Print Friendly and PDF

MEHMEDİN DÜNYASI

Bunlarada Bakarsınız



Hz. Davud aleyhisselâm, (Süleyman) Mabed’i kendi yapmak istemiş[1] ve bu idealini gerçekleştirebilmek için bütün gücüyle çalışarak hazırlık yapmıştır.[2] Ancak, Tevrat’ta yer alan “Ama RAB bana (Davud), ‘Sen çok kan döktün, büyük savaşlara katıldın’ dedi, ‘Benim adıma tapınak kurmayacaksın. Çünkü yeryüzünde gözümün önünde çok kan döktün.”[3] ifadelerinden de anlaşılacağı gibi, Davud’un Mabed’i yapma düşüncesi, Allah Teâlâ tarafından takdirle karşılanmasına[4] rağmen katıldığı savaşlardaki kan dökücü rolü nedeniyle, Mabed’in onun tarafından yapılmasına izin verilmemiştir.[5]
Gerek Tevrat’taki bu cümlelerden gerekse Peygamber Natan’ın Davud’a ilettiği “Mabed’i yapacak olan kişinin onun kendi soyundan gelen başka bir kişi olacaktır[6] şeklindeki ifadesinden Mabed’in daha sonra Davud’un oğlu Süleyman zamanında yapılacağı anlaşılmaktadır. [7]
Çürük Tahta Çivi (Mıh) Tutmaz;
Temeli çürük, malzemesi kötü bir binaya sonradan ne kadar özen gösterirseniz gösterin, bir gün yıkılmaya mahkumdur. Toplum düzeni yasalara saygı gösterilmeyen bir memlekette iyi yönetim ve huzur sağlanamaz.
Dolayısıyla, tutarlı ve kalıcı bir iş yapılmak isteniyorsa, o işin temelinin esas gereklerinin baştan mutlaka çok iyi hazırlanması gerekir. Yoksa, sonradan ne yapılsa fayda etmez.
Hak dava uğruna dökülen kan için bu tavır ilen hareket eden Allah Teâlâ’nın teröre razı olmayacağını bu kıssa ile tefekkür edip yazıyı okumaya devam edelim



Yayına Hazırlayan: Tuncer SEVİNÇ
Konaksız, saraysız.
Evsiz, yuvasız, köysüz
Kalabilirim...
Sevdiklerim gidebilir.
Sevenlerim ihanet edebilir...
Herşeysiz kalabilirim, herşeysiz olabilirrim
Bayraksız olamam!
Bayraksa olamam..’
Arif Nihat Asya
Murat ve Bülent: Askerliklerini Güneydoğu Anadolu'da komando olarak yaptılar. Lise mezunları, bir özel şirkette çalışıyorlar.
Söyleşi yapan: İstemihan Varışlı
Murat: Askerlik çağrısını ilk aldığımda, içimde farklı bir heyecan vardı. Fakat, askerlik şubesine gidip, sülüsümü aldığımda bambaşka şeyler hissetmeye başladım. Çünkü, yer, umduğum gibi çıktı!
İsparta Dağ Komando Okulu çıktı. İlk oraya gittik. Askere giderken tabiî ki otogardan yollandık; arkadaşlar, aile bireyleri, bayağı bir kalabalık. Tabiî ki havaya attılar. Az daha kolum kırılacaktı! Ayrıca, dümbelek, davul, zurna, hepsi mevcuttu.
Arabaya o kadar çok insan binmişti ki, yani neredeyse otobüsün amortisörleri patlayacaktı, o duruma gelmişti! Zaten otogardan çıktıktan sonra Harem'e kadar üç tane araba konvoy yaptı, otobüsün önünü kestiler. Kardeşim de içindeydi. O an kardeşimin gözyaşlarını görürken içim parçalanıyordu. Tarih: 21.05.1996.
Tabiî, dayımın oğlu askerlik yaptı Güneydoğu'da, Hakkari Şemdinli'de. Özel timdeydi. Askerden geldikten sonra, yani şu anki tarihi zaten söyledik, iki sene öncesine kadar kâbuslarla uyanıp çığlık atıyordu. Yani çok aşırı derecede göreve gittiği için o da.
Kışla kapısına gittikten sonra bambaşka bir yere girdim. Çünkü geride anamı, babamı, ailemi, her şeyimi bırakmıştım...Orası bambaşka bir yerdi. Zaten ilk girdiğimiz gibi, kendimizi koyun gibi hissetmeye başladık. Kapıdan girdik, belki yirmi(!) defa sayıldık. Ondan sonra birliğe doğru hareket ettik.
