KUR’ÂN AHLÂKI NEDİR?
Sâmiha AYVERDİ
Kahveci çırağı, dört yanından çıkan telden kollarla tepeden birleşmiş dolu
tepsisini sallaya sallaya, kalabalıklar arasından geçip, çayları komşu
dükkânlara dağıtırken, tepsiyi her ne kadar öne-arkaya sallamış olsa da, çay
bardakları veyâ kahve fincanları düşüp kırılmaz ve içindekiler de dökülmez.
Türkü mırıldanarak, gamsız ve telâşsız işini gören delikanlı, çay bardaklarını
müşterilerin önüne koyarken, onların düşüp kırılmayış sebebinin, merkezî
kuvvetten ilerigelen bir fizîkî hâdiseye dayandığını ne teorik olarak bilir, ne
de imân eyliyebilir. Fakat pratikte, ona öylesine inanmış ve güvenmiştir ki kahvehâne
içinde hizmet ederken ne kadar dikkat eylese gene de elinden kazâ çıkarmaktan
kurtulamadığını, bu yüzden de ocakçı ustadan dayak bile yediğini hatırlayarak,
dükkân komşularına hizmet götüreceği zamanlar, o dört yanından çıkan tellerin
tepede birbirine bağlandığı tepsiyi arkadaşlarına kaptırmamak husûsunda âdetâ
yarış eyler..
★
Türkler’in toplum hayâtında herbir yanlarından kol atmış imanla vatan
aşkının yek-vücûd olarak bir santrfüj vazifesiyle bütün memleket müesseselerini
bu birleşik merkez etrâfında toplayarak dağılıp parçalanmaktan kurtarmış
olduğu, bir gerçek olarak görülebilir. Tıpkı kuvve-i anil merkeziye’li ve çay
bardakları dolu tepsinin, sallaya sallaya gezdirildiği hâlde içindekilerin
zarar görmedikleri gibi..
★
Asırlar içinde Türk devlet anlayışı, bütünüyle ne ümmetçi olmuş, ne de
şoven bir milliyetçilik anlayışıyla etnik gruplara kan ağlatmıştır. Onun için
Müslüman Türk’ün idârî rejimi bir vicdanî hürriyet, bir âdil sosyal nizam,
iktisâdı ve siyâsî bir denge üslûbunu yeryüzüne hediye eyleyen öyle bir terkip
meydana getirmiştir ki, bunu, ancak o devirleri yaşamışcasına inceleyenler
kavrayıp idrâk edebilir.
★
Şu da bir gerçek ki, İslâm câmiâsmın bir mensûbu olan Türkiye, satvet ve
ihtişam asırlarının tecrübelerinden kazandığı târihî anlayışla lehimleyici bir
merkezî fikrin etrâfında birleşmenin hayâtî zarûretine inanmaktadır. İşte,
siyâsî ve iktisâdı sebeplerin sinsice ardına gizlenmiş ferdî veyâ zümrevî
menfaat ve gafletler içine düşmüş İslâm dünyâsının yekpâreleşerek uyanmasının
âdetâ bir ölüm-kalım çâresizliği olduğuna inanmış bulunuyoruz. Onun İçin de,
duyulsa da duyulmasa da, Türk, sesini yükseltmek ihtiyâcından kurtulamıyor
vesselâm.
★
Bu kısa sohbetten sonra genç Profesör İskender Öksüz ve eşi Emine Işınsu
Öksüz ile görüşmek fırsatını bulduğum zaman, Türkiye’de mevcud bulunan Kur’ân
kurslarının şekil, amel ve muhtevâları mevzûunda bir hayli konuştuktan sonra,
sohbetimizin istikameti, “sâdece Kur’ân
okumak demek olmayıp, Kur’ân ahlâkı ile yaşamak demek bulunduğu”
noktasına gelip dayandı.
Böylesine yüce bir ideale erişmenin de, Kur’ân-ı Kerîmi en doğru şekilde
anlamaya çalışmak ve yine onun emirleri gereğince, âyetleri üzerinde akl-ı
selîm ile tefekkür etmekten başka yolu yoktur. Zîrâ Cenâb-ı Hak, bu ulvî kitabı
beşeriyete bir hidâyet rehberi olarak gönderdiğini ve ona sımsıkı sarılmamızın lüzûmunu açıkça
beyân ediyordu.
