MALTA SÜRGÜNLERİ
On
dokuzuncu yüzyıl, «Büyük Victoria’nın küçük savaşları» ile doludur. Kendi
çocuklarını kolay kolay kırdırmazdı İngilizler. Birinci Dünya Savaşının ilk
yıllarında da yine öncelikle sömürge askerlerini ateşe sürmüşlerdi. Ama bu
savaş çok uzamış, sömürge askerleri azalmıştı. Savaşın son
yıllarında İngilizler kendi çocuklarını cepheye sürmek zorunda kalmışlardı. Bundan, Türkleri sorumlu tutuyorlardı. Türkler yüzünden bu savaşın iki
yıl fazla uzadığını, bu iki yıl boyunca su gibi İngiliz kanı döküldüğünü
söylüyorlardı. Şimdi İttihatçılardan bunun hesabı sorulacak, öcü alınacaktı.
Hzl: BİLÂL N. ŞİMŞİR
Türk Kurtuluş Savaşı tarihinin ilginç
sayfalarından biri de Malta sürgünleri olayıdır. Mondros Mütarekesi üzerine, İngilizler
İstanbul’a ayak basınca, Türkiye’de amansız bir «insan avı» başlatıldı. İngiliz
polisi, padişah hafiyesi, «Ermeni tazısı» elele
verdiler. Birçok kimse sorgusuz yakalandı. Bunların çoğu, «Bekirağa Bölüğü» denen uğursuz cezaevine tıkıldı. Bir süre sonra,
tutukluların bir bölümü İngilizlerce apar topar Malta Adasına sürüldü. 1919-20
yıllarında tutuklamalar, sürgüne yollamalar birbirini kovaladı. Toplam, 140
kadar Türk, Malta’ya gönderildi.
Sürülenlerin çoğu Türkiye’nin ileri
gelenleriydi. İçlerinde sadrazamlık, şeyhülislamlık, nazırlık, meclis
başkanlığı, mebusluk yapmış devlet adamları vardı. Genelkurmay başkanı, harbiye
nazırı, ordu kumandanları gibi büyük paşalar da sürgünler arasındaydı. Tanınmış
profesörler, yazarlar, düşünürler, gazeteciler, valiler aynı sürgün kampında
çile doldurdular. Kısacası, asker sivil, Türkiye’nin kalburüstü kişileri sürüldü. Bu seçkin kadro, kendi
ulusunun Kurtuluş Savaşını uzaktan seyretmek zorunda bırakıldı.
Türk Kurtuluş Savaşının önderleri de kara
listeye geçirildiler. Yakalanıp sürülmek istendiler. 1920 yılı ortalarına
kadar arandılar, kovalandılar, tuzağa düşürülmeye çalışıldılar. Tutuklanmaktan
kıl payıyla sıyrılıp Anadolu’ya atlamayı başaran Mustafa Kemal Paşaya, İstanbul’u «teşrifi» için yalvarıldı. «Vatanını
seviyorsan dön» diye ısrar edildi. O sıralarda Atatürk, ingilizlerin eline
düşseydi, Napolyon Bonapart gibi bir İngiliz sürgün adasında çürütülür müydü,
bilinmez. Ama, O’nun önderliğindeki Türk Kurtuluş Savaşı kuşkusuz çok ağır bir
darbe yemiş olurdu. Sürgün politikasıyla güdülen amaçlardan biri ve en
önemlisi, Türk Kurtuluş hareketine darbe indirmek değil miydi?
Bu
açıdan bakınca, Malta sürgünleri olayı Kurtuluş Savaşıyla bütünleşir.
Olayın arkasında çetin bir Türk İngiliz
boğuşması yattığı apaçıktır. Sürgün politikası, İngiliz savaş yöntemlerinden biriydi.
İngiliz İmparatorluğu tarihinde çeşitli sürgün örnekleri vardır. Denizci
İngilizler, Atlantik’ten Pasifik’e, Akdeniz’den Hint Okyanusuna kadar, pek çok
adayı sürgün yeri olarak kullanmışlardır. Türklerin bahtına da Malta Adası
düşmüştür. Ne var ki, Türk’e karşı girişilen sürgün harekâtı, amansız bir savaş
biçimini almıştır. Türkiye’nin, işbirlikçiler dışındaki tüm yönetici kadrosunun
sürülmesi amaçlanmıştır. Koskoca bir ulusun başını gövdesinden ayırmayı
amaçlayan böylesine iddialı, böylesine acımasız bir sürgün harekâtının eşine
Britanya İmparatorluğu tarihinde bile rastlanmaz. Buna bir nokta koymak gerek.
İşin içinde bir kanlı kardeş kavgası, bir
iç savaş da vardır. Padişahından sadrazamına, nazırına ve zaptiyesine kadar,
bir işbirlikçi kadro işgalci düşmanla elele vermiştir. Sürgün adaylarının
mimlenmesinde, kovalanmasında, yakalanmasında içerden İngiliz’e yardım
edilmiştir. Türk Türk’e vurdurulmuş, kardeş kardeşe düşürülmüştür. Araya
kişisel düşmanlıkların girdiği olmuştur. Ama bunun ötesinde, yabancı sömürgeci
ile yerli hain, ülkücü Millicilere karşı, çağdışı bir savaş yürütmüşlerdir.
Ayrıca, bu yerli yabancı işbirliğiyle, bir
düşük iktidardan hesap mı sorulmak istenmişti?
Belli bir rejimin temizlenmesine mi
çalışılmıştı?
Malta Adası düşük İttihatçılar için bir çeşit
«Yassıada» mı olacaktı?
Yoksa İngilizler gerçek «savaş suçlularını» mı kovalıyorlardı; çeyrek yüzyıl önce Malta’ da,
Nürnberg Mahkemesi tipinde bir yüksek ceza mahkemesi kurmayı mı
tasarlamışlardı?
Olayın siyasal görünüşünün yanında hukuksal
nedenleri de yok muydu acaba?
Sonra, kimlerdi bu «Malta Yaranı» da denen
sürgünler?
Bunların içinde yakın tarihimizde ün yapmış,
iz bırakmış, başa güreşmek istemiş birçok kimse bulunduğu bilinir. Sürgünlerin
çoğu kuşkusuz saygıdeğer kişilerdir. Ama hepsi gerçek «Türk büyükleri» miydi?
Sırf bilimsel kuşkuyla soru soruyu açar.
Biraz yakından bakınca, sürgünler arasında —bir romanın değişik kahramanları gibi— çeşitli tipler bulunduğu
görülür. İnanmış Kemalistlerle Atatürk’e İzmir suikastını hazırlayanlar,
İstiklal Mahkemesinin yargıç koltuğunda oturanlarla sanık sandalyesinde
oturanlar, idam hükmü verenlerle idam hükmü giyenler, Malta’da, aynı sürgün
kampında kader yoldaşlığı etmişlerdi. Birçoğu ayrı birer biyografi konusu
olabilecek bu yaman tipleri, Malta’da bir arada, topluca görüp incelemek
başlıbaşına ilginç bir konudur. Acaba bu kimseler, sürgünde kaldıkları bir iki
yıl içinde, İngilizlere neler söylediler, neler yazdılar?
...
Okuyucu, bütün bu soruların karşılıklarını
bu kitapta bulabilecektir, sanırız. Kitabı yazmaya otururken, sürgünlerin
Malta’dan Londra’ya iletilmiş bütün mektuplarından başka, konuyla ilgili
İngiliz Dışişleri belgelerinin eksiksiz filmleri elimizin altındaydı. Bunlar,
henüz yayımlanmamış arşiv belgeleriydi. Olayın içyüzünü aydınlatabilmek için
bu İngiliz belgeleri hemen hemen tek kaynaktı. İngiliz arşivlerinde bu konuda
yirmi cilt kadar belge bulduğumuz halde, Türk arşivlerinde bulabildiklerimiz
birkaç ince dosyayı geçmedi. Bu dosyalar da olayın son dönemiyle ilgiliydi. Bu
bakımdan kitap, aslında İngiliz arşiv belgelerine dayanmaktadır. Türk belgeleriyle
kitaplarsa, sadece eksikleri tamamlamak için kullanıldı.
Öyle sanıyoruz ki, bu kitap. Malta
sürgünleri konusunun ilk belgesel tarihidir. Kişisel anılara değil, resmî
belgelere dayanır. Birkaç ciltlik bir kitap olabilecek belgeleri tek ciltte
toplarken, olayın bütün yönleri aydınlatılmaya çalışılmıştır. Arşiv belgeleri,
bir bakıma madenden çıkarılmış külçeler gibidir. Bunları dikkatle işleyip
yontmaya, güvenle okunabilecek bir kitap ortaya koymaya elden geldiğince özen
gösterildi. Konu, pek dağıtılmadan altı bölümde toparlanırken, sık sık ara
başlıklar kullanıldı. Belki kitap daha kolay okunabilir düşüncesiyle. Her
bölümün başına, o bölümle ilgili aydınlatıcı sözler eklendi. Tümüyle Kurtuluş
Savaşı tarihi içindeki yerine oturtulmaya çalışılan Malta sürgünleri olayında,
okuyucunun düşündürücü sayfalar bulacağı umulur.
Bilâl N. ŞİMŞİR
Osmanlı İmparatorluğu, Birinci Dünya
Savaşında yenildiğini anlayınca, Ekim 1918’de mütareke ister. Mütarekeyi
imzalamak görevi, Hüseyin Rauf Bey’e (Orbay) verilir. «Hamidiye» kahramanı Rauf
Bey, o tarihte Ahmet İzzet Paşa kabinesinin on günlük Bahriye Nazırıdır.
Müttefikler adına mütarekeyi imzalamak için de İngiliz Akdeniz Filosu Başkomutanı
Amiral Sir Arthur Calthorpe seçilmiştir. İki düşman denizci, 26 Ekim 1918
gecesi Limni Adasının Mondros limanında buluşurlar. Amiral Calthorpe, Rauf
Bey’i bir düşman gibi değil, saygıdeğer bir konuk olarak karşılar. Nazik, kibar
ve konuksever görünür. Türk heyetini kumandan gemisinin kaptan köşkünde
barındırır. Rauf Bey, «bizi güvertede samimî bir tarzda kabul eden Amiral
(Calthorpe), istirahatımızı sağlamak maksadıyla, geminin kendisine mahsus
mevkilerini bize ayırtmak centilmenliğini gösterdi» der ([1]).
27 Ekim sabahı başlayan mütareke
görüşmelerinde de İngiliz amiral, centilmenliğini sürdürür. Oldukça yumuşak
görünür. Rauf Bey’e, 24 maddelik bir anlaşma taslağı sunar. İngilizler bunun
ilk dört maddesiyle, yetinebileceklerdi ([2]).
Rauf Bey’in bundan haberi yoktu. Amiral Calthorpe, taslağı madde madde Türk
heyetine kabul ettirmeye başlar. Görüşmeler bir dikta havasından uzaktır.
«Kayıtsız şartsız teslim» söz konusu edilmez. «Savaş suçlusu» gibi sözler de
ağza alınmaz. Rauf Bey’in kuşkuları daha çok Yunan emelleri bakımındandır. Bu
kuşkular giderilir. İngiliz amirali Türkleri yatıştırıcı sözler söyler. Yarım
ağızla güvenceler verir. Rauf Bey, pek az değişiklikle 24 maddenin tümünü kabul
eder. Beş oturumda görüşmeler tamamlanır; 30 Ekim 1918 günü Mondros Mütarekesi
imzalanır.
Mondros Mütarekesi, ilerde yapılacak Sevr
Antlaşmasının ilk adımıydı. Kaypak hükümlerle doluydu. Kötü niyetle
yorumlanıp uygulanınca, Türkiye için öldürücü olabilecekti. Ama Rauf Bey,
İngilizlerin kötü niyetli olabilecekleri kanısında değildir. Amiral
Calthorpe’u, «açık sözlü, dürüst, geniş görüşlü, anlayışlı» bir kişi diye
niteler. İngiltere’nin Türkiye’yi yok etmek istemeyeceğini söyler. Dört yıllık
dünya savaşında Türkiye’de bir Ingiliz düşmanlığı doğmadığını ileri sürer.
İngiltere’de de bir Türk düşmanlığı bulunmadığını sanır. Kırım Savaşındaki
silah arkadaşlığını hatırlar ([3]). Aradan geçen altmış yıl
içinde köprülerin altından nice sular aktığını fark etmemiş gibidir.
Rauf Bey, büyük bir başarı kazanmış gibi,
Mondros’tan döner. Umutludur, iyimserdir. Çevresine de iyimserlik saçar. Basma
demeçler verir :
«Mütarekeyi imzalamak göreviyle
İstanbul’dan yola çıkarken bugünkü gibi övünç ve sevinçle döneceğimi hiç
aklımdan geçirmiyordum.
İmzaladığımız mütarekeyle devletimizin
bağımsızlığı, saltanatımızın hukuku tümüyle kurtarılmıştır... Sizi temin ederim
ki, İstanbul’umuza bir tek düşman askeri çıkmayacaktır... Adana, eskiden
olduğu gibi Osmanlı yönetiminde kalacaktır. Batum ve Kars da şimdilik
boşaltılmayacaktır. Size tekrar ediyorum ki, İngilizler bize olağanüstü bir
iyiniyet gösterdiler. O kadar ki, askerimizin ne kadarını terhis etmemiz
gerektiğini saptamak hakkını bize bırakmışlardır. Evet, yaptığımız mütareke
umudumuzun üstündedir. Devletin bağımsızlığı, saltanatın hukuku, milletin
onuru tümüyle kurtarılmıştır...» ([4])
Bu iyimserlik ve özlem, genellikle
paylaşılır. Türkiye’de iyimserlik oldukça yaygındır. Mondros Mütarekesi Türk kamuoyuna
bir «başarı» olarak tanıtılır. Osmanlı Parlamentosu, Mütareke anlaşmasını
oybirliğiyle onaylar. Osmanlı PTT’si, mutlu bir olayı kutlarcasına Mütareke
için anma pullan çıkarır!...
Derken, olaylar bambaşka biçimde gelişmeye
başlar. Rauf Bey’in demecinden on gün sonra, 13 Kasım 1918 günü, 55 parçalık
bir düşman donanması Çanakkale Boğazından girip Dolmabahçe önünde demirler. Bu
büyük armada, 22 İngiliz, 17 İtalyan, 12 Fransız ve 4 Yunan gemisinden
oluşmaktadır. Rauf Bey’in Balkan Savaşından beri pek iyi tanıdığı Averof zırhlısı,
Yunan gemilerinin başındadır. Oysa Amiral Calthorpe, hiçbir Yunan gemisinin
boğazlardan geçmeyeceği yolunda Mondros’ta söz vermişti. Beyoğlu’na 3500
düşman askeri çıkar. Amiral Calthorpe, şimdi İstanbul’da İngiliz Yüksek Komiseridir.
Sömürge genel valisi gibidir. İstanbul’a tepeden bakar. İngiltere Büyükelçiliği
binasında değil, «Superb» zırhlısında oturmaktadır. «Hiçbir Türk’e yüz
vermeme» yolunda talimat almıştır ([5]).
Öte yandan, işgaller başlamıştır. Düşman
orduları Suriye’den, Irak’tan, Kafkasya’dan ve Ege’den Anadolu içlerine
yürürler. Rauf Bey, bu kez, «Mütarekenin mürekkebi henüz kurumadan, Fransız,
İtalyan ve İngilizler, İstanbul’da bir sömürge havası yaratmaktan geri
kalmadılar» diye yakınır ([6]).
Düşman donanmasının Dolmabahçe önünde
demir attığı gün, Mustafa Kemal Paşa, Suriye cephesinden İstanbul’a gelir.
Rauf Bey, eskiden tanıdığı Paşa’yla yeniden ilişkiler kurar. Fikir
değiştirmeye başlar. İngiliz artık güvenilir dost değil, Türkiye’yi yok etmeye
kararlı bir düşmandır. Kırım Savaşının «silah arkadaşlığı» tarihe karışmıştır.
Müttefikler, Türkiye’nin üzerine adamakıllı çullanmışlardır. Avrupa’nın yüzyıllık
«Hasta Adam»ı şimdi can çekişmektedir. İzmir’in işgali sabırları taşırır.
Bundan sonra Rauf Bey, Atatürk’ün yanında
görülür. Erzurum, Sivas Kongrelerinin «İkinci Adamı»dır. Millî hareketin
öncülerinden biridir. Son Osmanlı Meclisine Sivas mebusu seçilir. İngilizlerce
damgalanmış bir kişi olarak İstanbul’a döner. Millî Misak’ın Osmanlı
Meclisi’nce kabul edilmesine öncülük eder. İngilizler darbeyi indirirler: 16
Mart 1920 günü İstanbul işgal edilir. Son Osmanlı Meclisi baskına uğrar. Aynı
gün Rauf Bey, bir grup arkadaşıyla birlikte, Meclis binası içinde İngilizlerce
tutuklanır. İki gün sonra İstanbul’daki yeni İngiliz Yüksek Komiseri Amiral De
Robeck, Malta Valisi Lord Plumer’e şunları teller:
«18 Mart günü, 30 kadar önemli Türk siyasî
suçlusunu Benbow gemisine yüklüyorum.
Majesteleri Hükümetinin talimatı uyarınca tutuklandılar. Bunların Malta’da
kabulü ve emin bir yere hapsedilmeleri için emir verirseniz müteşekkir
kalırım. Benbow, 21 Martta Malta'da olacak» ([7]).
Amiral De Robeck, vapura yükleyip Malta’ya
yolladığı bu kişileri kısaca Lord Curzon’a tanıtır.
Listenin üçüncü sırasında bulunan
Hüseyin Rauf Bey için: «Eski Bahriye Nazırı. Milliyetçi hareketin başlıca teşkilatçılarından
biri. Sivas mebusu» der. Adının karşısında bir de rakam vardır:
2776 ([8]).
Bu, Rauf Bey’in Malta’daki sürgün numarasıdır. Bundan böyle Rauf Bey, artık
İngilizlerin bir konuğu değildir. Kaptan köşkünde ağırlanmaz. Tel örgüler arkasında,
Polverista kampında tutukludur. «Hamidiye» kahramanlığı, bahriye nazırlığı,
mütarekenin imzacısı nitelikleriyle de anılmayacaktır. Kendisinden Malta’da,
«savaş tutsağı, siyasal suçlu, savaş suçlusu» diye söz edildiği olacaktır. Ama,
bu dönemin İngiliz belgelerinde o, sürekli olarak sadece bir numarayla anılır. 2776 Rauf
Bey!
Türk «savaş suçluları» denince, ilk önce akla
Enver, Talât, Cemal Paşalar gibi İttihat ve Terakki liderleri gelir. Türkiye’yi
savaşa sokan, savaşı uzatan onlardır; «galipler, en başta onların ardına
düşeceklerdir,» diye düşünülebilir. Ama öyle olmaz. Müttefikler, mütarekenin
ilk günü Türkiye’den kaçan bu İttihatçı başlan kovalamakla oyalanmazlar. Bu
işi ertelemiş ya da şimdilik Türkiye’deki İttihatçı düşmanlarına bırakmış
görünürler. Tevfik Paşa, özellikle Damat Ferit Paşa kabineleri, Almanya’ya
kaçan İttihatçı liderleri geri almak için diplomatik girişimlerde bulunurlar.
Kurulan özel mahkemede kaçak İttihatçılar «gıyaben ölüm cezasına» çarptırılırlar.
Almanya’dan geri alınamazlar. Almanya ile barış antlaşması imzalandıktan
sonra, İngilizler de bunları kovalamaya girişeceklerdir.
Mütarekenin ilk aylarında İngilizlerin
dikkati, öncelikle Türk cephe komutanlarına dönüktür. Cephedeki komutanlar
kaçak İttihatçılardan daha önemli sayılır. İlerde Malta’ya sürülmek ya da
yargılanmak üzere, ilk mimlenen kişiler komutanlardır. Türkiye yenilmişti,
mütareke imzalamak zorunda kalmıştı. Ama bu yenilgi, Müttefiklerin özledikleri
gibi olmamıştı. Mütareke imzalandığı gün, bugünkü Türkiye toprakları işgal
edilmiş değildi. Güney cepheler, aşağı yukarı, «Millî Misak» sınırındaydı.
Suriye cephesinde Halep düşmüştü, ama Hatay henüz Türkiye’nin elindeydi.
Irak’ta cephe, Musul şehrinin 60 kilometre kadar güneyindeydi. Kafkasya’da ise
durum Türkiye’ye daha da elverişliydi. Mütarekeyle bu durum olduğu gibi
dondurulursa, Anadolu parçalanmadan kalacaktı. Türk toprakları üzerinde bir
Ermeni devleti kurulmayacaktı. Türkiye’yi yok etme planlan, Mütareke döneminde
uygulanmaya başlanır. Resmî ağızlarda buna, «Mütarekeyi Uygulama» adı
verilir. Mondros Mütarekesinin kaypak maddeleri, Türkiye’yi parçalama anlamındaki
bir uygulamaya oldukça elverişlidir. Ayrıca Müttefikler, Mütareke anlaşmasını
da çiğneyip aşarlar. Böylesine bir mütareke uygulamasıyla ilk önce cephe
komutanları karşı karşıya kalırlar.
Galiplerin emelleri, Mütarekenin daha ilk
ayında ortaya çıkar. 9 Kasımda İskenderun, 12 Aralıkta Adana, 17 Aralıkta
Mersin işgal edilir. Buralarda, Nihat Paşa (Anılmış) komutasındaki İkinci
Ordudan artakalan birlikler, Torosların kuzeyine çekilirler. Silahların,
cephanenin önemli bir kısmı düşmana teslim edilir. Gülek Boğazının savunulması
bakımından stratejik önem taşıyan Pozantı’nın düşmana kaptırılmaması için çaba
harcanır. Ama 27 Aralıkta Pozantı da düşman eline düşer. İkinci ordu karargâhı
artık orta Anadolu’da, Konya’dadır. İkinci Ordunun yalnız iskeleti kalmıştır.
İşgal edilen bu bölgeye, Mondros Mütarekesinde «Kilikya» adı verilir. Kilikya’nın
sınırı belli değildir. Müttefiklerin keyfine ya da insafına göre,
genişletilmeye elverişli bir bölgedir bu. Kilikya’nın işgalinin altında, bu
bölgeyi, Türkiye’den kesinlikle koparmak planı yatar. İngiltere Dışişleri
Bakanlığınca hazırlanan 11 Kasım 1918 günlü bir belgede, Kilikya’da, Kuzey Suriye’de
bir Ermeni devleti kurulması öngörülür. Bu yerlerin Ermeni göçmenleriyle
doldurulabileceği belirtilir. Amerika’dan da Ermeni göçmenleri getirme
tasarlanır. Kurulacak Kilikya Ermeni devletinin, Türklerle Araplar arasında bir
tampon devlet olabileceği düşünülür. «Kuzeyden gelecek sızmalara karşı Arap
devletini güvenlik altına alabilmek için, Türk olmayan bir Kilikya kesinlikle
gereklidir» denir ([9]).
İkinci Ordu Kumandanı Nihat Paşa, düşmanın
bu planını sezer, istilacılarla birlikte üniformalı Ermenilerin de Çukurova’ya
doluştuklarını görür. Bunlar, öç almak hırsıyla doludurlar. Ordu kumandanı,
geri çekilirken yerli Türk halkını korumayı düşünür. Halka silah dağıtır.
Köylerde, kasabalarda millî örgütler kurmaya çalışır. Mimlenir. 2 Ocak 1919 günü,
İstanbul’daki İngiliz Yüksek Komiserliği Babıâli’ye bir nota verir. «Türk
halkını örgütleyip silahlandırdığı; kasabalarda, köylerde İslam dernekleri
kurduğu» için Nihat Paşa’ nın görevine son verilmesini ister. Harbiye Nazırı
Cevat Paşa (Çobanlı) bu isteği kabul etmez. İngilizler buna bir «mim» koyup 16
Ocakta ikinci bir nota verirler. İngiliz baskısı karşısında Cevat Paşa istifa
eder. Yerine gelen Ömer Yaver Paşa, 22 Ocakta, Hükümetin kararıyla Nihat
Paşa’yı İstanbul’a çağırır. İkinci Ordunun başına Cemal Paşa (Mersinli) atanır([10]). Nihat Paşa görevinden
alınmakla, İngilizlerin hışmından kurtulur. Onu korumaya çalışan Cevat Paşa ise
İngilizlerin kara listesine girer. 1920 yılında Cevat Paşa, Genelkurmay Başkanı
bulunduğu bir sırada, Cemal Paşa (Mersinli) da Millî Savunma Bakanı iken
İngilizlerce yakalanıp Malta’ya süaileceklerdir. Onların Malta künyeleri de
birer numara olacaktır: 2772 Cemal Paşa, 2773 Cevat Paşa.
Irak cephesinde durum, Suriye cephesinden
daha çetindir. Mondros Mütarekesi, Irak’taki Türk garnizonlarının en yakın
Müttefik kumandanına teslimini öngörmektedir. Anlaşmada ayrıca, karışıklık
çıkarsa, Müttefiklerin, «Altı Ermeni Vilayetini» işgal edebilecekleri
belirtilmektedir. Yani işgaller Irak’tan doğu Anadolu’ya da
sıçratılabilecektir. İşgal edilen yerlerse, artık, Türkiye’ye geri
verilmeyecektir. İngiltere Dışişleri Bakanı Mr. Balfour, 9 Kasım 1918’de bunu
Amiral Calthorpe’a bildirir. «Farkında olduğunuz gibi, Irak, Suriye ve
Arabistan’da işgal ettiğimiz toprakların Osmanlı egemenliğine veya yönetimine
dönmeyeceği siyasetimizin değişmez parçasıdır» der .
Irak’taki Altıncı Ordu komutanı Ali İhsan
Paşa (Sâbis) bu «değişmez» İngiliz siyasetini sezer. Bunu engellemek için
çabalar. Orduyu düşmana teslim etmez. «Bu, yenilmemiş bir ordudur. Mütareke
anlaşması deyimiyle ‘garnizon’ değildir; teslimi söz konusu olamaz,» diye
düşünür. Musul şehrini ve vilayetini boşaltmayı da önce reddeder. 1918 Kasım
ayının ilk günlerinde Irak’taki İngiliz Orduları Komutanı General Marshall ile
Ali İhsan Paşa arasında gergin yazışmalar, tartışmalar olur. Sonunda, İngiliz
baskısı ve İstanbul Hükümetinin buyruğu üzerine, Ali İhsan Paşa, 10 Kasımda
Musul şehrini boşaltmak zorunda kalır. «Protesto ederek askerimi çekiyorum»
der. Nusaybin’e çekilir. Ama silah, cephane, erzak stoklarını İngilizlere pek
kaptırmaz; kuzeye taşıtır. Askeri terhis işini de çok ağırdan alır. İngilizler,
15 Kasımda Musul şehrini, kasım sonunda da bütün Musul vilayetini işgal ederler
ve oradan Antep’e doğru uzanırlar ([11]).
İngilizler Güneydoğu Anadolu’ya doğru
uzanınca durum bir kez daha gerginleşir. Ali İhsan Paşa, mütareke anlaşmasının
İngilizce metninde «Ermeni Vilayetleri» diye adlandırılan altı Doğu Anadolu
vilayeti işgal edilince, buralarda bir Ermeni devleti kurulmak isteneceğini
anlar. Buna karşı tedbirler almaya çalışır. Altıncı Ordu karargâhı Diyarbakır’a
çekilmiştir. Ordu kumandanı, bu bölge Müslümanlarını silahlandırıp örgütlemek
işine girişir. Anılarında şöyle der
«Irak ve Suriye’nin elimizden çıktığı
aşikârdı. Hiç olmazsa altı doğu vilayetini bu akıbetten kurtarmak için uğraşmak
lazımdı... Acz içinde bocalamakta olan İstanbul Hükümetinden enerji beklemek
abes idi...
Her kasabanın ve şehrin, Müslüman halkın
hukukunu muhafaza için, Müdafaai Hukuk Cemiyetleri ve mahalli milis teşkilatı
kurmalarını valilerle müstakil mutasarrıflıklara tavsiye ettim; bu hususta
icap eden silah ve cephaneleri, Altıncı Ordunun elindeki kaynaklardan
vereceğimi bildirdim...» (ıs).
Doğu Anadolu’da Ermenistan projesini
engellemeye çalışan Ali İhsan Paşa, 1919 yılının ilk aylarında da İngilizleri
uğraştıracak ve «savaş suçlusu» olarak damgalanacaktır. Malta’ya ilk
sürülen Türk, Ali İhsan Paşa’dır. Mart 1919’da sürülmüştür. «Yargılanacak»
olan kişilerin başında yer alır. Malta künyesi: 2667 Ali İhsan Paşa’dır.
Mütareke döneminin daha ilk aylarında
mimlenen bir başka Türk komutanı da Yakup Şevki Paşa (Subaşı) dır. Büyük Taarruzda
İkinci Ordu komutanı olan Yakup Şevki Paşa, Mondros Mütarekesinin imzalandığı
sıralarda Kafkasya’daki Dokuzuncu Ordu komutanıdır. «Mütareke uygulamasında»
Dokuzuncu Ordu komutanına ağır bir görev düşer. Bu ordu uzun ve çetin bir
çekilme zorunda bırakılır. Mütareke haberi, Türk ordusunu Azerbaycan, Dağıstan
ve Kuzeybatı İran içlerinde bulur. Bakû ve Tebriz, Türk birliklerinin
elindedir. Bu uzak yerlerden Erzurum’a doğru çekilme görevi Yakup Şevki Paşa’ya
verilir. Çetin bir iştir bu. Buralarda 30 bin ton kadar yiyecek stoku vardır.
Batıya taşınması gerekir. Yoksa ordu, hatta halk aç kalacaktır. Ulaştırma
araçları yetersizdir. Kış bastırmıştır. Ordu çekilince meydan Ermeni çetelerine
kalacaktır. Ermeniler, İngiliz himayesinde yürümek ve öç almak için sabırsızlıkla
beklemektedirler. Türk halkı, can, mal, namus kaygısındadır. Çekilmemesi için
orduya yalvaranlar vardır. Orduyla birlikte göçe kalkışanlar da az değildir.
Ama ordu çekilmek zorundadır; çekilir. Türk birlikleri 17 Kasımda Bakû’yu, 18
Kasımda Tebriz’i, 4 Aralıkta da bütün Kuzeybatı İran’ı boşaltır. Halk kendi
kendini savunmak için tedbirler almaya çalışır. Bu arada Ahıska’da bir de
geçici Hükümet kurulur. Bu, çekilmenin birinci safhasıdır.
İngilizler, 11 Kasım 1918 günü «üç
sancak»ın, yani Kars, Ardahan ve Batum’un da hemen boşaltılmasını isterler.
