Print Friendly and PDF

Lütfi FİLİZ (Fâni) - Abdülaziz ŞENOL (Kenzî)



Lütfi Filiz, Osmanlıların son dönemlerinde pek çok cephede savaşların hüküm sürdüğü bir dönemde, bir Anadolu kasabası olan İzmir’in Tire ilçesinde 1911 yılında dünyaya geldi. İkisi kız yedi kardeşten beşincisidir. O doğduğunda, üç ağabeyinden biri Galiçya, biri Kafkasya ve biri de Trablus cephelerinde savaşmaktaydılar.
Lütfi Filiz’in ailesi, o zaman için varlıklı sayılabilecek bir durumdaydı. Babası Abdurrahman Efendi, saatçilikle geçimini temin ederdi. Bu yüzden Tire’de aile lakapları saatçiler’di. Babası, mesleğini öğrendiği Ermeni ustasının hastalığının son anına kadar hizmetinde bulunacak kadar vefalı idi. Ustasına karşı gösterdiği bu vefadan dolayı, İzmir’de yaşayan büyük saat tüccarlarından olan Nacaryan’lar Abdurrahman Efendiye zaman içinde çok yardımda bulunmuşlardır.
Birinci Dünya Savaşının birinci yılı 1915’te, Rum mahallesinde başlayan yangın önü alınamayarak büyümüş ve Tire’nin yarısından fazlasını yakıp kül etmişti. Bu büyük yangında ancak canlarını kurtarabilen Abdurrahman Efendi ve Ayşe Hanım, küçük Lütfi ile birlikte Tire’nin Karacaali köyüne giderek akrabalarından birine sığınmışlar ve orada küçük bir evde bir yıl kendilerini toparlayıncaya kadar kalmışlardır.
Köyde geçen bu süre, küçük Lütfi’nin babası tarafından en yoğun olarak eğitildiği dönem olmuştur. Her gün işinden eve dönen baba, küçük Lütfi’yi önüne alıp Kuran’dan bir sayfa ezberletmiş ve beş yaşında Kuran’ı hatmettirmiştir. İlk okula başladığı yedi yaşında okumayı bildiği için ikinci sınıfa atlamış, o zamanlar altı sınıf olan ilk okulu beş yılda tamamlamıştır. Daha sonra medreseye gitmiş ve bir yıl sonra kapatılmasından dolayı tahsil hayatı yarım kalarak baba mesleği olan saatçiliğe başlamıştır.
15 yaşına geldiğinde Tire’de saatçiliğini geliştiremeyeceğini anlayarak İzmir’e gitmiş iyi bir ustaya üç yıl hizmet ettikten sonra on sekiz yaşında Tire’ye tekrar dönmüş ve kendi dükkanının başına geçmiştir.
1932 yılında ilk askerliğini İzmir’de Hilal kışlasında muharebeci olarak tamamlamıştır. 1934 yılında çıkan soyadı kanunu ile ‘Filiz’ soyadını seçmiştir. 1938 yılında, 27 yaşında iken 49 yıl birlikte hayat süreceği Nuriye Hanım ile evlendi. Bu evlilikten ilk ikisi kız olmak üzere dört çocuğu oldu. İlk çocuğu bir yaşında iken patlak veren İkinci Dünya savaşı üzerine seferberlik ilanıyla ihtiyat askeri olarak Gelibolu yarımadasına giderek bir yıl daha askerlik yaptı.
Lütfi Filiz çok küçük yaşlarında itibaren müziğe karşı ilgili ve duyarlıydı. Daha bebekliğinde, annesinin söylediği ilahilerle babasının kucağında uyumayı severdi. Yaşı ilerledikçe bu merak daha da artmış ud çalmaya heveslenmiştir. İlk başlarda evde gizlice başlayan ud çalma hevesi, sonraları, özellikle mesire yerleri çok olan Tire’de, gençlik yıllarında musikî alemlerinde devam etmiştir. Musikiye olan ilgisini hoş karşılamayan babasını bir laf oyunu ile kandırmış “alay çalgısı” olarak babasına bahsettiği ve cumhuriyet sonrasında kurulan Tire Cumhuriyet Halk Fırkası Bandosunda uzun yıllar trompet ve flüt çalmıştır. Çekoslovakya’dan gelen bando hocası Mösyö Slavo’nun ısrarı üzerine keman çalmaya başlamış, o dönemlerde büyük bir ihtişamla kutlanan cumhuriyet balolarında ikinci keman olarak yer almıştır. 45 yaşından sonra tasavvuf düşüncesinin de etkisiyle neye merak salmış ve Tire Musikî ve Sahne Sevenler Cemiyetini kurmuş bu cemiyete zamanın hocalarından Arif Sami Toker’i getirmiş ve 1955-1960 yılları arasında pek çok halk ve radyo konserine katılmıştır. Bestelediği ilahilerin temelindeki Türk müziği bilgisini bu dönemde almıştır.
Lütfi Filiz’in hayatındaki en büyük değişim otuz dört yaşındayken gerçekleşmiştir. İçinde durmak bilmez hakikat arayışı, onu ilk efendisi Osman Dedeye kavuşturdu. Osman Dedeyi tanıyıncaya kadar olan hayatında şeri kurallara sıkıca bağlı olan Lütfi Filiz’in hakikat ilmini öğrenmeye başlamasıyla hayatında pek çok şey değişmeye başladı. Babası Bektaşi olan Osman Dede, Melami mertebelerini tamamladıktan sonra bin bir gün çilesini Kahire Ateşbâz-ı Velî Asitânesinde doldurmuş bir Mevlevî dedesi idi. Kahire’den dönüşünde, önce Konya’ya geçmiş, oradan davet üzerine hayatının son beş yılını geçireceği Tire’ye gelmiştir. Mevlevî olarak tanındığı Tire’de ömrünün son demine kadar Lütfi Filiz’i yetiştirmeye devam etmiştir.
Lütfü Filiz, 1949 senesinde Osman Dedeyi kaybettikten sonra, on sene kadar bir manevi boşluk dönemi geçirdi. Tire’de Şevki Dede adında bir zâkir başı var idi. Lütfü Filiz, Şevki Dedeye ” Dedem, sen gittiğin yerlerde boş adamlarla görüşmezsin. Görüştüğün kimselere benden selam söyle ” der, Şevki Dede de İzmir’e gittiğinde görüştüğü Aziz Şenol’a Lütfü Filiz’in selamlarını götürürmüş. Böylece yüz yüze bir tanışma olmasa da Aziz Efendi ile aralarında bir selamlaşma gerçekleşmiş ve müşterek bir dost vasıtasıyla tanışmışlardı.
Selamı Aziz Dedeye ileten Şevki Dedenin bu konuşmasından bir yıl sonra Lütfi Filiz İzmir’in Kemeraltı semtinde Şapkacı Aziz Efendi olarak bilenen zatın dükkanına gitti ve ona;
“Ben kitab-ı kâinatı hatmetmiş sanırdım sevgilim
Kadd-i mevzunun görüp tekrar eliften başladım”
Diyerek kalben bağlandı.
Bu bağlanış Lütfi Filiz için yeni bir doğuş oldu ve gönlündeki birikim Aziz Dedenin de etkisiyle şiir, ilâhi ve besteye dönüştü. Fanî Divan’ını oluşturan şiirlerin pek çoğu onun bu döneminin meyveleridir. 1979 senesinde elli altı yıl aralıksın sürdürdüğü saatçilik mesleğini bıraktı. 1981 senesinin Mart ayının sekizinde Kenzî Aziz Şenol’un vefatından sonra kendisine verilen öğreticilik görevini üstlendi.
4 Eylül 1988’de 49 yıllık hayat arkadaşı Nuriye Hanımı kaybettikten sonra Tire’den ayrılıp çocuklarının yaşadığı İstanbul’a yerleşti ve Tire’ye sadece yaz aylarında gitmeye başladı.
1983-1988 yılları arasında yaptığı sohbetlerin toplanmasıyla oluşan bilgiler Noktanın Sonsuzluğu ismiyle dört cilt olarak 1998-2000 yılları arasında yayınlandı. (Pan Yayıncılık) Bestelemiş olduğu ilahiler, aynı isim altında önce nota olarak kitap halinde, daha sonra müzik albümü olarak yayınlandı. (2001, Pan Müzik)
Bu seriden olmak üzere Lütfi Filiz’in 1945’ten beri çeşitli dönemlerde aruz ve hece vezniyle yazmış olduğu şiirleri bir araya getirilerek elinizde bulunan Divan’ı oluşturuldu.
Tüm hayatı boyunca zamanın şartları gereğince okula gidemediği için üzüntü duyan Lütfi Filiz, tasavvuf felsefesini çok yalın bir dille anlattığı eserlerini, bir doğuşunda şöyle ifade etmektedir;
Faniyâ bu sözleri sen değilsin söyleyen
Nutk eden Hakk’ın dili, dilde tercüman benem
Yıkılan bir imparatorluğun son döneminde Sultan Reşat tahta iken doğan Vahdettin’in tahta cülûsunda şiirler okuyan, Kurtuluş Savaşının tüm sıkıntıları ve mahrumiyetlerine şahit olan, Cumhuriyet’in ilanını gören ve sonraki büyük değişimi yaşayan Lütfi Filiz, kendi asûde hayatı içinde aldığı bilgileri taliplerine aktarmış; 14.12.2007 tarihinde sevdiğine kavuşmuştur.

