Print Friendly and PDF

MEDYATİK KAMUOYU




Siyaset adamı “Tanrı bizimledir” diyendir.
“Tanrı bizimledir”in bugünkü karşılığı "kamuoyu bizimledir" diyen Fransız sosyolog Pierre Bourdieu, "Kamuoyu yoktur" başlıklı metninde (Çev. Hülya Tufan, Kamuoyu Kimin Oyu? Kitabından, İstanbul, 1995, s. 179), 1975'li yıllarda Fransa'da büyük bir artış gösteren kamuoyu araştırmalarının kamunun kanaatlerini yansıtmadığını belirtir. Bourdieu, kamuoyu araştırmalarıyla ortaya çıkan kamuoyunun aslında yapay bir olgu olduğunu, bu tür yoklamalarla insanlardan sadece tavır almalarının istendiğini ve istatistik! bir kümelenmenin sağlandığını söylerken, kamuoyu yoklamaları yapanları ve bunu kullananların üstü kapalı bir biçimde benimsenen kabul çerçevesindeki kamuoyu için, 'kamuoyu yoktur', ifadesini kullanır.
Kamuoyu hakkında yapılmış birçok tanım içinde en genel olanı, toplumun genelini ilgilendiren konular hakkında alınan tavır, durum ve yansıtmalardır. Kültür sosyologu Bourdieu'yu 'kamuoyu yoktur', ifadesine götüren şey de, onun sosyolojisinin temelini teşkil eden yansımalardır. Yansımalara önem veren ve bunu modernizasyonun sosyolojisinde kullanan Bourdieu, yansıma teorilerinin özne, nesne ve yansımalar ortamı ile oluştuğunu belirtir. Özneler, topluma güven duygusu vermiş, bireyler, sanatçılar, entelektüeller, sosyal sınıflar, gruplar ya da cemaatler, nesneler; toplumu yapılandıran normlar, semboller, etik değerler, yansımalar ise, bilinçlilik ya da dildir. Bourdieu, sosyal değişme yerine, gerçek hayatta sosyal dolaşımın durgunlaşması (stasis) nı inceler ve bunun sosyal değişmeden daha etkili olduğunu iddia eder.
Ülkemizde kamuoyu yoktur, diyebilecek kadar kamuoyu araştırmalarımızın olduğunu söyleyememekle beraber, kamuoyunu temsilen medyaların gündeme getirdikleri kamuoyuyla “medyatik kamuoyu”ndan bahsedebiliriz. Bu tür kamuoyu, belirli güçlerin temsil ettiği, giderek tekelleşen medyalarla belirlenen, siyasetin dışına itilmiş daraltılmış bir kamuoyudur. Bu dışlama ile siyasal hayatta yaşamakta olduğumuz gibi, partilerin sınırlarını daraltan ve parti siyaseti dışında herhangi bir siyasetin üretilmediği bir süreç yaşanmaya başlanır. Toplumsal hayata yansımayan kamuoyu ise, ne bilinçlilik ne de dil (konuşma, söz söyleme)in paylaşıcısıdır. Bizim yerimize karar verenler, kamu adına belli formülleri öne sürenler, medyatik kamuoyunun birer göstergesidir.
Gerçek kamuoyu ise, ne tür pozisyonda olduğu pek bilinmeyen, kendini yansıtacak kadar özne ve nesnelerine güven duymayan bir kamuoyudur.
KAYNAK:
Pierre Bourdieu, "Kamuoyu Yoktur", Kamuoyu Kimin Oyu? (içinde), Pierre Bourdieu, Patrick Champagne, Daniel Gaxie, Jean-Paul Gremy, Guy Michelat, Hülya Tufan, Hz. Hülya Tufan, Kesit Yayıncılık, 1995.
Pierre Bourdieu; İn Other Words, Essays Tovvards a Reflexive Sociology, Trans. by. Matthew Adamson, Stanford University Press, Stanford, 1990.
Kaynakça
SÖZEN Edibe [Kitap]. - Medyatik Hafıza, İstanbul, 1997, s.65-66
“Günümüzde medyanın gücünden sıkça söz ediliyor. Çoğu kimse böyle bir illüzyona kapılmış gibi. Dünya elli yıl öncesine göre kitle iletişim araçlarının hem nice­likleri, hem de nitelikleri bakımından büyük değişim ge­çirdi. Haberleşme teknolojisinin neler gerçekleştirdiğini saymakla bitiremiyoruz. Medyanın yaygınlık alanının şa­şırtıcı boyutlara ulaştığını kabul etmemek mümkün değil. Hatta bunun şakasını da yapıyorlar:
" -BİR SİNEKLE BİR DEVLET BAŞKANI ARASINDA NE BENZER­LİK VARDIR?
- HER İKİSİ DE GAZETEYLE ÖLDÜRÜLEBİLİR".
Ama bu sade­ce bir şaka ve şakayı gerçekle karıştıranları çok acı tecrü­belerin beklediğini söyleyebiliriz.