İstanbul Hükümeti İngiliz isteğine boyun eğer. Yakup Şevki Paşa, bu kez çok
daha çetin bir durumla karşı karşıya kalır. Boşaltılacak bu yerlere,
İngilizlerle birlikte Ermenilerle Gürcülerin yürüyecekleri kesindir. Yerli Türk
halkını gözle görülür bir ölüm beklemektedir. Ordu komutanı çekilmeyi geciktirmek, zaman kazanmak
ister. Yerli Türkler, ordunun kalması, direnmesi için yalvarır. Yakup Paşa,
Hükümetin buyruğuna karşı gelemez, direnişe karar veremez. Yalnız, yerli
Türklerin savunma hazırlıklarına yardımcı olur. Kars’ta, ordunun çekileceği
Ardahan, Artvin, Oltu, Kağızman, Sarıkamış gibi yerlerde Millî Şûra
Hükümetleri kurulmasını destekler. Bu minyatür hükümetler, Ermenilere karşı
kendi başlarının çaresine bakmaya ve bölgesel kurtuluş savaşma hazırlanırlar.
Denilebilir ki, «Doğu’da Kurtuluş Savaşı 1918 yılında başlar» ([12]). Yakup Şevki Paşa, 1919
başlarında, hemen hemen bütün ağırlıklarıyla Dokuzuncu Orduyu Erzurum’a
kaydırmayı başaracaktır. Daha sonra On Beşinci Kolordu olarak örgütlenecek bu
güç, Kurtuluş Savaşı başlarında Türkiye’nin ordu denebilecek tek askerî
gücüdür. Bu ordunun kurtarılabilmiş olmasında Yakup Şevki Paşa’nın uyanık
davranmasının büyük bir payı vardır.
Ne var ki, Dokuzuncu Orduyu dağıtmayan,
silahları, cephaneyi İngilizlere kaptırmayan, gıda stoklarını batıya taşıyan
ve Ermenilere karşı yerli Türkleri silahlandıran Yakup Şevki Paşa, kara listeye
girer. Daha sonra Malta’ya sürülecektir. Onun gibi, Kars Şûrası’nın bütün üyeleri
de Malta’ya sürülecekler arasındadır. Kafkas ordusundan Halil Paşa, Küçük Cemal
Paşa; Tümen komutanlarından Ali Rifat ve Mürsel Beyler gibi birçok Türk
subayı, Mütarekenin daha ilk aylarında İngilizlerce mimlenirler. Bunları
yakalamak, yargılamak, sürmek için İngilizler pusudadır. Olaylar, 1919 yılı
içinde çorap söküğü gibi çözülecektir.
İngilizlerce daha 1918 yılında kara
listeye alman, 1919’da da Malta’ya sürülen komutanlar arasında «Medine Müdafii»
Fahrettin (Türkkan) Paşa’yı da anmak gerekir. O da «mütareke uygulamasına»
karşı direnenler arasındaydı. Yalnız direniş amacı biraz başkaydı. Mütareke
imzalandığı sırada Fahrettin Paşa, Medine’deki Osmanlı kuvvetleri komutanıydı.
Bu birlikler, sözde Yıldırım Orduları Grubu’na bağlıydı. Ama genel karargâhtan
kopmuştu. Arada telsiz haberleşmesi bile kalmamıştı. Yıldırım Orduları
dağıldıktan sonra ise Fahrettin Paşa büsbütün kendi başına buyruk kalmıştı.
6 Kasım 1918’de Sadrazam Ahmet İzzet Paşa,
mütareke yapıldığını Fahrettin Paşa’ya teller. Mütareke gereğince, Hicaz, Asir
ve Yemen’deki Osmanlı birlikleriyle garnizonlarının teslim olacaklarını
bildirir. «Anayurdu kesin bir ölümden kurtarmak» amacıyla bu acıklı hükme
boyun eğildiğini söyler. Buna uyulmasını ister. «Pek yakında yurdumuza
sağlıcakla dönmenizi Tanrı’dan dilerim,» der ([13]).
Bu telgraf buyruğu, iki gün gecikmeyle —o
da ancak İngiliz telsizleri aracılığıyla— Fahrettin Paşa’ya ulaştırılabilir.
Paşa, İstanbul’un buyruğunu iki gün gizler. Bu arada çarpışmaları durdurur.
Askeri Medine’ye çeker. Haber duyulunca, yanındaki subaylarla Medine ileri
gelenlerini Haremi Şerif’te toplar. Sessiz, kasvetli bir öğle namazından sonra
Paşa kalkar, kararını açıklar. «Ey Nâs!» diye başlayan bir nutuk söyler. Din
duygularını coşturur ve «kutsal savaşa devam edeceğini» ilan eder. Şunları
ekler:
«Ey Nâs! Malumunuz olsun ki, şeci ve kahraman askerlerim, bütün İslamın
sırtını dayadığı yer, manevî gücünün desteği, hilafetin göz bebeği olan
Medine’yi son fişengine, son damla kanına, son nefesine kadar muhafazaya ve
müdafaaya memurdur.»
Fahrettin Paşa, din aşkına gelmiş, genel
gidişe ters düşen bir tutum içine girmiştir. Anadolu elden giderken o, kutsal
savaş bayrağı açmıştır. Şerif Hüseyin’e karşı Medine’yi savunmak için direnir.
İstanbul’un buyruğuna, yanındaki genç subayların uyarılarına aldırış etmez.
«Peygamberin gölgesinde» direnir. Anlamını yitirmiş olan bu direniş, iki ay
kadar sürer. Sonunda
Fahrettin Paşa, 10 Ocak 1919 günü İngilizlere ve Araplara teslim olur. Savaş
tutsağı olarak Kahire’ye götürülür. Orada yedi ay kadar tutulduktan sonra,
yaveri Şevket Ziya Bey’le birlikte, 5 Ağustos 1919 günü Malta’ya sürülür. Adada
kendisine verilen sürgün numarası 2752’dir ([14]).
1919 yılına girerken niyetler artık az çok
bellidir. Müttefikler, Anadolu’yu parçalamak niyetindedirler. İşgal ettikleri
yerlerde bir Ermeni devleti kuracaklardır. Yalnız Ermenilerin değil, Rumların
da «kurtarıcıları» gibi Türkiye’ye gelmektedirler.
Türkler de, öz yurtlarının parçalanmasına
kolaylıkla boyun eğmeyeceklerini belli etmişlerdir. Altıncı ve Dokuzuncu
Ordular, Mütarekeye karşı sessiz bir direniş içindedirler. Türk halkı
kaygılıdır, silahlanmaya çalışmaktadır. Özellikle, yakın tehlikeyle karşı
karşıya olan doğu ve Güneydoğu Anadolu’da gözle görülür bir gerginlik vardır.
Türklere dikte edilecek barış koşullan açıklanınca, Türkiye’de yer yer
patlamalar olacağı anlaşılır. Ingilizler bu patlamaların önüne geçmek için,
dinamik kişileri yakalayıp susturmanın yeteceğini düşünürler. Kişilere karşı
yeni bir savaş yoluna saparlar. Bu yeni biçimdeki «savaşın» ya da sömürgeci
yöntemin öncülerinden biri Amiral Calthorpe’tur. 2 Ocak 1919 günü Londra’ya
şunları teller:
«Türk Hükümetini protesto edip durmak, hem
yararsız. hem de onurumuzla bağdaşmaz görünüyor. Bugünkü kabine (Tevfik Paşa
kabinesi), bize her türlü iyi niyeti gösteriyorsa da onun emirlerine uyulmuyor.
Kafkasya’da, Kilikya’da mütarekeye uyulmadığını, Ermenilere karşı davranışların
ise her zamanki gibi aşırı saldırgan olduğunu görüyoruz. Bu nedenle, durum,
yeni biçimde bir eylem gerektiriyor. Kendileri aleyhinde delil bulunduğu sanılan
kimselerin hemen yakalanıp Müttefik askerî makamlarına teslimini isteme
yetkisinin bana verilmesi, en etkin çare olacaktır kanısındayım.»
İngiliz Yüksek Komiseri, açıkça bir «sömürge
valisi» gibi davranmak istemektedir. İstanbul’da «suçlu» kişileri yakalatmak,
bunları Müttefik askerî makamlarına teslim ettirmek, yargılatmak istemektedir.
Oysa İstanbul henüz resmen işgal edilmiş değildir. Hukuk açısından Osmanlı
devleti egemendir. Hiç değilse işgal edilmeyen bölgelerde, bu arada İstanbul’da,
Osmanlı yasaları sözde geçerlidir. Suçlu bile olsalar, işgal edilmeyen
bölgeler halkı üzerinde İngilizlerin yargı yetkisi olmaması gerekir. Ama,
sömürgeci gözüyle bakılınca durum bambaşkadır. Osmanlı yasalarının yerini
İngiliz buyruğu alabilecektir.
Osmanlı egemenliğinin ayaklar altına
alınmakta olduğu açıktır. Ama, Amiral Calthorpe, İstanbul Hükümetinden bir
tepki gelmeyeceğini bilmektedir. Aynı telgrafında söylediğine göre, Padişah ile
Hükümeti, bundan memnun bile kalacaklardır. Çünkü onlar da «siyasî düşmanları
İttihatçılara karşı sert eyleme geçmek» arzusundadırlar. Eyleme geçerken
yanlarında Müttefiklerin askerî desteğini bulacaklardır. Öte yandan, suçluları
yakalama yolundaki bu «yeni eylem», Anadolu içlerindeki Türklere «yenilmiş
olduklarını en iyi biçimde anlatacaktır.» «Suçlu» Türkler yakalanıp Müttefik
askerlerine teslim edilince, «Ermenilere
saygı gösterilecek, Mütarekenin uygulanması kolaylaşacaktır». Türklerin bazıları yakalanınca, geri kalanlar
yıldırılmış olacaklardır. Bunları anlattıktan sonra Amiral Calthorpe, «yoksa,
cezalandırılması gereken herkesi yakalamak çok büyük bir iştir» diye ekler ([15]).
İngiliz Yüksek Komiseri, ertesi günü
Londra’ya ikinci bir şifre telgraf çeker. İşgal kuvvetlerinin «suçlu Türkleri»
yakalamaları gerektiğini savunur. Bu işin Türk Hükümetince başarılamayacağını
söyler. «Son iki ayın deneyi, önerimi fazlasıyla haklı çıkarır,» der ([16]).
Bu arada Londra’da da «suçlu Türkleri»
yakalayıp cezalandırma yönünde kararlı bir hava esmektedir. İngiltere Savunma
Bakanlığı, 3 Ocak günü, İstanbul, Bağdat ve Kahire’deki İngiliz
Başkumandanlarına uzunca bir şifre tel çeker. Türk birliklerinin Kafkasya’dan
çekilirken gıda stoklarını Erzurum’a taşımakta olduklarını anlatır. Bu
stokların «Ermeni malı» olduğunu ileri sürer. Bunları taşıtan Türk komutanlarının
yakalanıp cezalandırılmaları gerektiğini belirtir. Bu amaçla Batum’da ve
gerekli görülecek başka yerlerde Sıkıyönetim Askerî Mahkemeleri
kurulmasını ister. Cezalandırılacak kişiler arasında, Enver Paşa’nın kardeşi
Nuri Paşa ile Yakup Şevki Paşa’nın adları verilir ([17]).
Dokuzuncu Ordu üzerindeki İngiliz baskısı
gittikçe sertleşir. 7 Ocak günü Kars’a gelen İngiliz Generali Walker, Yakup
Şevki Paşa’ya yedi maddelik bir ültimatom verir: 12 Ocak gününe kadar Kars’ın
İngilizlerle Ermenilere bırakılmasını, 15 Ocak gününe kadar demiryollarının
Ermenilere teslim edilmesini, 25 Ocak gününe kadar da Kars ve Ardahan
sancaklarının boşaltılmasını ister. Bu arada yiyecek stoklarının Erzurum’a taşınmasını
önlemeye çalışır. 4.300 tonluk gıda stoku taşmamadan kalır ([18]).
Bu baskı karşısında Yakup Şevki Paşa, çekilmeyi hızlandırır. Ermeniler
Kars’a gelmeden önce, 13 Ocak günü, Dokuzuncu Ordu karargâhını Erzurum’a
kaydırır. Ama, İngilizler bununla yetinmezler. Türkiye’deki İngiliz Orduları
Başkomutanı General Milne, Türk ordusunun Kars, Ardahan bölgesinden yavaş
çekildiğini ileri sürer. 12 Ocak günü Londra’ya, «Türk’e çok sert bir ders vermek gerek,» diye yazar ([19]).
İngiltere Savunma Bakanlığı, «suçlu»
Türkleri yakalatıp cezalandırmak üzere hemen eyleme geçer. 15 Ocak 1919 günü,
İstanbul, Kahire, Bağdat’taki İngiliz Başkumandanlıklarına şifre telgrafla
dokuz Türk komutanının adlarını verir. Cezalandırılmak üzere bunların yakalanmalarını
ister. Bu Türk komutanlarının adları ve sözümona suçları şöyle sıralanmıştır:
Nuri Paşa : Kafkasya’da eski İslam Ordusu Komutanı.
Azerbaycan’a asker sokmak, Ermenilere zorbalık etmekten suçludur.
Mürsel Paşa (General Mürsel Bakû): Kafkasya’da Azerbaycan Kuvvetİeri Komutanı. Nuri Paşa’yı desteklemek, Türk
ordusunun geri çekilmesini geciktirmekle suçlanmaktadır.
Şevki Bey (Yakup Şevki Subaşı Paşa): Kafkasya’da Dokuzuncu Ordu Komutanı. Ermenilere, UkraynalIlara zorbalık
etmek ve geri çekilmeyi geciktirmekle suçlanmaktadır.
Nihat Paşa (Anılmış): Pozantı’da İkinci Ordu Komutanı. Mülkî makamları ayaklanmaya kışkırtmak,
Kilikya’yı boşaltmamakla suçludur.
Ali ihsan Paşa (Sâbis) : Mezopotamya’da Altıncı Ordu Komutanı. Cerablus’ta İngiliz Komutanına
hakaret etmekten ve yağmacılıktan suçludur.
Fahri Paşa (General Fahrettin Türkkan): Hicaz Ordusu Komutanı. Teslim olmamakla
suçlanmaktadır.
Galip Paşa: Yemen’de 40. Tümen Komutanı. Teslim olmuyor.
Tevfik Paşa: Yemen’de 7. Kolordu Komutanı. Teslim olmuyor.
Asir’deki 23. Kolordu Komutam da teslim olmuyor ([20]).
İngilizlerin ilk kara listesi budur. Liste,
kâğıt üzerinde kalmaz. Sanıklar, aranmaya, kovalanmaya başlanır. İlk yakalanan
Türk subayı bu listede adı bulunmayan Albay Ali Rifat Bey’dir ([21]). Ali Rifat Bey, Yakup
Şevki Paşa’nın tümen komutanlarındandır. Ocak 1919’da yakalanır, yargılanmak
üzere Batum’a götürülür. Arkasından 1919 yılı Şubat ayı içinde Beşinci Kafkas
Tümeni komutanı Albay Mürsel Bey tutuklanır. Malta’dan kurtulduktan sonra
Büyük Taarruza Birinci Süvari Tümeni Komutanı olarak katılan Albay Mürsel
(Bakû) Bey’in tutuklanması üzerine Yakup Şevki Paşa sert tepki gösterir.
27 Şubatta Harbiye Nezaretine şunları yazar:
«Gerek Albay Ali Rifat Bey’in tutuklanıp
yargılanması, gerekse Beşinci Tümen Komutanı Albay Mürsel Bey’in tutuklanması
konusundaki görüşlerimi birçok kez bildirmiştim... Eğer bir yabancı hükümet
tümen komutanlarımızı, daha büyük ve daha küçüklerini böyle rasgele tutuklarsa
ve buna karşı devletin hiçbir hakkı ve savunacak sözü olmazsa o zaman halimiz
nereye varır?
Tutuklamak, cezalandırmak gerekiyorsa bunları
hükümetimiz tutuklayıp cezalandırsın. Bir Osmanlı tümen komutanı, dünyada
görülmüş, işitilmiş hangi kanun, hangi mantık gereğince bir İngiliz harp
divanında yargılanabilir?
Devletimiz
ciddi bir varlık gösterecek olursa, İngilizlerin bu kadar fazla ileri
gidemeyecekleri kanısındayım.»
Yakup Şevki Paşa, Erzurum’dan telgraflar
yağdırmakla İstanbul Hükümetinin «ciddî bir varlık göstereceğini» umar, bekler.
Bir gün sonra, «Düşmanların Osmanlı devletini, hatta Türk milletini yok etmeye
karar verdiklerini» yazar. «Hiç olmazsa şeref ve namusun kurtarılması için
direniş gösterilmesini» ister ([22]).
Oysaki, İstanbul Hükümeti, direniş göstermek şöyle dursun, İngilizlerin uydusu
gibi davranmaktadır; İngilizlerin isteği üzerine, Yakup Şevki Paşa’nın
kendisini de görevden atmıştır. Daha 17 Şubat günü General Milne, övünerek
Londra’ya şunları teller:
«Dokuzuncu Ordu Komutanı (Yakup) Şevki
Paşa’yı attırdım. Yardımcısı Albay Ali Rifat Bey’i yakalattım. Mütarekeyi
çiğnemek suçuyla yargılanacağı kesindir. Batum Tümeni Komutanı Mürsel Bey’i de
tutuklattım..» (2S).
Görevinden alman Yakup Şevki Paşa, bir
süre daha Erzurum’da kalır. Erzurum halkı İstanbul’a gitmemesi, ordunun
başından ayrılmaması için kendisine yalvarır. Paşa, gözlerinden rahatsız
olduğu, İstanbul’da tedavi görmesi gerektiği için Erzurum’da kalamayacağını
söyler. İstanbul Hükümetine «direniş» öğütlerken kendisi de direnişi göze
alamaz. Tümen komutanlarından sonra yakalanmak sırasının kendisine
gelebileceğini pek düşünmez. İngilizlerin kara listesinde olduğunu aklına getirmez,
ya da umursamaz. Tedavi için değil, yakalanıp Malta’ya sürülmek üzere
İstanbul’a gider.
İngilizlerin yeni savaşı başlamıştır.
Gittikçe de yoğunlaşacaktır.
Sh:17-31
İstanbul’da tutuklamaların başladığı bir
sırada, 23 Ocak 1919 günü Londra’da bir toplantı yapıldı. Buna, İngiltere Dışişleri,
Millî Savunma, Donanma Bakanlıklarının temsilcileri katıldılar ([23]). Türk «Savaş Suçluları»
konusundaki İngiliz planı bu toplantıda kararlaştı.
«Mütareke hükümlerinin Türkiye tarafından
uygulanması konusunda konferans» adını taşıyan bu toplantıda önce, adına uygun
olarak, Mütareke konusu ele alındı. Mütareke anlaşmasının kimi maddelerinin
Türklerce tam uygulandığı, kimilerinin ancak yarım uygulandığı, kimi maddelerin
ise hiç uygulanmadığı saptandı. Özellikle, «Türkiye’nin stratejik noktalarının
işgal edilebileceğini» öngören yedinci maddenin uygulanmasına Türklerin karşı
geldikleri belirtildi. Kilikya, Cerablus, Antep örnek olarak gösterildi. Yemen,
Asir ve Mezopotamya’da Türk birliklerinin teslim olmadıkları açıklandı.
Bu noktalar saptandıktan sonra, «suçlu»
Türklerin tutuklanıp cezalandırılmaları konusuna geçildi. İngiliz Savunma
Bakanlığı temsilcileri, bu suçluların İngiliz askerî mahkemelerinde
yargılanacaklarını açıkladı. Batum gibi yerlerde kurulan bu mahkemelerin
meşruluğunun tartışılmamasmı istedi. İlerde bu konuda İngiltere Başsavcısının
görüşünün alınabileceğini söyledi. Şimdilik, Batum’dan başka, Suriye’de, Mezopotamya’da
da askerî mahkemeler kurulması kararlaştırıldı. Ancak, bu mahkemelerin bütün
«suçluları» yargılayamayacakları da kabul edildi. Şöyle dendi :
«Bununla birlikte toplantı, bu
mahkemelerin Türkiye’de Müttefiklerin fiilî işgali dışında kalan yerlerde
yakalanan kişileri yargılamaya yetkili olamayacaklarını, bu gibi kimseler için
Malta’ya sürülmek gibi başka tedbirler alınmasını da düşündü.»
Yine aynı toplantıda, Türkiye’ye baskı
yapmak üzere, İstanbul’un Müttefiklerce işgal edilmesinin Paris Barış Konferansına
önerilmesi kararlaştırıldı
Toplantının asıl sonucu, İngiltere’nin
İstanbul Yüksek Komiserliğine verilecek talimat taslağının hazırlanması oldu.
İngiltere Dışişleri Bakanlığı, hazırlanan taslakta birkaç değişiklik yaptı. Sözgelişi,
taslakta, suçluların Müttefiklere teslim edilmeleri istenirken Türk Hükümetine
çok sert baskı yapılması öngörülüyordu. Suçluları teslim etmeyecek olan
Osmanlı nazırlarının Malta’ya sürülecekleri, daha da direnirlerse İstanbul’un
işgal edileceği resmen açıklanacaktı. Lord Curzon, bir gözdağı vermeyi şimdilik
gerekli görmedi. Çünkü, Padişah Hükümeti işbirlikçiydi. İngilizlerin
isteklerini yerine getirmeye zaten hazırdı. Birkaç değişiklikten sonra taslak
onaylandı. 5 Şubat 1919 günü, şifre telgrafla İstanbul Yüksek Komiserliğine
iletildi. 233 sayılı olan bu telgraf, Türk savaş suçluları ve Malta sürgünleri
konusunda temel İngiliz belgelerinden biridir. Bir plan ve ana talimat
niteliğindedir. İstanbul’daki İngiliz Yüksek Komiserliği, 1919-1920 yıllarında,
Türk ileri gelenlerini yakalatıp Malta’ya sürerken hep bu talimata dayanmıştır.
Bu konudaki yazışmalarda sık sık söz konusu edilen bu talimatı veya planı
olduğu gibi aşağıya aktarmak uygun olur. Lord Curzon’un, Amiral Calthorpe’a
gönderdiği 5 Şubat 1919 günlü talimat şudur :
«158 ve 170 sayılı telgrafınızdan
anladığıma göre, Türk Hükümetini arzuladığımız yönde harekete geçirmek için,
herhangi bir baskıya gerek yoktur. (Sadece) kendisine destek vaadinde
bulunmamız yetecektir.
O halde, aşağıdaki nedenlerden dolayı,
sizce ya da ilgili komutanlarca teslim alınmaları gerekli görülecek Türk
subayları ile görevlilerinin size ya da en yakın Müttefik komutanına teslim
edilmeleri için hemen harekete geçmesi yönünde Türk Hükümetine talimat
vermelisiniz :
1— Mütareke hükümlerine uymakta kusur
etmek;
2— Mütareke hükümlerinin uygulanmasına
engel olmak;
3— İngiliz komutanlarına, subaylarına
hakaret etmek;
4— Tutsaklara kötü davranmak;
5— Gerek Türkiye’de, gerek Kafkasya’da,
Ermenilere ya da öteki ırklara karşı
zorbalık etmek;
6— Malların yağmasına, yok edilmesine
katılmak;
7— Savaş yasalarıyla törelerini
çiğnemek.
İşgal altındaki topraklarda ya da
Kafkasya’da suç işlemiş olan Türkleri yargılamak üzere, Kafkasya’da, İrak’ta,
Suriye’de askerî mahkemeler kurulmaktadır.
Osmanlı İmparatorluğunun Müttefik işgali
dışında kalan topraklarında yukarıdaki suçlardan sanık Türklere gelince,
bunların Türk makamlarınca yargılanıp cezalandırılmasına İngiltere Hükümeti
razı olamaz. O bakımdan, bu gibi suçluların, Malta tutsak kampına sürülmek,
Müttefiklerin daha sonra verecekleri karara göre yargılanıp cezalandırılmak
üzere, bize teslim edilmeleri için direnmeniz gerekir. Usul konusunda henüz bir
karar alınmış değildir, ama bu sorun Paris’te (Barış Konferansında) görüşülecektir.
158 sayılı telgrafınızın son fıkrasında
önerdiğiniz gibi kendisini destekleyeceğimiz konusunda Padişaha güvence
veriniz.
Yukarıdaki noktalar Başkomutana da bildirildi.» [24]
Türk «Savaş Suçluları» konusunda Londra
Hükümetinin görüşü ya da planı budur. Yedi çeşit suç sıralanmıştır. Bu suçlar,
İngiltere Savunma Bakanlığında yapılan 23 Ocak 1919
günlü toplantıda saptanmış, İngiliz
Hükümetince benimsenmiştir. Böyle suçlar sıralanırken hiçbir hukukçuya
danışılmamıştır. Toplantıya, hukukçu çağırılmamış, hukuk, adalet kaygısından
uzak kişiler katılmışlardır. Suçlar, öç alma hırsıyla hazırlanmıştır.
Önyargılıdır. 7 sınıf
suçun her biri alabildiğine keyfîdir, kaypaktır. «Mütareke hükümlerine uymakta kusur etmek» suçu,
İngilizlerin keyfine göre yorumlanmaya elverişlidir. Mütareke, Türkiye’nin
paylaşılmasına, Türk ulusunun kendi toprakları üzerinde bağımsız yaşama
hakkının kaldırılmasına doğru yürütülmekteydi. Öyle olunca, bunu hazmedemeyecek
her Türk, kolayca suçlanabilecek, askerî mahkemeye verilebilecekti. Yalnız bu
suç bile, bütün Türkiye’de bir korku havası yaratmaya yetecekti. İşgal edilmiş
yerlerde olsun olmasın bir Türk, bir İngiliz subayına yan bakamayacaktı. El
kaldırmasına, silah çekmesine gerek yoktu. Bir söz, bir bakış bile «İngiliz
subayına hakaret» suçu sayılabilecekti. Suçun cezası ise İngiliz askerî
mahkemesine verilmek, ileride yargılanmak üzere Malta’ya sürülmekti. Türk,
yalnız İngiliz önünde değil, Rum ve Ermeni önünde de boynu bükük kalmaya
mahkûm edilmekteydi. Yoksa, «Ermenilere, Rumlara zorbalık» suçundan cezaya
çarptırılması işten bile değildi. Suçların çoğu, zaman bakımından da çok
genişti. «Makabline şamildi». Mütareke dönemiyle sınırlı değildi. Sözgelişi,
Hıristiyan azınlıklara zorbalık suçu, haçlı kafasıyla çok eskilere kadar
genişletilebilecek nitelikteydi. Balkan savaşında bir Rumun, bir Ermeninin
burnu kanatılmışsa, İngiliz şimdi bunun hesabını sorabilecekti. Hukuk, adalet
ölçüleriyle, İngiliz icadı bu suçların tutulur yanı yoktu.
Suret-i haktan görünmeye çalışılarak, suçlar,
işlendikleri yere göre iki sınıfa ayrılmıştır. Suç, işgal edilen yerlerde işlenmişse,
suçlu doğrudan doğruya İngiliz askerî mahkemesine verilecektir. Suç, işgal
edilmemiş topraklarda işlenmişse ne olacaktır?
O
zaman suçlu, Malta tutsak kampına sürülecektir. Daha sonra yargılanıp
cezalandırılmak üzere. Hangi mahkemece, nasıl yargılanacakları henüz
kararlaştırılmamıştır ama, herhalde Türk mahkemelerince yaslanamayacaklardır.
İngiltere, Türk devletinin yargı yetkisini kesinlikle kabul etmemektedir. Bu, Osmanlı
İmparatorluğunun egemen bir devlet olduğunu kabul etmemek demektir. Türkiye’yi,
herhangi bir İngiliz sömürgesiyle eş tutmak anlamına gelir. Hukuk açısından
Osmanlı devleti henüz egemendir. Toprakları yer yer işgal edilmişse de bütün
Türkiye’nin bir sömürge olduğu henüz resmen ilan edilmiş değildir. Ama,
İngiltere, Türkiye’yi sömürge gibi görmektedir.
İngilizler, «Türk Savaş Suçluları»
kavramını icat ederken, İttihatçı İtilafçı diye bir ayrım gözetmezler. Böyle
bir ayrım, Padişahın kafasında vardır. Padişah, İngilizlere dayanarak
İttihatçıları cezalandırmak kararındadır. İngilizlerin kararı ise Türk’ü
cezalandırmaktır. İngiliz icadı suçlarla, İtilafçılar da kolayca
suçlanabileceklerdir. Ancak, kayıtsız şartsız İngiliz uşaklığını kabul edebilenlerdir
ki, «suçsuz» sayılabileceklerdir. Sömürgecinin istediği de budur: Kayıtsız
şartsız uşaklık! Tek sözcükle, İngiliz planı, Türk ulusunu boyunduruk altına
alma planıdır.
Bu İngiliz planına ilk tepki Fransa’dan geldi. Fransa,
İngiltere’nin müttefikidir. Türkiye’nin, Türklerin dostu değildir;
sömürgecidir; emperyalisttir. Türkiye’nin paylaşılmasında İngiltere ile
ortaktır. Türk topraklarının işgal edilmesine katılmaktadır. Türkiye’ye dikte
edilecek barış koşullarını İngilizlerle birlikte hazırlamaktadır. Ama yine de
Fransa, İngiliz planına tepki göstermekten kendini alamaz. Her şeyin bir ölçüsü,
sınırı olmalı, ölçüsüz, sınırsız İngiliz planını, sömürgeci Fransa bile
hazmedemez.
Amiral Calthorpe, Lord Curzon’un
talimatını alır almaz, İngiliz planını bir notaya döker. İstanbul Hükümetine
verecektir. Vermeden önce bu notayı İstanbul’daki Fransız Yüksek Komiseri
General Franchet d’Esperey’e gösterir. Türklere tepeden bakan, hatta küstahça
davranan bu kibirli Fransız askerinin hukuk anlayışı, İngiliz planını
kavramaya, hazmetmeye engeldir. Fransız generali, hemen yazılı olarak, İngiliz
planına katılmadığını Amiral Calthorpe’a bildirir. 11 Şubat 1919 günü İngiliz
Yüksek Komiserine şu yazıyı yollar :
«Osmanlı Dışişleri Bakanına vermek niyetinde
olduğunuz, Cumhuriyet (Fransa) Yüksek Komiserliğine de bildirmek lütfunda
bulunduğunuz mektup (nota) taslağı konusunda az önce bilgi edindim.
Gerek savaş tutsaklarına, gerek Ermenilere
karşı taşkınlıklarda bulunmaktan, genel bir anlamda savaş yasalarını
çiğnemekten sanık kişilerin araştırılmaları, cezalandırılmaları gerektiği
konusunda sizinle aynı görüşteyim.
