Print Friendly and PDF

KUTB-I CİHAN DEDİKHASANLILI ŞAKİR EFENDİ (kaddesellâhü sırrahu’l âlî)


 Hzl: Ali Şakir ERGİN
Tarihin on birinci ve on ikinci asırlarından itibaren başlayan Türk - İslâm yücelmesi ve Türk - İslâm Medeniyeti'nin perde arkasında hiç şüphe yok ki Horasan Erenleri'nin ruh ve gönül bağıyla başlattığı, Anadolu velîlerinin/erenlerinin devam ettirdiği sosyal hareketin çok büyük etkisi ve katkısı vardır. Bunlar, her zaman ve mekânda kendi­lerine değer verip muhabbetle bağlanan halk ve devlet ricaliyle bera­ber ve Ümerâ'nın yanında, yolları aydınlatan birer kandil olmuşlar, Devlet'in perde arkasında, güçlü manevî birer destek ve rehber görevi yapmışlardır. Yine bunlar birçok sefer ve fetihlere daha başlamadan, zaferle neticeleneceğinin müjdelerini vermiş, Hak dostu, Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem varisi ve milletlerin geleceğinin ümîdi, manevî önderler olmuş­lardır.
Anadolu insanının gönül dünyasında müstesnâ bir yer edinen, kalplerde derin izler bırakan ve halkı irşad eyleyip onları iyiye, doğru­ya ve güzele yönlendiren bu Allah Teâlâ dostları her dönemde çeşitli yollarla çok büyük hizmetler yapmışlardır. Gönüllerde taht kuran bu âbide şahsiyetler, âdemoğlunu Hazret-i İnsan ve halkı Hakk'a kul, yı­ğınları Ümmet-i Muhammed (sallallâhü aleyhi ve sellem) ve yurdu vatan yapma hususunda ruhlarıyla ve Anadolu toprağını İslâm mayasıyla mayalanmışlardır.
Beylikler ve İmparatorluk döneminde bu kadar ulvî ve mu­kaddes bir görev ifâ eden bu zümre, Osmanlı Devleti'nin I. Cihan Harbi'nden müttefikleriyle beraber mağlup çıkmasından sonra Avru­pa yöresinde başlayıp Osmanlı ülkesinde arz-ı endam eden kavmiyet­çilik/milliyetçilik hareketleri Osmanlı İmparatorluğu'nu bitirmiştir. Bu dalgalanma sonunda her millet kendi devletini kurmaya başlamış ve Anadolu topraklarında da Türkiye Cumhuriyeti kurulmuştur.
Avrupai düzende kurulup, lâik düzene geçtikten sonra da Türkiye Cumhuriyetinde din işleri devlet işlerinden ayrılmış, birçok konuda inkılâp yapılarak yeni bir rejim uygulamaya konmuştur. Za­manın siyasî iktidarları dinî tedrisatı yasaklayıp, milletin inanç ve di­nini yaşama konularına müdahele ederek halkı baskı altında tutmak istemiştir. Osmanlı Devleti döneminde milleti ayakta tutan ve halkın manevî hayatının dinamik temsilcileri olup, rejimin baskın fırtınasında erimeden Cumhuriyet dönemine intikal ettikleri halde kendilerine faa­liyet imkânı verilmeyen Osmanlı'dan kalma medrese ve tekke mensu­bu ulemâ ve mutasavvıf zümrenin son temsilcileri üzerinde büyük bir sorumluluk kalmıştı.
Bu ağır yükün bir vebal olduğunun idrakinde olan bu din adam­larından her birisi kendi başlarına, görünmez birer üniversite olmuşlar­dır. Her türlü ezâ ve cefayı göze alarak hayatları pahasına, taşıdıkları sorumluluğun gereğini edâ etmek üzere, bulundukları çorak bölgenin gözlerden uzak mütevazî bir noktasında gönüllere girmek ve gönülle­ri nebevi bir ruhla eğitmek için gayret sarfetmişlerdir. Böylece ruhsuz dünya sakinlerinin manevî eğitimiyle meşgul olarak unutulmaz hiz­metler ifâ etmişlerdir. Aynı zamanda nice mânâ ehli halk ve Hak dostu velîlerin yetişmesine de vesile olmuşlardır.
Yine, hayatları boyunca varlık âlemine muhabbet gözüyle ba­kan, yaratılanı yaratandan ötürü Allah Teâlâ aşkıyla kucaklayan, in­sanları yaratılış gayesi istikametinde bir hayat yaşamaya sevk eden, Peygamber âşıkı ve vârisi, kutsal gönüllü bu güzel insanlar tarih bo­yunca ümmet-i Muhammed'in gönül mimarları olmuşlar ve halkı Muhammedi hakikatin ışığıyla tenvir etmişlerdir.
Bu güzel insanlar, âdeta yağmur olup gönüllere yağmışlar, gü­neş olup karanlıkların bağrına doğmuşlar, yarınlara irfanî bakışlarla nazar etmişler, sözleriyle-sohbetleriyle, tebliğlerini temsil eden hal ve hareketleriyle, satırlara ve sadırlara yazdıklarıyla nice kâmil insanlar yetiştirmişlerdir.