Kitle iletişim araçlarının kendi başına bir güç olduğu vaki değil. Gerçi medyanın yönlen­dirmesinden etkilenen çok sayıda insan var, ama yönlen­dirmeyi medya kendi iktidarının bir tezahürü olarak yü­rürlüğe koymuyor. Medyanın yönünü bizatihi iktidar belirliyor. Dolayısıyla, medya tarafından sevk ve idare ediliyor gibi olan insanlar medya olmadan da iktidarın başka araçlarıyla zaten sevk ve idare edilmekte bulunan insan­lardır. Medyanın kendine mahsus hedefleri yok, bu yüz­den bağımsızlığından söz etmek yanlış. Hattâ dünya ça­pında medyanın özerk bir karaktere bile sahip olduğu söylenemez. Kısmî dahi olsa özerkliği elinde tutan medyatik güç Körfez Savaşı sırasında dünyanın tek televizyon kanalına mahkum olmasını önleyebilirdi.
Günümüz iktidarları medyasız etkinlik gösteremiyor. Bu onun geçmiş dönem iktidarlarından en bariz farkı. Öyleyse iktidarın muhtaç olduğu bir araç olarak medyanın gücünden söz etmeli değil miyiz? Hayır, çünkü medya ile iktidar arasındaki ilişki bir geminin mürettebatı ile kap­tanı arasındaki ilişki gibi değil. İktidar medyayı kendi gü­cünün zorunlu uzantısı olarak meydana getirmiştir, "ik­tidar bozar, mutlak iktidar mutlaka bozar" sözü, medya­yı etkin kılarak gücünü tanıtmayı gözeten iktidar için bil­hassa geçerlidir. Eğer toplumda medyanın sebep olduğu bir tahribattan söz edilecekse, bu tahribatın iktidarın ar­zuladığı bir sonuç olduğunun bilinmesi gerek. Çünkü ikti­dar baskısını ancak kitleyi kitlevî nitelikte tutmak sure­tiyle yürürlüğe sokabilir.
Bu yüzden medya dolayısıyla doğan aksaklıkların giderilmesini medyadan beklemek tıpkı teknolojinin yıktı­ğını teknolojinin onarmasını beklemek gibidir. Efendisine kızıp uşağı dövmeye kalkışanlar, bunu başaramadıkları zaman o efendi tarafından dövdürülmüş duruma düşer­ler. Başardıkları zaman ise kendi efendilik konumlarını kaybetmiş olurlar. Efendiliğimizi korumamız için efendi ile dövüşebilecek şartları kollamamız gerek.”[1] 
Bu sözler beş yıl önce yazıldığı halde içeriği ile bugün de aynı durumların devam ettiğini göstermektedir. Kuvvet ve kudret yanlış yapma hakkını kimseye vermez. Haddini aşan mağdurla, kuvvetini gösteren arasında hiçbir fark yoktur. Derler ya “Düşmez Kalkmaz Bir Allah Teâlâ’dır.” Söylenecek sözleri, yapılacak hareketleri yerli yerince hakkaniyetle uygulamak ne güzel bir şeydir. Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem buyurdu ki;
“Bela (ağızdan çıkan) söze bağlıdır, eğer bir kimse başkasını köpek sütü emdi diye ayıplarsa, o kimse de, o köpekten süt emer. Yani bir kimse, bir başkasını kötü bir iş yapmakla ayıplarsa, ayıpladığı o kötü iş, onun kendi başına mutlaka gelir.” [2]
İnsan üzerinden yıllar geçsede ettiğinden geri kalamaz. Öyle ki yıkılmaz zannedilen bir insan önce dostları, sonra kendi eliyle yaptığı işler ile perişan hale gelirde, telafisi mümkün olamayan derde düşer ve düşürür..
Musa aleyhisselâm, Allah Teâlâ’ya kavmindeki bir fitneciyi sorarken, Allah Teâlâ “benim dedikodu yapmamı istiyorsun” demiştir.
Önemli olan mevzu, hırslar, bir yerlere gelmek için verilmiş ödünler  ile şahsiyet enflasyonuna düşmemek gerektiğidir.
Her yuvarlanan taş güldür güldür yerini bulur. Fakat bu arada ezilmekten kurtulmak büyük erdemdir. Çünkü tepeden düşen taşın dengesi yoktur.
Allah Teâlâ buyurdu ki;
“O gün ki, onların tuzakları kendileri için hiçbir fâide vermeyecektir. Ve onlara yardım da edilmeyecektir.”[3]
Sonuçta insanlar emellerine kavuşmak için doğru yolları kendilerine seçmezlerse, hileler ve  eşilen kuyular onların zindanı olacaktır.

[1]  ÖZEL İsmet Neyi Kaybettiğini Hatırla [Kitap]. - İstanbul : Şule, 2006,s.36-38
[2] (Alauddin Ali b. Abdülmelik b. Kadı Han Müttaki el-Hindi, Kenzü’l-ummâl fî süneni’l-akval ve’lef’al, III, 315)
[3]  Tur, 46

Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.

Benzer Yazılar

Yorumlar