Hârun Reşid’in papağanı, Yâsin-i Şerîfi ezbere okurdu. Ne ki bu ezbercilik,
onu kuş olmak seviyesinden öte geçiremediği gibi, Kur’ân ahlâkı ile amel
etmeyip sâdece ezbercilikte kalan kimseler için de aynı kanunun geçerli
olmasından tabiî ne olabilir?
Birgün Hz. Ayşe’den Resûlullah Efendimiz’in ahlâkını sormuşlar. Cevap
olarak: “Siz kur’ân okumuyor musunuz?
Resûlullah’ın ahlâkı Kur’ân ahlâkı” demiş.
Sözün mecrâsı bu noktada karar kılınca, genç edib Emine Işmsu Öksüz Hanım,
haklı ve yadırganmaz bir istifhamla “Kur’ân
ahlâkı nedir” diye ortaya bir suâl attı.
Keşke bu suâli herkes hepimiz birbirimize sorup,
vardığımız neticeye göre kendimize çeki-düzen vererek bir İslâmî-medenî hayat
istikameti çizebilsek...
★
İnsanoğlu, maddenin esîri olarak gözleri dumanlanalı beri dünyâya gelişinin
sebeb ve mânâsını görmekten âciz kaldığından, bütün gücünü maddenin kendisine
te’mîn edeceği refâha bağlamış bulunuyor. Böylece de ihmâl ettiği derûnî
bünyesini tahrip etmekle, kendi kendini yıktığından habersiz, bir rûhî buhrânın
gayyâsına yuvarlanıp kalıyor.
Teknik buluşlar, aklın basit meyveleridir. Yoksa, insanoğluna hayat huzur
ve görüş istikameti veren, bütün bu buluşlar ve ıcâdlar değildir. Beşerin
temelini kuran, ona güç kaynağı olup yekpâreleştiren kuvvet, mânevî değerlerdir
ki, Kur’ân-ı Kerîm, onlara hasrettiği emir ve tavsiyelerle kütleleri sevk ve
idare ederek ve cemiyetin bütün müesseseler inde kendini göstermek sûretiyle
fazîlet ve hayrı, ışıklı bir rehber olarak toplumun önüne sermektedir. Amma ne
yazık ki, kendini, kendi düzdüğü madde putunun kulu hâline getirmek gafletinden
kurtulamamış bulunan dünyâ, fazîlet ve hayrın sesine kulaklarını tıkamıştır.
İnsanoğlu, Kur’ân neyi yap diyor ve neyi yapma diyorsa.. Bir başka
ifâdeyle; Kur’ân’da bildirilen “emir-yasak,
helâl-haram, sevap-günah, ceza, tavsiye ve ikazların” bütün
bunların, behemehâl beşerin selâmet ve huzûrunun teminâtı olduğunun farkında
değildir.
Meselâ en basitinden; içki de, kumar da İslâm'ın rûhuna aykırıdır.
Aklın iflâs ettiği noktada, kaptan köprüsünde mâneviyât yeralırsa, dünyâ
dalgaları hayat gemisini batmaktan kurtararak selâmet sâhiline îsâl eyler.
Yoksa, akıl ve akim verimleri, nefsânî ve hayvanı dalgaların saldırısında insanoğlunu
parçalanıp dağılmaktan kurtaramaz.
Maddeyi hayâtın mihveri kabûl ediş; “helâl-haram,
günah-sevab, hayır-şer” gibi manevî değer hükümlerinin iflâsı
demektir.
Ancak şu var ki, akıl mahsûlü olan teknolojinin göz kamaştırıcı çeşitliliği
karşısında hayran kalan insanoğlu, teknokratlara karşı çıkıp, “artık bu îcâdlardan bıktık, vazgeç!” diyemez.
Bir koşu atı bile yarıştan sonra, yularından tutularak durdurulmak istense
çatlar. Bugün de teknokratların elinde olan kütleler, yularını çekip ona “Dur!” diyemez. Bir an için yavaşlaşa bile,
maddeyi emrine almış olanlar gene koşacaklardır. Zîrâ madde, insan aklını bu
yarış için beslemiş, büyütmüş, hazırlamıştır.
