerekti, aynı zamanda da Klövalye harcamalarının karşılanması için aylık
1 dolar ödemeyi kabul etti. Ayrıca siyaha boyanacak, ikinci bir kukuletalı
cübbe alması da gerekiyordu.
Bir Klövalye olarak Kennedy, bir gün kendisinden şiddet uygulamasının
beklenmesinden endişeleniyordu. Ama kısa zamanda Klan’daki hayatın ve genel
olarak terörizmin temel bir olgusunu keşfetti: Tehdit konusu şiddetin çoğu
tehdit evresinin ötesine geçmiyordu.
Klan’ın şiddet uygulamasının baş simgesi olan linç etmeyi gözönüne
alalım. Aşağıdaki, Tuskegee Enstitüsü’nün derlediği, Amerika Birleşik
Devletleri’nde siyahların linç edilmesinin on yıllar itibarıyla
istatikleridir:
Yıllar LİNÇEDİLEN
SİYAHLAR
1890-1899 1,111
1900-1909 791
1910-1919 569
1920-1929 281
1930-1939 119
1940-1949 31
1950-1959 6
1960-1969 3
Bu rakamların sadece Ku Klux Klan’a atfedilen linçleri içermediğini,
kaydedilen tüm linçleri kapsadığını akılda tutun. İstatistikler, en azından üç
dikkat edilesi olguyu açığa çıkarıyor. Birincisi yıllar içinde linç
olaylarının gözle görülür düşüşüdür. İkincisi de linç olaylarıyla Klan üyeliği
arasında bir paralellik olmamasıdır. KLAN’IN UYKUDA OLDUĞU 1900 İLE 1909 YILLARI ARASINDA KLAN’IN MİLYONLARCA
ÜYEYE SAHİP OLDUĞU 1920’LERDEN DAHA FAZLA LİNÇ YAŞANMIŞTI. Bu da Ku Klux
Klan’m sanılandan çok daha az linçten sorumlu olduğunu gösteriyordu.
Üçüncüsü, siyah nüfusunun büyüklüğüyle orantılı düşünüldüğünde,
linç olayları son derece enderdi. Kuşkusuz, tek bir linç bile çok ama çok
fazladır. Ama yüzyıl başında, linç olayları genelde hatırlandıkları kadar
gündelik olaylar değildi. 1920’lerin 281 linç kurbanını yetersiz beslenmeden,
zatürreeden, ishalden ve diğer sebeplerle ölen siyahî çocukların sayısıyla
karşılaştırın. 1920’de, her 100 çocuktan 13’ü bebekken ölüyordu, ya da kabaca
her yıl 20.000 çocuk denebilir. Bunu bir yıl içinde linç edilen 28 kişiyle karşılaştırın.
1940 gibi ileri bir tarihte bile, her yıl yaklaşık 10.000 siyah çocuk ölüyordu.
BU LİNÇ RAKAMLARI DAHA KAPSAMLI HANGİ GERÇEKLERİ GÖSTERİYOR?
PEKİ LİNÇ OLAYLARININ GÖRECE ENDER OLMASI VE ZAMAN İÇİNDE
KLAN ÜYELİĞİNDE BİR PATLAMA OLDUĞUNDA DAHİ SERT BİR İVMEYLE AZALMASI NE ANLAMA
GELİYOR?
En zorlayıcı açıklama, bu erken dönem linçlerinin işe yaradığını
söyler. Beyaz ırkçılar, ister Ku Klux Klan’a üye olsunlar ister olmasınlar,
eylemleri ve retorikleriyle son derece açık ve korkunç biçimde ürkütücü güçlü
bir motivasyon şeması geliştirdiler. Eğer siyah bir insan, beyaz bir araba
sürücüsüyle konuşmak veya oy atmaya çalışmaya kalkışmak gibi davranışlarla
kabul edilen davranış kodlarını ihlal ederse, cezalandırabileceğini, üstelik
belki de ölümle cezalandırabileceğini gayet iyi biliyordu.
Dolayısıyla 1940’ların ortalarında, yani Stetson Kennedy örgüte
katıldığında, Klan’ın fazla şiddet kullanmaya gerçekten ihtiyacı kalmamıştı.
Kendilerine uzun süredir ikinci sınıf vatandaşlar gibi davranmaları söylenen
pek çok siyah başka türlü davranmamaya açıkça zorlanmıştı. Bir veya iki linç,
çok sayıda insanın uysallaşmasına sebep olarak büyük yol alınmasını sağladı.
Çünkü insanlar güçlü motivasyonlara daha güçlü cevaplar verirler. Ve rasgele
şiddet korkusundan güçlü, çok az motivasyon vardır. Bu da, terörizmin özde
neden bu kadar ayrı etkili olduğunu açıklar.
Madem ki 1940’lann Ku Klux Klan’ı tümüyle şiddet dolu değildi,
öyleyse neyle doluydu? Stetson Kennedy’nin bulduğu Klan sağlıksız bir erkekler
arası kardeşlik birliğiydi. Çoğu çok kötü eğitim almış ve kötü özelliklere
sahip olan, saklanacak bir yer arayan ve zaman zaman tüm geceyi dışarıda
geçirmek için bir özür arayan biraderler topluluğu. Biraderlik bağlantılı
yan-dini şarkıları, yemin törenleri ve şükür dualarıyla, hepsi tam gizlilik
içinde yürütülen ritüelleri Klan’ı çok daha cazibeli kılıyordu.
Kennedy ayrıca Klan’ın, en azından
örgütün tepelerine yakın olanlar için, kurnaz bir para kazanma operasyonu
olduğunu da keşfetti. Klan liderlerinin pek çok gelir kaynaklan vardı: bir sürü
aidat ödeyen sıradan üye; sendikaları korkutması için Klan’ı tutan iş sahipleri
veya Klan’a korunma parası ödeyenler; büyük nakit bağışların toplandığı Klan
toplantıları; hatta zaman zaman yapılan silah kaçakçılığı veya kaçak içki
operasyonları. Sonra Klan’m Klan üyelerine sigorta poliçeleri satan ve sadece
nakit veya Grand Dragon’un[7] bizzat kendi adına kesilmiş
kişisel çekler kabul eden Ölüm Yardımı Kuruluşu gibi haraççılık işleri vardı.
Kennedy, Klan’ın içerisinde sadece
birkaç hafta geçirdikten sonra, Klan’ı incitebileceği bir yol bulup Klan’a
zarar vermeye can atar hale geldi. Klan’ın bir sendikayı basma gösterisi yapma
planını duyunca, bilgiyi sendikadan bir arkadaşına iletti. Klan bilgilerini
kurumsal bir Klan deşifrecisi olan Georgia başsavcısının yardımcısına
iletti. Klan’ın şirket imtiyazlarını araştırdıktan sonra, Kennedy Georgia
valisine mektup yazdı ve imtiyazlarının iptal edilmesi için gerekçelerini
belirtti. Klan kâr amacı gütmeyen, siyasi olmayan bir örgüt olarak tasarlanmıştı,
ama Kennedy bu örgütün hem kâr amacı hem de siyaset amacı güttüğüne dair kanıtlara
sahipti.
Kennedy’nin hiçbir çabası beklediği
etkiyi uyandırmadı. Klan öylesine sağlam kök salmıştı ve öylesine yaygındı ki
Kennedy bir deve karşı çakıl taşı fırlatıyormuş gibi hissetti kendini.
Atlanta’daki Klan’a bir şekilde zarar vermeyi başarsa bile, tüm ülkedeki binlerce
alt birim dokunulmadan kalmış olacaktı. Klan o sıralar ciddi bir yeniden doğuş
süreci içindeydi.
Kennedy çok ağır biçimde engellenmişti,
ama bu hüsrandan parlak bir fikir bularak çıktı. Bir gün bir grup erkek
çocuğun aptalca gizli parolaları birbirlerine söyledikleri bir tür casus oyunu
oynadıklarını gördü. Aklına Klan’ı getirdi bu. Klan’ın parolalarını ve tüm
diğer sırlarını bütün ülkedeki çocukların ellerine vermek hoş olmaz mıydı, diye
düşündü. Gizli bir topluluğu zehirlemek için onu çocuksulaştırmak ve en gizli
bilgilerini halka yaymaktan daha iyi ne olabilir ki? (Rastlantı eseri, Birth of
a Nation’da da [Bir Ulusun Doğuşu] eski bir Konfederasyon askeri, bir grup
siyahi çocuğu korkutmak amacıyla beyaz çarşafların altına saklanan bir grup
beyaz çocuktan esinlenerek Klan’ı başlatmıştı.)
