AZÎZ MAHMUD HÜDÂYÎ’NİN HABBETÜ’L-MAHABBE (Sevgi Dânesi-Tohumu) ADLI RİSALESİ
Sadeleştiren:
Prof. Dr. Emrullah İŞLER
Gazi Üniversitesi Gazi Eğitim Fakültesi
Gazi Üniversitesi Gazi Eğitim Fakültesi
Habbetü’l-Mahabbe,
Azîz Mahmud Hüdâyî Kaddesellâhü
sırrahu’l azîzin yazdığı Arapça
risalelerden biridir.
Bismillahirrahmanirrahim
“Filizini yaran, onu güçlendiren, kalınlaştıran ve
dimdik ayakta duran” ekin misali sevdiği ve seçkin kıldığı
kimselerin kalbinde sevgi
tohumunu yeşerten Allah Teâlâ’ya hamdolsun. “Sonra ona yaklaşan ve sarkan, yayın iki
ucu kadar veya daha yakın olan”
sevgiliye, Onun âline, ashabına ve Allah Teâlâ’dan kendilerine güzellik geçen sevenlerine salat ve selam olsun.
Bu, sevenlere hitaben
yazdığım ve adını sevgi tohumu olarak koyduğum bir risaledir. Çünkü
o, her
bir başağında yüz tane olmak
üzere yedi başak veren
bir tohum gibidir. Allah
Teâlâ’ya ulaşmaya vesile olmasını
ümit ettiğim bölümlerden oluşmaktadır.
Başarı Allah Teâlâ’dandır.
Allah
Teâlâ sevgisini ele almaktadır.
Allah Teâlâ onları, onlar da
Allah Teâlâ’yı severler. Allah Teâlâ onları herhangi
bir sebebe bağlı kalmaksızın
inâyeti gereği sever. Onlar ise Allah
Teâlâ’yı herhangi bir
sıfatından dolayı değil zatı için severler.
Zira sıfatları sevmek tecelli
edişine göre farklılık gösterebilir.
Nitekim Allah Teâlâ’nın Latîf
sıfatını seven kimsede ona kahr sıfatıyla
tecelli etmesi durumunda sevgiden eser kalmaz.
Keza, mün’im sıfatını
sevenin sevgisi müntekim sıfatıyla tecelli
ettiğinde yok olur
gider.
Öte yandan
Allah Teâlâ’nın zatını sevmek kalıcı olup
farklı tecellilerle değişmez.
Böyle bir sevgiye sahip
olan kimse nimete kavuşunca şükrettiği gibi, sıkıntı
karşısında da şükreder. Hâlbuki
sıfatları seven kimse sıkıntı durumunda
şükretmez sabreder. Bu konuda Yahya
b. Mu’âz şöyle der: Esasen
sevgi; iyilikle artmaz, sıkıntıyla eksilmez. Denilir ki, kulların
sevgisi konusunda üç derece vardır:
Birincisi
Avâmın (sıradan kimselerin) sevgisi. Bu
sevgi, nimeti ve iyiliği
görmekten kaynaklanır. Böyle bir sevgiye
sahip olan kimse mükâfatını
arzular, ateşten korkar.
İkincisi
Havasın (seçkin kulların) sevgisi. Mükemmelliği
gözlemlemekten kaynaklanır.
Bu
tarz, ‘Allah Teâlâ Teâlâ’ya mükâfatını beklemeksizin onu
yüceltmek için ibadet edeceğim.’ sözünde olduğu gibi Allah
Teâlâ’yı yüceltmeye yönelik bir sevgidir.
Böyle bir sevgiye
sahip olan kimse kalbini
kâh
Allah Teâlâ’nın cemali kâh celâliyle
meşgul edeceğinden O’ndan başkasını kalbinden atmak zorundadır.
Üçüncüsü
Ehassu’l-havâsın (en seçkin kulların) sevgisi. Kulun ulaşabileceği
en yüce gayedir.
Bu sevgi, “gizli bir hazineydim, bilinmeyi istedim,
bu nedenle tanınmak için mahlûkâtı yarattım.” sırrındaki Hakk’ın ezelî sevgisinden kaynaklanan cezbelerden
gelmektedir. Bu derece, ilki
şillerden, ikincisi sıfatlardan kaynaklanan
diğer iki dereceden farklıdır.
Üçüncü derecedeki ehassu’l-havâs olanlar “kendilerine
bizden bir iyilik geçenler” (21. Enbiyâ, 101) âyetinde belirtildiği
gibi ilk inâyet gereği
Allah Teâlâ’yı kemaliyle bilenlerdir.
Allah Teâlâ bu âyette ezeli
sevgisinden bahsetmiş ve inâyeti
gereği onlar O’nu sevmeden O, onları sevmiştir.
Ubeydullah b. Hasen şöyle demiştir:
Benim Rum bir cariyem vardı. Bazı geceler bende uyurdu.
Bir
keresinde onu aradım ama bulamadım. Bunun üzerine kalktım
sağa sola baktım. Derken onu secdede:
“Allah Teâlâ’m bana olan sevginle beni bağışla” diye dua ederken buldum. Bunun üzerine öyle deme,
“Sana olan sevgimle beni bağışla.” diye dua et dedim.
O da
bana şu cevabı verdi:
“O, sevgisiyle şirkten kurtarıp İslam’a ulaştırdı
beni. Çoğu insanlar uyurken sevgisiyle uykudan uyandırdı beni.”
Bunların Allah Teâlâ Teâlâ’ya olan sevgisi
sebepsizdir. Allah Teâlâ onları Adem’den
var edince sevgisi
kalplerine tecelli etti.