İki üç gün boyunca sivil elbiselerimizle gezdik, kıyafette bir organizasyon bozukluğu oldu herhalde. Saç tıraşını kışlaya girmeden önce olmuştum.
Eğitim merkezinde yaşantımız? Ya!.. Kötü de sayılmazdı, iyi de sayılmazdı. Sonuçta yatacak bir yerimiz vardı. Usta birliğiyle kıyaslamaya kalkarsak, yatacak bir yerimiz vardı.
Odalarımız sıcaktı. Televizyon vs. bunun gibi şeyler acemi birliğinde pek fazla olmadığı gibi, bizim birliğimizde de yoktu. Telefon imkânı derseniz, telefon imkânı zaten çok kısıtlı. İki tane kulübe var, beşyüze, bine yakın asker var. İki tane kulübe bunun ne kadarını karşılayabilir, belli!
"Silâh arkadaşlığı", "Asker arkadaşlığı", "Aynı karavanadan yemek yemek", ne bileyim, insana farklı geliyor. Gerçi, her şey yerinde güzel galiba.
Tabiî ki usta birliğindeki arkadaşlık bambaşka! Çünkü, acemi birliğindeki arkadaşlık üç ay, zaten birbirinizi yavaş yavaş tanıyorsunuz. Tam tanıdım derken, birliğinizden ayrılıyorsunuz ve bir daha da belki çok zor görüşmek.
İsparta'da yemekler? Ben yemek seçtiğim için bu konuya pek fazla girmek istemiyorum, aşırı derecede seçiciydim. Fakat, yani orada çok şey gördüm. Ne bileyim, parasız insanlar gördüm. Yemekten şikâyet pek fazla yoktu asker arasında, ama gene de iyi sayılmazdı yani.
İsparta'da makineli tüfek bölüğünde başladık. Astsubayımız "Bolu Komando Tugayı" dedi. Ondan sonra farklı bir şey daha söyledi ama, bu bizim içimizde kalsın. Bolu Komando Tugayı'na gittik. Askerliğin burada başladığını anladık sonuçta, nihayetinde.
Acemilik bitmek üzereydi, dağıtım iznine çıkmamıza bir iki gün kala falan, evdekilere Bolu'yu söylediğimde bayağı sevinmişlerdi ama, "Gezici" olduğumu bilmiyorlardı.
Eğitimlerimizde neler öğrendik? Bence, arkadaşlık kavramı biraz daha ileriye gitti, paylaşmayı öğrendik. Kötü şartlarda yaşamayı öğrendik diyebilirim. Yani her şeyin güzel olması gerekmiyordu sonuçta.
Bizim birliğimiz batıda olmasına rağmen, doğuda görev yapıyordu. Bolu Komando Tugayı'ndaydık. Burada imkânlarımız çok kısıtlıydı, çadırda yaşıyorduk. Kısıtlı derken, gene de acemi birliğine nazaran iyiydi, en azından televizyonumuz vardı, bir çadırımız vardı, yemek yiyebiliyorduk.
Normal askerler gibi koğuşta kalmıyorduk. Gazete, işte arada sırada, dışarı çıkanlardan alabiliyorduk. Gerçi ben de bayağı fazla dışarı çıkabiliyordum ama, sonuçta bunları okuyabiliyorduk.
Doğu'da? Seçme imkânı sonuçta vardı. Hamburgerimiz, tostumuz falan mevcuttu askeri birlikte. Tabiî üst devreden tanıdığınız varsa dışarıdan da getirtebiliyordunuz, ama yani kantinde tost, ne bileyim bisküvi çeşitleri hepsi mevcuttu, hamburger falan.
Bolu'ya gittik, Bolu'da harikalar harikası (!) bir 21 gün eğitim aldık. Yani askerliğimizin başladığını o eğitimden sonra anladık. Çünkü, bizden önce giden devreler ortalığı batırdıkları, tahmin edersiniz, için bize bayağı yüklendiler. Batırma; operasyonda kaldıkları için, operasyonda yürüyemedikleri için! Yani, operasyona çıkan insan yürümek zorundadır. Bir kişi yürüyemedigi zaman bütün bölük, bütün tabur durmak zorunda kalıyor. Bundan dolayı bizim eğitimimiz bayağı bir ağır geçti. Km. olarak bir şey diyemem, ama üç saat, onar dakika aralıklarla üç saat, dört saat yürüdüğümüz oluyordu. Arazi şartları tabiî ki engebe, yani kayalıklar falan mevcut. Taşınan yük, silâh, mühimmat, çanta falan, 20-25 kilo civarı, o civarda.