Kennedy bu misyon için ideal ortamı da
bulmuştu: her gece akşam yemeği saatinde tüm ülkedeki milyonlarca dinleyiciye
yayın yapan Süperman’in Maceraları radyo programı. Programın yapımcılarıyla
buluştu ve Ku Klux Klan ile ilgili bazı bölümler yazmak isteyip istemeyeceklerini
sordu. Yapımcılar coşkuyla karşıladılar. Süperman Hitler, Mussolini ve
Hirohito ile savaşarak yıllar geçirmişti, ama savaş bittikten sonra yeni
kötü adamlara ihtiyaç duyuyordu.
Kennedy en iyi Klan bilgilerini Süperman’in
yapımcılarına aktarmaya başladı. Onlara Bay Ayak ve Bay Akai’den
bahsetti ve Klan’ın Kluran[8] denilen kutsal kitabından
çarpıcı pasajlar gönderdi. (Kennedy beyaz Hıristiyan üstünlüğünden yana bir
grubun kendi kutsal kitabına neden İslam’ın kutsal kitabıyla neredeyse aynı
ismi verdiğini hiçbir zaman öğrenemedi.) Herhangi bir yerel Klocak’ta bulunacak
Klan memurlarının rollerini açıkladı:
Klaliff (başkan yardımcısı),
Klokard (eğitmen),
Kludd (vaiz),
Kligrapp (sekreter),
Klabee (veznedar),
Kladd (şef muhabereci),
Klarogo (iç bekçi),
Klexter (dış bekçi),
Klokann (beş kişilik bir soruşturma komitesi)
ve
Klövalyeler (bizzat Kennedy’nin de dahil
olduğu kol kuvveti grubu ve reislerinin adı da Ass Tearer idi). Kennedy
yerelden ulusal düzeye çıkan Klan hiyerarşisini anlattı:
Yüce Tepegözler ve Oniki Dehşeti; bir
Ulu Titan ve Oniki Gazabı; bir Grand Dragon ve Dokuz Başlı Hydra canavarı; ve
Emperyal Büyücü ve Onbeş Genii meleği. Ve Kennedy yapımcılara, Nathan Bedford
Ormanı Klocağı No.l, Atlanta, Georgia Alemi’ndeki kendi Klan bölümünde o anda
kullanılmakta olan parolaları da söyledi.
Radyo yapımcıları Süperman’in Ku Klux
Klan’ı temizlediği dört bölümlük programlar yazmaya başladılar.
Kennedy program yayınlandıktan sonraki
ilk Klan toplantısını iple çekiyordu. Elbette, Klocak stres altındaydı. Grand
Dragon normal bir buluşma yürütmek istedi, ama sıradan üyeler onu susturdular.
“Bir tanesi “geçen gece işten eve geldiğimde,” diyerek şikayet etti, “evde
çocuğum ve bir grup arkadaşı vardı. Bazıları havlularla boyunlarını pelerin
gibi bağlamışlardı ve bazıları da başlarının üzerine yastıklar aldılar.
Pelerinli olanlar yastıklı olanları kovalıyorlardı. Ne yaptıklarını sorduğumda,
Süperman Klan’a karşı denilen yeni bir hırsız polis oyunu oynadıklarını
söylediler. Çete baskını, diyorlardı oyuna! Tüm gizli parolalarımızı ve
diğer herşeyi biliyorlardı. Hayatım boyunca hiç bu kadar komik duruma
düşmemiştim! Bir gün çocuklarımın Klan cübbemi bulacaklarını düşünün bir de?”
Grand Dragon, haini açığa çıkarmaya söz verdi.
“Zarar çoktan verildi bile,” dedi bir Klan üyesi.
“Gizli ritüelimiz bir grup çocuk
tarafından radyoda makaraya alınıyor!” dedi Kladd.
“Her şeyi yayınlamış değiller,” dedi Grand Dragon.
“Yayınlamadıkları şeyler yayınlamaya
değer olmayanlardı sadece,” dedi Kladd.
Dragon parolalarını hemen
değiştirmelerini önerdi, “kanrevan” olan parolalarını “hainlere ölüm”
yaptılar.
O geceki buluşmanın ardından Kennedy
Süperman’in yapımcılarını arayıp yeni parolayı bildirdi, onlar da bir sonraki
programda yeni parolayı kullanmaya söz verdiler. Bir sonraki haftanın Klan
toplantısında, oda neredeyse boştu; yeni üyelik başvuruları sıfıra düşmüştü.
Kennedy’nin bağnazlıkla savaşmak için o
güne kadar düşündüğü ve ileride de düşüneceği bütün fikirler arasında,
Süperman kampanyası en zekicesi ve muhtemelen en verimlisi oldu. Tam da umduğu
etkiyi elde etmişti: Klan’ın gizliliğini kendisine geri çevirmişti, kıymetli
bilgiyi makaraya almak için cephaneliğe dönüştürmüştü. Bir kuşak önce yaptığı
gibi milyonlarca üyeyi kandırmak yerine, Klan güç kaybetmeye ve dökülmeye
başladı. Her ne kadar, özellikle Güney bölgelerinde, Klan asla tam ölmediyse
de, Louisianalı bir Klan lideri olan David Duke, ABD Senatosu ve diğer ofisler
için yasal girişimlerde bulundu. Ama asla eskisi gibi güçlü olmadı. The
Fiery Cross: The Ku Klux Klan in America1 da (Ateşli Haç: Ku
Klux Klan Amerika’da) tarihçi Wyn Craig Wade, Stetson Kennedy’yi “Kuzeyde Ku
Klux Klan’ın savaş sonrası yeniden doğuşunu önleyen en önemli sebep” olarak
adlandırıyordu.
KENNEDY CESUR, AZİMLİ VE ÇELİK GİBİ
SİNİRLERE SAHİP BİRİYDİ. AMA KLAN’I DURDURMA BAŞARISI BU NİTELİKLERİ SAYESİNDE
GERÇEKLEŞMEDİ. KLAN’I ENGELLEYEBİLDİ, ÇÜNKÜ KENNEDY HAM BİLGİNİN GÜCÜNÜ ANLAMIŞTI.
KU KLUX KLAN, POLİTİKACILARA, EMLAKÇILARA VEYA BORSACILARA ÇOK BENZER BİR
BİÇİMDE, GÜCÜNÜ BÜYÜK ÖLÇÜDE BİLGİYİ SAKLAMASINDAN ALAN BİR GRUPTU. BİR KEZ BU
BİLGİ YANLIŞ ELLERE GEÇİNCE (veya, sizin bakış açınıza bağlı olarak, doğru
ellere geçince) GRUBUN AVANTAJLARINDAN ÇOĞU YOKOLUYORDU. (s.55-66)
Kaynak:
Steven D. Levitt-Stephen J. Dupner, trc:
Süreyya Evren Türkeli,Görünmeyen Ekonomi-Dünya Gerçekte Nasıl İşliyor, 2010,
İstanbul
WİKİLEAKS’Lİ YENİDÜNYA
Değişimleri mümkün kılan
şartlar yavaş yavaş oluşur. Görünmez
bir biçimde gelişen bu şartlar, insanların günün birinde farklı düşünmeye
başladıklarını anladıklarında ortaya çıkar. Hepimiz dünyayı ‘zihinsel
haritalar’ının yardımıyla algılıyoruz, yani etrafımızdaki dünyayı biçimleyen
ve tanımlayan örgülerle... Bunlar dünyayı belli bir zaman için açıklıyor, ancak
sonra gerçeklik bu haritaların dışına çıkıyor. Eski haritalar işe yaramamaya
başlıyor. Bir değişim krampı yaşanıyor. Eski haritaları atıyor ve yeni dünyayı
anlamlandıracak yeni haritalar buluyoruz.
Her yolunu bildiğimiz eski
zihinsel haritalardan vazgeçmek zordur, kaybolmaktan korkarız. Ama yolumuzu bulmaya çalıştığımız
haritanın artık dünyayı göstermeyen hayalî bir harita olduğunun farkına
varmazsak kendimizi de kaybederiz. 21. yüzyılın ilk on yılını ardımızda
bırakırken dünyanın giderek daha hızlı döndüğünü hissetmeye başladık. Artık
farklı bir haritanın içindeyiz. Yolumuzu kaybetmemek için bu yeni haritayı
doğru okumamız gerekiyor.
