MEDYANIN DEĞİŞMEZLİĞİ HAKKINDA ENGİN KÖKLÜÇINAR’IN YAZILARI
Bizim medya ile işimiz daha bitmedi. Nasıl bitsin kardeşim,
içimizde öyle bir yara ki, anlat anlat bitmez...
İçlerinden biri hidayete gelip, içyüzlerini anlatsa bizde
rahatlayacağız. Neyse, geçenlerde Serkan Seymen, “Amiral Battı” isimli kitabında Can
Ataklı’nın görüşlerini şöyle anlatıyor:
“...Yavuz Donat'a 22 bin
dolar verirken bunun yarısını bile bana vermeyen bir Zafer! Hiç olmazsa şunu
yap deyince bana “Sen Türkiye'deki profesör maaşını biliyor musun, milletvekili maaşını
biliyor musun?'' diyen bir adam. Neye ihtiyacı varsa oraya veriyor.
Selalıattin Duman'a 25 bin dolar veriyor, çünkü arkadaşlık yapıyor
onunla; Rauf Tamer'e en az 20 bin dolar verirken şöyle bir durum oluşuyor. Bu
benim arkadaşım, ona az versek olur, diğer taraftaki adamı
bankanın büyük kredi getiren önemli bir şube müdürü gibi görüyor. Kim? Mesela
Yavuz Donat, o zaman ona 22 bin dolar bir de 10 bin dolarlık ev
kirası. Ahmet Vardar, polisle ilişkileri çok sağlam. Maaşım düşük tutalım, ama Ahmet Vardar neyden
hoşlanır? Ev kirasını verelim, çocuğunun Amerika'daki okul masraflarını
ödeyelim... ’’
Ayrıca Hıncal Uluç’un 22
bin dolar, Ertuğrul Özkök’ün 30
bin dolar aldığını söylüyorlar.
Ne bileyim, her kafadan bir ses. Ali Kırca, kanal değiştirirken 2 milyon dolar almış, Uğur Dündar bilmem kaç milyon dolar almış, Reha Muhtar ın ölçüsüne dolarlar bile
yetmezmiş!
Ben bunlardan anlamam. Böyle söylüyorlar. Ben inanmıyorum.
Bu kadar vatanperver, hamiyetli büyüklerimin, bu denli
gaddar davranacaklarını sanmıyorum. Herhalde benim gibi kıskananların
dedikodusudur.
Farzedelim ki, gerçek olsun. O zaman ne oluyor? Bakın
hesaplayalım:
Bu toplumu yönlendiren ünlü büyüklerimin aylıkları,
aldıkları transfer paraları hariç 20 bin, 25 bin, 30 bin dolar Yani 30, 37 ve
45 milyar Türk Lirası. (Bugün 15.08.2001 dolar serbest piyasada 1,5 milyon
lira) Yahu kardeşim, asgari ücret 122 milyon lira...
Yani bir Hıncal Uluç büyüğüm,
183 adam ediyor! Selahattin Duman 201,
Rauf Tamer 222 ve Yavuz Donat ile Ertuğrul Özkök büyüklerim de tam 375 adam!..
Demek ki Uluç 18,
Tamer 20, Donat ve Özkök büyüklerimden de ayrı ayrı 38 manga
asker çıkıyor! O halde bu değerli gazetecilerle bir
alay, bir tugay kurabiliriz!..
Hele, herkesi asıp kesen, "Oraya gelirsem, yetim hakkı yiyen senin, ağzını yırtarım'' diyen
kabadayı şiveli Ahmet Vardar büyüğüm,
evlatlarını Amerika’da yetim
değil, öksüz parası ile okutuyor herhalde. Olsun yetim hakkı değil, öksüz hakkı(!).
Bunların içinden Ertuğrul
Özkök Beyefendi Hazretleri ile edebi terbiyeden uzak yazma
alışkanlığına sahip Ahmet Vardar büyüğüm
hariç, hepsini okumaktan zevk alırım. İyi yazarlar...
Böyle bir eleştiriyi, bana saldırmalarını sağlamak için
yaptığımı, ancak bu sayede medyada, istediğim ortamı bulabileceğimi
düşünebilirler...