 
Lütfi Filiz’in ilk mürşidi Osman Nuri Semerci hakkında bilgileri, yine Lütfi Filiz’den öğreniyoruz. Lütfi Filiz’in anlattıklarına göre Osman Dede, bir Bektaşi’nin oğludur. Doğal olarak da Osman Efendi on sekiz yaşına geldiğinde Bektaşi olur ama bu yolda bazı sorularına cevap bulamaz.
Osman Dede askerliğini yaptığı esnada bir ara o zamanlar Osmanlı sınırları içinde olan Usturumca’da bulunur. O dönemde kafasında sorular vardır. Bu sorulara cevap verecek birisini aramaktadır. Kahvede oturduğu esnada kulağı kenar masaya komşu olur ve konuşulanları dinlemeye başlar. Burada konuşulanlar babasına sorup da alamadığı cevaplardır. Hemen yanlarına yaklaşır ve onlara devamını sorunca, “Bekle biraz sonra efendi gelecek” derler. Az sonra binbaşı rütbesinde bir asker olan Efendi gelir. Melami canlarından olan bu zat sohbete devam eder. Usturumca’da ikamet etmekte olan bu efendi sayesinde kafasındaki tüm sorular kaybolur. Bu beraberlik pek uzun sürmez. Bağlı bulunduğu birlik Selanik’e gönderilince Osman Efendi çok üzülür. Efendisi, onu “Her taraf Allah’ın” diyerek Selanik’te yine binbaşı rütbesinde bir asker olan başka bir efendiye gönderir. Osman efendi daha sonra birliğiyle birlikte Türkiye’ye gelir.
Bu arada merâtibi tamamlayamamıştır. İzmir’de Salepçioğlu mescidinde Sıtkı Efendi adında bir mürşidden son dersini alarak merâtibini tamamlar. Burada iken aldığı ilâhî bir işaretle de Mısır’a gitmek üzere yola çıkar.
İzmir limanından Mısır’a gidecek olan bir gemiyle Kahire’ye ulaşır. O sıralar Arap aleminde Türk düşmanlığı başlamıştır. Bu düşmanlıktan zarar görmek istemeyen Osman Efendi hemen asker elbiselerini çıkarır ve sırtına yerel Arab kıyafetleri giyer. Geçimini ufak tefek şeyler satarak sağlar.
Osman Dede,bu arada Kahire’de bulunan tekkeleri dolaşmaya başlar. Önce bir Bektaşi tekkesi olan Marevî Tekkesinde kalır. Bir müddet de bir Halvetî tekkesinde kalır. Tekkenin şeyhi de kendisi gibi celalli olduğu için pek anlaşamaz ve oradan da ayrılır. Daha sonra Ateşbaz -ı Veli Mevlevî dergahına gider. Burada bin bir gün süren çileden sonra dede olur.
Osman Dede, Kahire’de daha fazla Türkiye hasretine dayanamaz ve Türkiye’ye döner. Mevlevî olduğu için de Konya’ya gider ve yerleşir
Lütfi Filiz, Tire’de bulunan Mevlevî Emin Dedenin damadı sayesinde Osman Dedeyle tanışır.Arada bir Tire’ye sevdiklerini ziyarete gelen Osman Dede Lütfi Efendinin musiki ile meşgul olduğunu öğrenince ona bir kalenderi semaı yazar. Bu buluşmadan sonra yedi sene görüşemezler. Lütfü Efendi de bu sıralar boş durmamakta kitaplar okumaktadır. Abidin Paşanın Mesnevi Şerhini alır ve okur. Emin Dedenin mürşitsiz olmayacağına dair uyarılarını hiç unutmamaktadır.
Osman Dede Bir süre sonra yeniden Tire’ye gelir. Lütfi Efendi, daha önceden tanıdığı Osman Dedeye hoş geldine gider. Daha sonraki günlerde, Lütfü Efendi bir gün saatçi dükkanında çalışırken garip bir hal alır. Nereye baksa Osman Dedeyi görmektedir. Duvara bakar o, saate bakar, dışarı bakar yine. Ne yapacağını bilemez ve işi bırakır Osman Dedeyi görmek için dışarı çıkar. Kapıyı açınca bir de ne görsün. Osman Dede kapının önünde. O da Lütfü Efendiyi görmek için dükkana gelmiştir. Osman Dede Lütfü Efendiye “Akşam Hüseyin Efendinin evine gel ve emanetini al ” der ve gider. O akşam Hüseyin Efendinin evine gider ve Osman Dedeye intisap eder.
Lütfü Efendi Osman Dede’ye intisab ettiğinde 34 yaşındadır. Osman Dedeye kendisinden başka dört kişi daha bağlanmıştır. Bunlardan ikisi daha sonra ayrılırlar. Üçü ise meratibi tamamlarlar. Lütfü Efendi, Osman Dede ile beş yıl süren yoğun bir öğreti sürecinden sonra O’nu 1948 senesinde Baka alemine uğurlar. . Osman Dede mezarının yapılmasını istemediği için Tire kabristanında metfun olan Dede’nin kabrinin yeri bilinmemektedir. Lütfü Efendi Osman Dedeyi 1948’de kaybettiğinde yaşı 39’dur. Beş yıllık hizmet dönemi böylece sona erer.
Şahsiyeti
Cömerttir
Sevgi; kiminde hayvan sevgisi, kiminde çiçek sevgisi, kiminde kuş sevgisi halinde kendini gösterir, ama bunlar arasında en kutsal olanı insan sevgisidir. Çünkü, insanı sevmek sevginin en üst mertebesidir ve insan sevgisi, Allah sevgisidir. İnsan kalben sevilirse; aç olan doyurulur, düşen kaldırılır, her türlü yardım ve fedakârlık yapılır ki, aranan da budur. Osman Dede soğuktan titreyen birini görmüş ve hemen eve gidip, kendi yorganını ortadan kesip, yarısını o titreyen adamcağızın üstüne atıvermişti. Bunu yaptığı zaman kendisinin başka yorganı yoktu. Ama, Allah ona her zaman verirdi. Nasıl verirdi? Sevdikleri vasıtasıyla..
Ehlullahın bazısı yokluk içinde varlık çeker , bazısı yoklukta yoklukla yaşar, bazısı varlık içinde yoklukta yaşar. Ama bunların en iyisi sonuncu gruptakilerdir. Maddi zenginlik içinde yaşayanlar; varlığın bir bağ oluşturup, gelişmeyi frenleyeceğini bildikleri için, o varlıklarını var olarak görmemiş, gittiğinde üzülmemiş, arttığında da sevinmemişlerdir..
Giyim kuşama önem vermez
Yukarda anlattığımız nedenlerle kendini bilen için her şey helaldir. Çünkü, böyle bir insan Karun hazinelerinin içine yatırılsa, mücevherlerden bir tanesine bile bakmayacaktır. Giyim, kuşama da önem vermez ve Osman Dede gibi; öyle zamanı olur ki, atlas yorganlarda yatar; yine öyle zamanı da olur ki, çul bir elbiseyle dolaşır, ama her iki durumda da; ya kendinden bir şeylerin işlenmekte olduğunu, yahut ta kâinatta işlenmekte olan bir şeyin kendine yansıdığını bilir.
Celallidir
Osman dede celalli bir insandır. Kendisinden herkes korkardı. Çünkü, bilir ve bildiklerini de alenen söylemekten çekinmezdi.
Bazı kâmillerde Hakk, adeta butûndan zuhura çıkmış gibidir. Rahmetli Osman Dede böyleydi. Bir nazarıyla karşısındakini eritebilirdi. Bu durum bir içbükey aynanın, ışığı yansıtırken bir noktada odaklayıp, o noktayı yakmasına benzetilebilir. Allah’ın tecellisine mazhar olanlar arasında da böyle içbükey ayna vasfında olanlar vardır.
Bir gün bir yerde otururlarken bir hoca gelir ve yakınlarında salatalık satan bir adamdan salatalık almak ister. Bu arada satıcıya: “Acı mı, acısı var mı” diye sormaya başlayınca, Osman Dede dayanamaz ve: “Hocam, adam içinde değil ki, ne bilsin. Alırsın, acı çıkarsa atıverirsin. Alt tarafı aldığın salatalık. Ya adamın acısı çıkarsa ne yapacaksın? Atsan atılmaz, satsan satılmaz… ” deyivermişti.
 