2010’u Wikileaks ile
kapatıp 2011’i ‘Arap Baharı’ ile açtık. Medyadan diplomasiye, şirketlerden
hükümetlere hiçbir şeyin artık eskisi gibi olmayacağının işareti Wikileaks ve
Tunus’dan başlayarak, Mısır, Libya, Cezayir, Yemen, Ürdün, Suriye gibi
otokratik Arap devletlerine yayılan devrim dalgası... Bu dönüşüm işaretlerinin
her birinde internetin ve bilgi-iletişim teknolojilerinin güçlü bir
mevcudiyeti var.
Biz, dünyaya
ekonomi-politika odağından bakan, teknoloji iktisadından kriz süreçlerine
kadar farklı alanlarla ilgilenen iki ekonomist olarak, 21. yüzyılın dünyasını
anlamak için Wikileaks’in önemli bir işaret olduğunu düşünüyoruz. Bu kitap, yüzyıl
döngüsündeki derin dönüşümü, Wikileaks’in temsil ettiği dinamiklerle okuyor.
Bu kitap sadece Wikileaks hakkında değil; ekonomiden politikaya, uluslararası
ilişkilerden ulus devletlere, medyadan teknolojiye gözlerimizin önünde
kurulmakta olan ‘Yeni Dünya Düzeni’ hakkında. Bu kitap, aynı zamanda bu
derin dönüşümün ortasında kendisine yeni bir yol açan Türkiye ve bölgesi
hakkında...
…..
Wikileaks, her ne kadar
2006’dan beri faaliyette olsa da dünya gündemine girmesi 2010 yılında oldu.
2010’da Wikileaks, Bağdat’da, içlerinde iki Reuters gazetecisinin de olduğu
silahsız bir gruba ateş açan bir ABD helikopterinin kamerasından kaydedilmiş
görüntüleri sızdırdı. COLLATERAL
MURDER, yani TÂLİ CİNAYET adlı bu video, ABD ordusunun
Irak’ta işlediği bir savaş suçunu açığa vuruyordu ve infial yarattı. Hemen
ardından iki kitlesel sızıntı daha geldi: ABD nin Afganistan işgali ile ilgili
olan Afgan Savaş Günlükleri ve Irak işgalinin içyüzünü ortaya çıkartan Irak
Savaş Kayıtları. Son olarak, 28 Kasım 2010’dan itibaren, Wikileaks ABD
Dışişleri Bakanlığı ile dünyanın dört bir yanına yayılmış ABD konsoloslukları
arasındaki hassas yazışmaları içeren ve Watergate skandalına ithafla ‘Cablegate’
olarak adlandırılan belgeleri yayınlamaya başladı.
2011’e girdiğimizde ise,
‘Arap Baharı,’ aniden üzerimize indi.
Nasıl 1989, tarihe ‘Prag Baharı’ olarak geçtiyse, 2011 yılı da ‘Arap
Baharı’ olarak anılacak. Her şey 2011’in ilk günlerinde Tunus’ta başladı, sonra
domino etkisi halinde yayıldı: Mısır, Libya, Cezayir, Yemen, Ürdün, Suriye...
Arap ülkelerindeki çürümüş otokratik rejimler yıkılmaya başladı.
Oysa 21. yüzyıl ne kadar
farklı bir şekilde başlamıştı! Önce 11 Eylül 2001’deki saldırılarla
sarsıldık. Hemen arkasından ABD’deki Neocon iktidarının Afganistan ve Irak
işgalleri geldi. Neoconların ‘KARANLIK PRENSLERİ’ RİCHARD PERLE VE
DONALD RUMSFELD, tüm dünyaya, “Yeni Dünya Düzenine hoş geldiniz”
diye bağırıyordu. Bu, tek kutuplu bir dünya, bir ‘Amerikan Yüzyılı’
olacaktı. Ama Neoconların hayali kısa sürdü. Önce Afganistan ve Irak’ta batağa
saplandılar, yeni bir ‘Vietnam Sendromu’ indi üzerlerine. Sonra, 2008 küresel
ekonomik kriz patladı ve kaçınılmaz olanı hızlandırdı.
ABD artık dünyanın hâkimi
değil; neoliberalizmin dayanağı olan DTÖ, Dünya Bankası, IMF, OECD sisteminin
temeli Bretton Woods anlaşması kadük oldu. Beyaz Anglosakson Protestan (WASP)
mabedi IFC’nin (International Finance Corporation) yönetim kurulunda
artık Çinliler, Ruslar ve Araplar da oturuyor, uluslararası kuruluşlar birer
birer yeniden yapılanıyor. Dünya finansal sistemi de yapılanıyor. G7’nin yerini
G20 aldı. 2010’la birlikte yeni, çok kutuplu ve kuralları henüz belirlenmekte
olan bir oyun başladı. Joseph Schumpeter m deyimiyle, yaratıcı yıkım,’ eskiyi
silip yeniye yol açarak ilerliyor.
Bu oyunda artık sadece
devletler ve çokuluslu şirketler oynamıyor. Yeni ve davetsiz oyuncular oyuna
girdi. Artık oyunda kurumsal ve endüstriyel medya düzenini bozan, bilginin
dolaşımı önündeki engelleri yıkan, onların yanından dolaşarak iktidar
odaklarının kirli sırlarını ifşa eden Wikileaks’in temsil ettiği yeni bilgi
oyuncuları da var. Daha da önemlisi, halk yeniden oyunda. Arap Baharı, çok uzun
zamandır görülmemiş bir biçimde, halkların tarih sahnesine artık beklenmedik ve
özellikle de davet edilmemiş bir şekilde yeni bir oyuncu olarak çıktığı an
olarak da anılacak.
Bu yeni güçlerin, kuşkusuz
internet başta olmak üzere, ağ teknolojileriyle doğrudan ilgisi var. İnsanlar
artık; çok hızlı bir şekilde bir araya gelip dağılabilme, gayrimerkezi bir
örgütlenmeyle öngörülemez davranışlarda bulunabilme, iç ve dış iletişimi önlenemez
bir şekilde sürdürebilme; yerel eylemlerine küresel iletişim kanallarını
kullanarak destek yaratabilme, küresel iletişim yetenekleriyle dünya kamuoyunu
etkileyebilme ve iktidarlar üzerinde görülmemiş bir baskı yaratabilme, her
şeyden önemlisi, baskının şartı olan görünmezlik duvarlarını yıkarak ülkeleri
dünyaya şeffaflaştırabilme gibi yeni güçlerle sahip.
HER İKTİDAR, UYRUKLARININ
BİLGİYE ERİŞİMİNİ VE ARALARINDAKİ İLETİŞİMİ DENETLEMEYİ VE BÖYLECE KENDİSİNE
DİKENSİZ BİR GÜL BAHÇESİ KURMAYI HAYAL EDER. Ama İNTERNET; KÜRESEL, GAYRİMERKEZİ, AÇIK,
SINIRSIZ, ETKİLEŞİMLİ, KULLANICI-DENETİMLİ VE ALTYAPIDAN BAĞIMSIZDIR. BİLGİ
İKTİDARDAN KAÇMA EĞİLİMİNDEDİR. ARTIK İNTERNETTE BİLGİYİ TUTMANIN YOLU YOK!
WİKİLEAKS BİZE BUNU GAYET AÇIK BİR BİÇİMDE GÖSTERDİ.
SANSÜR
Sansür her zaman iktidarın
bilgiyi denetiminden kaçırma korkusundan kaynaklanır. Bu, haklı bir korkudur,
çünkü tarihin hiçbir döneminde hiçbir iktidar bilgiyi mutlak bir biçimde denetleyememiştir.
İktidarlar her zaman uyruklarının bilgiye erişi mini ve aralarındaki iletişimi
kontrol etme hayali kurar. Ama bu boş bir hayaldir. Bu bakımdan sansür
iktidarların en kullanışlı yönetim araçlarından biridir. Ağır sansür, her zaman
iktidarların ömrünü bir miktar uzatır, ama mükemmel bir araç olmadığı için de
geri teper ve iktidarın ömrü birdenbire kısalır. Sansür eskiden de mükemmel
değildi. Ama herşeyin merkezi olarak sevk ve idare edilebildiği sanayi toplumlarında
elverişli bir araçtı. Buna rağmen bilgi bir yerden sızıveriyordu günün
birinde.