Ben, Bolu'dan Doğu’ya sevk edildiğimde, kol liflerimi koparmıştım. Biz, Doğu'ya gittiğimizde, burada bir İç Güvenlik Harekâtı Eğitimi aldık. İki haftaya yakın burada bir eğitim aldık, daha ağır şartlarda, dağı tepeyi orada gördük.
Hiç unutmam, bu kollarımdan dolayı revire çıktım. Revirde, bana inanmadı herhalde, doktordan dayak yedim. Her şeye rağmen operasyona çıktım. Kollarımı kaldıramıyordum, fakat operasyona çıktım, aslanlar gibi yürüdüm. Ağrı yoktu ama, kollarım kalkmıyordu sonuçta. Yani kollarımı hareket ettiremiyordum. Arkadaşlarım sırt çantamı çıkarıyordu, suyumu arkadaşlarım veriyordu. Nişan almama engel değildi; yani yerden destek aldığım zaman oynatabiliyordum.
PKK hakkında ne düşünüyorum? Hiç de iyi şeyler düşünmüyorum! Sonuçta oradaki olaylardan bir tanesinde en yakın arkadaşımdan birini kaybettim. Gerçi bunu çok geç öğrenmeme rağmen... Arkadaşımız gitmişti. Bu insanda büyük bir acı bırakıyor.
Aynı birlikteydik biz, Bolu Komando Tugayı'nda. Fakat arkadaşım başka bir taburdaydı. İstanbul'a telefon etmeme rağmen, arkadaşımın şehit olduğunu söylemediler bana. Ben bir televizyon programında öğrendim ve... TGRT'nin "Mehmetçik" programında öğrendim arkadaşımın şehit olduğunu. O da, annesini gördüm televizyonda. Zaten ondan sonrası film gibi geçti, yığılıp kalmışım, arkadaşlar falan ayılttılar işte.
Ben, ilk üç operasyondan sonra bölük yazıcısı olarak üs bölgesinde kaldım. Bu olaydan sonra bölük astsubayıma çok tekmil vermeme (müracaatta bulunmama) rağmen, beni operasyona çıkarmadılar. Yani bir hırs vardı içimde, bir intikam ateşi vardı. Ama olmadı.
Çıkarmama nedeni bu da olabilir. Arkadaşımın şehit olduğunu öğrenmişlerdi. Bölük Astsubayımız A. S., yani Karargâh Bölüğüyle bayağı ilgilenirdi, bütün sorunlarını dinlerdi, öğrenmiş diğer arkadaşlarımdan. Çok tekmil vermeme rağmen, Bölük Komutanıma kadar çıkmama rağmen, izin vermediler.
Bunun yanısıra PKK'yı, "maşa olarak kullanılan insanlar" diye nitelendiriyorum ben kendi kafamda. Çünkü bir amaçları var, fakat ulaşılamayacak bir amaç. Yani Türkiye sonuçta bir bütün, hiç kimse tarafından kolay kolay bölünecek bir şey değil. Hatta "bölünebilecek" bir şey değil.
Bülent: İlk operasyonumuzdu. O kadar eğitimin arkasından ilk defa gerçek bir operasyona çıkıyorduk. Gece! Her zaman olduğu gibi gece. Sızma harekâtına başlandı. Araçlarla biz herhangi bir yere kadar, en yakın bulunan, sınıra en yakın karakola kadar araçlarla intikal ettik. Daha sonra, akşam iyice havanın kararmasını bekleyip, işte akşam saatlerinde başladık intikale. Sabah hava aydınlanana kadar yürüdük.
Mevsim Eylül'dü. Tabiî Eylül'dü, Eylül ayıydı. Yani hava o kadar da fena değildi. Çünkü, doğuda, özellikle Kuzey Irak'ta, gündüzleri aşırı bir sıcak, akşamları da, gece yansı özellikle de, onun aksine inanılmaz bir soğuk vardı.
Sabaha kadar yürüdükten sonra bir mezra gibi bir yere geldik. Samanlıkların, ufak tepeciklerin bulunduğu bir yer ve tam karşıda da, "hâkim tepe" dediğimiz bizim, yani her tarafı her yönden gören bir tepe vardı.
Gideceğimiz yeri tabiî ki bilirdik. Mesela, Ortaklar Karakoluna gidilecektir, onun istihbaratı bize verilir. İşte şu bölgeye gideceğiz, ki biz operasyona çıkmadan, tabiî bu "usta" olduktan sonra artık ikinci üçüncü operasyonlardan sonra, o bölgede bize nelerin lâzım olacağını, bölgenin susuz, ya da sulu olduğunu, ona göre malzememizi alırdık.