İşte bu altın silsilenin son dönemde yetişen gönül mimarların­dan, milletin inancı yönünden bunaltıldığı sıkıntılı bir dönemde in­sanları Hazret-i Peygamber (sallallâhü aleyhi ve sellem)'in yoluna çağıran ve Osmanlı'dan Cumhuriyete geçişteki kırılmaların hasarlarını azaltma yolunda gay­retler ortaya koyanlardan biri de Yozgat'tı Ahmed Şevki Ergin Hoca Efendi'dir.
Her büyük rûhu şekillendiren bir veya birkaç mürşit, her umma­nı besleyen bir kaynak, her kalbi yeşerten ve gönülleri doyuran manevî feyz ve irşad sofraları vardır. Onlar bir başka dil, bir başka kalem, bir başka mürekkep kullanır; böylece rahle-i tedrisinden geçen gönül erlerini insan-ı kâmil yapar ve okunmasına doyum olmayan mürettep dîvanlara dönüştürürler.
Bu sebeple biz de, Ahmed Şevki Ergin Hoca Efendi'yi anlatma­ya başlamadan önce, irşadıyla O'nun ruhunu şekillendiren, tasavvûfî terbiyeyi hayatına nakşeden, manevî sofralarında onu besleyen kay­naklardan ve yetiştiği ortamdan bahsetmek istiyoruz. Ayrıca bir husu­su daha zikretmemiz gerekir ki, Ahmed Şevki Ergin Hoca Efendi'nin bu manevî yolla alâkası daha çocukluğunda başlamış, aile ortamındaki dinî iklimde ilk temelleri atılmıştır. İklimin de sahibi olan 'Büyük Şeyh Efendi' olarak temayüz eden Hacı Ahmed Velî (kaddesellâhü sırrahu’l âlî) Hazretleri'nin manevî himmetleri de 'ilim, hâl ve amel yolu' olan tasavvufî hayata girmesi ve sevmesinde önemli tesirleri olmuştur. Zira insan şahsiyeti­nin oluşmasında maddî ve manevî eğitim temellerinin ailede atıldığı ilmen de inkâr edilemeyecek bir gerçektir.
Konumuza girmeden evvel şunu da ifade etmemiz gerekir ki gerçek Allah Teâlâ dostlarının medh ü senâ edilmeye ihtiyaçları yoktur. Çünkü onları Cenâb-ı Mevlâ sevmiş, derecelerini âlî eylemiş ve onları seveni de Zât'ı sevmiş saymıştır. Bu sebeple bizim onları sevmemiz ve yazmamız hem Rıza-yı Bârî'ye erişmek, hem füyûzât-ı Ilâhiye'den isti­fade etmek ve ettirmek, hem de tarihe not düşmek sadedindedir.
Hazreti Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellemin ashabından iki muhterem sahabînin [Süheyb Rûmî ve Ubeyd Gâzî (r.a.)] de makar ve makam olarak şereflendirdiği Çorum şehri, yine bu sahabîlerin himmetiyle zamanla evliyâ yurdu olmuştur. Bu toprağın bağrında nice velî kullar yetişmiştir. Velîler, ıssız ve karanlık gecelere yön veren yıldızlar gibi Anadolu'nun dört bir bucağında, köy kasaba demeden her yerde otağ kurmuşlar, yerleştikleri çorak arazi çevresindeki cahil halkı terbiye ve tenvir ederek, bunlar arasından olgun/kâmil insanlar yetiştirmişlerdir. Bunlar, Hak âşığı, Hak ve halk dostu mümtaz şahsiyetlerdir.
İşte Cenâb-ı Hakk'ın velîsi, halkın sevgilisi, seçkin kullardan biri­si de, Bozok diyarında dünyasını değiştirdikten sonra 'Kutb-ı Cihan' na­mıyla anılacak olan Dedikhasanlılı Şakir Efendi (kaddesellâhü sırrahu’l âlî)'yi hal-hamur edip yetiştiren büyük velî, Şîranlı (Çorumlu) Hacı Mustafa Efendi (kaddesellâhü sırrahu’l âlî)'dir.
Şakir Efendi (kaddesellâhü sırrahu’l âlî) Yozgat ve Kayseri Medreseleri'nde zamanın maddî ilimlerini tahsil ederek mükemmel bir surette yetiştikten sonra, Tokat, Amasya, Merzifon gibi çevre illeri dolaşarak vaaz ve dinî irşatlar­da bulunur ve halkla sohbet edip, gezdiği yerlerde ilimî münazaralar ya­pacak âlimler ararmış. Böyle bir seyahatten Merzifon'dan döndüğü sı­rada yolu Çorum'a uğramıştır. Şakir Efendi mânevî ilimlerden bî-behre olarak kuvvetli bir medrese tahsili gördüğü dönemde, tasavvufun bir ihtiyaç olduğuna inanmamaktadır. Fakat bu dönemde, kendisindeki üstün rûhî cevheri keşfeden Şiranlı Mustafa Rûmî Efendi (kaddesellâhü sırrahu’l âlî) onu bir seyahat dönüşünde ileride tafsilatıyla anlatılacağı gibi manevî çekim alanına dâhil eylemiş ve tekkesinde alıkoymuştur. Bu mağrur bendeyi bir seneden kısa bir sürede yoğurup yetiştirdikten sonra 'zülcenâheyn' olarak beldesine görevlendiren yüce velî Şîranlı Mustafa Efendi (kaddesellâhü sırrahu’l âlî)'yi rahmetle yâd etmeden ve O'nun rûhaniyetinden istimdâd etmeden nasıl geçilebilir.