Ama merkezi yönetim
mekanizmalarının çöktüğü, iletişimin tamamen gayrimerkezi, sınırsız, yatay
yayılan ağlar, özellikle de internet üzerinde gerçekleştiği bir dönemde, sansür
giderek daha da atıl hale geldi. İKTİDARLAR DEĞİŞİMİ ARKADAN TAKİP EDERLER DOĞALARI
GEREĞİ. MEVCUT İKTİDAR YAPILARI DA OLUP BİTENİ ANCAK İKTİDARDAN DÜŞTÜKLERİNDE
ANLIYOR. YENİ İKTİDAR YAPILARI DAHA ETKİLİ SANSÜR TEKNOLOJİLERİ ÜRETECEK, HALK
DA BUNLARI AŞMAK İÇİN YENİ KATILIM, ŞEFFAFLIK VE BİLGİ TEKNOLOJİLERİ
GELİŞTİRECEK. BU SAVAŞTA ELİ GÜÇLÜ OLAN KİM DERSİNİZ?
Wikileaks’in sloganı şu: “BİZ
HÜKÜMETLERİ AÇARIZ.” Demokratik bir toplumda hükümetler ve devletin
vatandaşlara açık olması gerekir, tersi değil. Türkiye’de de yıllanmış
sırlar açığa çıktığında neler olduğunu hepimiz biliyoruz. Bilgi iktidardır
ve devletler iktidarlarını bizlerle, yani halkla paylaşmak zorunda. Aksi
takdirde faşizme doğru yola çıkarız.
Wikileaks, devletlere
kendilerini temizleme fırsatı sunuyor, üstelik bunu onların erişemeyeceği bir
güçle yapıyor. Gücünü de halkın vicdanında buluyor.
Artık hiçbir şey eskisi
gibi olmayacak! Guardian editörü Simon Jenkins’in dediği gibi, “SIRLARINI
KORUMAK HÜKÜMETLERE DÜŞER, GAZETECİLERE DEĞİL.”
Artık devletler farkına
varmaya başlıyor ki, sırların ortaya çıkarmasını durdurmak için darbe yapmak,
gazeteci öldürmek veya hapsetmek, sansür uygulamak, medyayı halkın vergileriyle
satın almak ve bir polis devleti yaratmak yeterli değil. Başka mucizevî
yöntemler de ufukta görünmüyor. Şeffaf olması gereken devletler, vatandaşlar
değil. Buna alışsalar iyi olur.
İktidarlar demokrasiden
korktukça, demokrasiyle yaşamayı öğrenemedikçe yıkılacaklar ve bu meşru bir
durum.
Doğrudan demokrasi, birleşimsel demokrasi veya JULİAN ASSANGE’in savunduğu
gibi, ‘radikal demokrasi’ vatandaşların bilgiye özgürce erişimi üzerinde
yükselecek.
Evet, şimdi Neoconlara,
istihbarat örgütlerine, iktidarını paylaşmaktan korkan ulus devletlere,
oligopollere, güçten düşen ordulara, geleneksel medya kuruluşlarına dönüp, “Yeni
Dünya Düzenine hoş geldiniz!” diyebiliriz; tıpkı onların hepimize on yıl
önce dediği gibi. Onların düzeni oldukça kısa ömürlü oldu, bizimki ise daha
yeni başlıyor. (s.15-20)
TÜRKİYE VE ORTA DOĞUNUN İKİNCİ
ŞANSI
İsrail’in ABD adına Orta
Doğuda yürüttüğü savaş ve işgal Bush döneminin bitmesi ile birlikte yeni bir
döneme girdi. ABD’nin buradaki politika değişikliği daha tam anlamıyla açığa
çıkmadı, ama çıkacak. İşte bu politika değişikliğinin açığa çıktığı gün Wikileaks
veya başka bir kaynak İsrail’in bütün kirli çamaşırlarını ortaya dökecek.
Ama biz, bu kirli çamaşırların neler olduğunu ve hangi politik temellere
dayandığını tahmin ediyoruz. Sonuç olarak, bizim bu konudaki bakışımız şu:
Wikileaks ya da bir başka ‘kaynak’ bir gün mutlaka İsrail-ABD
ilişkilerini ve bu ilişkilerin arkasındaki kanlı tarihi, hatta kanlı şimdiki
zamanı açıklayacaktır. Ama bu kanlı tarih ve şimdiki zaman gelecekte de
sürdürülecek mi? Önemli olan bu sorunun cevabı.
Eğer ki, kapitalizmin,
belki de 2008 kriziyle zorunlu hale gelen yeni düzeni bizim ahir ömrümüzde
göreceğimiz şu zamanlarda gerçekleşirse, İsrail’e bu haliyle hiç gerek kalmayacak.
Bu yüzden Wikileaks’in İsrail belgeleri artık ‘malum’ ve bu belgeler bir
dönemi anlattığı gibi bu belgelerin ortaya çıkacağı söylentisi bile bir
dönemin bittiğini bize gösteriyor. Peki, bu dönemin ekonomi-politik açısından
biten paradigmaları neler ve Orta Doğuda bitenlerin yerine ne gelecek?
Ortalığa
Bir Türlü Dökülemeyen Belgeler ya da Brzezinskınin ‘İkinci Şans’ Ayarı
İsrail’in Orta Doğudaki
varlığını en iyi anlatacak birkaç Amerikalıdan biri olan BRZEZİNSKİ, Neocon
politikalarının revize edilmesi gerektiğini savunan ve bu savunuyla ABD’nin
Orta Doğuda ikinci bir şansı olduğunu söyleyen bir yazar. Bu yazarın İKİNCİ
ŞANS adlı kitabını ABD için bir Orta Doğu eleştirisi ya da çıkışı olarak da
okumak gerek. Burada Brzezinski’nin tezlerini ele almamızın nedeni, bu tezlerin
temelinde, örtülü de olsa, İsrail’in olması. Brzezinski’nin 2007 tarihli son
kitabı üç Amerikan başkanı döneminde Amerika’nın siyasî ve ekonomik
hegemonyasını özetliyor. Ama kitap kesinlikle BÜYÜK SATRANÇ TAHTASI[9]
kadar başarılı değil.
Baba Bush, Clinton ve
ikinci Bush dönemlerini ele alan Brzezinski, kitabına İKİNCİ ŞANS[10]
adını vermiş. Amerika’nın ikinci bir şansı olduğuna inanıyor. Ama bu ikinci
şansın, Bush dönemi politikalarının çok önemli bir değişim geçirmesiyle ve
Amerikan hegemonyasının ‘biraz’ törpülenerek yakalanacağını iddia ediyor.
Brzezinski’nin kitaptaki en
önemli tespiti, içine Türkiye’yi de alan ve Çine kadar uzanan yeni bir “ASYA-BALKANLAŞMA”
haritası çizmesi. Bu harita Ankara’dan başlıyor, sonra Arap Yarımadasını,
Kuzey Afrika kıyılarını oradan da tüm Kafkasya’yı içine alarak Rusya’nın sonsuz,
ama enerji yatağı bozkırlarından geçiyor ve Çin’in kaynayan bölgelerine
uzanıyor. Bütün bu bölge, bilindiği gibi, ilk önce Baba Bush’un sonra da George
W. Bush’un yeni bir Amerikan hegemonyası kurmak için ‘savaş bölgesi’
ilan ettiği yeni balkanizasyon alanıydı.
Brzezinski, ‘içeriden’
biri olarak bir önceki ABD yönetiminin, yani Neoconların, bu çok geniş bölgede,
ilk önce bölgesel iç savaşlar sonra da bölgesel bir topyekün savaş çıkartarak
yeni bir hegemonya ve dünya düzeni kurmayı tasarladıklarını söylüyor. Ancak
kitabında, Orta Doğu için İngilizlerin ‘SÖMÜRGECİ-İMPARATORLUK’ çözümünün
şimdi daha yerinde olacağını ileri sürüyor: Yani ‘balkanlaşmanın
sürekliliği, ama bu sürekliliğin sürekli işgal ve savaştan ziyade ‘politik
istikrar’la sağlanması... İşte bu ‘politik istikrar’ ve yumuşak balkanlaştırma’
politikası, Brzezinski’ye göre, Amerika’nın ikinci şansı.
Bu anlamda Brzezinski,
oğul Bush’un Irak’ta sonlanan ve sürgit işgale ve savaşa dayanan politikasını
akılcı bulmuyor ve eleştiriyor. Bu politikanın kısır olduğunu ve Amerikan gücünü
törpülediğini söylüyor.