OSMAN DEDE’DEN VECİZELER
 Derle, topla, At çöp sepetine
Kelamın güzelliği kemal ile orantılıdır. İnsanın büyüklüğü de, gövdesinin iriliğiyle değil, sözlerinin ululuğuyla belli olur. Onun için kâmil kelamı daima güzeldir, sıcaktır, sevgi doludur ve insanı âbad eder. Konuşma; Hakk’ın manasını maddeye çevirmek anlamına geldiği için, kâmil zatlardan dedikodu mahiyetinde bir söz çıkması imkânsızdır. Çünkü dedikodu; esmaların, Halik’in ve insanın bilinmemesinden kaynaklanan boş ve özsüz sözlerdir. Öylelerine söz değil laf denir. Bunlar saman gibidir ve ancak hayvan yemi olur. Rahmetli Osman Dede’nin: “Derle, topla, at çöp sepetine” dediği laflar bunlardır.
Hatif dakketti mi?
İşin buralarına gelindiğinde çok kimse korkmaktadır, ama bu işte biraz cesur olmak şarttır. Tabii bu cesaretin bilinçli olması şartıyla… Çünkü, Allah: ” Rabbine ibadet et, ta ki, yakîne ulaşıncaya kadar ” < 15-99 > buyurmaktadır. Ama insan, nefsimi öldüreceğim diye bedenine zarar vermemelidir. Çünkü bildiğimiz gibi, o beden emanettir ve emanete hiyanet etmek doğru değildir. İnsan, buraya gelinceye kadar işin, bedende değil, bedenin içindeki görünmeyende olduğunu öğrenmiştir. Bu konuşmalarda, o bedenin içindeki görünmeyen, beden hoparlöründen söylediğini, kulak mikrofonundan duymaktadır. İşte “Hâtif” adı verilen, bilinmez, görülmez âlemden gelen ses budur. Osman Dede’nin: “Hâtif dakketti mi” sorusunun esası da budur. Bu mertebeye geldikten sonra, insan, göğe baktığında, İbrahim Hakkı Hazretleri gibi, bulutlar üzerinde ne âyetler, ne yazılar görecektir… Bu hususta önemli olan, Allah’ın kulunu sevmesidir. O sevdikten sonra neler ihsan eder neler…
İnsanın sülûkünde öyle bir zevk doğabilir ki, kâinat ona “Merhaba” demeye başlar. Bu devrede o kâinatı kapsamış ve kâinat onun aynası olmuştur. Bu anda merhaba diyen yine kendisidir. Bir saliğin, bunu zevk edebilmesi gerekir. Osman Dede’nin: “”Hâtif dakketti mi” diye sorduğu yer burasıdır. Hâtifin dakketmesi, gaipten ses gelmesi demektir. ” Yanına gelince ona yâ Musa diye seslenildi <20-11> âyetinin tecellisi sesin duyulmasıdır. Museviyet mertebesinde bu sesi duymak gerekir.
“Bin defa Allah diyeceğine bir kere söyle ve duyur”
Esma bir bildirgeçtir. Kendi vücudu yoktur. İnsanın sıfatlarını bildirmeye yarar.
Bazıları esma çekerler. Bunun amacı müsemmayı bulmaktır. O’nu bulamadıktan sonra çek, çekebildiğin kadar…
Osman Dede’nin: “Bin defa Allah diyeceğine bir kere söyle ve duyur” demekle kastettiği durum budur. Bu konuda ben de size: “Ekmek ekmek demekle karın doymaz” demiyor muyum?
Allah’la dama oynanmaz
Sert ve dirençli ağaçlar, ne kadar sağlam olursa olsun, Allah’la oyun oynanamayacağı, O’na karşı gelinemeyeceği için, kuvvetli bir tecelli rüzgârı karşısında direnemez ve kökünden sökülüverir. Âd Kavmi’nin helâki böyle olmuştur. Onlar dağları, taşları delip, içine yerleşmişler ve kendilerini hiç bir şeyin çıkaramayacağını zannetmişlerdi. Ancak, şiddetli bir tayfun (Rıh-i sarsar) hepsini söküp, önüne katmış ve helâklerine sebep olmuştur. Bu ve benzeri olaylar da göstermektedir ki, tecelliyat-ı ilahi ile oynanmaz. İşte Osman Nuri Dede buraya: ” Allah’la dama oynanmaz “derdi.
Binayı bozup yeniden yapma
Her insanın yedi göbek geriden, genetik olarak getirdiği belirli karakterler vardır. Bunları kimse inkâr edemez. Karakter, kişiye intikali sırasında diğer genlerden etkilenerek bazı değişikliklere uğramış olsa bile, yine ana ve babadakine benzerliğini koruyarak tecelli edecektir. Bu durumda insanın: ” Ne yapayım, ben böyle yaratılmışım ” deyip, işin içinden sıyrılması mümkün değildir. Çünkü, bunların terbiye edilip, düzeltilmesi için Allah, Peygamber yahut mürşit ismi verilen terbiyecileri göndermiştir. Bu terbiyeciler durumu bildikleri için, yaptıkları eğitimle kişinin eski yapısını (Binasını) bozup, yerine yeni bir bina kurarlar. Bu da iki şekilde yapılabilir.
Biri: Osman Dedenin bana yaptığı gibi, bir anda yıkıp, yeniden yapma yöntemidir. Bunu, Amerika’daki, gökdelenleri bir anda dinamitle çökerterek, yıkmaya benzetmek mümkündür. Çöken binanın enkazı kısa sürede kaldırıldıktan sonra, yerine yenisi yapılır.
İkincisi ise: Bir taşı söküp, hemen yerine yenisini koyarak, binayı yıkmadan yenileme yöntemidir.
Bunlardan birincisi çok etkili bir yoldur, ama buna herkes tahammül edemez. İkinci yolsa; sarsıntısız ve dengeyi bozmayan bir yol olduğu için, kolay tahammül edilir. Bu yöntemde ani sarsıntı olmadığı için, insanların huy ve davranışları yavaş yavaş, çok defa kendisi bile farkına varmadan değişir. Arada başarılı olunamayan vakalar olsa bile, o da Allah’ın işi olduğu için, fazla karışmaya gelmez. Aşkla bihûş olunan devrelerde, insan sadece karşısındakilerin düşüncelerini okumakla kalmaz, aynı zamanda onun iç âleminin ne olduğunu da görür hale gelir. Hatta bazı ahvalde kendisi de karşısındakinin aynı oluverir. Rahmetli Osman Dede anlatmıştı. Birisi böyle bir aşk sarhoşluğu anında karşısında bulunan dut ağacına bakıp:
“Bir kez Allah dese şevk ile insan
Dökülür cümle günah misl-i hazan”
deyiverince, ağacın tüm yaprakları dökülüvermiş. Bu durum aşkın âfaka hükmedişinin göstergesidir. Zaten vuslat-ı ulya denen de budur. Kâinatı dolduran da bu vuslatın bir incisidir.
Dünya bir gölgedir
Rahmetli Osman Dede, dünya hayatı için: ” Oğlum, dünya bir gölgedir. Sen ona doğru koşarsan, ne kadar hızlı koşarsan koş, onu yakalayamazsın, ama o dünya denen gölgeye arkanı döner ve cemale doğru koşmaya başlarsan, bu kez o seni bırakmamak için arkandan koşacaktır ” demişti. Hakikaten de böyle olur. Ben bunu bizzat yaşadım. Öyle zamanlarım oldu ki, beş kuruşum kalmadı, ama yoluma devam edince gördüm ki, her şeyim oluvermiş. Sonuçta; suretin hayal, suretsiz olanın gerçek olduğuna yüzde yüz kani oldum.
Bunu insan yiyecek
Hazret-i Peygamber’i tam olarak anlayabilmek için: “Muhammed kimdir” sorusunun cevabını doğru olarak bilmek gerekir. Bunun doğru cevabı: ” Ahad, Ahmed olup, kendini bildirmiş, Ahmed de Muhammed olarak zuhura gelip, bize kendini göstermiş, sonra da geldiği yere dönmüştür ” ifadesinde yatar. Onun için Ahad, Ahmed, Muhammed; Hakk, Muhammed, Ali, hep üçün bir, birin üç olması keyfiyetinin sonucu ve zuhurudur. Müslüman; her türlü düzenden kılı kırk yararak geçmiş, durulmuş, karanlıktan aydınlığa çıkmış, selamete ermiş insandır. Gerçek Müslüman; hiç kimseyi hor görmeden, iyiyi, kötüyü tefrik edebilen insandır. Bu ayırımı yaparken, adeta pirinç tanesinin üstündeki kabukları ayırır gibi olmak, ama o kabukları da hor görmemek gerekir. Aksine hareket; o küçümsenen kabukları da bir yiyen bulunduğunu, o yiyenin kendinden gayrı olmadığını ve onu küçümsemenin aslında kendini küçümsemek anlamına geldiği bilincine varamamak demektir. Bunun anlamı ise; o küçümsenen kabuğun, şimdiki mertebeye gelmezden önceki kendi gıdası olduğunu idrak edememek demektir. Kendisi, evvelce hayvan mertebesindeyken yediklerini bırakıp, o meyvelerin özünü yemeye başladı diye, şimdi o kabukları yiyenleri küçümsemek, doğru bir şey değildir. Cem mertebesi, insana bir tohum ekilme yeridir. Bu ekilen öyle bir tohumdur ki, içinde kâinat gizlidir. Bu tohumdan çıkanı kâinat yiyecektir. İnsan ise, bu tohumun nihai mahsulü olacağı için, orada yetişen ürünün kendine layık olanını yiyecektir İşte, Rahmetli Osman Dede’nin bana,: ” Bunu insan yiyecek ” deyişinin nedeni budur. Kendisi arı duru hale geldiği için, her şeyin özünü yemeye hak kazanmıştı.
Her şey Allah’ındır
Ehl-i şeriatın inançlarındaki samimiyetsizliği ispatlayan bir olayı bizim Osman Dede anlatmıştı. Bir gün, bir hoca ile konuşurken, hoca : “Her şey Allah’ındır, kulun hiç bir şeyi yoktur ” deyince, Osman Dede hocanın elindeki cüzdanı göstererek: ” Bu da Allah’ın mı ” diye sormuş. Hoca ” Evet ” diye cevapladığında, Osman Dede onun elindeki cüzdanı alıp, uzaklaşmaya başlamış. Hoca hemen arkasından seğirtip: ” Ne yapıyorsun yahu ” deyince, Osman Dede: ” Hani Allah’ındı. Niye sahipleniyorsun? Eğer sesini çıkartmasaydın, o zaman söylediğin söze inandığını ispatlamış olacaktın. Ben de paranı ve cüzdanını iade ederken senin gerçekten iman sahibi bir insan olduğunu kabul edecektim. ” deyivermiş.
Melamilere cevabı
Melâmiler Osman Dede’ye: ” Allah kul, kul Allah olabilir mi ” diye sorduklarında, kendisi: ” Kul mertebesinde kul, Allah mertebesinde Allah’tır ” diye cevap vermiş ve: ” Çünkü, kulluk ve Allah’lık birer mertebedir. O mertebelerde ne kul Allah, ne de Allah kul olabilir. Kul, kulluğunu atarsa, geriye Allah kalır” diye ilave etmişti. Bu izahat, bizim yukarıda anlattıklarımızın özeti mahiyetindedir. Yani, kul bir alettir. O aletten işleyen Hakk’tır. Biz bir şeye niyet eder ve çalışırsak, Hakk onu bize ihsan eder. Ev için çalışırsak, ev; otomobil için çalışırsak, otomobil verir.
Yemek duası
. Bir can bizi yemeğe davet etmişti. Gittik. Yemekten sonra Osman Dede poştnişin olduğu ve kendisinden bir yemek duası yapması beklendiğini bildiği için: ” Âkil, me’kül, ekil sensin yâ Allah Hû ” deyip işi bitirince, yemek sahibi: ” Hiç böyle dua duymadım ” diyerek, duayı beğenmediğini hissettirmiş, bunun üzerine, Efendi her şeyi özet olarak söylemiş olmasına rağmen, yemek sahibinin gönlünü almak için uzun bir sofra duası yapmıştı.
Osman Dede, kendi aramızda: “Yiyen, yenilen, yemek sensin. Hû” deyip, kesiverir ve bundan sonraki tüm söyleneceklerin, ne kadar uzatılırsa uzatılsın, işin süsü olduğunu söylerdi ki, işin gerçeği de budur.
Kimsesi yoktu
Osman Dede evlenmediği için çocuğu yoktu. Ama insana yaşlılığında çoluğu, çocuğu dahil hiç kimse Allah’ın baktığı gibi bakamaz.. Allah bir insana baktı mı, öyle bir baktırır ki… Osman Dede’nin yakınları olsaydı, onlar manevi evlatlarının ona baktığı gibi bakabilir miydi? Yapan, çatan Hakk’tır. O istedikten sonra, insana öyle bir bakıcı bulup, o bakıcının içinden öyle bir işler ki..
Şiirleri
İyi bir mürit, Osman Dede’nin: “Sensiz cihanda uşşaka can gerekmez ” diye başlayan şiirindeki gibi: “Ey cihanın canı. Yüzün bana kıble olduktan sonra, ne Kâbe’den, ne kıbleden haberim olur. Senin yüzün önümdeyken kıbleye dönmeme imkân yoktur, çünkü o kıble cismin; senin yüzünse ruhun kıblesidir ” diyebilmelidir. İşte, mürşidi bu şekilde görmek gerekir. Mürşidini et ve kemik olarak gören bir mürit, mürşidini görememiş demektir.
İrşat metodu
Benim size burada sohbetlerle anlattıklarımı Osman Dede bana davranışlarıyla, yani lisan-ı hal ile öğretmeye çalışmış ve benim düşünerek gerçekleri bulmamı istemişti.
Ben Osman Dede’nin çok özet olarak verdikleriyle yetiştim. O, geniş açıklamalara girmez, her şeyi bir kaç cümleyle özetleyiverirdi.
Biz, daha kolay anlatılması ve anlaşılması sebebiyle, Osman Dede’nin yöntemini tercih ediyoruz. Bu yöntemde makamat, mertebeler üzerine bina edilmiştir. İstasyonlarıysa: Ef’al, sıfât, Zat, Cem, Hazret-ül cem ve Cem-ül cem’dir. Osman Dede, sohbetlerini saliğin mertebesine göre yapardı. Örneğin: Henüz zikir verilmiş olan bir saliğe: ” Zikredeni zikrederim ” < 2-152> , ” Allah’ı zikretmek en büyük ibadettir <29-45> , ” Sevdiği ve kendini seven ” < 5-54> konularında sohbetler yapardı. Ef’alde olan bir saliğe hareket ve sükun konularını işler; hareket halinde sükunun, sükun halinde hareketin ne olduğunu anlatırdı.
Osman Dede, Amerika’da gökdelenler nasıl kimseye zarar vermeden bir anda yerle bir ediliyor ve sonra yerine yenileri yapılıyorsa, beni de öyle yaptı. Bir anda çökertti, sonra yeniden imar etti. Geçirdiğim şiddetli sarsıntıların sebebi de buydu.