http://www.dunyabulteni.net/haber/159713/corumda-uc-sahabe-mezari

Hacı Mustafa Efendi (kaddesellâhü sırrahu’l âlî) 1254/1838 tarihinde Şiran'da dünyaya gelmiştir. [Şeyh Hacı Mustafa Rumî Efendi için bk. E. Erkoç, Sahabe Evliyâ, Ulemâ Yurdu Çorum,(Çorum, 2008).] Dindar bir aileye mensup olup dört yaşında iken okumaya babasından başlamış, Trabzon, Tokat ve daha sonra da iki yıl devam et­tiği Uşak medreselerinden dinî ilimlerde birçok icazetler aldıktan son­ra, kendisindeki kabiliyeti keşfeden hocasının tavsiyesiyle, heybesinin dinî-manevî ilimlerden boş kalan gözünü doldurmak ve mürşidini bul­mak üzere Hicaz'a gitmiş. Mekke-i Mükerreme'de tanıştığı Abdullah Erzincanî'nin halifesi Yahya Dağıstânî'ye intisap ederek seyr-i sülûke başlamıştır. Yedi senenin sonunda kalp gözü açılmış kâmil bir mürşid olarak memleketine dönmüştür.
Çorum'dan Afyon'a kadar uzanan sahada irşad faaliyetlerini yürütmekle beraber gönlü Allah Teâlâ ve Hz. Peygamber (sallallâhü aleyhi ve sellem) aşkıyla yanıp tüter. Hacı Mustafa Efendi (kaddesellâhü sırrahu’l âlî), irşadın kâl ile değil hâl ile olma­sına bilhassa dikkat eder, sözüyle yaşayışının âhenk içinde olmasına özel bir itina gösterirdi. Tasavvuf yoluna baş koyanların önce nefisle­rindeki gururu atmaları gerektiğini önde tutardı. Dervişlik için kendi­sine gelenlerin hallerine keşfiyle vâkıf olduğu için, onları azarlamadan mutedil ve etkileyici misâllerle hemen yumuşatır, cazibesiyle muhab­bet halkasına alır ve gerekli dersini telkin ederdi.
Çevresinde Hz. Pir diye anılan Şiranlı Hacı Mustafa Rûmî Efen­di (kaddesellâhü sırrahu’l âlî), İlâhî aşk ile şiirler de yazmıştır. Şu mısralar O'nun İlâhî aşk duygularının güzel örneklerindendir: [E. Erkoç, aynı eser, s. 209.]
Ma'şûkumun güldür teni, ben gülzârı neylerem.
Aşkın çölii makber bana, başka mezarı neylerem.
Bülbül niçin verdin gönül, rengi solan bir goncaya,
Solmaz benim gonca gülüm, fânî bahân neylerem.
Tek hücreli evdir gönül, sığmaz ona bin bir emel,
Tek dilbere verdim gönül, başka nigârı neylerem.
Çorum'da yerleştikten sonra artık Çorumlu Pîr diye de anılan Şiranlı Pîr, Çorum merkez olmak üzere Samsun, Amasya, Tokat, Sivas, Darende ve Afyon'a kadar uzanan sahalarda irşad faaliyetlerinde bu­lunmuş ve pek çok taraftar ve halîfe yetiştirmiştir. Halîfelerinin sayısı çok olmasına rağmen meşhur olan birkaç halîfesi şunlardır: Tokatlı Hacı Salih Efendi (kaddesellâhü sırrahu’l âlî), Bayburtlu Ahmed Efendi (kaddesellâhü sırrahu’l âlî), Tokatlı Mustafa Hâkî Efendi (kaddesellâhü sırrahu’l âlî), [Bu zât 1336 (1920) yılında vefat etmiş olup, kabri Fatih Camii’nin ön hazîresindedir.]  Niksarlı Ahmed Efendi (kaddesellâhü sırrahu’l âlî), Sivaslı Mustafa Takî Efendi (kaddesellâhü sırrahu’l âlî), Tosya Çeviklili Mehmet Giılşen Efendi (kaddesellâhü sırrahu’l âlî), Torullu Hacı Osman Efendi (kaddesellâhü sırrahu’l âlî), Alucralı Hacı Haşan Efendi (kaddesellâhü sırrahu’l âlî) ve oğlu Hacı Faik Efendi (kaddesellâhü sırrahu’l âlî). Halifelerinin tamamı bunlardan ibaret olmayıp daha başka halifeleri de vardır.