Kitabın 2008 sonrası
olarak adlandırılan bölümünde de bu stratejinin ipuçları var. Ama Brzezinski’nin
bakış açısı diğer Neoconlara benziyor. 2007’de yüzünü iyice gösteren küresel
krizle birlikte su yüzüne çıkan ‘büyük değişimi’ göremiyor. Bu bağlamda
kitap, Büyük Satranç Tahtası kadar isabetli öngörüler geliştirebilmiş
değil. Elbette bunun asıl nedeni, dünyanın geçirdiği derin dönüşüm ve Brzezinski’nin
bu dönüşümü ıskalaması...
Burada bizim üzerinde
durmak istediğimiz iki nokta var: Birincisi, Brzezinski’nin 2008 kriziyle
birlikte değişen durumu, tam anlamıyla olmasa bile, bir ölçüde görmüş olması ve
buna uygun ‘yeni’ bir Neocon stratejisi geliştirmeye çalışması. İkincisi ise,
Çin faktörüne öykünerek, bunu, Amerika üzerinden, yeni bir model olarak ele
alması.
Şimdi Brzezinski’nin,
örtülü olarak ortaya attığı yeni Neocon stratejisi, bizim ‘yerli’ statükocuların,
ulusalcıların şu sıralar savundukları ve yapmaya çalıştıkları herşeyle birebir
örtüşüyor. Şöyle ki: Brzezinski, Ankara’dan başlayarak Kafkaslardan Çin’e
uzanan geniş bir ‘balkanlaşma’ haritası çiziyor ve buralarda demokrasi
olmaksızın, büyük ölçüde mevcut durumu koruyarak bir yeni ‘siyasî istikrar’
statükosu öneriyor.
İşte bu, Neoconların ve
onların yerli temsilcisi ulusalcıların ikinci şansı. Ama bu ikinci şans, İsrail
militarist-ulus devletinin denklemde olmasına bağlı. Bu senaryoda Türkiye’deki demokratikleşmeyi
‘dışarıdan’ boğacak güç İsrail’dir. WİKİLEAKS VEYA BİR BAŞKA KAYNAK ŞUNU ER
GEÇ AÇIKLAYACAKTIR: Türkiye’deki darbelere karşı geliştirilen ve demokratikleşme
doğrultusunda giden süreci, İsrail’in ve onunla işbirliği yapan ‘derin’
unsurların boğmaya çalıştığını biliyoruz. Ama boğulmak istenen sadece
Türkiye’deki demokratikleşme süreci değildi kuşkusuz. Asıl mesele Afganistan’a
kadar uzanan bir Orta Doğunun Brzezinski’nin yeni tezlerine göre yeniden
yapılanması meselesi idi. Yani Afganistan’da kontrollü bir Taliban, Türkiye’de
bir türlü çözülmeyen, ama sürgit bir savaşa dönüşmeyecek, dolayısıyla baskıcı
bir rejimi destekleyecek bir Kürt sorunu. Havuç ve sopa politikaları
ikileminde denetim altında bir İslâmî hareket çemberi. Aynı zamanda, ulus
devletlerarasında, gerektiğinde ABD’nin araya girerek yatıştıracağı gerilim
politikaları. İsrail-Türkiye ve Türkiye-Irak-İran gerilimlerinin ve tabii ki
Yunanistan-Türkiye itişmesinin devam ettirilmesi. Şimdi Türkiye ve Yunanistan
bu politik hattı terk etti. Yalnızca İsrail, yeni Neocon politikalarına uygun
olarak gerilim politikasını sürdürüyor. İsrail’in bu süreçte Türkiye’ye
sataşmaya devam edeceğini göreceğiz.
Nitekim, Davos’ta başlayan
süreç Mavi Marmara’yla devam etti. İsrail tam burada bir havuç ve sopa
politikası izliyor. Bundan dolayı Wikileaks’in İsrail’le ilgili belgeleri,
bu havuç-sopa politikasının ne kadarının ABD’ye dayandığını bize anlatacak.
Ama biz Brzezinski’nin tezlerini buraya tam da bunu anlatmak için aldık. Çünkü
bugün İsrail’i Orta Doğuda, bu haliyle tutmak isteyenlerin amacı, Baas
rejimleri dâhil, şu an yaşadığımız bütün sorunları bu coğrafyada bu haliyle
dondurmaktır.
Yeni Neocon politik hattı,
Soğuk Savaş geriliminin ABD’nin denetleyeceği ulus devletler üzerinden devam
ettirilmesine dayanmaktadır. Brzezinski, bu ulus devletlerin bölgesel olarak
güçlenmesine göz yumulmasını da önermektedir. Ona göre, Bush yönetimi bu
anlamda hem ekonomik, hem de siyasî olarak çok ciddi hatalar yapmıştır.
Bir
Zamanlar Türkiye İkinci Bir İsrail’miş
Türkiye’de ulus devlete
ekonomik ve siyasî geleceklerini bağlamış kesimlerin ikinci bir şansı var mı?
Aslında bu soru şu sıralar olan bitenin ve bütün bu olan bitenden kaynaklı tartışmaların
özeti gibi. Eksen kayması tartışmasından, kurumlar arası çatışma tartışmasına
kadar olan tüm tartışma, haber ve görüşler buraya dayanıyor.
Brzezinski, bugün ulus
devlet siyasetinin emperyal temsilcisi olan Neoconların ancak Bush dönemi
politikalarından vazgeçerlerse, bir ikinci şanslarının olabileceğini söylüyor.
Aslında tam burada Fukuyama’nın TARİHİN SONUNDA[11]
belirttiği, insanlığın son durağı ‘liberal demokrasiye’ nasılsa ulaşacağı
ve burada ABD’nin birtakım rezervlerinin, yani toleranslarının olması gerektiği
tezini de hatırlamak gerek. Neoconlar, Fukuyama’yı dinlemek yerine, ‘MEDENİYETLER
ÇATIŞMASI’ diyen Huntington’u dinlediler.[12]
HUNTİNGTON’UN TEZİ, kapitalizmin
küresel bir sistem olarak inşa edilmesinin tek yolunun kaçınılmaz bir medeniyet
‘hesaplaşması’ olduğu üzerine kurulur. “Bu çatışma nasılsa olacak, o zaman bir
an önce olsun. işgal edelim ve yıkıp yeniden, nasıl gerekiyorsa öyle yapalım.”
Ulusalcı-Neoconların Bush
dönemindeki telaşı ve tezi buydu. Ama
bu telaş pek işe yaramadığı gibi, ters tepti. Zaten Fukuyamanın tezini
eğer kapitalizmin bundan sonra küresel, sınırsız bir sistem olarak var olacağı
şeklinde okursak Fukuyama haklı; küreselleşmenin ve onun modernizminin
hâkimiyetinin, uygarlıkların zorla yok edilerek sağlanacağını, örtülü olarak
söylemeye çalışan Huntington ise haksızdı. Şimdi Brzezinski, tam buradan
hareket ederek, Neoconlara yanlış yaptıklarını anlatıyor.
Asya balkanlaşmasını, ulus
devletler üzerinden kontrol etmek ve küresel krize de dayanarak örtülü bir içe
kapanma dönemi geliştirmek, Obama iktidarına karşı strateji geliştiren,
demir-çelik, silah, petro-kimya gibi geleneksel kontrol sanayilerinin siyasî
temsilcilerinin yeni hedefidir.
Şimdi tam burada
Türkiye’ye dönelim. Türkiye’de Obama ekibini ikinci kere seçtirmemek ve bu
stratejiyi hayata geçirmek isteyen güçlerin temsilcileri kimler olabilir; yani
‘ikinci bir şans’ yakalamak isteyenler kimler? Bunları İsrail’in konu edildiği
Wikileaks belgelerinde bulacağımızdan şüpheniz olmasın.
Şimdi savunma
harcamalarının denetlendiği, gereksiz askerî harcamalar yerine eğitim ve sağlığa
bütçe ayıran bir Türkiye yerine, asker vesayetinde ve ordusu kendi
yurttaşlarıyla savaşan bir Türkiye isteyenlerin ikinci bir şansı olmalı mı?
