Print Friendly and PDF

MALTA SÜRGÜNLERİ

Bunlarada Bakarsınız



On dokuzuncu yüzyıl, «Büyük Victoria’nın küçük savaşları» ile doludur. Kendi çocuklarını kolay kolay kırdırmazdı İngilizler. Birinci Dünya Savaşının ilk yıllarında da yine öncelikle sömürge askerlerini ateşe sürmüşlerdi. Ama bu savaş çok uzamış, sömürge askerleri azalmıştı. Savaşın son yıl­larında İngilizler kendi çocuklarını cepheye sürmek zorunda kalmışlardı. Bundan, Türkleri sorumlu tutuyorlardı. Türkler yüzünden bu savaşın iki yıl fazla uzadığını, bu iki yıl boyunca su gibi İngiliz kanı döküldüğünü söylüyorlardı. Şimdi İttihat­çılardan bunun hesabı sorulacak, öcü alınacaktı.
Hzl: BİLÂL N. ŞİMŞİR
Türk Kurtuluş Savaşı tarihinin ilginç sayfalarından biri de Malta sürgünleri olayıdır. Mondros Mütarekesi üzerine, İn­gilizler İstanbul’a ayak basınca, Türkiye’de amansız bir «in­san avı» başlatıldı. İngiliz polisi, padişah hafiyesi, «Ermeni ta­zısı» elele verdiler. Birçok kimse sorgusuz yakalandı. Bunların çoğu, «Bekirağa Bölüğü» denen uğursuz cezaevine tıkıldı. Bir süre sonra, tutukluların bir bölümü İngilizlerce apar topar Malta Adasına sürüldü. 1919-20 yıllarında tutuklamalar, sür­güne yollamalar birbirini kovaladı. Toplam, 140 kadar Türk, Malta’ya gönderildi.
Sürülenlerin çoğu Türkiye’nin ileri gelenleriydi. İçlerinde sadrazamlık, şeyhülislamlık, nazırlık, meclis başkanlığı, mebus­luk yapmış devlet adamları vardı. Genelkurmay başkanı, har­biye nazırı, ordu kumandanları gibi büyük paşalar da sürgünler arasındaydı. Tanınmış profesörler, yazarlar, düşünürler, gaze­teciler, valiler aynı sürgün kampında çile doldurdular. Kısaca­sı, asker sivil, Türkiye’nin kalburüstü kişileri sürüldü. Bu seç­kin kadro, kendi ulusunun Kurtuluş Savaşını uzaktan seyret­mek zorunda bırakıldı.
Türk Kurtuluş Savaşının önderleri de kara listeye geçiril­diler. Yakalanıp sürülmek istendiler. 1920 yılı ortalarına kadar arandılar, kovalandılar, tuzağa düşürülmeye çalışıldılar. Tutuklanmaktan kıl payıyla sıyrılıp Anadolu’ya atlamayı başa­ran Mustafa Kemal Paşaya, İstanbul’u «teşrifi» için yalvarıldı. «Vatanını seviyorsan dön» diye ısrar edildi. O sıralarda Atatürk, ingilizlerin eline düşseydi, Napolyon Bonapart gibi bir İngiliz sürgün adasında çürütülür müydü, bilinmez. Ama, O’nun ön­derliğindeki Türk Kurtuluş Savaşı kuşkusuz çok ağır bir dar­be yemiş olurdu. Sürgün politikasıyla güdülen amaçlardan biri ve en önemlisi, Türk Kurtuluş hareketine darbe indirmek de­ğil miydi?
 Bu açıdan bakınca, Malta sürgünleri olayı Kurtu­luş Savaşıyla bütünleşir.
Olayın arkasında çetin bir Türk İngiliz boğuşması yattığı apaçıktır. Sürgün politikası, İngiliz savaş yöntemlerinden bi­riydi. İngiliz İmparatorluğu tarihinde çeşitli sürgün örnekleri vardır. Denizci İngilizler, Atlantik’ten Pasifik’e, Akdeniz’den Hint Okyanusuna kadar, pek çok adayı sürgün yeri olarak kul­lanmışlardır. Türklerin bahtına da Malta Adası düşmüştür. Ne var ki, Türk’e karşı girişilen sürgün harekâtı, amansız bir savaş biçimini almıştır. Türkiye’nin, işbirlikçiler dışındaki tüm yönetici kadrosunun sürülmesi amaçlanmıştır. Koskoca bir ulu­sun başını gövdesinden ayırmayı amaçlayan böylesine iddialı, böylesine acımasız bir sürgün harekâtının eşine Britanya İm­paratorluğu tarihinde bile rastlanmaz. Buna bir nokta koymak gerek.
İşin içinde bir kanlı kardeş kavgası, bir iç savaş da vardır. Padişahından sadrazamına, nazırına ve zaptiyesine kadar, bir işbirlikçi kadro işgalci düşmanla elele vermiştir. Sürgün aday­larının mimlenmesinde, kovalanmasında, yakalanmasında içer­den İngiliz’e yardım edilmiştir. Türk Türk’e vurdurulmuş, kar­deş kardeşe düşürülmüştür. Araya kişisel düşmanlıkların gir­diği olmuştur. Ama bunun ötesinde, yabancı sömürgeci ile yer­li hain, ülkücü Millicilere karşı, çağdışı bir savaş yürütmüş­lerdir.
Ayrıca, bu yerli yabancı işbirliğiyle, bir düşük iktidar­dan hesap mı sorulmak istenmişti?
 Belli bir rejimin temizlen­mesine mi çalışılmıştı?
 Malta Adası düşük İttihatçılar için bir çeşit «Yassıada» mı olacaktı?
 Yoksa İngilizler gerçek «sa­vaş suçlularını» mı kovalıyorlardı; çeyrek yüzyıl önce Malta’ da, Nürnberg Mahkemesi tipinde bir yüksek ceza mahkemesi kurmayı mı tasarlamışlardı?
 Olayın siyasal görünüşünün yanında hukuksal nedenleri de yok muydu acaba?
Sonra, kimlerdi bu «Malta Yaranı» da denen sürgünler?
 Bunların içinde yakın tarihimizde ün yapmış, iz bırakmış, ba­şa güreşmek istemiş birçok kimse bulunduğu bilinir. Sürgün­lerin çoğu kuşkusuz saygıdeğer kişilerdir. Ama hepsi gerçek «Türk büyükleri» miydi?
Sırf bilimsel kuşkuyla soru soruyu açar. Biraz yakından bakınca, sürgünler arasında —bir romanın değişik kahraman­ları gibi— çeşitli tipler bulunduğu görülür. İnanmış Kemalistlerle Atatürk’e İzmir suikastını hazırlayanlar, İstiklal Mah­kemesinin yargıç koltuğunda oturanlarla sanık sandalyesinde oturanlar, idam hükmü verenlerle idam hükmü giyenler, Mal­ta’da, aynı sürgün kampında kader yoldaşlığı etmişlerdi. Bir­çoğu ayrı birer biyografi konusu olabilecek bu yaman tipleri, Malta’da bir arada, topluca görüp incelemek başlıbaşına il­ginç bir konudur. Acaba bu kimseler, sürgünde kaldıkları bir iki yıl içinde, İngilizlere neler söylediler, neler yazdılar?
...
Okuyucu, bütün bu soruların karşılıklarını bu kitapta bu­labilecektir, sanırız. Kitabı yazmaya otururken, sürgünlerin Malta’dan Londra’ya iletilmiş bütün mektuplarından başka, konuyla ilgili İngiliz Dışişleri belgelerinin eksiksiz filmleri eli­mizin altındaydı. Bunlar, henüz yayımlanmamış arşiv belge­leriydi. Olayın içyüzünü aydınlatabilmek için bu İngiliz bel­geleri hemen hemen tek kaynaktı. İngiliz arşivlerinde bu ko­nuda yirmi cilt kadar belge bulduğumuz halde, Türk arşivle­rinde bulabildiklerimiz birkaç ince dosyayı geçmedi. Bu dosyalar da olayın son dönemiyle ilgiliydi. Bu bakımdan kitap, aslında İngiliz arşiv belgelerine dayanmaktadır. Türk belge­leriyle kitaplarsa, sadece eksikleri tamamlamak için kulla­nıldı.
Öyle sanıyoruz ki, bu kitap. Malta sürgünleri konusunun ilk belgesel tarihidir. Kişisel anılara değil, resmî belgelere da­yanır. Birkaç ciltlik bir kitap olabilecek belgeleri tek ciltte toplarken, olayın bütün yönleri aydınlatılmaya çalışılmıştır. Arşiv belgeleri, bir bakıma madenden çıkarılmış külçeler gi­bidir. Bunları dikkatle işleyip yontmaya, güvenle okunabile­cek bir kitap ortaya koymaya elden geldiğince özen gösterildi. Konu, pek dağıtılmadan altı bölümde toparlanırken, sık sık ara başlıklar kullanıldı. Belki kitap daha kolay okunabilir dü­şüncesiyle. Her bölümün başına, o bölümle ilgili aydınlatıcı sözler eklendi. Tümüyle Kurtuluş Savaşı tarihi içindeki yeri­ne oturtulmaya çalışılan Malta sürgünleri olayında, okuyucu­nun düşündürücü sayfalar bulacağı umulur.
Bilâl N. ŞİMŞİR