Ancak, belirtmem gerekir ki, benim
kanımca, Osmanlı İmparatorluğunun işgal edilmemiş bölgelerinde suçluların
araştırılması, yargılanması, cezalandırılması, Türk makamlarının kendilerine
düşen bir görevdir. Tabiî, Müttefik askeri makamları bunu gözetleyip
denetleyecekler, görevin nasıl yerine getirildiği konusunda Hükümetlerine bilgi
vereceklerdir.
Bu görüşüme katılacağınızı umarım.» (3S)
Fransız generali, sınırlı, denetimli de
olsa, Türk devletinin yargı yetkisini kabul ediyor, Osmanlı devletini tam bir
sömürge gibi görmüyor, demektir. Fransız ve İngiliz görüşleri arasında temelde
ayrılık vardır. Amiral Calthorpe, bu yazıyı alır almaz durakladı. Türk
Hükümetine vermeye hazırlandığı notayı durdurdu. Hemen Londra’dan talimat
istedi. Fransız görüşüne katılmadığını, bu arada «suçluları» yakalatmak işini
sürdürdüğünü de söyledi ([25]). Yani, sanıkların yakalanmaları,
yargılanmaları konularında görüş ayrılığının çözümlenmesini beklemeden,
İngiliz Yüksek Komiseri sanıkları tutuklattırıyordu.
Londra’daki İngiliz makamları da bir
şaşkınlık geçirdiler. Şimdiye kadar kendi kendilerine suçlar uyduruyorlar, bunlara
karşı tedbirler düşünüyorlardı. İlk kez karşılarına değişik bir görüş
çıkmıştı. İngiltere Dışişleri Bakanlığındaki bir görevli, suçu Amiral
Calthorpe’un üzerine atmaya kalkıştı: «Suçluları Malta’ya sürmek
Calthorpe’un kendi önerisiydi» dedi.
Sh:36-40
- 2667 Ali
İhsan Paşa (Sâbis), Eski Altıncı Ordu Komutanı,
- 2668 İbrahim
Ahmet, Onbaşı, Ali İhsan Paşa’nın Emir Onbaşısı, 92
- 2675 Hüseyin
Cahit (Yalçın), İstanbul Mebusu, Gazeteci,
- 2676 Celâl
Bey, Albay,
- 2677 Şerafettin
Efendi, Yüzbaşı,
- 2678 Hazım
Bey, Binbaşı,
- 2679 Mehmet
Tevfik Bey, Yarbay,
- 2680 Ahmet
Tevfik Bey, Albay,
- 2681 Ömer
Bey, Binbaşı,
- 2682 Tevfik
Hadi Bey, Siyasî Polis Müdürü,
- 2684 Yusuf
Ziya Bey, Emekli Binbaşı, İttihat ve Terakki Üyesi,
- 2685 Habip
Bey, Bolu Mebusu,
- 2686 Mehmet
Sâbit Bey, Sivas Valisi,
- 2687 Veli
Necdet Bey, Dahiliye Nazırlığı Müsteşarı,
- 2688 Haşan
Fehmi Bey, Sinop Mebusu,
- 2689 Ali
Fethi Bey (Okyar), Eski Sofya Elçisi, Dahiliye Nazırı,
- 2690 Tahir
Cevdet Bey, Ankara Valisi,
- 2691 Rahmi
Bey, İzmir Valisi,
- 2692 İsmail
Canbulat Bey, Dahiliye Nazın,
- 2693 Mithat
Bey, İttihat ve Terakki Partisi Sekreteri,
- 2694 Cemal
Efendi, Yüzbaşı,
- 2695 Abdülgani
Bey, Yarbay,
- 2696 Nevzat
Bey, Yüzbaşı,
- 2697 Mümtaz
Bey, Emekli Yarbay,
- 2698 Fazıl
Berki Bey, Çankırı Mebusu,
- 2699 Dr.
Halil Bey, Yüzbaşı, 95
- 2700 Ahmet
Cevat Bey, Albay, İstanbul Merkez Kumandanı,
- 2701 İbrahim
Bedrettin Bey, Diyarbakır Valisi,
- 2702 Atıf
Bey, Ankara Mebusu,
- 2703 Ferit
Bey, İttihat ve Terakki Sekreteri,
- 2704 Macit
Bey, Sayıştay Memuru,
- 2705 Hüseyin
Kadri Bey, Karesi Mebusu,
- 2706 Hoca
Rifat Efendi, İttihat ve Terakki Temsilcisi,
- 2707 Mazlum
Bey, Binbaşı,
- 2708 Ahmet
Haydar Bey, Binbaşı,
- 2709 Sami
Bey, Albay,
- 2710 İbrahim
Hakkı Bey, Binbaşı,
- 2711 Mustafa
Asım Bey, Of Mutasarrıfı,
- 2712 Hilmi
Bey, Kırklareli Mutasarrıfı,
- 2713 Aziz
Cihangiroğlu, Kars Şûrası Adalet Bakanı (Mümessili),
- 2714 Pavlo
Jamusev, Kars Şûrası Rum Üyesi,
- 2715 Haşan
Han Cihangiroğlu, Kars Şûrası Savunma Bakanı,
- 2716 Mehmet
Bey Alibeyzade, Kars Valisi,
- 2717 İbrahim
Cihangiroğlu, Kars Şûrası Başkanı,
- 2718 Zekeriya
Zihni Bey, Edirne Valisi,
- 2719 Ahmet
Muammer Bey, Konya Valisi,
- 2720 Musa
Bey Salahov, Kars Polis Müdürü,
- 2721 Yusuf
Bey Yusufoğlu, Kars Şûrası Gıda Bakanı,
- 2722 Tauchitgin
Memlejeff, Kars Emniyet Müdürü,
- 2723 Gani
Bey, İttihat ve Terakki Temsilcisi,
- 2724 Ahmet
Bey, Sivas Valisi,
- 2725 Radjinski
Matroi, Kars Şûrası Rus Üyesi,
- 2726 Vafiades
Stefani, Kars Şûrası Rum Sosyal Yardım Bakanı,
- 2727 Muhlis
Bey Mehmetoğlu, Kars Şûrası P.T.T. Genel Müdürü,
- 2728 Salâh
Cimcoz Bey, İstanbul Mebusu,
- 2729 Mehmet
Sabri Bey, Saruhan Mebusu,
- 2730 Süleyman
Sudi Bey, Lazistan Mebusu,
- 2731 Ubeydullah
Efendi, İzmir Mebusu,
- 2732 Dr.
Süleyman Numan Paşa, Ordu Sağlık Müfettişi,
- 2733 Memduh
Bey, Musul Valisi,
- 2734 Hayri
Efendi Ürgüplü, Şeyhülislam,
- 2735 Saip
İbrahim Pirzade, Devlet Şûrası Başkanı, Nazır,
- 2736 Ahmet
Nesimi Bey, Hariciye Nazırı,
- 2737 Faik
Bey, Merzifon Kaymakamı,
- 2738 Şükrü
Bey (Kaya), Mülkiye Müfettişi,
- 2739 Hacı
Ahmet Paşa, Enver Paşa’nın Babası,
- 2740 Rıza
Hamit Bey, Bursa Mebusu,
- 2741 Yakup
Gallus, 229
- 2742 Zülfi
Bey (Tiğrel), Diyarbakır Mebusu,
- 2743 Feyzi
Bey (Pirinççioğlu), Diyarbakır Mebusu,
- 2744 Sarafoğlu
Michel, Osmanlı Ordusunda Teğmen, Tercüman,
- 2745 Tahir
Bey, Yüzbaşı,
- 2746 İzzet
Basri, Diyarbakır Askerlik Dairesi Kâtibi,
- 2747 Mehmet
Hilmi Bey, Emekli Yüzbaşı,
- 2748 Abdullah
Murgan, Çavuş,
- 2749 Mehmet
Abed, Er,
- 2750 Mustafa
Sıtkı, Onbaşı,
- 2751 Şevket
Ziya Bey, Süvari Teğmeni (Fahrettin Paşa’nın Yaveri),
- 2752 Fahrettin
Paşa (Türkkan), Medine Kumandam,
- 2754 Prens
Abbas Halim Paşa, Nafıa Nazırı,
- 2755 Prens
Sait Halim Paşa, Sadrazam,
- 2756 Mithat
Şükrü (Bleda), İttihat ve Terakki Genel Sekreteri, Burdur Mebusu, Maarif
Nazırı,
- 2757 Hacı
Adil Bey, Mebusan Meclisi Başkam,
- 2758 Mahmut
Kâmil Paşa, Eski Beşinci Ordu Komutanı,
- 2759 Ziya
Gökalp, Üniversite Hocası, Akdağ Madeni Mebusu,
- 2760 Halil
Bey (Menteşe), Meclis Başkanı, Nazır,
- 2761 Kemal
Bey (Kara Kemal), iaşe Nazırı,
- 2762 Ali
Münif (Yeğena), Nafıa Nazırı,
- 2763 Ahmet
Şükrü Bey, Maarif Nazırı,
- 2764 Ahmet
Ağaoğlu, Üniversite Hocası, Gazeteci, Yazar, Afyon Mebusu,
- 2765 Hüseyin
Tosun Bey, Erzurum Mebusu,
- 2767 Mehmet
Arif Bey, Binbaşı,
- 2768 Nuri
Bitlisi Yusuf, Çavuş,
- 2769 Nuh
Eyüp, Mürsel Paşa’nın Emireri,
- 2770 Hakkı
Mürsel Paşa (Bakû), Tümen Komutanı,
- 2771 Çürüksulu
Mahmut Paşa, Senatör,
- 2772 Mehmet
Cemal Paşa (Mersinli), Harbiye Nazırı, İsparta Mebusu,
- 2773 İsmail
Cevat Paşa (Çobanlı), Erkân-ı Harbiye-i Umumî’ye Reisi,
- 2774 Haşan
Tahsin Bey, Erzurum ve Şam Valisi,
- 2775 Dr.
Mehmet Esat Paşa (Işık), Hilal i Ahmer Cemiyeti Reisi, «Millî Kongre»nin
Kurucusu ve Başkanı,
- 2776 Hüseyin
Rauf Bey (Orbay), Bahriye Nazırı, Sivas Mebusu,
- 2777 Ahmet
Şevket Bey (Galatalı), Albay, İstanbul Merkez Kumandanı,
- 2778 Mustafa
Vasıf Bey (Kara Vasıf), Sivas Mebusu,
- 2779 Mehmet
Şeref Bey (Aykut), Edirne Mebusu,
- 2780 Ahmet
Faik Bey (Kaltakkıran), Edirne Mebusu,
- 2781 Numan
Usta, İstanbul Sosyalist Mebusu,
- 2782 Ali
Sait Paşa, Eski Yemen Kumandanı,
- 2783 Ebüzziyazade
Velit Bey, İstanbul Gazeteciler Cemiyeti Başkam,
- 2784 Süleyman
Nazif Bey, Vali, Yazar, Şair,
- 2785 Celâl
Nuri (İleri), Gelibolu Mebusu, Gazeteci,
- 2786 İslâm
Ali, Ali Sait Paşa’nın Yemenli Evlatlığı, 180, 339, 353, 398
- 2787 Ahmet
Emin (Yalman), «Vakit» Gazetesi Yazarı,
- 2788 Mehmet
Muammer Bey, İstanbul Polisi Siyasî Kısım Müdürü,
- 2789 Hilmi
Abdülkadir Bey, Emekli Binbaşı,
- 2790 Eczacı
Mehmet, İşadamı,
- 2791 Aka
Gündüz (Enis Avni) Bey, «Alay» Gazetesi Başyazarı,
- 2792 Rafet
Paşa, Eski Samsun Kumandam,
- 2793 Kel
Ali Bey (Çetinkaya), Afyon Mebusu,
- 2794 Ali
Seyyit Bey, Senatör,
- 2795 Mehmet
Kâmil Bey, Musullu Gazeteci,
- 2796 Mustafa
Kırzade (Acenta Mustafa), Tacir,
- 2797 Dr.
Abdüsselâmi Paşa, Eski Yemen Kumandam, Emekli General,
- 2798 Mustafa
Reşat Bey, İstanbul Siyasî Polis Müdürü,
- 2799 Hacı
Ahmet Bey, Sivas İttihat ve Terakki Delegesi,
- 2800 Mustafa
Abdülhalik (Renda), Bitlis Valisi,
- 2801 Basri
Bey, Yarbay, Cevat Paşa’nın Damadı,
- 2802 Agâh
Bey,
- 2803 Yakup
Şevki Paşa (Subaşı), Dokuzuncu Ordu Kumandam,
- 2804 Murat
Bey,
- 2805 Ali
Cenani Bey, Antep Mebusu,
- 2806 Andavallı
Mehmet Ağa,
- 2807 Süleyman
Faik Paşa,
- 2808 Ali
Nazmi Bey,
- 2809 Mehmet
Nazım Bey,
- 2810 Hoca
İlyas Sami Bey (Mus), Muş Mebusu,
- 2811 Mehmet
Âtıf Bey,
- 2812 Süleyman
Necmi Bey,
- 2813 Sefer
Bey,
- 2814 Burhanettin
Hakkı Bey,
- 2815 Mehmet
Rıfat Bey,
- 2816 Mehmet
Nuri Bey,
- 2817 Mehmet
Ali Bey,
- 2818 Cemal
Oğuz Bey,
- 2819 Mehmet
Adil Bey,
- 2820 Mehmet Rüştü Bey,
Batum Mahkemesi
Ama pek akla getirilmeyen, ya da unutulan
önemli bir nokta vardır. O da şudur : Bu Türk vatandaşları, yabancı mahkemeler
önünde yargılanıp cezalandırılmak niyetiyle Malta’ya götürülmüşlerdi. İngiliz
makamları, «suçlu» saydıkları Türkleri cezalandırmak konusunda kararlıydılar ve
aman vermeye hiç niyetli değillerdi. Malta sürgünleri, İngilizlerin gözünde
«suçlu» kişilerdi. Kendilerinden hesap sorulmamış olması, hazırlanan oyunun
bozulmasından, evdeki hesapların çarşıya uymamasındandır.
İngilizler, «Suçlu Türkleri» yargılamak
çığırını, Ocak 1919’da, Batum Askerî Mahkemesini kurup çalıştırmakla açarlar.
3 Ocak 1919 günü, İngiltere Savunma Bakanlığı, İngiltere’nin, İstanbul, Kahire
ve Bağdat’taki Başkumandanlıklarına bir talimat verir. Suçlu Türkleri
yargılamak üzere, «Batum’da ve başka yerlerde sürekli sıkıyönetim askerî mahkemeleri
kurulmasını» ister. Bunu önceden Fransa ve İtalya’ya danışmak ya da duyurmak
gerekmediğini de ekler. Çünkü mahkemelerin kurulacağı bölgeler, İngiliz kontrol
ve nüfuz bölgeleri sayılır O. 13 Ocak 1919 günü, İngiliz Askerî İstihbarat
Başkam General Thwaites, askerî mahkemelerin nasıl iş bölümü yapacaklarını
açıklar: Mısır’da Mareşal Allenby, Irak’ta General Marshall, Kafkasya’da da
General Milne, suçlu Türkleri yargılatacaklardır ([26]).
Peki Mısır, Irak ve Kafkasya dışında kalan Türkler yargılanıp
cezalandırılmayacaklar mı?
Onun cevabını iki gün sonra İstanbul’daki
İngiliz Yüksek Komiseri Amiral Calthorpe verir: Bu üç bölge dışındaki Türkler,
yargılanmak üzere Malta’ya sürüleceklerdir ([27]).
Malta Adası, hem «adaletin pençesi suçluların yakasına erişebilecek kadar»
yakın, hem de sanıkların kurtulup kaçamayacakları kadar uzak ve güvenilir bir
yerdir. Yine 15 Ocak 1919 günü, İngiliz Askerî istihbarat Başkanlığı, İngiliz
askerî mahkemelerinde ilk ağızda yargılanacak dokuz Türk komutanının adlarını
Foreign Office’e bildirir ([28]).
23 Ocak 1919 günü İngiltere Savunma
Bakanlığında, Dışişleri, Harbiye ve Bahriye temsilcileri ortak bir toplantı yaparlar.
İngilizlere göre, Türklerin hangi suçlardan ötürü yargılanıp
cezalandırılacakları belirlenir. Yedi sınıf suç saptanır. Barış Konferansının
Türk suçluları hakkında vereceği karar beklenmeksizin, askerî mahkemelerin
hemen harekete geçirilmesi kararlaştırılır (3). Gerçi bu toplantıya
katılanların hiçbirisi hukukçu değildir; kararlaştırılan suç sınıfları da pek
keyfîdir. Ama karar verilmiştir, Türkler suçlanacak ve cezalandırılacaklardır.
Mademki İngiltere Türkiye’yi yenmiştir, öyleyse onun dediği olacaktır.
Yerleşmiş hukuk ilkeleri hiçe sayılır. Toplantıdan iki gün sonra, 25 Ocak
günü, İngiltere Savunma Bakanlığı, Başkomutanlıklara kesin talimatını verir;
askerî mahkemelerin hemen işe koyulmasını ve suçlu Türkleri yargılamasını
ister ([29]). Yalnız, bu mahkemelerin
ölüm cezası da verip vermeyecekleri belirtilmez.
14 Şubatta Mareşal Allenby, talimat gereğince,
Mısır’da askerî mahkemeyi kurdurduğunu, soruşturma yapacağını, ama, gerçekten
mahkûm edilmesi gereken sanıkları Malta’ya süreceğini Londra’ya bildirir ([30]). Allenby aslında bu
mahkemelerin idam cezası vermeye de yetkili oldukları kanısındadır. Bunu da
Londra’ya söylemiştir. Ama, son hükmün Malta’da verilmesini yeğ tutar. Biraz
da sorumluluğu, Malta’da kurulması düşünülen mahkemenin üstüne atmak eğiliminde
görünür.
General Milne ise, hem bazı sanıkları
Malta’ya sürmek, hem de Batum’da kurdurduğu Askerî Mahkeme’yi işletmek
kararındadır. Gerçekten, eski Dokuzuncu Ordunun ve Kafkas İslam Ordusunun bazı
subayları yakalanıp Batum Mahkemesi önüne çekilirler. Bu konuda İstanbul
Hükümeti ile İngiliz Yüksek Komiserliği arasında tartışmalar olur. 25 Şubat
1919 günü Osmanlı Dışişleri Bakanlığı İngiliz Yüksek Komiserliğine bir nota
verir. Dokuzuncu Ordu çekilirken Kars’taki sabit telsiz istasyonunu İngilizlere
teslim etmeyerek yıktığı iddiasıyla Albay Rifat Bey’in Batum’daki İngiliz
Askerî Mahkemesinde yargılanmasına itiraz eder. İngilizlere de bildirilmiş
olan Dokuzuncu Ordunun raporuna göre, telsiz istasyonunun yıkılması olayında
Albay Rifat Bey’in bir suçu bulunmadığını ileri sürer ve şöyle der:
«Yüksek Komiserlikçe de takdir
buyurulacağı üzere, bir Osmanlı subayının yabancı bir harp divanında yargılanması,
yerleşmiş hukuk kurallarına aykırı olduktan başka, Osmanlı ordusu üzerinde
kötü etki yapmaktan da geri kalmayacaktır.» (*)
İngiliz Yüksek Komiserliği bu notaya
karşılık vermez. Ama Türk subaylarının İngiliz harp divanında yargılanmasını,
Türk askerî makamları bir türlü kabul edemezler. Harbiye Nazırlığı, Osmanlı
Hükümetine haklı olarak baskı yapar; Türk subaylarının İngilizlerin elinden
kurtarılmasını ister. Bu isteğe, Damat Ferit Paşa bile pek direnemez. İzmir’in
işgalinden üç gün sonra, 18 Mayıs günü Osmanlı Dışişleri Bakanlığı, İngiliz
Yüksek Komiserliğine ikinci bir nota verir. Albay Rifat Bey’in sırf İngiliz
yargıçlardan kurulu bir mahkeme önünde yargılanmasının Osmanlı ordusu üzerinde
kötü etki yaptığı hatırlatılarak, sanığın Türk makamlarına teslimini ister ([31]).
Bu nota da karşılıksız kalır. Ingilizler,
Albay Rifat Bey’i Türk makamlarına teslim etmek şöyle dursun, Beşinci Kafkas
Süvari Tümeni Komutanı Albay Mürsel Bey’i de (General Mürsel Bakû) Batum
Mahkemesine yollarlar; ayrıca Dokuzuncu Ordu Komutanı Yakup Şevki Paşa, Yarbay
Deli Halit Bey gibi bazı subayların da yargılanmak üzere İngiliz askerî
makamlarına teslim edilmelerini isterler. Osmanlı Hâriciyesi, 12 Haziranda
İngiliz Yüksek Komiserliğine üçüncü bir nota verir: Osmanlı Hükümetinin
itirazlarına bakılmayarak Batum’daki Harp Divanının, Türk subaylarını yargılamaya
devam ettiği, yeni yeni subayların bu mahkeme önüne yollandıkları, yerleşmiş
hukuk kurallarına göre, suçları varsa bu sanıkların kendi devletlerinin
mahkemelerinde yargılanmaları gerektiği anlatılır; Batum Mahkemesinde Türk subayların
yargılanmasına son verilmesi istenir. İngilizlere büyük bir de ödün verilir ve
bu sanıkların bir Türk-İngiliz karma mahkemesi önünde yargılanmaları önerilir
([32]). İngiliz Yüksek Komiser
Vekili Webb, bu üçüncü Türk notasına 26 Haziranda lütfen karşılık verir. Söz
konusu subayların Mütarekeyi çiğnediklerini, bu bakımdan İngiliz makamlarına
hesap vermek zorunda olduklarım söyler. «Karma mahkeme» gibi herhangi bir
ödünün söz konusu bile olamayacağını bildirir ve Yakup Şevki Paşa’nın da
yakalanıp yargılanmak üzere İngiliz makamlarına teslim edilmesini ister (rı).
1919 yılı yaz aylarında Batum Askerî
Mahkemesinde Türk subaylarının yargılanmaları sürer gider. Bununla birlikte kimlerin
Malta’da, kimlerin Batum’da yargılanacakları konusunda bir kararsızlık vardır.
Kararsızlık ve karışıklık giderek açıklığa kavuşturulur. İngiltere Savunma
Bakanlığı, askerî mahkemelerin yetkilerinin daha açık olarak belirlenmesi için
Türkiye ile yapılacak barış antlaşmasına hükümler konmasını ister. Ama, barış
antlaşması geciktikçe gecikmektedir. Askerî mahkemeler ise çalışmaktadır. 8
Ağustos 1919 akşamı bir Türk çetesince Batum’daki İngiliz askerî cezaevinin
basılması ve idam isteğiyle yargılanmakta olan Nuri Paşa’nın kaçırılması,
İngilizler için bir şok olur. Anadolu’daki Kuvvayı Milliye örgütünün günden
güne güçlenerek serpilmesi İngilizler bakımından başlıbaşına büyük bir
kaygıdır. Bu koşullar altında, İngiltere Savunma Bakanlığı, Batum’da
yargılanacak Türklerin sayısını azaltmak, suçlu saydıkları Türklerin çoğunu
Malta’ya sürmek gereğini duyar. 1919 yılı Aralık ayında, Dışişlerinin de
görüşü alındıktan sonra şu karar verilir:
Batum Askerî Mahkemesinde üç suçtan sanık kişiler yargılanacaktır:
(1) Mütareke hükümlerine uymakta kusur
edenler;
(2) Mütarekenin uygulanmasına engel
olanlar;
(3) İngiliz komutanlarına veya subaylarına
hakaret edenler.
Bu suçların işlenme yeri de
sınırlandırılır. Ancak işgal edilmiş Kafkasya topraklarında, yani o tarihte
İngiliz işgalinde bulunan Batum vilayeti ve şehri ile, 1919 yılı yaz aylarında
boşaltılmış olan Kafkas topraklarında bu üç suçtan birini ya da hepsini işlemiş
olanlar, Batum Askerî Mahkemesinde yargılanacaklardır. Geri kalan suçlular
yargılanmak üzere Malta’ya sürüleceklerdir ([33]).
Bu karara göre, Batum Mahkemesinde
yargılanacakların sayısı çok azaltılmış olur. Sözgelişi İstanbul’da tutuklanan
bir kimse Batum’a götürülüp yargılanamayacaktır; Malta’da yargılanabilecektir.
Nitekim önce Batum’da yargılanması düşünülen Yakup Şevki Paşa gibi bazı
kimseler, bu karardan sonra Batum’a değil, Malta’ya yollanırlar. Kafkaslarda,
sözgelişi, Kars’ ta ya da Batum’da yakalanan herkes Batum Mahkemesinde
yargılanacaktır. Ancak üç çeşit suçtan dolayı yargılanabilecekler, bunlar
dışında bir başka suçtan sanık olanlar, Batum’da yakalanmış bile olsalar,
yargılanmak üzere ora mahkemesine verilemeyecekler, ta Malta’ya
yollanacaklardır. Gerçekten Kafkasya’da yakalanan bazı kimseler oradan Malta’ya
yollanmışlardır.
Aralık 1919’da, İngiltere Savunma Bakanlığı, Batum Askerî
Mahkemesinin ölüm cezası vermeye de yetkili olduğunu General Milne’ye bildirir
([34]).
Ne var ki, Türkiye’deki koşullar
değişmiştir. Anadolu’da de facto bir hükümet doğmuştur. Erzurum ve Sivas
Kongrelerinden sonra, Müdafaa-i Hukuk Örgütü artık Anadolu’ya hâkim olmuştur.
Aralıkta Sivas’tan Ankara’ya taşman Temsil Heyeti veya fiilî Hükümet, 1919
Kasım başında Damat Ferit Paşa Hükümetini devirmiştir. Tam o sıralarda
Kemalistler, İstanbul Parlamentosunu da ele geçirmek için uğraşmaktadırlar.
Türkiye’deki İngiliz makamları bir «bekle, gör» dönemine girmişlerdir. Kolay
kolay idam cezası veremezler. Hatta tutuklamaları ve sürgünleri bile geçici
olarak durdurmuşlardır. İngilizler, Mustafa Kemal’in fiilî Hükümetini hesaba
katmak zorundadırlar. Ingilizlerin her hareketine Mustafa Kemal’in misliyle
karşı koyacağı kuşkusuzdur artık. Batum’da yargılanmakta olan Mürsel Bey ölüm
cezasına çarptırıldığı gün, Erzurum’daki Yarbay Rawlinson’un hayatı tehlikede
demektir ve İngilizler bunu düşünürler. Mürsel Bey de (Mürsel Bakû Paşa) Batum
Mahkemesince cezalandırılamaz. Malta’ya sürülür. Mürsel Paşa, Büyük Taarruzda
İzmir’e ilk giren süvari tümeninin kumandanı olarak, bütün bunların öcünü alacaktır.
Batum’da kurulan İngiliz Harp Divanı,
hiçbir Türk’e ölüm cezası veremeden, İngiliz politikasıyla birlikte iflas eder.
Sh:203-208
Malta’ya sürdükleri Türkler için
İngilizler, başından beri bir Uluslararası Mahkeme kurmayı düşünmüşlerdir.
İngiliz belgelerinde sık sık «Uluslararası» sözcüğü geçmekle birlikte, aslında,
bir «Müttefiklerarası Mahkeme» tasarlandığı anlaşılmaktadır. Müttefikler,
«suçlu» saydıkları Türklerin yargılanması işine tarafsız ülkeleri karıştırmak
istememişlerdi, karıştırmak niyetinde de değillerdi. Ermeni sürgünü
sanıklarının cezalandırılması için Türkiye üzerinde İngiliz baskılarının ağırlaşması
karşısında Tevfik Paşa Hükümeti, konuyu soruşturmak üzere beş tarafsız ülkeden
on yargıç çağırmak istemişti.
Müttefikler buna hemen karşı çıkmışlar ve
Türkiye’ye tarafsız yargıçlar gönderilmesini önlemişlerdi. Açıkça görülen tutum
oydu ki, kurulacak mahkeme bir Müttefiklerarası Yüksek Divan olacaktı. Suçlu
sayılan Türkler, galip devletler önünde hesap vereceklerdi.
Ancak İngilizler, böyle bir mahkeme
kurmanın yolunu, yöntemini hazırlamadan, keyfî olarak işe koyulurlar. Ocak
1919’da başlatılan tutuklamalar pek keyfîdir. Kimin, hangi suçtan dolayı
yakalandığını kesinlikle söylemek gerçekten pek güçtü. Birçok kimse, şu ya da
bu suçtan sanık oldukları için değil, ilerde İngiliz sömürgeci emellerine engel
olabilirler düşüncesiyle yakalatılmışlardır. Tutuklamalar başlatıldıktan sonra,
âdeta çalman minareye kılıf hazırlamak istenir. 23 Ocak günü İngiltere Savunma Bakanlığında
yapılan toplantıda yedi kategori suç saptanır. Güya Türkler, belirlenen bu
suçlara göre yakalanıp cezalandırılacaklardır. Bu sözde suçlar da hukuk
bilgisinden yoksun birkaç subayla iki diplomatın bir saat içinde cahilce
hazırladıkları suçlardı. Keyfîydi. Böyle olduğu halde İngiliz Hükümeti,
hazırlanan esasları olduğu gibi benimser. Hukuk otoritelerine danışmak gereği
bile duyulmaz. Suç kategorilerini saptayan İngiliz subaylarıyla diplomatları,
kendilerine bir çeşit kanun koyucu rolü yakıştırmışlardır. Sanki Devletler
Hukukunu kodifiye etmektedirler; yeni suçlar icat ederler. İşin asıl sakat
yanı, bu yeni icat suçlardan dolayı bir yığın insanın yakalanıp Bekirağa
Bölüğü’ne tıkılmasıdır. İngilizlerin keyfiliğine, Damat Ferit Paşa Hükümetinin
İttihatçı düşmanlığı da eklenince, iş, daha başında çığırından çıkar. Büyük
bir savaş sonunda, yolsuzluktan ya da başka suçlardan ötürü hesap vermeleri
gereken herhalde birçok kişi vardı. Bunlar, hukuk kuralları içinde,
ağırbaşlılıkla, Türk mahkemelerince yargılanıp cezalandırılabilirdi. Buna
kimsenin bir diyeceği olamazdı. Ama, siyasî hırslar, öç alma duyguları, öylesine
işe karışmıştır ki, daha işin başında hukukilikten, ciddiyetten eser
kalmamıştır. Açıkçası, temelde yatan düşünce hukuk, adalet kaygısı değil:
Türk’ten öç almak, Türk’ü boyunduruk altına sokmak hırsıydı.