Tam burada İsrail’in
Türkiye’deki gündemde olan birçok sorunla ilgilendiğini söylemek öyle
sanıyoruz ki, şaşırtıcı olmaz. Türkiye’nin
bugün başta KÜRT SORUNU olmak üzere birçok devasa sorununun çözülmemesi
doğrultusunda yapılan provokasyonları, hem Türkiye’de, hem de Orta Doğuda
Neocon-İsrail-Türk statükocu-darbecileri üçgeninde aramak gerekir.
Bu ilişkiler şimdiye değin
somut olarak açığa çıkmadı, ama bu ilişkilerin Bush döneminde Wikileaks
belgelerinin ‘babalarından biri olan ABD elçisi Edelman zamanında neredeyse
‘resmî’ düzeyde kurulduğu biliniyor.
İşte şimdi beklediğimiz
bu belgeler. Türkiye’de baskıcı ve asker vesayetini sürekli kılan iktidarlar
silsilesi artık ‘yeni dünya düzeni’ için ne kadar gereksizse, Netanyahu’nun
İsrail’i de bir o kadar gereksizdir. Ama İsrail’in çözülmesi için
Türkiye’de demokrasinin kurumsallaşması ve Türkiye’nin demokrasi dışı
yöntemler üretecek bütün sorunlarını hal yoluna koyması gerekir.
BUNUN İÇİN TÜRKİYE, BİRÇOK
AÇIDAN ANAHTAR ÜLKE KONUMUNDA. Baas
rejimlerinin çözülme yoluna girdiği ve piyasanın buralarda işlemeye başladığı
istikrarın şiddet ve savaşla değil de siyasî bütünleşme ve bu bütünleşme
sonucu artacak ticarî ve ekonomik faaliyetle sağlanacağı yeni bir Orta Doğuya
doğru hızla gidiyoruz. Bu Orta Doğu tablosunda Türkiye’nin başını çektiği bir
yeniden yapılanma bütünleşmesi var.
Bu tabloda bir tek
Netanyahu’nun İsrail’i yok. Zaten MAVİ MARMARA KATLİAMI olmasaydı da
İsrail bu tabloda olmayacaktı.
Çünkü hem ABD’nin, hem de AB’nin ‘Yeni Dünya Düzeninde’ İsrail’in bu
haliyle yeri yok. Bu açıdan İsrail’in hâlâ kendini Bush dönemindeki dünyada
sanıp buna göre hareket etmesi, yalnızca Türkiye’nin değil, herkesin işini
kolaylaştırıyor. Şimdi başını İran, Rusya ve Türkiye gibi belirleyici eksen
devletlerin çektiği bu gibi zirveler, esasında 2013’ten itibaren hızla
oluşmaya başlayacak siyasî küreselleşmenin hazırlıkları.
Çok açık olarak önümüzde
yeni bir paylaşım durumu var. Orta Doğu haritası yeniden çizilecek. KUZEY
IRAK’TAN BAŞLAYAN BU YENİDEN BİÇİMLENDİRMEDE EN ETKİN GÜÇLERDEN BİRİSİ ARTIK
TÜRKİYE.
Türkiye’nin ‘KOMŞULARLA
SIFIR PROBLEM SİYASETİ’ aynı zamanda sınırların sıfır seviyesine inmesinin
siyasî sürecidir.
Böyle olunca, Rusya ve
İran sınırlarına kadar olan tüm bölge Türkiye’nin ekonomik ve siyasî
yönlendiriciliğinde bütünleşecek.
İstanbul’un finans merkezi
olması;
Rusya ile kotarılan enerji
projeleri;
Suriye ile sınırların
gevşetilmesi; ve
İran’la yapılan nükleer
takas anlaşması bu ‘sınırsızlaşma’ sürecinin önemli başlangıç adımlarıdır.
Haziran 2010’da
İstanbul’da yapılan Asya Güvenlik Zirvesine, belirleyici devletler dışında,
Afganistan, Filistin, Ukrayna, Azerbaycan ve Kırgızistan da katıldı. Bu
ülkelerin tümü bölgesel savaşların ya da iç savaşların yaşandığı ya da
yaşanacağı ülkeler. Ancak öyle görülüyor ki, yeni dönemde, bütün bu bölge ve
ülkelerde yaşanan sorunları ele alacak bölgesel bir üst örgütlülük
oluşturulacak. İşte bu üst örgütlülük, Yeni Avrasya Devletler Topluluğunun ilk
adımı sayılabilir. Bu bölgede AB gibi yeni bir ‘AĞ-DEVLETİ’ doğabilir.
Bu sefer Orta Doğudan
başlayacak yeni paylaşım, ulus devletlerin paylaşımı olmayacak. Ya da
İngiltere ve Amerika gibi hâkim güçlerin sınırları ve iş bölümü belirlemesi ile
de olmayacak. Tam aksine sınırların mümkün olduğunca aşağıya çekileceği, bölgesel
ticaretin ve karşılıklı bağımlılığın artacağı, ticarî denetimin, gümrük
duvarları ile değil, standartların oluşması ile sağlanacağı bir dönem başlayacak.
İşte bu dönemin ekonomisinin kesintisiz işlemesi, enerji ve ticarî ağlarının
sorunsuz inşa edilmesi ve yürümesi için tüm hinterlantta ilk önce İsrail gibi
artık terörist durumuna düşmüş ulus devletlerin gardının aşağıya çekilmesi
gerekiyor. îşte bakımdan hiç şüphesiz Wikileaks gibi bir kaynağa ihtiyacımız
var. Tabii sonraki adım da Afganistan’dan Pakistan’a, Irak ve Türkiye’ye kadar
tüm çatışma alanlarının ortadan kaldırılması olacak. Bunun için NATO’nun
2013’ten sonra devreye gireceğini söyleyebiliriz. Eğer bu tarihe kadar
Türkiye’deki Kürt Sorunu çözülme yoluna girmezse, Türkiye’nin doğusunda
üniformaların rengi değişebilir. Burada da şimdilerde ortaya çıkmayan, ama yakında
ortaya çıkacak gayriresmî’ bir yakın geçmiş olduğundan hiç şüpheniz olmasın.
Aslında şimdi ortaya
çıkıyor ki, bir zamanların Türkiye’si ile şimdinin İsrail’i aynı ülkeymiş.
Bizdeki darbeciler nasıl bütün planlarını, programlarını ve stratejilerini
eskiye göre yaparak, hâlâ 12 Eylül örneği ya da 28 Şubat misali bir darbe
yapacaklarını sandıysa, İsrail de hâlâ elindeki silah ve nükleer teknoloji ile
istediğini yapacağını sanıyor. Aslında Gazze olayı bütün dünyaya İsrail’in
elindeki nükleer silah teknolojisinin İran’dan daha tehlikeli olduğunu öğretti.
Şimdi ABD dahil bütün dünya İsrail’e ses çıkarmadan yaklaşmaya çalışıyor. Çünkü
İsrail artık yaralı bir hayvan. Onun, etrafa ve kendisine en az zarar
vermesini sağlayarak boyun eğdirilmesi ve sürecin akıllıca yönetilmesi çok
önemli.
Ancak diğer taraftan
Diyarbakır’dan başlayıp Beyrut’a kadar uzanan bir halka var. Burada yoksullar,
kimlikleri yok sayılanlar, dinlerinden, inançlarından, dillerinden,
kültürlerinden dolayı militarist-terörist ulus devletlerin baskısında olanlar
artık yeni bir ust’ örgütlülükle haklarını arayacaklar. Bu, aynı zamanda
şimdiye kadar görmediğimiz, ama insanlık tarihinin bütün ayaklanma
anlatılarını barındıran ve de tam oradan bize yeni bir dünyayı müjdeleyen bir
başlangıç olacak.
İşte tam burada
Wikileaks’in İsrail’le ilgili bizce, en önemli ‘sızıntısını’ anmak gerekiyor:
Wikileaks’e göre İsrail, İran’dan daha çok Hamas ve Hizbullah’ın
silahlanmasından, hatta nükleer silaha sahip olmasından korkuyor. İsrail
bundan gerçekten de korkmalı. Nitekim Wikileaks belgelerinde İsrail’in Orta
Doğuda büyük bir savaşı göze almış olduğu görülüyor.[13] Çok
ilginç, ama İsrail’in Orta Doğuda hazırlandığı savaş İran’a karşı değilmiş. İsrail;
Hizbullah ve Hamasa karşı savaş hazırlığı yapmış. Wikileaks belgesinde İsrail
Genelkurmay Başkanı Aşkenazi, İran’ın füze tehdidinin ciddi olduğunu kabul
ediyor ama esas büyük tehdidin Gazze’nin kontrolünü elinde bulunduran Hamas ve
Lübnan’da siyasî gücü elinde bulunduran Hizbullah olduğunu söylüyor. İşte bu
önemli. Çünkü Aşkenazi’nin bu tespiti İsrail’in niye Gazze’de taş üstünde taş
bırakmadığını ortaya koyuyor. Yeni Orta Doğunun daha doğrusu Baas rejimlerinin
ve İsrail’in eskisi gibi etkin olmadığı bir Orta Doğu ancak Gazze’de ve Lübnan’da
kalıcı barışla mümkün olabilir. İsrail bunu biliyor. Aslında bu konuda Hamas
ve Hizbullah’tan sonra İsrail’in üçüncü büyük engeli Türkiye.
