KUR’ÂNI KERİM’İN SIRRI- Şeyh Şerâfeddîn Efendi kaddese’llâhü sırrahu’l azîz
Kur'ânı Kerîm'den her devirde anlaşılabilen, ancak o devrin ilmî
seviyesi nispetindedir. Her yeni keşif, onun icazkâr beyânlarından birinin daha
anlaşılmasını sağlamaktadır. Böyle olmayıp da bu gerçekler beşerî keşiflerden
evvel ve sarahatle beyan buyrulsa idi, buna akıl erdiremeyenler redde mecbur
kalırlar ve İslâm îmanı, çoktan bu zındıkların matlûbları veçhile inkıtaa
uğrardı.
Kur'anı Kerîm'in bu husûsiyetiyle alâkalı olarak târihî bir vak'a
zikretmek isteriz:
Said Halim Paşa sadrazam iken (sadrazamlığı 1914-18) kendisiyle görüşen
bir İngiliz diplomatı, bilvesile ona şu suâli tevcîh etmiştir:
"Paşa Hazretleri! Müslümanlar bütün hakikatlerin ve bu arada
fennî gerçeklerin Kur'ân'da mevcûd olduğunu iddia eder dururlar. Lâkin bir
gerçeği biz Batılılar keşf edip ortaya koymadıkça da Kur'ân'dan çıkarıp
gösterememektedirler. Benim aklım buna hep takılmaktadır. Acaba siz ne dersiniz,
böyle midir?"
Said Halim Paşa, Mısır'da büyüdüğü Arapça'ya vâkıf olduğu, devrin îcâbı
İslâm'ı oldukça iyi bildiği halde kendine göre bir izahatta bulunmuş, ancak
serdettiği fikirler İngiliz diplomatınca kabule şâyân görülmemiştir. Bu duruma
canı sıkılan Sadrazam Halim Paşa, Osmanlı Meclisi Mebusân'ma telefon ederek o
zaman mecliste pek çok olan din âlimlerinden birinin acele sadârete
gönderilmesini taleb etmiştir. Bu suretle celb edilen hocanın verdiği cevaplar
da İngiliz diplomatını tatmin etmeyince Said Halim Paşa, İngiliz'den ertesi
güne kadar kendilerine müsâade edilmesi ricasında bulunup meclisten gönderilen
hocaya da:
"Din âlimi olan sensin!.. Başka din âlimlerini de sen benden iyi
tanırsın. Bunlar içinde dostumuzu tatmin edebilecek bir izahatta bulunabilecek
her kim var ise, onu arayıp bul ve yarın benim yanıma getir!..”
demiştir.
Bu hoca efendi, bu iş İçin kalkıp Yalova'nın Reşadiye Köyü'nde oturan
Nakşî meşâyihinden Şeyh Şerâfeddîn kaddese’llâhü
sırrahu’l azîz Hazretleri'nin nezdine gitmiş. Şeyh Şerâfeddîn
Efendi, Şeyh Şâmille birlikte Türkiye'ye gelip yerleşmiş olan cemaattendi.
Sultan Reşad, yerleştikleri köydeki hazîne arazîsini onlara tahsis etmiş
bulunduğundan bu köye "Reşadiye" (şimdiki Güney Köyü) adı verilmişti.
1930 yılında vâkî olan "Menemen Vak'ası"nda uzun bir müddet
hapis yatmış ve nihayet beraat etmiş bulunan Şeyh Şerâfeddîn Efendi, o zaman
ziyaretine gelen hocadan durumu öğrenince onu köyünde bir akşam misafir edip
ertesi gün sabah namazıyla birlikte bir faytona binip öğlen üzeri birlikte Cağaloğlu'ndaki
Sadâret'e gelmiştir. İngiliz diplomatı tekrar huzura celbedilip suâlini
tekrarlaması istenmiş, söylenenleri evvelce zikrettiğimiz gibi dinleyen Şeyh
Şerâfeddîn Efendi demiş ki;
"Evet, Kur'ânı Kerîmde kıyamete kadar vâkî olacak fennî keşiflerin
hepsi mevcûddur. Çünkü O, bir "Kitâbı Kâinat" 'tır Bu gerçeklerin siz
Batılılar fiilen ortaya çıkarmadıkça bir müslüman tarafından Kur'ânı Kerim'den
çıkarılıp gösterilemediği de doğrudur. Ama bunun üç sebebi vardır ki; size
bunların ikisini söyleyebilirim. Üçüncüsü siz Batılılar'ın aleyhine olduğundan
onu söylemek nezâkete aykırı olur."
İngiliz diplomat, her üç sebebin de söylenmesinde ısrar edince Şeyh
Şerâfeddîn Hazretleri buyurmuşlar ki:
"Kur'ânı Kerîm'de fennî hakîkatlere temas "sarâhat'le değil
"delâlet" cihetiyledir. Bunun birinci sebebi eğer bu gerçekler
sarahat cihetiyle olsaydı Kur'ân'ın hacmi alabildiğine genişleyeceğinden onun
ezberlenmesi imkânsızlaşırdı. Hâlbuki sâir semavî kitapların başına gelen
tahrif hâdisesinin Kur'ân için vâkî olmama sebeplerinden biri de bu ezberlenme
keyfiyetidir. Yazının yaygın olmadığı bir zamanda tahrif, ancak bu suretle
önlenebilirdi."