Tabiî ilk operasyonda da dediler "Şuraya gideceğiz" de, biz genelde bizim üst devrelerimizden, işte bu bölge nasıldır? suyu var mıdır? susuz kalır mıyız? Hep bir endişe var... Onların tüyolarını, işte gece üşür müyüz? neler alırsak daha iyi?
Sabaha karşı işte o tepeye doğru yaklaştık. Tepeyi ufaktan ufaktan çıkıyoruz. Bir tepeyi çıkıyorsunuz, o tepeyi çıktığınız gibi dümdüz bir boşluk alabildiğince ve karşısında onun hâkim bir tepe daha var.
Tabur olarak, yani üç koldan manevra şeklinde ilerliyorduk biz. Bizim sağımızda diğer bölük sağ tarafımızdaki tepelik alana çıkıyordu, sol tarafımızdaki birlik, bölüğümüz de sol taraftaki tepeden çıkıyordu ki... Hah! Aynı anda hem emniyetimiz alınıyor, biz de ortada arama-tarama yaparak gidiyorduk.
İşte ilk operasyonumuz olduğu için, bakınarak böyle şaşkın bir hâlde gidiyoruz. Bir anda tepeye ilk takım komutanımız vardı, Ünal Teğmen, zaten en önde giden oydu, hemen arkasında biz yer alıyorduk; tepeye varmasıyla birlikte bir ateş koptu! Çatır, çatır, çatır...Daha biz tepeye çıkıyoruz. Sadece en tepede Takım Komutanımız var. Normalde sabah hava aydınlandıktan sonra teröristlerin çatışmaya girmeyeceği, kulaktan gelen bilgiler arasında. Beklemiyorduk açıkçası!
Silâh sesini duyduğumuzda bizim ilk tepkimiz, "Ah işte tatbikat yapıyorlar herhâlde, yukarıdan bakalım." "Tepkimizi ölçmeye çalışıyorlar!" "Bizi alıştırmaya çalışıyorlar!" şeklinde oldu. Çünkü Doğu'da her gelen birliğe vardır, yani yeni gelen acemiye, ilk defa operasyona çıkan acemiye bir "deneme operasyonu" yaptırırlar, iki günlük, üç günlük.
Tabii biz, yukarıdan Teğmenin bağırması, Gelin buraya! Beni öldürtmeye mi çalışıyorsunuz!" demesiyle bunun bir tatbikat olmadığım, harbi harbi bir çatışmaya girdigimizi anladık!
İlk tepki, yani eğitimde aldığımız şey, "Silâh sesini duyduğumuz gibi kaybolmak!" Anında kendini bir yerlere atıyorsun. Zaten "Doğu'daki ilk mermi" her zaman çok önemlidir. İlk mermide vurulmazsanız, kolay kolay da vurulmazsınız. Ta ki keskin nişancı güzel(!) bir "Kanasçı”ya rastlayıncaya kadar.
Şimdi, çatışmada ilk kurşun, "hedef" alınarak atılan ilk kurşundur. Yani karşıdaki teröristin nişanlayıp hedefe attığı ilk kurşundur. Ondan sonra teröristin yaptığı, kafayı sokup veya rasgele, hiç nişan bile almadan rasgele ateş etmesidir. Çünkü, bizim askerî birliğimizin ilk kurşundan sonra, o ilk kurşun sersemliğini atıp, ateş yoğunluğunu kazanması amacıyla yüklenmesiyle karşıdaki ister istemez susar. O saatten sonra zaten "karambole"... Yani sadece elini çıkartır, işte tüfeğini çıkarır mevzisinden, o şekilde ateş eder. O da karamboldür, işte bir tanesi şanssız birisine denk gelmediği sürece...
İşte onun için zaten nişan alıp attığı ilk kurşundan vurulduysanız gitmişsinizdir. Ama vurulmadıysanız da artık biraz da zordur. Şansa...
Hah! Şimdi meselâ, o kadar artık refleks hâline gelmiş ki davranışlarımız... Birisini anlatayım:
Bu, yani Kuzey Irak'tan bizi helikopterlerle Hakkari'ye, Hakkari'den otobüsle Bolu'ya gelmemize dayanıyor, artık tezkeremizi verecekler. Bolu'ya geldik, işte terhis olmamıza on gün var, artık her şey çok huzurlu, kimsenin bize dokunduğu yok, adam vururuz diye nöbet bile tutturmuyorlar. Silâhımız yoktu zaten, toplanmıştı.
