Print Friendly and PDF

Martin Lings Kitabından




ŞEYH İSA NUREDDÎN AHMED EL-ALEVÎ KELÂMLARINDAN SEÇMELERE MARTİN LİNGS AÇIKLAMALARI


Birçok müridi Şeyh’in (Şeyh İsa Nureddîn Ahmed El-Alevî) yazılı hale getirilme­yen konuşmalarının, haznedarıdır. Bu konuşma­lar Şeyh’in ölümünden birkaç yıl sonra bir araya getirilerek basıldı.
Mürşid’in sözleri çoğunlukla muamma dolu ve mantığa aykırı gelebilir. Bu, biçimsel ifadenin içeriğine iyice nüfuz edilmesi gerektiğine bir ha­tırlatıcıdır, yâni o yüzeysel bir bakışla kavranılamaz. Gerçekte hikmet gizli bir hazine olduğun­dan, uzun dönemde onu bu şekilde göstermenin onu her zaman muğlak kılacağını düşünmeme­liyiz. Öte yandan, paradoks durumunda nüfuz edilen dinleyicinin kendisidir. Beklenmeyenin oku, insanı manevî teyakkuza ve daha yüksek bir anlayışa sürükleyebilir. Yine burada ifade, ifade edilen şeyin yalnızca bir yönüne tekabül eder, çünkü hakikat garip bir gerçeklik içinde­dir. İnsan, kendini beğenmiş aklını hakikatin bir­den fazla yönünü bildiğine inandırmamalıdır. Mürşid’in eğitiminin amacı bazen müridinin den­gesini bozarak, onun aşağı bir dengeye bırakıp daha yukarıdaki bir başkasını elde etmesini sağ­lamaktır.
  • Arifler belli bir sıralama üzeredirler: Rabbini bi­lenler ve nefsini bilenler; Nefsini bilenler Marifet’te Rabbini bilenlerden daha güçlüdürler.[1]
Bu ifadenin anahtarı Rubûbiyyet’te gidi ola­rak bulunan ikilikte, yani Rabb kul ve Yaratıcı yaratık ikiliğinde yatar. Fakat bütün bunların öte­sinde Bir ve Bölünmez Sonsuzluğuna hiçbir iki­liğin değmesine izin vermeyen Mutlakta Birliği vardır. Başka bir deyişle, Kişisel Tanrı ötesinde Şeyh’in «nefsini» kelimesiyle ifade ettiği Kişi-üstü Nefs vardır. Burada aklımıza Sri Ramana Maharshi’nin kendisine sürekli sorduğu şu soru ge­liyor :
«Ben kimim?» Bu soruya teorik olarak de­ğil de hakikî anlamıyla cevap verebilen kişinin «nefsini bildiği» söylenebilir. Bu düşünceler, bi­rinci özdeyişin tam karşıtı olan aşağıdaki özde­yişi de anlamamıza yardım edecektir.
  • Perdelenmiş olanların belli bir sıralaması vardır: Rabbinden perdelenenler ve nefsinden perdelenenler. Nefsinden perdelenenler, Rabbinden perdelenenlerden daha çok perdelenmiştir.
Şeyh burada dolaylı bir şekilde, bâtınîliğin zâhirîliğe olan üstünlüğünden bahsediyor. Takva şu ya da bu derecede kul ile Rabbi arasındaki perdenin şeffaflığından başka bir şey değildir ve tabiî olarak zahirilikle bu perdenin aralanması düşünülemez. Aksi halde bir agnostik veya bir ateist pek öyle suçlu sayılamazlar. Fakat büyük bir çoğunluk için Nefsin öğretisi diyebileceğimiz, bâtınî öğreti her zaman için «ortada» ve tama­men gizli olmamasına karşılık, manevî iştiyaka kişisel bir tepki yaratmaz. Onlarda Akıl uykuda­dır, Kendini Algılama organı olan Kalp Gözü kapalıdır. İşte bunun için çoğunluğun kendile­rinden, Rabblerinden daha çok perdelendiğini söy­lemek doğru olacaktır. Gerçekte bütün öteki per­deler ortadan kaldırılabilse, Rabbin Nefse bir per­de olmayacağı (çünkü Özne’nin üzerindeki per­de öznel olmak zorundadır), aksine kendilerinde­ki dışa yönelik iştiyâkler yüzünden zaten perde­lenmiş oldukları söylenebilir. Manevî gayret içe yöneltilmelidir, çünkü «Allah Teâlâ'nın Mülkü içinizdedir.»