Böyle düşünüyorlarsa aldanıyorlar. Bunlar bilsinler ki,
kendi emrinde çalışan meslektaşlarımızın çoğunluğu benim duygularımı taşıyor.
Türkiye
Gazetesi’nde Allah, Peygamber, İslam adına ahkam
kesenler, çalışanların maaşlarını aylarca vermiyorlar, sonra da imandan,
doğruluktan söz edip, Amerikan pasaportunu cebe koyup ülkeden vınlıyorlar.
(Yalan değil bende şahidim.)
Yahu böyle vicdan olur mu?
Şimdi biz bunları yazınca kötü mü oluyoruz? Bunların
rezilliğini çok insan biliyor. Ama söylemiyor. Söyleyemiyor. Biri sağcı
ayağıyla soyuyor, öbürü solcu ayağı ile...
“DAİMA GERÇEĞİN SAVUNUCUSU OL. SENİ
TAKDİR EDEN OLMASA BİLE, VİCDANINA KARŞI HESAP VERMEKTEN KURTULURSUN.”
Fakat görüyorsunuz, para nasıl vicdanı örtüyor. Hele çil çil
yeşil olursa!..
Milletin karnı aç olsun, yeter ki medya doysun... Ehh,
hesabı alacak kimse de yok...
Savcı onlar, yargıç onlar, tanık da onlar!
Ayrıca, bu astronomik rakamları ben söylemiyorum. Kendi
arkadaşları söylüyor. Ben hesabı, ülke gerçeklerine ve asgari ücrete göre
yaptım. Herhalde züğürtlükten. “ZENGİNİN
PARASI, ZÜĞÜRDÜN ÇENESİNİ YORARMIŞ..."
Yorarmış ama şunu da unutmayalım.
“BİR ÇİVİ, BİR NALI DÜŞÜRÜR.
BİR NAL, BİR ATI DÜŞÜRÜR.
BİR AT DÜŞERSE, BİR YİĞİT DÜŞER.
BİR YİĞİT DÜŞERSE, BİR ORDU
BOZULUR...”
Niye bozulduk anlıyor musunuz?
(Şimdiki zamanda çok şey değişti mi?)
Bu televoleler, zaten yarım olan aklımıza bir vole attılar
ki; sormayın gitsin.
Televoleli kanallar ve televole artık bir yaşam biçimimiz
oldu. Kentli bir Türk’ün günlük hayatında yemek, trafik, dolar ve televole var.
Sabah uyanınca ekmek paramızı nasıl kazanıp hayatımızı
devam ettireceğiz var, hadi hayatımızı devam ettirdik de, bu trafikte işe nasıl
gideceğiz, hadi işe gittik de kazancımız ve gelirlerimiz lira ile ama kiralar
ve belki de çok yakında fırıncıdan aldığımız ekmek dolara endeksli. Aklımızda
hep doların dalgalanması var. Hadi bunu da aştık, diyelim.
Akşam TV’lerde, ülkemizi yönlendiren büyük (!) medyada önce
kavga eder gibi haber sunanlar ve de arkasından hayatımızın en büyük parçası
televoleler.
Kim, kimin altına yattı?
Nasıl yattı?
Belki de üste çıktı.
Yoksa merdiven altında eski
sevgilisine mi gösterdi?
Donu ne renk?!
Ayakkabısının topuğu kimin poposunda. Hangisinin sutyeni Wagner, hangisininki Vakko? Niçin
göbeğini az açtı, puanı 3. Aaa memesinin ucunu gösterdi, 10 üzerinden 9.
(Öbürünü de açsa idi o zaman 10 üzerinden 20)
Ve bu suretle, ülkenin ihracatının düşük olmasına Leyla’nın önüne her çıkanla yatmasının
sebep olduğunu, eğitim sistemimizdeki aksaklığın; Bülent ile Sema’nın
Paper-Sun da yemek yerken makarnanın içinden böcek çıkmasından
kaynaklandığını ve de Sedefin diş
macununun kapağını vidalı yerden açacağına kolayına geliyor diye çıt çıtlı
yerinden açtığı sonra da aralık bıraktığı ve de bu yüzden tüpün içindeki
macunun kuruduğu, onun için de “Ulan
sizin mankenleriniz bile, dişmacunun macununu, nasıl kullanacağını
bilmiyor" diyerek Avrupa Birliği ne
asla bizi almayacaklarını öğrenmiş oluyoruz.