Bu sevgi onları cezbederek kendilerini
unutturdu. Dolayısıyla onlar,
dünyaya bu özellikleriyle geldiler.
Gücüyle odunu yok eden, ancak hiç bir şey
olmamış gibi varlığını sürdüren ateş misali, baskınlığına
rağmen sevene zarar vermeyerek varlığını
devam ettirmesi sevginin espirisidir.
Çünkü sevgi her şeyi yok
eder.
Rivâyet olunur ki,
birisi şeyh Ebû Sa’îd’in huzurunda
“O, onları, anlar da O’nu severler” (el-Bakara 2/165) âyetini okudu. Bunun
üzerine şeyh kâinattaki her şey onun yaratması olması nedeniyle Allah Teâlâ
yalnızca kendini sever dedi. Zira yaratıcı yarattığını övdüğünde kendini övmüş
olur. Bu durumda sevgi O’nu aşmaz.
Dolayısıyla O, sadece kendini
sevmiş olur. Cüneyd-i Bağdâdî
es-Serî’nin şöyle dediğini nakleder: İki
kişi arasındaki sevgi, biri
diğerine “Ey ben!” diye seslenirse geçerli olur.
Semnûn sevgiden söz edince mescidin lambalarının kırıldığı rivâyet
olunur. İbrahim
b. Fâtik şöyle demiştir:
Semnûn’un sevgiden söz ettiğini
işittim. Derken yanına küçük bir kuş
geldi. Ona yaklaştıkça yaklaştı ve önünde durdu.
Sonra kan gelinceye kadar gagasıyla toprağa vurdu ve
öldü.
Semnûn sevgiyi marifete, diğerleri ise marifeti sevgiye tercih
ederdi. Doğrusu sevgi, muhakkiklerin gözünde lezzette yok
olmak; marifet ise hayretle izlemek ve heybette yok olmaktır.
Bazı büyükler “sevgi,
fenâ ve mahvın başlangıcıdır”
demişlerdir. Mahv üç derecedir.
•
Fiillerin
Hakk’ın fiilinde yok olması
•
Sıfatların
Hakk’ın sıfatında
yok
olması
•
Zatın
Hakkın zâtında yok olması
Sevgi, avâmın varabileceği derecelerinin sonuncusu, havasın derecelerinin başlangıcıdır. Kendilerine Allah Teâlâ Teâlâ’dan bir
iyilik gelenlerin dışında kalanlar, yokluk
vadisinde olanlar havasın
zayıflarıdır. Sevenler sevdiğine halisâne hizmet eden
kullardır. Onların dışında kalanlar
bir amaç veya bir
bedel için çalışan ücretlilerdir.
Sevgi, yakınlığa götüren tam bağımlılık ve zâti secdeyi
ifade eder. Allah
Teâlâ şöyle buyurur:
“secde et ve yaklaş” (el-Alak 96/19) Bunun üzerine Hz. Rasûlullâh
sallallâhü aleyhi ve sellem söz
konusu secdede “Cezalandırmandan affına, öfkenden rızana, senden sana
sığınırım.” diyerek fiiller,
sıfatlar ve zatın yok
olma derecelerine işaret etmiştir. şunu bil ki, sevgi ağacı gönül
bahçelerinde yeşerir. Gaybı bilenin
ihsan ve kerem havuzunda gelişir. Bu konuda kudsî hadiste şöyle buyrulmuştur:
“Gizli bir hazineydim, bilinmeyi istedim,
bu nedenle tanınmak için mahlükatı yarattım. Onlara beni tanımaları için
nimetlerimle yaklaştım ” Zâti ilahi aynu’l-cem’ı
ve gayb aleminde gizli olan kemalâtını göstermek istedi. Bunları
havâsa bahşetti ve şuhûd
âleminde var etti.
Sıfatlarını görünce kendisini
tanımaları için nimeti ve külfetiyle onları
sınadı. Böylece başlangıçta maden ve hazine oldukları gibi sonunda da ona yardımcı
olmalarını murad etti. Sevgi Allah Teâlâ Teâlâ’dan
gelen ve ona dönecek olan
bir hakikattir. “İyi
biliniz ki, işler ona döner.” (eş-şûra 42/53) O, seven, sevilen; isteyen, istenilendir.
Denilir ki, sevdiğini söylemek kolay, ama sevginin
gereğini yapmak zordur.
Bu konudaki samimiyet belirtileri şunlardır:
• Aradaki perdeden kurtulmak için ölümden nefret etmemektir. Çünkü gerçek anlamda
seven kimse sevgilisine ulaşmaktan
hoşlanmamazlık etmez.
• Allah Teâlâ’nın rızasını nefsinin arzularına tercih etmesidir.
• Allah Teâlâ’yı zikretmeyi sevmesidir. Çünkü seven sevdiğini çokça hatırlar ve anar.
• Allah Teâlâ Teâlâ’ya ve rasülüne
atfedilen her şeyi sevmesidir.
Zira sevgi arttıkça O’nun tarafından yaratılan ve var
edilen her şeyi gerçek sevgilinin
yaratması olduğundan sever.
• Sevgiliyle yalnız kalması ve ona münacât etmesidir.
Yahya b. Muâz
şöyle der: “Sevdiğini iddia edip de haddini bilmeyen
yalancıdır.” Cüneyd-i Bağdadî şöyle der: “Sevgi gerçek olursa aradaki resmiyet kalkar.” Üstad Ebû
Ali bu bağlamda şu beyti okur:
Olursa sevgi, bir toplulukta samimi Sürerse
dostluk resmiyete ne hacet!