  • Allah Teâlâ’yı kendisinden başka bir yerde arayan kimse Allah’a hiçbir zaman ulaşamayacaktır.
Salik Mürşidini aramalıdır, yol gösterici ol­madan bulunduğu yerde kalma tehlikesi vardır. Fakat Mürşid’in görevi her şeyden önce saliki Kendisinin en derin yerlerine sürüklemektir. Kendini Bilme öğretisi tehlikelidir, Şeyh’in müridlerinden birisinin de dediği gibi, en büyük tehlikesi ise gerek duyduğu Mutlak hissi dolayı­sıyla müridin, şuursuzca «ben’in gizli bir katma­nını Nefs-i İlâhî zannederek tanrılaştırmasıdır.» Bu bağlamda Mutlak hissi, Kişi-üstü Nefs hissi­dir. Şeyh şöyle diyor:
  • İkinci şahıs “te”si[2] cezayı belirtir; üçüncü şahıs “he”si imtihanı belirtir; birinci şahıs “nun”u iki­liği belirtir. Hakk ise bunların ötesindedir.
Bu zamirler dünyevî farklılığı ifade etmek için insana verilmiştir, İlâhî Birliği değil. Eğer Allah’tan «sen» diye bahsediliyorsa, bahseden ki­şi «ben» dir ve cezayı hak eder. «Senin varlığın başka hiçbir günahla karşılaştırılamayacak bir günahtır.» [3] Eğer Allah’tan «O» diye bahsediliyor­sa, bahseden uzaklaştırılmış, dışarda ya da mual­lakta bırakılmıştır. «Ben» de Yüce îdrâk’in hak­kını veremez, çünkü «ben» yalnızca bir özne ifa­de edebilir ve Hakk «O» nesnesiyle sınırlandırıla­bileceğinden daha fazla sınırlandırılamaz. «Ben» ve «O» birer parçadırlar, bu yüzden «ben» keli­mesi kendisini tamamlayıcı bir şeyi gerekli kıldı­ğından ikiliği ifade eder. «Hakk bunların ötesin­dedir,» derken. Şeyh, Nefs-i İlâhî’nin her üç şa­hıs zamirinin Üstün bir Sentezi olduğunu ve sa­dece bir şahıs zamiriyle tam olarak ifade edile­meyeceğini anlatmak istiyor. Bu Sentez’in Son­suz Yeterliliği Es Samed isminde ifade olunur.
  • Hakk’ın Samedâniyyeti’ni kavrayan birisi başka­lığa iltifat edemez.
Üç şahıs zamirinin herbiri «başkalığı» ima eder, fakat «Ben», «Sen» ve «O» zamirlerinin farklılıklarında yayılı bulunan ilişkilerin hepsi, onla­rın İlâhî Asıllarının Birliğinde birleştirilmişlerdir. Es Samed İsmi, İslâmî Akide Tacında ana mü­cevherlerden birisidir. «Allah’ın ne olduğu» soru­suna en Mutlak anlamıyla cevap veren İhlâs Su­resi şöyle başlar: De ki O Allah Birdir. Allah Sameddir.
Zatüstülük bir Kutsallık ifadesidir; bunun için Şeyh şöyle diyor:
  • Edeb’in kemâle ermesi için perdenin sürekliliği gereklidir.