 
Abdülaziz Şenol, Tarsus’ta 15 Ağustos 1895 tarihinde dünyayı geldi. Babası Kâmil Efendi Tarsus’ta tanınmış bir hekim, annesi Hatice (Hasibe) Hanım memleket eşrafından varlıklı bir ailenin tek kızıdır. Asıl adı Abdülaziz Sami’dir. Sonraları kısaca Aziz ismiyle tanınmıştır. Baba tarafından ataları Karaman’dan gelerek Tarsus’a yerleşmişlerdir. Büyük babası da hekim olduğundan aile lakapları Hekimzâdeler olmakla beraber, soyadı kanununda ‘Şenol’ soyadını seçmiştir.
Henüz sekiz yaşlarındayken babası Kâmil Efendinin vefatı üzerine, annesi ve kardeşleriyle birlikte anneannesi Zehra Hanımın yanında kalmış ve onun terbiyesiyle büyümüştür.
Çocukluğu, din, ahlak, âdet ve ananelerimize sıkı sıkıya bağlı eski terbiyemizin katı kuralları arasında geçmiştir. Önceleri takliden başlasa da, çocukluğun bütün safiyeti ile sürdürdüğü ibadetler, öğrendiği dinî kıssa ve menkıbeler, gençliğinin saffetinde, manevi duygularını, ulvi hislerinin gelişmesinde katkıda bulunmuştur.
Tarsus’ta sırasıyla devam ettiği iptidai ve rüştiye mekteplerini bitirince, baba mesleğini seçmeyi çok arzulamış ve bu isteğini anlayışla karşılayan aile büyüklerinin de onayıyla İstanbul’a Mektebi-i Tıbbiye’ye gönderilmesi kararlaştırılmıştır. Fakat daha sonra, o zaman padişaha karşı siyasi hareketlere mihrak olan bu yüksek mektepte tahsilinden doğabilecek tehlikeleri düşünen anneannesi sevgili torununu korumak düşüncesiyle İstanbul’a göndermekten vazgeçince, tahsil hayatı sona ermiş oldu.
Abdülaziz Şenol, henüz on yedi yaşlarındayken tarikat hayatına girmiştir. Önce Şeyh Diyarbekirlizâde Ali Efendinin Rüfaî tekkesine ve bilahare Kadirî şeyhi Mısrî Abdüsselâm Efendi’nin tekkesine müdâvim olarak, tarikat usul ve erkânını öğrenmiş, zikir ve ayinlere katılmıştır. Devrinde, ihyâ gecelerinden başka yılda bir kere bir perşembe gecesi yapılan, “Hamis-i meşâyih” yani şeyhler perşembesi denilen ayinlerde memleketteki bütün şeyhler, dervişleriyle beraber, münavebe ile bir tekkede toplanırlar, ibadet ve zikirlerden sonra, adeta bir yarışma teşkil eden, bürhan gösterileri yaparlardı. Dervişler arasında mazhar çalarak iştirak ettiği böyle bir müşterek ayinde vukua gelen harikulade bir olayın kahramanı olarak görüp hayran kaldığı ve o zamana kadar benzerine hiç rastlamadığı, hal ve harekâtıyla diğer meşâyıhtan çok daha farklı ve çok muhterem bir zat olan Develizâde Hafız Halil Efendiden çok etkilenmiştir. O sıralarda on sekiz yaşlarında olan Abdülaziz, 1912 yılında, etkisinde kaldığı bu yüce zatın bir ihvan evindeki meclisine gidip, huzura alınmış, heyecanını hayat boyunca muhafaza ettiği, benliğini kuvvetle sarsan fevkalade olaylarla dolu olarak, evlatlığa alınmıştır.
Develizade Hafız Halil Efendi, şöhreti Tarsus, Mersin, Adana ve Trabzon’a kadar pek çok vilayette yayılmış, çok geniş bir ihvan topluluğu olan gerçek bir veli, bir kâmil mürşittir. Yüzbaşı rütbesindeyken emekli olarak Tarsus’a yerleşmiş ve evlenmemiştir. Yüce şahsiyetinin kemaliyle, etrafında, her sınıftan insanların olduğu bir ihvan topluluğu oluşmuştur.
Abdülaziz, ekmel mürşidinin irtihaline kadar, yaklaşık yirmi bir yıl süreyle bu zatın taht-ı irşadında bulundu. Memuriyet, askerlik gibi maddi hayat meşgaleleri ve onlardan doğan ayrılıklar, onun manevi bağına hiç bir suretle etkilemedi. Bilakis sevgisini artırıp bağını pekiştirdi. Giderek kendi varlığını mürşidinin varlığında yok etti. Tarifi imkânsız inkişaflardan, birçok fütühattan sonra, insanüstü güzellikte, mümtaz bir manevi kazandı.
Aziz Şenol, bütün bu manevi halleri yaşarken aynı zamanda zamanının makbul mesleklerinden memuriyete geçmiştir. Mersin Adliyesinde zabıt kâtipliğine tayini nedeniyle ailece Mersin’e göç etmişler, bir süre sonra patlayan Birinci Dünya Savaşı üzerine de askere alınmıştır. Savaşta, Kafkas ve Sina cephelerinde bulunmuştur.
Askerlik hayatı, başından geçen pek çok maceralarla doludur. Harbin sonunda, yararlılığı sebebiyle verilen harp madalyası ile Mersin’e dönmüş ve memuriyet hayatına devam etmiştir. Altı yıl kadar, önce Mersin postanesinde, sonra Mersin Gümrük Rüsumat Başmüdürlüğünde çalıştıktan sonra istifa ederek memuriyetten ayrılmıştır.
Abdülaziz için, harpten sonraki bu devir, sülûk seyrinin en hararetli, ruhaniyetinin en coşkun devresi olmuştur. Sülûkun harareti ve cezbesi içinde hac vazifesini yerine getirmek üzere mürşidinden izin alarak, parasız, perişan bir gezgin derviş kılığında, yaya olarak bir seyahate çıktı. Şam’a kadar sürdürebildiği bu seyahati, baştanbaşa maddi ve manevi olaylarla doludur.
Bu seyahat esnasında, devrin bir çok manevi büyükleriyle tanışma fırsatını buldu. Halep’te Nakşî tarikinden Şeyh Beşir, Humus’ta yine Nakşî tarikinden Şeyh Ebu’l-Nasr Halef, Şam’da Şazelî tarikinden Şeyh Mahmud Ebu’ş-Şamad ve yine Şam’da Nakşî tarikinden ve İmam Rabbani ahfadından Şeyh Muhammed Masûm-ı Hindî tanıştığı şeyhlerden bazılarıdır.
Şam’da bulundukları günlerde Hicaz’da Vahhabî isyanı başlayınca güvenlik sağlanamadığı için yollar kapanınca bir müddet bekledikten sonra, kendisine manen büyük inkişaflar sağlayan bu yolculuğu sona erdirip hasret ve sevgisi içini kavuran mürşidine kavuşmak üzere aşk ve şevkle memleketine dönmüştür.
Seyahatten dönüşünden bir süre sonra şakirdindeki terakki ve inkişafı yakın bir takiple değerlendiren mürşidinin emriyle Mersin’deki ihvan topluluğuna riyaset ederek, onların teslik ve idaresiyle görevlendirildiler. Bu arada, 1924 yılında mürşidinin emriyle Girit muhacirlerinden Saadet Hanımla evlenmiştir. Böylece, eşinin vefatına kadar kırk altı yıl süren bu mutlu evlilikten, ikisi erkek ve ikisi kız olarak dört çocukları dünyaya gelmiştir. 1926 yılında Adana’ya taşınınca yine mürşidinin emri üzerine, bu defa da orada mevcut büyük ihvan topluluğunun başında aynı görevi yerine getirdi. Adana’da serbest hayata atılarak bir mağaza açmış, ithalatçılık ve mümessillik yaparak, ticaretle meşgul olmuştur.
Develioğlu Hafız Halil Efendinin, 1933 yılında Tarsus’un Namrun yaylasında vefatından sonra çok müteessir oldu ve dört ay süreyle evlerine kapanıp, dışarı hiç çıkmadı ve kimseyle görüşmedi. Dört ay süren bu itikaf devresinden sonra da artık burada duramayacağını anladı ve Trabzon’la başlayan ve İzmir’le biten bir yolculuğa çıktı. 1935 yılında İzmir’e yerleşince, vakti çeşitli işler ve uğraşlarla geçmiştir. Sonraları 1960 yılına kadar, çarşı içinde, Başdurak mevkiinde açtıkları küçük bir dükkânda, elbise ve şapka temizleyiciliği yapmış ve Şapkacı Aziz Efendi namıyla tanınmışlardır.
Israrlar üzerine, bir madeni eşya imalathanesinde, ortak sıfatıyla girip çalışmaya başlayınca, 1960 yılında mezkur dükkânı kapatmıştır. Burasını tahliye ederken maalesef bazı şiirleri kaybolmuştur. Altı yıl kadar bu işle meşgul olduktan sonra 1967 yılından itibaren, yine ısrarlı davetler üzerine girdikleri bir inşaat müteahhitliğinde aynı göreve devam etti. Çalışma hayatına nihayet 1973 yılında son vererek evlerine çekildi. 1970 yılı sonlarında ilk eşinin vefatından sonra iki yıl sonra Canan Hanımla evlendi. Karşıyaka’daki evlerinden Hatay’a (İzmir) taşınarak, ömürlerinin sonuna kadar, köşelerinde, muhterem eşi ve hiç eksilmeyen ziyaretçileri arasında huzur ve sükun içinde sürdürdü.
Abdülaziz Şenol Kenzî, 8 Mart 1981 yılında vefat etti.
Bu bölüm, Mustafa Kemal Barlas’ın yazdığı biyografiden özetlenmiştir.