Hazret-i Pîr, birden fazla evlilik yapmış ve yedi defa Hacca git­miştir. Tokatlı, zengin ve cömertliğiyle meşhur olan son hanımı, efendi­sindeki İlâhî cevheri ve Hak yolundaki canla ve malla olan cihâd aşkını büyük bir ferasetle keşfetmiş olacak ki; sadaka-i cariye olacak hayır hiz­metlerinde bulunmak üzere bütün servetini kocasına teslim edip ken­disi de ona hizmet ve itaata köle gibi teslim olmuştur. Yedincisi olan son haccına bu hanımı ve dört oğluyla beraber gitmişler, Hac görevini ifa ettikten sonra Medine-i Münevvere'de rahatsızlanmış ve bu kutlu diyarda Hakk'a yürümüş, ondan üç gün sonra hanımı da orada vefat etmiştir. İkisinin de kabri Bakî' (Cennetü'l-Bakî') kabristanında Hz. Os­man (r.a.)'ın kabri yanındadır. Bu zatın vefat tarihi olarak değişik iki tarih zikredilmekle beraber, bu konuda araştırma yapanlarca daha çok Rûmî 1315/M-1899 tarihinin doğru olduğu kabul görmektedir.[1]

'Altın Silsile'nin nûrânî birer halkası olan güzel insanlar, 'İslâm ve iman' sevdâsıyla 'acıyı bal eylediler' ve Anadolu'nun pek çok yerin­de yaşayan insanlara ufuk oldular, kısacık insan ömrüne nice güzellik­ler sığdırdılar. Allah (c.c.)'m inâyetiyle rahmet olup gönüllere yağdılar, karanlıkların bağrına güneş olup doğdular ve herkesi Ehl-i Sünnet çiz­gisine ve Muhammedi bir hayata çağırdılar. Onlar, isimleri farklı olsa da, yaşadıkları mekân ve zaman değişse de; istikametleri, niyetleri, himmet ve hizmetleri aynı noktada buluşan ve 'Allah Dostları' diye tesmiye olunan kutsal gönüllü insanlardır. İşte bu güzel insanlardan birisi de Şeyhzâde Ahmed Efendi (kaddesellâhü sırrahu’l âlî)'nin yetişmesinde çok büyük emeği olan Dedikhasanlılı Şakir Efendi (kaddesellâhü sırrahu’l âlî)'dir.
Dedikhasanlılı Şakir Efendi aslen, Kayseri'nin Cami-i Kebir Mahallesi'nde yerleşmiş Cücezâdeler ailesindendir. Babası İlmiyeye mensup Hoca Ali Efendi, annesi Ayşe Hanım'dır. Hoca Ali Efendi, ailesiyle beraber, Kayseri'den göçerek Sorgun ilçesinin Gedikhasanlı köyü­ne yerleşmiştir. Köyün adı daha sonra Dedikhasanlı olarak değişmiştir. Şakir Efendi (kaddesellâhü sırrahu’l âlî), Hoca Ali Efendi'nin üç çocuğundan ortanca oğlu­dur. H. 1269/M. 1853 tarihinde Dedikhasanlı köyünde dünyaya gelmiş­tir. İlk dinî bilgilerini ve Kur'ân derslerini babasından aldıktan sonra, önce Osmanpaşa daha sonra da Kayseri medreselerinde zamanın meş­hur âlimlerinden Küçük Hafız Hoca Efendi (1822-1897), Müridzâde ve diğer ülemâdan Usul, Fıkıh, Hadis ve Tefsir esas olmak üzere dinî ilimlerdeki tahsilini tamamlamış, icazetlerini aldıktan sonra Yozgat'a gelmiştir. Dedikhasanlılı Şakir Efendi (kaddesellâhü sırrahu’l âlî)'nin en çok etkisinde kaldığı ve feyz alıp hatıralarıyla yaşadığı hocası Müridzâde Ali Efendi (1835- 1935) olmuştur.[2] Medrese mezuniyetini müteakip Kayseri'de Emine Hanım'la evlenmiş, bu hanımın 1917 yılında vefatı üzerine, Yozgat- Sorgun'da Atiye Hanım'la ikinci izdivacını yapmıştır.
Yozgat'ta Şevkî Efendi Medresesi'nde ve Demirli Medrese'de daha çok tefsir ağırlıklı başarılı dersler vermeye başlamış. Bir taraftan da Ramazan aylarında ve çeşitli vesilelerle Tokat, Amasya, Merzifon taraflarında vaaz ve sohbetler yapmak üzere dolaşmıştır. Talebelikteki keskin zekâsıyla sınıf arkadaşlarıyla yaptığı ders tartışmalarının alış­kanlığı, bu yaşlarda da devam etmiştir. İlmine güvenip gezdiği yer­lerde İlmî tartışmalar yapacak hocalar arayan ve her karşılaştığı hoca efendiye soru sorup münazara açan bir huya sahipmiş. İşte böyle bir seyahatten dönerken, tasavvuf neşvesinden bihaber klâsik medrese ilmiyle mücehhez fakat batmî dünyadan dağarcığına bir şey koymak nasip olmadığını ve mükemmel bir ruh aydınlığına sahip olduğunu uzaktan keşfeden Şiranlı Velî Mustafa Rûmî Efendi (kaddesellâhü sırrahu’l âlî) dervişlerden birini Merzifon yoluna çıkararak; 'Gelen her yolcuya nereli ve adının ne olduğunu sor. Yozgat'lı Şakir diye bir Molla'yı bulunca, Şeyh Efendi sizi tek­kede bekliyor, buyurun de ve al buraya getir.' emrini verir. Derviş efendi de her gelen yolcudan sorarak Şakir Efendi'yi bulmuş ve Şeyh Efendi'nin huzuruna getirmiştir.