Velinin Sırrını bilerek açıklaması, Allah Teâlâ’nın mikrokosmos ve makrokosmos için ayırdetmeden irade ettiği Takdir’ini ihlâl etmektir. Perde, üs­tünden geçilemeyen iki deniz arasındaki berzah­tır. Bu iki deniz Gökyüzü ve yeryüzüdür, ya da mikrokozmik; bir ifadeyle Ruh ve nefstir. Berzah olmasaydı Gök yere, Ruh da nefse karışacaktı, işte bu yüzden perdenin sürekliliği hem yaratı­ğa karşı, hem de Yaratıcı’ya karşı bir edeptir.
Fakat yine de denizler birbirleriyle birleşebilirler-, perde çok şeffaf olmamalıdır, çünkü ede­bin kemâli gerçek dengeye ulaşılmasına bağlıdır. Şiirlerinin birinde Şeyh şöyle diyor: «Ne açıkla­rım Sırrı ne de gizlerim.» Bu bizi özdeyişlerin­den bir başkasıyla karşı karşıya getiriyor:
  • Sırra gizleyen Sırdan perdelenir? İfşa edense ona mağlup olur.
Bu özdeyişin ilk bölümü dolaylı olarak aşağı­daki ile açıklanıyor:
  • Makamı haliyle aynı olan kimse, hiç beklenmedik bir anda Allah’ın Sırrını söyleyebilir.
Hal, her hangi bir anda sufîye gelen İlâhî bir Lütuf’tur, hal kelimesi bu Lütuf’u tanımlayan Biliniz ki Allah Teâlâ kişi ile kalbi arasına girer aye­tinden alınmıştır. En yüksek anlamıyla Velî, bu halin kendisinde makama dönüştüğü kimsedir. Velî, Allah’ın kendisine şahdamarından daha ya­kın olduğunun bilincindedir. Bu sürekli bilinç, perdelerin incelmesine neden olabilir ve ağzın­dan Hallac’ın «Ene’l Hak» diyerek «Allah’ın Sır­rını söylemesi» gibi sözler çıkabilir. Yalnızca, Sır kendisine perdelenmiş olan kişi onu tam anla­mıyla saklamakta başarılı olabilir. Öte yandan, Sırrı «söylemek», «ifşa etmekle» aynı şey değil­dir. Sırrı ifşa eden ona «mağlup olmuş» ve onu hiç düşünmeden söylemiştir, çünkü «makam» a sahip olmadığından, onu içinde barındıracak gü­cü yoktur. Bunu çok güzel açıklayan' bir olayı Şeyh eş Şazelî’den daha önce de aktarmıştık: «Rüyamda Hakk’ı buldum, ve o benden ayrılma­dı, fakat takat getiremeyeceğim kadar ağırdı... Bunun üzerine beni kuvvetlendirmesini istedim, Allah Teâlâ’ya hamd olsun O da kuvvetlendirdi.» Hakk’ı alıp, taşıyabilecek olan biricik kuvvet Nefs-i îlâhî’dir. Hz. Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellemin dediği gibi; «Benim öy­le bir vaktim yar ki, Aziz ve Celîl olan Rabbimden başkası oraya sığmaz.» Her iki durumda da Velî’nin «makamı», onun boşaltmayı kabul etme­yişi ve doldurmaya yol verişindeki yeterliliğidir.
İlâhî Özne’nin İlâhî Nesne’ye liyâkati mâne­vi yolun bütün hallerine yansıtılır. Mânevi ha­reket, özellikle zikir, temin ettiği Kabulle uyuş­tuğu sürece bir nesne olarak düşünülebilir. Ben­den isteyenin, dua ettiğinde duasını kabul ede­rim. Bu karşılığı alabilmek için yeterince ha­zırlıklı olmak, anlayışa, erdeme sahip olmak ge­reklidir. Bunun için Şeyh şöyle diyor:
  • Bilgiyi zamanı gelmeden kullanmakta acele eden o bilgiyi kaybeder. Kur’an sana bildirilirken, bil­diri tamamlanmadan, unutmamak için tekrarda acele etme, “Rabbim! İlmimi arttır” de.