Osmanlı İmparatorluğu, Birinci Dünya Savaşında yenil­diğini anlayınca, Ekim 1918’de mütareke ister. Mütarekeyi imzalamak görevi, Hüseyin Rauf Bey’e (Orbay) verilir. «Hamidiye» kahramanı Rauf Bey, o tarihte Ahmet İzzet Paşa kabinesinin on günlük Bahriye Nazırıdır. Müttefikler adına mütarekeyi imzalamak için de İngiliz Akdeniz Filosu Başko­mutanı Amiral Sir Arthur Calthorpe seçilmiştir. İki düşman denizci, 26 Ekim 1918 gecesi Limni Adasının Mondros lima­nında buluşurlar. Amiral Calthorpe, Rauf Bey’i bir düşman gibi değil, saygıdeğer bir konuk olarak karşılar. Nazik, kibar ve konuksever görünür. Türk heyetini kumandan gemisinin kaptan köşkünde barındırır. Rauf Bey, «bizi güvertede sami­mî bir tarzda kabul eden Amiral (Calthorpe), istirahatımızı sağlamak maksadıyla, geminin kendisine mahsus mevkilerini bize ayırtmak centilmenliğini gösterdi» der ([1]).
27 Ekim sabahı başlayan mütareke görüşmelerinde de İngiliz amiral, centilmenliğini sürdürür. Oldukça yumuşak görünür. Rauf Bey’e, 24 maddelik bir anlaşma taslağı sunar. İngilizler bunun ilk dört maddesiyle, yetinebileceklerdi ([2]). Rauf Bey’in bundan haberi yoktu. Amiral Calthorpe, taslağı madde madde Türk heyetine kabul ettirmeye başlar. Görüş­meler bir dikta havasından uzaktır. «Kayıtsız şartsız teslim» söz konusu edilmez. «Savaş suçlusu» gibi sözler de ağza alın­maz. Rauf Bey’in kuşkuları daha çok Yunan emelleri bakı­mındandır. Bu kuşkular giderilir. İngiliz amirali Türkleri ya­tıştırıcı sözler söyler. Yarım ağızla güvenceler verir. Rauf Bey, pek az değişiklikle 24 maddenin tümünü kabul eder. Beş oturumda görüşmeler tamamlanır; 30 Ekim 1918 günü Mond­ros Mütarekesi imzalanır.
Mondros Mütarekesi, ilerde yapılacak Sevr Antlaşma­sının ilk adımıydı. Kaypak hükümlerle doluydu. Kötü niyet­le yorumlanıp uygulanınca, Türkiye için öldürücü olabilecek­ti. Ama Rauf Bey, İngilizlerin kötü niyetli olabilecekleri ka­nısında değildir. Amiral Calthorpe’u, «açık sözlü, dürüst, ge­niş görüşlü, anlayışlı» bir kişi diye niteler. İngiltere’nin Tür­kiye’yi yok etmek istemeyeceğini söyler. Dört yıllık dünya sa­vaşında Türkiye’de bir Ingiliz düşmanlığı doğmadığını ileri sü­rer. İngiltere’de de bir Türk düşmanlığı bulunmadığını sanır. Kırım Savaşındaki silah arkadaşlığını hatırlar ([3]). Aradan ge­çen altmış yıl içinde köprülerin altından nice sular aktığını fark etmemiş gibidir.
Rauf Bey, büyük bir başarı kazanmış gibi, Mondros’tan döner. Umutludur, iyimserdir. Çevresine de iyimserlik sa­çar. Basma demeçler verir :
«Mütarekeyi imzalamak göreviyle İstanbul’dan yola çıkarken bugünkü gibi övünç ve sevinçle döneceğimi hiç aklımdan geçirmiyordum.
İmzaladığımız mütarekeyle devletimizin bağımsızlığı, saltanatımızın hukuku tümüyle kurtarılmıştır... Sizi temin ederim ki, İstanbul’umuza bir tek düşman askeri çıkma­yacaktır... Adana, eskiden olduğu gibi Osmanlı yöneti­minde kalacaktır. Batum ve Kars da şimdilik boşaltılmayacaktır. Size tekrar ediyorum ki, İngilizler bize olağanüs­tü bir iyiniyet gösterdiler. O kadar ki, askerimizin ne ka­darını terhis etmemiz gerektiğini saptamak hakkını bize bırakmışlardır. Evet, yaptığımız mütareke umudumuzun üstündedir. Devletin bağımsızlığı, saltanatın hukuku, mil­letin onuru tümüyle kurtarılmıştır...» ([4])
Bu iyimserlik ve özlem, genellikle paylaşılır. Türkiye’de iyimserlik oldukça yaygındır. Mondros Mütarekesi Türk ka­muoyuna bir «başarı» olarak tanıtılır. Osmanlı Parlamento­su, Mütareke anlaşmasını oybirliğiyle onaylar. Osmanlı PTT’si, mutlu bir olayı kutlarcasına Mütareke için anma pullan çı­karır!...
Derken, olaylar bambaşka biçimde gelişmeye başlar. Ra­uf Bey’in demecinden on gün sonra, 13 Kasım 1918 günü, 55 parçalık bir düşman donanması Çanakkale Boğazından girip Dolmabahçe önünde demirler. Bu büyük armada, 22 İngiliz, 17 İtalyan, 12 Fransız ve 4 Yunan gemisinden oluşmaktadır. Rauf Bey’in Balkan Savaşından beri pek iyi tanıdığı Averof zırhlısı, Yunan gemilerinin başındadır. Oysa Amiral Calthorpe, hiçbir Yunan gemisinin boğazlardan geçmeyeceği yolun­da Mondros’ta söz vermişti. Beyoğlu’na 3500 düşman askeri çıkar. Amiral Calthorpe, şimdi İstanbul’da İngiliz Yüksek Ko­miseridir. Sömürge genel valisi gibidir. İstanbul’a tepeden bakar. İngiltere Büyükelçiliği binasında değil, «Superb» zırh­lısında oturmaktadır. «Hiçbir Türk’e yüz vermeme» yolunda talimat almıştır ([5]).
Öte yandan, işgaller başlamıştır. Düşman orduları Suri­ye’den, Irak’tan, Kafkasya’dan ve Ege’den Anadolu içlerine yürürler. Rauf Bey, bu kez, «Mütarekenin mürekkebi henüz kurumadan, Fransız, İtalyan ve İngilizler, İstanbul’da bir sö­mürge havası yaratmaktan geri kalmadılar» diye yakınır ([6]).
Düşman donanmasının Dolmabahçe önünde demir attı­ğı gün, Mustafa Kemal Paşa, Suriye cephesinden İstanbul’a gelir. Rauf Bey, eskiden tanıdığı Paşa’yla yeniden ilişkiler ku­rar. Fikir değiştirmeye başlar. İngiliz artık güvenilir dost de­ğil, Türkiye’yi yok etmeye kararlı bir düşmandır. Kırım Sa­vaşının «silah arkadaşlığı» tarihe karışmıştır. Müttefikler, Tür­kiye’nin üzerine adamakıllı çullanmışlardır. Avrupa’nın yüz­yıllık «Hasta Adam»ı şimdi can çekişmektedir. İzmir’in iş­gali sabırları taşırır.
Bundan sonra Rauf Bey, Atatürk’ün yanında görülür. Erzurum, Sivas Kongrelerinin «İkinci Adamı»dır. Millî ha­reketin öncülerinden biridir. Son Osmanlı Meclisine Sivas mebusu seçilir. İngilizlerce damgalanmış bir kişi olarak İs­tanbul’a döner. Millî Misak’ın Osmanlı Meclisi’nce kabul edil­mesine öncülük eder. İngilizler darbeyi indirirler: 16 Mart 1920 günü İstanbul işgal edilir. Son Osmanlı Meclisi baskına uğ­rar. Aynı gün Rauf Bey, bir grup arkadaşıyla birlikte, Mec­lis binası içinde İngilizlerce tutuklanır. İki gün sonra İstan­bul’daki yeni İngiliz Yüksek Komiseri Amiral De Robeck, Malta Valisi Lord Plumer’e şunları teller:
«18 Mart günü, 30 kadar önemli Türk siyasî suçlusu­nu Benbow gemisine yüklüyorum. Majesteleri Hüküme­tinin talimatı uyarınca tutuklandılar. Bunların Malta’da kabulü ve emin bir yere hapsedilmeleri için emir verirse­niz müteşekkir kalırım. Benbow, 21 Martta Malta'da olacak» ([7]).
Amiral De Robeck, vapura yükleyip Malta’ya yolladığı bu kişileri kısaca Lord Curzon’a tanıtır.
Listenin üçüncü sırasında bulunan Hüseyin Rauf Bey için: «Eski Bahriye Nazırı. Milliyetçi hareketin başlıca teşki­latçılarından biri. Sivas mebusu» der. Adının karşısında bir de rakam vardır: 2776 ([8]). Bu, Rauf Bey’in Malta’daki sürgün numarasıdır. Bundan böyle Rauf Bey, artık İngilizlerin bir konuğu değildir. Kaptan köşkünde ağırlanmaz. Tel örgüler ar­kasında, Polverista kampında tutukludur. «Hamidiye» kah­ramanlığı, bahriye nazırlığı, mütarekenin imzacısı nitelikleriy­le de anılmayacaktır. Kendisinden Malta’da, «savaş tutsağı, siyasal suçlu, savaş suçlusu» diye söz edildiği olacaktır. Ama, bu dönemin İngiliz belgelerinde o, sürekli olarak sadece bir numarayla anılır. 2776 Rauf Bey!
Türk «savaş suçluları» denince, ilk önce akla Enver, Ta­lât, Cemal Paşalar gibi İttihat ve Terakki liderleri gelir. Tür­kiye’yi savaşa sokan, savaşı uzatan onlardır; «galipler, en baş­ta onların ardına düşeceklerdir,» diye düşünülebilir. Ama öy­le olmaz. Müttefikler, mütarekenin ilk günü Türkiye’den ka­çan bu İttihatçı başlan kovalamakla oyalanmazlar. Bu işi er­telemiş ya da şimdilik Türkiye’deki İttihatçı düşmanlarına bı­rakmış görünürler. Tevfik Paşa, özellikle Damat Ferit Paşa kabineleri, Almanya’ya kaçan İttihatçı liderleri geri almak için diplomatik girişimlerde bulunurlar. Kurulan özel mahke­mede kaçak İttihatçılar «gıyaben ölüm cezasına» çarptırılır­lar. Almanya’dan geri alınamazlar. Almanya ile barış antlaş­ması imzalandıktan sonra, İngilizler de bunları kovalamaya girişeceklerdir.                                
Mütarekenin ilk aylarında İngilizlerin dikkati, öncelikle Türk cephe komutanlarına dönüktür. Cephedeki komutanlar kaçak İttihatçılardan daha önemli sayılır. İlerde Malta’ya sü­rülmek ya da yargılanmak üzere, ilk mimlenen kişiler komu­tanlardır. Türkiye yenilmişti, mütareke imzalamak zorunda kalmıştı. Ama bu yenilgi, Müttefiklerin özledikleri gibi olma­mıştı. Mütareke imzalandığı gün, bugünkü Türkiye toprakları işgal edilmiş değildi. Güney cepheler, aşağı yukarı, «Millî Misak» sınırındaydı. Suriye cephesinde Halep düşmüştü, ama Hatay henüz Türkiye’nin elindeydi. Irak’ta cephe, Musul şeh­rinin 60 kilometre kadar güneyindeydi. Kafkasya’da ise du­rum Türkiye’ye daha da elverişliydi. Mütarekeyle bu durum olduğu gibi dondurulursa, Anadolu parçalanmadan kalacak­tı. Türk toprakları üzerinde bir Ermeni devleti kurulmaya­caktı. Türkiye’yi yok etme planlan, Mütareke döneminde uy­gulanmaya başlanır. Resmî ağızlarda buna, «Mütarekeyi Uy­gulama» adı verilir. Mondros Mütarekesinin kaypak madde­leri, Türkiye’yi parçalama anlamındaki bir uygulamaya ol­dukça elverişlidir. Ayrıca Müttefikler, Mütareke anlaşması­nı da çiğneyip aşarlar. Böylesine bir mütareke uygulamasıyla ilk önce cephe komutanları karşı karşıya kalırlar.
Galiplerin emelleri, Mütarekenin daha ilk ayında orta­ya çıkar. 9 Kasımda İskenderun, 12 Aralıkta Adana, 17 Ara­lıkta Mersin işgal edilir. Buralarda, Nihat Paşa (Anılmış) ko­mutasındaki İkinci Ordudan artakalan birlikler, Torosların kuzeyine çekilirler. Silahların, cephanenin önemli bir kısmı düşmana teslim edilir. Gülek Boğazının savunulması bakı­mından stratejik önem taşıyan Pozantı’nın düşmana kaptırılmaması için çaba harcanır. Ama 27 Aralıkta Pozantı da düş­man eline düşer. İkinci ordu karargâhı artık orta Anadolu’da, Konya’dadır. İkinci Ordunun yalnız iskeleti kalmıştır. İşgal edilen bu bölgeye, Mondros Mütarekesinde «Kilikya» adı ve­rilir. Kilikya’nın sınırı belli değildir. Müttefiklerin keyfine ya da insafına göre, genişletilmeye elverişli bir bölgedir bu. Kilikya’nın işgalinin altında, bu bölgeyi, Türkiye’den kesinlikle ko­parmak planı yatar. İngiltere Dışişleri Bakanlığınca hazırla­nan 11 Kasım 1918 günlü bir belgede, Kilikya’da, Kuzey Su­riye’de bir Ermeni devleti kurulması öngörülür. Bu yerlerin Ermeni göçmenleriyle doldurulabileceği belirtilir. Amerika’dan da Ermeni göçmenleri getirme tasarlanır. Kurulacak Kilikya Ermeni devletinin, Türklerle Araplar arasında bir tampon devlet olabileceği düşünülür. «Kuzeyden gelecek sızmalara karşı Arap devletini güvenlik altına alabilmek için, Türk olmayan bir Kilikya kesinlikle gereklidir» denir ([9]).
İkinci Ordu Kumandanı Nihat Paşa, düşmanın bu pla­nını sezer, istilacılarla birlikte üniformalı Ermenilerin de Çu­kurova’ya doluştuklarını görür. Bunlar, öç almak hırsıyla do­ludurlar. Ordu kumandanı, geri çekilirken yerli Türk halkını korumayı düşünür. Halka silah dağıtır. Köylerde, kasabalar­da millî örgütler kurmaya çalışır. Mimlenir. 2 Ocak 1919 gü­nü, İstanbul’daki İngiliz Yüksek Komiserliği Babıâli’ye bir nota verir. «Türk halkını örgütleyip silahlandırdığı; kasaba­larda, köylerde İslam dernekleri kurduğu» için Nihat Paşa’ nın görevine son verilmesini ister. Harbiye Nazırı Cevat Pa­şa (Çobanlı) bu isteği kabul etmez. İngilizler buna bir «mim» koyup 16 Ocakta ikinci bir nota verirler. İngiliz baskısı kar­şısında Cevat Paşa istifa eder. Yerine gelen Ömer Yaver Pa­şa, 22 Ocakta, Hükümetin kararıyla Nihat Paşa’yı İstanbul’a çağırır. İkinci Ordunun başına Cemal Paşa (Mersinli) atanır([10]). Nihat Paşa görevinden alınmakla, İngilizlerin hışmından kurtulur. Onu korumaya çalışan Cevat Paşa ise İngilizlerin kara listesine girer. 1920 yılında Cevat Paşa, Genelkurmay Başkanı bulunduğu bir sırada, Cemal Paşa (Mersinli) da Mil­lî Savunma Bakanı iken İngilizlerce yakalanıp Malta’ya süaileceklerdir. Onların Malta künyeleri de birer numara ola­caktır: 2772 Cemal Paşa, 2773 Cevat Paşa.
Irak cephesinde durum, Suriye cephesinden daha çetin­dir. Mondros Mütarekesi, Irak’taki Türk garnizonlarının en yakın Müttefik kumandanına teslimini öngörmektedir. An­laşmada ayrıca, karışıklık çıkarsa, Müttefiklerin, «Altı Er­meni Vilayetini» işgal edebilecekleri belirtilmektedir. Yani iş­galler Irak’tan doğu Anadolu’ya da sıçratılabilecektir. İşgal edilen yerlerse, artık, Türkiye’ye geri verilmeyecektir. İngil­tere Dışişleri Bakanı Mr. Balfour, 9 Kasım 1918’de bunu Ami­ral Calthorpe’a bildirir. «Farkında olduğunuz gibi, Irak, Suri­ye ve Arabistan’da işgal ettiğimiz toprakların Osmanlı egemen­liğine veya yönetimine dönmeyeceği siyasetimizin değişmez parçasıdır» der .
Irak’taki Altıncı Ordu komutanı Ali İhsan Paşa (Sâbis) bu «değişmez» İngiliz siyasetini sezer. Bunu engellemek için çabalar. Orduyu düşmana teslim etmez. «Bu, yenilmemiş bir ordudur. Mütareke anlaşması deyimiyle ‘garnizon’ değildir; teslimi söz konusu olamaz,» diye düşünür. Musul şehrini ve vilayetini boşaltmayı da önce reddeder. 1918 Kasım ayının ilk günlerinde Irak’taki İngiliz Orduları Komutanı General Marshall ile Ali İhsan Paşa arasında gergin yazışmalar, tartışmalar olur. Sonunda, İngiliz baskısı ve İstanbul Hükümetinin buyruğu üzerine, Ali İhsan Paşa, 10 Kasımda Musul şehrini boşalt­mak zorunda kalır. «Protesto ederek askerimi çekiyorum» der. Nusaybin’e çekilir. Ama silah, cephane, erzak stoklarını İngilizlere pek kaptırmaz; kuzeye taşıtır. Askeri terhis işini de çok ağırdan alır. İngilizler, 15 Kasımda Musul şehrini, kasım sonunda da bütün Musul vilayetini işgal ederler ve oradan Antep’e doğru uzanırlar ([11]).
İngilizler Güneydoğu Anadolu’ya doğru uzanınca du­rum bir kez daha gerginleşir. Ali İhsan Paşa, mütareke anlaş­masının İngilizce metninde «Ermeni Vilayetleri» diye adlandırı­lan altı Doğu Anadolu vilayeti işgal edilince, buralarda bir Er­meni devleti kurulmak isteneceğini anlar. Buna karşı tedbirler almaya çalışır. Altıncı Ordu karargâhı Diyarbakır’a çekil­miştir. Ordu kumandanı, bu bölge Müslümanlarını silahlan­dırıp örgütlemek işine girişir. Anılarında şöyle der
«Irak ve Suriye’nin elimizden çıktığı aşikârdı. Hiç ol­mazsa altı doğu vilayetini bu akıbetten kurtarmak için uğ­raşmak lazımdı... Acz içinde bocalamakta olan İstanbul Hükümetinden enerji beklemek abes idi...
Her kasabanın ve şehrin, Müslüman halkın hukukunu muhafaza için, Müdafaai Hukuk Cemiyetleri ve mahalli milis teşkilatı kurmalarını valilerle müstakil mutasarrıflık­lara tavsiye ettim; bu hususta icap eden silah ve cephane­leri, Altıncı Ordunun elindeki kaynaklardan vereceğimi bildirdim...» (ıs).
Doğu Anadolu’da Ermenistan projesini engellemeye ça­lışan Ali İhsan Paşa, 1919 yılının ilk aylarında da İngilizleri uğraştıracak ve «savaş suçlusu» olarak damgalanacaktır. Malta’ya ilk sürülen Türk, Ali İhsan Paşa’dır. Mart 1919’da sü­rülmüştür. «Yargılanacak» olan kişilerin başında yer alır. Mal­ta künyesi: 2667 Ali İhsan Paşa’dır.
Mütareke döneminin daha ilk aylarında mimlenen bir baş­ka Türk komutanı da Yakup Şevki Paşa (Subaşı) dır. Büyük Taarruzda İkinci Ordu komutanı olan Yakup Şevki Paşa, Mondros Mütarekesinin imzalandığı sıralarda Kafkasya’daki Dokuzuncu Ordu komutanıdır. «Mütareke uygulamasında» Dokuzuncu Ordu komutanına ağır bir görev düşer. Bu ordu uzun ve çetin bir çekilme zorunda bırakılır. Mütareke haberi, Türk ordusunu Azerbaycan, Dağıstan ve Kuzeybatı İran iç­lerinde bulur. Bakû ve Tebriz, Türk birliklerinin elindedir. Bu uzak yerlerden Erzurum’a doğru çekilme görevi Yakup Şevki Paşa’ya verilir. Çetin bir iştir bu. Buralarda 30 bin ton kadar yiyecek stoku vardır. Batıya taşınması gerekir. Yoksa ordu, hatta halk aç kalacaktır. Ulaştırma araçları yetersizdir. Kış bastırmıştır. Ordu çekilince meydan Ermeni çetelerine kala­caktır. Ermeniler, İngiliz himayesinde yürümek ve öç almak için sabırsızlıkla beklemektedirler. Türk halkı, can, mal, na­mus kaygısındadır. Çekilmemesi için orduya yalvaranlar var­dır. Orduyla birlikte göçe kalkışanlar da az değildir. Ama or­du çekilmek zorundadır; çekilir. Türk birlikleri 17 Kasımda Bakû’yu, 18 Kasımda Tebriz’i, 4 Aralıkta da bütün Kuzeybatı İran’ı boşaltır. Halk kendi kendini savunmak için tedbirler al­maya çalışır. Bu arada Ahıska’da bir de geçici Hükümet ku­rulur. Bu, çekilmenin birinci safhasıdır.
İngilizler, 11 Kasım 1918 günü «üç sancak»ın, yani Kars, Ardahan ve Batum’un da hemen boşaltılmasını isterler. İstan­bul Hükümeti İngiliz isteğine boyun eğer. Yakup Şevki Paşa, bu kez çok daha çetin bir durumla karşı karşıya kalır. Boşal­tılacak bu yerlere, İngilizlerle birlikte Ermenilerle Gürcülerin yürüyecekleri kesindir. Yerli Türk halkını gözle görülür bir ölüm beklemektedir. Ordu komutanı çekilmeyi geciktirmek, zaman kazanmak ister. Yerli Türkler, ordunun kalması, di­renmesi için yalvarır. Yakup Paşa, Hükümetin buyruğuna karşı gelemez, direnişe karar veremez. Yalnız, yerli Türklerin savunma hazırlıklarına yardımcı olur. Kars’ta, ordunun çekile­ceği Ardahan, Artvin, Oltu, Kağızman, Sarıkamış gibi yerler­de Millî Şûra Hükümetleri kurulmasını destekler. Bu minya­tür hükümetler, Ermenilere karşı kendi başlarının çaresine bakmaya ve bölgesel kurtuluş savaşma hazırlanırlar. Denilebi­lir ki, «Doğu’da Kurtuluş Savaşı 1918 yılında başlar» ([12]). Ya­kup Şevki Paşa, 1919 başlarında, hemen hemen bütün ağırlık­larıyla Dokuzuncu Orduyu Erzurum’a kaydırmayı başaracak­tır. Daha sonra On Beşinci Kolordu olarak örgütlenecek bu güç, Kurtuluş Savaşı başlarında Türkiye’nin ordu denebilecek tek askerî gücüdür. Bu ordunun kurtarılabilmiş olmasında Yakup Şevki Paşa’nın uyanık davranmasının büyük bir payı vardır.
Ne var ki, Dokuzuncu Orduyu dağıtmayan, silahları, cep­haneyi İngilizlere kaptırmayan, gıda stoklarını batıya taşıyan ve Ermenilere karşı yerli Türkleri silahlandıran Yakup Şevki Paşa, kara listeye girer. Daha sonra Malta’ya sürülecektir. Onun gibi, Kars Şûrası’nın bütün üyeleri de Malta’ya sürüle­cekler arasındadır. Kafkas ordusundan Halil Paşa, Küçük Ce­mal Paşa; Tümen komutanlarından Ali Rifat ve Mürsel Bey­ler gibi birçok Türk subayı, Mütarekenin daha ilk aylarında İngilizlerce mimlenirler. Bunları yakalamak, yargılamak, sür­mek için İngilizler pusudadır. Olaylar, 1919 yılı içinde çorap söküğü gibi çözülecektir.
İngilizlerce daha 1918 yılında kara listeye alman, 1919’da da Malta’ya sürülen komutanlar arasında «Medine Müdafii» Fahrettin (Türkkan) Paşa’yı da anmak gerekir. O da «mütareke uygulamasına» karşı direnenler arasındaydı. Yalnız direniş amacı biraz başkaydı. Mütareke imzalandığı sırada Fahrettin Paşa, Medine’deki Osmanlı kuvvetleri komutanıydı. Bu birlik­ler, sözde Yıldırım Orduları Grubu’na bağlıydı. Ama genel ka­rargâhtan kopmuştu. Arada telsiz haberleşmesi bile kalmamış­tı. Yıldırım Orduları dağıldıktan sonra ise Fahrettin Paşa büs­bütün kendi başına buyruk kalmıştı.
6 Kasım 1918’de Sadrazam Ahmet İzzet Paşa, mütareke yapıldığını Fahrettin Paşa’ya teller. Mütareke gereğince, Hicaz, Asir ve Yemen’deki Osmanlı birlikleriyle garnizonlarının tes­lim olacaklarını bildirir. «Anayurdu kesin bir ölümden kur­tarmak» amacıyla bu acıklı hükme boyun eğildiğini söyler. Bu­na uyulmasını ister. «Pek yakında yurdumuza sağlıcakla dönmenizi Tanrı’dan dilerim,» der ([13]).
Bu telgraf buyruğu, iki gün gecikmeyle —o da ancak İngiliz telsizleri aracılığıyla— Fahrettin Paşa’ya ulaştırılabi­lir. Paşa, İstanbul’un buyruğunu iki gün gizler. Bu arada çar­pışmaları durdurur. Askeri Medine’ye çeker. Haber duyulun­ca, yanındaki subaylarla Medine ileri gelenlerini Haremi Şerif’te toplar. Sessiz, kasvetli bir öğle namazından sonra Paşa kalkar, kararını açıklar. «Ey Nâs!» diye başlayan bir nutuk söyler. Din duygularını coşturur ve «kutsal savaşa devam ede­ceğini» ilan eder. Şunları ekler:
«Ey Nâs! Malumunuz olsun ki, şeci ve kahraman as­kerlerim, bütün İslamın sırtını dayadığı yer, manevî gücü­nün desteği, hilafetin göz bebeği olan Medine’yi son fişengine, son damla kanına, son nefesine kadar muhafaza­ya ve müdafaaya memurdur
Fahrettin Paşa, din aşkına gelmiş, genel gidişe ters düşen bir tutum içine girmiştir. Anadolu elden giderken o, kutsal savaş bayrağı açmıştır. Şerif Hüseyin’e karşı Medine’yi savun­mak için direnir. İstanbul’un buyruğuna, yanındaki genç subay­ların uyarılarına aldırış etmez. «Peygamberin gölgesinde» di­renir. Anlamını yitirmiş olan bu direniş, iki ay kadar sürer. Sonunda Fahrettin Paşa, 10 Ocak 1919 günü İngilizlere ve Araplara teslim olur. Savaş tutsağı olarak Kahire’ye götürülür. Ora­da yedi ay kadar tutulduktan sonra, yaveri Şevket Ziya Bey’le birlikte, 5 Ağustos 1919 günü Malta’ya sürülür. Adada kendi­sine verilen sürgün numarası 2752’dir ([14]).
1919 yılına girerken niyetler artık az çok bellidir. Mütte­fikler, Anadolu’yu parçalamak niyetindedirler. İşgal ettikleri yerlerde bir Ermeni devleti kuracaklardır. Yalnız Ermenilerin değil, Rumların da «kurtarıcıları» gibi Türkiye’ye gelmektedir­ler.
Türkler de, öz yurtlarının parçalanmasına kolaylıkla bo­yun eğmeyeceklerini belli etmişlerdir. Altıncı ve Dokuzuncu Ordular, Mütarekeye karşı sessiz bir direniş içindedirler. Türk halkı kaygılıdır, silahlanmaya çalışmaktadır. Özellikle, yakın tehlikeyle karşı karşıya olan doğu ve Güneydoğu Anadolu’da gözle görülür bir gerginlik vardır. Türklere dikte edilecek ba­rış koşullan açıklanınca, Türkiye’de yer yer patlamalar olacağı anlaşılır. Ingilizler bu patlamaların önüne geçmek için, dinamik kişileri yakalayıp susturmanın yeteceğini düşünürler. Kişilere karşı yeni bir savaş yoluna saparlar. Bu yeni biçimdeki «savaşın» ya da sömürgeci yöntemin öncülerinden biri Amiral Calthorpe’tur. 2 Ocak 1919 günü Londra’ya şunları teller:
«Türk Hükümetini protesto edip durmak, hem yarar­sız. hem de onurumuzla bağdaşmaz görünüyor. Bugünkü kabine (Tevfik Paşa kabinesi), bize her türlü iyi niyeti gösteriyorsa da onun emirlerine uyulmuyor. Kafkasya’da, Kilikya’da mütarekeye uyulmadığını, Ermenilere karşı davranışların ise her zamanki gibi aşırı saldırgan oldu­ğunu görüyoruz. Bu nedenle, durum, yeni biçimde bir ey­lem gerektiriyor. Kendileri aleyhinde delil bulunduğu sa­nılan kimselerin hemen yakalanıp Müttefik askerî ma­kamlarına teslimini isteme yetkisinin bana verilmesi, en etkin çare olacaktır kanısındayım
İngiliz Yüksek Komiseri, açıkça bir «sömürge valisi» gibi davranmak istemektedir. İstanbul’da «suçlu» kişileri yakalat­mak, bunları Müttefik askerî makamlarına teslim ettirmek, yargılatmak istemektedir. Oysa İstanbul henüz resmen işgal edilmiş değildir. Hukuk açısından Osmanlı devleti ege­mendir. Hiç değilse işgal edilmeyen bölgelerde, bu arada İs­tanbul’da, Osmanlı yasaları sözde geçerlidir. Suçlu bile ol­salar, işgal edilmeyen bölgeler halkı üzerinde İngilizlerin yargı yetkisi olmaması gerekir. Ama, sömürgeci gözüyle bakılınca durum bambaşkadır. Osmanlı yasalarının yerini İngiliz buyruğu alabilecektir.
Osmanlı egemenliğinin ayaklar altına alınmakta olduğu açıktır. Ama, Amiral Calthorpe, İstanbul Hükümetinden bir tepki gelmeyeceğini bilmektedir. Aynı telgrafında söylediğine göre, Padişah ile Hükümeti, bundan memnun bile kalacak­lardır. Çünkü onlar da «siyasî düşmanları İttihatçılara karşı sert eyleme geçmek» arzusundadırlar. Eyleme geçerken yanlarında Müttefiklerin askerî desteğini bulacaklardır. Öte yan­dan, suçluları yakalama yolundaki bu «yeni eylem», Ana­dolu içlerindeki Türklere «yenilmiş olduklarını en iyi biçim­de anlatacaktır.» «Suçlu» Türkler yakalanıp Müttefik asker­lerine teslim edilince, «Ermenilere saygı gösterilecek, Mütare­kenin uygulanması kolaylaşacaktır». Türklerin bazıları yaka­lanınca, geri kalanlar yıldırılmış olacaklardır. Bunları anlattıktan sonra Amiral Calthorpe, «yoksa, cezalandırılması gereken her­kesi yakalamak çok büyük bir iştir» diye ekler ([15]).
İngiliz Yüksek Komiseri, ertesi günü Londra’ya ikinci bir şifre telgraf çeker. İşgal kuvvetlerinin «suçlu Türkleri» yakala­maları gerektiğini savunur. Bu işin Türk Hükümetince başarılamayacağını söyler. «Son iki ayın deneyi, önerimi fazlasıyla haklı çıkarır,» der ([16]).
Bu arada Londra’da da «suçlu Türkleri» yakalayıp ce­zalandırma yönünde kararlı bir hava esmektedir. İngiltere Savunma Bakanlığı, 3 Ocak günü, İstanbul, Bağdat ve Kahire’deki İngiliz Başkumandanlarına uzunca bir şifre tel çeker. Türk birliklerinin Kafkasya’dan çekilirken gıda stoklarını Er­zurum’a taşımakta olduklarını anlatır. Bu stokların «Ermeni malı» olduğunu ileri sürer. Bunları taşıtan Türk komutanları­nın yakalanıp cezalandırılmaları gerektiğini belirtir. Bu amaç­la Batum’da ve gerekli görülecek başka yerlerde Sıkıyönetim Askerî Mahkemeleri kurulmasını ister. Cezalandırılacak kişiler arasında, Enver Paşa’nın kardeşi Nuri Paşa ile Yakup Şevki Paşa’nın adları verilir ([17]).
Dokuzuncu Ordu üzerindeki İngiliz baskısı gittikçe sert­leşir. 7 Ocak günü Kars’a gelen İngiliz Generali Walker, Ya­kup Şevki Paşa’ya yedi maddelik bir ültimatom verir: 12 Ocak gününe kadar Kars’ın İngilizlerle Ermenilere bırakılmasını, 15 Ocak gününe kadar demiryollarının Ermenilere teslim edilmesi­ni, 25 Ocak gününe kadar da Kars ve Ardahan sancaklarının boşaltılmasını ister. Bu arada yiyecek stoklarının Erzurum’a ta­şınmasını önlemeye çalışır. 4.300 tonluk gıda stoku taşmamadan kalır ([18]).
Bu baskı karşısında Yakup Şevki Paşa, çekilmeyi hızlan­dırır. Ermeniler Kars’a gelmeden önce, 13 Ocak günü, Doku­zuncu Ordu karargâhını Erzurum’a kaydırır. Ama, İngilizler bununla yetinmezler. Türkiye’deki İngiliz Orduları Başkomu­tanı General Milne, Türk ordusunun Kars, Ardahan bölgesinden yavaş çekildiğini ileri sürer. 12 Ocak günü Londra’ya, «Türk’e çok sert bir ders vermek gerek,» diye yazar ([19]).
İngiltere Savunma Bakanlığı, «suçlu» Türkleri yakalatıp cezalandırmak üzere hemen eyleme geçer. 15 Ocak 1919 günü, İstanbul, Kahire, Bağdat’taki İngiliz Başkumandanlıklarına şifre telgrafla dokuz Türk komutanının adlarını verir. Cezalan­dırılmak üzere bunların yakalanmalarını ister. Bu Türk komu­tanlarının adları ve sözümona suçları şöyle sıralanmıştır:
Nuri Paşa : Kafkasya’da eski İslam Ordusu Komutanı. Azerbaycan’a asker sokmak, Ermenilere zorbalık etmekten suçludur.
Mürsel Paşa (General Mürsel Bakû): Kafkasya’da Azer­baycan Kuvvetİeri Komutanı. Nuri Paşa’yı desteklemek, Türk ordusunun geri çekilmesini geciktirmekle suçlanmaktadır.
Şevki Bey (Yakup Şevki Subaşı Paşa): Kafkasya’da Do­kuzuncu Ordu Komutanı. Ermenilere, UkraynalIlara zorbalık etmek ve geri çekilmeyi geciktirmekle suçlanmaktadır.
Nihat Paşa (Anılmış): Pozantı’da İkinci Ordu Komutanı. Mülkî makamları ayaklanmaya kışkırtmak, Kilikya’yı boşaltmamakla suçludur.
Ali ihsan Paşa (Sâbis) : Mezopotamya’da Altıncı Ordu Komutanı. Cerablus’ta İngiliz Komutanına hakaret etmekten ve yağmacılıktan suçludur.
Fahri Paşa (General Fahrettin Türkkan): Hicaz Ordusu Komutanı. Teslim olmamakla suçlanmaktadır.
Galip Paşa: Yemen’de 40. Tümen Komutanı. Teslim ol­muyor.
Tevfik Paşa: Yemen’de 7. Kolordu Komutanı. Teslim ol­muyor. Asir’deki 23. Kolordu Komutam da teslim olmuyor ([20]).
İngilizlerin ilk kara listesi budur. Liste, kâğıt üzerinde kalmaz. Sanıklar, aranmaya, kovalanmaya başlanır. İlk yaka­lanan Türk subayı bu listede adı bulunmayan Albay Ali Rifat Bey’dir ([21]). Ali Rifat Bey, Yakup Şevki Paşa’nın tümen komutanlarındandır. Ocak 1919’da yakalanır, yargılanmak üze­re Batum’a götürülür. Arkasından 1919 yılı Şubat ayı içinde Beşinci Kafkas Tümeni komutanı Albay Mürsel Bey tutukla­nır. Malta’dan kurtulduktan sonra Büyük Taarruza Birinci Süvari Tümeni Komutanı olarak katılan Albay Mürsel (Bakû) Bey’in tutuklanması üzerine Yakup Şevki Paşa sert tepki gös­terir. 27 Şubatta Harbiye Nezaretine şunları yazar:
«Gerek Albay Ali Rifat Bey’in tutuklanıp yargılanma­sı, gerekse Beşinci Tümen Komutanı Albay Mürsel Bey’in tutuklanması konusundaki görüşlerimi birçok kez bildir­miştim... Eğer bir yabancı hükümet tümen komutan­larımızı, daha büyük ve daha küçüklerini böyle rasgele tu­tuklarsa ve buna karşı devletin hiçbir hakkı ve savunacak sözü olmazsa o zaman halimiz nereye varır?
 Tutuklamak, cezalandırmak gerekiyorsa bunları hükümetimiz tutukla­yıp cezalandırsın. Bir Osmanlı tümen komutanı, dünya­da görülmüş, işitilmiş hangi kanun, hangi mantık gere­ğince bir İngiliz harp divanında yargılanabilir?
 Devletimiz ciddi bir varlık gösterecek olursa, İngilizlerin bu kadar fazla ileri gidemeyecekleri kanısındayım.»
Yakup Şevki Paşa, Erzurum’dan telgraflar yağdırmakla İstanbul Hükümetinin «ciddî bir varlık göstereceğini» umar, bekler. Bir gün sonra, «Düşmanların Osmanlı devletini, hatta Türk milletini yok etmeye karar verdiklerini» yazar. «Hiç ol­mazsa şeref ve namusun kurtarılması için direniş gösterilmesi­ni» ister ([22]). Oysaki, İstanbul Hükümeti, direniş göstermek şöyle dursun, İngilizlerin uydusu gibi davranmaktadır; İngiliz­lerin isteği üzerine, Yakup Şevki Paşa’nın kendisini de görev­den atmıştır. Daha 17 Şubat günü General Milne, övünerek Londra’ya şunları teller:
«Dokuzuncu Ordu Komutanı (Yakup) Şevki Paşa’yı attırdım. Yardımcısı Albay Ali Rifat Bey’i yakalattım. Mü­tarekeyi çiğnemek suçuyla yargılanacağı kesindir. Batum Tümeni Komutanı Mürsel Bey’i de tutuklattım..» (2S).
Görevinden alman Yakup Şevki Paşa, bir süre daha Er­zurum’da kalır. Erzurum halkı İstanbul’a gitmemesi, ordunun başından ayrılmaması için kendisine yalvarır. Paşa, gözlerinden rahatsız olduğu, İstanbul’da tedavi görmesi gerektiği için Er­zurum’da kalamayacağını söyler. İstanbul Hükümetine «direniş» öğütlerken kendisi de direnişi göze alamaz. Tümen komutan­larından sonra yakalanmak sırasının kendisine gelebileceğini pek düşünmez. İngilizlerin kara listesinde olduğunu aklına ge­tirmez, ya da umursamaz. Tedavi için değil, yakalanıp Malta’ya sürülmek üzere İstanbul’a gider.
İngilizlerin yeni savaşı başlamıştır. Gittikçe de yoğunla­şacaktır.
Sh:17-31
İstanbul’da tutuklamaların başladığı bir sırada, 23 Ocak 1919 günü Londra’da bir toplantı yapıldı. Buna, İngiltere Dış­işleri, Millî Savunma, Donanma Bakanlıklarının temsilcileri katıldılar ([23]). Türk «Savaş Suçluları» konusundaki İngiliz planı bu toplantıda kararlaştı.
«Mütareke hükümlerinin Türkiye tarafından uygulan­ması konusunda konferans» adını taşıyan bu toplantıda önce, adına uygun olarak, Mütareke konusu ele alındı. Mütareke anlaşmasının kimi maddelerinin Türklerce tam uygulandığı, kimilerinin ancak yarım uygulandığı, kimi maddelerin ise hiç uygulanmadığı saptandı. Özellikle, «Türkiye’nin stratejik nok­talarının işgal edilebileceğini» öngören yedinci maddenin uy­gulanmasına Türklerin karşı geldikleri belirtildi. Kilikya, Cerablus, Antep örnek olarak gösterildi. Yemen, Asir ve Mezopotam­ya’da Türk birliklerinin teslim olmadıkları açıklandı.
Bu noktalar saptandıktan sonra, «suçlu» Türklerin tu­tuklanıp cezalandırılmaları konusuna geçildi. İngiliz Savunma Bakanlığı temsilcileri, bu suçluların İngiliz askerî mahkeme­lerinde yargılanacaklarını açıkladı. Batum gibi yerlerde kuru­lan bu mahkemelerin meşruluğunun tartışılmamasmı istedi. İlerde bu konuda İngiltere Başsavcısının görüşünün alınabi­leceğini söyledi. Şimdilik, Batum’dan başka, Suriye’de, Me­zopotamya’da da askerî mahkemeler kurulması kararlaştırıl­dı. Ancak, bu mahkemelerin bütün «suçluları» yargılayamayacakları da kabul edildi. Şöyle dendi :
«Bununla birlikte toplantı, bu mahkemelerin Tür­kiye’de Müttefiklerin fiilî işgali dışında kalan yerlerde yakalanan kişileri yargılamaya yetkili olamayacaklarını, bu gibi kimseler için Malta’ya sürülmek gibi başka ted­birler alınmasını da düşündü.»
Yine aynı toplantıda, Türkiye’ye baskı yapmak üzere, İs­tanbul’un Müttefiklerce işgal edilmesinin Paris Barış Konfe­ransına önerilmesi kararlaştırıldı
Toplantının asıl sonucu, İngiltere’nin İstanbul Yüksek Komiserliğine verilecek talimat taslağının hazırlanması oldu. İngiltere Dışişleri Bakanlığı, hazırlanan taslakta birkaç değişiklik yaptı. Sözgelişi, taslakta, suçluların Müttefiklere teslim edilmeleri istenirken Türk Hükümetine çok sert baskı yapıl­ması öngörülüyordu. Suçluları teslim etmeyecek olan Osmanlı nazırlarının Malta’ya sürülecekleri, daha da direnirlerse İs­tanbul’un işgal edileceği resmen açıklanacaktı. Lord Curzon, bir gözdağı vermeyi şimdilik gerekli görmedi. Çünkü, Padi­şah Hükümeti işbirlikçiydi. İngilizlerin isteklerini yerine ge­tirmeye zaten hazırdı. Birkaç değişiklikten sonra taslak onay­landı. 5 Şubat 1919 günü, şifre telgrafla İstanbul Yüksek Komiserliğine iletildi. 233 sayılı olan bu telgraf, Türk savaş suç­luları ve Malta sürgünleri konusunda temel İngiliz belgelerin­den biridir. Bir plan ve ana talimat niteliğindedir. İstanbul’da­ki İngiliz Yüksek Komiserliği, 1919-1920 yıllarında, Türk ile­ri gelenlerini yakalatıp Malta’ya sürerken hep bu talimata da­yanmıştır. Bu konudaki yazışmalarda sık sık söz konusu edi­len bu talimatı veya planı olduğu gibi aşağıya aktarmak uy­gun olur. Lord Curzon’un, Amiral Calthorpe’a gönderdiği 5 Şubat 1919 günlü talimat şudur :
«158 ve 170 sayılı telgrafınızdan anladığıma göre, Türk Hükümetini arzuladığımız yönde harekete geçirmek için, herhangi bir baskıya gerek yoktur. (Sadece) kendisine destek vaadinde bulunmamız yetecektir.
O halde, aşağıdaki nedenlerden dolayı, sizce ya da ilgili komutanlarca teslim alınmaları gerekli görülecek Türk subayları ile görevlilerinin size ya da en yakın Müt­tefik komutanına teslim edilmeleri için hemen harekete geçmesi yönünde Türk Hükümetine talimat vermelisiniz :
1— Mütareke hükümlerine uymakta kusur etmek;
2— Mütareke hükümlerinin uygulanmasına engel ol­mak;
3— İngiliz komutanlarına, subaylarına hakaret etmek;
4— Tutsaklara kötü davranmak;
5— Gerek Türkiye’de, gerek Kafkasya’da, Ermenilere  ya da öteki ırklara karşı zorbalık etmek;
6— Malların yağmasına, yok edilmesine katılmak;
7— Savaş yasalarıyla törelerini çiğnemek.
İşgal altındaki topraklarda ya da Kafkasya’da suç işlemiş olan Türkleri yargılamak üzere, Kafkasya’da, İrak’ta, Suriye’de askerî mahkemeler kurulmaktadır.
Osmanlı İmparatorluğunun Müttefik işgali dışında ka­lan topraklarında yukarıdaki suçlardan sanık Türklere gelince, bunların Türk makamlarınca yargılanıp cezalan­dırılmasına İngiltere Hükümeti razı olamaz. O bakım­dan, bu gibi suçluların, Malta tutsak kampına sürülmek, Müttefiklerin daha sonra verecekleri karara göre yargı­lanıp cezalandırılmak üzere, bize teslim edilmeleri için direnmeniz gerekir. Usul konusunda henüz bir karar alın­mış değildir, ama bu sorun Paris’te (Barış Konferansında) görüşülecektir.
158 sayılı telgrafınızın son fıkrasında önerdiğiniz gibi kendisini destekleyeceğimiz konusunda Padişaha güven­ce veriniz.
Yukarıdaki noktalar Başkomutana da bildirildi.» [24]
Türk «Savaş Suçluları» konusunda Londra Hükümetinin görüşü ya da planı budur. Yedi çeşit suç sıralanmıştır. Bu suçlar, İngiltere Savunma Bakanlığında yapılan 23 Ocak 1919
günlü toplantıda saptanmış, İngiliz Hükümetince benimsen­miştir. Böyle suçlar sıralanırken hiçbir hukukçuya danışılmamıştır. Toplantıya, hukukçu çağırılmamış, hukuk, adalet kaygısından uzak kişiler katılmışlardır. Suçlar, öç alma hırsıyla hazırlanmıştır. Önyargılıdır. 7 sınıf suçun her biri alabildiği­ne keyfîdir, kaypaktır. «Mütareke hükümlerine uymakta ku­sur etmek» suçu, İngilizlerin keyfine göre yorumlanmaya el­verişlidir. Mütareke, Türkiye’nin paylaşılmasına, Türk ulusu­nun kendi toprakları üzerinde bağımsız yaşama hakkının kaldırılmasına doğru yürütülmekteydi. Öyle olunca, bunu hazmedemeyecek her Türk, kolayca suçlanabilecek, askerî mah­kemeye verilebilecekti. Yalnız bu suç bile, bütün Türkiye’de bir korku havası yaratmaya yetecekti. İşgal edilmiş yerlerde olsun olmasın bir Türk, bir İngiliz subayına yan bakamaya­caktı. El kaldırmasına, silah çekmesine gerek yoktu. Bir söz, bir bakış bile «İngiliz subayına hakaret» suçu sayılabilecek­ti. Suçun cezası ise İngiliz askerî mahkemesine verilmek, ile­ride yargılanmak üzere Malta’ya sürülmekti. Türk, yalnız İngiliz önünde değil, Rum ve Ermeni önünde de boynu bü­kük kalmaya mahkûm edilmekteydi. Yoksa, «Ermenilere, Rumlara zorbalık» suçundan cezaya çarptırılması işten bile değil­di. Suçların çoğu, zaman bakımından da çok genişti. «Ma­kabline şamildi». Mütareke dönemiyle sınırlı değildi. Sözgeli­şi, Hıristiyan azınlıklara zorbalık suçu, haçlı kafasıyla çok eskilere kadar genişletilebilecek nitelikteydi. Balkan savaşın­da bir Rumun, bir Ermeninin burnu kanatılmışsa, İngiliz şim­di bunun hesabını sorabilecekti. Hukuk, adalet ölçüleriyle, İngiliz icadı bu suçların tutulur yanı yoktu.
Suret-i haktan görünmeye çalışılarak, suçlar, işlendikle­ri yere göre iki sınıfa ayrılmıştır. Suç, işgal edilen yerlerde iş­lenmişse, suçlu doğrudan doğruya İngiliz askerî mahkemesi­ne verilecektir. Suç, işgal edilmemiş topraklarda işlenmişse ne olacaktır?
 O zaman suçlu, Malta tutsak kampına sürülecek­tir. Daha sonra yargılanıp cezalandırılmak üzere. Hangi mahkemece, nasıl yargılanacakları henüz kararlaştırılmamıştır ama, herhalde Türk mahkemelerince yaslanamayacaklar­dır. İngiltere, Türk devletinin yargı yetkisini kesinlikle kabul etmemektedir. Bu, Osmanlı İmparatorluğunun egemen bir devlet olduğunu kabul etmemek demektir. Türkiye’yi, her­hangi bir İngiliz sömürgesiyle eş tutmak anlamına gelir. Hu­kuk açısından Osmanlı devleti henüz egemendir. Toprakları yer yer işgal edilmişse de bütün Türkiye’nin bir sömürge ol­duğu henüz resmen ilan edilmiş değildir. Ama, İngiltere, Tür­kiye’yi sömürge gibi görmektedir.
İngilizler, «Türk Savaş Suçluları» kavramını icat eder­ken, İttihatçı İtilafçı diye bir ayrım gözetmezler. Böyle bir ayrım, Padişahın kafasında vardır. Padişah, İngilizlere daya­narak İttihatçıları cezalandırmak kararındadır. İngilizlerin kararı ise Türk’ü cezalandırmaktır. İngiliz icadı suçlarla, İtilafçılar da kolayca suçlanabileceklerdir. Ancak, kayıtsız şart­sız İngiliz uşaklığını kabul edebilenlerdir ki, «suçsuz» sayıla­bileceklerdir. Sömürgecinin istediği de budur: Kayıtsız şartsız uşaklık! Tek sözcükle, İngiliz planı, Türk ulusunu boyundu­ruk altına alma planıdır.
Bu İngiliz planına ilk tepki Fransa’dan geldi. Fransa, İn­giltere’nin müttefikidir. Türkiye’nin, Türklerin dostu değildir; sömürgecidir; emperyalisttir. Türkiye’nin paylaşılmasında İn­giltere ile ortaktır. Türk topraklarının işgal edilmesine katıl­maktadır. Türkiye’ye dikte edilecek barış koşullarını İngiliz­lerle birlikte hazırlamaktadır. Ama yine de Fransa, İngiliz planına tepki göstermekten kendini alamaz. Her şeyin bir öl­çüsü, sınırı olmalı, ölçüsüz, sınırsız İngiliz planını, sömürgeci Fransa bile hazmedemez.
Amiral Calthorpe, Lord Curzon’un talimatını alır almaz, İngiliz planını bir notaya döker. İstanbul Hükümetine vere­cektir. Vermeden önce bu notayı İstanbul’daki Fransız Yük­sek Komiseri General Franchet d’Esperey’e gösterir. Türklere tepeden bakan, hatta küstahça davranan bu kibirli Fransız askerinin hukuk anlayışı, İngiliz planını kavramaya, hazmet­meye engeldir. Fransız generali, hemen yazılı olarak, İngiliz planına katılmadığını Amiral Calthorpe’a bildirir. 11 Şubat 1919 günü İngiliz Yüksek Komiserine şu yazıyı yollar :
«Osmanlı Dışişleri Bakanına vermek niyetinde oldu­ğunuz, Cumhuriyet (Fransa) Yüksek Komiserliğine de bil­dirmek lütfunda bulunduğunuz mektup (nota) taslağı ko­nusunda az önce bilgi edindim.
Gerek savaş tutsaklarına, gerek Ermenilere karşı taş­kınlıklarda bulunmaktan, genel bir anlamda savaş yasala­rını çiğnemekten sanık kişilerin araştırılmaları, cezalandı­rılmaları gerektiği konusunda sizinle aynı görüşteyim.
Ancak, belirtmem gerekir ki, benim kanımca, Osmanlı İmparatorluğunun işgal edilmemiş bölgelerinde suçlula­rın araştırılması, yargılanması, cezalandırılması, Türk ma­kamlarının kendilerine düşen bir görevdir. Tabiî, Müt­tefik askeri makamları bunu gözetleyip denetleyecekler, görevin nasıl yerine getirildiği konusunda Hükümetlerine bilgi vereceklerdir.
Bu görüşüme katılacağınızı umarım(3S)
Fransız generali, sınırlı, denetimli de olsa, Türk devleti­nin yargı yetkisini kabul ediyor, Osmanlı devletini tam bir sömürge gibi görmüyor, demektir. Fransız ve İngiliz görüşle­ri arasında temelde ayrılık vardır. Amiral Calthorpe, bu ya­zıyı alır almaz durakladı. Türk Hükümetine vermeye hazır­landığı notayı durdurdu. Hemen Londra’dan talimat istedi. Fransız görüşüne katılmadığını, bu arada «suçluları» yakalat­mak işini sürdürdüğünü de söyledi ([25]). Yani, sanıkların ya­kalanmaları, yargılanmaları konularında görüş ayrılığının çö­zümlenmesini beklemeden, İngiliz Yüksek Komiseri sanıkları tutuklattırıyordu.
Londra’daki İngiliz makamları da bir şaşkınlık geçirdi­ler. Şimdiye kadar kendi kendilerine suçlar uyduruyorlar, bun­lara karşı tedbirler düşünüyorlardı. İlk kez karşılarına deği­şik bir görüş çıkmıştı. İngiltere Dışişleri Bakanlığındaki bir görevli, suçu Amiral Calthorpe’un üzerine atmaya kalkıştı: «Suçluları Malta’ya sürmek Calthorpe’un kendi önerisiydi» dedi.
Sh:36-40