 ***
 Her ümitsizlik bir ümittir aslında
“Benim gençlere tavsiyem Allah’a bağlanmalarıdır. Allah desinler, Allah yardımcıları olur. Yapan çatan Hakk olduğunu bildiğim için söylüyorum. İnsanin elinde bir şey yok. Hepsi Allah’ın elinde.”
Birdenbire dergisini 2005 Eylülünde çıkarmıştık. Derginin editörlüğünü yapıyordum. Mayıs 2006’daki sayı için “Anne” dosyasını düşünmüştük. Ama işler istediğimiz gibi olmadı. Ben de bir ümitsizlik hâli. Dergiyi bırakmak istedim, olmaz, dendi. Emre karşı bir şey diyeceğim yoktu…
Bir yangının külünü  yeniden yakıp geçtin…
Bazen ümitsizlik bütün bedeni kaplar. Olmayacak, olmayacak kulaklarınızda çınlar. Rahatsız eder bu çınlayış. Ama gün gelir sabrın neticesi devran döner ve olurrrr uzun r’li bir ihtar ile yerini alır. İşte böyle bir ân daha…
İnsan eylemlerinin sahibi midir, itikadımız gereği değil. Ama bazen imtihan sırrınca bu itikad sekteye uğrar da bir “fem-i Muhsin” hemen siz de bir şok ile sizi kendinize getirir. O zaman Birdenbire dergisi için gerçekleştirdiğimiz sohbet bu‘şok’un hemen rıza ve ardından rahmeti olarak geldi.
Bir gün bir İnsanile tanıştık. Daha doğrusu kendisi bizi buldu: Işık Tabar Gençer Hanım… -Bulan ve bulduranı bilen bilir, sadece saat işler- Birdenbire dergisinin şu anki editörü Zeynep Erözkan Hanım kendisinden bizi haberdar etti ve biz de kendilerini aradık. Tarihsiz bir zamanda buluşmak ve bilişmek üzere sözleştik. Bir önceki sayıyı kendisine ulaştırmak için Beşiktaş’a doğru yol alırken hâlin bizi nereye, nasıl sürükleyeceğini bilemezdik. Sonradan bu hâli Şenol Filiz Bey’le paylaştığımızda “Kitap’ın mekânı”na hesapsız ve kitapsız gitmek gereği üzerine bereketli bir muhabbet yaptık. Dedik ya, derdimiz bir an önce şu dağıtım işini bitirmek. Nerden bileyim benim üzerimde kaderin başka bir tasarrufu olduğunu? Ancak insan yaşayınca anlıyor. Neyse vardık mekâna. Işık Hanım yoklar. Kendimizi tanıttık. Daha sonradan güzel isminin Fatma Hanım olduğunu öğrendiğim hanımefendi hemen Işık Hanım’ı aradılar. Aman beklesin, demişler telefonda. Bakın siz şu işe. Ey ef’alin sahibi güzel neylersin, derken kendimizi hesapsız-kitapsız bir buçuk saatlik sohbetin içinde bulduk.
Tam Işık Hanım geldi derken mekâna/gönüle desek yeridir/ Hüsrev HatemiBey gelmesin mi. görün siz 5 dakikalık işin bir anda bir buçuk saat olmasını.
Hüsrev Hoca, bir televizyon kanalında söyleşiye katılacakmış, yayınevine uğramış kitap almak için. Bakın siz efalin sahibinin güzelliğine ki bilişene ne güzel sebepler yaratıyor. Beni tanıttı kendisine Işık Hanım.
Birdenbire ismimi duyan Hüsrev Bey hemen, siz benimle yemeğe gelemeyen arkadaş değil misiniz, demesin mi? Yerin dibine mi geçersiniz, yoksa hatırlanmış olmaktan sevinir misiniz bilmem ama hem sevinç hem de bir utanç hali sadır oldu bende. Hemen bu dergiye başından beri destek veren gönül insanı Sevda Kural için bir şiir okudu. Bir mısra yeter size:-Gerisini merak edenler Hüsrev Bey’in Dergâh Yayınları’ndan çıkan şiir kitabına müracaat etsinler.-
Ey sevda, yaşayamazsın, öl bari.
Bu şiir etrafında güzel bir sohbet devam ederken dergiyi nasıl çıkardığımızı sordu. Dedik ki her birimiz kaderin sevkiyle bir yerdeyiz. İki canımız Kuşadası’nda, bir canımız Muş’ta doktor, bir can İstanbul’da dedik. Allah kolaylık veriyor, dedik. Hemen ardından kendisinin Fakülte’den talebesi olan Neyzen Doktor Ferhat Özden için güzel bir önce üçleme peşi sıra istediğimiz üzere dörtleme olan aşağıdaki mısraları söyledi: 
Olmasın hiç  gayreti zail dede
Asr-ı internette de fail dede
Mail’i e-mail olan dede
Ben ise bir himmete sail dede.
Lütfi Filiz’in sohbetinde bulunduk
Güzel ve bir o kadar da bereketli bir vakit geçirdik. Sonra gönlümüze Lütfi Filiz Bey’le bir söyleşi yapmak isteği geldi. Işık Hanım’a arzuhalimizi ilettiğimizde hemen Şenol Filiz Bey’e isteğimizi iletti. E, bu muhabbet Sevgili Dostumuz Neyzen Doktor Sevda Kural’sız olmazdı elbette.
Sonrasında Şenol Filiz Bey’le telefonlaştık. Nasıl bir sohbet gerçekleştireceğimize dair kendisinin daha önceki tecrübelerini dinledik. O gün Dost Sevda için başka bir anlam ifade ediyordu. Kendisinin yaşadığı duygu yoğunluğuna hayran kalmamak elde değil, handiyse gelin görün ki bunu kelâm ile ifade etmek ise zor…
Hemen ertesiydi buluştuk Kadıköy’de. Vapur yanaştı, yanaşacaktı derken biraz da geç kaldık hani.. E, yol bu kolay mı? Hele İstanbul’da. Önce Sahray-ı Cedid sonrasında ver elini Kozyatağı. Dost Sevda ile örtünme üzerine konuşurken güzel bir cümle söyledi-hani okuyan hatırlar: Hüsrev Hatemi Bey’in şiirini: “Ey Sevda, Yaşayamazsın, Öl bari: Ben Sevda Kural olarak yaşayamıyorum henüz…”
İnsan ne garip varlık… başkasına yaşam hakkı bile tanımıyor…şiir zuhura geldi.. Hani şair sözü yalandı… Değilmiş meğer…
Vardık Huzur’a… Dost Sevda’da kamera…
Tanıştığımızda 96 yaşındaydı
Lütfi Filiz merhum ile tanışıklığımız böyle başladı. Kendisiyle tanıştığımızda 96 yaşındaydı. Duyması dışında onu zorlayacak bir sağlık sorunu yoktu. Kendi işini kendisinin görmesi sağlanıyordu. Soruları önceden ekiple hazırladığımız için ben Şenol Filiz’e soruyor, Şenol Filiz de babasına aktarıyordu. Eskiler konuşulmaya başlandı. E, ne de olsa karşımızda koca bir çınar vardı. Tireli  Melami Hayrullah Efendi ile başladık sohbete. Sonra yine kendisine döndük. Lütfi Filiz merhum gençliğinde Cumhuriyet Bandosu’nda görev yapmış.  Bandoda flüt çalmış. Neyi de flüt gibi sanmış ama öyle olmadığını anlamış. Sonradan Şenol Filiz yetişmiş, kendi neylerini üflemeye başlamış. Şenol Filiz’in ses çıkarabildiğini anlayınca “Oğlum bu iş böyle olmaz. Ben kendi kendime yaptım, olmuyor. Seni bir hocaya gönderelim de hocadan ders al sen.” demiş. Ödemiş’teki Sencer Derya’dan ders almış Şenol Filiz.
İçten bir kaynama varsa…
Kendisinin ifadesiyle Allah’tan gelen bir kaynama olur içinde. Mesnevi okumak merakı oluşur. İzmir’de Hisar önünde açılır sandık ve sandığın içinden Abidin Paşa tercümesi Mesnevi Şerhi çıkar. Şerhi alır; hatta parası çıkışmaz da, ustasından, İzmir’de çalıştığı yerden, para alır. Ona söyler Mesnevi alacağım diye. Ustası da sevinir. O da seviyormuş Mesneviyi. Ney merakı sarmalamış devam ediyor.
Sonra kendisine tesir eden başka bir kitap da Aynalı Baba, Raci’nin Hatıratı: Amak-ı Hayal.
Osman Dede’yle tanıştım
Lütfi Filiz artık tarikat sahipleriyle görüşmeye başlar. Hakkı Efendi, Hüseyin Efendi gibi ehl-i tarik Mevlevilerle sohbet eder; nihayetinde Osman Dede’ye bağlanır. Bağlanmasında onunla olan hatıraları çok dehşetlidir. Çünkü o kadar aşık olmuştur ki her tarafta O’nu gördüğünü söyler. Ve her tarafta onu gördüğü için “kalkayım gideyim, arayıp bulayım” derken kalkasıya kadar dükkanın kapısı açılır. İçeriye Osman Dede girer. “Dedem” ,der, “Ben yarım saattir seninle konuşuyorum. Her taraf sen oldu. Saat içinde sen varsın, duvarlarda sen varsın, tavanda sen varsın. Her tarafta sen varsın. Ben sana teslim oluyorum. Malım-mülküm, çoluk-çocuğum senin uğruna feda olsun.” İşte böyle bağlanır Osman Dede’ye. “Akşam”, der, “Osman Dede, Hüseyin Efendi’nin evine gel ve nasibini al. Sen Kal u Belâ’dan nasibini almışsın zaten.”
Beş sene hizmet eder Lütfi Filiz. Tire’de medfundur.
Aziz Dede’ye bağlanış
Epey bir aradan sonra musiki cemiyetleri kurar. Ve nihayet İzmir’deki Aziz Dede’ye bağlanır. Yirmi üç sene ona hizmet eder. 1981’de vefat eder Aziz Dede. Lütfi Filiz’e emaneti teslim eder. Daha evvelden söylemiştir canlarına Aziz Dede. İşte o zamandan beri mürşidlik vazifesi verdiler üzerindedir Lütfi Filiz’in. “Noktanın Sonsuzluğu” adını taşıyan kitaplar da böylece zuhur eder.
Son demler…
96 yaşında yorgunluk bilmeyen bir zihin. Bunun ne anlama geldiğine geçenlerde Kutuz Hocayı ziyarette de yakinen şahit oldum. Dipdiri ve canlı bir zihin. Lütfi Filiz’in son sözleri şöyleydi: Benim gençlere tavsiyem Allah’a bağlanmalarıdır. Allah desinler, Allah yardımcıları olur. Yapan çatan Hakk olduğunu bildiğim için söylüyorum. İnsanin elinde bir şey yok. Hepsi Allah’ın elinde.
O gün sohbeti bitirip sohbet arkadaşım Sevda Kural, Şenol Filiz ve ben Üsküdar’a doğru yola çıktık. Derginin Temmuz sayısı başka bir bereketle çıktı. Dergiyle kavuşan her el, bir Aşk sayısı olduğu konusunda hemfikirdi.
14 Aralık 2006 tarihinde bir acıyla irkildim: Lütfi Filiz sevdiğine kavuştu…
Hayat damarlarından biri daha kesildi… İstanbul’dan ayrı olmanın ıstırabı içimi biraz daha yaktı…  Yandım ama ne yanmak… Hemen Işık Tabar Gençer’i  aradım… Gelemezsin, diye aramadım dedi…
Üzüntüm daha da katlandı: Gelemezsin… 
Ben kendisinin güzelliğine şahit oldum, şimdi sizleri de şahit tuttum.  
Zeki Dursun hasretle yazdı
***********

MUSTAFA LÜTFÎ FİLİZ KADDESALLAHÛ SIRRAHÛ’L AZÎZ HAZRETLERİ           
                           DÎVÂN-I FÂNÎ’DEN NUTK UŞERÎFLER
1.
Aşk ehline ilham olunur sırrı bedâyî
Zira bu gönül bir yüce sultan ile demsâz
Yek dil olalı dost ile halvette bu fânî
Zühdü bırakıp zevke hemen eyledi agaz
Kim aşk ile yanmışsa olur çehresi lâmi
Nurdur bu yanan Tûr-u Tecella odu sönmez
Zencir-i vefâ halkasına bağlı bu FÂNÎ
Yâ Râb, sana mirat ki yüzüm gayrıya dönmez