Özdeyişin birinci bölümü mânevi yolda son derece önemli olan Hz. Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellemin bir sözüne işaret ediyor: «Bildiği ile amel edene, Allahü Teâlâ bilmediğini de bildirir.» Kısaca, Şeyh’in öz­deyişi şu anlama geliyor: Hz. Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem bildiğiy­le amel etmekten yalnızca akideyi değil, fakat insanın derûnî bilgisini de kastediyor ve bu bağ­lamda Şeyh’in Kur’an’dan aktardığı İlmimi art­tır ayetinin bir şerhi olarak «beni ilimde derin­leştir» anlamına geliyor.
Fakat Şeyh başka bir yerde aşağıdaki özde­yişi söylüyor:
  • Müridin çok fazla istemesi cehaletini gösterir.
Cehalet birkaç çeşittir.
Birincisi, Hz. Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellemin sözünde ifade olunan, gerçeği anlamada, yani bildiğiyle amel edip daha fazlasına ulaşaca­ğına inanamamasıdır.
İkincisi, Ruh’la ilgili şey­lerin bu dünyadaki şeyler gibi tahmin edilebile­ceğine kendisini inandırmasıdır. Şeyh’in müridlerinden birisi Üstadına bir gün şöyle yakındı:
«On yıldır düzenli bir şekilde İsm-i Âzam-ı zikre­diyorum, fakat bir sonuç alamadım.» Üstad’ı ona şu cevabı verdi :
«Eğer on yılda kat ettiğin ruhî ilerlemeyi bir anda elde etseydin, bu senin ru­hunda ölümcül bir yara açardı.» Yukarıdaki öz­deyiş şüphesiz bu türlü yakınmalar için söylen­miştir, Kur’an’da buyurulan çok dua ederek is­temeye karşı değil. Bu tamamıyla bir bakış açısıdır. İlâhî İsmin çok zikredilmesi zımnî olarak duanın arttırılmasıdır.
Şeyh’in, bilgiyi zamansız kullanmanın, bilgi­nin kaybolmasına yol açacağı yolundaki uyarısı onun başka bir uyarısını hatırlatıyor:
  • Bir temele dayanmayan bilgi uzaklığa sebep ola­bilir.
Burada söz edilen bilgi yüzeysel bilgidir, ya­ni İncil’de ekinci: mesellerinde bahsedilen to­humlara benzer. İşte bu tür bilgide var olan teh­likeler yüzünden, genellikle bâtınî hakikatler bu kimselerden «toprağı ekilip, ekini büyüyünceye» kadar gizlenir.
Burada «temel» olarak çevirdiğimiz kelime itimad’tır, yani kelime anlamı olarak destek ya da direk (amud) demektir. Şeyh’in «temel»le an­latmak istediği mikrokosmosdaki İlâhî Huzur’dur. Bu Huzur’un en belirgin tezahürü İlâhî Sı­fatların yansımaları olan ruhun faziletleridir. Bil­ginin tohumları kök salabilecekleri bir derinlik­te toprakta değillerse, hiçbir zaman faziletlerin asıllarına doğru büyüyemezler.
Bu son sözün özü başka bir özdeyişte şöyle ifade olunuyor:
  • Allah için yola çıkan, O’na ulaşamaz, fakat O’na inanan, O’ndan gafil değildir.
Bu bize Kendini Bilmek ile ilgili özdeyişi tekrar hatırlatıyor, çünkü «Allah Teâlâ’ya inanmak», «Ben kimim?» sorusuna cevap bulmak için gerek­li olan ilk merhaledir. Şeyh aynı anlamda şu sö­zü söylüyor:
  • Allah’ı kendisinden başka bir yerde arayan, yo­lunu aradığından çok uzak bir yöne çevirmiş de­mektir.