O ayrıca şöyle derdi: “Müşfik bir babanın çocuğuna
saygı ifadesiyle seslendiği görülmez. Nitekim o, çocuğuna adıyla seslenirken
başkaları ona saygıyla hitap etmek zorunda kalırlar.”
Sehl: “Sevgi, canı gönülden itaat etmek, muhalefeti
bırakmaktır.” der.
Bazıları: “Sevgi, sevdiğin şeyin, sevdiğin kimsenin olmasını
istemendir.” demişlerdir. Denilir ki, “Sevgi,
sevdiğini, sahip olduğun her şeye tercih etmendir.”
Keza denilir
ki, “Sevgi, birlikte ve ayrılıkta sevdiğinle uyum içinde
olmaktır.”
Ebû Abdillah el-Kureşî sevginin hakikatini şu
sözlerle açıklar:
Gerçek sevgi, kendinde bir
şey
kalmayacak şekilde sevdiğine bütününü
vermendir.
Ebû Saîd el-Harrâz birgün rüyasında Hz. Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellemi görür
ve
“ey Allah
Teâlâ’nın elçisi beni mazur gör. Allah Teâlâ Teâlâ’ya olan sevgim seni sevmeme
engel oldu” der. Bunun üzerine Hz. Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem
“Kim Allah Teâlâ’yı severse beni sevmiş olur” der.
Allah Teâlâ Hz. İsa aleyhisselâma şöyle vahyeder:
“Ben kullarımdan birinin kalbine bakıp da onda dünya
ve ahiret sevgisi bulamazsam onu kendi sevgimle doldururum.”
Sevenlerden biri şöyle anlatır:
“Altın ve
gümüşten elbiseleri olan kırk huri bana havada göründü. Onlara bir kere baktım.
Bunun üzerine kırk gün kınandım. Sonra onlardan daha güzel seksen huri göründü
ve bana ‘bunlara bak’ dendi. Hemen secdeye kapanarak ‘Allahım! Senden başka her
şeyden sana sığınırım. Benim bunlara ihtiyacım yok’ diye dua ettim ve onları
benden uzaklaştırana kadar yalvarmayı sürdürdüm.”
Ebû Hafs toplumdaki bozukluğun genellikle üç şeyden kaynaklandığını belirtir:
Ariflerin fıskı, sevenlerin
sadakatsizliği ve müritlerin yalancılığı.
Ebû Osmân, Ariflerin fıskını dünya işleriyle
meşgul olmak ve onlardan
söz etmek; sevenlerin sadakatsizliğini kendi hevalarını Allah Teâlâ’nın rızasına tercih
etmek; müritlerin yalancılığını
ise
kulları anmak ve onları görmenin Allah
Teâlâ’yı anmak ve onu görmeye baskın olması
şeklinde açıklar.
Ebû Hureyre, Hz. Rasûlullâh
sallallâhü aleyhi ve sellemin “Kim Allah Teâlâ Teâlâ’ya kavuşmak isterse
Allah Teâlâ da ona kavuşmak ister; kim Allah Teâlâ Teâlâ’ya kavuşmayı
istemezse, Allah Teâlâ da ona kavuşmak istemez.” dediğini nakleder, ayrıca
Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellemden
şunu da rivâyet eder:
“Allah Teâlâ bir kulunu severse Cebrail’e ben falanı sevdim sen de sev der. Bunun üzerine Cebrail de onu sever
ve semada bulunanlara Allah Teâlâ falanı seviyor, siz de onu sevin diye seslenir.
Onlar da onu severler. Daha sonra
Allah Teâlâ o kulunun yeryüzünde de kabul görmesini sağlar.”
Rasûlullâh
sallallâhü aleyhi ve sellem sevgisiyle ilgilidir.
Allah Teâlâ Kur’an’da şöyle buyurur: “De ki, eğer Allah Teâlâ’yı seviyorsanız bana uyunuz ki, Allah
Teâlâ da sizi sevsin” (Al-i İmrân
3/31) Hz. Rasûlullâh sallallâhü
aleyhi ve sellem, sevginin kutbu ve timsalidir. Bu nedenle
Allah Teâlâ’nın sevgilisi, öncekilerin ve sonrakilerin efendisidir. Allah Teâlâ’yı sevdiğini iddia eden herkesin ona tabi olması
gerekir. Zira, sevgilinin sevdiği
sevgilidir. Kuşkusuz Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve selleme tabi olmak söz, fiil,
ahlâk, davranış ve inanç olarak onun yolunu
izlemektir. Rasûlullâh sallallâhü
aleyhi ve sellemin yolundan nasibi olmayanın sevgiden nasibi nasıl
olabilir?
O’na gerçekten tabi olanın gizlisi, açığı, kalbi ve
nefsi Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellemin gizlisine, açığına, kalbine ve nefsine
uyar. Dolayısıyla Allah Teâlâ onun
kalbine sevgisini
yerleştirir. Bu sevginin nuru Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve
sellemin batınından ona geçer. Böylece o
kişi, Allah Teâlâ’nın sevgilisi ve seveni olur. Bütün
âlem tek bir insan, dünyadaki
insanlar da o insanın
organları mesabesindedir.
Onların arasından sevenler organlar arasındaki
göz gibidir. Allah Teâlâ sevgi
bahşettiği kimseye kendisini görme (şuhûd) mertebesini verir ve eşyada
nasıl zuhur ettiğini göstererek nimetlendirir
onu. Böylece o kimse Rabbinden ve O’nun tecellilerinden başkasını sevmez.