Temeldeki sakatlığa aldırmayarak, Londra,
yine de ciddî ciddî bir Uluslararası Mahkeme kurdurma işine kalkışır. Suret-i
haktan görünecektir. Politik emelleri, hukuk, adalet kisvesine
büründürecektir. Dünya kamuoyunun gözü boyanacaktır. 2 Nisan 1919 günü
İngiltere Dışişleri Bakanlığı, Paris Barış Konferansında bulunan Mr. Balfour’a
uzunca bir yazı gönderir: Tutuklu Türklerin önemli bir kısmının, savaş
tutsaklarına kötü davranmak, savaş yasalarıyla törelerini çiğnemek, malların
yağma ve yok edilmesine katılmak gibi suçlardan sanık oldukları ileri sürülür.
Bu sanıkların Batum’da ve başka yerlerde kurulmuş olan İngiliz askerî
mahkemelerinde yargılanamayacakları söylenir. Bunları yargılamak için bir Uluslararası
Mahkeme (International Tribunal) kurulması önerilir. Gerek böyle bir
mahkemenin kurulması, gerek tutukluların Malta’ya sürülmesi konusunda Barış
Konferansının tez elden karar vermesi istenir. Hangi sanıklar Uluslararası Mahkeme
de yargılanmak üzere Malta’da kurulacak merkezî sürgün kampına yollanacaktır?
Hangileri Batum’da ve başka yerlerdeki İngiliz
askerî mahkemelerince yargılanacaktır?
Bu
konularda da aydınlığa kavuşmak gerekmektedir ve Başkomutanlar talimat
beklemektedirler. Mr. Balfour’dan, Başkomutanlara nasıl talimat verileceği de
sorulur ([35]).
Mr. Balfour, kesin bir talimat veremez. 11
Nisan günü verdiği kısa karşılıkta, bu konularda Barış Konferansının henüz bir
karar almadığını bildirir (ıs). Aslında Fransa, Ingiliz makamlarının
keyfî davranışlarına karşı çıkmaktadır. İstanbul’da yoğun biçimde tutuklamalar
yaptırılmasını, Müslüman Türk zararına ayrım yaratmak olarak görür. Savaştan
yenik çıkmış Almanlara, Avusturyalılara ve Bulgarlara karşı aynı biçimde
davranamadığını söylemektedir. Daha önemlisi, Fransa, o sıralarda, Türk
sanıklarının yine Türk mahkemelerince yargılanabilecekleri görüşünü savunur ve
bir Uluslararası Mahkeme kurulmasından yana değildir. Gerçi Fransa, özellikle
Maraş ve Antep bölgelerinde çarpışmalar başladıktan sonra, Türklerin
cezalandırılması gerektiğini savunacak, İngiltere’nin yanında yer alacaktır.
Ama 1919 yılı içinde Fransızlarla Türkler arasında henüz silahlı çarpışmalar
başlamadığı için Fransa, Türkleri Uluslararası Mahkemede yargılama görüşünü
paylaşmamaktadır. Barış Konferansında bir karar alınamaz ve Londra’nın istediği
anlamda bir Müttefik Mahkemesi kurulamaz.
İngilizler, Uluslararası bir Mahkeme
kurulmasını beklemeksizin 28 Mayıs 1919 günü 78 Türk’ü Malta’ya sürerler.
Yargılama işi askıdadır. Tam o sırada, 26 Mayıs 1919 günü, İngiliz Avam
Kamarasında, Yarbay Aubery Herbert adlı bir mebus, İngiltere Dışişleri Bakanına
yazılı bir soru yöneltir: «Ermeni kırımından sorumlu olan Alman ve Türk
görevlilerini cezalandırmak için ne gibi tedbirler alındığını» sorar. Soruya
karşılık verebilmek için İngiliz Dışişleri Bakanlığı, Paris’te bulunan Mr
Balfour’dan telgrafla talimat ister. Talimat yetişmez. Dışişleri adına Mr.
Harmsword soruyu şöyle cevaplandırır: «Müttefikler, sorumluları cezalandırmaya
kararlıdırlar. Sanıkların birçoğu şu sırada hapistedir. Bunların cezalandırılmalarını
sağlayacak tedbirler, şimdilik Paris’te görüşülmektedir.» ([36]) Uluslararası Mahkemeden
söz edilmez. Paris görüşmeleri sonunda böyle bir mahkeme kurulup kurulamayacağı
belli değildir. Soru kapalı sözlerle geçiştirilir.
İngiliz makamları yavaş yavaş kuşkuya
kapılmaya başlamışlardır. Malta sürgünleri üzerine Fransa’nın sert tepkisi,
daha doğrusu protestosu İngiliz kuşkularını arttırmıştır. Türkiye’deki gelişmeler
de İngilizleri kaygılandırır. Acaba izlenen politika kitabına uydurulabilecek
midir?
Tutuklamaları, sürgüne göndermeleri ve hele
yargılama işini İngiliz makamları nasıl bir hukuk kisvesine büründüreceklerdir?
İlk
kez hukuk otoritelerine danışma gereği duyulur. Aylardan beri insanlar
yakalatılmış, hukukçulara danışılmamıştı. Tutuklular İngiliz askerî
mahkemelerinde yargılanmaya başlanmıştı. Bunun da hukuka uygunluğu
sorulmamıştı. Tutuklular topluca Malta’ya sürülmüştü, yine hukuk otoritelerinin
görüşü alınmamıştı. Bir Uluslararası Mahkeme hukukçulara danışılmadan mı kurulacaktı?
İstanbul’da tutuklamalarına
başlatılmasından beri yedi ay geçer. Yine yedi aydır Batum’da İngiliz askerî
mahkemesi çalışır. Malta’ya ilk sürgün kafilesinin gönderilmesinin üzerinden
de bir buçuk ay geçtikten sonra, 10 Temmuz 1919 günü İngiltere Dışişleri
Bakanlığı ilk kez İngiltere Başsavcılığına başvurur, uzun bir yazı gönderir.
Hukukun nasıl politikaya alet edilmek istendiğini göstermesi bakımından ibretle
okunacak bir belgedir bu. İngiltere Dışişleri Bakanlığı, Türklere karşı
izlemekte olduğu öç alma politikasını hukuk kisvesine büründürüp
meşrulaştırmak ve «Suçlu Türkleri» sözde hukuk adına cezalandırmak amacıyla
hukuk otoritelerinden fetva çıkartmak istemektedir. Gerçekler aşırı biçimde
zorlanır, olaylar çarpık olarak Başsavcılığa anlatılır. Yedi kategori suçlu bulunduğu
varsayımından yürünür. Bu, tartışılamayacak bir gerçekmiş gibi ortaya
konduktan sonra, bir bina kurulur. Hukukçulara itiraz kapıları kapatılmak, İngiltere’nin
Hıristiyan Almanlarla Müslüman Türklere karşı izlediği ayrı ayrı politikayı
haklı göstermek için şöyle denir:
«Türk Hükümetine karşı izlenen tutum ile
Alman Hükümetine karşı izlenen tutum arasında bir benzerlik kurulamaz. »
Türklere karşı izlenen öç alma ve
sömürgeleştirme politikası haklıymış gibi gösterilir. Sanıkların Türk
mahkemelerinde yargılanamayacağı söylenir. Tevfik Paşa Hükümetinin tarafsız
ülkelerden soruşturma yargıçları çağırma girişimi, pek ters biçimde yorumlanır.
Bu girişimin İngiltere tarafından önlendiği Başsavcılıktan gizlenir. Tevfik
Paşa Hükümeti düştüğü için girişimin sonuçsuz kaldığı ileri sürülür. Şöyle denir:
«Yeni Hükümet, mahpuslarla baş edemeyeceğini çabucak anladı ve Sadrazam (Ferit
Paşa) mahpusların Malta’ya sürülmelerini İngiliz makamlarından rica etti. Bu
ricası yerine getirildi.» Kısaca yazı şu sonuca varır: Ortada suçlu Türkler
var. Bunlar Türk mahkemelerince yargılanamıyor. Tarafsız yargıçlar işi de suya
düşmüştür. Geriye tek bir şık kalıyor.
O da,
suçlu Türklerin Müttefik Mahkemelerince yargılanmalarıdır.
«Yapılacak barış antlaşmasında
Türkiye’nin, Müttefik Mahkemelerinin yargı yetkisini tanımasmı sağlamak gerek»
denir ([37]).
Bundan sonra da Başsavcılığa birkaç soru
sorulur. Başsavcılık, 7 Ağustos 1919 günü görüşünü bildirir. Sorular ve
karşılıklar, özetle şöyledir:
Soru 1 — İşgal altındaki topraklarda İngiliz askerî mahkemelerinin, yedi
kategori suçtan herhangi birinden sanık olanları yargılamalarına ve
cezalandırmalarına hukuksal bir engel var mıdır?
Soru 2 — Varsa, hangi suçlular askerî mahkemelerce yargılanmalı, hangi
suçluların yargılanmaları barış konferansı kararma değin ertelenmelidir?
Karşılık 1 — (Her iki soru için): İngiliz Hükümetince
onaylanmışsa, askerî mahkemelerin yargı yetkileri vardır. Konu, iç hukuk
çerçevesine değil, savaş töre ve kuralları çerçevesine girer. Türk Hükümetinin
rızası olursa, herhangi bir engel kalmaz. Türk Hükümetinin rızası olmadan
İngiliz askerî mahkemeleri, işgal edilen yerlerde şu suçluları yargılayıp
cezalandırabilirler: Mütarekeye uymakta kusur edenler, Mütarekenin
uygulanmasına engel olanlar ve İngiliz subaylarına hakaret edenler. Öteki
suçluları yargılama işini barış antlaşması kararma bırakmak uygun olur.
Soru 3 — Türkiye’deki suçluların Müttefik askerî mahkemelerince yargılanmak
üzere Müttefiklere teslim edilmelerini öngören hükümlerin barış antlaşmasına
konması uygun mudur?
Karşılık 3 — Evet, uygundur.
Soru 5 — Türk Hükümetinin, sanıkları güvenilir bir yerde hapsetmekten âciz
olduğunu itiraf etmesi karşısında, savaş yasalarıyla törelerine karşı suç
işlemiş olan kişilerin Müttefik hapishanelerinde (Malta’da) tutulmasına
hukuksal bir engel var mıdır?
Karşılık 5 — Bu bir Hükümet kararıdır (acte of state) buna karşı
hukuksal itiraz ileri sürülemez.
Soru 6 — Suçlular Türk mahkemelerince yargılanmakta olsalar bile, bu davaların
bozulup sanıkların yeniden Müttefik mahkemelerince yargılanacakları yolundaki
hükümlerin Türkiye ile yapılacak barış antlaşmasına konulması pratik ve uygun
olur mu?
Karşılık 6 — Evet, pratik ve uygun olur (ıs).
Tek sözcükle, İngiltere Dışişleri
Bakanlığı istediği fetvayı çıkartmıştır; «Suçlu Türklerin» bir kısmı, İngiliz
askerî mahkemelerince yargılanacaktır. Bir kısmı Malta’da tutulacak, bunların
yargılanmaları için barış antlaşmasının imzalanması beklenecektir. Yeni barış
antlaşması ile bir Müttefiklerarası Askerî Mahkeme kurulacaktır. Barış
antlaşmasından sonra, başka suçluların da Müttefiklere teslim edilmeleri
istenecektir. Bunlar, daha önce Türk mahkemelerince yargılanmış bile olsalar,
yeniden Müttefik mahkemesi önünde hesap vereceklerdir. Türk mahkemelerinin
kararları bozulacaktır. Demek oluyor ki, Türkiye’ye sömürge gibi
davranılacaktır. Türk devletinin yargı yetkisi, egemenliği tanınmayacaktır.
Tarih, Ağustos 1919. Türkiye’deki
gelişmeler, Erzurum Kongresi ile Sivas Kongresi arasında bulunmaktadır. Mustafa
Kemal’in başlattığı Ulusal Kurtuluş hareketi, henüz İngilizlerce önemle
dikkate alınacak kadar güçlenmiş değildir. İngiliz makamları meydanı boş
sanmaktadırlar, Türkiye aleyhinde istedikleri biçimde fetva verebilmekte, ya
da verebileceklerini ummaktadırlar. Bunları da not etmek gerek.
Uluslararası Mahkeme kurulması işi Türkiye
ile yapılacak barış antlaşmasının (Sevr’in) imzalanmasına ertelenmiş olur. Bu
arada Malta sürgünleri uzun süre bekleyeceklerdir. Türkiye’deki Ulusal Kurtuluş
hareketi günden güne gelişir. İngilizler de Malta sürgünlerini yargılayıp
cezalandırma uğrundaki çalışmalarını sürdürürler.
Sh:208-214
«Suçlu Türklerin» yargılanıp cezalandırılmaları
ilke olarak kararlaştırılmıştı. Sürgünler Müttefiklerarası Mahkeme önünde
yargılanacaklardı. Sevr Antlaşmasına maddeler konacak, sürgünlerin ve öteki
sanıkların yargılanmaları hukuka dayandırılacaktı. Ne var ki, ilke kararı
vermek bütün sorunları çözümlemez. Yeni yeni sorunlar ortaya çıkar.
Malta sürgünleri arasında birbirinden çok
değişik kişiler vardı. Bunlara yüklenmek istenen suçlar da çok değişikti. Bütün
sürgünlere aynı suçu yükleme olanağı yoktu. İngiliz savaş tutsaklarına kötü
davranmak suçu dense, ömründe bir tek savaş tutsağıyla yüz yüze gelmemiş
sürgünler vardı. Ermeni sürgünü suçu ele alınsa, Ermenilerle uzaktan yakından
bir iş ilişkisi olmamış sürgünlerin sayısı pek çoktu. Sürgünleri, suçlarına
göre sınıflara ayırmak gerekiyordu. Bu bir.
İkincisi, tutuklamalar ve sürgünler,
sorgusuz sualsiz yapılmıştı. Bekirağa Bölüğü’ne ve oradan Malta’ya yollanırken
sürgünlerin sözde suçları sadece bir iki satırla belirtilmişti..
Bunlar da keyfî iftiralar ya da savlardan
öteye geçmiyordu. Hemen hemen hiçbir sürgün hakkında bir suç dosyası hazırlanmış
değildi. Sürgünler nasıl mahkeme önüne sevkedileceklerdi?
Hani dosya, hani delil, hani tanık, diye
sorulmayacak mıydı?
İngiliz Yüksek Komiserliğinin keyfî
davranışları asıl o zaman sırıtmayacak mıydı?
Haysiyeti zaten beş paralık olmuş İstanbul
Hükümetlerine gözdağı vererek insanları tutuklatmak kolaydı. Bekirağa Bölüğü’nü
basıp tutuklananları Malta’ya sürmek de pek zor olmamıştı. Ama sürgünleri
biraz ağırbaşlı bir mahkeme önüne yollamak o kadar kolay olacak gibi görünmüyordu.
İngiliz Yüksek Komiserliği sıkışmaya
başlar. Amiral Calthorpe, Türkiye’den kesinlikle ayrılmadan az önce, 1 Ağustos
1919 günü, tutuklanan ve sürülen Türkler konusunda uzun bir rapor kaleme alıp
Londra’ya postalar. Amiralin kendi kendisini ve İngiliz Yüksek Komiserliğini
savunması niteliğinde bir rapordur bu. Yüksek Komiser sorumluluktan sıyrılmaya
çalışarak şöyle der:
«Gerek bizim isteğimiz üzerine Türk
Hükümetince yapılan ilk tutuklamalar, gerek sanıkların bizim cezaevimizde
tutulmaları. Malta ve Mondros sürgünleri aleyhinde delil gösterme ve savlar
ileri sürme zorunluluğunu, hukuksal açıdan Yüksek Komiserliğe yüklemez. Zaten
sanıkların büyük çoğunluğu aleyhinde adlî delil toplama olanağı bulunmadığı
apaçıktır.» ([38])
Bu sözler pek anlamlıdır. İngiliz Yüksek
Komiseri, «Ben yakalattım, sürdürdüm. Ama bu insanların suçluluğunu ispatlamak
bana düşmez» demektedir. Ya kime düşecekti?
Sürgünlerin
adlarını bile ilk kez duyan Londra’daki Başsavcı mı, yoksa Malta Genel Valisi
mi bu insanların suçluluğunu ispat edeceklerdi?
Üstüste kara listeler hazırlayan, Türk Hükümetine
veren ve listelerdekileri bulup yakalayın diyen, sonra da yakalananları kaçırıp
Malta’ya süren Amiral Calthorpe ve ekibi değil miydi?
İş,
yargılamaya gelince, aynı Amiral, yan çizmeye ve işin içinden sıyrılmaya
çabalıyordu. Aylardır İstanbul’da «Ali kıran, baş kesen» rolü oynayan Amiral
Calthorpe, yaptıklarının hesabını vermek zorunda değil miydi?
Böylesine sorumsuzluk, böylesine keyfilik,
Majestelerinin Yüksek Komiseri Sör Amiralin ciddiyetiyle nasıl
bağdaştırılabilirdi?
Amiral, bir de büyük itirafta bulunur:
Sürgünlerin ve tutukluların «büyük çoğunluğu aleyhinde delil olmadığını»
söyler. Demek ki, «büyük çoğunluk» suçsuzdu. Suçsuz bir insanı hapse atmak,
Malta’ya sürmek, suç değil miydi?
Başka türlü söylemek gerekirse, kurulacak
Müttefiklerarası Mahkemede ilk sorguya çekilmesi gereken insan Amiral Calthorpe
idi. Ama, sürülenler Türk, süren İngilizdi. Suçlu, güçlü olunca iş değişiyordu.
O zaman normal hukuk kurallarıyla düşünme olanağı hemen hemen yoktu. Hak, hukuk
gibi sözler, güçlünün elinde bir silahtı. Kötüye kullanılan bir süah. Sömürgeci
İngiliz, silahını Türk’e karşı kötüye kullanmıştı.
Aynı raporunda Amiral Calthorpe, biraz
zorlamayla, sürgünleri üç sınıfa ayırır:
a-Savaş zamanında asayiş tedbiri olarak
Malta ve Mondros’a sürülenler. Bunların Hıristiyan kırımına katılmaları ikinci derecededir. Barış
antlaşmasının onaylanmasından sonra bu kimseler otomatik olarak Türkiye’ye
döneceklerdir.
b-Hıristiyan kırımına katıldıkları için
yakalanıp sürülmüş olanlar. Bunlar barıştan sonra ya Malta’da kalıp Müttefik Mahkemesince
yargılanacaklardır; ya da tutuklu olarak geri getirilip Türkiye’deki Mandater
Devletin mahkemelerinde yargılanacaklardır (Amiral, Türkiye’nin manda altında
kalacağını, bağımsız olamayacağını düşünmektedir).
c-İngiliz savaş tutsaklarına kötü
davrandıkları için yakalanıp sürülmüş olanlar ([39]). Bu sınıf, Yüksek Komiserliğin yetkisi dışındadır
(Yani bunlar hakkında askerî makamlar söz söyleyebilirler).
Sürgünler, ilk kez, sınıflandırılmaktadır.
Gerçi kabaca bir sınıflamadır bu. Ama, hiç değilse barış antlaşması yapıldıktan
sonra bir kısım sürgünlerin geri dönebileceklerinin düşünüldüğünü
göstermektedir. Daha doğrusu, bir kısım sürgünlerin aleyhinde hiçbir delil
bulunmadığının itirafıdır. Uluslararası Mahkeme kurulması söz konusu olmaya
başlayınca, böyle bir sınıflamaya gerek duyulmuştur.
Amiral Calthorpe’un yerine İngiliz Yüksek
Komiserliğine atanan Amiral de Robeck, İstanbul’a geldikten hemen sonra
«Suçlu Türkler» ve Malta sürgünleri konusuna eğilir. 21 Eylül 1919 günü
Londra’ya bir rapor sunar. Cezalandırılmaları gereken Türkleri dört sınıfa
ayırır:
1— Büyük Başlar, yani
Almanya’ya kaçmış bulunan Enver, Talât, Cemal Paşalar ve arkadaşları. De
Robeck bunlara «Yedi Büyükler» de der. Bu İttihatçı liderlerin Almanya’dan geri
alınması için Almanya ile yapılmış Versailles Antlaşması hükümlerinin yetersiz
olduğunu, Türkiye ile yapılacak barış antlaşmasına özel hükümler konması
gerektiğini söyler. Herhalde «Yedi Büyükler»in bir Müttefik Mahkemesinde
yargılanıp cezalandırılmalarını savunur.
2— Malta sürgünleri ve
İngiliz cezaevlerindeki öbür Türkler. Amiral de Robeck, Malta’ya sürülenlerin
«tehlikeli ve suçlu» Türkler arasından seçilip adaya yollandıklarını söyler ve
şu itirafta bulunur :
«Seçim, pek alelacele yapıldı ve bilinen
suç fiillerine dayanılmadı; sadece genel ilkeler uygulanabildi.
Bu koşullar altında, bir Müttefik
Mahkemesi önünde sürgünlerin çoğuna karşı kesin suçlamada bulunmak pek güç
olabilir. Bu kimselerin geri dönmeleri siyasal bakımdan arzu edilmez, ama
bunlar hakkında ne gibi bir işlem yapacağı konusunda Majesteleri Hükümeti’nin
açık fikre kavuşması gerekir.» ([40])
1— Türk cezaevlerinde tutuklu
bulunanlar, üçüncü sınıf suçlular sayılır. Bunların sözde Türk
Sıkıyönetim Mahkemelerinde yargılandığı, ama sonuç alınamadığı söylenir.
2— Türkiye’de ya da başka yerlerde henüz
yakalanamamış bulunan suçlular. İngiliz Yüksek Komiseri, bu suçluların
da yakalanmaları gerektiğini savunur. Ama, Türkiye’de değişen siyasal
koşullardan ötürü şimdilik bunların tutuklanmalarını istemediğini, Malta’ya
sürgünleri de durdurduğunu söyler (22). Değişen koşullar, Sivas
Kongresi sonunda Anadolu’daki Müdafaa-i Hukuk örgütünün adamakıllı güçlenmiş
olması ile İstanbul’da Ferit Paşa Hükümetinin yakında devrilmesi olasılığıdır.
Bu durumda İngilizler Türkiye’de insan avını durdurmak zorunda kalırlar.
İngiliz Yüksek Komiseri, Malta
sürgünlerinin «alelacele», yani keyfî biçimde yapıldığını itiraf eder. Bunların,
çoğu aleyhinde suç delili bulunmadığını, Müttefik Mahkemesi önünde
suçlanamayacağını açıklar. Bu açıklamalar, Anadolu’da Mustafa Kemal’in
güçlenmeye, Ferit Paşa Hükümetinin sallanmaya başladığı bir sıraya rastlar.
İngiliz Yüksek Komiserinin deyimiyle Türkiye’de «elverişsiz genel koşulların»
ağır bastığı bir dönemdir bu. Malta sürgünlerinin suçluluk dereceleri,
Türkiye’deki siyasal koşullara göre çoğalıp azalıyor gibidir!
6 Aralık 1919’da İngiliz Yüksek
Komiserliği, Malta sürgünlerinin ilk kez suç sınıflarına göre, ayrıntılı bir
listesini yaptı. Sürgünler (A), (B) ve (C) diye üç sınıfa ayrıldı. Şöyle ki:
A — Zulüm Yapmış Olmakla Suçlananlar (16 kişi) :
2667 — Ali İhsan Paşa: Eski Altıncı Ordu Komutam.
2682 — Tevfik Hadi Bey: Siyasî Polis Müdürü.
2686 — Sabit Bey : Eski Harput, Erzurum ve Sivas
Valisi.
2690 — Cevdet Bey: Eski Van, Adana ve Ankara
Valisi.
2696 — Nevzat Bey: Eski Musul Komutanı, Yüzbaşı.
2702 — Âtıf Bey : Ankara Vali Vekili.
2706 — Hoca Rifat Efendi: Propagandacı.
2719 — Ahmet Muammer Bey: Eski Sivas Valisi.
2723 — Gani Bey: İttihat ve Terakki Partisi
Sivas Murahhası.
2732 — Süleyman Numan Paşa: Ordu Sağlık
Müfettişi.
2733 — Memduh Bey; Erzincan ve Tokat
Mutasarrıfı. Bitlis Vali Vekili ve Musul Valisi.
2737 — Faik Bey: Merzifon Kaymakamı.
2743 — Feyzi Bey : Diyarbakır Mebusu.
2758 — Mahmut Kâmil Paşa: Eski Üçüncü ve Beşinci
Ordular Komutanı.
2759 — Ziya Gökalp: Akdağ Madeni Mebusu,
Profesör.
2764 — Ahmet Ağaoğlu: Eski Afyon Mebusu,
Gazeteci, Profesör.
B — Zulüm Yapılmasına Göz 'Yummuş Olmakla Suçlanan
Eski İktidar Üyeleri (17 kişi):
2687 — Veli Necdet Bey : Eski Göçmenler
Komisyonu Üyesi.
2689 — Ali Fethi Bey (Okyar): Eski Dahiliye
Nazırı.
2691 — Rahmi Bey: Eski İzmir Valisi.
2692 — İsmail Canbulat Bey: Eski Dahiliye
Nazırı.
2703 — Ferit Bey: İttihat ve Terakki Sorumlu
Kâtibi
2718 — Zekeriya Zihni Bey: Eski Tekirdağ
Mutasarrıfı, Edirne Valisi.
2724 — Ahmet
Bey: Eski Sivas Valisi.
2734 — Hayri Efendi: Cihat ilan eden
Şeyhülislam.
2735 — İbrahim Pirzade Bey: Eski Adliye Nazırı.
2736 — Ahmet Nesimi Bey: Eski Hariciye Nazırı.
2738 — Şükrü Bey (Kaya) : Eski Göçmenler
Komisyonu Genel Müdürü ve Birinci Sınıf Mülkiye Müfettişi.
2739 — Hacı A hmet Paşa: Enver Paşa’nın Babası.
2755 — Sait Halim Paşa : Eski Sadrazam.
2756 — Mithat Şükrü Bey (Bleda): İttihat ve
Terakki Genel Sekreteri.
2757 — Hacı Adil Bey: Eski Meclis Başkanı.
2760 — Halil Bey (Menteşe) : Eski Hariciye
Nazırı.
2762 — Ali Münif Bey: Eski Nafıa Nazırı.
C — Zulüm Politikasıyla İlişkileri Bulunduğu
Söylenemeyecek Olanlar. Çoğunlukla Mebuslar (21 kişi) :
2675 — Hüseyin Cahit Bey (Yalçın): İstanbul
Mebusu, Gazeteci.
2684 — Yusuf Ziya Bey : İttihat ve Terakki
Merkez Komitesi Üyesi.
2685 — Habip Bey: Bolu Mebusu.
2688 — Hcsan Fehmi Bey: Sinop Mebusu.
2693 — Mithat Bey: İttihat ve Terakki Bolu
Sorumlu Kâtibi.
2697 — Mümtaz Bey: Yarbay, Enver Paşa’nın
Yaveri.
2698 — Fazıl Berki Bey: Çankırı Mebusu.
2701 — İbrahim Bedrettin Bey: Diyarbakır Vali
Vekili.
2704 — Macit Bey: Divanı Muhasebat Üyesi.
2705 — Kadri Bey: Karesi Mebusu.
2711 — Asım Bey: Of Mutasarrıfı.
2712 — Hilmi Bey: Kırklareli Mutasarrıfı.
2728 — Salâh Cimcoz Bey: Gazeteci.
2729 — Mehmet Sabri Bey: Saruhan Mebusu.
2730 — Süleyman Sudi Bey: Lazistan Mebusu.
2740 — Rıza Hamit Bey: Bursa Mebusu O ).
2742 — Zülfî Bey (Tigrel): Diyarbakır Mebusu.
2754 — Abbas Halim Paşa : Eski Nafıa Nazırı.
2761 — Kemal Bey (Kara Kemal): Eski iaşe Nazırı.
2763 — Ahmet Şükrü Bey: Kastamonu Mebusu.
2765 — Hüseyin Tosun Bey;
Erzurum Mebusu ([41]).
Toplam 54 sürgün etmektedir. Bu, ilk
sürgün kafilesinin tümünü kapsamıyor. İngiliz tutsaklarına kötü davranmakla
suçlanan subaylar grubu ile Kars Şûrası üyeleri bu üç sınıf dışında
bırakılmıştır.
Anlaşıldığına göre, (A) sınıfındakiler
«ağır suçlu» sayılmaktadır. Bunlar, ilerde kurulacak Müttefiklerarası Mahkemede
yargılanması düşünülen kişilerdir. (B) sınıfındakiler, «hafif suçlular» olarak
görülmektedirler. Sonuncu (C) sınıfı içindekiler ise, hemen hemen suçsuz
sayılmaktadırlar. Hiç değilse şimdilik. Demek oluyor ki, bu ayrıma göre, 54
kişiden ancak ilk 16 kişi Müttefiklerarası Mahkemece yargılanıp cezalandırılacaklardır.
Ötekilerin cezalandırılacakları kesin değildir. Türkiye’deki gelişmeler
İngilizlerin aleyhine döndükçe ve bir mahkeme kurulması söz konusu edildikçe,
sürgünleri sınıflandırma gereği duyulmaktadır. Yalnız İngiliz Yüksek Komiseri,
bu sınıflamayı kesin saymamaktadır. Sadece Londra’nın vereceği karara yardımcı
olabilmek düşüncesiyle böyle bir ayrım yaptığını söylemektedir ([42]).
Yine Aralık 1919’da İngiliz Başsavcılığı
37 kişilik bir suçlu listesi hazırladı. Bunlar, İngiliz savaş tutsaklarına
kötü davranmaktan, dolayısıyla kara savaş hukukunu çiğnemiş olmaktan ötürü
yargılanması düşünülen kişilerdi. Ankara, Musul, Nusaybin tutsak kamplarında,
Seraskerlik Cezaevinde, Taşkışla Hastanesinde görev yapmış bazı Türk subayları
bu listeye alınmışlardı. Listede adları geçen subaylardan bazıları Malta’ya
sürülmüş bulunmaktaydı. Ama sürülmemiş, daha doğrusu İngilizlerin eline
geçmemiş subayların da listede adları geçiyordu. Sözgelişi Enver Paşa,
listenin başındaydı. İngiliz Başsavcılığı bu listenin büyüyebileceğini de
söylüyordu. Kut-el-Âmara ile Rasülayn arasında İngiliz tutsaklarını yürütmüş
olan, fakat henüz adları saptanmamış bulunan subayların da bu listeye
alınacakları belirtiliyordu.