Şimdi tam burada
dikkatinizi yeni NATO konseptine çekmek isteriz. Wikileaks belgelerinde
NATO’nun bu yeni konsepti İsrail üzerinden anlatılıyor aslında. Peki, nedir bu
yeni konsept ve İsrail gerçekten Wikileaks belgelerinde olduğu gibi, neden
İran’dan ziyade Hamas ve Hizbullah’ı tehdit olarak görüyor?
Nato’nun
Yeni Yüzü
NATO’nun Varşova Paktından
sonraki hikâyesine baktığımızda bir dünya silahlı gücü yaratma çabasını
görürüz. Yeni bir Avrupa, dahası dünya savaşının çıkmaması için ulusal
orduların, bütünleşmeye paralel eritilmesi yeni NATO stratejisinin temelini
oluşturur.
LİZBON BELGESİ bu açıdan çok açıklayıcıdır.
Buradaki tehdit, birlik (bu birlik AB gibi oluşmuş yapılar olacağı gibi bundan
sonra oluşacak yeni BM konsepti de olabilir) dışında kalan ulus devletlerdir.
Yani tehdit sıralamasında İran’ın adının geçmemesi Türkiye’nin başarısı
olarak değerlendiriliyor, ama yeni NATO KONSEPTİ TEK TEK ÜLKELERLE
İLGİLENMİYOR. ONUN İLGİLENDİĞİ ‘DENETİM DIŞI’ ULUS DEVLETLER. BU, BUGÜN İRAN
OLUR, YARIN DÜNYANIN HERHANGİ BİR YERİNDE SÖZ DİNLEMEYEN DARBECİ BİR ORDU
HAREKETİ YA DA ULUSALCI İKTİDAR DA OLABİLİR.
Geleneksel olarak savaş,
ulus devletlerarasındaki silahlı çatışma olarak nitelendi şimdiye kadar. Ancak
bugün hâkim ulus devletler de dâhil bütün ulus devletlerin egemenliğinin
azalması ve bunun yerine yeni bir ulus üstü egemenlik biçimi olan küresel
imparatorluğun ortaya çıkması ölçüsünde, savaşın ve siyasal şiddetin şartları
ve doğası da zorunlu olarak değişiyor. Savaş küresel ve bitmek bilmez bir olgu
haline geliyor.[14]
Bugün Asya’nın ya da
Afrika’nın herhangi bir bölgesinde bir aşiret-kabile kavgasının topyekün bir iç
savaşa dönüşme olasılığı her an var.
BUNUN DIŞINDA BAŞTA ORTA DOĞU OLMAK ÜZERE, BİRİNCİ DÜNYA SAVAŞINDAN SONRA
EMPERYALİZMİN MASA BAŞINDA YARATTIĞI ULUS DEVLETLERİN PARÇALANMA SÜREÇLERİ
YENİ BİR SAVAŞ TEHDİDİ OLUŞTURUYOR. Ama bu savaş tehdidi, bugün teknolojinin
yatay yaygınlaşması sonucu konvansiyonel silahlarla sınırlı olmayabilir. İşte
tam da bundan dolayı, çok uzun bir tarih boyunca insanlık, yaratmak istediği
bu kapitalist imparatorluk içinde savaş halinden kurtulamayacak. 11 Eylül 2001
bize bunu gösterdi ve 11 EYLÜL AYNI ZAMANDA YENİ NATO KONSEPTİNİN DE
BAŞLANGIÇ TARİHİDİR. Yine Negri, 11 Eylül için şöyle der:
“11 EYLÜL’DEKİ SALDIRILAR
YENİ BİR SAVAŞ ÇAĞINI AÇTI, AYNEN 23 MAYIS 1618 TARİHİNDE KUTSAL ROMA
İMPARATORLUĞUNUN İKİ KRAL NAİBİNİN PRAG’DAKİ HRADCANY ŞATOSUNUN PENCERESİNDEN
ATILMASININ OTUZ YIL SAVAŞLARINI ATEŞLEMESİ GİBİ.”[15]
Bu savaş hali, kimi zaman
dinler, mezhepler arasında, kimi zaman ETNİK GRUPLAR arasındaymış gibi
görünebilir, ama hepsi dağılmakta olan eski egemenliğin unsurları olarak yeni
egemenlikten pay almak isteyen yapılardır ve bu savaşların kökeni sınıfsaldır.
İKİNCİ DÜNYA SAVAŞI
SONRASI ABD’NİN ORTA DOĞUDA OLUŞTURDUĞU SİSTEM BOZULMASAYDI, USAME BİN LADİN
ORTAYA ÇIKMAZDI VE 11 EYLÜL OLMAZDI. İşte bu anlamda NATO için tehdit tek
başına İran falan değildir. Mesela, eğer ki, Türkiye’de ‘Dar Kafalı
Ulusalcılar’ 2002-2007 sürecinde bir darbe yapsaydı ve iktidarlarını dünyadaki
şu değişime rağmen sürdürmeye çalışsalardı, Türkiye İran’dan daha önce gelen
tehdit olarak tanımlanırdı.
NATO’ya envanterini
açmayan ve NATO için hayli tartışmalı olan, keza NATO’nun da
lağvedilmesini beklediği Ege Ordusu, başta Kenan Evren olmak üzere çok
mümtaz şahsiyetlerin komutasında çok önemli işler yapmıştır. Ege Ordusunun
hemen hemen bütün komutanları bir darbe planının içinde olmuştur.
İşte Wikileaks belgeleri
NATOnun Lizbon konseptinde ortaya çıkan bu yeni tehdit algısını ve buna bağlı
militer yapılanmanın ipuçlarını ortaya koyan belgelerdir. İsrail’in
esasında niye İran’dan daha ziyade Hamas ve Hizbullah’ı tehdit olarak gördüğünü
yeni NATO konsepti bize anlatıyor.
Şunu söyleyebiliriz:
ABD’nin Soğuk Savaşla
birlikte biten yeni sömürgecik dönemi, ulus devletleri denetleyen, onları belli
sınırlarda tutan bir Pax-Americana’ydı. ABD ulus devleti hegemonyasındaki bu
sistem, Kara Avrupası’yla yarı-barışık bir Anglosakson ulus devletler düzeni,
yani hiyerarşisiydi.
Bu sistemin bitmesi, bir
anlamda, denetlenen ulus devletler düzenin de bitmesi anlamına geliyor. İşte bu
anlamda, denetlenemeyen ve sistem dışında kalan ulus devletler an az Usame Bin
Ladinin El Kaidesi kadar hatta ondan daha büyük bir tehdit. Bu tehdidi tespit etmek,
sınırlamak ve gerekirse ortadan kaldırmak artık NATO’nun işi. NATO, bundan
böyle, bir dünya silahlı gücü ve aynı zamanda bir siyasî yapı. Bu siyasî yapı,
Türkiye’nin AB üyeliğini yeni savunma stratejisinin olmazsa olmazı olarak görüyor.
Lizbon’da ortaya çıkan en önemli sonuçlardan birisi de budur. Wikileaks’in
ortaya çıkardığı da budur. (s.263-273)
Kaynak:
Özgür UÇKAN-Cemil
ERTEM, Wikileaks-Yeni Dünya Düzenine Hoş Geldiniz, 2011, İstanbul
GÖRÜNMEYEN
MESELELERDEN
Gördüğümüz başka, görünen başka, arkası da bambaşka
bir dünyada yaşıyoruz. Sözü uzatmadan iki konu üzerinden misal verelim.
SERMAYE
[“Bankalardaki finansal güç Yahudilerin korkunç
planları için kullandıkları siyasi gücü de oluşturmaktadır. Bu dev finansal
kuruluşların Rothschild ailesinin lideri tarafından yani “Siyonist Kral”
tarafından yönetildikleri anlaşıldığında dünyadaki kargaşa ve ekonomik krizlerin
nedenleri daha iyi anlaşılacaktır.