Burada arayıcı, muhtemelen O’na inanmak ve güvenmek gibi daha mütevazı ve kolay yolu küçümseyerek «Allah için yola çıkan» kimsedir.
«Allah için yola çıkan» kimsenin hataların­dan birisi İlâhi içkinliği bir kenara bırakarak yalnızca İlâhî Aşkınlıkla ilgilenmesidir. Şeyh di­yor ki:
  • Rablerinden en uzak kişiler, O’nun Münezzehliğini tasdik ederken ölçüleri aşanlardır.
Yine diyor ki:
  • Aslolan hiçbir ölçü tanımadan O’nun Münezzehliğini tasdik etmek değil, O’nu mukayese yoluy­la bilmektir.[4]
  • Aslolan Allah Teâlâ’yı perde kalktıktan sonra bilmek de­ğil, perdenin kendisi içinde bilmektir.
  • O’nun Birliğinin yakînine kurulan kıyaslar O’nun Birliğinden perdelenmiş kişinin teşbihlerinden daha iyidir.
Bir gün eşsiz bir güzellik karşısında, Şeyh’in müridlerinden birisi elini yamaçları çam, zirvesi karla kaplı dağlara, beyaz bulutların yüzdüğü ve hafif bir ışığın sızdığı mavi gökyüzüne uzata­rak şöyle demişti: «Ne kadar da Allah Teâlâ’yı düşün­dürüyor!» Ben o anda havsalamın hiç bir zaman almayacağı bir şekilde anlamıştım ki İlâhî Güzel­lik olmasa gözlerimin önündeki her şey bir anda yok olurdu. Şeyh başka bir yerde şöyle diyor:
«RASÛLÜLLAH SALLALLÂHÜ ALEYHİ VE SELLEM MAĞARADA İLÂHÎ İSMİN SIRLARINI EBUBEKİR’E ÖĞRETTİ. BİR ÖRÜMCEK AĞI KÂFİRLERİN MAĞARAYA GİRİŞİNİ ÖNLEDİ. BU AĞ KÜFÜR DÜNYASINI MARİFETTEN, MARİFET’İ DE KÜFÜR DÜNYASINDAN AYI­RAN METAFİZİK ÖĞRETİDİR. ÖRÜMCEK AĞI NEFS-İ İL­HÎ’NİN TEZAHÜRÜDÜR.»
Daha sonra içiçe geçmiş bir merkezli dai­relerin üstünlüğü temsil ettiğini söylüyor, çünkü bu daireler birbiri üstünde âlemlerin dereceleri­ni resmederler. Nefs’in Münezzehliğini ve Mut­lak Aşkınlığı, O’nun Her Şeyi Kuşatma sıfatını, Batın olma sıfatını düşünmemize göre ya dış dai­re ile ya da dairenin merkezi ile temsil edilir. De­ğişik daireleri birbirine bağlayan yarıçaplar ise kıyas etmemize olanak veren Îlâhî içkinliği sim­geler. Yarıçapla dairelerin çevrelerinin kesiştiği her nokta «Allah’ı düşündüren» veya «Allah’a iyice yaklaştıran İlâhî Tecelliler»dir. Dairelerin çevresindeki her noktayı dairenin çevresine bağ­layan bir yarıçap bulunduğundan, her nokta bir Sırrın zuhûr alanıdır. Fakat «hiçbir ölçü tanıma­dan O’nun Münezzehliğini tasdik edenler» yal­nızca daireyi düşünenlerdir. Bunlar yarıçapları bir kenara bırakarak, Allah’la aralarındaki bü­tün bağlantıları koparıyorlar ve «Allah’tan en uzakta olanlar» sınıfına dahil oluyorlar. Şeyh şöyle diyor:
  • Hakk bilgisi üzerine fazla eğilme, aksi halde onunla Yaratılış’ın Sırlarından perdelenmiş olur­sun.