Gelirken de 'bu şeyh efendi beni nereden biliyor, acaba ne için çağırdı bakalım. Belki bana soru soracak, ben de ona şöyle sorular so­rarım' diye kafasında birçok şeyler tasarlayarak Şeyh Mustafa Efendi (kaddesellâhü sırrahu’l âlî)'nin huzuruna kadar getirilir. Gelir amma, daha ilk karşılaşmada Şeyh Efendi, 'Gel bakalım ilmiyle mağrur molla (kör) Şakir' hitabıyla bütün havayı alt üst eder. Şakir Efendi'nin münazara için tasarladıklarının hepsi hafızasından silinir. Bu andan itibaren münazara yerine ciddî bir etkilenme başlar. Hâl hatır sorup hoş beşten sonra, sofra kurulur. Şeyh Efendi'nin önüne (biri sıcak et yemeği, diğeri soğuk hoşaf için iki kaşık getirilir. Molla Şakir Efendi, Şeyh Efendi'nin kibirden iki kaşık kullan­dığını zannederek tenkit edecek bir husus bulduğunu düşünür. Her defasında olduğu gibi Şeyh Efendi, bu sefer de yüksek ses ve yumuşak bir edâ ile sohbet eder gibi, ortaya: 'Hocalık taslıyorlar, Hz. Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellemin sünnetinden, sofrada yemek yemenin âdabından haberleri yok' diye cevap verir. Molla Şakir, biraz düşündükten sonra, hatâ yaptığını ve tasarladığı sorunun da yersizliğini idrak eder. Huzurdaki bu hırpalama birkaç defa daha devam ettikten sonra Şeyh Efendi, Molla Şakir'e dö­nerek: 'Molla Efendi bir aşr-i şerif oku da cemaat dinlesin' der demesine de Molla Şakir Efendi baştan-aşağı şimdiye kadar medresede öğren­dikleri de dâhil her şeyi unutur. Hiçbir şey hatırlayamaz. Hattâ, Eûzü besmele'yi bile hatırlamaz ki okusun. Okuyamaz. Son derece mahcup olur. Şeyh Efendi'nin ayaklarına kapanır, elini öper özür diler. O gün­den itibaren bende olup yanında kalmak istediğini Şeyh Efendi'ye arz eder.
Kabul gören bu talep son derece memnuniyet vericidir. Sağlam bir şeriat ilimleri tahsili üzerine, kâmil ve mükemmil aynı zamanda muktedir bir mürşidin eşiğinde başladığı bu manevî eğitimin merha­leleri Şakir Efendi için hayatının en zevkli ve feyizli devresi olmuştur.
Çorum'da bulunduğu sürede kısa zamanda tasavvufta kazan­dığı mevki ve dereceler vesilesiyle diğer talebelerin gıpta edip imren­dikleri kişi olmuştur. Şakir Efendi, ciddî bir riyazetten sonra manevî olgunluk çağma da ermiştir. Şeyh Mustafa Efendi (kaddesellâhü sırrahu’l âlî)'nin yanında bazen şehirde dolaşmaları, bazen Hıdırlık Kabristanı'na Sahabe kabir­lerini ziyarete gitmeleri, halk nazarında Molla Şakir Efendi'nin, Şeyh Mustafa Efendi (kaddesellâhü sırrahu’l âlî)'nin yanında en gözde ve önde gelen talebesi ol­duğu kanaatini uyandırmıştır. Hocası'nın müsaadesiyle, Çorum Mer­kez Camii'nde halka etkili vaaz ve nasihatlar da etmeye başlamıştır. Kısa sürede, tekkedeki dervişlerin de itibar ettiği bir molla-derviş olur. Zaman zaman arkadaşlarıyla da sohbetler eder. Onun bu denli terakkî etmesi bazı dervişlerin kıskançlıklarının artmasına da yol açmıştır.
Şiranlı Hoca Efendi'nin hân-gâhında memleketin dört bir ya­nından gelmiş hizmet eden ve tekkenin bir bölümünde riyazet için ayrılmış mahal-i mahsusunda riyazet geçiren, sırr-ı Rahmân'a müştâk olup himmet bekleyen nice şâgirdleri vardır. Bunlar, her daim huzur­da kendilerine buyurulacak bir işareti muntazırdırlar. Aralarında Molla Şakir Efendi gibi riyazetten geçmiş, kemâlât ufkunu müdrik dervişler de bulunmaktadır. Bunlardan birisi de ilerde Çorum Müftüsü olacak Derviş Mustafa Efendi'dir.
Derviş Mustafa Efendi, Şakir Efendi ile beraber riyazette iken bir rüyâ görür ve rüyâsını arkadaşı Şakir Efendi'ye anlatır. Rüyâsında 'Şeyhi ve hocası Şiranlı Mustafa Efendi (kaddesellâhü sırrahu’l âlî)'nin Rabbine iki kurban hediye ettiğini' söyler. Şakir Efendi o rüyayı şu şekilde tevil eder:
Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem birisi kendine, diğeri damadına ol­mak üzere iki kurban keserlerdi. Allahu alem, Şeyh Efendi sana kızını vere­cek, onun damadı olacaksın , diye ileriye dönük bir mükâşefede bulunur. Bir zaman sonra Kürt Hacı Mustafa Efendi (kaddesellâhü sırrahu’l âlî) (1856-1946) diye ün­lenecek olan bu derviş, zaman içinde hem, Şeyh Mustafa Rûmî (kaddesellâhü sırrahu’l âlî) Efendi'nin damadı olur, hem de Çorum Müftülüğü yapar.