2.     
Aşk ile mürşit dilinden ders alan sadık kişi
Kurtulur cehlin odundan sâhib-i irfân olur
Sıdk ile sultana hizmet âşıkın olsa işi
Feyz-i himmetle genişler katrası umman olur
Bahr-ı aşka bil ki müstağrak olanlar şöyle kim
El vurup kabzettiği hep lü'lü ü mercan olur
Dost ile hem dost içindir her ne işlerse, heman
Her umuru lütf-ı Hak'la dâimâ âsân olur
Hak cemâlinden ayırmaz her neye etse nazar
Hep avâlim niteliksiz kendine seyran olur
Cümleyi bir noktada görmek dilersen şüphesiz
Kâmile hoşça nazar kıl gördüğün Rahman olur
Adını Âdem koyup emretti secde Âdem'e
Secde emrin tutmayanlar tard olan şeytan olur
Sırr-ı tevhitte tahakkuk etse ruhu salikin.  
Kendi imam, kendi mihrab, sözleri Kur'an olur
Ölmeden evvel ölenler şevk-i aşkla Hak için
Hak verir öyle hayat ki ömrü câvidân olur
Kenz-i mahfi sırrını zâhir gören her ehl-i dil
Mezhebi aşk, meşrebi aşk, sohbeti cânân olur
Nefsini kurban edenler FÂNÎYÂ dost aşkına
Bir ebed bayram içinde daima handan olur
3.     
Zevk-i aşkınla gönül çoştu misal-i andelib
Raksa gelse çok mu ruhum, sevgiye oldu münîb
Erdi tevfik-i İlâhi rehber oldu aşk bana
Yârimi buldum da bildim, aslıma oldum karîb
Gerçi imkân âleminde ayrı düştük sûretâ
Zâhirâ gurbette olsak, gönlümüz olmaz garib
Küfr-ü iman derdine dalmıştı gönlüm bir zaman
Zann-ü evham illetinden kurtarıp oldun tabîb
Âlem-i zulmette haşr-ü neşr idim ben bî-şuûr
Şimdi sensin akl-ü fikrim, haşr-ü neşrim ey lebîb
Mürde dil feyzinle hayy oldu ey â canım benim
Senden öğrendim edeb, irfânı ey pîr-i edib
Söyle ey dil, durma söyle aşkını mahbûbuna
Öyle bir mahbûb-i dil ki cümle etvârı necîb
Tâli'i yâr, bahtı yâver bir kulum ki şüphesiz
Sen gibi şah-ı cihana hem-dem oldum ey habîb
Kurb-ı sultan ateş-i sûzandır amma FÂNÎYÂ
Padişahla ülfet etmek her kula olmaz nasib                                                        
4.     
Aşk derdine derman arayan aşk ile yansın
Dost uğruna kurban olup al kana boyansın
Aşkınla memât aynı hayattır diyen uşşâk
Can vermek için hep der-i cânânâ dayansın
Gerçek er olan gerçeğe can vermiş olandır
Gel gerçeğe can ver ki ebed ruhun uyansın
Senden gelen her cevr-ü cefa aynı sefâdır
Bildim ki iki hâleti bir kalbe koyansın
Gizlendi güzel görmesin ağyâr diye gözden
Girsen de bulut altına ey Şemsim ayansın
Her yüzde seni seyrediyor âşık-ı şeydâ
Zahid göremez vechini, ol çeşme nihânsın
Pervâneye ders vermede FÂNÎ yüce aşkın
Hak dost diye dil yanmanın ezvâkına kansın

5.     
Yalnız gidenin hâli harap, ömrü hederdir
Yol göstereni olmayanın zevki kederdir
Doğru bilici öncü gerek yolcuya, zira
Çıkmaz yola sapmış olanın derdi beterdir
Bir mürşid-i kâmil ara, boş geçmesin ömrün
Şeksiz yolu aydınlatan ol şems-i zaferdir
Tut dâmenini aşk ile sen ol ulu zatın
Zan zulmetini yok eden ol nur-ı seherdir
Her âşıka yokluk gerekir almak için yol
Benlik bırakır yolda seni, terki hünerdir
Her zahmeti rahmet bilir Hak yolcusu elbet
Her cevr ü cefâ; aynı safa, dürr ü güherdir
Bel bağladığın aşk ipini dosttan ayırma
Yol ehline teslim olunan sır bu kemerdir
Hak gezdirir her durağı zevk ile seyret
Ta gayesi Hak'tan sana bir lütf-i eserdir
Aşk kervanının başbuğuna bağlı bu FÂNÎ
Hep mahmil-i aşkında kalır, gör ne seferdir
6.  
Gel kendini bil geçmeden ömrün bu fenadan
Bir mürşide bağlan haber al zevk-i bekâdan
Rüzgâr gibi geçmekte günün gafleti, terk et
Gir mekteb-i irfâna, oku ilmi Hüdâ'dan
Dünyada hezar, fende baş olsan sana derler
Her şeyi bilir, kendini bilmez cühelâdan
Girdaba düşen kurtaramaz kendini asla
Kâmil çıkarır hufre-i girdab-ı belâdan
Alâyiş-i beyhûdeye aldanma, tuzaktır
Allah'ı seven geçmelidir hubb-i sivadan
Zan ehli tapar vehm ile mec'ul-i ilâhe
Hakk'ı tanıyan dem vuramaz çun ü çirâdan
Tut her sözünü aşk ile sen mürşid-i pâkin
Tab'ın yok olur zulmeti ol nur-ı ziyâdan
Bir dil ki dil-ârâyı bilip oldu dil-âgâh
İsmi yazılır defter-i aşka "Urefâdan"
Bâki'ye ulaşmak dileyen olmalı fânî
FÂNÎ cana bin can katılır nefh-i Hüdâ'dan
7.     
Akl-ı külden ders alanlar ârif-i billâh olur
Ârif-i billâh olanlar vâsıl-ı Allah olur
Vuslatın feyzi dolunca kalbine âşıkların
Kâinatın sırrını zâhir görüp âgâh olur
Âdem-i kâmil denir bu tahta câlis canlara
Âleme, hem âdeme hâkim olan bir şah olur
Böyle bir kâmil bulunca biat etmek farz olur
Kim ki bu farzdan kaçarsa şüphesiz kemrâh olur
Kenziyâ fânî olup mahf-ı izafât eyledi
FÂNÎ de kenzi bulunca bâkiye şehrâh olur

8.
Deryay-yı ezel çalkalanıp durmada her an
Kâh dalgalanıp, coşmadadır, kâhi de pinhân 
İzhar-ı celâl itmededir sarsarı kahrî
Kâh bâd-ı cemâliyle bulur taze hayat can
İçten içe binlerce deniz katrede gizli
Deryalara câmi olan her katre bir umman 
Emvâca nazar kıl ne diyor, dinle, kulak ver
Her reşha “Ene’l-Hak” diyerek olmada şâdân
Her mevce eder aşk ile hep sahile ikbal
Ettikçe telâtum kavuşur aslına devran
Her cûş ü hurûşta bırakır sahile gevher
Kim gevheri bulduysa olur şüphesiz insan
Derya gibi ol, gizle bütün sırrını FÂNÎ
Her mevce sana bir dil olur ey dil-i handan
9.
Acep insan-ı kamil ki bulunmaz nam ile şânı
Bu akl-ı cüz ile idrak ne mümkündür o zî-şânı

Kitaplardan okunmakla nasıl tatmin olur kalpler
Ki bunca ehl-i zâhirler okur, bilmez o sultanı

Onu bilmek, onu görmek, onu bulmak ne mümkündür
Heman bahşayiş-i Hak’tır açan ol vech-i tâbânı

Hidayetle ona teslim olan sâlik içer tesnîm
Gider cehli, bulur temkîn, dem-â-dem artar irfânı

O “Er-rahman ale’l-arş’i-steva”, hem nokta-i kübrâ
Bu âlem nokta-i suğra-dürür, derk et o cânânı

Ayan, gizli bütün eşya onun âzâ, kuvâsıdır
Başı arştır, ayağı ferş muhit olmuş bu ekvânı

Zefiriyle olur zâhir avâlimde mezâhir hep
Şehikıyle olur bâtın, budur enfâs-ı rahmanî

Ne mutlu ol başa devlet kuşu konmuş bu âlemde
Bu bir nasr-ı aziz-i Hak, cihan-ı can hayranı

Bu FÂNÎ canını verdi, Aziz sultanına erdi
Tükendi kalmadı derdi bilince sırr-ı Sübhân’ı 
10.
Kısa yoldan Hakk’a ermek dilersen
Terk eyle benliği, bir mürşide var
Âlemi, âdemi bilmek istersen
Akılla bilinmez bir mürşide var 

Alır bütün benliğini, ölürsün
Verir ilm-i ledün cihan olursun
İşte o dem şeksiz Hakk’ı bulursun
Fırsatı kaçırma bir mürşide var

Kendini bilmeze denir nâdan
Kurtulmaz yüreği reyb ü gümândan
Şüphesiz bilenler olur şâdân
Kendini bildiren bir mürşide var

Kapılma dünyaya pek çoktur âlı
Kurulmuş tuzaktır, zehirdir balı
Bir elden bir ele devrolur malı
Berzahtan kurtaran bir mürşide var

Haktan dûr olanın yüreği taştır
Dünyada ettiği kuru savaştır
Sırtında tuttuğu ölü bir baştır
Dirilmek istersen bir mürşide var


Çalışıp didinmek, yorulmak olsun
Biraz da Hak için benzimiz solsun
Aşk derdi gelirse koy yürek dolsun
Bu derdin merhemi bir mürşide var

FÂNÎYÂ bu öğüt sanma boşuna
Bu canın elbette bir gün taşına
Geçmeden şu adın mezar taşına
Çabuk ol, hiç durma bir mürşide var

11.   
Her zerre sen ateş de sen nur da sen
İsa da sen, Musa da sen, Tur da sen
Kalem sensin, kağıt sensin, yazan sen
Kitap sensin, Furkan sensin, Kur’an sen
Gören sensin, görünen sen, göz de sen
Konuşan sen, dinleyen sen, söz de sen
Duran sensin, yürüyen sen, yol da sen
Ön, ard, alt, üst, sağ da sensin, sol da sen
Can da sensin, cânân da sen, ten de sen
Hayat, memât, şah ile hem bende sen
Varlığınla kapsamışsın her yeri
Her ne ki var gizli, ayan, sensin, sen
Küntü kenzin mazharısın Kenziyâ
FÂNÎ sende baki kalan “Ben”de sen 
                      

12.
Bir nokta idin sonra elif kametin oldu
Senden sanadır vuslata yol aşk sebep oldu

Bir nur-i İlâhi idin ah hâke giriftâr
Oldun, bu zuhûr alemi hep sen ile doldu

Bir cemre idin, sevgi ile toprağa düştün
Canlandı heman arz u semâ raksa koyuldu

Çarptı iki el birbirine meydana çıktı
Bir ses ki “Enel Hak” sözünün yankısı oldu 

Lahut idi nâsuta gelip bir sefer ettin
Bildim bu sefer kendini izhar için oldu

Her zerre dedi: “Merhaba ey sevgili cânân”
Sen şah-ı cihansın ki sana hepsi kul oldu

