Print Friendly and PDF

KUR’ÂN AHLÂKI NEDİR?



Sâmiha AYVERDİ
Kahveci çırağı, dört yanından çıkan telden kollarla tepeden birleşmiş dolu tepsisini sallaya sallaya, kalabalıklar arasından geçip, çayları komşu dükkânlara dağıtırken, tepsiyi her ne kadar öne-arkaya sallamış olsa da, çay bardakları veyâ kahve fincanları düşüp kırılmaz ve içindekiler de dökülmez. Türkü mırıldanarak, gamsız ve telâşsız işini gören delikanlı, çay bardaklarını müşterilerin önüne koyarken, onların düşüp kırılmayış sebebinin, merkezî kuvvetten ilerigelen bir fizîkî hâdiseye dayandığını ne teorik olarak bilir, ne de imân eyliyebilir. Fakat pratikte, ona öylesine inanmış ve güvenmiştir ki kahvehâne içinde hizmet ederken ne kadar dikkat eylese gene de elinden kazâ çıkarmaktan kurtulamadığını, bu yüzden de ocakçı ustadan dayak bile yediğini hatırlayarak, dükkân komşularına hizmet götüreceği zamanlar, o dört yanından çıkan tellerin tepede birbirine bağlandığı tepsiyi arkadaşlarına kaptırmamak husûsunda âdetâ yarış eyler..
Türkler’in toplum hayâtında herbir yanlarından kol atmış imanla vatan aşkının yek-vücûd olarak bir santrfüj vazifesiyle bütün memleket müesseselerini bu birleşik merkez etrâfında toplayarak dağılıp parçalanmaktan kurtarmış olduğu, bir gerçek olarak görülebilir. Tıpkı kuvve-i anil merkeziye’li ve çay bardakları dolu tepsinin, sallaya sallaya gezdirildiği hâlde içindekilerin zarar görmedikleri gibi..
Asırlar içinde Türk devlet anlayışı, bütünüyle ne ümmetçi olmuş, ne de şoven bir milliyetçilik anlayışıyla etnik gruplara kan ağlatmıştır. Onun için Müslüman Türk’ün idârî rejimi bir vicdanî hürriyet, bir âdil sosyal nizam, iktisâdı ve siyâsî bir denge üslûbunu yeryüzüne hediye eyleyen öyle bir terkip meydana getirmiştir ki, bunu, ancak o devirleri yaşamışcasına inceleyenler kavrayıp idrâk edebilir.
Şu da bir gerçek ki, İslâm câmiâsmın bir mensûbu olan Türkiye, satvet ve ihtişam asırlarının tecrübelerinden kazandığı târihî anlayışla lehimleyici bir merkezî fikrin etrâfında birleşmenin hayâtî zarûretine inanmaktadır. İşte, siyâsî ve iktisâdı sebeplerin sinsice ardına gizlenmiş ferdî veyâ zümrevî menfaat ve gafletler içine düşmüş İslâm dünyâsının yekpâreleşerek uyanmasının âdetâ bir ölüm-kalım çâresizliği olduğuna inanmış bulunuyoruz. Onun İçin de, duyulsa da duyulmasa da, Türk, sesini yükseltmek ihtiyâcından kurtulamıyor vesselâm.
Bu kısa sohbetten sonra genç Profesör İskender Öksüz ve eşi Emine Işınsu Öksüz ile görüşmek fırsatını bulduğum zaman, Türkiye’de mevcud bulunan Kur’ân kurslarının şekil, amel ve muhtevâları mevzûunda bir hayli konuştuktan sonra, sohbetimizin istikameti, “sâdece Kur’ân okumak demek olmayıp, Kur’ân ahlâkı ile yaşamak demek bulunduğu” noktasına gelip dayandı.
Böylesine yüce bir ideale erişmenin de, Kur’ân-ı Kerîmi en doğru şekilde anlamaya çalışmak ve yine onun emirleri gereğince, âyetleri üzerinde akl-ı selîm ile tefekkür etmekten başka yolu yoktur. Zîrâ Cenâb-ı Hak, bu ulvî kitabı beşeriyete bir hidâyet rehberi olarak gönderdiğini  ve ona sımsıkı sarılmamızın lüzûmunu açıkça beyân ediyordu.