Zira bütün yaratılmışlar Hakk’ın tecelli
sahnesidir. Bu durum
Hak ile halk arasında gizlidir.
Nitekim, “O bağışlayandır, sevendir.” (Burûc 85/14) âyetinde Allah
Teâlâ’nın, bağışlayan (gafûr)
ismini seven (vedûd) ismiyle
birlikte zikretmesi söz konusu gizlilikten dolayıdır.
Örneğin “Kays, Leyla’yı sevdi.” denilir. Hâlbuki o, gerçek sevgiliden
başkasını sevemez.
Şeyhu’l-Ekber Muhiddîn İbnu’l-Arabî şöyle der:
“İnsan birini görüp sevebilir. Hâlbuki onun ne kim olduğunu,
ne
adını, ne de yaşadığı yeri
bilir. Bizzat bu sevgi
ona, ismini ve yaşadığı yeri öğrenmeyi gerekli kılar.
Öyle ki, sevdiğiyle adıyla ve sanıyla yokluğunda
beraber olur, görmeyince sorar başkalarından
onu. Allah Teâlâ Teâlâ’ya olan
sevgimiz de böyledir.
Onu tecelli ettiği şeylerde severiz.
Zatını bilmeyiz ama severiz ismini.
Belki de ismini bilmeden
severiz onu. Yaratılanın ise kendisini tanır, belki de severiz onu,
bilmeden ismini. Sevgi, sevileni tanımayı
gerekli kılar. Kimimiz
O’nu dünyada tanır, kimimiz tanımadan severek ölür. Perde aralandığında
ise
sadece Allah Teâlâ’yı sevdiğini anlar.
Sevenler dört çeşittir:
1. Sevgisi ruhanî ve zâti olanlar. Bunların ruhları, ehâdiyet mertebesine yakınlıkları ve vahidiyet mertebesine denklikleri
nedeniyle ezelden beri uyum
içerisindedir.
Bu hususta Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem “Birbirlerini
tanıyan ruhlar uyum içerisinde olurlar” demiştir. Bu şekilde
yaratılanlar yakınlık hâlinde oldukları vatanlarına (ehadiyet mertebesine) özlem duyarlar.
Hakk’a yönelerek (tanınmalarını
engelleyecek) giysilerden arınırlar. Karşılaştıklarında birbirlerini
tanırlar. Tanıyınca da, aslî uyumları, benzer
özellikleri, gidişat ve yöntemlerindeki örtüşme nedeniyle birbirlerini
severler. Böylece her biri
diğerinden davranış, bilgi ve
gerçek vatanı yâd etmede yararlanır. Mükemmel
ve gerçek olan sevgi türü
budur. Peygamberler, evliyalar,
asfiyalar ve şehitlerin sevgisi
bu
kabildendir.
2. Sevgisi kalbî olanlar. Bu tür sevgi, vasışar
ve
ahlâklardaki uyum, akide ve Salih
amellerdeki benzerlikten kaynaklanmaktadır.
Salihler ve ebrârın
sevgisi ile ariflerin
ve evliyaların onlara olan muhabbeti, ayrıca peygamberlerin ümmetlerine olan sevgisi
bu
kabildendir.
3. Sevgisi nefsi olanlar. Bu tür sevgi,
duygusal lezzetler ile cüzî gayelere dayanmaktadır.
Eşlerin birbirlerine olan
sevgileriyle, şehvet gidermek
ve para kazanmakta
birbirlerine yardım eden facirlerin, fasıkların
ve dalalet ehlinin
sevgileri bu
kabildendir.
4. Sevgisi aklî olanlar. Bu tür sevgi, yaşam
şartları ve dünya işlerini kolaylaştırmaya
dayanır. Tüccarlar, zanaatkârlar ile yardım olunanın yardım edene sevgisi
bu kabildendir.
Bunlardan son ikisi geçici bir gaye için
olduğundan yok olmaya mahkûmdur. Zira geçici bir gaye ve batıl bir
amaç için olan bütün sevgiler nedeni ortadan kalkınca yok olur
gider. Bu yüzden Allah Teâlâ “O gün müttekiler dışında kalan dostlar birbirlerine düşman
olurlar.” (ez-Zuhruf 43/67) buyurmaktadır. Dünya ehlinde baskın olan sevgi türü bu ikisinden biridir. Öte yandan yüce gayeye ulaşan
kâmil müttekiler ise ilk olarak günahlardan,
ikinci olarak boş şeylerden, üçüncü olarak fiilerden, dördüncü olarak sıfatlardan ve son olarak da kendi
benliklerinden arınırlar da geriye kendilerini
alıkoyacak ve Allah
Teâlâ Teâlâ’ya olan sevgilerini
bozacak hiç bir şey kalmaz. Bunlar
çok nadir
ve
son derece değerlidirler.
Allah Teâlâ’ta birbirlerini seven (mütehâbbûne fillâh) ilk grup bunlardan oluşur.
Allah Teâlâ için seven (mütehâbbûne lillâh) ikinci
grup ise takvanın zahiriyle yetinip
sevap kazanmak ve Allah Teâlâ’nın rızasını elde etmek için günahlardan sakınan ve Allah
Teâlâ’nın azabından korkanlardır. Bazıları “Zevklere düşkünlük güzel
gösterildi.” (Âl-i İmrân 3/14) âyetiyle ilgili
olarak Allah Teâlâ’nın insanları
üç grupta yarattığını
söylemişlerdir:
1. Avâm: Bunlar nefis erbâbıdır. Heva ve heveslerini ön planda tutarlar.
2. Havâs: Bunlar gönül erbâbıdır. Hidâyet
ve takvayı ön planda
tutarlar.