FÂNÎ bu cihan oldu heman aşk ile baki
Bir nokta iken aşk ile ol bir elif oldu






13.     
Allah isimsizdir, bir ismi olmaz
Resimden münezzeh sureti olmaz

İsim resim hayâldir vücût kendisi
Vücût mevcut için hayâlsiz olmaz

Zâtı münezzehtir esmâ, sıfattan
Esmâ, sıfatsız hiç bilinmek olmaz

Kâinata bir bak âdem çün oldu
Âdemsiz âlemler kâinat olmaz

Bu âdem âleme âlem âdeme
Oldular âyine bakansız olmaz

Aynada görünen hayâldir amma
Bakan olmaz ise hayâl de olmaz

Ey FÂNÎ ne varsa âdemde vardır
İnsan-ı kâmilde bir şey yok olmaz

14.
Bilinmezlik âleminde nihânsın
Zuhurunla kendine sen âyansın
Vücuhunla zatına hep beyânsın

Elestü bezminde şahımsın benim
Bir nazar kıl ki penâhımsın benim

Her eşyada gizli olan gönüldün
Bî-renk iken bin bir renge büründün
En sonunda şekl-i insan göründün

Gümanım yok secdegâhımsın benim
Bir nazar kıl ki penâhımsın benim

Aslım sensin, yine sana gelmişim
Ten postunu eşiğine sermişim
Mah cemâlin görüp, güller dermişim 

İnkârım yok secdegâhımsın benim
Bir nazar kıl ki penâhımsın benim

FÂNÎ bayram eyle şimdi yâr ile
Ay güneşe, bülbül kavuştu güle
Ne gam artık düşsen de dilden dile 

Mabudumsun, secdegâhımsın benim
Bir nazar kıl ki penâhımsın benim




15.
Bir deniz ki dalmak gerek
Kar’ın semek bilmez ola
Bir semâya ağmak gerek
Onu melek bilmez ola

Yoldaş olma nâdan ile
İnsan sıfat hayvan ile
Hak, hukuku tanımayan
Nân ü nemek bilmez ola

Bir pÎre gel eyle hizmet
Alasın manavi hizmet
Senden sana sefer eyle
Yolun felek bilmez ola

Haklar isen pîrin sözün
Pak edersen kalbin, özün
Bir güneş ki doğar sende
Nurun ay, gün bilmez ola

Fırsat varken bir mürşit bul
Her sözünü eyle kabul
Hak sarhoşu olur FÂNÎ
Kendisini bilmez ola


16.
Ezelden bahşolmuş sevgi bizlere
Kiminde bir çeşit, bizde bir çeşit
Her bakış farklıdır bütün yüzlere
Kiminde bir çeşit, bizde bir çeşit

Birlik neş’e verir, ayrılık keder
Âşıka ayrılık ölümden beter
Her başta bir sevda dumanı tüter
Kiminde bir çeşit, bizde bir çeşit 

El tutan âşıkların oldu bahtiyar
Dost gönlü pek geniş, bu âlem pek dar
Herkesin sevdiği gerçi hep o yâr
Kiminde bir çeşit, bizde bir çeşit

Hazine bizdedir, tılsım da bizde
Taşrada arama, sır gönlümüzde
Dilberi görmek var ama her yüzde
Kiminde bir çeşit, bizde bir çeşit

Ey FÂNÎ kendinden geçtiğin zaman
Ne varsa yok olur, Hakk kalır hemân
Bu zevki anlamak, erişmek ey can!
Kiminde bir çeşit, bizde bir çeşit


17.
Kâinat sevgiden yaratılmıştır
Her taraf sevgiyle donatılmıştır
Tartıya konulsa seven, sevilen
Sevilen daima ağır basmıştır

Sevilen nazlıdır, sevende niyaz
İlahî sevgiye canlar dayanmaz
Hak ile hak olmak en büyük namaz
Kılanın kalbinde güller açmıştır

Hak içİn can veren şüphesiz canan
El tutan âşıklar gönülde sultan
FÂNÎYÂ böyledir İlâhî devran
Aşkullâh dâimâ baki kalmıştır 

18.
Bir nazar kıl kaplamış Hû her yeri
Hû’ya karkolmuş serapâ aşk eri
Düşme zâhidler gibi vehme sakın
Hu’dan istimdâd eden kalmaz geri

Bahr-ı Hû’da can veren cânân olur
Hû’ya müstağrak olan umman olu
Ayrı bilmez, gayrı görmez Hû diyen
Hû bilenler şüphesiz sultan olur

Dilde gerçi pek kolaydır Hû demek
İlm-i tahkîka verilmezse emek
Zevki yoktur Hû dese, görmez gözü
Bahr içinde bahri bilmez çün semek

Hû bilinmez yer okunsa bin kitâp
Mutlaka mürşit gerek eyle şitâp
Cennetü’l-irfâna cehd et girmeye
Hû tecelli eylesin bî-irtiyâb 

Say edip mürşit elini al ele
Aşk ile gözyaşların dönsün sele
Hak’la nutku, sakla sırrı dâimâ
Hû’yu zevk et, neşeler dolsun dile 

Bahr-i Hû’da ne mekan var ne zaman
Hû’ya daldım, Hû’yu bildim ben bu an
Bir deniz ki dalgası gayrı değil
Hû’ya mirat oldu FÂNÎ bî-gümân 

19.   
Suretler yok iken seni ben sevdim
Sen ile hem sende idim, gizlendim
Sevgi benim, seven hem sevilendim

Dedi canan: “Seni yarattım ey can,
Beni tanı, unutma hiçbir zaman”

Sanki tohum içre ulu ağaçtık
Gizli gizli çok âlemler dolaştık
Sevdik, seviştik, bir yere ulaştık

Kudret eli bizi gurbete attı
Ayrı düşme acısını can tattı

Birçok canlar ile düştük yollara
Görmüyorduk ne sağlara, sollara
Herkes dertli düştük gurbet çöllere

Susuz kaldık, su sandık biz serabı
Hayâll oldu sevgilinin şarabı

Bir gün oldu sevda başa tak dedi
“Vuslat için çare can kıymak” dedi
Yetişti dost,”Yüzüme bir bak”, dedi

Mutlu oldu FÂNÎ aslın ulaştı
Canla cânân kucaklaştı, sarmaştı

20.
Severim her güzeli güzel benim diyerek
Güzelliğim ezelî sende gördüm diyerek
Açtım yeni bir defter sonsuza dek yazılsın
Sevgi benim, hem seven, sevilen ben diyerek

Seven, sevilen bende; beden arada perde
Perde kalksa aradan sevgi kalır her yerde
İkide Bir bilindi, Bir’de iki silindi
Özün bilen sevindi Bir’lik benim diyerek

Sevgiden, yaratıldı iki cihan a gözüm
Seviyorum sevgilim, budur ilk ve son sözüm
Önsüz, sonsuz sevginin yüzüne sürdüm yüzüm
Ey FÂNÎ ben sevgiyim, sevgi Kenzî diyerek

21.
On yedi aralık Mevlâna günü
Mevlâna sevenler bekler bu günü
Canlar semâ eder, neyler üflenir
Şeb-i Arus’tur vuslat düğünü 

Mevlâna nurunu meclise serpmiş
Semazen, neyzenler kendinden geçmiş
Cemiyet vecd ile olmuş yek-vücût
Şems-i Hak Mevlâna tecessüm etmiş

Semazen Mevlâna, neyzen Mevlâna
Cemiyet Mevlâna, canlar Mevlâna
Mevlâna olmayan bir yer kalmamış
Kainat bir ceset, ruhu Mevlana

Cihan derlenip bir Mevlâna oldu
Şems-i Hakk’ın nuru ol dile doldu
İki derya heman birleşti kalpte
Vuslat-ı ulyâdan bir inci doğdu

Ey ulu Mevlâna, ey dürr-İ meknûn
Cemiyetin baki, âşıklar memnun
Dergâha yüz süren hep olur makbul
Mevlâna eylemez kimseye mahzun

Ey şems-i hakikat nuru Mevlâna
Ey kâinatın sırrı Mevlâna
FÂNÎ’yi feyzinle şâd eyle daim
Ey kerem-kani zat-ı Mevlâna

22.
Celâliyle zâhir olsa bu da geçer be yâ hû
Cemâliyle ayan olsa "Bu da geçer" de yâ hû

Bî-karardır felek dâim döner, durmaz hiçbir an
Dursa bir an ne yer kalır, ne gök kalır be yâ hû

Kâhî zulmet, kâhi envâr bir bir ardın devreder
Kâhî lütuf, kâhi kahır O'ndan olur be yâ hû

İmtihan için oluptur dâima neş'e, azap
Sen seni bilmek içindir kahrı, lütfu be yâ hû

FÂNÎYÂ vird-i dâim et bu sözü her zaman
Gece, gündüz hatırından çıkmasın be yâ hû

Celâliyle zâhir olsa bu da geçer be yâ hû
Cemâliyle ayan olsa "Bu da geçer" de yâ hû

23.
Bayram oldu dosta geldik î-di ekberdir bugün
Bayram oldu dostu gördük, rûz-i enverdir bugün
Bayram oldu dosta olduk, kenz i gevherdir bugün
Lütf-i Hak’la gönle girdik, bayram oldu çok şükür

Hep sana vuslat için farz oldu hac, savm Ü salât
Bulmuşuz dost ile rif’at, içmişiz âb-ı hayat
Gitti firkât, oldu vuslat, hep nur oldu şeş cihât
Ref`  olundu ebr-i zulmet bayram oldu çok şükür

Eyledik bir pîre biat, canı ihyâ eyledi
Doğdu şems-i marifet esrârı ifşâ eyledi
Ehl-i şer’a bürünüp dost remzi imâ eyledi
Âşikâr oldu hakikat, bayram oldu çok şükür

Dîdeler hep oldu rûşen rüyet-i canân ile
Meclisimiz oldu gülşen sohbet-i yârân ile
Hasta kalpler oldu dilşen sıhhat-i imân ile
Cümle uşşâk oldu hep şen, bayram oldu çok şükür

FÂNÎYÂ Kenzî’yi buldun gönlün olsun şâdumân
Ağladın çok, şimdi güldün, oldu artık dil cinân
Sarmaşıp nur ile doldun hakkı gördün çün ayan
Bahtiyar kullardan oldun, bayram oldu çok şükür

24.
Misafirhanedir bu dünya gelen kalmaz, gider bir gün
Ömür kandilinin yağı biter, kalmaz, söner bir gün
Beden kâşânesi virâneye elbet döner bir gün
Yaman bir pehlivan olsan, ecel şeksiz yener bir gün

Binip cansız ata canlar bu âlemden göçer bir gün
Bu âlemde ne ektiyse o âlemde biçer ol gün