Benim en çok merak ettiğim, Demet’in ayakkabı numarası, Ebru’nun gece kaç defa çişe kalktığı ve Faruk’un orta parmağının kaç santim
olduğudur. Her akşam heyecanla bekliyorum, fakat hâlâ söylemediler. Çünkü
biliyorsunuz, bunlar program içinde 100 defa bir şeyi anons edip, 1 kerre
gösteriyorlar. Ben inanın şu programları ve de içinde en çok merak ettiğim
konuları kaçırırım diye, bazen altıma kaçırıyorum!
Hey yarabbim! Aklımıza sahip çık. Her türlü rezillik,
sululuk, cıvıklık, kepazelik bunlarda. Bu gariban toplumun sorunları dizboyu
değil, boyunboyu olmuşken, hangi makul sebeple bunları yayınlıyorlar. Tek makul
sebep var:
Toplumu dejenere etmek!..
Zaping yaparak kanalları değiştiriyorsun da, kanal içinde
zaping yaparak sunucuyu veya program yapımcısını değiştirebiliyor musun acaba?
Magazin, kesinlikle medyanın önemli bir bölümü. Edebinle ve
yine kararında. Yakışan da bu değil midir?
Shakespeare’nin şu sözünü unutmayın.
“ERGEÇ BİR GÜN GELİR, ZEVK
KENDİNİ ÖDETİR.”
Medya’nın gücü bakan, başbakan,
siyasi parti lideri, değiştirmeye yetiyor da, kendi içinde otokontrol veya
işbirliği ile bu toplum bireylerini yüceltmeye, onları eğitimle çağdaş düzeye
getirmeye yetmiyor mu?
Yeter, yeter de, sonra cebe para kalmaz. O zaman yatlara
nasıl binerler, nasıl villalarda kalırlar, nasıl özel uçaklarla Fransız
şarapları getirirler, nasıl çiftlik evlerinde Dallas hayatı yaşarlar?!
Vurun abalıya...
Marmara Grubu Vakfı
olarak Bir Ordu Komutanı tebriğe gittik, O
anlattı.
Bir arkadaşı İsviçre’de gezerken,
bir bakıyor ana cadde de kızılca kıyamet. Banka soyuluyor. Polisler, yüzü
maskeli soyguncular, pat pat silah sesleri, sirenler, ambulanslar,
kurşunlardan yaralanmış insanlar, bir felaket. Her taraf ana baba günü. Cadde
mahşer yeri.
Akşam o kanal, bu
kanal gördüğü faciayı arıyor, hiçbirinde yok. Sabah bir İsviçre’n arkadaşına
olayı anlatıyor; “Ne tv'lerde, ne de
gazetelerde hiç haber yok, niye?” diyor. Arkadaşı
yanıtlıyor. “Biz aptal mıyız? Dünyanın
bütün parası İsviçre bankalarında. Biz böyle bir kaynağı, riske atar mıyız?”
Aynı bizim medya (!). Ruhsuz
medya.
Bir zamanlar üç beş işsiz güçsüz takımı, İstiklal Caddesi’ne
kümelenmiş “cumartesi anneleri” adı altında bir numara ile bağırıp,
çağırıyorlar.
Yolum oralara düştükçe bir bakıyorum, “cumartesi
anaları”ndan çok medya ordusu. Bağıran, çağıran 15-20 kişi, kameraman, muhabir,
fotoğrafçı 50 kişi. Ve hepsi her kanalda arzı endam ediyorlar. Hele şaşırıpta
polis birine bir cop indirsin, o zaman seyreyle gümbürtüyü...
İnsan hakları, demokrasi, hürriyet, faşist polis...
Medyamız anarşi ile mastürbasyon yapıyor.
Hele Reha Muhtar mı
nedir, bir haber okuyor. Haber mi okuyor, dayak mı atıyor anlamıyorsun.
Ağzından köpükler çıka çıka ve özellikle kan, barut, ceset, vahşet varsa bir
şeyi bin kere göstere göstere rahatlıyorlar.