İngiltere Başsavcılığına bağlı olarak
kurulan «Savaş Suçlularını Araştırma Komitesi», yukarıda anılan 37 kişilik
listeyi, İstanbul’daki İngiliz Yüksek Komiserliğinin raporlarına dayanarak
hazırlamıştı. Ama bunlar hakkında da Başsavcılığın elinde yeterince suç delili
yoktu. 2 Ocak 1920 günü, İngiliz Savunma Bakanlığı, Dışişleri Bakanlığına
başvurdu. Gerek bu 37 kişi, gerek öteki Malta sürgünleri hakkında Yüksek
Komiserlikçe dosya hazırlanmasını, suçluluk derecelerinin saptanmasını, yani
bir sınıflama yapılmasını rica etti. İngiliz Savunma Bakanlığı Malta
sürgünlerini (A) listesi olarak adlandırmaktadır. Öteki 37 kişiyi ise (B)
listesi diye nitelendirmektedir. (A) listesindekilere genel olarak «Siyasal
Suçlular», (B) listesindekilere ise «Savaş Suçluları» adı verilmiştir ([43]). Başka türlü söylemek
gerekirse, İngiliz Yüksek Komiserliğinin (A), (B), (C) ayrımı ile İngiliz
Savunma Bakanlığının (A) ve (B) ayrımı birbirlerini hiç tutmamaktadır. Yüksek
Komiserlik bu sınıflamayı, suçların ağırlığına göre, «Ağır Suçlu», «Hafif Suçlu»
ve «Suçsuz» diye yaparken, İngiliz Savunma Bakanlığı «Siyasal Suçlu», «Savaş
Suçlusu» diye bir sınıflama yapmaktadır.
1920 yılına girilirken durum kısaca şudur
: Gerek Türkiye’deki gelişmeler, gerek Uluslararası Mahkeme hazırlığı dolayısıyla
İngiliz makamları, Malta sürgünlerini bir süzgeçten geçirmek gereğini
duymaktadırlar. Sınıflamalar yapmaktadırlar. Ama henüz kesin bir kanıya
varabilmiş değillerdir. Sürgünlerin suçlarını ispatlamak pek zor
görünmektedir. 1920 yılı içinde de İngiliz makamları sürgün ya da suçlu
listeleri üzerinde uzun uzun oynayacaklardır.
Sh:214-221
Türkiye’ye dikte edilecek Sevr Barış
Antlaşmasında, «Suçlu Türklerin» Müttefiklerarası Mahkemede yargılanmalarını
öngören bir bölüm yer alacaktı. Antlaşma hükümlerine dayanılarak yalnız Malta
sürgünleri değil, henüz yakalanamamış ve İngilizlerin eline geçmemiş daha
birçok kişinin de yargılanması düşünülüyordu. Bu gibi kişilerin Müttefiklere
teslimi istenecekti.
Sevr Antlaşmasının imzalanmasından aylarca
önce, antlaşma gereğince kimlerin Müttefiklere teslim edilmelerinin isteneceği
saptanmaya başlandı. Yeniden kara listeler hazırlandı. 12 Şubat 1920 günü
İngiliz Yüksek Komiserliği, Hükümetinin talimatına uyarak, Londra’ya üç kara
liste sundu :
A — İngiliz savaş tutsaklarına zorbalık edenler: 18
kişi.
B — Türkiye Hıristiyanlarına zorbalık edenler: 130
kişi.
C — Mütareke anlaşmasını çiğneyenler: 9 kişi ([44]).
Bu 157 kişi, Sevr Barış Antlaşması
imzalandıktan sonra Müttefiklerce teslim alınacak ve yargılanacaktı. Barış
antlaşması imzalanmadan önce listelere yeni adlar eklendi. 16 Mayıs 1920 günü
İngiliz Yüksek Komiserliği, (B) listesine 17 kişiyi daha kattı ve bu liste 147
kişilik oldu. Üç listenin toplamı 174 kişiye yükseldi (2S). Antlaşma
imzalanıncaya kadar ve ondan sonra daha kimlerin kara listelere geçirilip
Müttefiklere teslim edilmelerinin isteneceği belli değildi. Herhalde 174 yeni
«suçluyla» yetinmeyecekti.
Müttefiklerarası mahkeme önünde
yargılanmak niyetiyle hazırlanan bu yeni kara listelerde adları geçenleri
burada teker teker sıralamak sıkıcı olabilir. Yalnız bir fikir vermek amacıyla
bazılarının adlarını anmak yeterli olsa gerek.
Mütarekeyi çiğnemek suçuyla yargılanmak
istenenler, yani (Ç) listesinde adları geçenler sırayla şunlardır:
Cemal Paşa (Mersinli) — Harbiye Nazırı.
Cevat Paşa (Çobanlı) — Erkân-ı Harbiye-i Umumiye Reisi.
Mustafa Kemal Paşa (Atatürk) — Millî Hareketin lideri.
Haydar Bey: Kürtleri İngilizlere karşı kışkırtmış olan Mustafa Kemal Paşa’nın
emirlerine uymuştur.
Kâzım Karabekir Paşa — 15. Kolordu Kumandanı.
Ali Fuat (Cebeci) — 20. Kolordu ve Garbî Anadolu Kuvvayı Milliye
Kumandanı.
Yakup Şevki Paşa (Subaşı) — Eski 9. Ordu Kumandanı.
Halit Bey (Deli Halit Bey).
Ömer Lütfi Bey.
Türkiye Hıristiyanlarına zorbalık suçuyla
yakalanıp yargılanmak istenen (B) listesinde 12 mebus yer almaktadır. Şöyle
ki:
Harput Mebusu Hacı Mehmet Efendi,
Erzincan Mebusu Sağırzade Halet Bey,
Kırşehir Mebusu Hamitli Rıza Bey,
Muş Mebusu Hacı İlyas Efendi,
Malatya Mebusu Haşim Bey’in oğlu Mehmet Bey,
Dersim Mebusu Mehmet Nuri Bey,
Şeyhülislam Musa Kâzım Efendi,
İzmir Mebusu ve «.Yeni Gün gazetesi sahibi Yunus Nadi
Bey,
Erzurum Mebusu Seyfullah Bey,
İstanbul Mebusu Adnan Bey (Adıvar),
Antep Mebusu Ali Cenani Bey,
Harput Mebusu Baboş Mustafa Bey.
Aynı (B) listesinde çeşitli rütbelerde
subaylar da bulunmaktadır. Yıldırım Orduları Kurmaybaşkanı Albay
Bahaettin Bey, Harbiye Nezareti İkinci Kurmaybaşkanı Albay Behiç Bey, Genelkurmay
Başkanlığında Albay İsmail Hakkı Bey, Enver Paşa’ nın kardeşi Nuri Paşa,
Samsun kırımından sorumlu tutulan Rıfat Paşa, Küçük Talât Bey,
Erzurum ve Batum kırımından sorumlu tutulan Vehbi Mehmet Paşa, eski 11.
Kolordu Komutanı ve Harput Vali Vekili Süleyman Faik Paşa gibi. Ünlü Eşref
Kuşçubaşı ile Topal Osman da bu listede yer alıyorlardı.
(B) listesinde en çok idarecilerin adları
bulunmaktadır. Vali, mutasarrıf, kaymakam gibi idare amirleri listeyi
doldurmaktadır. Damat Ferit Paşa’nın son sadrazamlığı sırasında, 8 Ağustos
1920 günü İstanbul’da idam edilen Nusret Bey de bu listenin 94. sırasında bulunmaktadır.
Daha sonra yakalanıp Malta’ya sürülen Bitlis Valisi Mustafa Abdülhalik
Bey (Renda), Kastamonu Valisi Âtıf Bey, Van Valisi Tahsin Bey, Bitlis Valisi
Haydar Bey gibi bir derece tanınmış idare amirlerinden başka, adları
pek duyulmamış birçok mutasarrıf ve kaymakam da listede sıralanmaktadır. Az
sayıda yargıç, savcı, cezaevi müdürü, belediye başkanı, jandarma komutanı gibi
kişilerle «Hıristiyanlara zorbalık» suçuyla arananlar da yargılanacaklar
arasında yer almaktadır ...
(B) listesinde adları geçenler ve İngiliz
savaş tutsaklarına kötü davranmakla suçlananlar ise çoğunlukla küçük rütbeli subaylardır.
Bunlar, savaş yıllarında tutsak kamplarında görev yapmışlar, tutsakların
Kutelamara’dan Anadolu’ya taşınmasında ve muhafazasında hazır bulunmuşlar, bu
yüzden İngilizlerin kara listesine girmişlerdir.
Sevr Antlaşması imzalandıktan sonra bütün
bu insanların Müttefiklere teslim edilmeleri istenecekti. Teslim alınabilenler
Müttefiklerce yargılanacaklardı.
Bu listeler Londra’ya ulaşınca İngiltere
Dışişleri Bakanlığının yorumu şöyle olmuştur: «(A) listesindekiler yeni
değildir, bunlar, yargılanmak üzere İngiltere Başsavcılığında kurulan Savaş
Suçlularını Araştırma Komitesince, zaten saptanmıştı. (B) listesindekiler
yenidir. Hiç kuşku yok ki, bunlar, Yüksek Komiserliğin Ermeni-Rum Şubesinin
yeni araştırmaları sonucudur.
(C) listesi ise, bizim daha önce istifaya
zorladığımız Harbiye Nazırı ile Genelkurmay Başkanmı da kapsamaktadır.
«Türklerin herhangi bir kimseyi teslim
etmelerini bekleyemeyiz. Pratik yol, bunlar içinden yakalayabileceğimiz
kadarını yakalamaktır...» denir
(*9).
Gerçekten İngilizler bu yolu tutarlar.
Özellikle İstanbul’un işgalinden sonra, 1920 yılı içinde yeniden birçok kişiyi
yakalayıp Malta’ya sürerler. Yakalananlar ve Malta’ya sürülenler arasında, bu
kara listelerde adları geçenlerden bazıları da bulunmaktadır. Sevr Antlaşması
imzalandıktan sonra İngiliz Yüksek Komiseri, şunları yazar:
«(B) listesinde sıralanmış 130 ([45])
kişiden şimdiye kadar 19-20 kadarı tutuklandı, 1 tanesi Türk Sıkıyönetim
Mahkemesince asıldı, 2 tanesi öldü. Yakalananlar arasında Binbaşı Burhanettin
Hakkı Bey ile Mehmet Rifat Bey de bulunuyor. Bunlar (B) listesinin 23 ve 102
sıra numaralarında kayıtlıydılar. şimdi burada askerî cezaevindedirler. Artık barış antlaşması
imzalandığına göre, Burhanettin Hakkı Bey’i Malta’ya sürmek için masraf
etmektense kendisini Türkiye’de tutmayı 19 Ağustos günü Başkomutana önerdim.
Başkomutan, 29 Ağustosta, Binbaşı B. Hakkı Bey’i Malta’ya sürmeyi yeğ tuttuğu
karşılığını verdi.
Bu görüşmeler karşısında... Sevr
Antlaşmasının 230. maddesi gereğince yargılanacak kişiler için öngörülen
mahkemenin nerede ve ne zaman kurulacağının bildirilmesini... rica ederim.
Eğer bu mahkeme İstanbul’da kurulacaksa,
daha fazla kimseyi Malta’ya sürmek hem ekonomik olmaz, hem de gereksizdir
sanırım.»
İngiliz Yüksek Komiserliği, Sevr
Antlaşması gereğince, yargılanacak kişilerin listelerini hazırlamış,
yakalatabildiklerinin çoğunu Malta’ya sürmüştü. Şimdi Müttefiklerarası Mahkemenin
kurulmasını bekliyordu. Mahkeme Malta’da mı, İstanbul’da mı kurulacaktı?
Ne
zaman kurulacaktı?
Amiral de Robeck’in kafasını kurcalayan soru
buydu. Amiral, Sevr Antlaşmasının yırtılıp atılabileceğini pek düşünmüyordu.
Sevr Antlaşmasının hazırlandığı aylarda
İngiliz parlamenterleri de zaman zaman Malta sürgünleri ve genellikle «Suçlu
Türkler» konusuyla ilgileniyor, Hükümete sorular soruyorlardı. Üzerinde
durdukları, «Suçlu Türklerin» cezalandırılıp cezalandırılmayacağı, bu amaçla
bir mahkeme kurulup kurulmayacağı noktalarıydı.
4 Mart 1920 günü, İngiliz Avam Kamarasında
bu konuda kısa bir görüşme yapıldı. Mebuslardan Yarbay Walter Guiness, Malta
sürgünlerinin yargılanmalarının düşünülüp düşünülmediğini Dışişleri Bakanma
sordu. Bakan adına Sir H. Greenwood, «bu sorun görüşülmektedir» diye karşılık
verdi. Yüzbaşı Redmond adlı bir başka milletvekili konuyu biraz daha açmak istedi.
«Bu Türkler yargılanacaklar mı?
» diye sordu. Sir H. Greenwood, «evet» diye karşılık verdi. P.
Billing adlı bir üçüncü parlamenter, «İstanbul’da Türk mahkemesi önünde
mi yargılanacaklar?
» diye konunun üzerine gitti. Dışişleri sözcüsü, kesin bir şey söylemedi, «bu
sorun görüşülmektedir» diye tekrarlamakla yetindi. O gün konu o kadarla
kaldı ([46]).
Dört ay sonra, 5 Temmuz 1920 günü, Malta
sürgünlerinin yargılanmaları konusu yeniden İngiliz Parlamentosuna getirildi.
Sir H. Norman, «Savaş yasalarım çiğnemekle suçlanan Malta’daki Türk
tutsakları hangi mahkeme önünde yargılanacaklardır?
» diye sordu. Mr. Bonar Law, «buna henüz cevap verebilecek durumda
olmadığını» söyledi. Sir J. Butcher, «Türkiye ile imzalanacak barış
antlaşmasında. Türk savaş suçlularının teslim edilmelerini öngören maddeler
var mı?
Gerçekten 10 Ağustos 1920 günü imzalanan
Sevr Barış Antlaşmasında bu konuyla ilgili olarak beş maddelik ayrı bir bölüm
yer almaktaydı (Bölüm VII, madde 226-230). Bu maddelere göre, Türk savaş
suçluları Müttefik askerî mahkemelerince yargılanacaklardı. Osmanlı devleti,
Müttefik askerî mahkemelerinin yargı yetkilerini, yani Osmanlı yurttaşlarını
yargılamalarını kabul ediyordu. Daha önce Türk mahkemelerinde yargılanmaya
başlanmış kimseler de Müttefik askerî mahkemelerine yollanacaklardı. Osmanlı
Hükümeti, Türk savaş suçlularını Müttefiklere teslim etmeyi de yükleniyordu
(Madde 226). Savaş suçluları deyimiyle, «savaş yasalarıyla törelerine karşı
suç işlemiş kişiler» kastediliyordu. Açıkça söylenmemekle birlikte, Müttefik
savaş tutsaklarına kötü davranmış olanlardı bunlar.
Osmanlı devleti, yalnız Müttefiklerin
isteyecekleri sanıkları teslim etmekle kalmayacak, bunların suçlanmalarına
yarayacak belge ve bilgileri de Müttefiklere verecekti (Madde 227).
Bunlara benzer maddeler, Almanya,
Avusturya ve Bulgaristan ile imzalanmış barış antlaşmalarında da vardı. Yalnız
Türkiye ile yapılan barış antlaşmasının maddeleri daha ağırdı. Sevr
Antlaşmasının 230. maddesi, «savaş sırasında kırım (katliam) suçu işlemiş
olanların», başka bir deyimle Ermeni sürgününden sanık olanların da Müttefiklere
teslim edileceklerini öngörüyordu. Bunlar, Müttefiklerce kurulacak bir özel
mahkemede yargılanacaklardı. Bu mahkemenin nerede, nasıl kurulacağını
Müttefikler kendileri kararlaştıracaklar ve Osmanlı Hükümeti bu mahkemeyi
tanıyacaktı. İleride Milletler Cemiyeti özel bir mahkeme kurarsa, Müttefikler,
suçlu Türkleri o mahkemeye vereceklerdi...
İngilizlerin niyeti, Türk siyasî
suçlularını da yargılamaktı. Sevr’in 230. maddesinde öngörülen Müttefiklerarası
Mahkeme, aslında siyasî suçluları yargılayacaktı. Malta sürgünlerinin çoğunun
da bu mahkemece yargılanıp cezalandırılması düşünülüyordu.
Sevr Antlaşması imzalandıktan sonra
İngiliz Hükümeti, Müttefiklerarası mahkemeyi bir an önce kurdurmak için çalışmalara
başladı. 29 Eylül 1920 günü İngiltere Dışişleri Bakanlığı, İngiliz
Başsavcılığına başvurdu. İstanbul’daki İngiliz Yüksek Komiserliğinin, Müttefik
Mahkemesinin nerede ve ne zaman kurulacağını sorduğunu da bildirerek şöyle
dedi:
«Lord Curzon, Türk Barış Antlaşması'nın
(Sevr’in) 230. maddesi uyarınca, kırımdan sorumlu kişilerin yargılanmaları
hakkında bilgi rica etmektedir.»
Yalnız, «kırım suçluları» denmekle
birlikte, bu maddeye göre Malta sürgünlerinin çoğundan başka, ayrıca kara
listeye geçirilen 174 kişinin de yargılanmak istendiği, bu bölümde görülmüştü.
Bu 174 kişinin içinde Mustafa Kemal Paşa (Atatürk), Kâzım Karabekir Paşa ve Ali
Fuat Paşa (Cebesoy) gibi Türk Kurtuluş Savaşının liderleri de vardı. Sevr
Antlaşmasının 230. maddesi Türkiye’ye özgüydü. Buna benzer bir madde,
Versailles, Saint Germain ve Neuilly Barış Antlaşmalarında yoktu. Aslında
«kırım suçlusu» kisvesi altında, Türk Kurtuluş Savaşının büyük başları da
Müttefik Mahkemesi önünde sanık sandalyesine oturtulacaklardı. Niyet buydu.
Ama...
Türkiye’deki olaylar İngilizlerin umdukları
gibi gelişmiyordu. Türk Kurtuluş Savaşı, artık önüne geçilmez bir güce ulaşmıştı.
Türkiye Büyük Millet Meclisi Hükümeti, Sevr Antlaşmasını tümüyle yırtıp
atmıştı. İngiliz Başsavcılığı, Lord Curzon’dan daha akıllıca Türkiye’deki
gelişmeleri değerlendiriyordu. Lord Curzon’un, Türk suçlularını yargılayacak
Müttefik mahkemesinin nerede ve ne zaman kurulacağı yolundaki sorusuna İngiliz
Başsavcılığı 15 Ekim 1920 günü kısa, ama anlamlı bir karşılık verdi :
«Türk Barış Antlaşması’nın bugünkü durumu
karşısında soruya bir karşılık verme olanağı şimdilik yoktur» dedi ([48]).
İngiliz Başsavcılığı, İngiliz
diplomatlarına ve askerlerine ders veriyordu âdeta: Sevr Barış Antlaşması
imzalanmış olmakla birlikte, henüz onaylanmamış ve yürürlüğe girmemişti. Bu
durumda Sevr Antlaşmasına dayanılarak bir Müttefik Mahkemesi kurulması ve Türk
yurttaşlarının bu mahkeme önünde yargılanmaya başlanması şekil bakımından bile
hukuka dayandırılamayacaktı. Öyleyse Başsavcılık susmayı yeğ tutuyordu.
Başsavcılığın bu görüşü İstanbul Yüksek
Komiserliğine de iletildi. Ama Yüksek Komiserlik, sanki Sevr Antlaşması yürürlüğe
girecekmiş ve Müttefik Mahkemesi kurulup Türkleri yargılayacakmış gibi
çalışmalarını sürdürdü. 24 Kasım 1920 günü, İngiltere’nin yeni İstanbul Yüksek
Komiseri Sir Horace Rumbold, Malta sürgünleri konusunda Londra’ya bir rapor
sundu. Sürgünlerden 58 kişinin, Sevr Antlaşmasının 230. maddesi gereğince
kurulacak Müttefik Mahkemesince kesinlikle yargılanmaları gerektiğini
bildirdi. Bunların numara sırasına göre adları şöyledir:
2667 Ali İhsan Paşa (Sâbis), 2686 Sâbit
Bey, 2687 Veli Necdet Bey, 2690 Cevdet Bey, 2692 İsmail Canbulat Bey, 2696
Nevzat Bey, 2698 Fazd Berki Bey. 2701 İbrahim Bedrettin Bey, 2704 Macit Bey,
2706 Hoca Rifat Efendi, 2712 Hilmi Bey, 2718 Zekeriya Zihni Bey, 2719 Ahmet
Muammer Bey, 2723 Gani Bey,
2723 Ahmet
Bey, 2732 Süleyman Numan Paşa, 2733 Memduh Bey, 2735 İbrahim Pirzade Bey, 2736
Ahmet Nesimi Bey,
2732 Faik
Bey, 2738 Şükrü Bey (Kaya), 2743 Arif Feyzi Bey, 2752 Fahrettin Paşa (Türkkan),
2755 Sait Halim Paşa, 2756 Mithat Şükrü Bey (Bleda), 2758 Mahmut Kâmil Paşa,
2760 Halil Bey (Menteşe), 2761 Mustafa Kemal Bey (Kara Kemal), 2762 Ali Münif
Bey, 2763 Ahmet Şükrü Bey, 2764 Ahmet Ağaoğlu,
2768 Yusuf
Çavuş ibn Nuri Bitlisi, 2774 Tahsin Bey, 2789 Hilmi Abdülkadir Bey, 2790 Eczacı
Mehmet, 2792 Raf et Paşa, 2795 Mehmet Kâmil, 2796 Acenta Mustafa, 2798 Mustafa
Reşat,
2799 Hacı
Ahmet Bey, 2800 Mustafa Abdülhalik Bey (Renda),
2801 Basri
Bey, 2804 Murat Bey, 2805 Ali Cenani Bey, 2806 Andavallı Mehmet, 2807 Süleyman
Faik Paşa, 2808 Ali Nazmi,
2809 Nazım
Bey, 2810 Hoca İlyas Sami Bey (Muş), 2811 Atıf Bey, 2812 Süleyman Necmi Bey,
2813 Safvet Osman Bey (?
),
2814 Burhanettin
Hakkı Bey, 2815 Mehmet Rıfat Bey, 2816 Mehmet Nuri Bey, 2817 Mehmet Ali Bey,
2818 Cemal Oğuz Bey, 2819 Adil Ahmet
Malta sürgünlerinin bir kısmı İngiliz
Yüksek Komiserliğince yakalatılmıştı, bir kısmı ise İngiliz Başkomutanlığınca
tutuklanmış ve sürülmüşlerdi. Yani Başkomutanlığın ayrı, Yüksek Komiserliğin
ayrı listeleri vardı. Yukarıdaki 58 kişi, Yüksek Komiserliğin listesinden
seçilmiş olanlardı. İngiliz Başkomutanı General Harington da kendi listesini
gözden geçirdi. Sevr Antlaşmasının öngördüğü Müttefik Mahkemesince yargılanacak
sürgünleri ayırdı. General Harington’un yargılanmasını istediği sürgünler de
şunlardı :
2680 Albay Ahmet Tevfik Bey, 2694 Yüzbaşı
Cemal Bey, 2700 Albay Ahmet Cevat Bey, 2707 Binbaşı Mazlum Bey, 2741 Yakup
Gallus, 2745 Yüzbaşı Tahir Bey, 2772 Cemal Paşa (Mersinli), 2773 Cevat Paşa
(Çobanlı), 2774 Tahsin Bey, 2777 Albay Şevket Bey, ve 2803 Yakup Şevki Paşa
(Subaşı)
Yüksek Komiser bu listeye iki de gazeteci ekledi:
2785 Celâl Nuri Bey (İleri) ve 2787 Ahmet
Emin Bey (Yalman)
Toplam olarak 70 sürgün yargılanmak üzere
seçilmişti. Bu sayıya, yakalanmamış ve sürülmemiş olan 170 kadar kişiyi de
eklemek gerekir. Atatürk’ün de içinde bulunduğu bu 170 kişi, Müttefik
Mahkemesinde yargılanmak niyetiyle kara listeye geçirilmişti. Bunların
Müttefiklere teslimi Sevr Antlaşmasına göre İstanbul Hükümetinden istenecekti.
Kısacası İngilizler, Sevr Antlaşmasının
230. maddesi gereğince 240 kadar Türkü Müttefiklerarası Mahkemede yargılatmayı
planlamışlardı. Bunlardan 70 kişi zaten Malta’daydı, ötekilerini ise henüz ele
geçirememişlerdi. 1921 yılma girilirken İngilizlerin tasarıları kısaca buydu:
Müttefiklerarası Mahkeme kurulacak ve «suçlu» Türkler bu mahkeme önünde
yargılanacaklardı.
Sh:221-229
İstanbul’daki İngiliz Yüksek Komiserliği,
Malta sürgünlerinden 70, sürgünler dışından 170 kadar kişiyi yargılatmak için
seçmişti, ama bunlar hakkında iddia dosyalarını, suç delillerini hazırlayıp
Londra’ya göndermemişti. Oysa asıl önemli konu buydu. Bu kimseler hangi
dosyalar, hangi iddialarla Müttefik Mahkemesi önüne yollanacaklardı?
İddia makamı kim olacaktı?
İngiliz Başsavcılığı mı, Yüksek Komiserlik mi?
İngiliz Başsavcılığı bu konudaki görüşünü
daha Ağustos 1920’de açıklamıştı. Başsavcılık 4 Ağustos 1920 günü, İngiliz
Hükümetine bir muhtıra sundu. Malta sürgünlerini üç sınıfa ayırdı:
«1 — Siyasî suçlular,
2— Sürgün, yağma ve kırım suçluları,
3— İngiliz savaş tutsaklarına kötü
davranmaktan sanık olanlar.»
Bu üç sınıf suçtan yalnız sonuncu sınıf
Başsavcılığı ilgilendiriyordu. Gerçekten Başsavcılık, sadece İngiliz savaş
tutsaklarına kötü davranmaktan sanık olanların kendi yetkisi içinde olduğunu
Hükümete bildirdi. Eldeki delillere göre yalnız 8 sürgün, tutsaklara kötü
davranmaktan dolayı Müttefik Mahkemesine verilebilecekti. Başsavcılık, öteki
sürgünler hakkında delil toplamak, iddianameler hazırlamak görevinin Yüksek
Komiserliğe düştüğünü söyledi. «Tutuklamalar Yüksek Komiserin talimatıyla
yapıldığına göre, kendisinin elinde, kuşkusuz, tutuklular aleyhinde deliller
de vardır» dedi ([49]).
Bundan sonra aradan aylar geçti.
Türkiye’de hızlı gelişmeler oldu. Türk orduları doğuda Ermenilere karşı,
batıda İnönü’de zaferler kazandılar. Ankara Hükümeti Londra Konferansına
çağırıldı. Bu konferansta Anadolu’daki İngiliz tutsaklarına karşılık,
Malta’daki bazı Türk sürgünlerinin salıverilmesi konusu da ele alınacaktı. Ama
İstanbul’daki İngiliz Yüksek Komiserliğinden beklenen iddianameler, suç
delilleri hâlâ gelmemişti. Hangi sürgünlerin serbest bırakılabileceği,
hangilerinin kurulacak Müttefik Mahkemesine yollanmak üzere Malta’da tutulacağı
kesinlikle belli değildi.
Londra Konferansı arifesinde sürgünler de
Malta Valisini sıkıştırmaya, hangi suçlardan dolayı sürgün edildiklerini daha
ısrarla sormaya başlamışlardı. Malta Valisi Mareşal Plumer de ilk kez bu sırada
Londra’yı ciddî olarak sıkıştırdı. Sürgünlerin suçlan hakkında bilgi istedi. 12
Şubat 1921 günü Londra’ya şunları yazdı:
«Halen burada (Malta’da) 115 tutsak var.
Bunların çoğu prens, nazır, general, vali, mebus vb. gibi yüksek sosyal
sınıflardan olan kimselerdir. Kimileri iki yıla yakındır, kimileri de bir yıl
ile birkaç aydan beri tutukludur...
Bu tutsaklar suçlarını bilmiyorlar.
Uğradıkları bu muameleyi İngiliz adalet ilkeleriyle bağdaştıramadıklarını
durmadan bana bildiriyorlar...
Tutsaklardan bazıları, tutsaklara kötü
davranmak, kırım, sürgün gibi suçlardan ötürü yargılanmak üzere buraya
gönderilmişlerse de, kendileri sık sık bana başvurarak, İngiliz ilkelerine
göre, suçları ispat edilinceye kadar suçsuz sayılmaları ve ona göre muamele
görmeleri gerektiğini söylüyorlar. Türkiye’de, karşı partilerce, Rumlar ve Ermenilerce,
siyasal ve kişisel nedenlerle sık sık bu gibi suçlamalar (iftiralar)
görüldüğünü belirtiyorlar. Kendilerinin bugünkü durumlarına, Türkiye’deki
İngiliz makamlarının hizmetinde bulunan Ermenilerle Rumların sebep olduklarını
ekliyorlar.
Bakanlara, parlamenterlere ve başka kişilere
gönderdikleri dilekçelerinin karşılıksız kaldığından ve kendi kendilerini
savunma olanaklarının kendilerine tanınmadığından yakınıyorlar...
Aleyhlerindeki delillerin özetini ya da hiç değilse ne ile suçlandıklarının kendilerine
bildirilmesini istiyorlar ki. bunlara belki karşılık vereceklerdir.
Barış antlaşmaları onaylanmadan önce
salıverilen ve yurtlarına geri gönderilmiş bulunan Alman, Avusturyalı ve Bulgar
savaş suçlularının durumlarıyla kendi durumlarını çelişkili buluyorlar. Bu
politikayı dinî bir zulüm olarak görüyorlar ve bunun yalnız Yakındoğu’da
değil, tüm İslam dünyasında da yankıları olacağını ileri sürüyorlar.
Bu durumda şunları öneririm :
a) Bazı mahpusların serbest
bırakılabileceği yolundaki Yüksek Komiserliğin 9 Aralık 1920 günlü
tavsiyelerinin hemen uygulanması.
b) «A»
sınıfındaki sürgünlerin hangi suçla yargılanacaklarının ve delillerin özetinin,
uygunsa, kendilerine bildirilmesi.
c) Bu
tutsakların ne zaman yargılanacaklarının bildirilmesi ...»
Malta Valisi, bunları söyledikten sonra,
İstanbul’a bir subay gönderip sürgünlerin görüşlerini ve durumlarını İngiliz
Yüksek Komiserliğine anlatmayı da önerdi. Raporun bir örneği Yüksek
Komiserliğe de yollandı.
Yine tam Londra Konferansı arifesinde,
İngiltere Başsavcılığı da delil toplama konusuna Dışişleri Bakanlığının bir
kez daha dikkatini çekti. Başsavcılık, 8 Şubat 1921 günü, Dışişleri Bakanlığına
gönderdiği bir yazıda, «daha fazla gecikmeye meydan verilmemesi için, yerli
Hıristiyanlara zulüm yapmak suçundan yargılanacak Türk sürgünleri aleyhinde
delil toplanmasının Yüksek Komiserlikten istenmesini» rica etti. Başsavcılık
makamı olarak yalnız sekiz savaş suçlusu ile ilgilendiklerini ([50]), bunlar dışında kalan ve
yargılanması istenen öteki sürgünler aleyhinde delil toplanmasının Yüksek
Komiserliğe düşeceğini hatırlattı ([51]).