İngiliz diplomat:
"Eh." deyip pek tatmin olmamış gibi görünmüş. Şeyh
Şerâfeddîn Hazretleri devamla:
"Fakat asıl sebep bu değildir. Eğer kıyamete kadar mer'iyyeti
murâdı İlâhî iktizâsı olan Kur'ânı Kerîm, fennî gerçeklere sarahat cihetiyle
temas etmiş olsaydı asırlardan beri mü'min ve müslim olan insanların çoğu,
zamanlarındaki fennî terakki seviyesi itibariyle onları kabule yaklaşmayıp
inkâr ederler ve îmân dâiresinden çıkarlardı. Bu gerçekleri onlar fiilen isbât
edildikten sonra bunlara delâlet eden âyetleri bu yolda telâkki edenler inkâr
yerine bilâkis îmanlarının kuvvetlenmesi gibi bir netîce elde ederler."
Şeyh Şerâfeddîn Efendi, üçüncü sebebi zikretmeyi nezâkete aykırı telâkki
ettiğinden mazur görülmesini taleb ettiyse de İngiliz diplomatın ısrarıyla onu
da şu şekilde ortaya koymuştur:
"Kur'ânı Kerîm, zikrettiğim şu iki sebep yüzünden fennî gerçeklere
"sarahat" yerine "delâlet" tarikiyle temas etmiş olduğundan
bu gerçekleri herkes anlayıp kavrayamaz. Lâkin bunları siz Batılılar tecrübe
edilir ve isbatlanır hâle getirmeden de bilenler vardır. Bunlar ilimde
"rusûh sahibi" olan ve zahiri ilimler kadar ledünnî ilimlere de vâkıf
kimselerdir. Lâkin onlara bildiklerini söylemek hususunda müsâade yoktur. Bunun
sebebi Dünya hayatının sa'y (çalışma) esasına müstenid olan aslî nizamı
muhafaza olduğu kadar aynı zamanda siz Batılıların her fennî keşfi egoistçe
kendi emelleriniz istikâmetinde ve başka milletlerin aleyhine kullanmanızdır.
Sizin Kur'ân'dan çıkarılacak bir fennî keşfe vâkıf olmanız engellenemeyeceği
içindir ki bu bize yasaklanmıştır."
deyince İngiliz diplomat bunun bir "bahane" olduğu
yolunda itirazda bulunmuş ve onu ikna etmenin mümkün olmadığını gören Şeyh
Şerâfeddîn Hazretleri şu sözleri söylemeye mecbûr kalmıştır.
"Bak ekselans! Ben de Kur'ân'ın delâlet cihetiyle temas ettiği
fennî gerçeklerin kâffesine bir ilâhî mevhîbe olarak vâkıf olanlardanım. İstesem
size kıyamete kadar vâkî olacak bütün fennî keşifleri tâdâd
edebilirim.(sayabilirim) Lâkin bunu yapmak benim için manevî bir intihar olur.
Ancak gerçeğin bu söylediğim gibi olduğunu kabûl edebilmeniz için size başka
hârika bir bilgi sunabilirim." İngiliz
diplomat:
"Meselâ ne gibi." dive suâl edince Şeyh Şerâfeddîn Hazretleri: "Sizin
ceddinizi tâ Adem aleyhisselâm'a kadar sayabilirim." karşılığını
vermiştir. İngiliz'in itirazı üzerine de O'nun ceddini yukarıya doğru saymaya
başlayınca İngiliz diplomat:
"Dur! Bir dakîka... Sen bunları nereden biliyorsun!? Yedinci
göbekten öteye ben dahî bilmem." dedi.
Söylenenlerin doğruluğunu te'yid makamındaki bu cevâba mukâbeleten Şeyh
Şerâfeddîn Hazretleri devamla:
"BEN SÂDE BUNU DEĞİL, SİZDEN DÜNYÂ'YA GELMİŞ VE GELECEK OLANLARI DA
KIYAMETE KADAR SAYABİLİRİM." diyerek, karşısındaki İngiliz'in önce çocuklarını
sonra torunlarını, daha sonra da henüz Dünyâ'ya gelmemiş olan neslinin
İngilizce isimlerini saymaya başlayınca İngiliz diplomat
Sadrâzam'a dönerek:
"Paşa Hazretleri! Ben sizden bir din âlimi istedim, sizbana bir
sihirbaz getirdiniz" diyerek kendisi için mantıken mecburî hâle gelmiş
olan hidâyetten kaçınmış ve bunun ilâhî takdire bağlı bulunduğu gerçeğine yeni
bir misâl olmuştur
Seksendoksan sene evvel gerçekleşmiş olan bu târihî vak'a, Allah'ın
lütuf ve keremi munzam olduğunda beşerî ilim ve irâdenin ne raddelere kadar
nafiz olabildiğini gösteren câlibi dikkat bir misâldir.
Kaynak:
Kadir MISIROĞLU, Tahrif Hareketleri, Sebil Yayınevi, 2011, İstanbul,
c:2, s.5961
Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.
Yorumlar