Bir de ses tonu var ki, Allah muhafaza, sanki biri gelmiş
haber okurken adamı arkadan hançerliyor.
Yahu en sakin adam, O’nun sesini duydu mu adrenalini
yükselir.
Böyle medya olur mu? Milletlerin ülkelerin dokunulmayacak
değerleri vardır, manevi ve müşterek menfaatleri vardır.
Amerika yerle bir oldu. Bir kopmuş kafa, kol, bir yanmış ceset
gördünüz mü?
Hangi İngiliz gazetesinde İRA
terörünün başarısını okursunuz.
“BİZDE DE AKŞAMA SABAHA;
APO’NUN BAŞYAZI YAZDIĞINI GÖRÜRSEM,
BEN HİÇ ŞAŞIRMAM.”
Sizi bilmem...
Bu ülke, konusu komşusu ile zaten, dinamit sandığının
üstünde oturuyor. Dıştakiler kolay da en zor içimizdekiler.
Bizim hiç sırrımız yok.
Olsa bile. Ertesi sabah medyada.
Bunu açıklarken de gazetecilik yaptık sanıyorlar.
Ve geri zekalılara eğitim verir gibi, bir şeyi bin defa
tekrarlayarak. Artık “ööö” deyinceye kadar.
Koca Aptallar...
Hz. Ebubekir;
“MAL CİMRİLERDE, SİLAH KORKAKLARDA,
KARAR DA ZAYIFLARDA OLURSA, DÜZEN
BOZULUR.” demiş.
Sanki bizim medyayı yönetenler için söylemiş.
Karar veren onlar da...
Bende kuyruk acısı mı ne var,
anlamıyorum? Bu dev medyaya bir türlü ısınamadım. Herhalde kıskançlıktan...
Adamlar da çifter çifter gazeteler, çifter çifter televizyon
kanalları, onlarca dergiler falan filan.
Sen kalk BabIali’de poponu yırt, bir mok olma! Dün
BabIali’den geçerken ceket (tabii o zaman ceketleri varsa, veya ceket giyme
terbiyesi almışlarsa) düğmelerini iliklemek zorunda kalanlar, bugün ülkeyi
yönetenlere hükmedip, kendi çıkarları doğrultusunda, bir Türkiye yaratıyorlar!
İsterlerse bir siyasi parti liderine çamur, diğerine gül
atabiliyorlar.
Rüzgar onların istediği yönde esmezse, bunlar yalnız
meteoroloji bakanlarını değil, mevsimleri bile değiştirebiliyorlar...
İktisat Fakültesi Öğretim Üyesi olan Prof. Dr. Ömer AKSU hocamdan, Akkan’a söylerken işitmiştim.
Başkent’te bir resepsiyonda Amerikan
Büyükelçisi “Sizin medyanıza,
dünyanın hiçbir demokrasisi dayanamaz” demiş...
Büyükelçi farkında değil, o bizim medyamız değil, o onların
medyası...
Kendi dünyaları.
Zaten çıkarları oldu mu, bir düşüyorlar ki birbirlerine, ne
yatlarına yabancı bayraklar çektikleri kalıyor, ne de yaptıkları usulsüzlükler.
Hemen kirli çamaşırlar ortaya seriliveriyor. Sonra araya birileri giriyor, bir
bakıyorsunuz kolkolalar...
Bu dünya hâli böyle işte... Daha doğrusu bizim medyanın hâli
böyle...
Montaigne’nin bu güzel sözü, şu eski ve yeni medyayı ne kadar güzel ifade
ediyor.
Eskilerin asaleti şimdikilerde olmadığı için, altından
pelerinler içinde, alınlarına pırlantalar da yapıştırsalar, yine de kıçları ve
göbekleri açıkta ve çıplak kalıyor!..
Bedii Faik, (ki bir simgedir. Kılığı kıyafeti, nezaketi, asaleti,
bilgisi, kalemi ile ve yanında çalışan işçisinin maaşını gününde vermek için
arabasını yok pahasına satmasıyla) en son “MATBUAT BASIN ve derkeeen... MEDYA“ kitabında bakın ne diyor:
"... İkinci savaş sonu demokrasiye başlayış devri
BabIâli’sinde otomobili olan gazete sayısı ya altıdır ya yedi. Yunus Nadi
Bey'in vardı, iki oğlunun vardı, Asım Us'un vardı, Necmettin Sadak'ın vardı.