İki yönden gelen bu baskılar ve
sürgünlerin değiş tokuş olasılığı karşısında, İngiliz Dışişleri Bakanlığı, 16
Şubat 1921 günü Yüksek Komiserliğe talimat verdi. Yargılanacak sürgünler aleyhindeki
suç delillerinin ve iddianamelerin bir an önce hazırlanıp gönderilmesini
istedi.
«Parturiunt montes, nascetur ridiculus
mus».
Yani :
Yani :
«Bir dağın doğumu beklenirken gülünç bir
fare doğdu.»
Horatius’un bu mısraı (Ars poetica)
Türk «harp suçlularının» takibatı için yazılabilir.
Horatius’un bu mısraı (Ars poetica)
Türk «harp suçlularının» takibatı için yazılabilir.
Gotthard JAESCHKE,
Kurtuluş Savaşı İle İlgili İngiliz Belgeleri, s. 172.
Kurtuluş Savaşı İle İlgili İngiliz Belgeleri, s. 172.
Malta sürgünleri aleyhinde delil
toplanması, gerçekten tam anlamıyla «Dağın bir fare doğurmasına» benzer. Gülünç
ve hazin. İngilizler gülünç duruma düşerler. Hazin olan da hukuk kurallarıyla
pervasızca alay edilmiş olmasıdır.
10 Mart 1921 günü, önce General Harington,
Malta’da sürgün bulunan beş Türk komutanı aleyhindeki delilleri Londra’ya
teller. Bu komutanlar, İngiliz Başkomutanlığınca yargılanmak üzere ayrılmış
olanlardı. Suçlar şöyle sıralanmıştır :
2772 Cemal Paşa (Mersinli): Harbiye Nazırı
bulunduğu sırada, «Milliyetçi ordu için asker toplanmasına yardım etmiş
olmakla» suçludur. Yani Paşa, Mondros Mütarekesinin 5. ve 20ı maddelerini
çiğnemiştir.
2773 Cevat Paşa (Çobanlı) : «Sınır boyundaki
göçebe kabileleri Müttefiklere karşı silahlı direniş için örgütlemeye
kalkışmaktan» sanıktır.
2777 Şevket Bey'in suçu, «Akbaş cephaneliği
baskını sırasında Çanakkale Komutanı bulunmuş olması»ydı.
2803 Yakup Şevki Paşa (Subaşı) : Kars telsiz
istasyonunun yıkılmasıyla ilgili görülüyor ve ayrıca «Kars Şûrası önünde
Müttefikler aleyhinde ateşli söylevler vermiş olmakla» suçlanıyordu Hepsi bu kadar!
General Harington, aynı telgrafında şunları
da ekler: Cemal ve Cevat Paşalar aleyhindeki deliller, «karşı casusluk çalışmalarıyla
toplanmıştır. Bu delillerin mahkemece kabul edilebileceği çok kuşkuludur. Çünkü
delillerin kaynağının açıklanması siyasal bakımdan olanaksızdır.» ([52])
2772 Hasan Tahsin Bey ile İngiliz Başkomutanlığının sürdürdüğü öteki
subaylar aleyhinde ise, gizli ajanlar aracılığıyla bile hiçbir delil
bulunamamıştır.
Bu, tam
bir fiyaskodur.
Komutanları bu sözde suçlarla mahkûm
ettirmek şöyle dursun, Müttefik Mahkemesi önüne yollamak bile, hukuksal açıdan
bir skandal olacaktır. İngilizler bunu göze alamazlar. Ama bu sürgünleri hemen
salıvermek de İngilizlere ağır gelir. Mademki suçsuzdular, neden yakalanıp
sürüldüler ve niçin bu kadar uzun süre Malta’da tutuldular?
Suçlu idiyseler neden mahkemeye
yollanmadılar?
İngilizler, hukuksal bakımdan bu soruları
cevaplandırabilecek durumda değillerdir. Bir yıl sonra suçsuz oldukları itiraf
edilen Genelkurmay Başkanı Cevat Paşa neden bir cani gibi ellerine kelepçe
vurularak götürüldü?
Harbiye
Nazırı Cemal Paşa, neden bir eşkıya gibi evi basılarak yatağından alındı ve
apar topar Malta’ya yollandı?
Bir devletin onurunu, egemenliğini böylesine
ayaklar altına almış olmayı Ingilizler hangi hukuk ölçüsüne
sığdırabileceklerdi?
Bu politika hangi hukuk ilkesine
dayandırılabilirdi?
General Harington şöyle der:
«Bu sürgünleri mahkûm ettirmeye yetecek
tatminkâr deliller bulunamayacak ise de, kendilerinin yargılanmadan bu kadar
uzun süre tutulmuş olmalarının haklılığı Türk Hükümetince resmen kabul
edilmedikçe serbest bırakılmalarının ciddîliği de kuşkusuz teslim edilir.»
Bir hüzünlü komedi oynanmıştır,
oynanmaktadır! İngilizler, iki yıldır izledikleri politika yüzünden, Türk
Hükümetinden ve Malta sürgünlerinden en azından özür dilemek durumunda oldukları
halde, Türk Hükümetince temize çıkarılmayı beklerler. Türk Hükümeti,
«vatandaşlarımızı sorgusuz yakalayıp sürmekte, bu kadar uzun süre Malta’da
tutmakta haklıydınız» derse, İngilizlerin vicdanı rahat edecektir! Kendilerini
tarih önünde bağışlanmış sayacaklar ve gönül rahatlığıyla sürgünleri salıverecekler,
salarken belki hak, hukuk, adalet havariliği yapmak yüzsüzlüğünden bile geri
kalmayacaklardır.
İngiliz Başkomutanlığının listesindeki
sürgünler bakımından durum, bu noktaya gelip dayanmıştır.
İngiliz Yüksek Komiserliğinin listesindeki
Malta sürgünlerine gelince, bunlar sayıca çok daha fazlaydı. İki yıldır İstanbul’a
kan kusturmuş olan, Başkomutanlıktan ziyade, Yüksek Komiserlikti. Amiral
Calthorpe, de Robeck ve en son Sir H. Rumbold’un yönetimindeki İngiliz Yüksek
Komiserliği, hizmetine aldığı kinci Ermenilerin ve Rumların da kılavuzluğu
ile, iki yıldır birçok kimseyi hapse attırmış, Malta’ya sürdürmüştü. Son olarak
Yüksek Komiserlik, kendi listesindeki sürgünlerden 60 kişiyi, Müttefik Mahkemesinde
yargılatmak üzere seçmişti. İlk kez bunların suçlu olup olmadıkları sorulur.
Malta Valisi Plumer, sürgünlerin suçlarının sanıkların kendilerine de özetle
bildirilmesini ister. İstanbul Komiseri Rumbold’un karşılığı şu olur:
«.Antlaşmanın (Sevr’in) 230. maddesi
gereğince kurulacak özel mahkeme, kendi ilkelerini, yargı usulünü, delillerle
ilgili kurallarını kendisi koyacağı için, sürgünler hakkında kesin
iddianameler hazırlamak ve bu mahkeme kurulup çalışmaya başlamadan önce
sanıklara suçlarını bildirmek bana uygun görünmüyor...
Şimdilik sürgünlere en fazla
söyleyebileceğimiz şudur: Kendileri, Osmanlı Hıristiyanlarının sürülmelerine ve
kırımına katılmak, savaş tutsaklarına zorbalık etmek ve savaş kurallarıyla
törelerine karşı gelmekten ötürü yargılanacaklardır ...»
İngiliz Yüksek Komiseri, Malta
sürgünlerinin olağan hukuk kuralları içinde yargılanamayacaklarını açıkça
itiraf etmez, ama umudunu Olağanüstü Mahkemenin kurulmasına bağlar. Olağanüstü
Mahkemenin özel kuralları olacakmış ve sürgünler o kurallara göre
yargılanacakmış. Kim bilir, Türkiye’deki gelişmeler İngilizlerin istediği
biçimde olsaydı ve Sevr Antlaşması uygulanabilseydi, belki İngiliz Yüksek
Komiserinin umudu gerçekleşirdi. O zaman belki Malta sürgünleri Olağanüstü Müttefik
Mahkemesinin o güne kadar bilinmeyen olağanüstü kuralları uyarınca yargılanıp
cezalandırılırlardı.
16 Mart 1921 günü İngiliz Yüksek
Komiserliği, Malta sürgünleri hakkındaki suç delillerini, iddianameleri
topluca Londra’ya iletti. Yüksek Komiserliğin iki yıldan beri hazırlamakta
olduğu suç delilleriydi bunlar. Yargılanmak için seçilmiş 56 sürgünü suçlamak
amacı güdüyordu. Aslında Yüksek Komiserlik yargılanmak üzere 60 sürgün
seçmişti, ama bu arada iki sürgün Malta’dan kaçmış, bir tanesinin de yanlışlıkla
Malta’ya sürüldüğü anlaşılmıştı. Bu durumda 56 sürgün aleyhinde deliller toplanmıştı.
Her sanık aleyhinde ortalama 6-7 daktilo
sayfası tutan iddianameler hazırlanmıştı. Önce numara sırasına göre sanığın
kimliği tanıtılmaktadır. Nerelerde görev yapmıştır, ne zaman tutuklanmış, ne
zaman Malta’ya sürülmüştür, sürüldükten sonra İngiliz makamlarına hangi
tarihlerde kaç tane dilekçe vermiştir gibi sorular cevaplandırılmaktadır.
Sanığın tanıtılması iki sayfa kadar tutmaktadır.
Ondan sonraki 4-5 sayfa «Suçlamalar»
başlığını taşımaktadır. Asıl ilginç ve gülünç sayfalar bunlardır. Okununca ne
kadar kof oldukları görülmektedir. Ingilizlerin Malta sürgünlerini suçlamak
için kullandıkları başlıca kaynak, Ermeni Patrikhanesinin raporlarıdır.
Patrikhane «100 Suçlu Türk» başlıklı bir rapor vermiştir. Ondan sonra başka
raporlar da kaleme almıştır. Ingilizler önce bu raporları esas almışlardır.
«Türkiye’de en çok nefret edilen İngiliz» diye nitelendirilen İngiliz
Baştercümanı Mr. Ryan ile İngiltere’nin İzmir Başkonsolosu Sir H. Lamb da Patrikhanenin
raporlarını doğrulamaktadırlar. Böylece bir iddianame oluşturulmuştur.
İddianameler, yer yer başka kaynaklarla da perçinlenmek istenmiştir. İttihatçı
düşmanı «Sabah» gazetesi ile «Renaissance» adlı
besleme azınlık gazetesinin aleyhteki yazıları da birer delil olarak
alınmıştır. Bazı Ermeni tanıklarının ifadeleri de iddianamelerde
kullanılmıştır. Arada bir Türk muhbirler de görülmektedir. İtilafçıların
jurnalleri olan bu ihbarlar da birer delil gibi alınmıştır. Yer yer İngiliz
subaylarının iddiaları da suç delilleri olarak kullanılmıştır... Kaynaklar
kısaca bunlardır.
Elli altı sürgünün hepsi «Osmanlı
Hıristiyanlarına karşı kırım» ile suçlanmaktadır. Daha açıkçası bu kimselerin
güya Ermenileri öldürmüş ve öldürtmüş oldukları ileri sürülmektedir. Ama bu
iddiayı doğrulayacak bir tek suç fiili, bir tek olay gösterilememektedir. Bütün
yazılanlar havada kalan, propaganda niteliği taşıyan sözlerden öteye
geçmemektedir. İddianamelerden birkaç örnek sıralamak durumu daha iyi aydınlatabilir.
Şöyle ki:
2754 Sait Halim Paşa hakkında özetle şunlar anlatılmaktadır
:
Eski Hidiv Abbas Halim Paşa’nın amcasıdır. Mahmut Şevket Paşa’nın
öldürülmesi üzerine sadrazam oldu. 1915 1917 yıllarında
sadrazamlık yaptı. 10.3.1919'da tutuklandı. Mr. Ryan’ın, sadrazama verdiği
listede adı geçer. Önce Mondros’a, sonra Malta’ya sürüldü. 11 Nisan 1915 günü
kendisini ziyaret eden Ermeni Patriğine şöyle dedi :
«Siz
Ermeniler, Osmanlı İmparatorluğu’ndan sizi ayırmaları için İtilaf devletlerine
yanaştınız. Olaylar bunun sonucudur.»
Ermeni Patrikhanesinin 2.12.1920 günlü raporunda suçlular arasında
sayılmaktadır. Abdülhamit’in hafiyeler’ınden Şerif Paşa’nın kızkardeşiyle
evlidir. Meşrutiyetten sonra İttihatçılara yanaştı. Halil Bey’in Dahiliye
Nazırlığı sırasında Yeniköy Belediye Başkanı oldu. Başarı gösteremedi. Her
zaman İttihatçılara para yardımı yaptı. Güç bir zamanında T anin gazetesine
2000 altın lira verdi, gazetenin yaşamasını sağladı. Nazım Paşa’nın
İttihatçılara sert davranmasını önledi. Nazım Paşa kendisine borçlu ve minnettardı.
ölçüsüz ihtiraslı, fanatik ve büyük servetiyle İttihatçılara alet olan bir
kimsedir. Sadrazamlığı sırasında en ağır cinayetler işlendi. Ermeni kırımındaki
suçu «manevî olmaktan öteyedir». Daha sadrazam olmadan önce altı vilayette
Ermeni tehlikesine dikkati çekmiş, bir broşür yayımlamıştır. İttihatçıların
yargılanmaları sırasında, 28.4.1919’da Osmanlı savcısı da kendisini suçlamıştı.
Mr. Ryan’a göre, Savaş Kabinesinin başı olması dolayısıyla yargılanması gereken
bir kişidir. Sir H. Lamb, Mr. Ryan’ın görüşünü paylaşmaktadır
Sadrazam Sait Halim Paşa aleyhindeki iddianame işte
budur.
Bir başka örnek. 2756 Mithat Şükrü (Bleda) hakkında da
şöyle denilmektedir:
1915’te Maarif Nazırlığı yaptı. Burdur mebusuydu. İttihat ve Terakki’nin
Genel Sekreteri oldu. Tutuklanacaklar listesinde adı Mr. Ryan tarafından 27
Mart 1919 günü Sadrazama verildi. Önca Mondros’ a, sonra Malta’ya sürüldü. Türk
Sıkıyönetim Mahkemesinde sorguya çekildi. Ermeni Patrikhanesi’nin Eylül 1920
tarihli listesinde adı beşinci sıradadır. Ocak 1919’da Vali Dr. Reşit Bey’in
hapisten kaçışına yardım etti. Selanik’te doğdu. Eksik eğitim gördü. Selânik
Maarif Müdürlüğünde muhasebeciyken gizli İttihat ve Terakki komitesine girdi.
Meşrutiyetten sonra İttihatçı liderler arasında yer aldı. Eyüp Sabri ve Hacı
Âdil Beylerden sonra İttihat ve Terakki Genel Sekreteri oldu. Mütarekeye kadar
bu görevde kaldı. Talât, Enver Paşalarla Bahattin Şakir ve Dr. Nazım Beylerin
arkadaşı olarak, onlarla birlikte İttihat ve Terakki’nin bütün kötülüklerinin
sorumluluğunu paylaşır. Kibar ve ölçülü görünüşü altında İttihatçıların
Panturanist idealinin teşvikçisidir. Meşrutiyetten hemen sonra Makedonya’da
Hıristiyanları yerlerinden sürdürdü. Balkan savaşından sonra bütün nefretini
Ermenilere çevirdi. Mütarekeden sonra İttihat ve Terakki dokümanlarının önemli
bir kısmını yok etti. 28 Nisan 1919 günü Osmanlı Sıkıyönetim Mahkemesinin
açılış celsesinde «Ermenilere karşı
işlenmiş cinayetlerden sorumlu» olarak adı anıldı.
İttihat ve Terakki Partisi Genel Sekreteri
Mithat Şükrü (Bleda) aleyhindeki iddianame de budur.
2732 Şükrü (Kaya) Bey ise şöyle tanıtılıp suçlanır:
1913 -1914 yıllarında Mülkiye
müfettişiydi. 1914 -15 yıllarında Halep ve Adana vilayetlerinde göçmen işleriyle
görevlendirildi. Bu vilayetlerde Ermeni sürgünü onun yönetimi altında yapıldı.
Sürgün planlarını Adana ve Halep’te kendisi yaptı. Sürgünde isteksiz davranan
Halep Valisi Bekir Sami Bey’i görevinden attırdu..
Yargılanmak üzere seçilen Malta sürgünleri
aleyhinde toplanabilen sözde deliller işte böyle sürüp gider. Ermeni sürgünü
sırasında iktidarda bulunan veya Ermenilerin yaşadıkları bölgelerde görevli
olan kişiler ön yargıyla suçlanmaktadırlar. Ama hiçbiri aleyhinde kesin bir
suç fiili gösterilememektedir. Toplanan delillerin ve hazırlanan iddiaların,
sanıkları mahkûm ettirmeye yetmeyeceğini İngiliz Yüksek Komiseri de bilir.
Sözde iddianameleri Londra’ya iletirken Lord Curzon’a şunları yazar:
«... Müttefik ya da tarafsız
ülkelerin hiçbirinden bilgi istenmedi. Özellikle Amerikan Hükümetinin elinde
bol miktarda belge bulunduğu kuşkusuzdur...
Barış Antlaşması (Sevr) henüz yürürlüğe
girmediği için Türk Hükümetine ve görevlilerine de herhangi bir baskı
yapılamadı. Bu nedenle hiçbir Türk resmî belgesi de sağlanamadı.
Anadolu’da gezi özgürlüğü bulunmadığı
için pek az sayıda tanık gelebildi...
İngiliz Yüksek Komiseri, açıkyüreklilikle,
«Malta sürgünleri suçsuzdur» deyemiyor. Bunu söylemeye Sir H. Rumbold’un dili
varmıyor. Böyle bir itiraf, İngilizlerin iki yıldır
izledikleri politikanın inkâr edilmesi demek olacaktı. Sürgünleri
suçlayabilecek deliller bulunamayışını Yüksek Komiser başka nedenlerle
açıklamaya kalkışıyor. Anadolu’da «gezi özgürlüğü bulunmadığı için» Ermeniler
İstanbul’a gelememiş, sürgünler aleyhinde tanıklık edememiş imişler. Bu, saçma
bir iddiadır. Müttefikler Kars yöresinde, Çukurova’da, Güneydoğu Anadolu’da ve
hele İstanbul’da on binlerce Ermeni ile ilişki kurmuşlardı. İngilizlerin
hizmetinde birçok Ermeni vardı. İki yıldır İngilizler bu Ermenileri Türklere
karşı seferber etmişlerdi. Bunların da kılavuzluğu ile kara listeler hazırlanmış,
fellik fellik insanlar avlanmış, Bekirağa Bölüğü cezaevi tıklım tıklım
doldurulmuş ve iki yıl boyunca durmadan Malta’ya sürgünler yollanmıştı. O
zaman bol sayıda Ermeni tanığı vardı. Şimdi iş ciddileşince, mahkemenin kabul
edebileceği delil bulmaya sıra gelince «tanık yokluğundan» dem vurulmakta ve
bunun nedeni de Anadolu’da gezi özgürlüğünün bulunmayışı olarak
gösterilmektedir. Eğer gerçekten ortada suç bulunsaydı, İngilizler için delil
bulmak pek güç olmazdı.
Türkiye’nin başkenti Ingilizlerin
işgalindeydi, binlerce kişi onların emrindeydi.
Türk belgeleri kullanılamadığı için delil
bulanamadığı yolundaki iddia ise düpedüz yalandı. İngilizler, işgal ettikleri
yerlerde Türk arşivlerine el koymaktan çekinmemişlerdi. Sözgelişi, sözde
Ermeni kırımı ile ilgili belgeler ele geçirilebileceği umuduyla, Şubat 1919’da
Ingilizler, Ermeni kılavuzlarıyla birlikte Urfa Vilayet konağını basmışlar,
arşivleri alıp götürmüşlerdi. Sonra, 1919 1920 yıllarında iktidarda
bulunan Damat Ferit Paşa Hükümeti, Malta sürgünlerini suçlayabilmek için,
kraldan fazla kralcı bir politika izlemiş, bunu iki masum kişiyi astırmakla da
ispatlamıştı. Bir bakıma İngilizlerin emrinde olan işbirlikçi Damat Ferit Paşa
Hükümeti, sürgünler aleyhinde bulabileceği herhangi bir suç delilini
İngilizlerden gizleyecek değildi. İttihatçı düşmanı Damat Ferit Paşa Hükümetleri de Malta’ya sürülenler
aleyhinde ciddî suç delilleri bulamamışlardı. Türkiye’de Ermeni sürgünü
olmuştu. Ama Ermeni kırımı (katliamı) yapılmamıştı. İngilizler bunu kabul
edemiyorlar, hâlâ Ermeni kırımı olduğu iddiasını sürdürüyorlar ve bunun
suçlularını, delillerini arıyorlardı. Olmayan bir şeyi ispat etme olanağı
olamazdı, işin aslı budur. Ortada suç yokken suçlu aramak ve bunu ispata
kalkışmak boşuna çabadır. Kısacası iki yıl boyunca İngiliz ajanları, Ermeni
«tazıları», işbirlikçi Hürriyet ve İtilaf partizanları ve Damat Ferit Paşa
Hükümetleri, Malta sürgünlerini suçlayabilmek için seferber olmuşlardı. Ama
bütün çabalar boşa gitmiş, büyük bir fiyaskoyla sonuçlanmıştı.
Dağ bir fare doğurmuştu. Gülünç bir fare!
Sh:229-240
Amerika, birkaç bakımdan önemli görülür.
«Ermeni kırımı» yapıldıysa, Amerikan arşivleri suç delilleriyle dolu olmalıydı.
Birinci Dünya Savaşı içinde İngiltere ile Türkiye’nin ilişkileri kesikti. Ama
Türk Amerikan ilişkileri 1917 yılına kadar kesilmemişti. Amerikan diplomatik ve
konsolosluk görevlileri savaş yıllarında da Türkiye’de kalmışlardı. Ermeni sürgününü
ve yapıldıysa Ermeni kırımını izlemiş oldukları kuşkusuzdu. Amerikalılar,
Ermenilere karşı ilgisiz değillerdi. Tersine, Ermenilerin koruyucuları
rolündeydiler. Ermeniler öldürüldüyse, bunun kayıtları Amerikalılarca tutulmuş
olmalıydı.
Sonra, Anadolu’da kökleşmiş Amerikan
misyonerleri, öğretmenleri ve ajanları vardı. Eğitim, yardım, din, kültür kisvesi
altında iş görüyorlardı. Ama hemen hepsi Ermenilerin koruyucu meleği
rolündeydi. Ermeni kırımı propagandasını Avrupa ve Amerika’ya yayanların başında
bunlar da vardı. Türk düşmanlığını Atlantik ötesinde de mayalandırmalardı.
Büyük yaygaralar koparmışlardı. Yazmışlar, çizmişler, konuşmuşlardı yıllarca.
Herhalde bildikleri pek çok şey olmalıydı ki, bunca gürültü koparabilmişlerdi,
denilebilir. Öyleyse, «gün bugündü.» Şimdi onların da tanıklığına
başvurulacaktı. Sanıklar, İngilizlerin avuçlarının içindeydi. Mahkeme
kurulacaktı. Yalnız bir şey eksikti: suç delili. Ermeni koruyucusu Amerikan
misyonerlerine, öğretmenlerine, ajanlarına tarihî bir görev düşüyordu. Ya
iddialarını ispatlayacaklar, ya da tarih önünde iftiracı damgasını
yiyeceklerdi. İşte Halep, işte arşın!
Üstelik Amerika, Türkiyeli Ermenilerle
doluydu. Toplanıp toplanıp Atlantik ötesine taşınmışlardı. Yeni Dünyada
«Türklerin kurbanları», «kırım artıkları» diye tanıtılmışlardı. Öyleyse onlar
da çok şey görmüş, çok şey yaşamış olmalıydılar. Amerikan makamlarına kim bilir
ne kadar önemli belgeler, bilgiler vermişlerdir, diye umulur. Bu Ermeni
belgeleri de Amerikan arşivlerinde saklanmış olmalıdır herhalde. «Sakla
samanı, gelir zamanı» kabilinden. Bu belgeleri kullanma zamanı işte gelip
çatmıştı... Ne yönden bakılırsa bakılsın, Amerikan arşivleri çok umut verici
görünür ve İngiliz Hükümeti, Amerikan kaynaklarına ciddiyetle bel bağlar.
31 Mart 1921 günü Lord Curzon,
İngiltere’nin Vaşington Büyükelçisi Sir A. Geddes’e şu telgrafı çekti:
Amerikan
Hükümetinin elinde, kovuşturmaya yarayacak deliller bulunup bulunmadığının
öğrenilmesini rica ederim.» ([54])
Bu kısa telgraf, pek önemli ve ciddî
sayılır. Şifredir, ama önemli bir şifre. Normal şifre telgraflar, çoğaltılıyor
ve 15-20 yere birden dağıtılıyordu. Bu ise tek nüshadır ve «Dağıtımı Yapılmaz»
damgasını taşır. Nedenini anlamak biraz zor. Lord Curzon, belki, saçma İngiliz
politikasına Amerika’yı sürüklemek istediğinin bilinmesini istememiştir. Belki
için için, «Ermeni kırımı»nın asılsız olduğunu, Amerika’dan da bir şey çıkmayacağını
düşünmekteydi. Gülünç duruma düşmemek, sonunda rezil olmamak için Amerika’ya
da başvurduğunun duyulmasını istemiyordu. Akla gelen bir başka olasılık da
şudur: Amerika’dan eli boş dönülürse, Malta sürgünleri eninde sonunda serbest
bırakılacaktı ve o zaman İngilizler bu kimseleri zaten yargılamak niyetinde
olmadıklarını ileri sürebileceklerdi. Bir ihtiyat tedbiri olarak, Malta’ya
gönderilmişlerdi, Türkiye’deki olayların yatışması bekleniyordu, diye iddia
edebileceklerdi. Ama, yargılamak için Amerika’nın bile kapısının çalındığı duyulursa,
böyle bir iddia ileri sürülemeyecekti. Amerika’ya da başvurulduğu ve bir sonuç
alınamadığı duyulursa, bütün «Ermeni kırımı» propagandası şişirilmiş bir balon
gibi sönecekti. O zaman İngilizler, dünya kamuoyu önünde müfteri, yalancı
durumuna düşebilecekler ve prestij kaybedeceklerdi. Bu bakımlardan, Amerika’ya
başvurulması son derece gizli tutuluyordu, denebilir.
Washington Büyükelçisi Sir A. Geddes de,
yine «Dağıtımı Yapılmaz» kayıtlı bir şifre telgrafla şu karşılığı verdi:
«Amerikan
Dışişleri Bakanlığında birçok soruşturma yaptım. Bana bugün bildirildiğine
göre, Amerikalıların elinde, Ermeni sürgünü ve kırımı ile ilgili birçok belge
vardır, ancak bu belgeler, olaylara karışmış kişilerle ilgili olmaktan
ziyade, suçların işlenişiyle ilgilidir. Majesteleri
Hükümeti
(İngiltere) arzu ederse, kaynağı açıklanmamak kaydıyla, bu belgeler
Büyükelçiliğimiz emrine verilecektir.
Anlatılanlara
bakarak, bu belgelerin, Malta’da tutuklu Türklerin kovuşturulmasında delil
olarak işe yarayabileceklerinden kuşkuluyum.» ([55])
Bu tel, İngilizlerin «güvendiği tepelere
kar yağdığının» ilk belirtisiydi. Washington umutsuz görünüyor. İnanılır gibi
değildi belki, ama Amerikan kaynakları da kof çıkacağa benziyordu. Sezilen oydu
ki, Amerikan arşivleri bol propaganda malzemesiyle doluydu, ama mahkeme önünde
işe yarayabilecek bir ispat delili bulunabileceği kuşkuluydu. Amerikalıların
elinde Ermeni sürgünü ve kırımı ile ilgili pek çok
belge varmış. Varmış ama bu belgeler «suçun işlenişiyle» ilgiliymiş,
«suçlularla ilgili» değilmiş. Demek ki, «çevir kazı, yanmasın», ya da «tut
kelin perçeminden!»
Londra çaresizdi. Dardaydı. Bunca çaba,
bunca inat ile yapılan tutuklamalar, sürgünler boşa mı gidecekti?
Bütün savaş boyunca, «Ermeni kırımı», «Türk
barbarlığı» sloganlarıyla Avrupa ve Amerika kamuoyu oluşturulmuştu. İnsanlar şartlandırılmıştı.
Londra Hükümeti dönüşü zor bir yoldaydı. Ermeni kırımından Türklerin yargılanıp
cezalandırılacağı kaç kez ilan edilmişti. Şimdi Amerika’dan da işe yarayacak
belgeler sağlanamazsa, bu propaganda çökecekti. İngilizler bunu nasıl izah
edebileceklerdi?
Washington Büyükelçisi umutsuz olduğunu sezdiriyordu.
Ama Londra, olanakları sonuna kadar araştırmak zorunluluğunu duyuyordu.
16 Haziran 1921 günü Lord Curzon;
Vaşington Büyükelçisine ikinci talimatını verdi. «Ermenilere ve öteki yerli
Hıristiyanlara zulüm yapmaktan sanık olarak yargılanacak Malta sürgünlerinin»
listesini gönderdi. Listedeki sürgünler hakkında kısaca bilgi ekledi. «Bu
kimselerden herhangi biri aleyhinde tezelden Amerikan Hükümetinden delil
sağlayabilirseniz memnun olurum» dedi ([56]).
Ve Büyükelçilikten şu karşılığı aldı :
«.Ermeni
kırımından ötürü yargılanmak üzere Malta’ da tutuklu Türklerle ilgili olarak,
çalışma arkadaşlarımdan biri dün, 12 Temmuz günü, Amerikan Dışişleri Bakanlığına
gitti. Son savaşta Ermenistan’da yapılan zulümlerle ilgili Amerikan
konsolosları raporlarını gözden geçirmesine izin verildi. Bu raporlar,
Majesteleri Hükümetinin amacına en çok yarayacak diye Amerikan Dışişlerince
seçilmişti.