  1. 2667    Ali İhsan Paşa (Sâbis), Eski Altıncı Ordu Komutanı,
  2. 2668    İbrahim Ahmet, Onbaşı, Ali İhsan Paşa’nın Emir Onbaşısı, 92
  3. 2675    Hüseyin Cahit (Yalçın), İstanbul Mebusu, Gazeteci,
  4. 2676    Celâl Bey, Albay,
  5. 2677    Şerafettin Efendi, Yüzbaşı,
  6. 2678    Hazım Bey, Binbaşı,
  7. 2679    Mehmet Tevfik Bey, Yarbay,
  8. 2680    Ahmet Tevfik Bey, Albay,
  9. 2681    Ömer Bey, Binbaşı,
  10. 2682    Tevfik Hadi Bey, Siyasî Polis Müdürü,
  11. 2684    Yusuf Ziya Bey, Emekli Binbaşı, İttihat ve Terakki Üyesi,
  12. 2685    Habip Bey, Bolu Mebusu,
  13. 2686    Mehmet Sâbit Bey, Sivas Valisi,
  14. 2687    Veli Necdet Bey, Dahiliye Nazırlığı Müsteşarı,
  15. 2688    Haşan Fehmi Bey, Sinop Mebusu,
  16. 2689    Ali Fethi Bey (Okyar), Eski Sofya Elçisi, Dahiliye Nazırı,
  17. 2690    Tahir Cevdet Bey, Ankara Valisi,
  18. 2691    Rahmi Bey, İzmir Valisi,
  19. 2692    İsmail Canbulat Bey, Dahiliye Nazın,
  20. 2693    Mithat Bey, İttihat ve Terakki Partisi Sekreteri,
  21. 2694    Cemal Efendi, Yüzbaşı,
  22. 2695    Abdülgani Bey, Yarbay,
  23. 2696    Nevzat Bey, Yüzbaşı,
  24. 2697    Mümtaz Bey, Emekli Yarbay,
  25. 2698    Fazıl Berki Bey, Çankırı Mebusu,
  26. 2699    Dr. Halil Bey, Yüzbaşı, 95
  27. 2700    Ahmet Cevat Bey, Albay, İstanbul Merkez Kumandanı,
  28. 2701    İbrahim Bedrettin Bey, Diyarbakır Valisi,
  29. 2702    Atıf Bey, Ankara Mebusu,
  30. 2703    Ferit Bey, İttihat ve Terakki Sekreteri,
  31. 2704    Macit Bey, Sayıştay Memuru,
  32. 2705    Hüseyin Kadri Bey, Karesi Mebusu,
  33. 2706    Hoca Rifat Efendi, İttihat ve Terakki Temsilcisi,
  34. 2707    Mazlum Bey, Binbaşı,
  35. 2708    Ahmet Haydar Bey, Binbaşı,
  36. 2709    Sami Bey, Albay,
  37. 2710    İbrahim Hakkı Bey, Binbaşı,
  38. 2711    Mustafa Asım Bey, Of Mutasarrıfı,
  39. 2712    Hilmi Bey, Kırklareli Mutasarrıfı,
  40. 2713    Aziz Cihangiroğlu, Kars Şûrası Adalet Bakanı (Mümessili),
  41. 2714    Pavlo Jamusev, Kars Şûrası Rum Üyesi,
  42. 2715    Haşan Han Cihangiroğlu, Kars Şûrası Savunma Bakanı,
  43. 2716    Mehmet Bey Alibeyzade, Kars Valisi,
  44. 2717    İbrahim Cihangiroğlu, Kars Şûrası Başkanı,
  45. 2718    Zekeriya Zihni Bey, Edirne Valisi,
  46. 2719    Ahmet Muammer Bey, Konya Valisi,
  47. 2720    Musa Bey Salahov, Kars Polis Müdürü,
  48. 2721    Yusuf Bey Yusufoğlu, Kars Şûrası Gıda Bakanı,
  49. 2722    Tauchitgin Memlejeff, Kars Emniyet Müdürü,
  50. 2723    Gani Bey, İttihat ve Terakki Temsilcisi,
  51. 2724    Ahmet Bey, Sivas Valisi,
  52. 2725    Radjinski Matroi, Kars Şûrası Rus Üyesi,
  53. 2726    Vafiades Stefani, Kars Şûrası Rum Sosyal Yardım Bakanı,
  54. 2727    Muhlis Bey Mehmetoğlu, Kars Şûrası P.T.T. Genel Müdürü,
  55. 2728    Salâh Cimcoz Bey, İstanbul Mebusu,
  56. 2729    Mehmet Sabri Bey, Saruhan Mebusu,
  57. 2730    Süleyman Sudi Bey, Lazistan Mebusu,
  58. 2731    Ubeydullah Efendi, İzmir Mebusu,
  59. 2732    Dr. Süleyman Numan Paşa, Ordu Sağlık Müfettişi,
  60. 2733    Memduh Bey, Musul Valisi,
  61. 2734    Hayri Efendi Ürgüplü, Şeyhülislam,
  62. 2735    Saip İbrahim Pirzade, Devlet Şûrası Başkanı, Nazır,
  63. 2736    Ahmet Nesimi Bey, Hariciye Nazırı,
  64. 2737    Faik Bey, Merzifon Kaymakamı,
  65. 2738    Şükrü Bey (Kaya), Mülkiye Müfettişi,
  66. 2739    Hacı Ahmet Paşa, Enver Paşa’nın Babası,
  67. 2740    Rıza Hamit Bey, Bursa Mebusu,
  68. 2741    Yakup Gallus, 229
  69. 2742    Zülfi Bey (Tiğrel), Diyarbakır Mebusu,
  70. 2743    Feyzi Bey (Pirinççioğlu), Diyarbakır Mebusu,
  71. 2744    Sarafoğlu Michel, Osmanlı Ordusunda Teğmen, Tercüman,
  72. 2745    Tahir Bey, Yüzbaşı,
  73. 2746    İzzet Basri, Diyarbakır Askerlik Dairesi Kâtibi,
  74. 2747    Mehmet Hilmi Bey, Emekli Yüzbaşı,
  75. 2748    Abdullah Murgan, Çavuş,
  76. 2749    Mehmet Abed, Er,
  77. 2750    Mustafa Sıtkı, Onbaşı,
  78. 2751    Şevket Ziya Bey, Süvari Teğmeni (Fahrettin Paşa’nın Yaveri),
  79. 2752    Fahrettin Paşa (Türkkan), Medine Kumandam,
  80. 2754    Prens Abbas Halim Paşa, Nafıa Nazırı,
  81. 2755    Prens Sait Halim Paşa, Sadrazam,
  82. 2756    Mithat Şükrü (Bleda), İttihat ve Terakki Genel Sekreteri, Burdur Mebusu, Maarif Nazırı,
  83. 2757    Hacı Adil Bey, Mebusan Meclisi Başkam,
  84. 2758    Mahmut Kâmil Paşa, Eski Beşinci Ordu Komutanı,
  85. 2759    Ziya Gökalp, Üniversite Hocası, Akdağ Madeni Mebusu,
  86. 2760    Halil Bey (Menteşe), Meclis Başkanı, Nazır,
  87. 2761    Kemal Bey (Kara Kemal), iaşe Nazırı,
  88. 2762    Ali Münif (Yeğena), Nafıa Nazırı,
  89. 2763    Ahmet Şükrü Bey, Maarif Nazırı,
  90. 2764    Ahmet Ağaoğlu, Üniversite Hocası, Gazeteci, Yazar, Afyon Mebusu,
  91. 2765    Hüseyin Tosun Bey, Erzurum Mebusu,
  92. 2767    Mehmet Arif Bey, Binbaşı,
  93. 2768    Nuri Bitlisi Yusuf, Çavuş,
  94. 2769    Nuh Eyüp, Mürsel Paşa’nın Emireri,
  95. 2770    Hakkı Mürsel Paşa (Bakû), Tümen Komutanı,
  96. 2771    Çürüksulu Mahmut Paşa, Senatör,
  97. 2772    Mehmet Cemal Paşa (Mersinli), Harbiye Nazırı, İsparta Mebusu,
  98. 2773    İsmail Cevat Paşa (Çobanlı), Erkân-ı Harbiye-i Umumî’ye Reisi,
  99. 2774    Haşan Tahsin Bey, Erzurum ve Şam Valisi,
  100. 2775     Dr. Mehmet Esat Paşa (Işık), Hilal i Ahmer Cemiyeti Reisi, «Millî Kongre»nin Kurucusu ve Başkanı,
  101. 2776     Hüseyin Rauf Bey (Orbay), Bahriye Nazırı, Sivas Mebusu,
  102. 2777     Ahmet Şevket Bey (Galatalı), Albay, İstanbul Merkez Kumandanı,
  103. 2778     Mustafa Vasıf Bey (Kara Vasıf), Sivas Mebusu,
  104. 2779     Mehmet Şeref Bey (Aykut), Edirne Mebusu,
  105. 2780     Ahmet Faik Bey (Kaltakkıran), Edirne Mebusu,
  106. 2781     Numan Usta, İstanbul Sosyalist Mebusu,
  107. 2782     Ali Sait Paşa, Eski Yemen Kumandanı,
  108. 2783     Ebüzziyazade Velit Bey, İstanbul Gazeteciler Cemiyeti Başkam,
  109. 2784     Süleyman Nazif Bey, Vali, Yazar, Şair,
  110. 2785     Celâl Nuri (İleri), Gelibolu Mebusu, Gazeteci,
  111. 2786     İslâm Ali, Ali Sait Paşa’nın Yemenli Evlatlığı, 180, 339, 353, 398
  112. 2787     Ahmet Emin (Yalman), «Vakit» Gazetesi Yazarı,
  113. 2788     Mehmet Muammer Bey, İstanbul Polisi Siyasî Kısım Müdürü,
  114. 2789     Hilmi Abdülkadir Bey, Emekli Binbaşı,
  115. 2790     Eczacı Mehmet, İşadamı,
  116. 2791     Aka Gündüz (Enis Avni) Bey, «Alay» Gazetesi Başyazarı,
  117. 2792     Rafet Paşa, Eski Samsun Kumandam,
  118. 2793     Kel Ali Bey (Çetinkaya), Afyon Mebusu,
  119. 2794     Ali Seyyit Bey, Senatör,
  120. 2795     Mehmet Kâmil Bey, Musullu Gazeteci,
  121. 2796     Mustafa Kırzade (Acenta Mustafa), Tacir,
  122. 2797     Dr. Abdüsselâmi Paşa, Eski Yemen Kumandam, Emekli General,
  123. 2798     Mustafa Reşat Bey, İstanbul Siyasî Polis Müdürü,
  124. 2799     Hacı Ahmet Bey, Sivas İttihat ve Terakki Delegesi,
  125. 2800     Mustafa Abdülhalik (Renda), Bitlis Valisi,
  126. 2801     Basri Bey, Yarbay, Cevat Paşa’nın Damadı,
  127. 2802     Agâh Bey,
  128. 2803     Yakup Şevki Paşa (Subaşı), Dokuzuncu Ordu Kumandam,
  129. 2804     Murat Bey,
  130. 2805     Ali Cenani Bey, Antep Mebusu,
  131. 2806     Andavallı Mehmet Ağa,
  132. 2807     Süleyman Faik Paşa,
  133. 2808     Ali Nazmi Bey,
  134. 2809     Mehmet Nazım Bey,
  135. 2810     Hoca İlyas Sami Bey (Mus), Muş Mebusu,
  136. 2811     Mehmet Âtıf Bey,
  137. 2812     Süleyman Necmi Bey,
  138. 2813     Sefer Bey,
  139. 2814     Burhanettin Hakkı Bey,
  140. 2815     Mehmet Rıfat Bey,
  141. 2816     Mehmet Nuri Bey,
  142. 2817     Mehmet Ali Bey,
  143. 2818     Cemal Oğuz Bey,
  144. 2819     Mehmet Adil Bey,
  145. 2820     Mehmet Rüştü Bey,

Batum Mahkemesi
Ama pek akla getirilmeyen, ya da unutulan önemli bir nokta vardır. O da şudur : Bu Türk vatandaşları, yabancı mah­kemeler önünde yargılanıp cezalandırılmak niyetiyle Malta’ya götürülmüşlerdi. İngiliz makamları, «suçlu» saydıkları Türkleri cezalandırmak konusunda kararlıydılar ve aman vermeye hiç niyetli değillerdi. Malta sürgünleri, İngilizlerin gözünde «suçlu» kişilerdi. Kendilerinden hesap sorulmamış olması, ha­zırlanan oyunun bozulmasından, evdeki hesapların çarşıya uymamasındandır.
İngilizler, «Suçlu Türkleri» yargılamak çığırını, Ocak 1919’da, Batum Askerî Mahkemesini kurup çalıştırmakla açar­lar. 3 Ocak 1919 günü, İngiltere Savunma Bakanlığı, İngilte­re’nin, İstanbul, Kahire ve Bağdat’taki Başkumandanlıklarına bir talimat verir. Suçlu Türkleri yargılamak üzere, «Batum’da ve başka yerlerde sürekli sıkıyönetim askerî mahkemeleri kurulmasını» ister. Bunu önceden Fransa ve İtalya’ya danışmak ya da duyurmak gerekmediğini de ekler. Çünkü mahkemelerin kurulacağı bölgeler, İngiliz kontrol ve nüfuz bölgeleri sayı­lır O. 13 Ocak 1919 günü, İngiliz Askerî İstihbarat Başkam General Thwaites, askerî mahkemelerin nasıl iş bölümü ya­pacaklarını açıklar: Mısır’da Mareşal Allenby, Irak’ta Gene­ral Marshall, Kafkasya’da da General Milne, suçlu Türkleri yargılatacaklardır ([26]). Peki Mısır, Irak ve Kafkasya dışında kalan Türkler yargılanıp cezalandırılmayacaklar mı?
 Onun cevabını iki gün sonra İstanbul’daki İngiliz Yüksek Komiseri Amiral Calthorpe verir: Bu üç bölge dışındaki Türkler, yar­gılanmak üzere Malta’ya sürüleceklerdir ([27]). Malta Adası, hem «adaletin pençesi suçluların yakasına erişebilecek kadar» yakın, hem de sanıkların kurtulup kaçamayacakları kadar uzak ve gü­venilir bir yerdir. Yine 15 Ocak 1919 günü, İngiliz Askerî is­tihbarat Başkanlığı, İngiliz askerî mahkemelerinde ilk ağızda yargılanacak dokuz Türk komutanının adlarını Foreign Office’e bildirir ([28]).
23 Ocak 1919 günü İngiltere Savunma Bakanlığında, Dış­işleri, Harbiye ve Bahriye temsilcileri ortak bir toplantı ya­parlar. İngilizlere göre, Türklerin hangi suçlardan ötürü yar­gılanıp cezalandırılacakları belirlenir. Yedi sınıf suç saptanır. Barış Konferansının Türk suçluları hakkında vereceği karar beklenmeksizin, askerî mahkemelerin hemen harekete geçi­rilmesi kararlaştırılır (3). Gerçi bu toplantıya katılanların hiç­birisi hukukçu değildir; kararlaştırılan suç sınıfları da pek key­fîdir. Ama karar verilmiştir, Türkler suçlanacak ve cezalan­dırılacaklardır. Mademki İngiltere Türkiye’yi yenmiştir, öyley­se onun dediği olacaktır. Yerleşmiş hukuk ilkeleri hiçe sayı­lır. Toplantıdan iki gün sonra, 25 Ocak günü, İngiltere Savun­ma Bakanlığı, Başkomutanlıklara kesin talimatını verir; aske­rî mahkemelerin hemen işe koyulmasını ve suçlu Türkleri yar­gılamasını ister ([29]). Yalnız, bu mahkemelerin ölüm cezası da verip vermeyecekleri belirtilmez.
14 Şubatta Mareşal Allenby, talimat gereğince, Mısır’da as­kerî mahkemeyi kurdurduğunu, soruşturma yapacağını, ama, gerçekten mahkûm edilmesi gereken sanıkları Malta’ya süreceğini Londra’ya bildirir ([30]). Allenby aslında bu mahkemelerin idam cezası vermeye de yetkili oldukları kanısındadır. Bunu da Londra’ya söylemiştir. Ama, son hükmün Malta’da veril­mesini yeğ tutar. Biraz da sorumluluğu, Malta’da kurulması düşünülen mahkemenin üstüne atmak eğiliminde görünür.
General Milne ise, hem bazı sanıkları Malta’ya sürmek, hem de Batum’da kurdurduğu Askerî Mahkeme’yi işletmek kararındadır. Gerçekten, eski Dokuzuncu Ordunun ve Kaf­kas İslam Ordusunun bazı subayları yakalanıp Batum Mahke­mesi önüne çekilirler. Bu konuda İstanbul Hükümeti ile İn­giliz Yüksek Komiserliği arasında tartışmalar olur. 25 Şubat 1919 günü Osmanlı Dışişleri Bakanlığı İngiliz Yüksek Komi­serliğine bir nota verir. Dokuzuncu Ordu çekilirken Kars’taki sabit telsiz istasyonunu İngilizlere teslim etmeyerek yıktığı id­diasıyla Albay Rifat Bey’in Batum’daki İngiliz Askerî Mah­kemesinde yargılanmasına itiraz eder. İngilizlere de bildirilmiş olan Dokuzuncu Ordunun raporuna göre, telsiz istasyonunun yıkılması olayında Albay Rifat Bey’in bir suçu bulunmadığını ileri sürer ve şöyle der:
«Yüksek Komiserlikçe de takdir buyurulacağı üzere, bir Osmanlı subayının yabancı bir harp divanında yargı­lanması, yerleşmiş hukuk kurallarına aykırı olduktan baş­ka, Osmanlı ordusu üzerinde kötü etki yapmaktan da geri kalmayacaktır(*)
İngiliz Yüksek Komiserliği bu notaya karşılık vermez. Ama Türk subaylarının İngiliz harp divanında yargılanmasını, Türk askerî makamları bir türlü kabul edemezler. Harbiye Nazırlığı, Osmanlı Hükümetine haklı olarak baskı yapar; Türk su­baylarının İngilizlerin elinden kurtarılmasını ister. Bu isteğe, Damat Ferit Paşa bile pek direnemez. İzmir’in işgalinden üç gün sonra, 18 Mayıs günü Osmanlı Dışişleri Bakanlığı, İngi­liz Yüksek Komiserliğine ikinci bir nota verir. Albay Rifat Bey’in sırf İngiliz yargıçlardan kurulu bir mahkeme önünde yargılanmasının Osmanlı ordusu üzerinde kötü etki yaptığı hatır­latılarak, sanığın Türk makamlarına teslimini ister ([31]).
Bu nota da karşılıksız kalır. Ingilizler, Albay Rifat Bey’i Türk makamlarına teslim etmek şöyle dursun, Beşinci Kaf­kas Süvari Tümeni Komutanı Albay Mürsel Bey’i de (Gene­ral Mürsel Bakû) Batum Mahkemesine yollarlar; ayrıca Do­kuzuncu Ordu Komutanı Yakup Şevki Paşa, Yarbay Deli Halit Bey gibi bazı subayların da yargılanmak üzere İngiliz askerî makamlarına teslim edilmelerini isterler. Osmanlı Hâ­riciyesi, 12 Haziranda İngiliz Yüksek Komiserliğine üçüncü bir nota verir: Osmanlı Hükümetinin itirazlarına bakılmayarak Batum’daki Harp Divanının, Türk subaylarını yargılama­ya devam ettiği, yeni yeni subayların bu mahkeme önüne yollandıkları, yerleşmiş hukuk kurallarına göre, suçları varsa bu sanıkların kendi devletlerinin mahkemelerinde yargılan­maları gerektiği anlatılır; Batum Mahkemesinde Türk su­bayların yargılanmasına son verilmesi istenir. İngilizlere büyük bir de ödün verilir ve bu sanıkların bir Türk-İngiliz karma mah­kemesi önünde yargılanmaları önerilir ([32]). İngiliz Yüksek Komiser Vekili Webb, bu üçüncü Türk notasına 26 Haziran­da lütfen karşılık verir. Söz konusu subayların Mütarekeyi çiğnediklerini, bu bakımdan İngiliz makamlarına hesap ver­mek zorunda olduklarım söyler. «Karma mahkeme» gibi her­hangi bir ödünün söz konusu bile olamayacağını bildirir ve Yakup Şevki Paşa’nın da yakalanıp yargılanmak üzere İngi­liz makamlarına teslim edilmesini ister ().
1919 yılı yaz aylarında Batum Askerî Mahkemesinde Türk subaylarının yargılanmaları sürer gider. Bununla birlikte kim­lerin Malta’da, kimlerin Batum’da yargılanacakları konusun­da bir kararsızlık vardır. Kararsızlık ve karışıklık giderek açık­lığa kavuşturulur. İngiltere Savunma Bakanlığı, askerî mah­kemelerin yetkilerinin daha açık olarak belirlenmesi için Tür­kiye ile yapılacak barış antlaşmasına hükümler konmasını is­ter. Ama, barış antlaşması geciktikçe gecikmektedir. Askerî mahkemeler ise çalışmaktadır. 8 Ağustos 1919 akşamı bir Türk çetesince Batum’daki İngiliz askerî cezaevinin basılması ve idam isteğiyle yargılanmakta olan Nuri Paşa’nın kaçırıl­ması, İngilizler için bir şok olur. Anadolu’daki Kuvvayı Mil­liye örgütünün günden güne güçlenerek serpilmesi İngilizler bakımından başlıbaşına büyük bir kaygıdır. Bu koşullar altın­da, İngiltere Savunma Bakanlığı, Batum’da yargılanacak Türklerin sayısını azaltmak, suçlu saydıkları Türklerin çoğunu Malta’ya sürmek gereğini duyar. 1919 yılı Aralık ayında, Dış­işlerinin de görüşü alındıktan sonra şu karar verilir:
Batum Askerî Mahkemesinde üç suçtan sanık kişiler yargılanacaktır:
(1) Mütareke hükümlerine uymakta kusur edenler;
(2) Mütarekenin uygulanmasına engel olanlar;
(3) İngiliz komutanlarına veya subaylarına hakaret edenler.
Bu suçların işlenme yeri de sınırlandırılır. Ancak işgal edilmiş Kafkasya topraklarında, yani o tarihte İngiliz işgalinde bulu­nan Batum vilayeti ve şehri ile, 1919 yılı yaz aylarında boşaltılmış olan Kafkas topraklarında bu üç suçtan birini ya da hepsini işlemiş olanlar, Batum Askerî Mahkemesinde yargılanacak­lardır. Geri kalan suçlular yargılanmak üzere Malta’ya sü­rüleceklerdir ([33]).
Bu karara göre, Batum Mahkemesinde yargılanacakların sayısı çok azaltılmış olur. Sözgelişi İstanbul’da tutuklanan bir kimse Batum’a götürülüp yargılanamayacaktır; Malta’da yargılanabilecektir. Nitekim önce Batum’da yargılanması düşü­nülen Yakup Şevki Paşa gibi bazı kimseler, bu karardan sonra Batum’a değil, Malta’ya yollanırlar. Kafkaslarda, sözgelişi, Kars’ ta ya da Batum’da yakalanan herkes Batum Mahkemesinde yargılanacaktır. Ancak üç çeşit suçtan dolayı yargılanabilecek­ler, bunlar dışında bir başka suçtan sanık olanlar, Batum’da yakalanmış bile olsalar, yargılanmak üzere ora mahkemesi­ne verilemeyecekler, ta Malta’ya yollanacaklardır. Gerçekten Kafkasya’da yakalanan bazı kimseler oradan Malta’ya yollan­mışlardır.
Aralık 1919’da, İngiltere Savunma Bakanlığı, Batum As­kerî Mahkemesinin ölüm cezası vermeye de yetkili olduğunu General Milne’ye bildirir ([34]).
Ne var ki, Türkiye’deki koşullar değişmiştir. Anadolu’da de facto bir hükümet doğmuştur. Erzurum ve Sivas Kongrele­rinden sonra, Müdafaa-i Hukuk Örgütü artık Anadolu’ya hâ­kim olmuştur. Aralıkta Sivas’tan Ankara’ya taşman Temsil Heyeti veya fiilî Hükümet, 1919 Kasım başında Damat Ferit Paşa Hükümetini devirmiştir. Tam o sıralarda Kemalistler, İstanbul Parlamentosunu da ele geçirmek için uğraşmaktadır­lar. Türkiye’deki İngiliz makamları bir «bekle, gör» dönemi­ne girmişlerdir. Kolay kolay idam cezası veremezler. Hatta tutuklamaları ve sürgünleri bile geçici olarak durdurmuşlar­dır. İngilizler, Mustafa Kemal’in fiilî Hükümetini hesaba kat­mak zorundadırlar. Ingilizlerin her hareketine Mustafa Ke­mal’in misliyle karşı koyacağı kuşkusuzdur artık. Batum’da yargılanmakta olan Mürsel Bey ölüm cezasına çarptırıldığı gün, Erzurum’daki Yarbay Rawlinson’un hayatı tehlikede de­mektir ve İngilizler bunu düşünürler. Mürsel Bey de (Mürsel Bakû Paşa) Batum Mahkemesince cezalandırılamaz. Malta’ya sürülür. Mürsel Paşa, Büyük Taarruzda İzmir’e ilk giren sü­vari tümeninin kumandanı olarak, bütün bunların öcünü alacaktır.
Batum’da kurulan İngiliz Harp Divanı, hiçbir Türk’e ölüm cezası veremeden, İngiliz politikasıyla birlikte iflas eder.
Sh:203-208
Malta’ya sürdükleri Türkler için İngilizler, başından be­ri bir Uluslararası Mahkeme kurmayı düşünmüşlerdir. İngiliz belgelerinde sık sık «Uluslararası» sözcüğü geçmekle birlikte, aslında, bir «Müttefiklerarası Mahkeme» tasarlandığı anla­şılmaktadır. Müttefikler, «suçlu» saydıkları Türklerin yargı­lanması işine tarafsız ülkeleri karıştırmak istememişlerdi, karıştırmak niyetinde de değillerdi. Ermeni sürgünü sanıklarının cezalandırılması için Türkiye üzerinde İngiliz baskılarının ağır­laşması karşısında Tevfik Paşa Hükümeti, konuyu soruştur­mak üzere beş tarafsız ülkeden on yargıç çağırmak istemişti.
Müttefikler buna hemen karşı çıkmışlar ve Türkiye’ye tarafsız yargıçlar gönderilmesini önlemişlerdi. Açıkça görülen tutum oydu ki, kurulacak mahkeme bir Müttefiklerarası Yüksek Di­van olacaktı. Suçlu sayılan Türkler, galip devletler önünde hesap vereceklerdi.
Ancak İngilizler, böyle bir mahkeme kurmanın yolunu, yöntemini hazırlamadan, keyfî olarak işe koyulurlar. Ocak 1919’da başlatılan tutuklamalar pek keyfîdir. Kimin, hangi suçtan dolayı yakalandığını kesinlikle söylemek gerçekten pek güçtü. Birçok kimse, şu ya da bu suçtan sanık oldukları için değil, ilerde İngiliz sömürgeci emellerine engel olabilirler dü­şüncesiyle yakalatılmışlardır. Tutuklamalar başlatıldıktan son­ra, âdeta çalman minareye kılıf hazırlamak istenir. 23 Ocak günü İngiltere Savunma Bakanlığında yapılan toplantıda yedi kategori suç saptanır. Güya Türkler, belirlenen bu suçlara göre yakalanıp cezalandırılacaklardır. Bu sözde suçlar da hu­kuk bilgisinden yoksun birkaç subayla iki diplomatın bir saat içinde cahilce hazırladıkları suçlardı. Keyfîydi. Böyle olduğu halde İngiliz Hükümeti, hazırlanan esasları olduğu gibi be­nimser. Hukuk otoritelerine danışmak gereği bile duyulmaz. Suç kategorilerini saptayan İngiliz subaylarıyla diplomatları, kendilerine bir çeşit kanun koyucu rolü yakıştırmışlardır. San­ki Devletler Hukukunu kodifiye etmektedirler; yeni suçlar icat ederler. İşin asıl sakat yanı, bu yeni icat suçlardan dola­yı bir yığın insanın yakalanıp Bekirağa Bölüğü’ne tıkılmasıdır. İngilizlerin keyfiliğine, Damat Ferit Paşa Hükümetinin İtti­hatçı düşmanlığı da eklenince, iş, daha başında çığırından çı­kar. Büyük bir savaş sonunda, yolsuzluktan ya da başka suç­lardan ötürü hesap vermeleri gereken herhalde birçok kişi var­dı. Bunlar, hukuk kuralları içinde, ağırbaşlılıkla, Türk mah­kemelerince yargılanıp cezalandırılabilirdi. Buna kimsenin bir diyeceği olamazdı. Ama, siyasî hırslar, öç alma duyguları, öy­lesine işe karışmıştır ki, daha işin başında hukukilikten, ciddi­yetten eser kalmamıştır. Açıkçası, temelde yatan düşünce hu­kuk, adalet kaygısı değil: Türk’ten öç almak, Türk’ü boyun­duruk altına sokmak hırsıydı.
Temeldeki sakatlığa aldırmayarak, Londra, yine de ciddî ciddî bir Uluslararası Mahkeme kurdurma işine kalkışır. Suret-i haktan görünecektir. Politik emelleri, hukuk, adalet kis­vesine büründürecektir. Dünya kamuoyunun gözü boyanacak­tır. 2 Nisan 1919 günü İngiltere Dışişleri Bakanlığı, Paris Barış Konferansında bulunan Mr. Balfour’a uzunca bir yazı gön­derir: Tutuklu Türklerin önemli bir kısmının, savaş tutsakla­rına kötü davranmak, savaş yasalarıyla törelerini çiğnemek, malların yağma ve yok edilmesine katılmak gibi suçlardan sanık oldukları ileri sürülür. Bu sanıkların Batum’da ve başka yerlerde kurulmuş olan İngiliz askerî mahkemelerinde yargılanamayacakları söylenir. Bunları yargılamak için bir Ulus­lararası Mahkeme (International Tribunal) kurulması öneri­lir. Gerek böyle bir mahkemenin kurulması, gerek tutukluların Malta’ya sürülmesi konusunda Barış Konferansının tez elden karar vermesi istenir. Hangi sanıklar Uluslararası Mah­keme de yargılanmak üzere Malta’da kurulacak merkezî sür­gün kampına yollanacaktır?
 Hangileri Batum’da ve başka yerlerdeki İngiliz askerî mahkemelerince yargılanacaktır?
 Bu konularda da aydınlığa kavuşmak gerekmektedir ve Başko­mutanlar talimat beklemektedirler. Mr. Balfour’dan, Başko­mutanlara nasıl talimat verileceği de sorulur ([35]).
Mr. Balfour, kesin bir talimat veremez. 11 Nisan günü ver­diği kısa karşılıkta, bu konularda Barış Konferansının henüz bir karar almadığını bildirir (ıs). Aslında Fransa, Ingiliz makamlarının keyfî davranışlarına karşı çıkmaktadır. İstanbul’da yoğun biçimde tutuklamalar yaptırılmasını, Müslüman Türk zararına ayrım yaratmak olarak görür. Savaştan yenik çık­mış Almanlara, Avusturyalılara ve Bulgarlara karşı aynı bi­çimde davranamadığını söylemektedir. Daha önemlisi, Fran­sa, o sıralarda, Türk sanıklarının yine Türk mahkemelerince yargılanabilecekleri görüşünü savunur ve bir Uluslararası Mah­keme kurulmasından yana değildir. Gerçi Fransa, özellikle Maraş ve Antep bölgelerinde çarpışmalar başladıktan sonra, Türklerin cezalandırılması gerektiğini savunacak, İngiltere’nin yanında yer alacaktır. Ama 1919 yılı içinde Fransızlarla Türkler arasında henüz silahlı çarpışmalar başlamadığı için Fran­sa, Türkleri Uluslararası Mahkemede yargılama görüşünü paylaşmamaktadır. Barış Konferansında bir karar alınamaz ve Londra’nın istediği anlamda bir Müttefik Mahkemesi kurula­maz.
İngilizler, Uluslararası bir Mahkeme kurulmasını bekle­meksizin 28 Mayıs 1919 günü 78 Türk’ü Malta’ya sürerler. Yargılama işi askıdadır. Tam o sırada, 26 Mayıs 1919 günü, İngiliz Avam Kamarasında, Yarbay Aubery Herbert adlı bir mebus, İngiltere Dışişleri Bakanına yazılı bir soru yöneltir: «Ermeni kırımından sorumlu olan Alman ve Türk görevlile­rini cezalandırmak için ne gibi tedbirler alındığını» sorar. So­ruya karşılık verebilmek için İngiliz Dışişleri Bakanlığı, Pa­ris’te bulunan Mr Balfour’dan telgrafla talimat ister. Talimat yetişmez. Dışişleri adına Mr. Harmsword soruyu şöyle cevap­landırır: «Müttefikler, sorumluları cezalandırmaya kararlıdır­lar. Sanıkların birçoğu şu sırada hapistedir. Bunların cezalan­dırılmalarını sağlayacak tedbirler, şimdilik Paris’te görüşül­mektedir.» ([36]) Uluslararası Mahkemeden söz edilmez. Paris görüşmeleri sonunda böyle bir mahkeme kurulup kurulamaya­cağı belli değildir. Soru kapalı sözlerle geçiştirilir.
İngiliz makamları yavaş yavaş kuşkuya kapılmaya başla­mışlardır. Malta sürgünleri üzerine Fransa’nın sert tepkisi, daha doğrusu protestosu İngiliz kuşkularını arttırmıştır. Tür­kiye’deki gelişmeler de İngilizleri kaygılandırır. Acaba izlenen politika kitabına uydurulabilecek midir?
 Tutuklamaları, sür­güne göndermeleri ve hele yargılama işini İngiliz makamları nasıl bir hukuk kisvesine büründüreceklerdir?
 İlk kez hukuk otoritelerine danışma gereği duyulur. Aylardan beri insanlar yakalatılmış, hukukçulara danışılmamıştı. Tutuklular İngiliz askerî mahkemelerinde yargılanmaya başlanmıştı. Bunun da hukuka uygunluğu sorulmamıştı. Tutuklular topluca Malta’ya sürülmüştü, yine hukuk otoritelerinin görüşü alınmamıştı. Bir Uluslararası Mahkeme hukukçulara danışılmadan mı kurula­caktı?