3. Ehassu’l-havâs: Bunlar maneviyat
(rûh) erbâbıdır. Sevgi ve özlemi ön planda
tutarlar.
Sehl b.
Abdillah “Allah Teâlâ’yı gerçekten sevenler, Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve selleme davranış,
fiil ve sözlerinde uyan kimselerdir.”
demiştir.
İbn Atâ, “Eğer Allah Teâlâ’yı
seviyorsanız bana tabi olunuz” (Âl-i İmrân 3/31) âyetini yorumlarken
“ yüce nuru (en-nuru’l-a’lâ)
göremeyenlere, yakın
nuru (en-nuru’lednâ) istemeyi emretmektedir.” demiştir.
Şeyh Ebû Abdirrahman es-Sülemî
“yüce nura ancak yakın nuru kendisine rehber edinen
ulaşır. Kim, yakın
nurun edebiyle edeplenmeyi ve ona tabi olmayı
yüce nura ulaşmak
için ilke edinmezse iki
nurdan da mahrum olur ve gaşyet elbisesini giyer” demiştir.
Öte yandan
Ebû Osmân söz konusu âyeti şöyle yorumlamıştır: Habibime uyarak bana
olan sevginizdeki samimiyetinizi ortaya koyunuz.
Çünkü benim sevgime ancak onu
sever ve ona tabi olursanız
ulaşabilirsiniz. Zira onun sünneti yüce sevgiliye ulaştırır.
Muhammed b. el-Fadl ise bu âyetle
ilgili olarak şunları söyler:
“Açıktan ya da gizli
olarak Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellemin sünnetine aykırı davranan veya
en ufak bir şeyde ona tabi olmayı terk eden kimsenin sevgiyle ilgisi olamaz.
Zira tabi olmak, O’na hiç bir şeyde muhalefet etmemekle gerçekleşir.
Bazı
büyükler Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellemin sevginin îmanın şartı olduğunu belirttiğini rivâyet etmişlerdir.
Bir defasında
Ebû Zer b. El-Akîlî Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve selleme
Ey Allah Teâlâ’nın elçisi îman nedir? diye sorar. Rasûlullâh
sallallâhü aleyhi ve sellem ona “Allah Teâlâ ve rasulünü her şeyden daha fazla
sevmendir.” şeklinde cevap verir.
Buharî Abdullah
b. Hişâm’dan Rasûlullâh sallallâhü
aleyhi ve sellemin şöyle dediğini
rivâyet eder: “Rasûlullâh
sallallâhü aleyhi ve sellem ile beraberdik.
Ömer’in elini tuttu. Bunun
üzerine Ömer ona:
- Ey Allah Teâlâ’nın elçisi sen, kendim dışında her şeyden bana
daha sevimlisin dedi. Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem ona:
- Hayır, Allah Teâlâ Teâlâ’ya yemin olsun ki, ben sana kendinden
daha sevimli olmadıkça olmaz dedi. Ömer:
- Ey Allah Teâlâ’nın elçisi! şimdi sen bana, vallahi kendimden daha
sevimlisin. Rasûlullâh
sallallâhü aleyhi ve sellem:
- Şimdi oldu ey Ömer! Yani îmanın kâmil oldu dedi.
Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve selleme üç şekilde tâbi olunur:
Birincisi, mü’minlerin avâmının tâbi olması,
bu, fillerinde olur.
İkincisi,
havasın tâbi olması,
bu, ahlâkında olur. Üçüncüsü, ehassu’l-havasın tâbi olması,
bu, ahvâlinde olur.
Kuşkusuz sevgi güneşi ezel doğusundan
ve ‘gizli bir hazineydim, bilinmeyi
istedim’
noktasından doğduğunda ariflerin kalplerini aydınlattı ve ‘tanınmak
için mahlûkatı yarattım’
nuru
ortaya çıktı. Böylece yeryüzü,
yaratıcısının nuruyla aydınlandı.
Marifet ehli olan avâma
‘salih amel işleyerek ve çirkin fiilerden
sakınarak bana tabi olunuz ki, Allah Teâlâ da rahmetiyle ve fiilerde tecelli
etmesiyle sizi sevsin’ dendi.
Havâsa ‘güzel ahlâkla ve sıfatları yok etmekle bana tabi
olunuz ki, Allah Teâlâ da sizi fazlı keremi ve sıfatlarda tecellisiyle sevsin.’ dendi.
Ehassu’l-havâsa ise ‘bedeninizi ve zatınızı yok sayın ki, Allah Teâlâ da
sizi ezelî sevgi cezbeleri ve zatının tecellisiyle sevsin.’ dendi.
Rasûlullâh
sallallâhü aleyhi ve sellemin ehl-i beytini ve akrabalarını sevmekle ilgilidir.
Allah
Teâlâ âyette şöyle buyurur:
“De ki, ben akrabalarıma sevgi dışında bir karşılık (ücret)
istemiyorum”(eş-şûrâ 42/23) Ayetteki istisna Rasûlullâh
sallallâhü aleyhi ve sellemin yakınlarını sevmekle ilgili olup,
herhangi bir ücretin söz konusu olamayacağını belirtmektedir.
Çünkü Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve
sellemin yakınlarını sevmenin karşılığı kurtuluşlarının
sebebi olmasından sevenlere aittir.
Zira sevgi, mahşerde
bir arada olmalarını sağlayacak olan rûhî uyumu gerektirir.