Üzülerek
arzedeyim ki. bu belgelerin içinde yargılanmak üzere Malta’da tutuklu bulunan
Türkler aleyhinde delil olarak kullanılabilecek hiçbir şey yoktur. Gözden geçirilen
raporlarda, söz konusu Türk görevlilerinden yalnız iki kişinin —Sabit
Bey ile Süleyman Faik Paşa’nın— adları anılmaktaysa da, bunlar
hakkında yazılanlar da raporları kaleme alanların kişisel düşüncelerini aşmıyor
ve suç delili olabilecek hiçbir somut fiil gösterilemiyor.
Sunu
da eklemekle onur kazanırım ki, Amerikan Dışişleri yetkilileri konuşma
sırasında, verecekleri bilgilerin hiçbirinin bir hukuk mahkemesi önünde
kullanılmaması arzusunda bulunmuşlardır.
Bu
bakımdan ve Amerikan Dışişlerinin elindeki belgelerde hiçbir şekilde Türkler
aleyhinde delil bulunamadığından... korkarım ki, bu konuda yeniden Amerikan Hükümetine
başvurulmasından herhangi bir şey elde etme umudu yoktur.» ([57])
Böylece Amerika’ya beslenen umut da söner.
Londra Hükümeti, Malta sürgünleri aleyhinde suç delili bulma umuduyla
başvurduğu Washington’dan eli boş döner.
Bu arada İngiltere Dışişleri Bakanlığı ve
Başsavcılığı arasında da yazışmalar yapılmıştır. 20 Mayıs 1921 günü Başsavcılık,
«Barış antlaşması (Sevr) onaylanmadan, Malta sürgünleri aleyhinde kovuşturma
yapılamayacağını» bildirdi. İngiliz Başsavcılığı, İngiliz tutsaklarına kötü
davranmaktan sanık sekiz kişi dışında kalan Malta sürgünlerini «siyasî suçlu»
sayıyordu. Bunların Malta’da tutulmaları ya da salıverilmeleri, bir «hukuk
usulü sorunu değil, yüksek politika sorunudur» diyordu. Yani Başsavcılık Malta
sürgünlerinin hukuksal yollarla cezalandırılamayacaklarını açıklıyordu.
İngiliz Dışişleri Bakanlığı ise, hiç
olmazsa 42 sürgünün «Ermeni kırımından ötürü» cezalandırılmasını istiyor ve
Başsavcılığı da bu görüşe çekmeye çalışıyordu. 31 Mayıs günü Başsavcılığa
gönderdiği yazıda, sürgünler aleyhinde delil bulmanın «son derece güç olduğunu»
itiraf etti. Ama hiç değilse 42 kişinin «cezalandırılmasının siyasî bakımdan
son derece arzu edildiğini» söyledi. Başsavcılığın görüşünü sordu. İngiltere
Dışişleri Bakanlığı, Malta sürgünlerini cezalandırmak için çırpmıyordu. Bu işi
bir prestij meselesi yapmıştı. Delil olmasa bile bu sürgünleri cezalandırmayı
«siyasal bakımdan» gerekli görüyordu. İngiliz politikasının haklılığını ortaya
koyma gibi önemli bir dava söz konusuydu. Başsavcılıktan bir çeşit fetva almak
için direniyordu Lord Curzon.
Bu yazışmalar yapılırken Amerika’dan da
olumsuz karşılık gelmişti. Amerikan arşivlerinde Malta sürgünleri aleyhinde
suç delili bulunmadığı anlaşılmıştı. 29 Temmuz 1921 günü, İngiliz Başsavcılığı,
Dışişleri Bakanlığına uzunca bir yazı gönderdi: Cezalandırılmak istenen
sürgünlere yüklenen suçların «yarı siyasî nitelikte olduğunu» tekrarladı. Delil
bulunmadığını, bulma olanağı da kalmadığını ekledi. Eldeki delillerle bu
kimselerin mahkûm ettirilemeyeceklerini belirtti ([58]).
Kısacası, İngiliz Başsavcılığı, Malta sürgünlerinin yargılanması için yeşil
ışık yakamamıştı.
Lord Curzon, İngiliz hukuk otoritelerince
de yüzgeri edilmiş olur. 10 Ağustos 1921 günü, İstanbul Yüksek Komiserliğine
gönderilen bir yazıda yenilgi açıkça kabul edilir. Malta sürgünlerini
yargılamak için yapılan başarısız çalışmalar özetlendikten sonra şöyle denir:
«Delil yokluğunun yarattığı güçlükten başka, Sevr
Antlaşmasının 230. maddesi gereğince bir mahkeme kurulmasına Fransız ve
İtalyan Hükümetlerinin katılmaları olasılığı da yoktur.
Bu koşullar altında anılan maddeyi uygulama umudunu
pek göremiyorum. Majesteleri Hükümeti, Anadolu’daki İngiliz tutsakları geri
dönünceye kadar Türk tutsaklarını serbest bırakmaya her ne kadar razı
olamayacaksa da, yukarıda anılan güçlükler sonucunda, Türkiye ile yapılacak
genel bir anlaşma ile, yerli Hıristiyanlara zorbalıktan sanık olarak Malta’da
tutuklu kırk üç Türk’ün salıverilmesini de düşünmek zorunda olduğunu hissediyorum.» ([59])
İngilizlerin Türk’ü cezalandırma
politikası, iflas etmiş demektir. Bunun önemi büyüktür. Çünkü, yalnız Malta
sürgünleri cezadan kurtulmuş değillerdir. Aynı zamanda Türk ulusu da tarihî
bir iftiradan kurtulmuştur. Hiç değilse hukuksal açıdan, «Ermeni kırımı»
iddiası çökmüştür.
Bu
iddia, asılsızdı. Düşman propagandasıydı. Ama, gerçekmiş gibi gösterilmeye
çalışılmıştı ve Malta sürgünleri de kırım suçuyla lekelenmek istenmişlerdi.
Aslında ise Türk yurttaşlarının Malta’ya sürülmeleri, İngilizlerin Türkiye’ye
karşı inatla yürütmeye çalıştıkları politikanın bir parçasıydı. Malta
sürgünleri açısından İngiliz politikasının üç ayrı dönemi görülür. Şöyle ki:
1— Mütareke anlaşmasının
imzalanmasından Sivas Kongresine kadar geçen dönem (Kasım 1918 Eylül 1919) :
Bu dönemde İngilizler, Türkiye’de bir ulusal direniş hareketinin doğuşunu
önlemeye çalışmışlardır. İtilaf devletlerinin «mütareke uygulamalarına» karşı
Türkiye’de doğabilecek patlamalar, örgütlenmeler önlenebilirse, Türkiye’yi
parçalayıp yok etme politikası başarıyla yürütülebilecekti. Böyle bir direniş
kıpırdanışının İttihatçı örgütten gelebileceği düşünülmüş ve İttihatçı ileri
gelenleri yakalanıp sürülmüştür bu dönemde. Sürgünlere yedi çeşit suç
yakıştırmak istenmiştir. Ama bu suçlar, siyasal amaçlar için uydurulmuş birer
kılıftı.
Türk ulusal direnişini doğmadan söndürme
politikası, Sivas Kongresiyle iflas etmiş ve İttihatçıları Malta’ya sürme işi
de durdurulmuştur. İngilizler, Türkiye ölçüsünde bir örgütlenme olduğunu ve
Sivas’ta, Kongre Temsil Heyeti, adı altında fiilî bir Hükümet doğduğunu
görmüşlerdir.
2— Sivas Kongresinden Sevr
Antlaşmasının İmzalanmasına kadar geçen dönem (Eylül 1919 Ağustos 1920):
Bu dönemde İngilizlerin birinci hedefi Kemalistleri dize getirmekti. Sivas
Kongresinden sonra bir süre «bekle, gör» politikası güderler, daha doğrusu
birkaç ay pusuda beklerler. Ondan sonra Kemalistlere karşı yaman bir savaş
açarlar. İstanbul işgal edilir, Osmanlı Meclisi basılır, Kemalist mebuslardan
bazıları yakalanıp Malta’ya sürülür. Anadolu’da ayaklanmalar körüklenir. Kemalistler
dize getirilmek istenir. Sevr Antlaşması İstanbul Hükümetine dikte edilir.
Antlaşmada, Kemalistlerin Müttefik Mahkemesinde yargılanmasına olanak veren
maddeler vardır. Malta’ya sürülenlerden başka, Mustafa Kemal, Kâzım
Karabekir, Ali Fuat Paşalar gibi Ulusal Kurtuluş hareketinin önderleri de
yargılanıp cezalandırılacaklar listesindedir ...
Bu politika daha Türkiye Büyük Millet
Meclisinin kuruluşuyla iflas etmiştir. Türk Kurtuluş hareketi bastırılmak şöyle
dursun, gittikçe güçlenir. Malta’ya sürülen Kemalistlerden daha fazla insan
Anadolu’ya geçip Mustafa Kemal’e katılır. Parlamento İstanbul’dan Ankara’ya
kaymış, inisiyatif İstanbul’ dan Anadolu’ya geçmiştir ve Ankara Hükümeti, Sevr
Antlaşmasını toptan yırtıp atmıştır.
3— Sevr Antlaşmasından sonraki dönem
(Ağustos 1920Ağustos 1921): Bu dönemde İngilizler, Malta sürgünlerini
serbest bırakmak üe yargılamak arasında bocalarlar. Önce, bütün sürgünleri ve
ayrıca Sevr Antlaşmasına dayanarak İstanbul Hükümetinden teslim alacakları 170
kadar «Suçlu Türk»ü cezalandırmayı düşünürler. Türkiye’deki olaylar
İngilizlerin aleyhine geliştikçe, yargılanacak kişilerin sayısında indirme
yapılır. Mustafa Kemaller, Kâzım Karabekirler gibi liderleri yakalayıp
yargılama hayalleri suya düşer. Malta’daki sürgünler arasından da ayıklama
yapılır. «Suçsuzlar», İngiliz tutsaklarıyla değiş tokuş için tutulur.
«Suçlular», Türkiye Hıristiyanlarına zorbalıktan dolayı yargılanmak istenir.
Sonra yeni elemeler yapılır. Yargılanacakların sayıları biraz daha azaltılır.
En sonunda kırk üç kişinin yargılanması için bütün çabalar harcanır. Bunların
«Ermeni kırımından suçlu» olduklarını ispat için harıl harıl delil aranır.
Amerikan arşivleri de altüst edilir. Hiçbir delil bulunamaz. İngiliz
Başsavcılığı bunların yaslanamayacaklarını söyler. Sevr Antlaşmasının
imzalanmasının birinci yıldönümünde, Londra Hükümeti tam yenilgiyi kendi
kendisine itiraf eder.
İngiliz
politikası çökmüştür.
Bundan sonra Malta sürgünlerinin
Türkiye’deki İngiliz tutsakları ile değiş tokuşunun kavgası yapılacaktır. Bu
kavgaya geçmeden önce bir de Malta sürgünlerinin İngilizlere gönderdikleri
mektuplara göz atmak, bu mektuplara dayanarak bazı sürgünlerin portrelerini
çizmek yerinde olur.
Sh:229-248
Malta sürgünlerini Anadolu’daki İngiliz
tutsaklarıyla değiş tokuş etme yolunda ilk girişimler, İngilizlerden, daha
doğrusu İngiliz askerî makamlarından geldi. Anadolu’da tutuklanan Ingilizler
çoğunlukla askerlerdi. İçlerinde İngilizlerin önem verdikleri kontrol
subayları, haberalma subayları vardı. Bunların Malta sürgünlerine karşılık
rehin olarak tutuldukları anlaşılmıştı.
29 Mayıs 1920 günü İngiliz Savunma Bakanı
Winston Churchill, Dışişleri Bakanlığına başvurdu. «Türklerin eline düşen
adamlarımız rehin olarak tutulacaklar ve ancak Malta sürgünleri serbest
bırakılınca kurtarabileceklerdir» dedi. Eski İzmir Valisi Rahmi Bey gibi bazı
«Anglofil» sürgünlerin salıverilmesini önerdi Churchill, askerlerin,
kaygılarını dile getiriyordu.
Ama askerlerin düşünceleri diplomatlarca
paylaşılmıyordu. İngiliz yetkilileri, Malta sürgünlerinden bazılarını bile
serbest bırakmaya razı değillerdi Bu işi bir onur meselesi yapıyorlardı. Birkaç
sürgünün bile serbest bırakılması, Kemalistlerce «İngiltere’nin güçsüzlüğü»
biçiminde yorumlanacaktı. İngiliz onuruna zarar verecekti ([60]). Dışişleri, «Malta’daki
Türklerden hiçbirinin serbest bırakılmasının düşünülmediğini» Churchill’e
bildirdi ([61]).
Sh:327
Türk sürgünleri yurtlarına döndükten
sonra, İngiliz makamlarının kendi aralarında bir tartışma başlar. Tartışma konusu,
sürgünler için Malta’da yapılan masraflardır. Bu masrafları hiçbir İngiliz
Bakanlığı üzerine almak istemez. Tartışma uzar gider. Bu, kitabın konusu
dışındadır.
Yıllar sonra, eski Malta sürgünleri
İngiliz Hükümetinden tazminat isteme konusunu da ortaya atarlar. Lozan Antlaşmasına
göre bir Türk İngiliz Hakem Mahkemesi kurulmuştur. İngilizler, kılı kırk
yararcasına, Türk Hükümetinden çeşitli tazminat isterler ve alırlar. Bu arada,
1927 yılında Malta sürgünleri de aynı karma Hakem Mahkemesine başvururlar. Davacıların
başında altı kişinin adları geçer: Eczacı Mehmet Bey, Albay Celâl Bey,
Mahmut Kâmil Paşa, Ahmet Emin (Yalman), Esat Paşa (Işık) ve Mustafa Abdiİlhalik
(Renda). Bir örnek dava olarak, davayı Ahmet Emin (Yalman) Bey
açmıştır. İngiliz Hükümetinden 5400 liralık tazminat ister. Davacıyı, avukatını
dinledikten sonra Mahkeme, 29 Haziran 1927 günü yetkisizlik kararı verir. Ahmet
Emin Bey’den, 240 lira tutan mahkeme giderlerini ödemesi istenir ([62]).l
Malta sürgünleri, tazminat davasını kaybetmişlerdir.
Sh:404-405
Mondros Mütarekesi üzerine, İngilizlerin
Türkiye’de başlattıkları «insan avı», önce, Mütarekeye karşı Türk direnişini
kırmak amacını gütmüştür. Türk yurdunun yağmalanıp parçalanması biçimindeki bir
«Mütareke uygulaması»na Türklerin direnebilecekleri gözden uzak tutulmuyordu.
İlk direnişin de cephelerdeki askerlerden gelebileceği düşünülüyordu. Gerçekten
1918 sonlarında direniş belirtileri görülmeye başlanmıştı. Bunu kırmak için
İngilizler öncelikle cephelerdeki Türk komutanlarını kara listeye geçirmişler,
kovalamaya girişmişlerdir. İlk Malta adayları bu komutanlar olmuştur.
«Subay avı»nın hemen arkasından
İttihatçıların kovalanmasına başlanmıştır. İşbirlikçi Damat Ferit Paşa’nın
sadrazamlığa gelişiyle, 1919 yılının ilk yarısında İttihatçılara amansız bir
savaş açılmıştır. Bununla İngilizler, bir yandan Türkiye’de ulusal direniş
akımını önceden söndürmek, öte yandan da İttihatçılardan hesap sormak
istemişlerdir. Türklere dikte edilecek öldürücü barış koşulları açıklanınca
Türkiye’de patlamalar olabileceği, bunun da İttihatçılardan gelebileceği hesaplanıyordu.
Büyük başlan yurt dışına kaçmış, parti olarak kendi kendilerini dağıtmış
olmakla birlikte ittihatçılar, yine de Türkiye’de en örgütlü siyasal güçtü. O
günün milliyetçileri sayılıyorlardı. Barış koşullarına karşı ancak İttihatçı
örgütten direniş gelebilirdi. Bu bakımdan İngilizler, İttihatçılara ağır bir
yumruk indirmeyi gerekli görüyorlardı.
Aynı zamanda İngilizler, İttihatçılardan
geçmişin hesabını sormaya kararlıydılar. Türkiye’yi Birinci Dünya Savaşına İttihatçılar
sokmuştu. Türkler dört yıl boyunca bütün cephelerde sonuna kadar yalnız
İngilizlere karşı kıyasıya savaş vermişlerdi. İngilizler, tarihlerinde ilk kez
mecburi askerlik usulünü koymuşlar, ulusça topyekûn savaşa girmek zorunda
kalmışlardı. Böyle bir savaşa alışık değillerdi. Büyük deniz savaşları bir
yana, «küçük savaşlarla büyük İmparatorluklar kurmuş» bir ulustu İngilizler. On dokuzuncu yüzyıl, «Büyük
Victoria’nın küçük savaşları» ile doludur. Kendi çocuklarını kolay kolay
kırdırmazdı İngilizler. Birinci Dünya Savaşının ilk yıllarında da yine
öncelikle sömürge askerlerini ateşe sürmüşlerdi. Ama bu savaş çok uzamış,
sömürge askerleri azalmıştı. Savaşın son yıllarında
İngilizler kendi çocuklarını cepheye sürmek zorunda kalmışlardı. Bundan, Türkleri sorumlu tutuyorlardı. Türkler yüzünden bu savaşın iki
yıl fazla uzadığını, bu iki yıl boyunca su gibi İngiliz kanı döküldüğünü
söylüyorlardı. Şimdi İttihatçılardan bunun hesabı sorulacak, öcü alınacaktı.
Bundan başka İttihatçılar, İngilizlerin
sömürgeci çıkarlarını tartışmaya başlamışlar, İngiliz sömürgelerinde kazan kaynatmaya
kalkışmışlardı. Cihat fetvalarıyla, Teşkilat-ı mahsusalarıyla, ihtilalci
bildirileriyle sömürge halklarını İngiliz efendilerine karşı ayaklandırmaya çalışmışlardı.
İngilizler, İttihatçıların panislamist, pantürkist kışkırtmalarını gözlerinde
olduğundan fazla büyütmüşlerdi. Sömürgelerde başlayan kaynaşmalarda, çok
zaman, «Türk parmağı», «İttihatçı entrikası» aramışlardı. Üstelik İttihatçı
İngiliz savaşı sürüp gidiyordu. Mütareke döneminde İttihatçılar, Bolşeviklerle
işbirliğine kaymışlar, Doğu’ya İslam-Bolşevikliği fikirleri yaymaya
başlamışlardı. Bu, Hindistan’ın güvenliği bakımından İngilizleri bir kat daha
ürkütmüştü. 1920’lerde İttihatçıları Kemalistlerden çok daha tehlikeli
görüyordu İngilizler.
İngilizlerin ittihatçı düşmanlığına,
İtilafçıların düşmanlığa varan partizanlığı eklendi. Yerli yabancı
işbirliğiyle İttihatçılar, av hayvanları gibi kovalandılar,, sorgusuz cezaevlerine
tıkıldılar. Türkiye’deki düşmanları da düşük ittihatçılardan tarihsel hesap
sormak istiyorlardı ve İngilizlerce teşvik ediliyorlardı. İngilizler önce
İttihatçıların Türk mahkemelerince yargılanıp cezalandırabileceklerini
düşündüler. Ama çok geçmeden bunun yapılamayacağını, Damat Ferit Paşa Hükümetinin
de İttihatçıları idam ettirmeye gücünün yetmeyeceğini anladılar. Boğazlıyan
Kaymakamı Kemal Bey’in asılması, yurtta sert tepki yarattı. Yunan’ın İzmir’e
ayak basmasıyla Türkiye’de kaynaşmalar başladı. Büyük Sultanahmet mitinginde
İstanbul halkının siyasal tutukluları kurtarmak için Bekirağa Bölüğü’ne
yürüyeceği söylentileri çıktı. İngilizler, bundan, sanki Bastille’in zaptı gibi
bir ihtilal başlangıcı olacakmışçasına ürktüler. Damat Ferit Paşa’nın da isteği
üzerine tutuklu İttihatçılardan bir bölümünü alıp Malta Adasına sürdüler. 1919
yılında sürgüne yollananların büyük çoğunluğu İttihatçılardı.
İttihatçılardan sonra Kemalistlere savaş
açıldı. İlk kovalanan Kemalist, Mustafa Kemal Paşa’nın kendisi oldu. Paşa,
Samsun’a çıktıktan sonra aylarca kovalandı. İstanbul’a çekilmek, tuzağa
düşürülmek istendi. İlk zamanlarda İttihatçılıkla Kemalistlik arasında bir
ayrım yapılmıyordu. Ama Mustafa Kemal Paşa’nın Anadolu’da başlattığı ulusal
kurtuluş hareketinin İttihatçılık olmadığı açıklıkla anlaşıldıktan sonra da Kemalistlere
karşı savaş sürdürüldü. Son Osmanlı Meclisinin Anadolu’da değil de işgal
altındaki İstanbul’da toplanması, bir bakıma Kemalistlere karşı hazırlanmış bir
tuzaktı. İngilizler, Anadolu’da yakalayamadıkları Kemalistleri İstanbul’a
çekip topluca ele geçirmeyi düşünmüşlerdi. Bunu bir ölçüde başardılar.
Anadolu’dan mebus seçilen Kemalistler, İstanbul’a toplandılar, göz göre göre
İngilizlerin ağma düştüler. 16 Mart 1920 günü, İstanbul resmen işgal edilince,
İngiliz polisi Meclisin kapısına dayandı. Mustafa Kemal’in yakın
arkadaşlarından bazı mebusları tutukladı. Ondan sonraki günlerde de başkentteki
Kemalistler teker teker avlandılar. 1920 yılında Malta’ya sürülenler öncelikle
Kemalistlerdi.
İngilizlerin sürgün politikası öncelikle
Türk Kurtuluş Savaşını boğmak amacını gütmüştür. Gerçekten seçkin
Kemalistlerin veya Millicilerin yakalanıp sürülmeleri, Müdafaa-i Hukuk örgütü
için geçici bir darbe olmuştur. Sürülenlerin bazıları bu örgütün Temsilciler
Heyeti üyeleri, yani yöneticileriydiler. Bunları o sıralarda pek ihtiyaç
duyulan hizmetlerinden yoksun kalındı. Ama bu darbe, Türk Kurtuluş Savaşını
çökertememiştir. Bu noktada İngilizler tarihsel yanılgıya düşmüşlerdir. Geri
kalmış sömürgelerde toplumun önderlerini safdışı etmekle sömürgeciler
emellerine ulaşabiliyorlardı. Halkları boyunduruk altına alabiliyorlardı. Bu
yöntem sömürgeci İmparatorluklarda sık sık başarıyla kullanılmıştı. Ne var ki,
Türk ulusu İngilizlerin Asya ve Afrika’da tanıdıkları sömürge halklarından
çok değişikti. Türkler, yüzyıllarca bağımsız yaşamışlardı; İmparatorluk
yönetmişlerdi; üstelik oldukça ileri düzeyde ulus bilincine erişmişlerdi.
Bilinçlenmiş bir ulusun içinden 100-150 kişinin yakalanıp sürülmesi, o ulusu
boyunduruk altına almaya yetemezdi ve yetmemiştir.
İngiliz’in
sömürgeci silahı, Türkiye’de geri tepmiştir. Sürgün politikası ters sonuç vermiştir. Türk kurtuluş hareketini
söndürmek şöyle dursun tersine, daha da alevlendirmiştir. Kovalanan
İttihatçılar, Anadolu’daki Kurtuluş Hareketinin ilk çekirdeğini oluşturdular.
İstanbul’daki «insan avı», Anadolu’ ya geçişleri kamçıladı. Birçok kimse
İngilizlerin pençesine düşmektense Anadolu’ya atlamayı kendisi için bir
kurtuluş olarak gördü. Atladıktan sonra da, köprüleri atarak, Kurtuluş Savaşma
katıldı. İngilizlerce yakalanıp sürülen mebuslardan kat kat fazlası Anadolu’ya
geçti. Bunlar, ilk Türkiye Büyük Millet Meclisini kurdular. Son Osmanlı
Meclisi, Malta ile Ankara arasında paylaşılırken, Mustafa Kemal Paşa aslan
payını kendisine çekti. Anadolu’ya doğru bu akında, İngiliz zulmünün kamçılayıcı
etkisi de bulunduğu kuşkusuzdur. Bu zulümler, Osmanlı Türk aydınını bir ölçüde
aymazlıktan uyandırdı. Bu aydın tipi, Moskof’u düşman bellemişti, ama
İngiliz’in de düşman olabileceğini kavramakta güçlük çekiyordu. Kıran kırana
dört yıl süren Türk-lngiliz savaşından. sonra da, Türklerle İngilizler arasında
bir düşmanlık doğmadığı propagandası Türkiye’de yaygındı, ustaca yayılıyordu.
Hele büyük savaşın galibi İngiliz’e karşı Osmanlı Türk aydınını direnişe
inandırabilmek büsbütün zor bir işti. Ancak ensesinde İngiliz polisinin soluğunu
duyduktan sonradır ki, birçok kararsız kişi Anadolu’ya geçip Mustafa Kemal
Paşa’ya katılmaya karar verebilmiştir. İngilizler, bu insanları Malta ile
Ankara şıklarından birini seçmek zorunda bırakmakla, istemeyerek Türk Kurtuluş
Savaşma hizmet etmişlerdir. Malta sürgünleri olayının bu bakımdan Kurtuluş
Savaşma yararlı etkisi de olmuştur. Mustafa Kemal Paşa, bundan ustaca
yararlanmayı bilmiştir. İstanbul’un işgalinden iki ay sonra İngilizler, bu
savaşı kaybettiklerini kavramışlardır. Türk ulusal direnişi çökmemiştir. Tam
tersine, Ankara’da yeni bir devlet doğmuştur. Damat Ferit Paşa, 1920 yılı
ortalarında da hâlâ Mustafa Kemal Paşa ve arkadaşlarının yakalanıp Malta’ya
sürülmesini İngilizlerden ister. İngilizler bu isteği artık «saçma»
bulurlar. İstanbul’daki Kemalistleri yakalamanın ise, ulusal hareketi bundan
böyle pek etkilemeyeceğini düşünürler. Hareket, artık kişileri aşmış, ulusal
nitelik kazanmıştır. Hareketin asıl önderlerini Anadolu’da yakalamaya
İngiliz’in gücü yetmediğine göre, Türk Kurtuluş Savaşını bu yoldan boğmak
olanağı kalmamıştı. «İnsan avı» ve sürgün politikası, anlamını yitirmiş olur.
Kovalamalar, sürgüne yollamalar yavaşlar.
Ama ele geçirebildikleri İttihatçılarla
Kemalistleri İngilizler cezalandırmaya kararlıydılar. Sürgünler
yargılanacaklardı. Öç alma, hukuksal kisveye büründürülecekti. Müttefiklerarası
bir mahkeme kurulacaktı. Bunu öngören hükümler Sevr Antlaşmasına da kondu.
Osmanlı Hükümeti, bu mahkemenin yargı yetkisini tanımayı kabul etti. Sürgünler,
«savaş yasalarıyla törelerini çiğnemiş» kişiler, yani «savaş suçluları»
sayılıyorlardı. Daha somut olarak, üç sınıf suç söz konusu ediliyordu.
Bunlardan biri İngiliz savaş tutsaklarına kötü davranmak, İkincisi Ermeni
kırımı, üçüncüsü ise «Mütarekeyi çiğnemek» suçuydu. Küçük subaylar grubu,
birinci suçtan yargılanmak isteniyordu. İngilizler, özellikle Kutelamara’da
Türklere tutsak düşen İngiliz askerlerine kötü davranıldığını, bunların Irak’
tan İç Anadolu’ya kadar yürütüldüğünü ileri sürüyorlar, bir kısım Malta
sürgünlerinden bunun hesabını sormak istiyorlardı. Ama delil toplamaya sıra
gelince iş sarpa sardı. Ciddî bir şey bulunamadı. Sonunda İngiliz Başsavcılığı,
ancak sekiz sürgünün bu suçtan yargılanabileceğine karar verdi. Küçük rütbeli
bu subayların, yargılansalar bile mahkûm edilebilecekleri çok kuşkuluydu.
İttihatçılar ise genellikle «Ermeni kırımı»
suçuyla yargılanmak isteniyorlardı. «Kırım» (katliam), aslında bir propagandaydı.
İngilizler Çanakkale’ye saldırırken Doğu Anadolu’da da Ermeniler ayaklanmış,
daha doğrusu ayaklandırılmıştı. Van gibi bazı yerleri işgal eden Ermenilerle
savaşılmıştı. Bir Türk-Ermeni savaşı olmuştu, ama kırım yapılmamıştı. Ondan
sonra da bir tedbir olarak Ermeniler Suriye ve Lübnan’a sürülmüşlerdi. Bu
olayı İngilizler dünyaya bir «kırım» olarak göstermişlerdi. Şimdi
bu sözde kırımın hesabını soracaklardı. Harıl harıl suç delilleri arandı. Bu
arada Amerikan Dışişleri arşivleri de altüst edildi. Türkler temize çıktı.
Tarihî bir iftiradan kurtuldu. Ama İngilizler bunu açığa vurmadılar.
Kırım yapıldığını gösteren tek bir delil bulunamadı. İttihatçıları kırım suçuyla
yargılamak politikası fiyaskoyla sonuçlandı. İngiltere’nin müttefikleri de bu
İngiliz propagandasına alet olmadılar. Fransa ve İtalya, Müttefiklerarası
mahkeme kurulmasına yanaşmadılar. Yine de İngilizler İttihatçıların peşlerini
bırakmadılar. Almanya’ya kaçmış olan İttihatçı liderleri ele geçirebilmek için
büyük çaba ve para harcadılar. Avrupa’da da İttihatçılar fellik fellik arandı,
soluk soluğa kovalandı. Ele geçirilemediler. Yargılanamadılar. Sonunda Talât
Paşa Berlin’de, Sait Halim Paşa da Roma’da vurduruldu. İttihat ve Terakki
İktidarının bu iki sadrazamını vuranlar kiralık Ermeni katilleriydi Vurduran
ise İngiliz Entelijans servisidir, denilebilir. Tiflis’te vurulan Cemal Paşa
için aynı şeyi söylemek güçtür.
Kemalistlere gelince, İngilizler bunları
«Mütarekeyi çiğnemek», «Mütareke anlaşmasına karşı direnmek» suçuyla
yargılamak niyetindeydiler. Ama Anadolu’daki Türk Kurtuluş Savaşı, ulusal bir
nitelik kazanınca, bu suçun hiçbir anlamı kalmadı. Mondros Mütarekesine ve
Sevr Antlaşmasına karşı direnenler tek tek kişiler değil, tümüyle Türk
ulusuydu. Türk ulusunu toptan yakalayıp yargılamaya İngiliz’in gücü yetemezdi.
Zamanla İngilizler, «Mütarekeyi çiğnemek» suçundan söz etmez oldular.