İstanbul’da tutuklamalarına başlatılmasından beri yedi ay geçer. Yine yedi aydır Batum’da İngiliz askerî mahkemesi ça­lışır. Malta’ya ilk sürgün kafilesinin gönderilmesinin üzerinden de bir buçuk ay geçtikten sonra, 10 Temmuz 1919 günü İngil­tere Dışişleri Bakanlığı ilk kez İngiltere Başsavcılığına başvu­rur, uzun bir yazı gönderir. Hukukun nasıl politikaya alet edilmek istendiğini göstermesi bakımından ibretle okunacak bir belgedir bu. İngiltere Dışişleri Bakanlığı, Türklere karşı izlemekte olduğu öç alma politikasını hukuk kisvesine bürün­dürüp meşrulaştırmak ve «Suçlu Türkleri» sözde hukuk adına cezalandırmak amacıyla hukuk otoritelerinden fetva çıkart­mak istemektedir. Gerçekler aşırı biçimde zorlanır, olaylar çarpık olarak Başsavcılığa anlatılır. Yedi kategori suçlu bu­lunduğu varsayımından yürünür. Bu, tartışılamayacak bir ger­çekmiş gibi ortaya konduktan sonra, bir bina kurulur. Hukukçulara itiraz kapıları kapatılmak, İngiltere’nin Hıristiyan Al­manlarla Müslüman Türklere karşı izlediği ayrı ayrı politikayı haklı göstermek için şöyle denir:
«Türk Hükümetine karşı izlenen tutum ile Alman Hü­kümetine karşı izlenen tutum arasında bir benzerlik ku­rulamaz. »
Türklere karşı izlenen öç alma ve sömürgeleştirme poli­tikası haklıymış gibi gösterilir. Sanıkların Türk mahkemele­rinde yargılanamayacağı söylenir. Tevfik Paşa Hükümetinin tarafsız ülkelerden soruşturma yargıçları çağırma girişimi, pek ters biçimde yorumlanır. Bu girişimin İngiltere tarafın­dan önlendiği Başsavcılıktan gizlenir. Tevfik Paşa Hükümeti düştüğü için girişimin sonuçsuz kaldığı ileri sürülür. Şöyle de­nir: «Yeni Hükümet, mahpuslarla baş edemeyeceğini çabu­cak anladı ve Sadrazam (Ferit Paşa) mahpusların Malta’ya sürülmelerini İngiliz makamlarından rica etti. Bu ricası yeri­ne getirildi.» Kısaca yazı şu sonuca varır: Ortada suçlu Türkler var. Bunlar Türk mahkemelerince yargılanamıyor. Taraf­sız yargıçlar işi de suya düşmüştür. Geriye tek bir şık kalıyor.
O  da, suçlu Türklerin Müttefik Mahkemelerince yargılanma­larıdır.
«Yapılacak barış antlaşmasında Türkiye’nin, Müttefik Mah­kemelerinin yargı yetkisini tanımasmı sağlamak gerek» de­nir ([37]).
Bundan sonra da Başsavcılığa birkaç soru sorulur. Baş­savcılık, 7 Ağustos 1919 günü görüşünü bildirir. Sorular ve karşılıklar, özetle şöyledir:
Soru 1 — İşgal altındaki topraklarda İngiliz askerî mah­kemelerinin, yedi kategori suçtan herhangi birinden sanık olan­ları yargılamalarına ve cezalandırmalarına hukuksal bir en­gel var mıdır?
Soru 2 — Varsa, hangi suçlular askerî mahkemelerce yar­gılanmalı, hangi suçluların yargılanmaları barış konferansı kararma değin ertelenmelidir?
Karşılık 1 — (Her iki soru için): İngiliz Hükümetince onaylanmışsa, askerî mahkemelerin yargı yetkileri vardır. Ko­nu, iç hukuk çerçevesine değil, savaş töre ve kuralları çerçeve­sine girer. Türk Hükümetinin rızası olursa, herhangi bir engel kalmaz. Türk Hükümetinin rızası olmadan İngiliz askerî mah­kemeleri, işgal edilen yerlerde şu suçluları yargılayıp cezalandırabilirler: Mütarekeye uymakta kusur edenler, Mütarekenin uygulanmasına engel olanlar ve İngiliz subaylarına hakaret edenler. Öteki suçluları yargılama işini barış antlaşması kara­rma bırakmak uygun olur.
Soru 3 — Türkiye’deki suçluların Müttefik askerî mah­kemelerince yargılanmak üzere Müttefiklere teslim edilmele­rini öngören hükümlerin barış antlaşmasına konması uygun mudur?
Karşılık 3 — Evet, uygundur.
Soru 5 — Türk Hükümetinin, sanıkları güvenilir bir yer­de hapsetmekten âciz olduğunu itiraf etmesi karşısında, savaş yasalarıyla törelerine karşı suç işlemiş olan kişilerin Müttefik hapishanelerinde (Malta’da) tutulmasına hukuksal bir engel var mıdır?
Karşılık 5 — Bu bir Hükümet kararıdır (acte of state) buna karşı hukuksal itiraz ileri sürülemez.
Soru 6 — Suçlular Türk mahkemelerince yargılanmakta olsalar bile, bu davaların bozulup sanıkların yeniden Mütte­fik mahkemelerince yargılanacakları yolundaki hükümlerin Türkiye ile yapılacak barış antlaşmasına konulması pratik ve uygun olur mu?
Karşılık 6 — Evet, pratik ve uygun olur (ıs).
Tek sözcükle, İngiltere Dışişleri Bakanlığı istediği fetvayı çıkartmıştır; «Suçlu Türklerin» bir kısmı, İngiliz askerî mah­kemelerince yargılanacaktır. Bir kısmı Malta’da tutulacak, bunların yargılanmaları için barış antlaşmasının imzalanması beklenecektir. Yeni barış antlaşması ile bir Müttefiklerarası Askerî Mahkeme kurulacaktır. Barış antlaşmasından sonra, başka suçluların da Müttefiklere teslim edilmeleri istenecektir. Bunlar, daha önce Türk mahkemelerince yargılanmış bile ol­salar, yeniden Müttefik mahkemesi önünde hesap verecekler­dir. Türk mahkemelerinin kararları bozulacaktır. Demek olu­yor ki, Türkiye’ye sömürge gibi davranılacaktır. Türk devle­tinin yargı yetkisi, egemenliği tanınmayacaktır.
Tarih, Ağustos 1919. Türkiye’deki gelişmeler, Erzurum Kongresi ile Sivas Kongresi arasında bulunmaktadır. Musta­fa Kemal’in başlattığı Ulusal Kurtuluş hareketi, henüz İngi­lizlerce önemle dikkate alınacak kadar güçlenmiş değildir. İngiliz makamları meydanı boş sanmaktadırlar, Türkiye aley­hinde istedikleri biçimde fetva verebilmekte, ya da verebileceklerini ummaktadırlar. Bunları da not etmek gerek.
Uluslararası Mahkeme kurulması işi Türkiye ile yapıla­cak barış antlaşmasının (Sevr’in) imzalanmasına ertelenmiş olur. Bu arada Malta sürgünleri uzun süre bekleyeceklerdir. Türkiye’deki Ulusal Kurtuluş hareketi günden güne gelişir. İngilizler de Malta sürgünlerini yargılayıp cezalandırma uğrun­daki çalışmalarını sürdürürler.
Sh:208-214
«Suçlu Türklerin» yargılanıp cezalandırılmaları ilke ola­rak kararlaştırılmıştı. Sürgünler Müttefiklerarası Mahkeme önünde yargılanacaklardı. Sevr Antlaşmasına maddeler kona­cak, sürgünlerin ve öteki sanıkların yargılanmaları hukuka dayandırılacaktı. Ne var ki, ilke kararı vermek bütün sorunla­rı çözümlemez. Yeni yeni sorunlar ortaya çıkar.
Malta sürgünleri arasında birbirinden çok değişik kişiler vardı. Bunlara yüklenmek istenen suçlar da çok değişikti. Bü­tün sürgünlere aynı suçu yükleme olanağı yoktu. İngiliz sa­vaş tutsaklarına kötü davranmak suçu dense, ömründe bir tek savaş tutsağıyla yüz yüze gelmemiş sürgünler vardı. Ermeni sürgünü suçu ele alınsa, Ermenilerle uzaktan yakından bir iş ilişkisi olmamış sürgünlerin sayısı pek çoktu. Sürgünleri, suç­larına göre sınıflara ayırmak gerekiyordu. Bu bir.
İkincisi, tutuklamalar ve sürgünler, sorgusuz sualsiz ya­pılmıştı. Bekirağa Bölüğü’ne ve oradan Malta’ya yollanırken sürgünlerin sözde suçları sadece bir iki satırla belirtilmişti..
Bunlar da keyfî iftiralar ya da savlardan öteye geçmiyordu. Hemen hemen hiçbir sürgün hakkında bir suç dosyası hazır­lanmış değildi. Sürgünler nasıl mahkeme önüne sevkedileceklerdi?
 Hani dosya, hani delil, hani tanık, diye sorulmayacak mıydı?
 İngiliz Yüksek Komiserliğinin keyfî davranışları asıl o zaman sırıtmayacak mıydı?
 Haysiyeti zaten beş paralık olmuş İstanbul Hükümetlerine gözdağı vererek insanları tutuklatmak kolaydı. Bekirağa Bölüğü’nü basıp tutuklananları Malta’ya sür­mek de pek zor olmamıştı. Ama sürgünleri biraz ağırbaşlı bir mahkeme önüne yollamak o kadar kolay olacak gibi görün­müyordu.
İngiliz Yüksek Komiserliği sıkışmaya başlar. Amiral Calthorpe, Türkiye’den kesinlikle ayrılmadan az önce, 1 Ağustos 1919 günü, tutuklanan ve sürülen Türkler konusunda uzun bir rapor kaleme alıp Londra’ya postalar. Amiralin kendi kendisini ve İngiliz Yüksek Komiserliğini savunması niteliğin­de bir rapordur bu. Yüksek Komiser sorumluluktan sıyrıl­maya çalışarak şöyle der:
«Gerek bizim isteğimiz üzerine Türk Hükümetince ya­pılan ilk tutuklamalar, gerek sanıkların bizim cezaevimizde tutulmaları. Malta ve Mondros sürgünleri aleyhinde delil gösterme ve savlar ileri sürme zorunluluğunu, hukuksal açıdan Yüksek Komiserliğe yüklemez. Zaten sanıkların büyük çoğunluğu aleyhinde adlî delil toplama olanağı bu­lunmadığı apaçıktır([38])
Bu sözler pek anlamlıdır. İngiliz Yüksek Komiseri, «Ben yakalattım, sürdürdüm. Ama bu insanların suçluluğunu ispat­lamak bana düşmez» demektedir. Ya kime düşecekti?
 Sür­günlerin adlarını bile ilk kez duyan Londra’daki Başsavcı mı, yoksa Malta Genel Valisi mi bu insanların suçluluğunu ispat edeceklerdi?
 Üstüste kara listeler hazırlayan, Türk Hüküme­tine veren ve listelerdekileri bulup yakalayın diyen, sonra da yakalananları kaçırıp Malta’ya süren Amiral Calthorpe ve ekibi değil miydi?
 İş, yargılamaya gelince, aynı Amiral, yan çizmeye ve işin içinden sıyrılmaya çabalıyordu. Aylardır İs­tanbul’da «Ali kıran, baş kesen» rolü oynayan Amiral Calthorpe, yaptıklarının hesabını vermek zorunda değil miydi?
 Böylesine sorumsuzluk, böylesine keyfilik, Majestelerinin Yüksek Komiseri Sör Amiralin ciddiyetiyle nasıl bağdaştırılabilirdi?
 Amiral, bir de büyük itirafta bulunur: Sürgünlerin ve tutukluların «büyük çoğunluğu aleyhinde delil olmadığını» söyler. De­mek ki, «büyük çoğunluk» suçsuzdu. Suçsuz bir insanı hapse atmak, Malta’ya sürmek, suç değil miydi?
 Başka türlü söyle­mek gerekirse, kurulacak Müttefiklerarası Mahkemede ilk sorguya çekilmesi gereken insan Amiral Calthorpe idi. Ama, sürülenler Türk, süren İngilizdi. Suçlu, güçlü olunca iş değişi­yordu. O zaman normal hukuk kurallarıyla düşünme olanağı hemen hemen yoktu. Hak, hukuk gibi sözler, güçlünün elinde bir silahtı. Kötüye kullanılan bir süah. Sömürgeci İngiliz, sila­hını Türk’e karşı kötüye kullanmıştı.
Aynı raporunda Amiral Calthorpe, biraz zorlamayla, sür­günleri üç sınıfa ayırır:
a-Savaş zamanında asayiş tedbiri olarak Malta ve Mondros’a sürülenler. Bunların Hıristiyan kırımına katılmaları ikin­ci derecededir. Barış antlaşmasının onaylanmasından sonra bu kimseler otomatik olarak Türkiye’ye döneceklerdir.
b-Hıristiyan kırımına katıldıkları için yakalanıp sürül­müş olanlar. Bunlar barıştan sonra ya Malta’da kalıp Mütte­fik Mahkemesince yargılanacaklardır; ya da tutuklu olarak geri getirilip Türkiye’deki Mandater Devletin mahkemelerin­de yargılanacaklardır (Amiral, Türkiye’nin manda altında ka­lacağını, bağımsız olamayacağını düşünmektedir).
c-İngiliz savaş tutsaklarına kötü davrandıkları için ya­kalanıp sürülmüş olanlar ([39]). Bu sınıf, Yüksek Komiserliğin yetkisi dışındadır (Yani bunlar hakkında askerî makamlar söz söyleyebilirler).
Sürgünler, ilk kez, sınıflandırılmaktadır. Gerçi kabaca bir sınıflamadır bu. Ama, hiç değilse barış antlaşması yapıl­dıktan sonra bir kısım sürgünlerin geri dönebileceklerinin dü­şünüldüğünü göstermektedir. Daha doğrusu, bir kısım sürgünle­rin aleyhinde hiçbir delil bulunmadığının itirafıdır. Uluslara­rası Mahkeme kurulması söz konusu olmaya başlayınca, böyle bir sınıflamaya gerek duyulmuştur.
Amiral Calthorpe’un yerine İngiliz Yüksek Komiserliği­ne atanan Amiral de Robeck, İstanbul’a geldikten hemen son­ra «Suçlu Türkler» ve Malta sürgünleri konusuna eğilir. 21 Eylül 1919 günü Londra’ya bir rapor sunar. Cezalandırılma­ları gereken Türkleri dört sınıfa ayırır:
1— Büyük Başlar, yani Almanya’ya kaçmış bulunan En­ver, Talât, Cemal Paşalar ve arkadaşları. De Robeck bunlara «Yedi Büyükler» de der. Bu İttihatçı liderlerin Almanya’dan geri alınması için Almanya ile yapılmış Versailles Antlaşma­sı hükümlerinin yetersiz olduğunu, Türkiye ile yapılacak ba­rış antlaşmasına özel hükümler konması gerektiğini söyler. Herhalde «Yedi Büyükler»in bir Müttefik Mahkemesinde yargılanıp cezalandırılmalarını savunur.
2— Malta sürgünleri ve İngiliz cezaevlerindeki öbür Türk­ler. Amiral de Robeck, Malta’ya sürülenlerin «tehlikeli ve suç­lu» Türkler arasından seçilip adaya yollandıklarını söyler ve şu itirafta bulunur :
«Seçim, pek alelacele yapıldı ve bilinen suç fiillerine dayanılmadı; sadece genel ilkeler uygulanabildi.
Bu koşullar altında, bir Müttefik Mahkemesi önün­de sürgünlerin çoğuna karşı kesin suçlamada bulunmak pek güç olabilir. Bu kimselerin geri dönmeleri siyasal bakımdan arzu edilmez, ama bunlar hakkında ne gibi bir işlem yapacağı konusunda Majesteleri Hükümeti’nin açık fikre kavuşması gerekir([40])
1— Türk cezaevlerinde tutuklu bulunanlar, üçüncü sı­nıf suçlular sayılır. Bunların sözde Türk Sıkıyönetim Mahke­melerinde yargılandığı, ama sonuç alınamadığı söylenir.
2— Türkiye’de ya da başka yerlerde henüz yakalana­mamış bulunan suçlular. İngiliz Yüksek Komiseri, bu suçlu­ların da yakalanmaları gerektiğini savunur. Ama, Türkiye’de değişen siyasal koşullardan ötürü şimdilik bunların tutuklan­malarını istemediğini, Malta’ya sürgünleri de durdurduğunu söyler (22). Değişen koşullar, Sivas Kongresi sonunda Anado­lu’daki Müdafaa-i Hukuk örgütünün adamakıllı güçlenmiş olması ile İstanbul’da Ferit Paşa Hükümetinin yakında dev­rilmesi olasılığıdır. Bu durumda İngilizler Türkiye’de insan avını durdurmak zorunda kalırlar.
İngiliz Yüksek Komiseri, Malta sürgünlerinin «alelacele», yani keyfî biçimde yapıldığını itiraf eder. Bunların, çoğu aley­hinde suç delili bulunmadığını, Müttefik Mahkemesi önünde suçlanamayacağını açıklar. Bu açıklamalar, Anadolu’da Mus­tafa Kemal’in güçlenmeye, Ferit Paşa Hükümetinin sallanma­ya başladığı bir sıraya rastlar. İngiliz Yüksek Komiserinin deyimiyle Türkiye’de «elverişsiz genel koşulların» ağır bastı­ğı bir dönemdir bu. Malta sürgünlerinin suçluluk dereceleri, Türkiye’deki siyasal koşullara göre çoğalıp azalıyor gibidir!
6 Aralık 1919’da İngiliz Yüksek Komiserliği, Malta sür­günlerinin ilk kez suç sınıflarına göre, ayrıntılı bir listesini yaptı. Sürgünler (A), (B) ve (C) diye üç sınıfa ayrıldı. Şöy­le ki:
A — Zulüm Yapmış Olmakla Suçlananlar (16 kişi) :
2667  — Ali İhsan Paşa: Eski Altıncı Ordu Komutam.
2682  — Tevfik Hadi Bey: Siyasî Polis Müdürü.
2686     — Sabit Bey : Eski Harput, Erzurum ve Sivas Valisi.
2690     — Cevdet Bey: Eski Van, Adana ve Ankara Valisi.
2696     — Nevzat Bey: Eski Musul Komutanı, Yüzbaşı.
2702     — Âtıf Bey : Ankara Vali Vekili.
2706     — Hoca Rifat Efendi: Propagandacı.
2719     — Ahmet Muammer Bey: Eski Sivas Valisi.
2723     — Gani Bey: İttihat ve Terakki Partisi Sivas Murahhası.
2732     — Süleyman Numan Paşa: Ordu Sağlık Müfettişi.
2733     — Memduh Bey; Erzincan ve Tokat Mutasarrıfı. Bitlis Vali Vekili ve Musul Valisi.
2737     — Faik Bey: Merzifon Kaymakamı.
2743     — Feyzi Bey : Diyarbakır Mebusu.
2758     — Mahmut Kâmil Paşa: Eski Üçüncü ve Beşinci Ordular Komutanı.
2759     — Ziya Gökalp: Akdağ Madeni Mebusu, Profesör.
2764     — Ahmet Ağaoğlu: Eski Afyon Mebusu, Gazeteci, Profesör.
B — Zulüm Yapılmasına Göz 'Yummuş Olmakla Suçlanan Eski İktidar Üyeleri (17 kişi):
2687     — Veli Necdet Bey : Eski Göçmenler Komisyonu Üyesi.
2689     — Ali Fethi Bey (Okyar): Eski Dahiliye Nazırı.
2691     — Rahmi Bey: Eski İzmir Valisi.
2692     — İsmail Canbulat Bey: Eski Dahiliye Nazırı.
2703     — Ferit Bey: İttihat ve Terakki Sorumlu Kâtibi
2718     — Zekeriya Zihni Bey: Eski Tekirdağ Mutasarrıfı, Edirne Valisi.
2724 — Ahmet Bey: Eski Sivas Valisi.
2734     — Hayri Efendi: Cihat ilan eden Şeyhülislam.
2735     — İbrahim Pirzade Bey: Eski Adliye Nazırı.
2736     — Ahmet Nesimi Bey: Eski Hariciye Nazırı.
2738     — Şükrü Bey (Kaya) : Eski Göçmenler Komisyonu Genel Müdürü ve Birinci Sınıf Mülkiye Müfettişi.
2739     — Hacı A hmet Paşa: Enver Paşa’nın Babası.
2755     — Sait Halim Paşa : Eski Sadrazam.
2756     — Mithat Şükrü Bey (Bleda): İttihat ve Terakki Genel Sekreteri.
2757     — Hacı Adil Bey: Eski Meclis Başkanı.
2760     — Halil Bey (Menteşe) : Eski Hariciye Nazırı.
2762     — Ali Münif Bey: Eski Nafıa Nazırı.
C — Zulüm Politikasıyla İlişkileri Bulunduğu Söylenemeyecek Olanlar. Çoğunlukla Mebuslar (21 kişi) :
2675     — Hüseyin Cahit Bey (Yalçın): İstanbul Mebusu, Gazeteci.
2684     — Yusuf Ziya Bey : İttihat ve Terakki Merkez Komitesi Üyesi.
2685     — Habip Bey: Bolu Mebusu.
2688     — Hcsan Fehmi Bey: Sinop Mebusu.
2693     — Mithat Bey: İttihat ve Terakki Bolu Sorumlu Kâtibi.
2697     — Mümtaz Bey: Yarbay, Enver Paşa’nın Yaveri.
2698     — Fazıl Berki Bey: Çankırı Mebusu.
2701     — İbrahim Bedrettin Bey: Diyarbakır Vali Vekili.
2704     — Macit Bey: Divanı Muhasebat Üyesi.
2705     — Kadri Bey: Karesi Mebusu.
2711     — Asım Bey: Of Mutasarrıfı.
2712     — Hilmi Bey: Kırklareli Mutasarrıfı.
2728     — Salâh Cimcoz Bey: Gazeteci.
2729     — Mehmet Sabri Bey: Saruhan Mebusu.
2730     — Süleyman Sudi Bey: Lazistan Mebusu.
2740     — Rıza Hamit Bey: Bursa Mebusu O ).
2742     — Zülfî Bey (Tigrel): Diyarbakır Mebusu.
2754     — Abbas Halim Paşa : Eski Nafıa Nazırı.
2761     — Kemal Bey (Kara Kemal): Eski iaşe Nazırı.
2763     — Ahmet Şükrü Bey: Kastamonu Mebusu.
2765 — Hüseyin Tosun Bey; Erzurum Mebusu ([41]).
Toplam 54 sürgün etmektedir. Bu, ilk sürgün kafilesinin tümünü kapsamıyor. İngiliz tutsaklarına kötü davranmakla suçlanan subaylar grubu ile Kars Şûrası üyeleri bu üç sınıf dışında bırakılmıştır.
Anlaşıldığına göre, (A) sınıfındakiler «ağır suçlu» sayıl­maktadır. Bunlar, ilerde kurulacak Müttefiklerarası Mahke­mede yargılanması düşünülen kişilerdir. (B) sınıfındakiler, «hafif suçlular» olarak görülmektedirler. Sonuncu (C) sınıfı için­dekiler ise, hemen hemen suçsuz sayılmaktadırlar. Hiç değilse şimdilik. Demek oluyor ki, bu ayrıma göre, 54 kişiden ancak ilk 16 kişi Müttefiklerarası Mahkemece yargılanıp cezalandırı­lacaklardır. Ötekilerin cezalandırılacakları kesin değildir. Tür­kiye’deki gelişmeler İngilizlerin aleyhine döndükçe ve bir mah­keme kurulması söz konusu edildikçe, sürgünleri sınıflandırma gereği duyulmaktadır. Yalnız İngiliz Yüksek Komiseri, bu sı­nıflamayı kesin saymamaktadır. Sadece Londra’nın vereceği karara yardımcı olabilmek düşüncesiyle böyle bir ayrım yap­tığını söylemektedir ([42]).
Yine Aralık 1919’da İngiliz Başsavcılığı 37 kişilik bir suç­lu listesi hazırladı. Bunlar, İngiliz savaş tutsaklarına kötü dav­ranmaktan, dolayısıyla kara savaş hukukunu çiğnemiş olmaktan ötürü yargılanması düşünülen kişilerdi. Ankara, Musul, Nusay­bin tutsak kamplarında, Seraskerlik Cezaevinde, Taşkışla Has­tanesinde görev yapmış bazı Türk subayları bu listeye alınmışlar­dı. Listede adları geçen subaylardan bazıları Malta’ya sürülmüş bulunmaktaydı. Ama sürülmemiş, daha doğrusu İngilizlerin eli­ne geçmemiş subayların da listede adları geçiyordu. Sözgelişi En­ver Paşa, listenin başındaydı. İngiliz Başsavcılığı bu listenin büyüyebileceğini de söylüyordu. Kut-el-Âmara ile Rasülayn arasında İngiliz tutsaklarını yürütmüş olan, fakat henüz ad­ları saptanmamış bulunan subayların da bu listeye alınacakları belirtiliyordu.
İngiltere Başsavcılığına bağlı olarak kurulan «Savaş Suç­lularını Araştırma Komitesi», yukarıda anılan 37 kişilik listeyi, İstanbul’daki İngiliz Yüksek Komiserliğinin raporlarına dayana­rak hazırlamıştı. Ama bunlar hakkında da Başsavcılığın elinde yeterince suç delili yoktu. 2 Ocak 1920 günü, İngiliz Savunma Bakanlığı, Dışişleri Bakanlığına başvurdu. Gerek bu 37 kişi, gerek öteki Malta sürgünleri hakkında Yüksek Komiserlikçe dosya hazırlanmasını, suçluluk derecelerinin saptanmasını, yani bir sı­nıflama yapılmasını rica etti. İngiliz Savunma Bakanlığı Malta sürgünlerini (A) listesi olarak adlandırmaktadır. Öteki 37 kişiyi ise (B) listesi diye nitelendirmektedir. (A) listesindekilere genel olarak «Siyasal Suçlular», (B) listesindekilere ise «Savaş Suçlu­ları» adı verilmiştir ([43]). Başka türlü söylemek gerekirse, İngiliz Yüksek Komiserliğinin (A), (B), (C) ayrımı ile İngiliz Savunma Bakanlığının (A) ve (B) ayrımı birbirlerini hiç tutmamaktadır. Yüksek Komiserlik bu sınıflamayı, suçların ağırlığına göre, «Ağır Suçlu», «Hafif Suçlu» ve «Suçsuz» diye yaparken, İngi­liz Savunma Bakanlığı «Siyasal Suçlu», «Savaş Suçlusu» diye bir sınıflama yapmaktadır.
1920 yılına girilirken durum kısaca şudur : Gerek Türki­ye’deki gelişmeler, gerek Uluslararası Mahkeme hazırlığı dolayı­sıyla İngiliz makamları, Malta sürgünlerini bir süzgeçten geçir­mek gereğini duymaktadırlar. Sınıflamalar yapmaktadırlar. Ama henüz kesin bir kanıya varabilmiş değillerdir. Sürgünlerin suç­larını ispatlamak pek zor görünmektedir. 1920 yılı içinde de İn­giliz makamları sürgün ya da suçlu listeleri üzerinde uzun uzun oynayacaklardır.
Sh:214-221
Türkiye’ye dikte edilecek Sevr Barış Antlaşmasında, «Suç­lu Türklerin» Müttefiklerarası Mahkemede yargılanmalarını ön­gören bir bölüm yer alacaktı. Antlaşma hükümlerine dayanılarak yalnız Malta sürgünleri değil, henüz yakalanamamış ve İngilizlerin eline geçmemiş daha birçok kişinin de yargılanması düşü­nülüyordu. Bu gibi kişilerin Müttefiklere teslimi istenecekti.
Sevr Antlaşmasının imzalanmasından aylarca önce, antlaş­ma gereğince kimlerin Müttefiklere teslim edilmelerinin iste­neceği saptanmaya başlandı. Yeniden kara listeler hazırlandı. 12 Şubat 1920 günü İngiliz Yüksek Komiserliği, Hükümetinin ta­limatına uyarak, Londra’ya üç kara liste sundu :
A — İngiliz savaş tutsaklarına zorbalık edenler: 18 kişi.
B — Türkiye Hıristiyanlarına zorbalık edenler: 130 kişi.
C — Mütareke anlaşmasını çiğneyenler: 9 kişi ([44]).
Bu 157 kişi, Sevr Barış Antlaşması imzalandıktan sonra Müttefiklerce teslim alınacak ve yargılanacaktı. Barış antlaşma­sı imzalanmadan önce listelere yeni adlar eklendi. 16 Mayıs 1920 günü İngiliz Yüksek Komiserliği, (B) listesine 17 kişiyi daha kattı ve bu liste 147 kişilik oldu. Üç listenin toplamı 174 kişiye yükseldi (2S). Antlaşma imzalanıncaya kadar ve ondan sonra daha kimlerin kara listelere geçirilip Müttefiklere teslim edilmelerinin isteneceği belli değildi. Herhalde 174 yeni «suçluy­la» yetinmeyecekti.
Müttefiklerarası mahkeme önünde yargılanmak niyetiyle hazırlanan bu yeni kara listelerde adları geçenleri burada te­ker teker sıralamak sıkıcı olabilir. Yalnız bir fikir vermek ama­cıyla bazılarının adlarını anmak yeterli olsa gerek.
Mütarekeyi çiğnemek suçuyla yargılanmak istenenler, yani (Ç) listesinde adları geçenler sırayla şunlardır:
Cemal Paşa (Mersinli) — Harbiye Nazırı.
Cevat Paşa (Çobanlı) — Erkân-ı Harbiye-i Umumiye Rei­si.
Mustafa Kemal Paşa (Atatürk) — Millî Hareketin lideri.
Haydar Bey: Kürtleri İngilizlere karşı kışkırtmış olan Mus­tafa Kemal Paşa’nın emirlerine uymuştur.
Kâzım Karabekir Paşa — 15. Kolordu Kumandanı.
Ali Fuat (Cebeci) — 20. Kolordu ve Garbî Anadolu Kuvvayı Milliye Kumandanı.
Yakup Şevki Paşa (Subaşı) — Eski 9. Ordu Kumandanı.
Halit Bey (Deli Halit Bey).
Ömer Lütfi Bey.
Türkiye Hıristiyanlarına zorbalık suçuyla yakalanıp yargı­lanmak istenen (B) listesinde 12 mebus yer almaktadır. Şöyle ki:
Harput Mebusu Hacı Mehmet Efendi,
Erzincan Mebusu Sağırzade Halet Bey,
Kırşehir Mebusu Hamitli Rıza Bey,
Muş Mebusu Hacı İlyas Efendi,
Malatya Mebusu Haşim Bey’in oğlu Mehmet Bey,
Dersim Mebusu Mehmet Nuri Bey,
Şeyhülislam Musa Kâzım Efendi,
İzmir Mebusu ve «.Yeni Gün gazetesi sahibi Yunus Nadi Bey,
Erzurum Mebusu Seyfullah Bey,
İstanbul Mebusu Adnan Bey (Adıvar),
Antep Mebusu Ali Cenani Bey,
Harput Mebusu Baboş Mustafa Bey.
Aynı (B) listesinde çeşitli rütbelerde subaylar da bulunmak­tadır. Yıldırım Orduları Kurmaybaşkanı Albay Bahaettin Bey, Harbiye Nezareti İkinci Kurmaybaşkanı Albay Behiç Bey, Ge­nelkurmay Başkanlığında Albay İsmail Hakkı Bey, Enver Paşa’ nın kardeşi Nuri Paşa, Samsun kırımından sorumlu tutulan Rı­fat Paşa, Küçük Talât Bey, Erzurum ve Batum kırımından so­rumlu tutulan Vehbi Mehmet Paşa, eski 11. Kolordu Komu­tanı ve Harput Vali Vekili Süleyman Faik Paşa gibi. Ünlü Eş­ref Kuşçubaşı ile Topal Osman da bu listede yer alıyorlardı.
(B) listesinde en çok idarecilerin adları bulunmaktadır. Va­li, mutasarrıf, kaymakam gibi idare amirleri listeyi doldurmak­tadır. Damat Ferit Paşa’nın son sadrazamlığı sırasında, 8 Ağus­tos 1920 günü İstanbul’da idam edilen Nusret Bey de bu listenin 94. sırasında bulunmaktadır. Daha sonra yakalanıp Malta’ya sürülen Bitlis Valisi Mustafa Abdülhalik Bey (Renda), Kasta­monu Valisi Âtıf Bey, Van Valisi Tahsin Bey, Bitlis Valisi Hay­dar Bey gibi bir derece tanınmış idare amirlerinden başka, ad­ları pek duyulmamış birçok mutasarrıf ve kaymakam da liste­de sıralanmaktadır. Az sayıda yargıç, savcı, cezaevi müdürü, belediye başkanı, jandarma komutanı gibi kişilerle «Hıristiyanlara zorbalık» suçuyla arananlar da yargılanacaklar arasında yer almaktadır ...
(B) listesinde adları geçenler ve İngiliz savaş tutsaklarına kötü davranmakla suçlananlar ise çoğunlukla küçük rütbeli su­baylardır. Bunlar, savaş yıllarında tutsak kamplarında görev yapmışlar, tutsakların Kutelamara’dan Anadolu’ya taşınma­sında ve muhafazasında hazır bulunmuşlar, bu yüzden İngilizlerin kara listesine girmişlerdir.
Sevr Antlaşması imzalandıktan sonra bütün bu insanların Müttefiklere teslim edilmeleri istenecekti. Teslim alınabilenler Müttefiklerce yargılanacaklardı.
Bu listeler Londra’ya ulaşınca İngiltere Dışişleri Bakanlı­ğının yorumu şöyle olmuştur: «(A) listesindekiler yeni değildir, bunlar, yargılanmak üzere İngiltere Başsavcılığında kurulan Sa­vaş Suçlularını Araştırma Komitesince, zaten saptanmıştı. (B) listesindekiler yenidir. Hiç kuşku yok ki, bunlar, Yüksek Komi­serliğin Ermeni-Rum Şubesinin yeni araştırmaları sonucudur.
(C) listesi ise, bizim daha önce istifaya zorladığımız Harbiye Nazırı ile Genelkurmay Başkanmı da kapsamaktadır.
«Türklerin herhangi bir kimseyi teslim etmelerini bekleye­meyiz. Pratik yol, bunlar içinden yakalayabileceğimiz kadarını yakalamaktır...» denir (*9).
Gerçekten İngilizler bu yolu tutarlar. Özellikle İstanbul’un işgalinden sonra, 1920 yılı içinde yeniden birçok kişiyi yakalayıp Malta’ya sürerler. Yakalananlar ve Malta’ya sürülenler ara­sında, bu kara listelerde adları geçenlerden bazıları da bulun­maktadır. Sevr Antlaşması imzalandıktan sonra İngiliz Yük­sek Komiseri, şunları yazar:
«(B) listesinde sıralanmış 130 ([45]) kişiden şimdiye ka­dar 19-20 kadarı tutuklandı, 1 tanesi Türk Sıkıyönetim Mahkemesince asıldı, 2 tanesi öldü. Yakalananlar arasın­da Binbaşı Burhanettin Hakkı Bey ile Mehmet Rifat Bey de bulunuyor. Bunlar (B) listesinin 23 ve 102 sıra numa­ralarında kayıtlıydılar. şimdi burada askerî cezaevindedirler. Artık barış antlaşması imzalandığına göre, Burhanet­tin Hakkı Bey’i Malta’ya sürmek için masraf etmektense kendisini Türkiye’de tutmayı 19 Ağustos günü Başkomu­tana önerdim. Başkomutan, 29 Ağustosta, Binbaşı B. Hak­kı Bey’i Malta’ya sürmeyi yeğ tuttuğu karşılığını verdi.
Bu görüşmeler karşısında... Sevr Antlaşmasının 230. maddesi gereğince yargılanacak kişiler için öngörülen mahkemenin nerede ve ne zaman kurulacağının bildiril­mesini... rica ederim.
Eğer bu mahkeme İstanbul’da kurulacaksa, daha faz­la kimseyi Malta’ya sürmek hem ekonomik olmaz, hem de gereksizdir sanırım.»
İngiliz Yüksek Komiserliği, Sevr Antlaşması gereğince, yar­gılanacak kişilerin listelerini hazırlamış, yakalatabildiklerinin çoğunu Malta’ya sürmüştü. Şimdi Müttefiklerarası Mahkeme­nin kurulmasını bekliyordu. Mahkeme Malta’da mı, İstanbul’da mı kurulacaktı?
 Ne zaman kurulacaktı?
 Amiral de Robeck’in kafasını kurcalayan soru buydu. Amiral, Sevr Antlaşmasının yırtılıp atılabileceğini pek düşünmüyordu.
Sevr Antlaşmasının hazırlandığı aylarda İngiliz parlamen­terleri de zaman zaman Malta sürgünleri ve genellikle «Suçlu Türkler» konusuyla ilgileniyor, Hükümete sorular soruyorlardı. Üzerinde durdukları, «Suçlu Türklerin» cezalandırılıp cezalan­dırılmayacağı, bu amaçla bir mahkeme kurulup kurulmayaca­ğı noktalarıydı.
4 Mart 1920 günü, İngiliz Avam Kamarasında bu konuda kısa bir görüşme yapıldı. Mebuslardan Yarbay Walter Guiness, Malta sürgünlerinin yargılanmalarının düşünülüp düşünülmedi­ğini Dışişleri Bakanma sordu. Bakan adına Sir H. Greenwood, «bu sorun görüşülmektedir» diye karşılık verdi. Yüzbaşı Redmond adlı bir başka milletvekili konuyu biraz daha açmak iste­di. «Bu Türkler yargılanacaklar mı?
» diye sordu. Sir H. Greenwood, «evet» diye karşılık verdi. P. Billing adlı bir üçüncü par­lamenter, «İstanbul’da Türk mahkemesi önünde mi yargılana­caklar?
» diye konunun üzerine gitti. Dışişleri sözcüsü, kesin bir şey söylemedi, «bu sorun görüşülmektedir» diye tekrarlamakla yetindi. O gün konu o kadarla kaldı ([46]).
Dört ay sonra, 5 Temmuz 1920 günü, Malta sürgünlerinin yargılanmaları konusu yeniden İngiliz Parlamentosuna getiril­di. Sir H. Norman, «Savaş yasalarım çiğnemekle suçlanan Malta’daki Türk tutsakları hangi mahkeme önünde yargılanacak­lardır?
» diye sordu. Mr. Bonar Law, «buna henüz cevap verebi­lecek durumda olmadığını» söyledi. Sir J. Butcher, «Türkiye ile imzalanacak barış antlaşmasında. Türk savaş suçlularının tes­lim edilmelerini öngören maddeler var mı?
» diye sordu. Mr. Bo­nar Law, «evet, var» diye karşılık verdi ([47]).
Gerçekten 10 Ağustos 1920 günü imzalanan Sevr Barış Ant­laşmasında bu konuyla ilgili olarak beş maddelik ayrı bir bölüm yer almaktaydı (Bölüm VII, madde 226-230). Bu maddelere gö­re, Türk savaş suçluları Müttefik askerî mahkemelerince yargılanacaklardı. Osmanlı devleti, Müttefik askerî mahkemelerinin yargı yetkilerini, yani Osmanlı yurttaşlarını yargılamalarını ka­bul ediyordu. Daha önce Türk mahkemelerinde yargılanmaya başlanmış kimseler de Müttefik askerî mahkemelerine yolla­nacaklardı. Osmanlı Hükümeti, Türk savaş suçlularını Mütte­fiklere teslim etmeyi de yükleniyordu (Madde 226). Savaş suçlu­ları deyimiyle, «savaş yasalarıyla törelerine karşı suç işlemiş ki­şiler» kastediliyordu. Açıkça söylenmemekle birlikte, Müttefik savaş tutsaklarına kötü davranmış olanlardı bunlar.
Osmanlı devleti, yalnız Müttefiklerin isteyecekleri sanıkla­rı teslim etmekle kalmayacak, bunların suçlanmalarına yaraya­cak belge ve bilgileri de Müttefiklere verecekti (Madde 227).
Bunlara benzer maddeler, Almanya, Avusturya ve Bulga­ristan ile imzalanmış barış antlaşmalarında da vardı. Yalnız Türkiye ile yapılan barış antlaşmasının maddeleri daha ağır­dı. Sevr Antlaşmasının 230. maddesi, «savaş sırasında kırım (kat­liam) suçu işlemiş olanların», başka bir deyimle Ermeni sürgü­nünden sanık olanların da Müttefiklere teslim edileceklerini öngörüyordu. Bunlar, Müttefiklerce kurulacak bir özel mahke­mede yargılanacaklardı. Bu mahkemenin nerede, nasıl kuru­lacağını Müttefikler kendileri kararlaştıracaklar ve Osmanlı Hü­kümeti bu mahkemeyi tanıyacaktı. İleride Milletler Cemiyeti özel bir mahkeme kurarsa, Müttefikler, suçlu Türkleri o mah­kemeye vereceklerdi...
İngilizlerin niyeti, Türk siyasî suçlularını da yargılamaktı. Sevr’in 230. maddesinde öngörülen Müttefiklerarası Mahkeme, aslında siyasî suçluları yargılayacaktı. Malta sürgünlerinin çoğunun da bu mahkemece yargılanıp cezalandırılması düşünülü­yordu.
Sevr Antlaşması imzalandıktan sonra İngiliz Hükümeti, Müttefiklerarası mahkemeyi bir an önce kurdurmak için çalış­malara başladı. 29 Eylül 1920 günü İngiltere Dışişleri Bakan­lığı, İngiliz Başsavcılığına başvurdu. İstanbul’daki İngiliz Yüksek Komiserliğinin, Müttefik Mahkemesinin nerede ve ne zaman ku­rulacağını sorduğunu da bildirerek şöyle dedi:
«Lord Curzon, Türk Barış Antlaşması'nın (Sevr’in) 230. maddesi uyarınca, kırımdan sorumlu kişilerin yargı­lanmaları hakkında bilgi rica etmektedir.»
Yalnız, «kırım suçluları» denmekle birlikte, bu maddeye göre Malta sürgünlerinin çoğundan başka, ayrıca kara listeye geçirilen 174 kişinin de yargılanmak istendiği, bu bölümde görülmüştü. Bu 174 kişinin içinde Mustafa Kemal Paşa (Atatürk), Kâzım Karabekir Paşa ve Ali Fuat Paşa (Cebesoy) gibi Türk Kurtuluş Savaşının liderleri de vardı. Sevr Antlaşmasının 230. maddesi Türkiye’ye özgüydü. Buna benzer bir madde, Versailles, Saint Germain ve Neuilly Barış Antlaşmalarında yoktu. As­lında «kırım suçlusu» kisvesi altında, Türk Kurtuluş Savaşının büyük başları da Müttefik Mahkemesi önünde sanık sandal­yesine oturtulacaklardı. Niyet buydu. Ama...
Türkiye’deki olaylar İngilizlerin umdukları gibi gelişmiyor­du. Türk Kurtuluş Savaşı, artık önüne geçilmez bir güce ulaş­mıştı. Türkiye Büyük Millet Meclisi Hükümeti, Sevr Antlaş­masını tümüyle yırtıp atmıştı. İngiliz Başsavcılığı, Lord Curzon’dan daha akıllıca Türkiye’deki gelişmeleri değerlendiriyor­du. Lord Curzon’un, Türk suçlularını yargılayacak Müttefik mahkemesinin nerede ve ne zaman kurulacağı yolundaki soru­suna İngiliz Başsavcılığı 15 Ekim 1920 günü kısa, ama anlam­lı bir karşılık verdi :
«Türk Barış Antlaşması’nın bugünkü durumu karşısında soruya bir karşılık verme olanağı şimdilik yoktur» dedi ([48]).
İngiliz Başsavcılığı, İngiliz diplomatlarına ve askerlerine ders veriyordu âdeta: Sevr Barış Antlaşması imzalanmış olmak­la birlikte, henüz onaylanmamış ve yürürlüğe girmemişti. Bu durumda Sevr Antlaşmasına dayanılarak bir Müttefik Mahke­mesi kurulması ve Türk yurttaşlarının bu mahkeme önünde yargılanmaya başlanması şekil bakımından bile hukuka dayandırılamayacaktı. Öyleyse Başsavcılık susmayı yeğ tutuyordu.
Başsavcılığın bu görüşü İstanbul Yüksek Komiserliğine de iletildi. Ama Yüksek Komiserlik, sanki Sevr Antlaşması yürür­lüğe girecekmiş ve Müttefik Mahkemesi kurulup Türkleri yar­gılayacakmış gibi çalışmalarını sürdürdü. 24 Kasım 1920 günü, İngiltere’nin yeni İstanbul Yüksek Komiseri Sir Horace Rumbold, Malta sürgünleri konusunda Londra’ya bir rapor sundu. Sürgünlerden 58 kişinin, Sevr Antlaşmasının 230. maddesi gere­ğince kurulacak Müttefik Mahkemesince kesinlikle yargılanma­ları gerektiğini bildirdi. Bunların numara sırasına göre adları şöyledir:
2667 Ali İhsan Paşa (Sâbis), 2686 Sâbit Bey, 2687 Veli Necdet Bey, 2690 Cevdet Bey, 2692 İsmail Canbulat Bey, 2696 Nevzat Bey, 2698 Fazd Berki Bey. 2701 İbrahim Bedrettin Bey, 2704 Macit Bey, 2706 Hoca Rifat Efendi, 2712 Hilmi Bey, 2718 Zekeriya Zihni Bey, 2719 Ahmet Muammer Bey, 2723 Gani Bey,
2723   Ahmet Bey, 2732 Süleyman Numan Paşa, 2733 Memduh Bey, 2735 İbrahim Pirzade Bey, 2736 Ahmet Nesimi Bey,
2732   Faik Bey, 2738 Şükrü Bey (Kaya), 2743 Arif Feyzi Bey, 2752 Fahrettin Paşa (Türkkan), 2755 Sait Halim Paşa, 2756 Mithat Şükrü Bey (Bleda), 2758 Mahmut Kâmil Paşa, 2760 Halil Bey (Menteşe), 2761 Mustafa Kemal Bey (Kara Kemal), 2762 Ali Münif Bey, 2763 Ahmet Şükrü Bey, 2764 Ahmet Ağaoğlu,
2768   Yusuf Çavuş ibn Nuri Bitlisi, 2774 Tahsin Bey, 2789 Hilmi Abdülkadir Bey, 2790 Eczacı Mehmet, 2792 Raf et Paşa, 2795 Mehmet Kâmil, 2796 Acenta Mustafa, 2798 Mustafa Reşat,
2799   Hacı Ahmet Bey, 2800 Mustafa Abdülhalik Bey (Renda),
2801   Basri Bey, 2804 Murat Bey, 2805 Ali Cenani Bey, 2806 Andavallı Mehmet, 2807 Süleyman Faik Paşa, 2808 Ali Nazmi,
2809   Nazım Bey, 2810 Hoca İlyas Sami Bey (Muş), 2811 Atıf Bey, 2812 Süleyman Necmi Bey, 2813 Safvet Osman Bey (?
),
2814   Burhanettin Hakkı Bey, 2815 Mehmet Rıfat Bey, 2816 Mehmet Nuri Bey, 2817 Mehmet Ali Bey, 2818 Cemal Oğuz Bey, 2819 Adil Ahmet
Malta sürgünlerinin bir kısmı İngiliz Yüksek Komiserliğince yakalatılmıştı, bir kısmı ise İngiliz Başkomutanlığınca tu­tuklanmış ve sürülmüşlerdi. Yani Başkomutanlığın ayrı, Yük­sek Komiserliğin ayrı listeleri vardı. Yukarıdaki 58 kişi, Yük­sek Komiserliğin listesinden seçilmiş olanlardı. İngiliz Başko­mutanı General Harington da kendi listesini gözden geçirdi. Sevr Antlaşmasının öngördüğü Müttefik Mahkemesince yargı­lanacak sürgünleri ayırdı. General Harington’un yargılanmasını istediği sürgünler de şunlardı :
2680 Albay Ahmet Tevfik Bey, 2694 Yüzbaşı Cemal Bey, 2700 Albay Ahmet Cevat Bey, 2707 Binbaşı Mazlum Bey, 2741 Yakup Gallus, 2745 Yüzbaşı Tahir Bey, 2772 Cemal Paşa (Mer­sinli), 2773 Cevat Paşa (Çobanlı), 2774 Tahsin Bey, 2777 Albay Şevket Bey, ve 2803 Yakup Şevki Paşa (Subaşı)
Yüksek Komiser bu listeye iki de gazeteci ekledi:
2785 Celâl Nuri Bey (İleri) ve 2787 Ahmet Emin Bey (Yal­man)
Toplam olarak 70 sürgün yargılanmak üzere seçilmişti. Bu sayıya, yakalanmamış ve sürülmemiş olan 170 kadar kişiyi de eklemek gerekir. Atatürk’ün de içinde bulunduğu bu 170 kişi, Müttefik Mahkemesinde yargılanmak niyetiyle kara listeye ge­çirilmişti. Bunların Müttefiklere teslimi Sevr Antlaşmasına göre İstanbul Hükümetinden istenecekti.
Kısacası İngilizler, Sevr Antlaşmasının 230. maddesi gere­ğince 240 kadar Türkü Müttefiklerarası Mahkemede yargılatmayı planlamışlardı. Bunlardan 70 kişi zaten Malta’daydı, öteki­lerini ise henüz ele geçirememişlerdi. 1921 yılma girilirken İngilizlerin tasarıları kısaca buydu: Müttefiklerarası Mahkeme kurulacak ve «suçlu» Türkler bu mahkeme önünde yargılana­caklardı.
Sh:221-229
İstanbul’daki İngiliz Yüksek Komiserliği, Malta sürgünle­rinden 70, sürgünler dışından 170 kadar kişiyi yargılatmak için seçmişti, ama bunlar hakkında iddia dosyalarını, suç delillerini hazırlayıp Londra’ya göndermemişti. Oysa asıl önemli konu buydu. Bu kimseler hangi dosyalar, hangi iddialarla Müttefik Mahkemesi önüne yollanacaklardı?
 İddia makamı kim olacaktı?
 İngiliz Başsavcılığı mı, Yüksek Komiserlik mi?