Tekkeye zaten müsbet ve şer'î ilimlerle memlû ve bu haliyle de mağrûr olarak gelen Molla Şakir, Şiranlı Velî'nin tekkesinde O'nun rûhanî himmet-i kâmilesiyle hâl-hamur edilerek kemâle ermiştir. Ho- cası-şeyhi Şiranlı Mustafa Rûmî Efendi (kaddesellâhü sırrahu’l âlî), O'nun nefsindeki benliği yok edip, rûh âleminin yüceliklerine pervâz edecek mertebeye yetiştir­dikten sonra, artık bir an önce tekkeden ayrılma vaktinin geldiğini dü­şünerek, Şakir Efendi'yi hizmet ve irşat göreviyle memleketi Yozgat'a yetkili olarak göndermiştir.
Şakir Efendi'nin cennet-mekân, Şiranlı Hoca Efendi'den hilâfet alıp Yozgat'a döndükten sonra, Çorum'da geçirdiği manevî eğitim ve kazancını şu veciz cümlelerle ifade ettiğini Efendi Babam'dan dinle­miştim:
"Yıllarca medrese tahsilinden sonra çıkıp da hocayım diye di­yar diyar gezdiğim dönemdeki bildiklerim ve ilmim, meğerse bir zar­fın üzerindeki adresten ibaretmiş. Halbuki zarfın içindeki asıl ilim ve malûmattan hiç haberim yokmuş. Şiranlı Hazretleri, beni zarfın içinden haberdar etti. Kendilerine diinyâ-âhiret minnettarım" buyurmuşlardır.
Yozgat'a geldikten sonra Şevkî Efendi Medresesi'nde ve daha sonra da Çapanoğulları tarafından tesis edilmiş olup devrinin ve böl­genin meşhur hoca efendilerinin toplandığı Demirli Medrese'de Tef­sir dersleri vermeye başlamıştır. Bu medresede, kendisi gibi nice kâmil hocalarla beraberliğin hazzıyla verdiği dersler, Şakir Efendi (kaddesellâhü sırrahu’l âlî)'nin mâneviyatını daha da yükseltmiş, Kur'ân âyetlerini tefsir ve izahtaki üstün kudreti, kabiliyet ve İlmî nüfûzu ulemâ ve medrese çevresinde takdire şâyân bir şöhret bulmuştur.
Demirli Medrese'deki hocalığı, Cumhuriyet'ten önce ve sonra da devam etmiştir. Bu arada, bir süre de Osmanpaşa Medresesi'nde hocalık yaptıktan sonra medrese eğitimi tamamen yasaklanmasıyla birlikte kendi köyü Dedikhasanlı'ya dönmüş, burada hem hoca, hem camide İmam olarak irşad ve hizmete devam etmiştir.
Şakir Efendi (kaddesellâhü sırrahu’l âlî) merhumun Çapanoğulları'nın ikbal dönemin­de Yozgat'ta kurdukları Demirli Medrese'deki hocalığı, Cumhuriyet'ten önce ve sonra olmak üzere devam etmiştir. Tefsir ve Hadis müderrisi (hocası) olmuş, daha sonra, bir zamanlar Osmanpaşa Medresesi'nde Ulûm-i Diniye ve Arabiye okutmuştur.
Dedikhasanlılı Şakir Efendi (kaddesellâhü sırrahu’l âlî) 1924'te Medreselerin tamamen kapatılmasından sonra, yaşı da ilerlediği için, kaderine sitem ederek köyüne çekilmiştir. Zaman içinde, hikmet ve şöhreti her tarafa yayı­lan meşhur hoca sadece Şeyhzâde Ahmed Efendi'nin değil çevre köy ve kasabaların tamamının dert babası, hallâl-ı meşâkili muhterem bir zâttır. Köydeki odası, günün her saatinde açıktı. Burada, gelen ziyaret­çilerin kimine hoca olur, mesele çözer, kiminin aile anlaşmazlıklarına çâre olur fetvâ verirdi. Yolsuzlara yol tarif eder, cahillere de din öğre­tirdi. O, her daim halkın içinde, beş vakit camide cemaatin önünde, kâmil bir Şeyh Efendi, olgun bir müderris, fakat görünüşte sadece bir köy imamıdır. İlerleyen yaşma rağmen, vatandaşa hizmet edip faydalı olma azmiyle dünyasını değişinceye kadar, doğduğu köyün imam ve hatibi olarak görev yapmıştır.
Medrese hocalığı, Osmanlı Devleti'nin çöktüğü ve Cumhuriye­tin de kurum ve kurallarıyla tam olarak yerleşmediği bir döneme rast­lar. O yıllarındaki siyasî rejimin baskın durumu bir yanda, öte yanda halkın mahrumiyet ve sefalet içinde oluşu, Şakir Efendi (kaddesellâhü sırrahu’l âlî)'yi tered­dütlere sürüklemiştir.
Gittikçe artan aile nüfusunu cüz'î bir müderrislik maaşıyla zor geçindirdiğinden, hayat şartları onu ata ocağı olan köyüne dönerek çiftçilik yapmaya yönlendirmiştir. Bu sayede, gönlünce İslâmî hayatı tam olarak yaşamış, edep ve ahlâkından tâviz vermemiş olmakla bera­ber, yeni rejimin uygulamalarını hep tereddütle ve endişeyle karşıla­mıştır. Gelişen yeniliğe ve değişikliklere hiç bir şekilde ayak uydurmak için gayret de göstermemiştir. Netice olarak, kendini yalnızlığa bırak­mış, kabuğuna çekilmiş, köyde ne şehirli gibi yaşayabilmiş, ne de kendi köyünde tam bir köylü olabilmiştir. Bu haliyle açık arazide yetişen tek bir meyve ağacı gibi, bulunduğu yerde, ilmiyle-irfanıyla etrafına fayda­lı olmaya gayret etmiştir.