Bu konuda Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem şöyle buyurur:
“Kişi sevdiğiyle haşrolunur.” Dolayısıyla Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem için bir ücret söz
konusu değildir.
Rûhu temiz olmayan
ve Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve
sellemin yakınlarına uzak olan kimse onları sevemeyeceği gibi, sevmeye güç yetiremez
de.
Öte yandan tevhid ehlinden rûhu aydınlanan, Allah Teâlâ’yı
bilen ve seven kimsenin onları sevmemesi mümkün olamaz.
Onları ancak Allah Teâlâ ve Rasülünü
seven ve Allah Teâlâ ve Rasülü
tarafından sevilenler severler.
Eğer ezelde Allah Teâlâ tarafından
sevilmemiş olsalardı Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem onları
sevmezdi. Zira Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellemin sevgisi
aynu’l-cem’ de olduktan sonra sureti tafsilde
Allah Teâlâ’nın sevgisinin aynısıdır.
Yukarıdaki âyet indiğinde
‘bizim sevmemiz gereken yakınların kimdir?’ sorusuna Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellemin: Ali, Fatıma ve iki çocuğudur cevabını verdiği
rivâyet olunur. Bu yüzden Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve
sellemin pak soyunu
sevmek gerekir.
Allah Teâlâ’nın elçisi şöyle buyurur:
Mikdâd b. Esved Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellemin şöyle dediğini nakleder:
Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem şöyle buyurur:
Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem şöyle derdi:
Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellemin âlinden daha saygın kimse yoktur. Onların hepsi büyüktür, yücedir.
Aksi bir durum söz
konusu olamaz.
Damîra, Ömer b.
Abdilaziz’in Hz. Hüseyin aleyhisselâmın soyundan birine: “Kapımda
bekleme! Çünkü ben sana izin verilmeyip kapımda beklemen karşısında Allah Teâlâ
Teâlâ’dan utanırım.” dediğini nakletmiştir.
Bazı ileri
gelenler:
“Seyyidlerin
çok olduğu yerde oturmam. Çünkü onların hepsi son derece asildir. Bu yüzden
onlara gereği gibi saygı gösteremem.” demiştir. Ebû Hanife radiyallâhü anhin bir dersinde tekrar tekrar ayağa kalkıp oturduğu
rivâyet olunur.
Sebebi sorulduğunda
“Dışarıda çocuklarla oynayan Hz. Ali
kerremallâhü veche soyundan bir çocuk var. Her gördüğümde saygıdan ayağa
kalkıyorum.” der.
Bağdat’ta elinde bir miktar
malı olan bir tüccar vardı. Bir gün cemaatle namaz kıldıktan
sonra Hz. Ali kerremallâhü veche evladından biri kalkıp bir kızım var evlendirmek istiyorum. Dedem Muhammed hakkına
çeyizine yetecek bir miktar para verin dedi.
Tüccar beş yüz
dirhemlik sermayesini adama verdi. Gece rüyasında
Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellemi
gördü. Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem ona ey delikanlı bana hediye
ettiğin şey ulaştı. Belh’e git orada Abdullah b. Tahir’e “Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem sana selam ediyor ve
benden alacağı olan bir dostunu sana gönderiyor. Ona beş yüz dinar öde.” de. Adam uykudan kalkınca durumu eşine bildirdi. Kadın,
“Sen
Belh’den dönünceye kadar bizim geçimimizi kim sağlayacak?” diye sorar. Bunun
üzerine tüccar fırıncı komşusuna
giderek “Ben yokken aileme
yiyeceğini verirseniz dönünce her dirhem için bir dinar ödeyeceğim.” der. Fırıncı
tüccara “Sana Belh’e gitmeni emreden bize de sen dönene kadar ailenin
nafakasını sağlamamızı emretti.” der.
Tüccar Belh’e gitmek üzere yola koyulur,
oraya yaklaştığında Abdullah b.
Tahir onu “Rasûl’ün
elçisi hoş geldin” diyerek karşılar ve seni gönderen bize seni ağırlamamızı emretti der. Abdullah b. Tahir tüccarı üç
gün
misafir eder ve ona
Rasül’ün elçisi olması nedeniyle beş yüz
dinar öder. Sonra, evine sağ salim götürmeleri için bir grup adamını onunla birlikte
gönderir.
Ebû Muhammed el-Makdisî şöyle rivâyet
eder:
Hz. Ali kerremallâhü veche soyundan yetim çocukları olan fakir bir hanım onlarla birlikte Semerkant’a
gider. Oraya vardıklarında çocuklarını mescide bırakır
ve kendisi yiyecek bulmak için
ayrılır. Oranın ileri geleni olan bir müslümanla
karşılaşır. Ona durumunu bildirir, bir gecelik yiyecek
ister ve kendisinin Hz. Ali kerremallâhü veche
soyundan olduğunu ifade eder. Adam
ondan, Hz. Ali kerremallâhü veche soyundan olduğunu
kanıtlamasını ister. Kadın burada beni tanıyan
yok der. Adam, kadını bırakır
çeker gider. Sonra kadın
bir mecusîye rastlar, durumunu
bildirir. Mecusî ona para ve giyecek verir
ayrıca iyi davranır. Kadının karşılaştığı müslüman
rüyasında kıyametin
koptuğunu ve Livâu’l-Hamd’ın
Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellemin başının üstünde olduğunu
görür. Derken
yeşil zümrütten bir saray gözüne ilişir. Rasûlullâh
sallallâhü aleyhi ve selleme bu sarayın kime ait olduğunu
sorar. O da sarayın muvahhit bir müslümana
ait
olduğunu söyler. Adam ben
müslümanım der.