İngiliz Başsavcılığı bu konudaki görüşünü daha Ağustos 1920’de açıklamıştı. Başsavcılık 4 Ağustos 1920 günü, İngiliz Hükümetine bir muhtıra sundu. Malta sürgünlerini üç sınıfa ayırdı:
«1 — Siyasî suçlular,
2— Sürgün, yağma ve kırım suçluları,
3— İngiliz savaş tutsaklarına kötü davranmaktan sanık olanlar.»
Bu üç sınıf suçtan yalnız sonuncu sınıf Başsavcılığı ilgilen­diriyordu. Gerçekten Başsavcılık, sadece İngiliz savaş tutsakla­rına kötü davranmaktan sanık olanların kendi yetkisi içinde olduğunu Hükümete bildirdi. Eldeki delillere göre yalnız 8 sürgün, tutsaklara kötü davranmaktan dolayı Müttefik Mahkemesine ve­rilebilecekti. Başsavcılık, öteki sürgünler hakkında delil topla­mak, iddianameler hazırlamak görevinin Yüksek Komiserliğe düştüğünü söyledi. «Tutuklamalar Yüksek Komiserin talimatıy­la yapıldığına göre, kendisinin elinde, kuşkusuz, tutuklular aley­hinde deliller de vardır» dedi ([49]).
Bundan sonra aradan aylar geçti. Türkiye’de hızlı geliş­meler oldu. Türk orduları doğuda Ermenilere karşı, batıda İnö­nü’de zaferler kazandılar. Ankara Hükümeti Londra Konfe­ransına çağırıldı. Bu konferansta Anadolu’daki İngiliz tutsak­larına karşılık, Malta’daki bazı Türk sürgünlerinin salıverilmesi konusu da ele alınacaktı. Ama İstanbul’daki İngiliz Yüksek Ko­miserliğinden beklenen iddianameler, suç delilleri hâlâ gelme­mişti. Hangi sürgünlerin serbest bırakılabileceği, hangilerinin kurulacak Müttefik Mahkemesine yollanmak üzere Malta’da tutulacağı kesinlikle belli değildi.
Londra Konferansı arifesinde sürgünler de Malta Valisi­ni sıkıştırmaya, hangi suçlardan dolayı sürgün edildiklerini daha ısrarla sormaya başlamışlardı. Malta Valisi Mareşal Plumer de ilk kez bu sırada Londra’yı ciddî olarak sıkıştırdı. Sürgünlerin suçlan hakkında bilgi istedi. 12 Şubat 1921 günü Londra’ya şunları yazdı:
«Halen burada (Malta’da) 115 tutsak var. Bunların çoğu prens, nazır, general, vali, mebus vb. gibi yüksek sosyal sınıflardan olan kimselerdir. Kimileri iki yıla ya­kındır, kimileri de bir yıl ile birkaç aydan beri tutukludur...
Bu tutsaklar suçlarını bilmiyorlar. Uğradıkları bu muameleyi İngiliz adalet ilkeleriyle bağdaştıramadıklarını durmadan bana bildiriyorlar...
Tutsaklardan bazıları, tutsaklara kötü davranmak, kırım, sürgün gibi suçlardan ötürü yargılanmak üzere bu­raya gönderilmişlerse de, kendileri sık sık bana başvura­rak, İngiliz ilkelerine göre, suçları ispat edilinceye kadar suçsuz sayılmaları ve ona göre muamele görmeleri gerek­tiğini söylüyorlar. Türkiye’de, karşı partilerce, Rumlar ve Ermenilerce, siyasal ve kişisel nedenlerle sık sık bu gibi suçlamalar (iftiralar) görüldüğünü belirtiyorlar. Kendile­rinin bugünkü durumlarına, Türkiye’deki İngiliz makam­larının hizmetinde bulunan Ermenilerle Rumların sebep olduklarını ekliyorlar.
Bakanlara, parlamenterlere ve başka kişilere gönder­dikleri dilekçelerinin karşılıksız kaldığından ve kendi ken­dilerini savunma olanaklarının kendilerine tanınmadığın­dan yakınıyorlar... Aleyhlerindeki delillerin özetini ya da hiç değilse ne ile suçlandıklarının kendilerine bildirilme­sini istiyorlar ki. bunlara belki karşılık vereceklerdir.
Barış antlaşmaları onaylanmadan önce salıverilen ve yurtlarına geri gönderilmiş bulunan Alman, Avusturyalı ve Bulgar savaş suçlularının durumlarıyla kendi durumla­rını çelişkili buluyorlar. Bu politikayı dinî bir zulüm ola­rak görüyorlar ve bunun yalnız Yakındoğu’da değil, tüm İslam dünyasında da yankıları olacağını ileri sürüyorlar.
Bu durumda şunları öneririm :
a)       Bazı mahpusların serbest bırakılabileceği yolundaki Yüksek Komiserliğin 9 Aralık 1920 günlü tavsiyelerinin hemen uygulanması.
b)       «A» sınıfındaki sürgünlerin hangi suçla yargılanacaklarının ve delillerin özetinin, uygunsa, kendilerine bildirilmesi.
c)       Bu tutsakların ne zaman yargılanacaklarının bildirilmesi ...»
Malta Valisi, bunları söyledikten sonra, İstanbul’a bir subay gönderip sürgünlerin görüşlerini ve durumlarını İngiliz Yüksek Komiserliğine anlatmayı da önerdi. Raporun bir örneği Yük­sek Komiserliğe de yollandı.
Yine tam Londra Konferansı arifesinde, İngiltere Başsavcı­lığı da delil toplama konusuna Dışişleri Bakanlığının bir kez daha dikkatini çekti. Başsavcılık, 8 Şubat 1921 günü, Dışişleri Bakanlığına gönderdiği bir yazıda, «daha fazla gecikmeye mey­dan verilmemesi için, yerli Hıristiyanlara zulüm yapmak suçun­dan yargılanacak Türk sürgünleri aleyhinde delil toplanmasının Yüksek Komiserlikten istenmesini» rica etti. Başsavcılık maka­mı olarak yalnız sekiz savaş suçlusu ile ilgilendiklerini ([50]), bun­lar dışında kalan ve yargılanması istenen öteki sürgünler aleyhin­de delil toplanmasının Yüksek Komiserliğe düşeceğini hatır­lattı ([51]).
İki yönden gelen bu baskılar ve sürgünlerin değiş tokuş ola­sılığı karşısında, İngiliz Dışişleri Bakanlığı, 16 Şubat 1921 günü Yüksek Komiserliğe talimat verdi. Yargılanacak sürgünler aley­hindeki suç delillerinin ve iddianamelerin bir an önce hazırla­nıp gönderilmesini istedi.
«Parturiunt montes, nascetur ridiculus mus».
Yani :
«Bir dağın doğumu beklenirken gülünç bir fare doğdu.»
Horatius’un bu mısraı (Ars poetica)
Türk «harp suçlula­rının» takibatı için yazılabilir.
Gotthard JAESCHKE,
Kurtuluş Savaşı İle İlgili İngiliz Belgeleri, s. 172.
Malta sürgünleri aleyhinde delil toplanması, gerçekten tam anlamıyla «Dağın bir fare doğurmasına» benzer. Gülünç ve hazin. İngilizler gülünç duruma düşerler. Hazin olan da hukuk kurallarıyla pervasızca alay edilmiş olmasıdır.
10 Mart 1921 günü, önce General Harington, Malta’da sür­gün bulunan beş Türk komutanı aleyhindeki delilleri Londra’ya teller. Bu komutanlar, İngiliz Başkomutanlığınca yargılanmak üzere ayrılmış olanlardı. Suçlar şöyle sıralanmıştır :
2772     Cemal Paşa (Mersinli): Harbiye Nazırı bulunduğu sırada, «Milliyetçi ordu için asker toplanmasına yardım etmiş olmakla» suçludur. Yani Paşa, Mondros Mütarekesinin 5. ve 20ı maddelerini çiğnemiştir.
2773     Cevat Paşa (Çobanlı) : «Sınır boyundaki göçebe kabileleri Müttefiklere karşı silahlı direniş için örgütlemeye kalkışmaktan» sanıktır.
2777     Şevket Bey'in suçu, «Akbaş cephaneliği baskını sırasında Çanakkale Komutanı bulunmuş olması»ydı.
2803    Yakup Şevki Paşa (Subaşı) : Kars telsiz istasyonunun yıkılmasıyla ilgili görülüyor ve ayrıca «Kars Şûrası önünde Müttefikler aleyhinde ateşli söylevler vermiş olmakla» suçlanıyordu Hepsi bu kadar!
General Harington, aynı telgrafında şunları da ekler: Ce­mal ve Cevat Paşalar aleyhindeki deliller, «karşı casusluk çalış­malarıyla toplanmıştır. Bu delillerin mahkemece kabul edilebileceği çok kuşkuludur. Çünkü delillerin kaynağının açıklanma­sı siyasal bakımdan olanaksızdır.» ([52])
2772 Hasan Tahsin Bey ile İngiliz Başkomutanlığının sür­dürdüğü öteki subaylar aleyhinde ise, gizli ajanlar aracılığıyla bile hiçbir delil bulunamamıştır.
Bu, tam bir fiyaskodur.
Komutanları bu sözde suçlarla mahkûm ettirmek şöyle dursun, Müttefik Mahkemesi önüne yollamak bile, hukuksal açıdan bir skandal olacaktır. İngilizler bunu göze alamazlar. Ama bu sürgünleri hemen salıvermek de İngilizlere ağır gelir. Mademki suçsuzdular, neden yakalanıp sürüldüler ve niçin bu kadar uzun süre Malta’da tutuldular?
 Suçlu idiyseler neden mah­kemeye yollanmadılar?
 İngilizler, hukuksal bakımdan bu soru­ları cevaplandırabilecek durumda değillerdir. Bir yıl sonra suç­suz oldukları itiraf edilen Genelkurmay Başkanı Cevat Paşa ne­den bir cani gibi ellerine kelepçe vurularak götürüldü?
 Harbiye Nazırı Cemal Paşa, neden bir eşkıya gibi evi basılarak yatağın­dan alındı ve apar topar Malta’ya yollandı?
 Bir devletin onuru­nu, egemenliğini böylesine ayaklar altına almış olmayı Ingilizler hangi hukuk ölçüsüne sığdırabileceklerdi?
 Bu politika han­gi hukuk ilkesine dayandırılabilirdi?
 General Harington şöy­le der:
«Bu sürgünleri mahkûm ettirmeye yetecek tatmin­kâr deliller bulunamayacak ise de, kendilerinin yargılan­madan bu kadar uzun süre tutulmuş olmalarının haklılığı Türk Hükümetince resmen kabul edilmedikçe serbest bı­rakılmalarının ciddîliği de kuşkusuz teslim edilir
Bir hüzünlü komedi oynanmıştır, oynanmaktadır! İngilizler, iki yıldır izledikleri politika yüzünden, Türk Hükümetinden ve Malta sürgünlerinden en azından özür dilemek durumunda ol­dukları halde, Türk Hükümetince temize çıkarılmayı beklerler. Türk Hükümeti, «vatandaşlarımızı sorgusuz yakalayıp sürmek­te, bu kadar uzun süre Malta’da tutmakta haklıydınız» derse, İngilizlerin vicdanı rahat edecektir! Kendilerini tarih önünde bağışlanmış sayacaklar ve gönül rahatlığıyla sürgünleri salıve­recekler, salarken belki hak, hukuk, adalet havariliği yapmak yüzsüzlüğünden bile geri kalmayacaklardır.
İngiliz Başkomutanlığının listesindeki sürgünler bakımın­dan durum, bu noktaya gelip dayanmıştır.
İngiliz Yüksek Komiserliğinin listesindeki Malta sürgün­lerine gelince, bunlar sayıca çok daha fazlaydı. İki yıldır İstan­bul’a kan kusturmuş olan, Başkomutanlıktan ziyade, Yüksek Komiserlikti. Amiral Calthorpe, de Robeck ve en son Sir H. Rumbold’un yönetimindeki İngiliz Yüksek Komiserliği, hizme­tine aldığı kinci Ermenilerin ve Rumların da kılavuzluğu ile, iki yıldır birçok kimseyi hapse attırmış, Malta’ya sürdürmüştü. Son olarak Yüksek Komiserlik, kendi listesindeki sürgünlerden 60 kişiyi, Müttefik Mahkemesinde yargılatmak üzere seçmişti. İlk kez bunların suçlu olup olmadıkları sorulur. Malta Valisi Plumer, sürgünlerin suçlarının sanıkların kendilerine de özet­le bildirilmesini ister. İstanbul Komiseri Rumbold’un karşılığı şu olur:
«.Antlaşmanın (Sevr’in) 230. maddesi gereğince kuru­lacak özel mahkeme, kendi ilkelerini, yargı usulünü, delil­lerle ilgili kurallarını kendisi koyacağı için, sürgünler hak­kında kesin iddianameler hazırlamak ve bu mahkeme ku­rulup çalışmaya başlamadan önce sanıklara suçlarını bil­dirmek bana uygun görünmüyor...
Şimdilik sürgünlere en fazla söyleyebileceğimiz şudur: Kendileri, Osmanlı Hıristiyanlarının sürülmelerine ve kı­rımına katılmak, savaş tutsaklarına zorbalık etmek ve sa­vaş kurallarıyla törelerine karşı gelmekten ötürü yargıla­nacaklardır ...»
İngiliz Yüksek Komiseri, Malta sürgünlerinin olağan hukuk kuralları içinde yargılanamayacaklarını açıkça itiraf etmez, ama umudunu Olağanüstü Mahkemenin kurulmasına bağlar. Olağanüstü Mahkemenin özel kuralları olacakmış ve sürgünler o kurallara göre yargılanacakmış. Kim bilir, Türkiye’deki geliş­meler İngilizlerin istediği biçimde olsaydı ve Sevr Antlaşması uygulanabilseydi, belki İngiliz Yüksek Komiserinin umudu gerçekleşirdi. O zaman belki Malta sürgünleri Olağanüstü Müt­tefik Mahkemesinin o güne kadar bilinmeyen olağanüstü kural­ları uyarınca yargılanıp cezalandırılırlardı.
16 Mart 1921 günü İngiliz Yüksek Komiserliği, Malta sür­günleri hakkındaki suç delillerini, iddianameleri topluca Lond­ra’ya iletti. Yüksek Komiserliğin iki yıldan beri hazırlamakta olduğu suç delilleriydi bunlar. Yargılanmak için seçilmiş 56 sür­günü suçlamak amacı güdüyordu. Aslında Yüksek Komiserlik yargılanmak üzere 60 sürgün seçmişti, ama bu arada iki sürgün Malta’dan kaçmış, bir tanesinin de yanlışlıkla Malta’ya sürül­düğü anlaşılmıştı. Bu durumda 56 sürgün aleyhinde deliller top­lanmıştı.
Her sanık aleyhinde ortalama 6-7 daktilo sayfası tutan iddianameler hazırlanmıştı. Önce numara sırasına göre sanığın kimliği tanıtılmaktadır. Nerelerde görev yapmıştır, ne zaman tutuklanmış, ne zaman Malta’ya sürülmüştür, sürüldükten sonra İngiliz makamlarına hangi tarihlerde kaç tane dilekçe vermiştir gibi sorular cevaplandırılmaktadır. Sanığın tanıtılması iki say­fa kadar tutmaktadır.
Ondan sonraki 4-5 sayfa «Suçlamalar» başlığını taşımakta­dır. Asıl ilginç ve gülünç sayfalar bunlardır. Okununca ne kadar kof oldukları görülmektedir. Ingilizlerin Malta sürgünlerini suç­lamak için kullandıkları başlıca kaynak, Ermeni Patrikhanesinin raporlarıdır. Patrikhane «100 Suçlu Türk» başlıklı bir rapor ver­miştir. Ondan sonra başka raporlar da kaleme almıştır. Ingilizler önce bu raporları esas almışlardır. «Türkiye’de en çok nef­ret edilen İngiliz» diye nitelendirilen İngiliz Baştercümanı Mr. Ryan ile İngiltere’nin İzmir Başkonsolosu Sir H. Lamb da Pat­rikhanenin raporlarını doğrulamaktadırlar. Böylece bir iddiana­me oluşturulmuştur. İddianameler, yer yer başka kaynaklarla da perçinlenmek istenmiştir. İttihatçı düşmanı «Sabah» gazetesi ile «Renaissance» adlı besleme azınlık gazetesinin aleyhteki yazıları da birer delil olarak alınmıştır. Bazı Ermeni tanıklarının ifadeleri de iddianamelerde kullanılmıştır. Arada bir Türk muh­birler de görülmektedir. İtilafçıların jurnalleri olan bu ihbarlar da birer delil gibi alınmıştır. Yer yer İngiliz subaylarının iddia­ları da suç delilleri olarak kullanılmıştır... Kaynaklar kısaca bunlardır.
Elli altı sürgünün hepsi «Osmanlı Hıristiyanlarına karşı kırım» ile suçlanmaktadır. Daha açıkçası bu kimselerin güya Ermenileri öldürmüş ve öldürtmüş oldukları ileri sürülmektedir. Ama bu iddiayı doğrulayacak bir tek suç fiili, bir tek olay gösterilememektedir. Bütün yazılanlar havada kalan, propaganda niteliği taşıyan sözlerden öteye geçmemektedir. İddianameler­den birkaç örnek sıralamak durumu daha iyi aydınlatabilir. Şöy­le ki:
2754 Sait Halim Paşa hakkında özetle şunlar anlatılmak­tadır :
Eski Hidiv Abbas Halim Paşa’nın amcasıdır. Mah­mut Şevket Paşa’nın öldürülmesi üzerine sadrazam oldu. 1915 1917 yıllarında sadrazamlık yaptı. 10.3.1919'da tutuklandı. Mr. Ryan’ın, sadrazama verdiği listede adı geçer. Önce Mondros’a, sonra Malta’ya sürüldü. 11 Nisan 1915 günü kendisini ziyaret eden Ermeni Patriğine şöyle dedi :
«Siz Ermeniler, Osmanlı İmparatorluğu’ndan sizi ayırmaları için İtilaf devletlerine yanaştınız. Olaylar bu­nun sonucudur
Ermeni Patrikhanesinin 2.12.1920 günlü raporunda suçlular arasında sayılmaktadır. Abdülhamit’in hafiyeler’ınden Şerif Paşa’nın kızkardeşiyle evlidir. Meşrutiyetten sonra İttihatçılara yanaştı. Halil Bey’in Dahiliye Nazırlığı sırasında Yeniköy Belediye Başkanı oldu. Başarı göstere­medi. Her zaman İttihatçılara para yardımı yaptı. Güç bir zamanında T anin gazetesine 2000 altın lira verdi, gazetenin yaşamasını sağladı. Nazım Paşa’nın İttihatçılara sert dav­ranmasını önledi. Nazım Paşa kendisine borçlu ve minnet­tardı. ölçüsüz ihtiraslı, fanatik ve büyük servetiyle İtti­hatçılara alet olan bir kimsedir. Sadrazamlığı sırasında en ağır cinayetler işlendi. Ermeni kırımındaki suçu «ma­nevî olmaktan öteyedir». Daha sadrazam olmadan önce altı vilayette Ermeni tehlikesine dikkati çekmiş, bir bro­şür yayımlamıştır. İttihatçıların yargılanmaları sırasında, 28.4.1919’da Osmanlı savcısı da kendisini suçlamıştı. Mr. Ryan’a göre, Savaş Kabinesinin başı olması dolayısıyla yargılanması gereken bir kişidir. Sir H. Lamb, Mr. Ryan’ın görüşünü paylaşmaktadır
Sadrazam Sait Halim Paşa aleyhindeki iddianame işte budur.
Bir başka örnek. 2756 Mithat Şükrü (Bleda) hakkında da şöyle denilmektedir:
1915’te Maarif Nazırlığı yaptı. Burdur mebusuydu. İttihat ve Terakki’nin Genel Sekreteri oldu. Tutuklanacaklar listesinde adı Mr. Ryan tarafından 27 Mart 1919 günü Sadrazama verildi. Önca Mondros’ a, sonra Malta’ya sürüldü. Türk Sıkıyönetim Mahkemesinde sorguya çekildi. Ermeni Patrikhanesi’nin Eylül 1920 tarihli listesin­de adı beşinci sıradadır. Ocak 1919’da Vali Dr. Reşit Bey’in hapisten kaçışına yardım etti. Selanik’te doğdu. Eksik eği­tim gördü. Selânik Maarif Müdürlüğünde muhasebeciyken gizli İttihat ve Terakki komitesine girdi. Meşrutiyetten son­ra İttihatçı liderler arasında yer aldı. Eyüp Sabri ve Hacı Âdil Beylerden sonra İttihat ve Terakki Genel Sekreteri oldu. Mütarekeye kadar bu görevde kaldı. Talât, Enver Pa­şalarla Bahattin Şakir ve Dr. Nazım Beylerin arkadaşı olarak, onlarla birlikte İttihat ve Terakki’nin bütün kö­tülüklerinin sorumluluğunu paylaşır. Kibar ve ölçülü gö­rünüşü altında İttihatçıların Panturanist idealinin teşvik­çisidir. Meşrutiyetten hemen sonra Makedonya’da Hıristiyanları yerlerinden sürdürdü. Balkan savaşından sonra bütün nefretini Ermenilere çevirdi. Mütarekeden sonra İt­tihat ve Terakki dokümanlarının önemli bir kısmını yok etti. 28 Nisan 1919 günü Osmanlı Sıkıyönetim Mahkeme­sinin açılış celsesinde «Ermenilere karşı işlenmiş cinayet­lerden sorumlu» olarak adı anıldı.
İttihat ve Terakki Partisi Genel Sekreteri Mithat Şük­rü (Bleda) aleyhindeki iddianame de budur.
2732 Şükrü (Kaya) Bey ise şöyle tanıtılıp suçlanır:
1913 -1914 yıllarında Mülkiye müfettişiydi. 1914 -15 yıllarında Halep ve Adana vilayetlerinde göçmen işleriy­le görevlendirildi. Bu vilayetlerde Ermeni sürgünü onun yönetimi altında yapıldı. Sürgün planlarını Adana ve Ha­lep’te kendisi yaptı. Sürgünde isteksiz davranan Halep Va­lisi Bekir Sami Bey’i görevinden attırdu..
Yargılanmak üzere seçilen Malta sürgünleri aleyhinde toplanabilen sözde deliller işte böyle sürüp gider. Ermeni sür­günü sırasında iktidarda bulunan veya Ermenilerin yaşadık­ları bölgelerde görevli olan kişiler ön yargıyla suçlanmaktadır­lar. Ama hiçbiri aleyhinde kesin bir suç fiili gösterilememektedir. Toplanan delillerin ve hazırlanan iddiaların, sanıkları mah­kûm ettirmeye yetmeyeceğini İngiliz Yüksek Komiseri de bi­lir. Sözde iddianameleri Londra’ya iletirken Lord Curzon’a şunları yazar:
«... Müttefik ya da tarafsız ülkelerin hiçbirinden bilgi istenmedi. Özellikle Amerikan Hükümetinin elinde bol miktarda belge bulunduğu kuşkusuzdur...
Barış Antlaşması (Sevr) henüz yürürlüğe girmediği için Türk Hükümetine ve görevlilerine de herhangi bir baskı yapılamadı. Bu nedenle hiçbir Türk resmî belge­si de sağlanamadı.
Anadolu’da gezi özgürlüğü bulunmadığı için pek az sayıda tanık gelebildi...
Şimdiye kadar bilgi toplanmasında başlıca kanal Er­meni Patrikhanesi oldu...» ([53])
İngiliz Yüksek Komiseri, açıkyüreklilikle, «Malta sür­günleri suçsuzdur» deyemiyor. Bunu söylemeye Sir H. Rumbold’un dili varmıyor. Böyle bir itiraf, İngilizlerin iki yıldır izledikleri politikanın inkâr edilmesi demek olacaktı. Sürgün­leri suçlayabilecek deliller bulunamayışını Yüksek Komiser başka nedenlerle açıklamaya kalkışıyor. Anadolu’da «gezi özgürlüğü bulunmadığı için» Ermeniler İstanbul’a gelememiş, sürgünler aleyhinde tanıklık edememiş imişler. Bu, saçma bir iddiadır. Müttefikler Kars yöresinde, Çukurova’da, Güney­doğu Anadolu’da ve hele İstanbul’da on binlerce Ermeni ile ilişki kurmuşlardı. İngilizlerin hizmetinde birçok Ermeni var­dı. İki yıldır İngilizler bu Ermenileri Türklere karşı seferber etmişlerdi. Bunların da kılavuzluğu ile kara listeler hazırlan­mış, fellik fellik insanlar avlanmış, Bekirağa Bölüğü cezaevi tıklım tıklım doldurulmuş ve iki yıl boyunca durmadan Mal­ta’ya sürgünler yollanmıştı. O zaman bol sayıda Ermeni tanığı vardı. Şimdi iş ciddileşince, mahkemenin kabul edebileceği delil bulmaya sıra gelince «tanık yokluğundan» dem vurul­makta ve bunun nedeni de Anadolu’da gezi özgürlüğünün bulunmayışı olarak gösterilmektedir. Eğer gerçekten ortada suç bulunsaydı, İngilizler için delil bulmak pek güç olmazdı.
Türkiye’nin başkenti Ingilizlerin işgalindeydi, binlerce kişi onların emrindeydi.
Türk belgeleri kullanılamadığı için delil bulanamadığı yo­lundaki iddia ise düpedüz yalandı. İngilizler, işgal ettikleri yerlerde Türk arşivlerine el koymaktan çekinmemişlerdi. Söz­gelişi, sözde Ermeni kırımı ile ilgili belgeler ele geçirilebilece­ği umuduyla, Şubat 1919’da Ingilizler, Ermeni kılavuzlarıyla bir­likte Urfa Vilayet konağını basmışlar, arşivleri alıp götür­müşlerdi. Sonra, 1919 1920 yıllarında iktidarda bulunan Da­mat Ferit Paşa Hükümeti, Malta sürgünlerini suçlayabilmek için, kraldan fazla kralcı bir politika izlemiş, bunu iki masum kişiyi astırmakla da ispatlamıştı. Bir bakıma İngilizlerin em­rinde olan işbirlikçi Damat Ferit Paşa Hükümeti, sürgünler aleyhinde bulabileceği herhangi bir suç delilini İngilizlerden gizleyecek değildi. İttihatçı düşmanı Damat Ferit Paşa Hü­kümetleri de Malta’ya sürülenler aleyhinde ciddî suç delilleri bulamamışlardı. Türkiye’de Ermeni sürgünü olmuştu. Ama Ermeni kırımı (katliamı) yapılmamıştı. İngilizler bunu kabul edemiyorlar, hâlâ Ermeni kırımı olduğu iddiasını sürdürüyor­lar ve bunun suçlularını, delillerini arıyorlardı. Olmayan bir şeyi ispat etme olanağı olamazdı, işin aslı budur. Ortada suç yokken suçlu aramak ve bunu ispata kalkışmak boşuna ça­badır. Kısacası iki yıl boyunca İngiliz ajanları, Ermeni «tazıları», işbirlikçi Hürriyet ve İtilaf partizanları ve Damat Ferit Pa­şa Hükümetleri, Malta sürgünlerini suçlayabilmek için sefer­ber olmuşlardı. Ama bütün çabalar boşa gitmiş, büyük bir fi­yaskoyla sonuçlanmıştı.
Dağ bir fare doğurmuştu. Gülünç bir fare!
Sh:229-240