Bu bölümün başında belirtilen Yahudi
Protokollerinde dünyada iki tür Masonluk olduğunu açıklamaktadır. Bunlardan
ilki “Gizli Masonluk” diğeri ise “Şov Masonluğudur”. Gizli Masonların amaçları
sadece kendileri tarafından bilinir ve sığır sürüsü olarak görülen Şov
Masonları tarafından fark bile edilmezler.” (s.28)
Yahudi Ansiklopedisinde dünyada çıkan piyasa
krizler ve savaşlar için şu sonuçlarını aktarmaktadır.
Yahudiler ekonomik krizleri her zaman görürler
çünkü bu krizleri kendileri yaratırlar. Bu insanlar ekonomik krizleri
önlemedikleri gibi kriz öncesi hisse senetlerini yüksek fiyatlardan satıp
borsaların dibe vurması sonrası geri toplarlar.
Böyle durumlarda hisseleri yok pahasına toplayan
Yahudiler servetlerine servet katarlar. Defalardır yarattıkları bu panikler
sayesinde Yahudiler çok kısa sürede dünya servetinin büyük kısmını ellerine
geçirmişlerdir. Yahudiler borsadaki paniklerde kaybetmezler çünkü onların
önceden haberleri vardır. İnsanlar paniklerken onlar için hasat dönemleridir.
Mesela:
1907 yılında ise Para İmparatoru Rothschild
kontrolündeki bankalar müşterileri olan ticari bankalar ve muhabir bankalara
vadesi gelen mevduatlarını geri ödemeyi ret etmişler ve bu büyük bir
bankacılık krizine neden olmuştur.
Rothschild bankalarından mevduatlarını kurtaramayan
ticari bankalar müşterilerine ödeme yapamaz olmuş ve tüm ekonomi
kilitlenmiştir. Bu olay tüm bankaların toplanarak para ve kredi piyasalarını
kontrol edecek bir sistem oluşturmalarını sağlamıştır. Bu işin en kötü tarafı
ise para ve kredi piyasalarını düzenleyecek sistemin Rothschildlar tarafından
kurulmuş olmasıdır. Bu sistem gelecekte yine panikler yaratmak ve ancak
Rothschild bankaları tarafından düzeltilebilecek şekilde yaratılmıştır.
1920, 1930 ve şimdi yaşadığımız 1937 “Roosevelt
Ekonomik Depresyonu” bu sistemden kaynaklanmaktadır. Amerika bu
krizleri o kadar sık yaşamaya başlamıştır ki artık bu facialar bize “doğal bir
şey” olarak yutturulmaya başlanmıştır. Bazı ekonomistler bu krizleri tahmin etmekle
iştigal eder olmuşlardır.
Ekonomik krizler her ne kadar kötü olsalar da
savaşlar kadar kötü değillerdir. Rothschild sermayesi 1. Dünya Savaşı ve 2. Dünya
Savaşı’ndan sorumludurlar. Bu aile aslında son 150 yılda çıkan pek çok savaştan
sorumludur.
Aile savaşan tüm tarafları finanse etmektedir ve
tuttuğu bir taraf yoktur. Rothschild ailesi için savaşlar Yahudi olmayanları
yıpratan, morallerini çökerten dolayısı ile Yahudi hükümranlığını kurmalarına
yardım eden olaylardır.
Savaşlar onlar için amaçlarına ulaşmanın en kısa
yoludur. Onlar için faiz tahakkukunu beklemek çok uzun sürmektedir. İnsanları
ekonomik krizlerle soymak da oldukça yavaştır. Hâlbuki insanlık acılarının ve
dramlarının yaşandığı savaşlar çok karlı ve hızlıdır. Bu Yahudi sermayesi
dünyayı yönettiği sürece savaşlar sona ermeyecektir.][16]
SOSYAL
AFLAR
Zamanımızda çıkarılan aflardır.
Yurdumuzda af sürekli yaşanan olaylar içinde yer alır. Bir bakarsınız af, vergi
için, bir bakarsınız eğitim için, birde bakarsınız adli suçlar için çıkarılmıştır.
Ancak çıkan her affın arkaplanında önemli bir durum değişimi olmuştur. Ancak
hiçbir zaman kimse görmemiş veya görülmek istenilmemiştir.
Niçin?
Sosyal faktörlerin sonucunu
görmek için uzun bir zaman gerekir.
Bizim buradan düşünmemiz gereken
nedir?
Af ne için yapıldı?
Sonuç ne oldu?
Ne yazık ki bilgisi noksan olan
bir mevzuunun sonucunun ne kadar isabetli olacağını bilmek çok zor olmuştur.
O zaman sorulursa, bilgi bize mi
gelecek, yoksa bilgiye biz mi gideceğiz?
Tabii ki, bilgiye biz gideceğiz.
Bilginin avuca düşmesi için el
açmak gerekir. “El” demek burada okumaktır.
Bilgi ışık gibidir. Mahzenlere
atılsa, üzerine topraklar saçılsa da muhakkak sıçramaya çıkmaya meyillidir.
Okuyalım.
Düşünelim, şüphe edelim.
Hiç olmazsa bazı şeyleri görmek
arzusu bizi tedirgin ederde uyanışımıza sebep olur.
[1] 1896 tarihli
ABD Yüksek Mahkemesi davası ve kararı. Eyaletlerin Afrikalı Amerikalıların
kamusal tesisleri kullanımlarına sınırlamalar getirebileceklerini söyleyen bir
karardı. Louisiana eyaletinde siyahilerle beyazların trenlerde ayrı vagonlarda
yolculuk etmeleri yasasının çıkmasının ardından, bundan rahatsız olan siyah ve
beyaz New Orleanslı yurttaşlar bir deneme yapmaya karar verdiler ve 8’de I
oranında siyah olan Homer Plessy Doğu Louisiana’ya birinci sınıf bilet alıp
beyazların vagonuna oturdu ve sonra da kondüktöre 8’de I siyah olduğunu
açıkladı. Bunun üzerine kendisine siyahlar için ayrılmış vagona geçmesi
söylendiğinde bunu reddetti ve tutuklandı. Açılan dava sonucunda da tesislerin
eşit kalitede oldukları sürece ayrışmış olabilecekleri kararı çıktı. Homer
Plessy suçlu bulundu ve 25 dolar ceza ödemeye mahkum edildi, -çn.
[3] Sigmund
Livingston tarafından 1913’de kurulan ABD’li kurum, anti-Semitizm, bağnazlık ve
ırkçılıkla savaşmayı hadef koymuş ve Yahudi halkının karalanmasına karşı durmak
amacını belirtmişti. Türkçe’ye Ayrımcılığa
Karşı Birlik, Anti-lftira Birliği, Karalamacılığa Karşı Birlik gibi adlarla da çevrilmiştir, -çn.
[4] Edwin
Harleston tarafından 1907’de kurulan gazete en başarılı günlerini 1930’larda
yaşayarak büyük etki sağlamıştı, -çn.
[5] Klavern:
Kl(an) + (c)avern, Klancıların toplandığı mekânlar, ocaklar, klonversation:
kl(an) + (c)onversation, Klancıların sohbeti -çn.
[7] Grand Dragon
(Büyük Canavar) veya Grand VVizard (Büyük Büyücü) Ku Klux Klan’ın liderleri
için kullanılanılır -çn.
[9] Brzezinski, Zbignievv (1998), Büyük Satranç Tahtası,
çev. Ergun Kocabıyık ve Ertuğrul Dikbaş, Sabah Kitapları, 1998.
[10] Brzezinski,
Zbignievv (2007), Second Chance: Three Presidents and the Crisis of American
Superpower, New York, 2007.
[11] Fukuyama,
Francis (1993), Tarihin Sonu ve Son İnsan, Gün yayıncılık, 1993.
[12] Huntington, Samuel P. (2005), Medeniyetler Çatışması ve
Dünya Düzeninin Yeniden Kurulması, çev. Cem Soydemir, Mehmet Turhan,
Okuyan Us Yayınları, 2005.
[16]
Bkz: George Armtrong, trc: Dr. Mertcan AKCANBAŞ, Rothschild Para İmparatorluğu
Derin Yahudi Devleti, İstanbul, 2011, s.51
Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.
Yorumlar