Bunun üzerine Rasûlullâh
sallallâhü aleyhi ve sellem ondan müslüman olduğunu kanıtlamasını
ister. Adam uyanır
saçını başını yolar. Mecusiye gider ve kadının nerede olduğunu sorar. O da
evinde olduğunu belirtir. Adam mecusiye bin dinar vereyim onu bana ver der. Mecusi reddeder ve şöyle der: “Gördüğün o saray benim, Allah Teâlâ bu kadının hatırına bana ve
aileme müslüman olmayı nasip etti. Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellemi
rüyamda gördüm bana bu saray senin ve sen cennet ehlisin dedi.”
Rivâyet olunur ki,
Abdullah b. Tahir’e
bir hırsız musallat
olur, bir türlü onu
ele geçiremez. Bir kış günü hırsız
arkadaşlarıyla bir beldeye girer.
Orada kalırlar. Bir gün
kapılarından Hz. Ali kerremallâhü
veche evladından fakir bir kadın
geçer ve onlardan
bir şeyler ister. Kadına içeri
girmesini, orada kadınların
olduğunu söylerler. İçeri girince onu
taciz ederler. Kadın kendini korumaya
çalışır ve ben Hz.
Ali kerremallâhü veche soyundanım der.
Elebaşıları bunu duyunca ona koşar,
para verir ve ondan dedesine şikâyet etmemesini
ister. Derken Abdullah
b. Tahir bunları yakalar
ve
ertesi gün idam etmek üzere hapse atar.
Rüyasında Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellemin hırsızların elebaşısı için şefaatçi olduğunu
görür. Uyanır tekrar
uyur, aynı şeyi üç kez görür.
Bunun üzerine hırsızı
hapisten çıkarır ve ona
bugünlerde iyi bir şey yapıp
yapmadığını sorar. Hırsız Hz. Ali kerremallâhü veche
soyundan olan kadından bahseder. Bunun üzerine
Abdullah b. Tahir, müjdeler olsun
Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem senin
için şefaatçi oldu der. Hırsız ağlamaya başlar ve bu kadarı bile Rasûlullâh sallallâhü
aleyhi ve selleme gizli kalmıyorsa işlediğim büyük günahlar nasıl gizli kalır? der ve tövbe eder, ibadete başlar.
Enes r.a.
şöyle rivâyet eder: Rasûlullâh
sallallâhü aleyhi ve selleme sorulur:
- Ey Allah Teâlâ’nın elçisi! Muhammed’in âli kimdir? Bu soruya Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem şöyle cevap verir:
-Bana sizden önce müslümanlardan kimsenin sormadığı çok önemli bir şey sordunuz. Her mütteki, Muhammed âlindendir.
İyâs b.
Seleme b. Ekva’ babasından Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve
sellemin şöyle dediğini rivâyet eder: Yıldızlar semanın güvencesi,
ehl-i beytim ise ümmetimin güvencesidir.
Şeyh Ebû Abdillah şöyle der:
“Rasûlullâh
sallallâhü aleyhi ve sellemin ehl-i
beyti kendisinden sonra onun yolunu izleyenlerdir. Onlar sıddıklardır.
Onların hatırına insanlar belâlardan korunur,
yağmur yağdırılır ve rızıklandırılırlar. Onlardan biri öldüğünde Allah Teâlâ onun yerini alacak bir
başkasını yaratır. Onlar bizzat Allah Teâlâ tarafından seçilen, ahlâkları değiştirilen ve arındırılan
peygamber halefleridir. Herhangi biri öldüğünde Allah Teâlâ yetiştirdiği bir başkasının
onun yerini almasını sağlar. Onlar Muhammed ümmetinden olup diğer insanlara
çokça oruç tutma ve namaz
kılma ile değil güzel ahlâk, takva, bütün
müslümanları içtenlikle sevme ve Allah
Teâlâ rızası için insanlara öğüt verme ile üstün olmuşlardır.
Büyüklerden biri şöyle der:
Ayrıca aynı
büyük zat:
“dualarınızı günahdan arındırılmış bir dille yapın! der. Yani, size dua etmeleri için evliyâullaha karşı
mütevazı olunuz ve onlardan yardım isteyiniz. Çünkü onların dilleri paktır.
Netice olarak:
• Allah Teâlâ’yı seviniz,
•
Alemlerin
Rabb’inin
sevgilisi olan peygamberlerin efendisini seviniz,
• Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellemin âlini, ashabını ve tabiileri seviniz,
• Ve onların din kardeşlerini seviniz.
RİSÂLE HAKKINDA
İstanbul kütüphanelerinde 211, Milli
Kütüphane’de ise iki
ayrı yazması bulunmaktadır. Yazmaların varak sayısı,
sayfa yapısı ve yazı stiline göre 5 ile 11 arasında değişmektedir. Dili
akıcı ve anlaşılır olup yazarının
Arapçaya vakıf olduğunu gâyet açık bir
şekilde göstermektedir. Öte
yandan risalede bir takım
dil yanlışlarının bulunduğu
ise bir gerçektir. Ancak, söz
konusu yanlışların nüshadan nüshaya
farklılık göstermesi yazardan değil Arapçayı
bilmeyen ya da az
bilen nâsihlerden kaynaklandığını ortaya
koymaktadır.
Habbetü’l-Mahabbe, Derviş Mehmet b. Mehmed
el-Konevî tarafından şerhedilmiştir. Bu şerhin
(1037/1627) tarihli
bir nüshası İst. Ünv. Ktp. A. y. 1086’da
kayıtlıdır.