Amerika, birkaç bakımdan önemli görülür. «Ermeni kı­rımı» yapıldıysa, Amerikan arşivleri suç delilleriyle dolu ol­malıydı. Birinci Dünya Savaşı içinde İngiltere ile Türkiye’nin ilişkileri kesikti. Ama Türk Amerikan ilişkileri 1917 yılına kadar kesilmemişti. Amerikan diplomatik ve konsolosluk görev­lileri savaş yıllarında da Türkiye’de kalmışlardı. Ermeni sür­gününü ve yapıldıysa Ermeni kırımını izlemiş oldukları kuş­kusuzdu. Amerikalılar, Ermenilere karşı ilgisiz değillerdi. Ter­sine, Ermenilerin koruyucuları rolündeydiler. Ermeniler öldürüldüyse, bunun kayıtları Amerikalılarca tutulmuş olma­lıydı.
Sonra, Anadolu’da kökleşmiş Amerikan misyonerleri, öğ­retmenleri ve ajanları vardı. Eğitim, yardım, din, kültür kis­vesi altında iş görüyorlardı. Ama hemen hepsi Ermenilerin ko­ruyucu meleği rolündeydi. Ermeni kırımı propagandasını Avru­pa ve Amerika’ya yayanların başında bunlar da vardı. Türk düş­manlığını Atlantik ötesinde de mayalandırmalardı. Büyük yay­garalar koparmışlardı. Yazmışlar, çizmişler, konuşmuşlardı yıl­larca. Herhalde bildikleri pek çok şey olmalıydı ki, bunca gürül­tü koparabilmişlerdi, denilebilir. Öyleyse, «gün bugündü.» Şim­di onların da tanıklığına başvurulacaktı. Sanıklar, İngilizlerin avuçlarının içindeydi. Mahkeme kurulacaktı. Yalnız bir şey eksikti: suç delili. Ermeni koruyucusu Amerikan misyonerle­rine, öğretmenlerine, ajanlarına tarihî bir görev düşüyordu. Ya iddialarını ispatlayacaklar, ya da tarih önünde iftiracı damga­sını yiyeceklerdi. İşte Halep, işte arşın!
Üstelik Amerika, Türkiyeli Ermenilerle doluydu. Topla­nıp toplanıp Atlantik ötesine taşınmışlardı. Yeni Dünyada «Türklerin kurbanları», «kırım artıkları» diye tanıtılmışlardı. Öyleyse onlar da çok şey görmüş, çok şey yaşamış olmalıydılar. Amerikan makamlarına kim bilir ne kadar önemli belgeler, bil­giler vermişlerdir, diye umulur. Bu Ermeni belgeleri de Ameri­kan arşivlerinde saklanmış olmalıdır herhalde. «Sakla samanı, gelir zamanı» kabilinden. Bu belgeleri kullanma zamanı işte gelip çatmıştı... Ne yönden bakılırsa bakılsın, Amerikan arşiv­leri çok umut verici görünür ve İngiliz Hükümeti, Amerikan kaynaklarına ciddiyetle bel bağlar.
31 Mart 1921 günü Lord Curzon, İngiltere’nin Vaşington Büyükelçisi Sir A. Geddes’e şu telgrafı çekti:
Bu kısa telgraf, pek önemli ve ciddî sayılır. Şifredir, ama önemli bir şifre. Normal şifre telgraflar, çoğaltılıyor ve 15-20 yere birden dağıtılıyordu. Bu ise tek nüshadır ve «Dağıtımı Ya­pılmaz» damgasını taşır. Nedenini anlamak biraz zor. Lord Curzon, belki, saçma İngiliz politikasına Amerika’yı sürükle­mek istediğinin bilinmesini istememiştir. Belki için için, «Erme­ni kırımı»nın asılsız olduğunu, Amerika’dan da bir şey çık­mayacağını düşünmekteydi. Gülünç duruma düşmemek, sonun­da rezil olmamak için Amerika’ya da başvurduğunun duyulma­sını istemiyordu. Akla gelen bir başka olasılık da şudur: Ame­rika’dan eli boş dönülürse, Malta sürgünleri eninde sonunda serbest bırakılacaktı ve o zaman İngilizler bu kimseleri zaten yargılamak niyetinde olmadıklarını ileri sürebileceklerdi. Bir ihtiyat tedbiri olarak, Malta’ya gönderilmişlerdi, Türkiye’deki olayların yatışması bekleniyordu, diye iddia edebileceklerdi. Ama, yargılamak için Amerika’nın bile kapısının çalındığı duyu­lursa, böyle bir iddia ileri sürülemeyecekti. Amerika’ya da baş­vurulduğu ve bir sonuç alınamadığı duyulursa, bütün «Ermeni kırımı» propagandası şişirilmiş bir balon gibi sönecekti. O zaman İngilizler, dünya kamuoyu önünde müfteri, yalancı durumuna düşebilecekler ve prestij kaybedeceklerdi. Bu bakımlardan, Ame­rika’ya başvurulması son derece gizli tutuluyordu, denebilir.
Washington Büyükelçisi Sir A. Geddes de, yine «Dağıtımı Yapılmaz» kayıtlı bir şifre telgrafla şu karşılığı verdi:
«Amerikan Dışişleri Bakanlığında birçok soruşturma yaptım. Bana bugün bildirildiğine göre, Amerikalıların elinde, Ermeni sürgünü ve kırımı ile ilgili birçok belge var­dır, ancak bu belgeler, olaylara karışmış kişilerle ilgili ol­maktan ziyade, suçların işlenişiyle ilgilidir. Majesteleri
Hükümeti (İngiltere) arzu ederse, kaynağı açıklanmamak kaydıyla, bu belgeler Büyükelçiliğimiz emrine verilecek­tir.
Anlatılanlara bakarak, bu belgelerin, Malta’da tutuk­lu Türklerin kovuşturulmasında delil olarak işe yarayabile­ceklerinden kuşkuluyum.» ([55])
Bu tel, İngilizlerin «güvendiği tepelere kar yağdığının» ilk belirtisiydi. Washington umutsuz görünüyor. İnanılır gibi değildi belki, ama Amerikan kaynakları da kof çıkacağa benziyordu. Sezilen oydu ki, Amerikan arşivleri bol propaganda malzeme­siyle doluydu, ama mahkeme önünde işe yarayabilecek bir is­pat delili bulunabileceği kuşkuluydu. Amerikalıların elinde Ermeni sürgünü ve kırımı ile ilgili pek çok belge varmış. Varmış ama bu belgeler «suçun işlenişiyle» ilgiliymiş, «suçlularla ilgili» değilmiş. Demek ki, «çevir kazı, yanmasın», ya da «tut kelin perçeminden!»
Londra çaresizdi. Dardaydı. Bunca çaba, bunca inat ile yapılan tutuklamalar, sürgünler boşa mı gidecekti?
 Bütün savaş boyunca, «Ermeni kırımı», «Türk barbarlığı» sloganlarıyla Av­rupa ve Amerika kamuoyu oluşturulmuştu. İnsanlar şartlandırılmıştı. Londra Hükümeti dönüşü zor bir yoldaydı. Ermeni kırımından Türklerin yargılanıp cezalandırılacağı kaç kez ilan edilmişti. Şimdi Amerika’dan da işe yarayacak belgeler sağla­namazsa, bu propaganda çökecekti. İngilizler bunu nasıl izah edebileceklerdi?
 Washington Büyükelçisi umutsuz olduğunu sez­diriyordu. Ama Londra, olanakları sonuna kadar araştırmak zorunluluğunu duyuyordu.
16 Haziran 1921 günü Lord Curzon; Vaşington Büyükel­çisine ikinci talimatını verdi. «Ermenilere ve öteki yerli Hıristiyanlara zulüm yapmaktan sanık olarak yargılanacak Mal­ta sürgünlerinin» listesini gönderdi. Listedeki sürgünler hakkın­da kısaca bilgi ekledi. «Bu kimselerden herhangi biri aleyhinde tezelden Amerikan Hükümetinden delil sağlayabilirseniz mem­nun olurum» dedi ([56]). Ve Büyükelçilikten şu karşılığı aldı :
«.Ermeni kırımından ötürü yargılanmak üzere Malta’ da tutuklu Türklerle ilgili olarak, çalışma arkadaşlarımdan biri dün, 12 Temmuz günü, Amerikan Dışişleri Bakanlığı­na gitti. Son savaşta Ermenistan’da yapılan zulümlerle il­gili Amerikan konsolosları raporlarını gözden geçirmesine izin verildi. Bu raporlar, Majesteleri Hükümetinin amacı­na en çok yarayacak diye Amerikan Dışişlerince seçil­mişti.
Üzülerek arzedeyim ki. bu belgelerin içinde yargılan­mak üzere Malta’da tutuklu bulunan Türkler aleyhinde de­lil olarak kullanılabilecek hiçbir şey yoktur. Gözden geçi­rilen raporlarda, söz konusu Türk görevlilerinden yalnız iki kişinin —Sabit Bey ile Süleyman Faik Paşa’nınadları anılmaktaysa da, bunlar hakkında yazılanlar da raporları kaleme alanların kişisel düşüncelerini aşmıyor ve suç de­lili olabilecek hiçbir somut fiil gösterilemiyor.
Sunu da eklemekle onur kazanırım ki, Amerikan Dış­işleri yetkilileri konuşma sırasında, verecekleri bilgilerin hiçbirinin bir hukuk mahkemesi önünde kullanılmaması arzusunda bulunmuşlardır.
Bu bakımdan ve Amerikan Dışişlerinin elindeki belge­lerde hiçbir şekilde Türkler aleyhinde delil bulunamadı­ğından... korkarım ki, bu konuda yeniden Amerikan Hü­kümetine başvurulmasından herhangi bir şey elde etme umudu yoktur([57])
Böylece Amerika’ya beslenen umut da söner. Londra Hü­kümeti, Malta sürgünleri aleyhinde suç delili bulma umuduy­la başvurduğu Washington’dan eli boş döner.
Bu arada İngiltere Dışişleri Bakanlığı ve Başsavcılığı ara­sında da yazışmalar yapılmıştır. 20 Mayıs 1921 günü Başsav­cılık, «Barış antlaşması (Sevr) onaylanmadan, Malta sürgün­leri aleyhinde kovuşturma yapılamayacağını» bildirdi. İngiliz Başsavcılığı, İngiliz tutsaklarına kötü davranmaktan sanık se­kiz kişi dışında kalan Malta sürgünlerini «siyasî suçlu» sayıyordu. Bunların Malta’da tutulmaları ya da salıverilmeleri, bir «hu­kuk usulü sorunu değil, yüksek politika sorunudur» diyor­du. Yani Başsavcılık Malta sürgünlerinin hukuksal yollar­la cezalandırılamayacaklarını açıklıyordu.
İngiliz Dışişleri Bakanlığı ise, hiç olmazsa 42 sürgünün «Er­meni kırımından ötürü» cezalandırılmasını istiyor ve Başsavcı­lığı da bu görüşe çekmeye çalışıyordu. 31 Mayıs günü Başsavcı­lığa gönderdiği yazıda, sürgünler aleyhinde delil bulmanın «son derece güç olduğunu» itiraf etti. Ama hiç değilse 42 kişinin «cezalandırılmasının siyasî bakımdan son derece arzu edildiğini» söyledi. Başsavcılığın görüşünü sordu. İngiltere Dışişleri Bakanlığı, Malta sürgünlerini cezalandırmak için çırpmıyordu. Bu işi bir prestij meselesi yapmıştı. Delil olmasa bile bu sürgün­leri cezalandırmayı «siyasal bakımdan» gerekli görüyordu. İn­giliz politikasının haklılığını ortaya koyma gibi önemli bir dava söz konusuydu. Başsavcılıktan bir çeşit fetva almak için dire­niyordu Lord Curzon.
Bu yazışmalar yapılırken Amerika’dan da olumsuz karşı­lık gelmişti. Amerikan arşivlerinde Malta sürgünleri aleyhinde suç delili bulunmadığı anlaşılmıştı. 29 Temmuz 1921 günü, İngiliz Başsavcılığı, Dışişleri Bakanlığına uzunca bir yazı gönder­di: Cezalandırılmak istenen sürgünlere yüklenen suçların «yarı siyasî nitelikte olduğunu» tekrarladı. Delil bulunmadığını, bul­ma olanağı da kalmadığını ekledi. Eldeki delillerle bu kimselerin mahkûm ettirilemeyeceklerini belirtti ([58]). Kısacası, İngiliz Baş­savcılığı, Malta sürgünlerinin yargılanması için yeşil ışık yakamamıştı.
Lord Curzon, İngiliz hukuk otoritelerince de yüzgeri edil­miş olur. 10 Ağustos 1921 günü, İstanbul Yüksek Komiserliğine gönderilen bir yazıda yenilgi açıkça kabul edilir. Malta sürgün­lerini yargılamak için yapılan başarısız çalışmalar özetlendik­ten sonra şöyle denir:
«Delil yokluğunun yarattığı güçlükten başka, Sevr Antlaşmasının 230. maddesi gereğince bir mahkeme kurul­masına Fransız ve İtalyan Hükümetlerinin katılmaları ola­sılığı da yoktur.
Bu koşullar altında anılan maddeyi uygulama umudu­nu pek göremiyorum. Majesteleri Hükümeti, Anadolu’da­ki İngiliz tutsakları geri dönünceye kadar Türk tutsakla­rını serbest bırakmaya her ne kadar razı olamayacaksa da, yukarıda anılan güçlükler sonucunda, Türkiye ile ya­pılacak genel bir anlaşma ile, yerli Hıristiyanlara zorbalık­tan sanık olarak Malta’da tutuklu kırk üç Türk’ün salıve­rilmesini de düşünmek zorunda olduğunu hissediyo­rum.» ([59])
İngilizlerin Türk’ü cezalandırma politikası, iflas etmiş de­mektir. Bunun önemi büyüktür. Çünkü, yalnız Malta sürgünle­ri cezadan kurtulmuş değillerdir. Aynı zamanda Türk ulusu da tarihî bir iftiradan kurtulmuştur. Hiç değilse hukuksal açı­dan, «Ermeni kırımı» iddiası çökmüştür.
Bu iddia, asılsızdı. Düşman propagandasıydı. Ama, ger­çekmiş gibi gösterilmeye çalışılmıştı ve Malta sürgünleri de kı­rım suçuyla lekelenmek istenmişlerdi. Aslında ise Türk yurttaşlarının Malta’ya sürülmeleri, İngilizlerin Türkiye’ye karşı inatla yürütmeye çalıştıkları politikanın bir parçasıydı. Malta sürgünleri açısından İngiliz politikasının üç ayrı dönemi görü­lür. Şöyle ki:
1— Mütareke anlaşmasının imzalanmasından Sivas Kong­resine kadar geçen dönem (Kasım 1918 Eylül 1919) : Bu dö­nemde İngilizler, Türkiye’de bir ulusal direniş hareketinin do­ğuşunu önlemeye çalışmışlardır. İtilaf devletlerinin «mütareke uygulamalarına» karşı Türkiye’de doğabilecek patlamalar, ör­gütlenmeler önlenebilirse, Türkiye’yi parçalayıp yok etme po­litikası başarıyla yürütülebilecekti. Böyle bir direniş kıpırdanışının İttihatçı örgütten gelebileceği düşünülmüş ve İttihatçı ile­ri gelenleri yakalanıp sürülmüştür bu dönemde. Sürgünlere yedi çeşit suç yakıştırmak istenmiştir. Ama bu suçlar, siyasal amaçlar için uydurulmuş birer kılıftı.
Türk ulusal direnişini doğmadan söndürme politikası, Sivas Kongresiyle iflas etmiş ve İttihatçıları Malta’ya sürme işi de durdurulmuştur. İngilizler, Türkiye ölçüsünde bir örgütlenme olduğunu ve Sivas’ta, Kongre Temsil Heyeti, adı altında fiilî bir Hükümet doğduğunu görmüşlerdir.
2— Sivas Kongresinden Sevr Antlaşmasının İmzalanma­sına kadar geçen dönem (Eylül 1919 Ağustos 1920): Bu dö­nemde İngilizlerin birinci hedefi Kemalistleri dize getirmekti. Sivas Kongresinden sonra bir süre «bekle, gör» poli­tikası güderler, daha doğrusu birkaç ay pusuda beklerler. On­dan sonra Kemalistlere karşı yaman bir savaş açarlar. İstanbul işgal edilir, Osmanlı Meclisi basılır, Kemalist mebuslardan ba­zıları yakalanıp Malta’ya sürülür. Anadolu’da ayaklanmalar körüklenir. Kemalistler dize getirilmek istenir. Sevr Antlaşması İstanbul Hükümetine dikte edilir. Antlaşmada, Kemalistlerin Müttefik Mahkemesinde yargılanmasına olanak veren madde­ler vardır. Malta’ya sürülenlerden başka, Mustafa Kemal, Kâ­zım Karabekir, Ali Fuat Paşalar gibi Ulusal Kurtuluş hare­ketinin önderleri de yargılanıp cezalandırılacaklar listesinde­dir ...
Bu politika daha Türkiye Büyük Millet Meclisinin kuru­luşuyla iflas etmiştir. Türk Kurtuluş hareketi bastırılmak şöy­le dursun, gittikçe güçlenir. Malta’ya sürülen Kemalistlerden daha fazla insan Anadolu’ya geçip Mustafa Kemal’e katılır. Parlamento İstanbul’dan Ankara’ya kaymış, inisiyatif İstanbul’ dan Anadolu’ya geçmiştir ve Ankara Hükümeti, Sevr Antlaş­masını toptan yırtıp atmıştır.
3— Sevr Antlaşmasından sonraki dönem (Ağustos 1920Ağustos 1921): Bu dönemde İngilizler, Malta sürgünlerini ser­best bırakmak üe yargılamak arasında bocalarlar. Önce, bü­tün sürgünleri ve ayrıca Sevr Antlaşmasına dayanarak İstan­bul Hükümetinden teslim alacakları 170 kadar «Suçlu Türk»ü cezalandırmayı düşünürler. Türkiye’deki olaylar İngilizlerin aleyhine geliştikçe, yargılanacak kişilerin sayısında indirme yapılır. Mustafa Kemaller, Kâzım Karabekirler gibi liderleri yakalayıp yargılama hayalleri suya düşer. Malta’daki sürgün­ler arasından da ayıklama yapılır. «Suçsuzlar», İngiliz tutsak­larıyla değiş tokuş için tutulur. «Suçlular», Türkiye Hıristiyanlarına zorbalıktan dolayı yargılanmak istenir. Sonra yeni elemeler yapılır. Yargılanacakların sayıları biraz daha azaltılır. En sonunda kırk üç kişinin yargılanması için bütün çabalar har­canır. Bunların «Ermeni kırımından suçlu» olduklarını ispat için harıl harıl delil aranır. Amerikan arşivleri de altüst edilir. Hiçbir delil bulunamaz. İngiliz Başsavcılığı bunların yaslana­mayacaklarını söyler. Sevr Antlaşmasının imzalanmasının bi­rinci yıldönümünde, Londra Hükümeti tam yenilgiyi kendi kendisine itiraf eder.
İngiliz politikası çökmüştür.
Bundan sonra Malta sürgünlerinin Türkiye’deki İngiliz tut­sakları ile değiş tokuşunun kavgası yapılacaktır. Bu kavgaya geçmeden önce bir de Malta sürgünlerinin İngilizlere gönder­dikleri mektuplara göz atmak, bu mektuplara dayanarak bazı sürgünlerin portrelerini çizmek yerinde olur.
Sh:229-248
Malta sürgünlerini Anadolu’daki İngiliz tutsaklarıyla de­ğiş tokuş etme yolunda ilk girişimler, İngilizlerden, daha doğru­su İngiliz askerî makamlarından geldi. Anadolu’da tutuklanan Ingilizler çoğunlukla askerlerdi. İçlerinde İngilizlerin önem verdikleri kontrol subayları, haberalma subayları vardı. Bun­ların Malta sürgünlerine karşılık rehin olarak tutuldukları anlaşılmıştı.
29 Mayıs 1920 günü İngiliz Savunma Bakanı Winston Churchill, Dışişleri Bakanlığına başvurdu. «Türklerin eline dü­şen adamlarımız rehin olarak tutulacaklar ve ancak Malta sürgünleri serbest bırakılınca kurtarabileceklerdir» dedi. Eski İzmir Valisi Rahmi Bey gibi bazı «Anglofil» sürgünlerin salı­verilmesini önerdi Churchill, askerlerin, kaygılarını dile getiriyordu.
Ama askerlerin düşünceleri diplomatlarca paylaşılmıyordu. İngiliz yetkilileri, Malta sürgünlerinden bazılarını bile serbest bırakmaya razı değillerdi Bu işi bir onur meselesi yapıyorlardı. Birkaç sürgünün bile serbest bırakılması, Kemalistlerce «İngil­tere’nin güçsüzlüğü» biçiminde yorumlanacaktı. İngiliz onu­runa zarar verecekti ([60]). Dışişleri, «Malta’daki Türklerden hiç­birinin serbest bırakılmasının düşünülmediğini» Churchill’e bildirdi ([61]).
Sh:327
Türk sürgünleri yurtlarına döndükten sonra, İngiliz ma­kamlarının kendi aralarında bir tartışma başlar. Tartışma ko­nusu, sürgünler için Malta’da yapılan masraflardır. Bu mas­rafları hiçbir İngiliz Bakanlığı üzerine almak istemez. Tartışma uzar gider. Bu, kitabın konusu dışındadır.
Yıllar sonra, eski Malta sürgünleri İngiliz Hükümetinden tazminat isteme konusunu da ortaya atarlar. Lozan Antlaşma­sına göre bir Türk İngiliz Hakem Mahkemesi kurulmuştur. İngilizler, kılı kırk yararcasına, Türk Hükümetinden çeşitli tazminat isterler ve alırlar. Bu arada, 1927 yılında Malta sür­günleri de aynı karma Hakem Mahkemesine başvururlar. Davacıların başında altı kişinin adları geçer: Eczacı Mehmet Bey, Albay Celâl Bey, Mahmut Kâmil Paşa, Ahmet Emin (Yalman), Esat Paşa (Işık) ve Mustafa Abdiİlhalik (Renda). Bir örnek dava olarak, davayı Ahmet Emin (Yalman) Bey açmıştır. İngi­liz Hükümetinden 5400 liralık tazminat ister. Davacıyı, avuka­tını dinledikten sonra Mahkeme, 29 Haziran 1927 günü yetkisizlik kararı verir. Ahmet Emin Bey’den, 240 lira tutan mahke­me giderlerini ödemesi istenir ([62]).l
Malta sürgünleri, tazminat davasını kaybetmişlerdir.
Sh:404-405
Mondros Mütarekesi üzerine, İngilizlerin Türkiye’de baş­lattıkları «insan avı», önce, Mütarekeye karşı Türk direnişini kırmak amacını gütmüştür. Türk yurdunun yağmalanıp parçalanması biçimindeki bir «Mütareke uygulaması»na Türklerin direnebilecekleri gözden uzak tutulmuyordu. İlk direnişin de cephelerdeki askerlerden gelebileceği düşünülüyordu. Gerçek­ten 1918 sonlarında direniş belirtileri görülmeye başlanmıştı. Bunu kırmak için İngilizler öncelikle cephelerdeki Türk komu­tanlarını kara listeye geçirmişler, kovalamaya girişmişlerdir. İlk Malta adayları bu komutanlar olmuştur.
«Subay avı»nın hemen arkasından İttihatçıların kova­lanmasına başlanmıştır. İşbirlikçi Damat Ferit Paşa’nın sadra­zamlığa gelişiyle, 1919 yılının ilk yarısında İttihatçılara aman­sız bir savaş açılmıştır. Bununla İngilizler, bir yandan Türki­ye’de ulusal direniş akımını önceden söndürmek, öte yandan da İttihatçılardan hesap sormak istemişlerdir. Türklere dikte edilecek öldürücü barış koşulları açıklanınca Türkiye’de pat­lamalar olabileceği, bunun da İttihatçılardan gelebileceği he­saplanıyordu. Büyük başlan yurt dışına kaçmış, parti olarak kendi kendilerini dağıtmış olmakla birlikte ittihatçılar, yine de Türkiye’de en örgütlü siyasal güçtü. O günün milliyetçileri sayılıyorlardı. Barış koşullarına karşı ancak İttihatçı örgütten direniş gelebilirdi. Bu bakımdan İngilizler, İttihatçılara ağır bir yumruk indirmeyi gerekli görüyorlardı.
Aynı zamanda İngilizler, İttihatçılardan geçmişin hesabını sormaya kararlıydılar. Türkiye’yi Birinci Dünya Savaşına İtti­hatçılar sokmuştu. Türkler dört yıl boyunca bütün cephelerde sonuna kadar yalnız İngilizlere karşı kıyasıya savaş vermişlerdi. İngilizler, tarihlerinde ilk kez mecburi askerlik usulünü koy­muşlar, ulusça topyekûn savaşa girmek zorunda kalmışlardı. Böyle bir savaşa alışık değillerdi. Büyük deniz savaşları bir yana, «küçük savaşlarla büyük İmparatorluklar kurmuş» bir ulustu İngilizler. On dokuzuncu yüzyıl, «Büyük Victoria’nın küçük savaşları» ile doludur. Kendi çocuklarını kolay kolay kırdırmazdı İngilizler. Birinci Dünya Savaşının ilk yıllarında da yine öncelikle sömürge askerlerini ateşe sürmüşlerdi. Ama bu savaş çok uzamış, sömürge askerleri azalmıştı. Savaşın son yıl­larında İngilizler kendi çocuklarını cepheye sürmek zorunda kalmışlardı. Bundan, Türkleri sorumlu tutuyorlardı. Türkler yüzünden bu savaşın iki yıl fazla uzadığını, bu iki yıl boyunca su gibi İngiliz kanı döküldüğünü söylüyorlardı. Şimdi İttihat­çılardan bunun hesabı sorulacak, öcü alınacaktı.
Bundan başka İttihatçılar, İngilizlerin sömürgeci çıkar­larını tartışmaya başlamışlar, İngiliz sömürgelerinde kazan kay­natmaya kalkışmışlardı. Cihat fetvalarıyla, Teşkilat-ı mahsusalarıyla, ihtilalci bildirileriyle sömürge halklarını İngiliz efen­dilerine karşı ayaklandırmaya çalışmışlardı. İngilizler, İttihat­çıların panislamist, pantürkist kışkırtmalarını gözlerinde oldu­ğundan fazla büyütmüşlerdi. Sömürgelerde başlayan kaynaş­malarda, çok zaman, «Türk parmağı», «İttihatçı entrikası» ara­mışlardı. Üstelik İttihatçı İngiliz savaşı sürüp gidiyordu. Mü­tareke döneminde İttihatçılar, Bolşeviklerle işbirliğine kaymış­lar, Doğu’ya İslam-Bolşevikliği fikirleri yaymaya başlamışlar­dı. Bu, Hindistan’ın güvenliği bakımından İngilizleri bir kat daha ürkütmüştü. 1920’lerde İttihatçıları Kemalistlerden çok daha tehlikeli görüyordu İngilizler.
İngilizlerin ittihatçı düşmanlığına, İtilafçıların düşman­lığa varan partizanlığı eklendi. Yerli yabancı işbirliğiyle İtti­hatçılar, av hayvanları gibi kovalandılar,, sorgusuz cezaevle­rine tıkıldılar. Türkiye’deki düşmanları da düşük ittihatçılardan tarihsel hesap sormak istiyorlardı ve İngilizlerce teşvik edili­yorlardı. İngilizler önce İttihatçıların Türk mahkemelerince yargılanıp cezalandırabileceklerini düşündüler. Ama çok geç­meden bunun yapılamayacağını, Damat Ferit Paşa Hüküme­tinin de İttihatçıları idam ettirmeye gücünün yetmeyeceğini anladılar. Boğazlıyan Kaymakamı Kemal Bey’in asılması, yurtta sert tepki yarattı. Yunan’ın İzmir’e ayak basmasıyla Türkiye’de kaynaşmalar başladı. Büyük Sultanahmet mitinginde İstanbul halkının siyasal tutukluları kurtarmak için Bekirağa Bölüğü’ne yürüyeceği söylentileri çıktı. İngilizler, bundan, sanki Bastille’in zaptı gibi bir ihtilal başlangıcı olacakmışçasına ürktüler. Damat Ferit Paşa’nın da isteği üzerine tutuklu İttihatçılardan bir bö­lümünü alıp Malta Adasına sürdüler. 1919 yılında sürgüne yol­lananların büyük çoğunluğu İttihatçılardı.
İttihatçılardan sonra Kemalistlere savaş açıldı. İlk kova­lanan Kemalist, Mustafa Kemal Paşa’nın kendisi oldu. Paşa, Samsun’a çıktıktan sonra aylarca kovalandı. İstanbul’a çekil­mek, tuzağa düşürülmek istendi. İlk zamanlarda İttihatçılıkla Kemalistlik arasında bir ayrım yapılmıyordu. Ama Mustafa Kemal Paşa’nın Anadolu’da başlattığı ulusal kurtuluş hareke­tinin İttihatçılık olmadığı açıklıkla anlaşıldıktan sonra da Ke­malistlere karşı savaş sürdürüldü. Son Osmanlı Meclisinin Ana­dolu’da değil de işgal altındaki İstanbul’da toplanması, bir bakıma Kemalistlere karşı hazırlanmış bir tuzaktı. İngiliz­ler, Anadolu’da yakalayamadıkları Kemalistleri İstanbul’a çekip topluca ele geçirmeyi düşünmüşlerdi. Bunu bir ölçüde başar­dılar. Anadolu’dan mebus seçilen Kemalistler, İstanbul’a top­landılar, göz göre göre İngilizlerin ağma düştüler. 16 Mart 1920 günü, İstanbul resmen işgal edilince, İngiliz polisi Meclisin ka­pısına dayandı. Mustafa Kemal’in yakın arkadaşlarından bazı mebusları tutukladı. Ondan sonraki günlerde de başkentteki Kemalistler teker teker avlandılar. 1920 yılında Malta’ya sü­rülenler öncelikle Kemalistlerdi.
İngilizlerin sürgün politikası öncelikle Türk Kurtuluş Sa­vaşını boğmak amacını gütmüştür. Gerçekten seçkin Kemalistlerin veya Millicilerin yakalanıp sürülmeleri, Müdafaa-i Hu­kuk örgütü için geçici bir darbe olmuştur. Sürülenlerin bazıları bu örgütün Temsilciler Heyeti üyeleri, yani yöneticileriydiler. Bunları o sıralarda pek ihtiyaç duyulan hizmetlerinden yok­sun kalındı. Ama bu darbe, Türk Kurtuluş Savaşını çökertememiştir. Bu noktada İngilizler tarihsel yanılgıya düşmüşler­dir. Geri kalmış sömürgelerde toplumun önderlerini safdışı et­mekle sömürgeciler emellerine ulaşabiliyorlardı. Halkları boyun­duruk altına alabiliyorlardı. Bu yöntem sömürgeci İmparator­luklarda sık sık başarıyla kullanılmıştı. Ne var ki, Türk ulu­su İngilizlerin Asya ve Afrika’da tanıdıkları sömürge halkların­dan çok değişikti. Türkler, yüzyıllarca bağımsız yaşamışlardı; İmparatorluk yönetmişlerdi; üstelik oldukça ileri düzeyde ulus bilincine erişmişlerdi. Bilinçlenmiş bir ulusun içinden 100-150 kişinin yakalanıp sürülmesi, o ulusu boyunduruk altına almaya yetemezdi ve yetmemiştir.
İngiliz’in sömürgeci silahı, Türkiye’de geri tepmiştir. Sür­gün politikası ters sonuç vermiştir. Türk kurtuluş hareketini söndürmek şöyle dursun tersine, daha da alevlendirmiştir. Ko­valanan İttihatçılar, Anadolu’daki Kurtuluş Hareketinin ilk çekirdeğini oluşturdular. İstanbul’daki «insan avı», Anadolu’ ya geçişleri kamçıladı. Birçok kimse İngilizlerin pençesine düşmektense Anadolu’ya atlamayı kendisi için bir kurtuluş ola­rak gördü. Atladıktan sonra da, köprüleri atarak, Kurtuluş Sa­vaşma katıldı. İngilizlerce yakalanıp sürülen mebuslardan kat kat fazlası Anadolu’ya geçti. Bunlar, ilk Türkiye Büyük Millet Meclisini kurdular. Son Osmanlı Meclisi, Malta ile Ankara ara­sında paylaşılırken, Mustafa Kemal Paşa aslan payını kendi­sine çekti. Anadolu’ya doğru bu akında, İngiliz zulmünün kam­çılayıcı etkisi de bulunduğu kuşkusuzdur. Bu zulümler, Osmanlı Türk aydınını bir ölçüde aymazlıktan uyandırdı. Bu ay­dın tipi, Moskof’u düşman bellemişti, ama İngiliz’in de düş­man olabileceğini kavramakta güçlük çekiyordu. Kıran kıra­na dört yıl süren Türk-lngiliz savaşından. sonra da, Türklerle İngilizler arasında bir düşmanlık doğmadığı propagandası Tür­kiye’de yaygındı, ustaca yayılıyordu. Hele büyük savaşın galibi İngiliz’e karşı Osmanlı Türk aydınını direnişe inandırabilmek büsbütün zor bir işti. Ancak ensesinde İngiliz polisinin soluğu­nu duyduktan sonradır ki, birçok kararsız kişi Anadolu’ya ge­çip Mustafa Kemal Paşa’ya katılmaya karar verebilmiştir. İn­gilizler, bu insanları Malta ile Ankara şıklarından birini seçmek zorunda bırakmakla, istemeyerek Türk Kurtuluş Savaşma hiz­met etmişlerdir. Malta sürgünleri olayının bu bakımdan Kur­tuluş Savaşma yararlı etkisi de olmuştur. Mustafa Kemal Paşa, bundan ustaca yararlanmayı bilmiştir. İstanbul’un işgalinden iki ay sonra İngilizler, bu savaşı kaybettiklerini kavramışlardır. Türk ulusal direnişi çökmemiştir. Tam tersine, Ankara’da yeni bir devlet doğmuştur. Damat Ferit Paşa, 1920 yılı ortalarında da hâlâ Mustafa Kemal Paşa ve arkadaşlarının yakalanıp Malta’ya sürülmesini İngilizlerden ister. İngilizler bu isteği artık «saçma» bulurlar. İstanbul’daki Kemalistleri yakalamanın ise, ulusal hareketi bundan böyle pek etkilemeyeceğini düşünürler. Hareket, artık kişileri aşmış, ulusal nitelik kazanmıştır. Hare­ketin asıl önderlerini Anadolu’da yakalamaya İngiliz’in gücü yetmediğine göre, Türk Kurtuluş Savaşını bu yoldan boğmak olanağı kalmamıştı. «İnsan avı» ve sürgün politikası, anlamı­nı yitirmiş olur. Kovalamalar, sürgüne yollamalar yavaşlar.
Ama ele geçirebildikleri İttihatçılarla Kemalistleri İngilizler cezalandırmaya kararlıydılar. Sürgünler yargılanacaklardı. Öç alma, hukuksal kisveye büründürülecekti. Müttefiklerarası bir mahkeme kurulacaktı. Bunu öngören hükümler Sevr Antlaşmasına da kondu. Osmanlı Hükümeti, bu mahkemenin yargı yetkisini tanımayı kabul etti. Sürgünler, «savaş yasalarıy­la törelerini çiğnemiş» kişiler, yani «savaş suçluları» sayılıyor­lardı. Daha somut olarak, üç sınıf suç söz konusu ediliyordu. Bunlardan biri İngiliz savaş tutsaklarına kötü davranmak, İkincisi Ermeni kırımı, üçüncüsü ise «Mütarekeyi çiğnemek» suçuydu. Küçük subaylar grubu, birinci suçtan yargılanmak isteniyordu. İngilizler, özellikle Kutelamara’da Türklere tut­sak düşen İngiliz askerlerine kötü davranıldığını, bunların Irak’ tan İç Anadolu’ya kadar yürütüldüğünü ileri sürüyorlar, bir kı­sım Malta sürgünlerinden bunun hesabını sormak istiyorlardı. Ama delil toplamaya sıra gelince iş sarpa sardı. Ciddî bir şey bulunamadı. Sonunda İngiliz Başsavcılığı, ancak sekiz sürgü­nün bu suçtan yargılanabileceğine karar verdi. Küçük rütbeli bu subayların, yargılansalar bile mahkûm edilebilecekleri çok kuş­kuluydu.
İttihatçılar ise genellikle «Ermeni kırımı» suçuyla yargı­lanmak isteniyorlardı. «Kırım» (katliam), aslında bir propagan­daydı. İngilizler Çanakkale’ye saldırırken Doğu Anadolu’da da Ermeniler ayaklanmış, daha doğrusu ayaklandırılmıştı. Van gibi bazı yerleri işgal eden Ermenilerle savaşılmıştı. Bir Türk-Ermeni savaşı olmuştu, ama kırım yapılmamıştı. Ondan sonra da bir tedbir olarak Ermeniler Suriye ve Lübnan’a sürülmüşler­di. Bu olayı İngilizler dünyaya bir «kırım» olarak göstermiş­lerdi. Şimdi bu sözde kırımın hesabını soracaklardı. Harıl ha­rıl suç delilleri arandı. Bu arada Amerikan Dışişleri arşivleri de altüst edildi. Türkler temize çıktı. Tarihî bir iftiradan kur­tuldu. Ama İngilizler bunu açığa vurmadılar. Kırım yapıldı­ğını gösteren tek bir delil bulunamadı. İttihatçıları kırım su­çuyla yargılamak politikası fiyaskoyla sonuçlandı. İngiltere’nin müttefikleri de bu İngiliz propagandasına alet olmadılar. Fran­sa ve İtalya, Müttefiklerarası mahkeme kurulmasına yanaşma­dılar. Yine de İngilizler İttihatçıların peşlerini bırakmadılar. Almanya’ya kaçmış olan İttihatçı liderleri ele geçirebilmek için büyük çaba ve para harcadılar. Avrupa’da da İttihatçılar fel­lik fellik arandı, soluk soluğa kovalandı. Ele geçirilemediler. Yargılanamadılar. Sonunda Talât Paşa Berlin’de, Sait Halim Paşa da Roma’da vurduruldu. İttihat ve Terakki İktidarının bu iki sadrazamını vuranlar kiralık Ermeni katilleriydi Vur­duran ise İngiliz Entelijans servisidir, denilebilir. Tiflis’te vuru­lan Cemal Paşa için aynı şeyi söylemek güçtür.
Kemalistlere gelince, İngilizler bunları «Mütarekeyi çiğ­nemek», «Mütareke anlaşmasına karşı direnmek» suçuyla yargılamak niyetindeydiler. Ama Anadolu’daki Türk Kur­tuluş Savaşı, ulusal bir nitelik kazanınca, bu suçun hiçbir an­lamı kalmadı. Mondros Mütarekesine ve Sevr Antlaşmasına karşı direnenler tek tek kişiler değil, tümüyle Türk ulusuydu. Türk ulusunu toptan yakalayıp yargılamaya İngiliz’in gücü ye­temezdi. Zamanla İngilizler, «Mütarekeyi çiğnemek» suçundan söz etmez oldular. Malta’daki Kemalistler, durdukları yerde temize çıktılar. Ama yine de serbest bırakılmadılar. İngilizler, bunların Anadolu’ya geçmelerini önlemek istiyorlardı, özellik­le sürgün paşaların Kurtuluş Savaşma katılmalarını önlediler, geciktirdiler. Bu dönemde Kemalistler, Malta’da yargılanmak için değil, Anadolu’daki İngiliz tutsaklarına karşılık rehine ola­rak tutuluyorlardı.
Salt hukuksal açıdan bakınca, Malta sürgünleri olayı, İn­gilizler için yüz karasıdır. Yerleşmiş hukuk kuralları çerçeve­sine sığmaz. İnsanlar keyfî olarak tutuklanmışlar, sürülmüş­lerdir. Bir iki yıl yargılanmadan cezaevlerinde tutulmuşlar, özgürlükten yoksun bırakılmışlardır. Sorguya çekilmemişler, mahkeme önüne çıkarılmamışlardır. Sürgünlere neyle suç­landıkları bile söylenmemiştir. Suçlu idiyseler yargılanmaları, suçsuz idiyseler salıverilmeleri gerekirdi. İngilizler sürgünleri ne yargılayabilmişler, ne de serbest bırakmışlardır. Hak, hu­kuk bayraktarlığı yapan İngilizler için bu olay gerçekten yüz kızartıcıdır. Haklı olarak yerilmiştir. Bu olayda suçlu olan İn­giliz yöneticileridir, denilebilir.
Yüzeysel bir bakışla, Malta sürgünleri olayı Nazilerin kovuşturulmalarını anımsatır. İttihatçıların Nazilere, Malta’da ku­rulması düşünülmüş mahkemenin de Nürnberg Mahkemesine benzetilebileceği sanılabilir. Hatta İngilizlerin o dönemde ile­ri bir hukuk anlayışının öncülüğünü yaptıkları bile bir an için düşünülebilir. Devletlerarası ceza hukukunun henüz gelişme­diği, kodifiye edilmediği bir dönemde, İngilizlerin savaş suçlu­ları kavramını ortaya atıp bunları yargılamak için çaba har­cadıkları, ama «anlayışsız» Müttefiklerinden bile destek gör­medikleri sanılabilir. Böyle bir yüzeysel değerlendirme çok yanıltıcı olur. Malta olayı hukuksal değil, siyasal bir olaydır. İngilizler adalet peşinde değil, çıkar peşinde koşmuşlardır. Osmanlı İmparatorluğu’nun paylaşılmasından aslan payını almak, zaferin meyvelerini toplamak ve Doğudaki sömürge düzenini sürdürmek istiyorlardı İngilizler. Bunu engellemek isteyen Türk­lere düşman kesilmişlerdi. Yenik düşen öteki ülkelerde «savaş suçluları» kovalanmamıştı. Almanlar, Bulgarlar, Avusturyalılar topluca yakalanıp sürülmemişlerdi. Müslüman Türk’e karşı bu ayrıcalı davranış, İngiltere’nin müttefiklerince bile tepkiyle karşılanmıştı. Fransızlar olayı protesto etmişlerdi. Altında İn­giliz çıkarları yatan, ırk düşmanlığı, din düşmanlığı biçimine bürünen bu siyasal olayı hukuksal nedenlerle yorumlamaya kal­kışmak bile yersiz olur. Başta Atatürk olmak üzere, Türk Kurtuluş Savaşının önderlerini «savaş suçlusu» sayan bu sömürge­ci politikada hukuksal objektiflik aramak anlamsızdır. Malta olayı, başka olaylarla karşılaştırılmaz, başka olaylara benzetilemez.
Düşük İttihat ve Terakki iktidarı elbette yargılanabilirdi. Koskoca bir İmparatorluğu batıran kişilerden elbette hesap so­rulabilirdi. Ama bunun hesabını sormak İngiliz sömürgecisine düşmezdi. İttihatçılardan sorulacak hesap, İngiliz’in keyfine gö­re, «Ermeni suçu», «Mütarekeyi çiğnemek suçu» gibi sözde suçlardan ötürü değil, gerçek suçlardan dolayı olması gerekir­di. Her ulusal felaketten sonra sorumlular aranır, bunlardan hesap sorulur. Hesabı soran o ulusun kendi mahkemeleri olur. Mütareke döneminin İstanbul Hükümetleri, işgalcilerle işbir­liği yaparlarken ağır yanılgıya uğramışlardır. Düşmanın key­fine göre hareket etmişlerdir. İngiliz buyruğunu Osmanlı ya­salarından daha üstün, daha geçerli saymışlardır. Türkiye’nin egemenlik haklarını, Türk mahkemelerinin bağımsızlığını çiğ­nemişler, çiğnetmişlerdir. işgalcilerin kulu kölesi, oyuncağı ol­muşlardır. Suçluları seçerken, suçları saptarken, hiç tarafsız ve bağımsız davranamamıştır. «İttihatçı avı»na o kadar politika, o kadar kişisel düşmanlık karıştırılmıştır ki, suçluyu suçsuzdan, haklıyı haksızdan ayırma olanağı kalmamıştır. Ağırbaşlılıkla, tarafsızlıkla yargılama yapılamamıştır, işgalci düşmanın iste­ğine göre yapılan yargılamalar ise, haklı olarak tepkiyle karşı­lanmıştır. Hele hesap sorulabilecek insanlar yabancı düşman eline düşünce, büsbütün mağdur sayılmışlar, kahramanlar gibi yurda dönmüşlerdir. Olaylar giderek tersine dönmüştür, itti­hatçılar büyük çoğunlukla partizanlığı bir yana bırakıp dürüst­çe Kurtuluş Savaşma katılmışlardır. Onların siyasi muhalifleri Itilafçıların bir bölümü ise, partizanlık yüzünden gittikçe işgal­ci düşmanlarla işbirliğine saplanmışlar ve Kurtuluş Savaşma cephe almışlardır. Anadolu’daki ulusal hareketin İttihatçılık olmadığı anlaşıldıktan sonra da Itilafçıların bir bölümü saplantılarından kendilerini kurtaramamışlardır. Bu tutumları onları vatan haini durumuna düşürmüştür. Sonunda yargılanma sı­rası işbirlikçi İtilafçılara gelmiştir.
Malta sürgünleri olayı, Ankara ile Londra arasında uzun bir kavga konusu olmuştur. Mustafa Kemal Paşa, Ingilizlere kendi silahlarıyla karşılık vermiştir. Malta sürgünlerine karşı­lık olarak, Anadolu’daki Ingilizleri tutuklatmıştır. Bundan son­ra Malta sürgünleriyle İngiliz tutsaklarının kaderleri birbirine bağlanmıştır. Sürgün tutsak değiş tokuşu için harcanan ça­balar, yapılan pazarlıklar, Anadolu’daki savaşın gidişine para­lel yürümüştür. Birinci İnönü zaferinden sonra İngilizler, Mal­ta sürgünlerinden bir bölümünü İngiliz tutsaklarıyla değiş to­kuş etmeye razı olmuşlardır. Yunan orduları yeniden saldırıya geçince bundan caymışlardır. İkinci İnönü zaferi üzerine İn­gilizler yeniden bir dönüş yaparak 40 sürgünü salıvermişlerdir. Ama bunların içinde Atatürk’ün yakın arkadaşları yoktu. Mus­tafa Kemal Paşa da buna karşılık İngilizlerin çok önem ver­dikleri tutsakları Anadolu’da alıkoymuş, önemsiz İngilizleri geri vermiştir. Atatürk, tek bir sürgünün bile yabancı mahke­melerce yargılanmasını kabul etmemiş, bütün sürgünlerin kur­tarılması için çalışmış, bu uğurda sonuna kadar direnmiştir. Ancak Sakarya zaferi üzerinedir ki, İngilizler toptan değiş to­kuşa yanaşmışlardır. Ingiliz gemileri, sürgünleri götürdükleri gibi geri getirmişlerdir. Anadolu’daki İngiliz tutsakları da geri verilmiştir. Kavga, Mustafa Kemal’in tam zaferiyle sonuçlan­mıştır.
Malta’ya sürülenler, sonunda, Atatürk sayesinde kurtulmuşlardır. Burunları bile kanamadan geri dönerler. Sürgün yılları onlar için birer anı olarak kalır. Bir iki yılı ailelerinden ayrı, yurt işlerinden uzak, kişisel özgürlükten yoksun olarak geçirmişler, güçlük çekmişlerdir. Kurtuluştan sonra çekilen acılar unutulur gider. «Malta yaranı», sürgün günlerini, biraz da tatlı yanından aile sohbetlerinde anımsarlar, ara sıra gazete sütunlarında anlatırlar...
‘ Bir yıl sonra, ulusal kurtuluş da gerçekleşti. Yunan ordu­ları denize döküldü. Ulusça bayram şenlikleri içinde Mehmet­çik yeniden İstanbul’a dönerken, İngiliz gemileri paniğe kapıl­mış yığınla insanı yurt dışına kaçırıyorlardı. Bunlar, Kurtuluş Savaşı boyunca düşmanla işbirliği yapmış olanlardı. Kasım 1922’de de «Malaya» adlı İngiliz zırhlısı yine Malta Adasına bir «sürgün» götürdü. Bu da, «Allah’tan sonra İngiltere’ye gü­veniyorum» diyen ve İngilizlere sığınan son Osmanlı Padişahı Mehmet Vahidettin idi. Bir tarih sayfası böylece kapandı.
Malta sürgünlerinin serüvenleri üzerine de bir çift söz et­mek gerekirse, denebilir ki, bu olayın olumlu ve olumsuz et­kileri olmuştur. Sürgünler, bir iki yıl özgürlükten yoksun, yurt­tan uzak, eş ve dostlarından ayrı kalarak acı çekerken, sürgün yaşamından bir ölçüde yararlanmışlardır da. Kitap okumuşlar­dır. Yabancı dil öğrenmişlerdir. Bildikleri yabancı dillere ye­nilerini eklemişlerdir. Çeviri yapmışlardır... İngilizleri daha yakından tanımışlardır. Az çok yeni değer yargıları kazanmış­lardır.
Kurtuluştan sonra sürgünlerin büyük çoğunluğu Kurtuluş Savaşma, yeni devlet yönetimine katılmışlardır. İçlerinden Ata­türk devrimlerine yürekten bağlı pek çok kimse çıkmıştır. Yüksek devlet görevleri almışlardır. Hatta sürgünlerin, İngilizleri yakından tanımalarından bile yararlanılmış gibidir. Yıllar sonra, Türkiye ile İngiltere arasında dostluk ve ittifak bağları kurulur­ken, eski Malta sürgünlerinden iki kişi Türkiye’nin Londra Bü­yükelçiliğine atanmıştır.
Buna karşılık, sürgünler içinden «nankörler» de çıkmıştır. Cumhuriyetin ilk yıllarında, devrimlere başlayan Atatürk’e kafa tutmaya kalkışan gazetecilerin, başkaldıran İttihatçıların, sırt çeviren eski ülkü arkadaşlarının Malta sürgünleri arasından da çıktığı görülmüştür. Atatürk’ün devrimci Halk Partisine karşı ilk tutucu muhalefet partisini kuranlar arasında eski Malta sür­günleri vardı. Hatta Atatürk’e İzmir suikastını hazırlayanlardan bazıları da eski Malta sürgünleriydi. Bunlara bakarak, Atatürk’e karşı Malta’da nankörlük tohumlarının atılıp atılmadığı sorusu akla gelir. Bu konuda belgelere rastlamadık. Ama sürgünlerden bazılarının Malta olayından yeterince ders almadıkları söylene­bilir. Bunlar, gerçekten cezalandırılmak istenirken, Atatürk sa­yesinde kurtulmuşlardır. Bu ucuz kurtuluş, eski ittihatçıları yüreklendirmiş olabilir. Bu yüreklilikle yine kötü politikacılığa dön­mek isterlerken, sonuncu kez yanılgıya uğramışlar ve İzmir sui­kastı olayıyla kendi kendilerinin sahneden silinmelerini hazırla­mışlardır. Yakın geçmişten, Bekirağa Bölüğü’nden, Nemrut Mustafa Harp Divanından ve Malta sürgününden yeterince ders alabilmiş olsalardı, İttihatçılığın üzerinden sünger geç­mek için bir de İstiklal Mahkemesini işletmeye belki gerek kalmazdı. Evet, belki.
Olaya, kişilerin «nankörlüğü» ya da aymazlığı açısından ziyade, daha derinden bakmak uygun olur. Aslında yeni Tür­kiye tarihsel bir oluşum geçiriyordu. Bu oluşumun kendine öz­gü bir iç dokusu, bir iç mantığı vardı. Kişileri aşıyordu. Malta’da her nasılsa bir arada bulunmuş eski kader yoldaşlarının, sonunda, bir «yol ayrımına» gelmeleri kaçınılmaz gibiydi. Çar­pıcı biçimde İstiklal Mahkemesinde karşı karşıya geldiler. Mah­keme işletildi. Hükümler verildi. Hükümler giyildi. Bir tarih dönemi kapandı. Buna, «tarihsel determinizm» demek, pek yanlış olmaz, sanırız.
Sh:405-414
«Türk’e çok sert bir ders vermek gerek!»
General Sir George F. MİLNE İngiliz Karadeniz Orduları Başkomutanı
12.1.1919
«Cezalandırmamı!, hem Türk İmparatorluğunu parçalayarak milleti cezalandırma, hem de, benim listemdeki gibi yüksek görevlileri ibret için yargılayarak kişileri cezalandırma biçiminde olmasını öneriyorum.»
Amiral Richard WEBB İngiliz Yüksek Komiser Vekili
3.4.1919
« «Müttefiklerin, suçlu sanılan Türk görevlileri ile subaylarım hemen tutuklatmak istemeleri, tek kategori düşman, yani Müs­lüman Türk zararına ayrım yaratmak oluyor. Avusturyalı, Bulgar ve Alman suçluları tutuklanmış ya da rahatsız edilmiş de­ğillerdir.»
Stephen PICHON Fransa Dışişleri Bakam
5.3.1919
«Eğer yabancı bir Hükümet, tümen komutanlarımızı, daha bü­yük ve daha küçüklerini böyle rastgele tutuklar ve buna karşı devletin hiçbir hakkı ve savunacak sözü olmazsa, o zaman hali­miz nereye varır?
Tutuklamak, cezalandırmak gerekiyorsa bun­ları hükümetimiz tutuklayıp cezalandırsın. Bir Osmanlı tümen komutanı, dünyada görülmüş, işitilmiş hangi kanun, hangi man­tık gereğince bir İngiliz harp divanında yargılanabilir!»
Yakup Şevki Paşa (Subaşı) IX. Ordu Komutanı
272.1919
«1/2 Mart (1919) gece yarısından sonra Haydarpaşa istasyo­nuna varınca etrafımızı İngiliz polis ve askerleriyle kuşatılmış gördük; işte o zaman acı hakikat meydana çıktı, gafletten ayıl­dık...»
2667 Ali İhsan Paşa (SÂBİS)
«Sadrazam (Damat Ferit Paşa), çeşitli nedenlerle tutuklan­mış kişileri... mahkûm ettirmeyi çok zor, cezalandırmayı ise da­ha da zor görmektedir. Bu bakımdan bunların Malta’ya gönderilip gönderilmeyeceğini sordu...
Bu kimseler, Müttefiklerin kararlarına karşı açıkça direnme karan verilince, karışıklık yaratacak güçlere iyi bir katkı ola­caklardır. Böyle bir hareketin önlenmesi zorunludur.»
Tuğamiral Richard WEBB İngiliz Yüksek Komiseri Vekili
19.5.1919
«Bu sanıkların, hapisten kurtulur kurtulmaz hemen bütün İttihatçı taraftarlarının çekirdeği olacakları apaçıktı. Bunun so­nucunda başkentte bile son derece ciddî karışıklıklar çıkacağından korkuluyordu ve karışıklıklar, yalnız bugünkü Hükümetin değil, fakat aynı zamanda Müttefiklerin de maddî, manevî çıkarlarının son derece zararına olacaktı...
Tehlike açık olduğu kadar da âcildi...
Mahpuslar 28 Mayıs (1919) günü gemiye yüklendi ve gemi aynı gece yola çıktı.»
Amiral Arthur CALTHORPE İngiliz Yüksek Komiseri
30.5.1919
«İngiliz askerî makamlarının 28 Mayıs günü İttihat ve Terak­ki üyelerini hapisten alıp götürdüklerini basından öğrendim.
Türkiye’deki Müttefik Orduları Komutanının, asayişin ko­runmasını ciddi olarak etkileyebilecek böyle önemli bir olaydan beni haberdar etmeyi uygun görmeyişine hayret ettim. Kuşkusuz bu, Hükümetinizin (İngiltere’nin) emriyle yapılmıştır ve bu ba­kımdan İngiliz Hükümetinin kendi emellerini gözeten siyasal bir tedbirdir.»
General Franchet d’ESPEREY Müttefik Orduları Fransız Başkomutanı
30.5.1919