Ethem İzzet Benice'nin o bahsettiğim 946 dağıtımında ancak olabildi. Son Posta
'nın üç ortağından hiçbirinin henüz yoktur. Tasvir 'in iki ortağından
hiçbirinin yoktur. Vatan'da Ahmet Emin Yalman'ın emrindeki araba da otomobilci
olan kardeşinin tahsisi idi. Kâzım Şinasi'nin yoktu, Halil Lütfi'nin yoktu,
Cemalettin Saraçoğlu 'mut yoktu...
Bunları ne yermek, ne de
yüceltmek için sıralıyorum. Arabayla, maddi varlıkla, manayı ne çıkarabilir ne
de düşürebilirsiniz. Sadece devrin gerçeklerini eksiksiz söylemek endişesi
beni bunları anlatmaya zorluyor.
1950'den sonra bir Halil
Lütfi hariç, o da tabiatı gereği hariç, hepsinin arabası olmuş ve sonra yeni
yetme bizlerin de birer ikişer olmuştur da, manalarımız mı değişip yücelmiştir?
Yooo... Neysek oyduk ve devrin şartları, çalışmalarımızın payı, şanslarımızın
ve fırsat değerlendirmelerimizin sonucu olarak, bir şeyler kazanabildikse,
bunlardan bir tekini dahi birbirimizle yarışımının aracı yapmadık! Hiçbirinden
ille çok daha fazlasını ve yükseğini istemenin muştasını da yemediğimiz
gibi!...
Ben yedi sekiz yılı, yeni
deyimiyle fikir işçisi, ondan sonra 25 yılı gazete sahipliği ve daha sonraki
yılların bir kısmını yine fikir işçiliğinde geçen yarım yüzyılı çoktaaan aşmış
gazetecilik hayatımda, çok varlıklı olmakla övünen ve hep buna çalışan veya
kendinden çok varlıklıya hasedinden çatlayarak bakan patron tipini ancak şu
medya devrinde gördüm!
Tabiî bir de karşısı var,
Saraçoğlu Şükrü Bey 'den Recep Peker'e, Şemsettin Günaltay'dan Nihat Erim'e ve
hepsinin üstünde İnönü'den ihtilale, ihtilalden Demirel'e kadar pek çok
hükümetten hiçbirinde, ülkeyi fonlarla idare etme furyasına girmeyi ve buna
hazır başlamışken, bir de “MEDYAYI KALKINDIRMA FONU" yaratarak orada da
yârân üretelim hovardalığına dalmayı da görmedim!... ”
Biz gördük Bedii Ağabey, biz
gördük. Hem seni, hem Erol Ağabey i,
Haldun Ağabey i hem de
diğerlerini...
Ne hazin ki, sonra da bunları ve bunların genel yayın
müdürlerini gördük. “Genel Yayın Müdürü” makamını, banka genel müdürü
sananları, “Başyazar ve Yazarlığı, bakanlıklarda iştakipçiliği olarak
algılayanları gördük.
Sizden sonra, bunları görmek; okyanustan sonra, akvaryuma
değil de kavanoza girmeye benziyor.
Haşan Ali Yücel, Kızılay'da yürürken bir
öğrencisine rastlıyor. Öğrenci hocasının elini öptükten sonra soruyor:
"Hocam, nereden
geliyorsunuz?”
Yücel yanıtlıyor:
“Atatürk'ün sofrasından..."
Öğrencisi, “Hocam hana Atatürk'ü biraz anlatır mısınız çok
merak ediyorum" deyince, Haşan Ali Yücel, gülüyor.
“Neyini anlatayım oğlum.
Adam minare, biz maydanozuz-.."
İşte Bedii Ağabey, siz
minare, onlar maydanoz...
Kaynak:
Engin KÖKLÜÇINAR,
Parasız Kitap, (Yeni Gün) 2001, İstanbul
Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.
Yorumlar