Malta’daki Kemalistler, durdukları yerde temize çıktılar. Ama yine de serbest
bırakılmadılar. İngilizler, bunların Anadolu’ya geçmelerini önlemek istiyorlardı,
özellikle sürgün paşaların Kurtuluş Savaşma katılmalarını önlediler,
geciktirdiler. Bu dönemde Kemalistler, Malta’da yargılanmak için değil,
Anadolu’daki İngiliz tutsaklarına karşılık rehine olarak tutuluyorlardı.
Salt hukuksal açıdan bakınca,
Malta sürgünleri olayı, İngilizler için yüz karasıdır. Yerleşmiş
hukuk kuralları çerçevesine sığmaz. İnsanlar keyfî olarak tutuklanmışlar,
sürülmüşlerdir. Bir iki yıl yargılanmadan cezaevlerinde tutulmuşlar,
özgürlükten yoksun bırakılmışlardır. Sorguya çekilmemişler, mahkeme önüne
çıkarılmamışlardır. Sürgünlere neyle suçlandıkları bile söylenmemiştir. Suçlu
idiyseler yargılanmaları, suçsuz idiyseler salıverilmeleri gerekirdi.
İngilizler sürgünleri ne yargılayabilmişler, ne de serbest bırakmışlardır. Hak,
hukuk bayraktarlığı yapan İngilizler için bu olay gerçekten yüz kızartıcıdır.
Haklı olarak yerilmiştir. Bu olayda suçlu olan İngiliz yöneticileridir,
denilebilir.
Yüzeysel bir bakışla, Malta sürgünleri
olayı Nazilerin kovuşturulmalarını anımsatır. İttihatçıların Nazilere, Malta’da
kurulması düşünülmüş mahkemenin de Nürnberg Mahkemesine benzetilebileceği
sanılabilir. Hatta İngilizlerin o dönemde ileri bir hukuk anlayışının
öncülüğünü yaptıkları bile bir an için düşünülebilir. Devletlerarası ceza hukukunun
henüz gelişmediği, kodifiye edilmediği bir dönemde, İngilizlerin savaş suçluları
kavramını ortaya atıp bunları yargılamak için çaba harcadıkları, ama
«anlayışsız» Müttefiklerinden bile destek görmedikleri sanılabilir. Böyle bir
yüzeysel değerlendirme çok yanıltıcı olur. Malta olayı hukuksal değil, siyasal
bir olaydır. İngilizler adalet peşinde değil, çıkar peşinde koşmuşlardır.
Osmanlı İmparatorluğu’nun paylaşılmasından aslan payını almak, zaferin
meyvelerini toplamak ve Doğudaki sömürge düzenini sürdürmek istiyorlardı
İngilizler. Bunu engellemek isteyen Türklere düşman kesilmişlerdi. Yenik düşen
öteki ülkelerde «savaş suçluları» kovalanmamıştı. Almanlar, Bulgarlar,
Avusturyalılar topluca yakalanıp sürülmemişlerdi. Müslüman Türk’e karşı bu
ayrıcalı davranış, İngiltere’nin müttefiklerince bile tepkiyle karşılanmıştı.
Fransızlar olayı protesto etmişlerdi. Altında İngiliz çıkarları yatan, ırk
düşmanlığı, din düşmanlığı biçimine bürünen bu siyasal olayı hukuksal
nedenlerle yorumlamaya kalkışmak bile yersiz olur. Başta Atatürk olmak üzere,
Türk Kurtuluş Savaşının önderlerini «savaş suçlusu» sayan bu sömürgeci
politikada hukuksal objektiflik aramak anlamsızdır. Malta olayı, başka
olaylarla karşılaştırılmaz, başka olaylara benzetilemez.
Düşük İttihat ve Terakki iktidarı elbette
yargılanabilirdi. Koskoca bir İmparatorluğu batıran kişilerden elbette hesap sorulabilirdi.
Ama bunun hesabını sormak İngiliz sömürgecisine düşmezdi. İttihatçılardan
sorulacak hesap, İngiliz’in keyfine göre, «Ermeni suçu», «Mütarekeyi çiğnemek
suçu» gibi sözde suçlardan ötürü değil, gerçek suçlardan dolayı olması gerekirdi.
Her ulusal felaketten sonra sorumlular aranır, bunlardan hesap sorulur. Hesabı
soran o ulusun kendi mahkemeleri olur. Mütareke döneminin İstanbul Hükümetleri,
işgalcilerle işbirliği yaparlarken ağır yanılgıya uğramışlardır. Düşmanın keyfine
göre hareket etmişlerdir. İngiliz buyruğunu Osmanlı yasalarından daha üstün,
daha geçerli saymışlardır. Türkiye’nin egemenlik haklarını, Türk mahkemelerinin
bağımsızlığını çiğnemişler, çiğnetmişlerdir. işgalcilerin kulu kölesi,
oyuncağı olmuşlardır. Suçluları seçerken, suçları saptarken, hiç tarafsız ve
bağımsız davranamamıştır. «İttihatçı avı»na o kadar politika, o kadar kişisel
düşmanlık karıştırılmıştır ki, suçluyu suçsuzdan, haklıyı haksızdan ayırma
olanağı kalmamıştır. Ağırbaşlılıkla, tarafsızlıkla yargılama yapılamamıştır,
işgalci düşmanın isteğine göre yapılan yargılamalar ise, haklı olarak tepkiyle
karşılanmıştır. Hele hesap sorulabilecek insanlar yabancı düşman eline
düşünce, büsbütün mağdur sayılmışlar, kahramanlar gibi yurda dönmüşlerdir.
Olaylar giderek tersine dönmüştür, ittihatçılar büyük çoğunlukla partizanlığı
bir yana bırakıp dürüstçe Kurtuluş Savaşma katılmışlardır. Onların siyasi
muhalifleri Itilafçıların bir bölümü ise, partizanlık yüzünden gittikçe işgalci
düşmanlarla işbirliğine saplanmışlar ve Kurtuluş Savaşma cephe almışlardır.
Anadolu’daki ulusal hareketin İttihatçılık olmadığı anlaşıldıktan sonra da
Itilafçıların bir bölümü saplantılarından kendilerini kurtaramamışlardır. Bu
tutumları onları vatan haini durumuna düşürmüştür. Sonunda yargılanma sırası
işbirlikçi İtilafçılara gelmiştir.
Malta
sürgünleri olayı, Ankara ile Londra arasında uzun bir kavga konusu olmuştur.
Mustafa Kemal Paşa, Ingilizlere kendi silahlarıyla karşılık vermiştir. Malta
sürgünlerine karşılık olarak, Anadolu’daki Ingilizleri tutuklatmıştır. Bundan
sonra Malta sürgünleriyle İngiliz tutsaklarının kaderleri birbirine
bağlanmıştır. Sürgün tutsak değiş tokuşu için harcanan çabalar, yapılan
pazarlıklar, Anadolu’daki savaşın gidişine paralel yürümüştür. Birinci İnönü zaferinden sonra İngilizler, Malta
sürgünlerinden bir bölümünü İngiliz tutsaklarıyla değiş tokuş etmeye razı
olmuşlardır. Yunan orduları yeniden saldırıya geçince bundan caymışlardır.
İkinci İnönü zaferi üzerine İngilizler yeniden bir dönüş yaparak 40 sürgünü
salıvermişlerdir. Ama bunların içinde Atatürk’ün yakın arkadaşları yoktu. Mustafa
Kemal Paşa da buna karşılık İngilizlerin çok önem verdikleri tutsakları Anadolu’da
alıkoymuş, önemsiz İngilizleri geri vermiştir. Atatürk, tek bir sürgünün bile
yabancı mahkemelerce yargılanmasını kabul etmemiş, bütün sürgünlerin kurtarılması
için çalışmış, bu uğurda sonuna kadar direnmiştir. Ancak Sakarya zaferi
üzerinedir ki, İngilizler toptan değiş tokuşa yanaşmışlardır. Ingiliz
gemileri, sürgünleri götürdükleri gibi geri getirmişlerdir. Anadolu’daki
İngiliz tutsakları da geri verilmiştir. Kavga, Mustafa Kemal’in tam zaferiyle
sonuçlanmıştır.
Malta’ya sürülenler, sonunda, Atatürk sayesinde kurtulmuşlardır. Burunları
bile kanamadan geri dönerler. Sürgün yılları onlar için birer anı olarak kalır.
Bir iki yılı ailelerinden ayrı, yurt işlerinden uzak, kişisel özgürlükten
yoksun olarak geçirmişler, güçlük çekmişlerdir. Kurtuluştan sonra çekilen
acılar unutulur gider. «Malta yaranı», sürgün günlerini, biraz da tatlı
yanından aile sohbetlerinde anımsarlar, ara sıra gazete sütunlarında
anlatırlar...
‘ Bir yıl sonra, ulusal kurtuluş da
gerçekleşti. Yunan orduları denize döküldü. Ulusça bayram şenlikleri içinde
Mehmetçik yeniden İstanbul’a dönerken, İngiliz gemileri paniğe kapılmış
yığınla insanı yurt dışına kaçırıyorlardı. Bunlar, Kurtuluş Savaşı boyunca
düşmanla işbirliği yapmış olanlardı. Kasım 1922’de de «Malaya» adlı
İngiliz zırhlısı yine Malta Adasına bir «sürgün» götürdü. Bu da, «Allah’tan
sonra İngiltere’ye güveniyorum» diyen ve İngilizlere sığınan son
Osmanlı Padişahı Mehmet Vahidettin idi. Bir tarih sayfası böylece kapandı.
Malta sürgünlerinin serüvenleri üzerine de
bir çift söz etmek gerekirse, denebilir ki, bu olayın olumlu ve olumsuz etkileri
olmuştur. Sürgünler, bir iki yıl özgürlükten yoksun, yurttan uzak, eş ve
dostlarından ayrı kalarak acı çekerken, sürgün yaşamından bir ölçüde
yararlanmışlardır da. Kitap okumuşlardır. Yabancı dil öğrenmişlerdir.
Bildikleri yabancı dillere yenilerini eklemişlerdir. Çeviri yapmışlardır...
İngilizleri daha yakından tanımışlardır. Az çok yeni değer yargıları kazanmışlardır.
Kurtuluştan sonra sürgünlerin büyük
çoğunluğu Kurtuluş Savaşma, yeni devlet yönetimine katılmışlardır. İçlerinden
Atatürk devrimlerine yürekten bağlı pek çok kimse çıkmıştır. Yüksek devlet
görevleri almışlardır. Hatta sürgünlerin, İngilizleri yakından tanımalarından
bile yararlanılmış gibidir. Yıllar
sonra, Türkiye ile İngiltere arasında dostluk ve ittifak bağları kurulurken,
eski Malta sürgünlerinden iki kişi Türkiye’nin Londra Büyükelçiliğine
atanmıştır.
Buna karşılık, sürgünler içinden
«nankörler» de çıkmıştır. Cumhuriyetin ilk yıllarında, devrimlere başlayan
Atatürk’e kafa tutmaya kalkışan gazetecilerin, başkaldıran İttihatçıların, sırt
çeviren eski ülkü arkadaşlarının Malta sürgünleri arasından da çıktığı
görülmüştür. Atatürk’ün devrimci Halk Partisine karşı ilk tutucu muhalefet
partisini kuranlar arasında eski Malta sürgünleri vardı. Hatta Atatürk’e İzmir
suikastını hazırlayanlardan bazıları da eski Malta sürgünleriydi. Bunlara
bakarak, Atatürk’e karşı Malta’da nankörlük tohumlarının atılıp atılmadığı
sorusu akla gelir. Bu konuda belgelere rastlamadık. Ama sürgünlerden
bazılarının Malta olayından yeterince ders almadıkları söylenebilir. Bunlar,
gerçekten cezalandırılmak istenirken, Atatürk sayesinde kurtulmuşlardır. Bu
ucuz kurtuluş, eski ittihatçıları yüreklendirmiş olabilir. Bu yüreklilikle yine
kötü politikacılığa dönmek isterlerken, sonuncu kez yanılgıya uğramışlar ve
İzmir suikastı olayıyla kendi kendilerinin sahneden silinmelerini hazırlamışlardır.
Yakın geçmişten, Bekirağa Bölüğü’nden, Nemrut Mustafa Harp Divanından ve Malta
sürgününden yeterince ders alabilmiş olsalardı, İttihatçılığın üzerinden sünger
geçmek için bir de İstiklal Mahkemesini işletmeye belki gerek kalmazdı. Evet,
belki.
Olaya, kişilerin «nankörlüğü» ya da
aymazlığı açısından ziyade, daha derinden bakmak uygun olur. Aslında yeni Türkiye
tarihsel bir oluşum geçiriyordu. Bu oluşumun kendine özgü bir iç dokusu, bir
iç mantığı vardı. Kişileri aşıyordu. Malta’da her nasılsa bir arada bulunmuş
eski kader yoldaşlarının, sonunda, bir «yol ayrımına» gelmeleri kaçınılmaz
gibiydi. Çarpıcı biçimde İstiklal Mahkemesinde karşı karşıya geldiler. Mahkeme
işletildi. Hükümler verildi. Hükümler giyildi. Bir tarih dönemi kapandı. Buna,
«tarihsel determinizm» demek, pek yanlış olmaz, sanırız.
Sh:405-414
«Türk’e çok sert bir ders vermek gerek!»
General Sir George F. MİLNE İngiliz
Karadeniz Orduları Başkomutanı
12.1.1919
«Cezalandırmamı!, hem Türk İmparatorluğunu
parçalayarak milleti cezalandırma, hem de, benim listemdeki gibi yüksek
görevlileri ibret için yargılayarak kişileri cezalandırma biçiminde olmasını
öneriyorum.»
Amiral Richard WEBB İngiliz Yüksek Komiser
Vekili
3.4.1919
« «Müttefiklerin,
suçlu sanılan Türk görevlileri ile subaylarım hemen tutuklatmak istemeleri, tek
kategori düşman, yani Müslüman Türk zararına ayrım yaratmak oluyor.
Avusturyalı, Bulgar ve Alman suçluları tutuklanmış ya da rahatsız edilmiş değillerdir.»
Stephen PICHON Fransa Dışişleri Bakam
5.3.1919
«Eğer yabancı bir Hükümet, tümen
komutanlarımızı, daha büyük ve daha küçüklerini böyle rastgele tutuklar ve
buna karşı devletin hiçbir hakkı ve savunacak sözü olmazsa, o zaman halimiz
nereye varır?
Tutuklamak, cezalandırmak gerekiyorsa bunları
hükümetimiz tutuklayıp cezalandırsın. Bir Osmanlı tümen komutanı, dünyada
görülmüş, işitilmiş hangi kanun, hangi mantık gereğince bir İngiliz harp
divanında yargılanabilir!»
Yakup Şevki Paşa (Subaşı) IX. Ordu
Komutanı
272.1919
«1/2 Mart (1919) gece yarısından sonra
Haydarpaşa istasyonuna varınca etrafımızı İngiliz polis ve askerleriyle
kuşatılmış gördük; işte o zaman acı hakikat meydana çıktı, gafletten ayıldık...»
2667 Ali İhsan Paşa (SÂBİS)
«Sadrazam (Damat Ferit Paşa), çeşitli
nedenlerle tutuklanmış kişileri... mahkûm ettirmeyi çok zor, cezalandırmayı
ise daha da zor görmektedir. Bu bakımdan bunların Malta’ya gönderilip
gönderilmeyeceğini sordu...
Bu kimseler, Müttefiklerin kararlarına
karşı açıkça direnme karan verilince, karışıklık yaratacak güçlere iyi bir
katkı olacaklardır. Böyle bir hareketin önlenmesi zorunludur.»
Tuğamiral Richard WEBB İngiliz Yüksek
Komiseri Vekili
19.5.1919
«Bu sanıkların, hapisten kurtulur
kurtulmaz hemen bütün İttihatçı taraftarlarının çekirdeği olacakları apaçıktı.
Bunun sonucunda başkentte bile son derece ciddî karışıklıklar çıkacağından
korkuluyordu ve karışıklıklar, yalnız bugünkü Hükümetin değil, fakat aynı
zamanda Müttefiklerin de maddî, manevî çıkarlarının son derece zararına
olacaktı...
Tehlike açık olduğu kadar da âcildi...
Mahpuslar 28 Mayıs (1919) günü gemiye
yüklendi ve gemi aynı gece yola çıktı.»
Amiral Arthur CALTHORPE İngiliz Yüksek
Komiseri
30.5.1919
«İngiliz askerî makamlarının 28 Mayıs günü
İttihat ve Terakki üyelerini hapisten alıp götürdüklerini basından öğrendim.
Türkiye’deki Müttefik Orduları
Komutanının, asayişin korunmasını ciddi olarak etkileyebilecek böyle önemli
bir olaydan beni haberdar etmeyi uygun görmeyişine hayret ettim. Kuşkusuz bu,
Hükümetinizin (İngiltere’nin) emriyle yapılmıştır ve bu bakımdan İngiliz
Hükümetinin kendi emellerini gözeten siyasal bir tedbirdir.»
General Franchet d’ESPEREY Müttefik
Orduları Fransız Başkomutanı
30.5.1919
«Tehlikeli Milliyetçi liderlerin
tutuklanması izlene-gelen politikaya uygun olacaktır.»
Lord CURZON
10.3.1920
«Baylar, Rauf Bey’i ve öteki kişileri tam
zamanında çağırmış olduğumuz, olaylarla, hem de üç dört gün geçmeden belli
oldu. Ama ne yazık ki, bu çağrımız gerektiği kadar önemle dikkate alınmadı.
Rauf Bey, Vasıf Bey gibi kişiler, en sonunda büyük bir uysallıkla Malta’ya
gittiler.
Son dakikaya değin Anadolu’ya geçmek ve
Ankara’ya gelmek yolunun ve tedbirlerinin bazı arkadaşlarca hazırlandığı dahi
anlatılmıştı. Eğer böyle idiyse, bu kişilerin Ankara’ya gelmeyi kabul etmeyip
İngilizlere teslim olmayı ve Malta’ya gitmeyi yeğ tutmalarındaki neden ve özür,
gerçekten incelenmeye değer...»
ATATÜRK Söylev, I, s. 297
«Bir memleketin buhranlı bir harp
devresindeki bütün sevk ve idare ekibinin, Sadrazamıyla, Şeyhülislamıyla,
nazırlarıyla, generalleriyle, mebuslarıyla bir yabancı memleketin esir
kampında bir topluluk kurması, iki, üç yıl yurtlarının kurtuluş savaşını
uzaktan seyretmeleri, tarihte eşi bulunmayan bir maceradır...»
2787 Ahmet
Emin (YALMAN) Görüp Geçirdiklerim, Cilt 2, s. 95 96
«Bir Osmanlı subayının yabancı bir harp
divanında yargılanması, yerleşmiş hukuk kurallarına aykırı olduktan başka, Osmanlı
ordusu üzerinde kötü etki yapmaktan da geri kalmayacaktır.»
Osmanlı Hâriciyesinden İngiliz Yüksek
Komiserliğine Nota 25.2.1919
«Şu sırada Malta’da 115 tutsak var. Bunların çoğu prens, nazır, general,
vali, mebus gibi yüksek sosyal katlardan. Bu tutsaklar suçlarım bilmiyorlar...
Suçlan ispatlanıncaya kadar suçsuz sayılmaları gerektiğini söylüyorlar... Bu
politikayı dinî bir zulüm olarak görüyorlar...»
Mareşal Lord Herbert PLUMER Malta Genel
Valisi
12.2.1921
«Osmanlı Hükümeti,... kırımlardan sorumlu kişileri
Müttefik devletlere teslim etmeyi yüklenir. Müttefikler... bu kişileri yargılayacak
mahkemeyi seçme hakkını elde tutarlar ve Osmanlı Hükümeti bu mahkemeyi
tanımakla yükümlüdür.»
Sevr Antlaşması, Madde 230
«Bu sürgünleri mahkûm ettirmeye yetecek kadar
delil bulunamayacaksa da, kendilerinin yargılanmadan bu kadar uzun süre
tutulmuş olmalarının haklılığı Türk Hükümetince resmen kabul edilmedikçe
salıverilmeleri kuşkusuz ağır olur.»
General Sir Charles HARINGTON Müttefik
Orduları Başkomutanı
10.3.1921
«Ermeni kırımından dolayı yargılanmak
üzere Malta’da tutuklu Türklerle ilgili olarak, çalışma arkadaşlarımdan biri
dün Amerikan Dışişleri Bakanlığına gitti. Son savaşta Ermenistan'da yapılan
zulümlerle ilgili Amerikan Konsolosları raporlarını incelemesine müsaade
edildi... Üzülerek arzedeyinı ki, bu belgelerin içinde, yargılanmak üzere
Malta’da tutuklu bulunan Türkler aleyhinde delil olarak kullanılabilecek hiçbir
şey yoktur.»
Sir A. GEDDES İngiltere’nin Vaşington
Büyükelçisi
13.7.1921
«Delil yokluğunun yarattığı güçlüklerden
başka, Sevr Antlaşmasının 230. maddesi gereğince bir mahkeme kurulmasına
Fransa ve İtalya Hükümetlerinin katılmaları olasılığı da yoktur.»
Lord CURZON
29.7.1921
«Tiirklerin eline düşen adamlarımız rehin
olarak tutulacaklar ve ancak Malta sürgünleri serbest bırakılınca
kurtarılablleceklerdir.»
İngiltere Savunma Bakanlığı
29.5.1920
«Müslüman ve hele Türk olunca insan
hayatına zerre kadar değer vermeyen İngilizler, birkaç İngiliz’in hayatı
kaygısıyla yazışma yaparken bile, güçlü bir Millî Hükümet kurmuş olan bir
ulusu hor görmekten kendilerini kurtaramamışlardır. İngilizler bu kibirden
vazgeçerler ve dürüst bir yol seçerlerse ikinci bir teklif dikkate
alınabilir.»
Mustafa Kemal (Atatürk)
12.8.1920
«Azizim Lord Curzon,
Bildiğiniz gibi, küçük kardeşim, Mustafa
Kemal’in elinde Erzurum’da tutsaktır... Tutsak değiş tokuşuna gidemez miyiz?
öğrendiğime göre, bizim elimizde Malta’da
birçok Türk vardır ve Mustafa Kemal bunların Anadolu’ya dönmelerini pek
arzulamaktadır.»
General Lord Rawlinson
16.8.1920
«Birkaç subay için göstereceğimiz yumuşak
yürekliliği, Kemalistler, Barış (Sevr) Antlaşmasını değiştirtmek için kullanmak
isteyeceklerdir.»
İngiltere Dışişleri Bakanlığı
18.8.1920
«Bekir Sami Bey’in İngiltere ile
imzaladığı bir sözleşmeye göre, elimizde bulunan bütün İngiliz tutsaklarını
geri verecektik. Buna karşılık, İngilizler de ellerindeki Türk tutsaklarını
bize vereceklerdi. Yalnız, Türk tutsaklarından, Ermenilere ve İngiliz tutsaklarına
kıyım yapmış ya da kötülük etmiş olduğu öne sürülenler, verilmeyecekti.
Hükümetimiz elbette böyle bir sözleşmeyi
uygun görüp onaylayamazdı...»
Mustafa Kemal (Atatürk) Söylev, II, s. 431
«İngiliz Yüksek Komiseri, bütün Türk
tutsaklarının bütün İngiliz tutsaklarıyla değiş tokuş edilmesini İngiltere Hükümeti
adına kabul etmektedir.»
Sir Horace Rumbold
1.11.1921
Kaynak:
Malta Sürgünleri BİLÂL N. ŞİMŞİR, Birinci Basım 1976 İkinci Basım Nisan 1985
İstanbul
[1] Rauf Orbay’ın Hatıraları, Yakın
Tarihimiz, Cilt 1, s. 210.
[2]
F. O. - Cab. P. No. 494 A. İngiliz
Savaş kabinesinin 31.10.1918 günlü oturumu.
[3] Yakın Tarihimiz, Cilt 2, s. 18-19.
[4] Yeni Gün, 2.11.1918; Celâl Bayar, Ben
de Yazdım, Cilt I, s. 97-98
[8] F. O. 371/5089/E. 2805 -
De Robeck’ten Curzon’a Yazı. İstanbul, 25.3.1920, No: 402/R. 2886.
[9] F. O. 406/40, No. 31, p. 32:
Memorandum on certain conditions of Settlement of Westem Asia, 11.11.1918.
[10] Harp Tarihi
Dairesi, Türk
İstiklâl Harbi I, Mondros Mütarekesi ve Tatbikatı. Ankara 1962, s. 74.
[12] Doğan Avcıoğlu, Millî Kurtuluş Tarihi, İstanbul
1974, C. 3, s. 1153.
[13] Genkurbaş, Harp Tarihi Dairesi, Türk
İstiklâl Savaşı, Cilt 1, s. 201.
[15] ibid.
[16] F. O. 371/4172/2546 -
Calthorpe’tan Foreign Office'e. Şifre tel. İstanbul, 3.1.1919, No. 22.
[17] F. O. 371/4173/47590 -
War Office’den İstanbul, Kahire ve Bağdat İngiliz Başkomutanlıklarına. Şifre
tel. Londra, 3.1.1919, No. 73364.
[18] Harp Tarihi Dairesi, Türk
İstiklâl Harbi I, .. s. 163- 166.
[19] F. O. 371/4172/11472 -
Milne’den War Office’e. Şifre tel. İstanbul, 12.1.1919, No. 1.-4396.
[20] F. O. 371/4172/9205 -
İngiltere Savunma Bakanlığından Dışişleri Bakanlığına Yazı. DMI. Londra,
15.1.1919, No. BI/1742 (MI. 2).
[21] Albay Ali Rifat Bey’in İngilizlerce
tutuklanması ve Ba- tum’da yargılanmak istenmesi konusuyla ilgili olarak İstanbul
Hariciye Nezareti Arşivlerinde başlıbaşma bir dosya vardır. Bkz. HNA -
MÜ - Karton 53. Dosya 2.
[22] ibid. s. 169.
[23] F. O.
371/4172/20441 - Conference regarding the execution of Terms of
Armistice by Turkey held at War Office, 23rd Ja- nuary, 1919.
[24] F. O. 371/4172 Foreign Office'den
Calthorpe’a Şifre tel. Çok acele. Londra, 5.2.1919, No. 233.
[25] F. O. 371/4172/24082 -
Calthorpe’tan Foreign Office’e şifre tel. İstanbul, 12.2.1919, No. 305.
[26] F. O. 371/4172/7176 -
Askerî İstihbarat Başkanlığından Foreign Office'e. Yazı. 13.1.1919, No. BI/1716
(M 12.).
[27] F. O. 371/4172 -
Calthorpe’tan Foreign Office’e. Şifre tel. İstanbul, 15.1.1919, No. 111. Çok
ivedi.
[28] F. O. 371/4172/9205 -
Askerî İstihbarat Başkanlığından Foreign Office’e. Yazı. Londra, 15.1.1919,
No. BI/1742 (M 1.2.).
[29] F. O. 371/4172/26088 -
War Office’den İstanbul, Kahire ve Bağdat Başkomutanlıklarına. Şifre tel.
25.1.1919, No. 74483.
[30] F. O. 371/4173/47590 -
Allenby’den War Office'e. Şifre tel Kahire, 14.2.1919, No. E. A. 2223.
[31] F.
O. 371/4174/102553 - Osmanlı Hâriciyesinden İngiliz Yüksek Komiserliğine Nota.
18.5.1919, No. 15767/206.
[32] F.
O. 371/4174/102553 - Osmanlı Hâriciyesinden İngiliz Yüksek Komiserliğine Nota.
12.6.1919, No. 16313/272.
[33] F. O. 371/4175/162837 -
İngiltere Harbiye Bakanlığından Dışişleri Bakanlığına Yazı. 17.12.1919, No.
0152/4987/MI. 2’nin eki.
[34] ibid.
[35] F. O. 371/4173/47590 - Ingiltere
Dışişleri
Bakanlığından Mr. Balfour’a yazı. Londra, 2.4.1919, No. 1871.
[36] F.
O. 371/4173/77213 - İngiliz Dışişlerinden Balfour’a şifre tel. Londra,
21.5.1919, No. 740 (R) ve 26.5.1919 günlü parlamento sorusu.
[37] F. O. 371/4174/129560 -
İngiltere Dışişleri Bakanlığından İngiltere Başsavcılığına. Yazı. 10.7.1919,
No. 1270.
[38] F. O. 371/4174/118377 -
Calthorpe’tan Foreign Office’e. Yazı. 1.8.1919, No. 1364/5056/14
ek: Memorandum on arrest and deportation of Turkish Officials
other than those charged with offences against prisoners of \var.
[39] ibid.
[43] F. O. 371/4175/170560 - War Office'den
Foreign Office’e. Yazı. Londra, 2.1.1920, No. 0103/3/883. M I. 6. Ek listeler.
12.2.1920,
No. 217.
[45] B listesi 130 kişilik değil, 147
kişiliktir. De Robeck, listeye sonradan eklediği 17 kişiyi unutmuş gibi
davranıyor (B.N.Ş.).
[48] F. O. 371/5090/E. 12773 - Başsavcılıktan
İngiliz Dışişleri Bakanlığına karşılık. Londra, 15.10.1920.
[49] F. O. 371/5090/E. 9934 - İngiltere
Başsavcılığının İngiliz Hükümetine muhtırası, Londra, 4.8.1920.
[50] İngiliz savaş tutsaklarına kötü
davranmakla suçlanan bu sekiz kişinin adlan ve Malta’daki sürgün numaraları
şöy- ledir:
2679
— Tevfik
Mehmet Bey,
2680
— Ahmet
Tevfik Bey,
2694
— Cemal
Bey,
2700
— Ahmet
Cevat Bey,
2707
— Mazlum
Bey,
2710
— Hakkı
İbrahim Bey,
2732
— Süleyman
Numan Paşa,
2745
— Tahir
Bey.
[54] F. O. 371/6500/E. 3552. Curzon’dan
Geddes’e. Şifre tel. Londra, 31.3.1921, No. 176. «Dağıtımı Yapılmaz.»
[55] F. O.
371/6503/E. 6311 J Geddes’ten Curzon’a.
Şifre tel. Wasington, 2.6.1921, No. 374. «Dağıtımı Yapılmaz.»
[58] F. O. 371/6504/E. 8745-İngiliz
Başsavcılığından Dışişlerine yazı. Londra, 29.7.1921. Bu yazı üzerine Dışişleri
yetkilisi Mr. Edmonds : «Bu yazıdan anlaşıldığına göre, (sürgünleri) mahkûm
ettirme şansımız hemen hemen sıfırdır... Amerikan Hükümetinin de bize hiçbir
delil yardımında bulunamayacağını anladık,» dedi.
11.6.1920.
Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.
Yorumlar