Ölüm âkıllere bir levha-yı ibret olur ey can
Muammâdır çözülmez, gâfile hayret olur ey can
Ölüm hali heman bir sahne-i dehşet olur ey can
Bütün âriflere şeksiz, ölüm vuslat olur ey can

Binip cansız ata canlar bu âlemden göçer bir gün
Bu âlemde ne ektiyse o âlemde biçer ol gün

Bu âlemde nesin, kimsin, niçin geldik bu dünyaya
Bu gelmekten, bu gitmekten, bu varlıktan nedir gâye
Kuru bir söz ile gitmek revâ mıdır hiç ukbâya
Muammâyı çözenler yüz çevirir semt-i manâya

Binip cansız ata canlar bu âlemden göçer bir gün
Bu âlemde ne ektiyse o âlemde biçer ol gün

Şükür FÂNÎ Aziz Kenzî isimli bir cihan buldu
Ona teslim olup gönlü dikensiz gül ile doldu
Ölüp, anda dirilip hem hayatı câvidan oldu
Açıldı gonce-i mânâ fenânın gülleri soldu

Binip cansız ata canlar bu âlemden göçer bir gün
Bu âlemde ne ektiyse o âlemde biçer ol gün

25.
Bütün ahkâm-ı celâlin sonu elbette cemâl
Bu iki hükm-i kaderle olur izhar-ı kemâl
Gece devrin bitirip gündüz alır nöbeti hem
Ki doğar şems-i hakikat gelir ecrâma zevâl

Bir emirdir çeviren arş ile kürsi feleği
Buna memur oluyor yerle göğün her meleği
Bu olursa bütün âlemde Hüdâ’nın dileği
Bu doğan şems-i hakikat ne vehimdir, ne hayâl

Yok olur sanma hakikat olur elbette celî
Eder icrâ-yı adalet Çalab’ın kudret eli
Mutasarrıf O’dur âlemde dedik cümle “Beli”
Heman ibretle tahayyür olur uşşâka bu hâl

Ulü’-ebsâr eder ibretle temâşâ-yı cihan
Geçerek çun ü çirâdan tutar ol vahdet heman
İki el çarpmasa birden ses olur muydu ayân
Bu sesi zevk eden ârif edemez kîl ile kâl

Oku FÂNÎ açılan yaprağını sen cihanın
Yeni bir safha-yı devr açmadadır hükmü anın
Taraf-ı Hak’tan olan rahmetidir cismi cânın
Bu ne ahkâm-ı İlâhî yine bedr oldu hilâl

26.
Senin aşkın ile cânâ gece gündüz yanarım
Bu mukaddes odu lütf etmesen elbet donarım
Nereye atf-ı nazar kılsa gözüm hep sanadır
Bütün eşyada cemâlin görüp, ismin anarım

Bana bahşeylediğin aşk ile sevdim seni ben
Ne güzel dert ile dermanını buldu bu beden
Ebedî hayy olur elbet senin aşkınla ölen
A benim sevgisi bol menba-ı aşkım, pınarım

Dedi: “Aşkım dayanılmaz, tutulan etsin hazer”
Dedim: “Âşık olanın aklı başında ne gezer”
Dem olur hicr ile ağlar, dem olur vaslı sezer
Ne doyar aşına gönlüm, ne şarabın kanarım

Yürü FÂNÎ yüreğin yâr ile çırpınsın heman
Kâh olur kabz-ı tecellî, kâh olur bast-ı cenân
Sana aşk desini cânân okutur gizli, ayân
Bu garamla tutuşan kalbimi dosta sunarım

27. 
Lutfunla küşad oldu doğruca sana rahım
                                               Hiç kalmadı ahım
Geldim yüzümü sürmeye ben pâyine şahım
                                               Ey pîr-İ penahım
Tut destimi kaldır beni âlâ-yı kemale
                                               Tez bezm-i visale
Mir’at-ı cemalin ola bu rûy-i siyahım
                                               Ey çehresi mahım
Âşıklara can kabesidir vech-i cemilin
                                               Hep feyz-i celilin
Ebvabına matuf oluyor şimdi nigâhım
                                               Düdide güvahım
Hakk’ın ezeli lütfu beni eyledi FÂNÎ
                                               Nur etti bu canı
Baştan düzelince yine bu hal-i tebahın
                                               Mahvoldu günahım
                                               Hiç kalmadı ahım

28.
Muhabbet bir anahtardır açar bâb-ı dili elbet
Muhabbet manevi güldür, kokar, meclis olur cennet
Muhabbet olmasa şâyet zuhûr etmezdi âlemler
Muhabbetle düzen verdi bu ekvâna Cenâb-İzzet

Bu kesret farkını tevhid eden nûr-ı muhabbettir
Muhabbetten doğan lezzât bil esrâr-ı Muhammed' dir
Muhammed sırrına vâkıf olanlar genc-i hikmettir
Bu hikmetle eder her dem muhib mahbûb ile sohbet

Muhabbetle bulur her can hayat-ı sermedi ancak
Bu envâr-ı muhabbetten nice dil bulmasın ezvâk
Muhabbet sırrının zevki eder uşşâkı hep intâk
Muhabbetle gönüller şâd olup buldu ulu devlet

Ey Allah'ım baîd etme bu FANÎ'yi muhabbetten
Muhabbet şehrinin şâhı cenab-ı pâk-i Ahmed'den
Bu gönlüm müstakar olsun heman aşk-ı meveddetten
Gel ey sultan-ı aşkım gel, muhabbetle beni şâd et

29.
Bak cümle eşya-yı cihan
Tevhid eder Hakk’ı heman
Gel sen de ey mutlu olan
Tevhide sây et her zaman

Gerçi Hüda’dır lâmekân
Hâli değil andan mekân
Olsun sana vird-i zeban
Tesbih-i Mevlâ her zaman

Yatma seher vakti uyan
At gafleti Hakk’a dayana
Zikr ile hem nura boyan
Tahmid edip sen her zaman

Birdir Hüdâ, yoktur eşi
Dostu bilir ârif kişi
Hak’la olur her cümbüşü
Tenzih iledir her zaman

FÂNÎ heman Kenzî’de râz
Oldu, eder dâim niyaz
Her derdine Hak çare-sâz
Takdis onundur her zaman

30.
İdrak güneşi doğduğu dem burc-ı hameden
Nevrûz-ı hakikatle gönül nura boyandı
Gaflet kışının uykusu yok oldu temelden
İrfân bağının aşk ile ezhârı uyandı

Dildâra müşahit olanın dîdesi elbet
Îd-i ekber eder, her demi ezvâk-ı meserret
Sultan-ı cemâl şüphesiz âşıklara cennet
Müştak-i hakikat bu cemâl uğruna yandı

Kâmiller eder nâkısı telkîn ile ikmâl
Salik de bilir kendini tafsil ile icmâl
Kur’an ile furkanı oku, eyleme ihmâl
Zaten ikilik bir olan ol Zat’a beyandı

Enfüs ile âfâkı bilen Rabbini bildi
Mevlâsına ârif olanın ruhu dirildi
İlm-i ezelî sâhib-i irfâna verildi
FÂNÎ’ye nasip olmak için dosta dayandı.

31.
Ebedi ruha şifa, aşk ile yansın bu gönül
Biraz eksilse heman ye's ile solsun bu gönül
O kadar aşka giriftâr olayım ki ne olur
Yalnız heykel-i aşkın ile olsun bu gönül           

Bizi atmış ise de hükm-i İlâhi bu ile
Bu uzak aynı yakîn oldu heman ehl-i dile
Bu gönül bir idi zaten ezelî dostu ile
Bir olan yâr ile birlikte karar etti gönül

Bu ne tılsım, bütün âlem senin aşkınla yanar
Kimi "kû kû",kimi "Hû Hû" diye hep ismin anar
Kimi ummanına doymaz, kimi cur'ayla kanar
Değişen reng-i tecelî ile mest oldu gönül

Seni hakkıyla bilen kendini bildi, ne güzel
Bu idi maksad-ı izhar, bu idi hükm-i ezel
Ne yazık kendini bilmezler olur misl-i gazel
FANÎYÂ haline şükret sana dost oldu gönül

32.
Ehl-i hâliz, kâle gelmez hiç bizim ahvâlimiz
Aşk-ı Hak’tır can evinde has olan emvâlimiz

Her neye kılsak nazar didar-ı Hak meşhûdumuz
Sağlanır bu zevk ile ikbal ü istikbalimiz

Merkez-i tevhid-i Hak’tan etmeyiz hiç infikâk
Çün visâl-i yârdır ancak dildeki amâlimiz

Şems-i idrak doğduğu magribden nikabın çâk edip
Nura garkoldu bizimi tafsil ile icmâalimiz

Sırda sübhân, dilde Kur’an, işte furkandır o zat
Oldu bürhan bu vucûtta münceli iclâlimiz

Biz kelâmı menbaından duymuşuz, ders almışız,
Ermişiz tahkika kim taklit değil akvâlimiz

FÂNÎYÂ fahrin sezâsıdır her ne mikdar eylesen
Çün Aziz Kenzî oluptur kıble-i ikbalimiz

33.
Tüm güzellere güzellik vereni gördünüz mü?
O bu illerden değil
Tüm iller O'nun
Güzelliği evrenseli kapsamış
Özge illerden güzellik serpmede
Serpintisi gönüllere gelmede
O güzellikten
Kim bir kırıntı kapdıysa:”Benim” demede
Taş kaptı, elmas oldu
Bitki kaptı, gül oldu
Hayvan kaptı, ceylan oldu
En son yaratık kaptı Âdem oldu
Ah bu Âdem, ah bu âdem, ah bu âdem
Güzellik Âdemde olgunlaşınca
Tüm yaratık ona taptı
“Ben daha güzelim” diye başkaldıran
Çirkin oldu, kovuldu
Yusuf'a güzellikten biraz verildi de
Mısır güzellerinin gözleri kamaştı
Ey güzel!
Kamışa girdin, sarhoş eden ney oldun
Üzüme girdin, bihuş eden mey oldun
Ya insandakini...
Artık sen düşün
Ben sustum
Bilen, gören, bulanlara ne mutlu
Tüm güzellere güzellik vereni

34.
Bir gemim var yüzer derya içinde
Süvarisi sırma libas içinde
Yelken Hakk'ın, dümen kaptan elinde
Fırtınaya çarkçıbaşı neylesin.

Kaptan gözün hiç ayırmaz pusuladan
Haritaya bakar gider durmadan
Fırtınayı gösterirse yelkovan
Hakk'ın celalini kaptan neylesin.

Bazen deniz durur, sakin görünür
Fakat içinde ne dalga bürünür
Şimdi celal, şimdi cemal belirir
Hepsi onun buna pusula neylesin

Fânî heman teslim ol sen rızaya
Ne gelirse göğsünü ver sen kazaya
Kahrı, lütfu bilen erdi safaya
Gözü şaşılara Lokman neylesin




Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.

Benzer Yazılar

Yorumlar