İlk anda aynı derecede çelişkili gibi gelen aşağıdaki özdeyiş de, «Yaratılışın Sırlarından» en büyüğü olarak Nefsi alırsak, aynı çizgilerde sey­rediyor.
  • Nefsini ne terk et ne de karşı çık, fakat onunla birlikte yaşa ve onun ne olduğunu iyice ânla,
Bu özdeyişinde Şeyh zühdü tamamlayıcı mânevî bir yoldan bahsediyor. Genellikle müridin ilk şevki kırıldıktan sonra öyle bir an gelir ki, mürid kendisini mânevî gayretten yoksun, dur­gun bir halde bulur. Kendi isteğiyle mânevî yo­la girmeyi seçtiğini ona hatırlatmak gerekir. Eğer bu seçimini kendi başına yapmışsa, onun Hakk’ı tanımasında bir eksiklik yoktur. Hakk’ın bu her şeyi galipliğine «davet» denilir, çünkü İlâhî çağ­rılar hem içerden hem de dışardan gelir. Allah Teâlâ’ya her yönelişte nefsi sorguya çekerek ısrarını kır­mak mümkündür, çünkü ölümde olduğu gibi ba­zı ruhî unsurların çekildiği uzlette de, nefsi ken­disine emrolunanı yaptığına ve başka bir şey ya­pamayacağına inandırmak mümkündür. Bu metod «Ben kimim?» sorusuna neden olan yoldaki ilk dönemdir. Bundan sonraki bir dönem için Şeyh şunları söylüyor:
  • Allah Teâlâ’yı nefsinde bilen kimse nefsine yönelir ve onu tatmin etmeye çalışır.
«Nefsine» şeklinde çevirdiğimiz kelime yerine «kendisine» de büyük ya da kü­çük harfle başlayarak kullanılabilir; öyle ki bu özdeyiş Marifetin ilk parıldayışından, yolun so­nuna kadar uzanan manevî bir tecrübeye işaret edebilir.
BAŞKA BİR YERDE ŞEYH, KUR’AN’DA «HEVALARINA UYANLAR» LA İLGİLİ AYETLERE DEĞİNEREK, BU AYETLERİN «HEVALARINA UYMALARINA» İZİN VERİLEN ARİFLER DIŞINDA HERKESE HİTAP ETTİĞİNİ SÖYLEMİŞTİR. «HEVA» OLARAK ADLANDIRILABİLECEK BİR DUYGU GÜCÜ­NE ONLARI ULAŞTIRABİLECEK YALNIZCA MUTLAK SONSUZ VE BÂKÎ OLAN ALLAH TEÂLÂ’DIR ÇÜNKÜ!
Kaynakça
Martin Lings trc: Ufuk UYAN -Bekir ŞAHİN Yirminci Yüzyılda Bir Veli [Kitap]. – İstanbul, s. 274-286




[1] Yukarıda bahsedilen, bu antolojide bulunan özdeyişlerden ilkidir. Antolojiye Hikmatu-hu, Sa Sagesse adı verilmiş ve Arapça metni Fransızca çevirisi izlemiş.
[2] Te ve Nun harfleri fiillerde önek ve sonek olarak kullanıldığında sırasıyla ikinci ve birinci şahsı belirtirler. He ise üçüncü şahıs zamiridir.
[3] Rabi’at - ül Adeviyye,
[4]              Hikmatu-hu, 26. Muhyiddin-i îbn Arabi, Kur’an’da O’nun Münezzehliğiyle, O’nunla yarattıkları arasındaki benzeşmelerin aynı anda anlatılmasına örnek olarak (O’nun) benzeri hiçbir şey yoktur, (O) işitendir, görendir (42/11) ayetini veriyor.

Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.

Benzer Yazılar

Yorumlar