Konyalı Mehmed Vehbi Efendi'nin Hulâsatul-Beyan, Kur'ân Tefsiri'nin 1928 yılında üçüncü baskısı ciltler halinde yeniden basılma­ya başlayınca, Efendi Babam ilk iki cildi alıp hocası Şakir Efendi'ye gös­termeye getirmiş. Hocaefendi, bir kısım âyetlerin meâl ve tefsirlerini inceledikten sonra, lehte ve aleyhte bir şey söylemeden, hayıflanır gibi, başını sağa sola salladıktan sonra sükût geçmiş. Biraz sonra Efendi Ba­bam kendisine:
'Hocam, bu kadar ilminiz ve tecrübenizle siz neden bir eser yazıp, ilminizi yazıya nakletmediniz?' diye sorduğunda ise, cevap olarak: 'Ah evlâdım âh! Bu kadarını tahâyyül edemedim, işin bu kadar ileri gideceğini, her şeyin bu kadar değiştirileceğini, sonunda da ilim ve ilim adamı diye bir şey kalmayacağını tahmin edemedim. Yaptıkları yenilikler adına onlar nasıl her şeyi bitirdilerse, içine kapandığım bu köy hayatı da beni böylece bitirdi.' demiştir.
Ömrünün son yıllarını, cahil köy halkı arasında kendi kazancıy­la geçinip, hâlisane düşüncelerle geçirmeye mecbur kaldığı bu gidişat, onu çok, pek çok sıkmaktadır. Buna rağmen, olup bitenlere katlanmak­tan başka çaresi de yoktur. İşte, Şinasi'ye ait olduğunu hatırladığım şu beyit, gâliba onun bu hâlini tarif için söylenmiş gibidir.
'Bed-baht ona derler ki elinde cühelanın,
Kalır olmak için kesb-i kemâl-i hüner eyler.'
Vücutça sıhhatli olmasına rağmen Dedikhasanlılı Şakir Efendi (kaddesellâhü sırrahu’l âlî) ömrünün son yıllarında iki gözünü birden kaybetmiştir. Bu ha­line rağmen, normal zamanlarında olduğu gibi camiye ve cemaate de­vam etmiştir. Bundan sonraki hayatında keşfi ve kerameti daha çok zahir olmuştur. Bu sebeple de çareyi Hoca'da bulmak isteyen halkın rağbeti azalmamış ve ziyaretçileri de eksik olmamıştır.
Nihayet, 1937 yılının 5 Haziran Cuma gecesi da'vet-i İlâhî vâkî olup Hakk'a yürüdüğünde vasiyeti üzerine köy kabristanına defnedil- miştir. Vefatından sonra mübarek kabri de nice hasta, dertli, çaresiz müslümanın ziyaret ettiği uğrak yeri olmuştur. Sağlığında kabrinin üzerinin kapatılmamasını vasiyet ettiği için üzerine türbe yapılmamış­tır.

Şakir Efendi (kaddesellâhü sırrahu’l âlî)'nin Kabr-i Şerifi
Buna rağmen Hoca Efendi'nin velâyet ve rûhaniyetinin yük­sekliği ve himmetiyle ziyaretgâh haline gelen kabri ve çevresi her dö­nemde ayrı bir îmar görmüştür. Son dönemde, ona karşı gönül bağı ve sonsuz sevgisi olan hayırsever iş adamı Hacı Bilâl Şahin Bey, Hazret'in ziyaretgâh olan kabri merkez olmak üzere, köyü dâhil tüm çevresini imar etmiştir. Muazzam külliye şeklinde inşa edilen cami, müştemilâtı, medrese, Kur'ân Kursu ve ilâve tesisleri, halka ve ziyaret için gelenlere devamlı hizmet vermektedir.
Kanaatimizce, ilim, irfan ve marifet sahibi olan muhterem Hoca Efendi'nin ilmi ve meslekî birikimlerini değerlendirme, kendi biyogra­fisini, geçmişini, ailesi ve soyu-sülâlesi hakkında birçok şeyleri, gelene­ğe bağlı olarak, yazmaması mümkün değildir ve mutlaka birçok şeyler yazmıştır. Ne yazık ki, elimizde bu konuda bir vesika bile bulunma­maktadır. Cennetmekân Hoca Efendi'nin ailesi kalabalık bir nüfusa sa­hip olmasına rağmen, Hoca Efendi'nin çocuklarından/neslinden oku­yan ve O'na halef olacak kimse yetişmemiş olması da bu mevkûtelerin bulunmamasında çok önemli bir âmil olmuştur. Üzüntü ile ifade etmek gerekir ki, ailesini temsil eden neslinin elinde tek yaprak bile olsun bir yazılı vesika yoktur.