Hârun Reşid’in papağanı, Yâsin-i Şerîfi ezbere okurdu. Ne ki bu ezbercilik, onu kuş olmak seviyesinden öte geçiremediği gibi, Kur’ân ahlâkı ile amel etmeyip sâdece ezbercilikte kalan kimseler için de aynı kanunun geçerli olmasından tabiî ne olabilir?
Birgün Hz. Ayşe’den Resûlullah Efendimiz’in ahlâkını sormuşlar. Cevap olarak: “Siz kur’ân okumuyor musunuz? Resûlullah’ın ahlâkı Kur’ân ahlâkı” demiş.
Sözün mecrâsı bu noktada karar kılınca, genç edib Emine Işmsu Öksüz Hanım, haklı ve yadırganmaz bir istifhamla “Kur’ân ahlâkı nedir” diye  ortaya bir suâl attı.
Keşke bu suâli herkes hepimiz birbirimize sorup, vardığımız neticeye göre kendimize çeki-düzen vererek bir İslâmî-medenî hayat istikameti çizebilsek...
İnsanoğlu, maddenin esîri olarak gözleri dumanlanalı beri dünyâya gelişinin sebeb ve mânâsını görmekten âciz kaldığından, bütün gücünü maddenin kendisine te’mîn edeceği refâha bağlamış bulunuyor. Böylece de ihmâl ettiği derûnî bünyesini tahrip etmekle, kendi kendini yıktığından habersiz, bir rûhî buhrânın gayyâsına yuvarlanıp kalıyor.
Teknik buluşlar, aklın basit meyveleridir. Yoksa, insanoğluna hayat huzur ve görüş istikameti veren, bütün bu buluşlar ve ıcâdlar değildir. Beşerin temelini kuran, ona güç kaynağı olup yekpâreleştiren kuvvet, mânevî değerlerdir ki, Kur’ân-ı Kerîm, onlara hasrettiği emir ve tavsiyelerle kütleleri sevk ve idare ederek ve cemiyetin bütün müesseseler inde kendini göstermek sûretiyle fazîlet ve hayrı, ışıklı bir rehber olarak toplumun önüne sermektedir. Amma ne yazık ki, kendini, kendi düzdüğü madde putunun kulu hâline getirmek gafletinden kurtulamamış bulunan dünyâ, fazîlet ve hayrın sesine kulaklarını tıkamıştır.
İnsanoğlu, Kur’ân neyi yap diyor ve neyi yapma diyorsa.. Bir başka ifâdeyle; Kur’ân’da bildirilen “emir-yasak, helâl-haram, sevap-günah, ceza, tavsiye ve ikazların bütün bunların, behemehâl beşerin selâmet ve huzûrunun teminâtı olduğunun farkında değildir.
Meselâ en basitinden; içki de, kumar da İslâm'ın rûhuna aykırıdır.
Aklın iflâs ettiği noktada, kaptan köprüsünde mâneviyât yeralırsa, dünyâ dalgaları hayat gemisini batmaktan kurtararak selâmet sâhiline îsâl eyler. Yoksa, akıl ve akim verimleri, nefsânî ve hayvanı dalgaların saldırısında insanoğlunu parçalanıp dağılmaktan kurtaramaz.
Maddeyi hayâtın mihveri kabûl ediş; helâl-haram, günah-sevab, hayır-şer” gibi manevî değer hükümlerinin iflâsı demektir.
Ancak şu var ki, akıl mahsûlü olan teknolojinin göz kamaştırıcı çeşitliliği karşısında hayran kalan insanoğlu, teknokratlara karşı çıkıp, “artık bu îcâdlardan bıktık, vazgeç!” diyemez. Bir koşu atı bile yarıştan sonra, yularından tutularak durdurulmak istense çatlar. Bugün de teknokratların elinde olan kütleler, yularını çekip ona “Dur!” diyemez. Bir an için yavaşlaşa bile, maddeyi emrine almış olanlar gene koşacaklardır. Zîrâ madde, insan aklını bu yarış için beslemiş, büyütmüş, hazırlamıştır.