«Tehlikeli Milliyetçi liderlerin tutuklanması izlene-gelen po­litikaya uygun olacaktır.»
Lord CURZON
10.3.1920
«Baylar, Rauf Bey’i ve öteki kişileri tam zamanında çağırmış olduğumuz, olaylarla, hem de üç dört gün geçmeden belli oldu. Ama ne yazık ki, bu çağrımız gerektiği kadar önemle dikkate alınmadı. Rauf Bey, Vasıf Bey gibi kişiler, en sonunda büyük bir uysallıkla Malta’ya gittiler.
Son dakikaya değin Anadolu’ya geçmek ve Ankara’ya gel­mek yolunun ve tedbirlerinin bazı arkadaşlarca hazırlandığı dahi anlatılmıştı. Eğer böyle idiyse, bu kişilerin Ankara’ya gelmeyi kabul etmeyip İngilizlere teslim olmayı ve Malta’ya gitmeyi yeğ tutmalarındaki neden ve özür, gerçekten incelenmeye değer...»
ATATÜRK Söylev, I, s. 297
«Bir memleketin buhranlı bir harp devresindeki bütün sevk ve idare ekibinin, Sadrazamıyla, Şeyhülislamıyla, nazırlarıyla, ge­neralleriyle, mebuslarıyla bir yabancı memleketin esir kampında bir topluluk kurması, iki, üç yıl yurtlarının kurtuluş savaşını uzaktan seyretmeleri, tarihte eşi bulunmayan bir maceradır...»
2787 Ahmet Emin (YALMAN) Görüp Geçirdiklerim, Cilt 2, s. 95 96