Anadolu'da eskiden kötü bir âdet vardı. Bir yerde bir Hoca Efendi vefat etti mi, çevreden gelip cenazeye iştirak eden tanıdıklar ve özellikle okuryazar olanlar ve hocaların her biri, vefat eden Hocanın kitaplarından veya ona ait eşyadan birşeyler alır 'Bu batın Hoca'nın hatırası olsun, O'nu çok severdim.' diyerek alıp götürürlerdi. Muhtemeldir ki Şakir Efendi'ye ait birçok malzeme de bu şekilde yok olmuştur. Eğer bunlardan da arta kalan kitap-defter gibi bir şey varsa, harf devrimini yaşayan ve bunların kıymetini bilemeyecek bir neslin eline düşmüş ol­ması da yok olmaları için yeterli bir sebeptir. Tek parti döneminde, köy kasaba gibi taşra yerleşim yerlerinde uygulanan baskılı rejim sonucu, jandarma ve karakol dayağı korkusuyla nesillerin elinde bulunan eski yazılı her türlü kitap ve vesikanın yakılarak veya topraklara gömülerek imha edilmesi yaşanılmış hazin bir gerçektir.
Şakir Efendi (kaddesellâhü sırrahu’l âlî) Cennetmekân ile ilgili bilinen ve anlatılan­ların çoğu O'nun Yozgat'a geldikten sonraki ve köydeki hayatına dair yaşadığı olaylar ve nakledilen menkıbelerden ibarettir. Bunların büyük bir ekseriyetini ise kendisine madden ve mânen yakın talebesi Efendi Babam'dan birinci ağızdan dinlediklerimiz teşkil etmektedir. Maalesef, onun ne tahsil hayatıyla, ne de müderrislik yaptığı yerler ve görevle­riyle ilgili resmî bir kayıt veya vesikaya bu güne kadar ulaşılamamıştır. Bu konuda, Başbakanlık Cumhuriyet ve Osmanlı Arşivleri, Meşihat Ar­şivi, Vakıflar ve Millî Kütüphane koleksiyonları dâhil, ilgili yerlerdeki araştırmalarımız devam etmektedir. Şakir Efendi'ye ait 1 Temmuz 1329 tarihinde Müstehikkîn-i İlmiye'den olup, Rical-i İlmiye Tertibi'nden maaş aldığını gösterir belge ise, Yozgat eski Müftüsü Mehmed Hüsnü Efendi'nin (1274[1858-9]-1919) Meşihat Arşivi'ndeki dosyasında görül­müştür.
Yozgat Müftüsü Mehmed Hulûsi Efendi tarafından Şakir Efendi'nin mezar taşı için yazdığı manzûme [3]
Bilüb Şakir Efendi etmedi bu fâniye rağbet,
Ferıâ darını âlâm ü kederden dopdolu mihnet.
Çekiliib hâne-i uzlet-sarây-ı kalbine (kabrine) el-hâk
Edüb tenvir derûnunu Hiidâ'ya eyledi rağbet.
Erince irciî emri uçup ol rûh-i mardiyye,
Karar etdi selâmetle yerine, Ravza-i Cennet.
Kabrin baştaşı kitabesi
Ey züvvâr kabrin medfûnu fuzalâ-yı kiram
Şakir Efendi merhûm ülemâ-i benâm.
Ceıınet'de (el) Firdevs-i a'lâ, olsun makam,
Fatiha ihdâ eyle ve Rasûle Salât ü selâm.
Kabrin ayak taşı kitabesi
Merhûm ve Mağfûr'un leh fuzalâ-i asırdan Cennet-mekân Şakir Efendi
Rûhuna el-Fâtiha
'Fenâdan azm edüp Şakir Efendi dâr-ı ukbâya
'Erişdi rûh-i pâki bak bu dem firdevs-i âlâya'[4]
Halk arasında Cennetmekân Şakir Efendi (kaddesellâhü sırrahu’l âlî) hakkında, bir kısmı anonim olan menkıbeler anlatılmaktadır.[5]
Sh: 23-40
Kaynak: GONUL UFKUNDA ŞEYH- BİR ŞEYHZÂDE Dr. Ali Şakir ERGİN, 2. Baskı: Kasım 2014 Yozgat


[1] E. Erkoç, aynı eser, s. 216
[2] S. B. Kapusuzoğlu, Şakir Efendi’nin hocaları arasında Kızıldı Hacı Kasını Efendi (d. 1843- ölm.l924)’yi zikretmekte ise de ister resmî kayıt, ister naklî rivayet kaydı esas alınsın, araların­daki (3-10) arası yaş farkı Kızıklı Kasım Efendi'nin Şakir Efendi’nin hocası olmasına uygun düşmeyeceği, belki medrese arkadaşı olabilecek muasırı olmasına denk geleceği kadardır. Bu bilginin doğruluğu şüphelidir. Bkz: B. Kapusuzoğlu, Şeyhu’I-Ulema Şakir Efendi, Sorgun Be­lediyesi Yayını 5, Öncü Basımevi, Ankara, 2011, s. 39.
[3] Yozgat Müftüsü (Büyük Müftü Efendi) Mehmet Hulûsî Efendi tarafından yazılan bu kitabe mezar taşma yazılmış ancak, mezardaki tadil dolayısıyla bu kitâbe artık okunamaz hâle gel­miştir.
[4] Yozgatlı halk şairi Gamlı (Gamlı Baba) (1883-1934) tarafından tarih beyti olarak söylenmiş ve mezar taşına yazılmıştır.
[5] Bunlar için bakınız: S. Burhaneddin Kapusuzoğlu, Şeyhu ’l-UIemâ Şakir Efendi. Sorgun Be­lediyesi Yayınları 5, Öncü Basımevi, Ankara 2011

Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.

Benzer Yazılar

Yorumlar