Amma ne yazık ki madde dünyâsında o kovalamaca devâm ederken, insanoğlu, bir kenara ittiği rûhî değerleriyle olan dostâne irtibâtı kaybetmişliğinin azab ve ıztırâbını çekmektedir. Şu hâlde, onu kurtaracak yolu açmak gerek... O yol ise, ancak İlâhî emre kulak verip kendi kitâbını okumak; yâni kendi kendisiyle biliş tutarak, muhâsebeli, mes’ûliyetli bir mânevî teminâtın çatısı altına sığınmakla mümkün olabilir.
Einstein’in basit görünüşlü misâfirinin, “Üstad, mükevvenât içinde dünyânın yeri nedir?” suâline, elindeki tebeşirle kara tahta üstüne bir noktacık kondurarak: “İşte bu kadar!" demesi üzerine, aynı sâde adamın: “Peki üstâd, dünyâ üstünde senin yerin neresi?" diye İkinci bir suâlle onu, cevap veremeyeceği bir dehşete salmış olması ne kadar ibret-âmizdir..
Evet; bu cihân içindeki yeri hardal tânesi kadar küçük olan bir dünyâda, insanoğlunu inşâ’ eden Kudret, onu sâdece maddenin eline bırakmak için yaratmış olabilir mi? Böyle bir sakat idrâk, kütleleri kendi-kendini yıkacak bir nihilizme götürür. İnkârcılık ise, vücûd ikliminde meydana getirdiği anarşiyle cemiyeti tuz-buz eder. Son devir insanının bu muvâzenesizlik yüzünden çekmekte olduğu ıztırâb, huzursuzluk çileleri gibi...
Kur’ân ahlâkı, kütlelere tasfiyeli ve muhâsebeli bir hareket ve canlılık veren hükümdârdır. O, insanoğlunu hayvânî vahşet istilâsından koruyacak, huzur ve âsâyişi sağlamakta benzeri olmayan tek buyruk sâhibidir. Samîmi, ihlâsh ve menfaatten arınmış yaygın bir îmân hayâtı, cemiyet içinde gâyeleşerek hayâtın bütününe hükmeyler ve böylece de fazileti ve hayrı tercîhe sebeb olur. Zîrâ, yapıcı bir karakter taşıyan îmân, bizâtihî dinamizm kaynağıdır. Böylece de ister alt, ister üst tabaka insanım vicdânî bir arınmaya götürür. Cemiyeti teşkil eden bu saf ve ihlâslı fertler, beşeriyetin yüzünü ağartan emniyet supaplarıdır.
Kur’ân ahlâkının neresi beşerî, neresi İlâhî olduğunu ayırmak mümkün değildir. Zîrâ îmânla beşerî ihtiyaçlar öylesine kaynaşmıştır ki, cemiyetin herbir müessesesinde birlikte sözleri geçer. Öyle ki, askerlikte, siyâsette, hukukta, ticârette ve sanâyide; kısaca, hayâtın bütününde hükmü geçen bu yekpâreleşmiş kuvvet; askeri kahramanlığa, devlet adamını basirete, hâkimi adâlete, tüccarı, esnafı ve sanâyiciyi dürüstlüğe iterek, hayat zincirinin passız ve kopuksuz teselsülüne yolaçar. Hülâsa, îmânla dünyâ öylesine kaynaşmış olur ki, kütlelerin içinde şaşmaz bir değerler hükmü hâline gelerek, insanoğlunu kendine ve Hakk’a karşı mes’ûliyet anlayışıyla sağlama almış olur. Böylece de hesâbını kendine ve Allah’a vermek borcu içine sokarak tevhîd’in fazileti ve teminâtı altına alır.
“Kendi kendisine ve Allah’a karşı dürüst kalmak" kazancıyla zenginleşmiş kişi, ekmeği üstünde bir lokmadan fazla katığı yoksa bile, gene de dünyânın en zengin ve huzurlu insanı sayılarak, cemiyet İçinde bir fazilet ve hayır kaynağı olur.

Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.

Benzer Yazılar

Yorumlar