Amma ne yazık ki madde dünyâsında o kovalamaca devâm ederken, insanoğlu,
bir kenara ittiği rûhî değerleriyle olan dostâne irtibâtı kaybetmişliğinin azab
ve ıztırâbını çekmektedir. Şu hâlde, onu kurtaracak yolu açmak gerek... O yol
ise, ancak İlâhî emre kulak verip kendi kitâbını okumak; yâni kendi kendisiyle
biliş tutarak, muhâsebeli, mes’ûliyetli bir mânevî teminâtın çatısı altına
sığınmakla mümkün olabilir.
★
Einstein’in basit görünüşlü misâfirinin, “Üstad,
mükevvenât içinde dünyânın yeri nedir?” suâline, elindeki
tebeşirle kara tahta üstüne bir noktacık kondurarak: “İşte
bu kadar!" demesi üzerine, aynı sâde adamın: “Peki üstâd, dünyâ üstünde senin yerin neresi?"
diye İkinci bir suâlle onu, cevap veremeyeceği bir dehşete salmış olması ne
kadar ibret-âmizdir..
Evet; bu cihân içindeki yeri hardal tânesi kadar küçük olan bir dünyâda,
insanoğlunu inşâ’ eden Kudret, onu sâdece maddenin eline bırakmak için yaratmış
olabilir mi? Böyle bir sakat idrâk, kütleleri kendi-kendini yıkacak bir
nihilizme götürür. İnkârcılık ise, vücûd ikliminde meydana getirdiği anarşiyle
cemiyeti tuz-buz eder. Son devir insanının bu muvâzenesizlik yüzünden çekmekte
olduğu ıztırâb, huzursuzluk çileleri gibi...
★
Kur’ân ahlâkı, kütlelere tasfiyeli ve muhâsebeli bir hareket ve canlılık
veren hükümdârdır. O, insanoğlunu hayvânî vahşet istilâsından koruyacak, huzur
ve âsâyişi sağlamakta benzeri olmayan tek buyruk sâhibidir. Samîmi, ihlâsh ve
menfaatten arınmış yaygın bir îmân hayâtı, cemiyet içinde gâyeleşerek hayâtın
bütününe hükmeyler ve böylece de fazileti ve hayrı tercîhe sebeb olur. Zîrâ,
yapıcı bir karakter taşıyan îmân, bizâtihî dinamizm kaynağıdır. Böylece de
ister alt, ister üst tabaka insanım vicdânî bir arınmaya götürür. Cemiyeti
teşkil eden bu saf ve ihlâslı fertler, beşeriyetin yüzünü ağartan emniyet
supaplarıdır.
Kur’ân ahlâkının neresi beşerî, neresi İlâhî olduğunu
ayırmak mümkün değildir. Zîrâ îmânla beşerî ihtiyaçlar öylesine kaynaşmıştır
ki, cemiyetin herbir müessesesinde birlikte sözleri geçer. Öyle ki, askerlikte,
siyâsette, hukukta, ticârette ve sanâyide; kısaca, hayâtın bütününde hükmü
geçen bu yekpâreleşmiş kuvvet; askeri kahramanlığa, devlet adamını basirete,
hâkimi adâlete, tüccarı, esnafı ve sanâyiciyi dürüstlüğe iterek, hayat
zincirinin passız ve kopuksuz teselsülüne yolaçar. Hülâsa, îmânla dünyâ
öylesine kaynaşmış olur ki, kütlelerin içinde şaşmaz bir değerler hükmü hâline
gelerek, insanoğlunu kendine ve Hakk’a karşı mes’ûliyet anlayışıyla sağlama
almış olur. Böylece de hesâbını kendine ve Allah’a vermek borcu içine sokarak
tevhîd’in fazileti ve teminâtı altına alır.
“Kendi kendisine ve Allah’a karşı dürüst kalmak" kazancıyla
zenginleşmiş kişi, ekmeği üstünde bir lokmadan fazla katığı yoksa bile, gene de
dünyânın en zengin ve huzurlu insanı sayılarak, cemiyet İçinde bir fazilet ve
hayır kaynağı olur.
Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.
Yorumlar