Habbetü’l-Mahabbe, Ahmed Remzi Mevlevî
(ö.1944)4 tarafından Türkçeye tercüme
edilmiş olup
H. Selimağa-Hüdâyî 660’da bir yazması
bulunmaktadır. Bu tercüme yazma
Rasim Deniz tarafından 1982 yılında
sadeleştirmeden yayımlanmıştır.
Habbetü’l-Mahabbe son olarak Ali Çalışır tarafından
Necdet Yılmaz’ın çevirisiyle 2002 yılında
dipnotlandırılarak yeniden yayımlanmıştır. Habbetü’l-Mahabbe ayrıca,
1994 yılında Japon araştırmacı Tarui Hiroshi tarafından
Japoncaya çevrilerek Annals of Assocation for Middle East Studies
dergisinin dokuzuncu sayısında
yayımlanmıştır 8.
Azîz Mahmud Hüdâyî, kaynak olarak başta Kurân âyetleri olmak üzere bazı
hadisi şeriflere baş vurur. Risalede bir
defaya mahsus olmak
üzere Buharî’yi kaynak gösterir.
Bunun dışında kaynak belirtmeksizin
bir kaç hadis nakleder. Ayrıca çeşitli
şahıslardan her hangi bir
kitap ismi zikretmeksizin“kale…” (dedi)
diyerek görüş aktarımında bulunur ve görüşlerini aktardığı şahsın ismini zikreder.
Bazen “kale ba’du’l-kibâr” (bazı
büyükler dedi) veya “kale ba’duhum” (bazıları
dedi) şeklinde isim belirtmeksizin nakil yapar.
İsim vererek 19 kişinin görüşünü
eserinde aktarır. Bunlar
arasında Cüneyd, Sehl b.
Abdillah, Yahya b. Muâz, Ebû Osmân, eş-şeyh Ebû Abdillah’ın
ikişer defa, geri kalan şahısların
ise yalnızca bir kez
görüşüne baş vurur. Kimi şahıslardan
ise “kale” (dedi) ifadesini kullanmaksızın “hakâ” (anlattı), “enşede”
(söyledi) ve “kâne” (idi) sözleriyle aktarımda
bulunur. Üç yerde “yukâlu” (denilir ki,) ifadesiyle başkalarının
görüşlerini zikreder. Kendi
görüşünü ise “va’lem” (bil ki,)
ifadesiyle açıklar.
Habbetü’l-Mahabbe Azîz Mahmud Hüdâyî’nin sevenlere hitaben kaleme aldığı
ve
adını sevgi tohumu (taneciği) olarak koyduğu
risalesidir. Hüdâyî risalesini; Allah Teâlâ sevgisi, Rasulullah
sevgisi ve Ehl-i Beyt sevgisi
olmak üzere üç kısımda
ele
alır. Aşağıda, Habbetü’l-Mahabbe’nin
günümüz insanının anlayabileceği bir dille tarafımdan
yapılan yeni çevirisini sunuyorum.
1 İstanbul kütüphanelerinde bulunan
nüshalar şunlardır: Beyazıt Devlet Kütüphanesi
Veliyyüddin Ef. (1836 /
77-85), (1912 / 79-84);
Süleymaniye Kütüphanesi
Halef Ef. (93), Hacı Mahmut Ef.
(2781 / 13-24), Esad Ef. (3245
/ 8 v., 3789 / 112-121,
1761 / 60-68, 3792 / 223-227, 1654 / 179-186,
3762 / 181-184), Selimağa
– Hüdâyî Ef. (660 / 11 v., 271 / 9 v.), Hüsnü Paşa (812 / 146-156), Hacı
Beşir Ağa, (653 / 92-99),
Pertev Paşa (643 / 71-77, 622 / 171-179,
607 / 13 v.), şehit Ali
Paşa (1359 / 98-105),
Lala İsmail Paşa (693 / 7 v.), İbrahim
Ef. (877 / 44-52); Köprülü Kütüphanesi Fazıl Ahmet
Paşa (1583 / 130-135).
2 Milli Kütüphane’deki iki nüsha: 06
Mil. Yz. A 2688/8, 06
Mil. Yz. A 2904/6.
numarada kayıtlıdır.
3 Yılmaz, H.
Kâmil, Azîz Mahmud Hüdâyî Hayatı Eserleri
Tarikatı, İstanbul 1999, s.
111.
4 Hasan Kâmil Yılmaz bu zatın ölüm tarihini 1950 olarak belirtmiştir. bk. a. g. e. Aynı
yer; Rasim Deniz ise Mahbûbu’l-Ehibbe’de aynı
şahsın ölüm tarihini 1944 olarak zikretmiştir. bk.
A. Remzi Akyürek,
Mahbûbu’l-Ehibbe, (Neşr: Rasim Deniz) Kayseri 1982.
5 Bu tecüme nüsha H.
Selimağa – Hüdâyî 660’da
kayıtlıdır. bk. H. Kâmil Yılmaz,
a. g.
e., aynı yer; bk. A.
Remzi Akyürek, a. g. e. s. 8.
6 a.
g. e.
7 bk.
Azîz Mahmud Hüdâyî, Habbet-ül
Muhabbe, Yayımlayan Ali
Çalışır, (Çev. Necdet Yılmaz),
İstanbul 2002.
8 Bu
konuda bkz. Aynı eser, s.10.
9 Sâlikin
her şeyi Allah Teâlâ Teâlâ’dan bilerek halkı yok, Hâlik’i var görmesi hali.
Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.
Yorumlar