«Bir Osmanlı subayının yabancı bir harp divanında yargılan­ması, yerleşmiş hukuk kurallarına aykırı olduktan başka, Osmanlı ordusu üzerinde kötü etki yapmaktan da geri kalmayacaktır.»
Osmanlı Hâriciyesinden İngiliz Yüksek Komiserliğine Nota 25.2.1919
«Şu sırada Malta’da 115 tutsak var. Bunların çoğu prens, nazır, general, vali, mebus gibi yüksek sosyal katlardan. Bu tutsaklar suçlarım bilmiyorlar... Suçlan ispatlanıncaya kadar suçsuz sayılmaları gerektiğini söylüyorlar... Bu politikayı dinî bir zulüm ola­rak görüyorlar...»
Mareşal Lord Herbert PLUMER Malta Genel Valisi
12.2.1921
«Osmanlı Hükümeti,... kırımlardan sorumlu kişileri Müttefik devletlere teslim etmeyi yüklenir. Müttefikler... bu kişileri yargı­layacak mahkemeyi seçme hakkını elde tutarlar ve Osmanlı Hü­kümeti bu mahkemeyi tanımakla yükümlüdür.»
Sevr Antlaşması, Madde 230
«Bu sürgünleri mahkûm ettirmeye yetecek kadar delil bulu­namayacaksa da, kendilerinin yargılanmadan bu kadar uzun süre tutulmuş olmalarının haklılığı Türk Hükümetince resmen kabul edilmedikçe salıverilmeleri kuşkusuz ağır olur.»
General Sir Charles HARINGTON Müttefik Orduları Başkomutanı
10.3.1921
«Ermeni kırımından dolayı yargılanmak üzere Malta’da tutuk­lu Türklerle ilgili olarak, çalışma arkadaşlarımdan biri dün Ame­rikan Dışişleri Bakanlığına gitti. Son savaşta Ermenistan'da yapılan zulümlerle ilgili Amerikan Konsolosları raporlarını inceleme­sine müsaade edildi... Üzülerek arzedeyinı ki, bu belgelerin içinde, yargılanmak üzere Malta’da tutuklu bulunan Türkler aleyhinde delil olarak kullanılabilecek hiçbir şey yoktur.»
Sir A. GEDDES İngiltere’nin Vaşington Büyükelçisi
13.7.1921
«Delil yokluğunun yarattığı güçlüklerden başka, Sevr Antlaş­masının 230. maddesi gereğince bir mahkeme kurulmasına Fransa ve İtalya Hükümetlerinin katılmaları olasılığı da yoktur.»
Lord CURZON
29.7.1921

«Tiirklerin eline düşen adamlarımız rehin olarak tutulacak­lar ve ancak Malta sürgünleri serbest bırakılınca kurtarılablleceklerdir.»
İngiltere Savunma Bakanlığı
29.5.1920
«Müslüman ve hele Türk olunca insan hayatına zerre kadar değer vermeyen İngilizler, birkaç İngiliz’in hayatı kaygısıyla ya­zışma yaparken bile, güçlü bir Millî Hükümet kurmuş olan bir ulusu hor görmekten kendilerini kurtaramamışlardır. İngilizler bu kibirden vazgeçerler ve dürüst bir yol seçerlerse ikinci bir tek­lif dikkate alınabilir.»
Mustafa Kemal (Atatürk)
12.8.1920
«Azizim Lord Curzon,
Bildiğiniz gibi, küçük kardeşim, Mustafa Kemal’in elinde Er­zurum’da tutsaktır... Tutsak değiş tokuşuna gidemez miyiz?
öğ­rendiğime göre, bizim elimizde Malta’da birçok Türk vardır ve Mustafa Kemal bunların Anadolu’ya dönmelerini pek arzulamak­tadır.»
General Lord Rawlinson
16.8.1920
«Birkaç subay için göstereceğimiz yumuşak yürekliliği, Kemalistler, Barış (Sevr) Antlaşmasını değiştirtmek için kullanmak isteyeceklerdir.»
İngiltere Dışişleri Bakanlığı
18.8.1920
«Bekir Sami Bey’in İngiltere ile imzaladığı bir sözleşmeye göre, elimizde bulunan bütün İngiliz tutsaklarını geri verecektik. Buna karşılık, İngilizler de ellerindeki Türk tutsaklarını bize ve­receklerdi. Yalnız, Türk tutsaklarından, Ermenilere ve İngiliz tut­saklarına kıyım yapmış ya da kötülük etmiş olduğu öne sürülen­ler, verilmeyecekti.
Hükümetimiz elbette böyle bir sözleşmeyi uygun görüp onaylayamazdı...»
Mustafa Kemal (Atatürk) Söylev, II, s. 431
«İngiliz Yüksek Komiseri, bütün Türk tutsaklarının bütün İngiliz tutsaklarıyla değiş tokuş edilmesini İngiltere Hükümeti adına kabul etmektedir.»
Sir Horace Rumbold
1.11.1921

Kaynak: Malta Sürgünleri BİLÂL N. ŞİMŞİR, Birinci Basım 1976 İkinci Basım Nisan 1985 İstanbul


[1]           Rauf Orbay’ın Hatıraları, Yakın Tarihimiz, Cilt 1, s. 210.
[2]        F. O. - Cab. P. No. 494 A. İngiliz Savaş kabinesinin 31.10.1918 günlü oturumu.
[3]        Yakın Tarihimiz, Cilt 2, s. 18-19.
[4]           Yeni Gün, 2.11.1918; Celâl Bayar, Ben de Yazdım, Cilt I, s. 97-98
[5]      G. Jaeschke, Kurtuluş Savaşı İle İlgili İngiliz Belgeleri, s. 21-23.
[6]      Dr. Selâhi Sonyel, Türk Kurtuluş Savaşı ve Dış Politika,I., s. 15.
[7]      F. O. 371/5089/E. 2210 - Plumer’den Sömürgeler Bakanlı­ğına tel. Malta, 18.3.1920, No: A. 66.
[8]        F. O. 371/5089/E. 2805 - De Robeck’ten Curzon’a Yazı. İs­tanbul, 25.3.1920, No: 402/R. 2886.
[9]      F. O. 406/40, No. 31, p. 32: Memorandum on certain conditions of Settlement of Westem Asia, 11.11.1918.
[10]      Harp Tarihi Dairesi, Türk İstiklâl Harbi I, Mondros Mü­tarekesi ve Tatbikatı. Ankara 1962, s. 74.
[11]      Harp Tarihi Dairesi, Türk İstiklâl Harbi I..., s. 78-98.
[12]      Doğan Avcıoğlu, Millî Kurtuluş Tarihi, İstanbul 1974, C. 3, s. 1153.
[13]     Genkurbaş, Harp Tarihi Dairesi, Türk İstiklâl Savaşı, Cilt 1, s. 201.
[14]     F. O. 371/4175/170560.
[15]    ibid.
[16]     F. O. 371/4172/2546 - Calthorpe’tan Foreign Office'e. Şifre tel. İstanbul, 3.1.1919, No. 22.
[17]       F. O. 371/4173/47590 - War Office’den İstanbul, Kahire ve Bağdat İngiliz Başkomutanlıklarına. Şifre tel. Londra, 3.1.1919, No. 73364.
[18]       Harp Tarihi Dairesi, Türk İstiklâl Harbi I, .. s. 163- 166.
[19]       F. O. 371/4172/11472 - Milne’den War Office’e. Şifre tel. İstanbul, 12.1.1919, No. 1.-4396.
[20]     F. O. 371/4172/9205 - İngiltere Savunma Bakanlığından Dışişleri Bakanlığına Yazı. DMI. Londra, 15.1.1919, No. BI/1742 (MI. 2).
[21]     Albay Ali Rifat Bey’in İngilizlerce tutuklanması ve Ba- tum’da yargılanmak istenmesi konusuyla ilgili olarak İs­tanbul Hariciye Nezareti Arşivlerinde başlıbaşma bir dos­ya vardır. Bkz. HNA - MÜ - Karton 53. Dosya 2.
[22]      ibid. s. 169.
[23] F. O. 371/4172/20441 - Conference regarding the execution of Terms of Armistice by Turkey held at War Office, 23rd Ja- nuary, 1919.
[24]         F. O. 371/4172 Foreign Office'den Calthorpe’a Şifre tel. Çok acele. Londra, 5.2.1919, No. 233.
[25]     F. O. 371/4172/24082 - Calthorpe’tan Foreign Office’e şifre tel. İstanbul, 12.2.1919, No. 305.
[26]      F. O. 371/4172/7176 - Askerî İstihbarat Başkanlığından Foreign Office'e. Yazı. 13.1.1919, No. BI/1716 (M 12.).
[27]    F. O. 371/4172 - Calthorpe’tan Foreign Office’e. Şifre tel. İstanbul, 15.1.1919, No. 111. Çok ivedi.
[28]      F. O. 371/4172/9205 - Askerî İstihbarat Başkanlığından Fo­reign Office’e. Yazı. Londra, 15.1.1919, No. BI/1742 (M 1.2.).
[29]      F. O. 371/4172/26088 - War Office’den İstanbul, Kahire ve Bağdat Başkomutanlıklarına. Şifre tel. 25.1.1919, No. 74483.
[30]       F. O. 371/4173/47590 - Allenby’den War Office'e. Şifre tel Kahire, 14.2.1919, No. E. A. 2223.
[31]     F. O. 371/4174/102553 - Osmanlı Hâriciyesinden İngiliz Yük­sek Komiserliğine Nota. 18.5.1919, No. 15767/206.
[32]     F. O. 371/4174/102553 - Osmanlı Hâriciyesinden İngiliz Yük­sek Komiserliğine Nota. 12.6.1919, No. 16313/272.
[33]      F. O. 371/4175/162837 - İngiltere Harbiye Bakanlığından Dışişleri Bakanlığına Yazı. 17.12.1919, No. 0152/4987/MI. 2’nin eki.
[34]     ibid.
[35]     F. O. 371/4173/47590 - Ingiltere Dışişleri Bakanlığından Mr. Balfour’a yazı. Londra, 2.4.1919, No. 1871.
[36]    F. O. 371/4173/77213 - İngiliz Dışişlerinden Balfour’a şifre tel. Londra, 21.5.1919, No. 740 (R) ve 26.5.1919 günlü par­lamento sorusu.
[37]      F. O. 371/4174/129560 - İngiltere Dışişleri Bakanlığından İn­giltere Başsavcılığına. Yazı. 10.7.1919, No. 1270.
[38]      F. O. 371/4174/118377 - Calthorpe’tan Foreign Office’e. Ya­zı. 1.8.1919, No. 1364/5056/14 ek: Memorandum on arrest and deportation of Turkish Officials other than those charged with offences against prisoners of \var.
[39] ibid.
[40]     F. O. 371/4174/136069 - De Robeck'ten Curzon’a.
[41]     F. O. 371/4175/163689 - De Robeck'ten Curzon’a rapor. İs­tanbul, 6.12.1919, No. 279/R/1315 D.
[42]     ibid.
[43]      F. O. 371/4175/170560 - War Office'den Foreign Office’e. Ya­zı. Londra, 2.1.1920, No. 0103/3/883. M I. 6. Ek listeler.
[44]      F. O. 371/5089/E. 1346 - De Robeck’ten Curzon'a. Yazı.
12.2.1920,              No. 217.
[45]      B listesi 130 kişilik değil, 147 kişiliktir. De Robeck, listeye sonradan eklediği 17 kişiyi unutmuş gibi davranıyor (B.N.Ş.).
[46]      F. O. 371/5089/E. 1054 • 4.3.1920 günlü Avam Kamarası gö­rüşmeleri.
[47]       F. O. 371/5090/E. 7852 - 5.7.1920 günlü Parlamento görüş­meleri.
[48]      F. O. 371/5090/E. 12773 - Başsavcılıktan İngiliz Dışişleri Ba­kanlığına karşılık. Londra, 15.10.1920.
[49]      F. O. 371/5090/E. 9934 - İngiltere Başsavcılığının İngiliz Hü­kümetine muhtırası, Londra, 4.8.1920.
[50]      İngiliz savaş tutsaklarına kötü davranmakla suçlanan bu sekiz kişinin adlan ve Malta’daki sürgün numaraları şöy- ledir:
2679                             — Tevfik Mehmet Bey,
2680                             — Ahmet Tevfik Bey,
2694                             — Cemal Bey,
2700                             — Ahmet Cevat Bey,
2707                             — Mazlum Bey,
2710                             — Hakkı İbrahim Bey,
2732                             — Süleyman Numan Paşa,
2745                             — Tahir Bey.
[51]      F. O. 371/6499/E. 1801 - İngiliz Başsavcılığından Foreign Office’e. Yazı. Londra, 8.2.1921.
[52]    ibid.
[53]     F. O. 371/6500/E. 3557 - Rumbold’dan Curzon’a yazı. İstan­bul, 16.3.1921, No. 277/1983/24.
[54]      F. O. 371/6500/E. 3552. Curzon’dan Geddes’e. Şifre tel. Lond­ra, 31.3.1921, No. 176. «Dağıtımı Yapılmaz.»
[55] F. O. 371/6503/E. 6311  J Geddes’ten Curzon’a. Şifre tel. Wasington, 2.6.1921, No. 374. «Dağıtımı Yapılmaz.»
[56]     ibid., Curzon’dan Geddes’e. Yazı. Londra, 16.6.1921, No. E. 6311/132/44.
[57]      F. O. 371/6504/E. 8519 - Craigie’den Curzon’a. Yazı. Vaşing- ton, 13.7.1921, No. 722.
[58]     F. O. 371/6504/E. 8745-İngiliz Başsavcılığından Dışişlerine yazı. Londra, 29.7.1921. Bu yazı üzerine Dışişleri yetkilisi Mr. Edmonds : «Bu yazıdan anlaşıldığına göre, (sürgünleri) mah­kûm ettirme şansımız hemen hemen sıfırdır... Amerikan Hükümetinin de bize hiçbir delil yardımında bulunamayaca­ğını anladık,» dedi.
[59]      ibld., Curzon’dan Rumbold’a Yazı. Londra, 10.8.1921, No. 851.
[60]      ibid. İngiliz Dışişlerinin 5.6.1920 günlü notu.
[61]      ibid. İngiliz Dışişlerinden Savunma Bakanlığına yazı.
11.6.1920.
[62]      Bu davarım tutanakları ve Mahkemenin verdiği karar ör­neği için Bkz. F. O. 371/12323.

Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.

Benzer Yazılar

Yorumlar