Bizi "Paket" olarak nitelendirir rütbeliler. Çünkü onların gözünde "Doğu'dan gelen terhise gidecek" pakettir. Ve biz de bir pakettik. Bir paket grubu vardı, bir de kışla personeli vardı.
"Paket" olarak hitap etmezlerdi genelde de, işte onlar kendi aralarında konuşurken: "Gene bir paket geldi. Bunları da gönderirsek rahatlarız." derlerdi. Çünkü Doğu'dan gelen er her zaman problemdir; işte Doğu'nun vermiş olduğu rahatlığı Batı'da da uygulamaya kalkar, ne bileyim, bir komutanı geldiğinde kalkıp selâm vermekten ziyade oturup sigarasını içer. Batıda bu böyledir, Bolu Komando da, Bolu'da olduğu zamanlar gerçekten dört dörtlük askerdir; selâmından, topuk selâmına kadar her şey en nizamî şekilde yapılır.
Kışla personelini, her zaman olduğu gibi, gerekli eğitimlerini aldıktan sonra yemekhaneye almışlardı. İşte biz de, malûm eğitim megitim yaptırmıyorlar, sadece mıntıka... Yaprak topla, ot temizle, işte nerede yapılacak angarya iş varsa oralara gönderirler. Maksat, biz boş durmayalım.
Yemek vakti yemekhaneye girdik. Herkes, karavanadan gidecek tabldotuyla (servis tabağıyla) yemeğini alacak. Biz de yığıldık. Ha, bu arada, meselâ, üst rütbeliler de orada yemek yediği için, Bolu'da çıkan yemek fevkalâdedir; bir lokantada o tarzda bir yemek bulamazsınız yani, çok kalitedir. O arada, işte orada halan kışla personelinden birisi, birisi koluna mı çarptı, nasıl olduysa elindeki tabldotu düşürdü. Tabldotun yere düşmesiyle birlikte çıkan o tiz ses bir anda bizdeki refleksi hareket hâline soktu ve ne kadar Doğu dan gelme asker varsa, bir anda herkes yattı yere! Yemeğini fırlatan, işte oraya buraya atlayan, masa altlarına giren...
Kışla personelinin hepsi ayaktaydı zaten. Olanlar onlar için çok ilginçti. Çünkü, hayatlarında hiç öyle bir şey görmemişlerdi veya en azından eğitimlerde görmüşler. Ama eğitimlerde gösterilen, işte "Ateş yediniz!", "Yat"; komuttan beş dakika sonra yatılan bir eğitimdir. Doğu'da bunu kritik olarak yaşadığımız için, merminin namludan çıkmasıyla yatmamız bir oldu desek yeri vardır yani.
Kışla personeli; onlar devamlı kalanlar, Bolu'da kadro olarak kalan askerler. Ya! Herkes, işte kışla personeli bize baktı, herkes birbirine baktı, bir aptallaştılar, gülüştüler... Biz tabiî, o refleksin de vermiş olduğu, bir de kin var, biraz artık Doğu'dan kalma bir kin de var, kalkıp "N'apıyorsun kardeşim! Manyakmısın! Eceline mi susadın! Birisi geçirse kafana?" Çünkü, o anda, ses yakından, gelen birisi meselâ, maazallah silâh olsa demek ki, bilâhare dönüp vurabilirdi de...
İşte zaten Bolu'da bize silâh vermemelerinin yegâne temeli odur. Meselâ, bir asker firar etti. Kışla personelinden bir tanesi de nöbet tutuyor, firar eden askeri tel örgünün oradan geçerken görüyor, "Dur, mur" diyor ama, asker durmuyor, tabiî kaçıyor. Çocuk da ateş etmiyor.
Çocuğu yakaladılar, firari kışla personelinden, sıkılmış askerlikten yani, normaldir, her zaman eğitim... Bir gün sonra içtimada, işte oranın Bölük Komutanı bize açıklıyor: "İşte" dedi, "Bakın arkadaşlar, dün akşam bir arkadaşınız kaçtı. Bu gördüğünüz arkadaşınız da onu seyrederek göndermiş" dedi.
Normalde yapılması gereken, "Dur!" ihtarı çekilir. Bir el ateş edilir yanına. Ona da uymazsa indirilir, o da belden aşağısına, yaralamak amacıyla. Karşı ateş gelirse mecburen cevap verilir.
Bölük Komutanı devamla, "Bu arkadaşımız hiç silâhının tetiğine dahi dokunmamış" dedi. Doğu'dan gelen bizleri işaret ederek, "Şayet orada sizlerden biri olsaydı?.." O arada işte en ön sırada Doğu'dan gelen askerlerden birini çıkardı, "Meselâ, sen asker!" dedi. "Sen" dedi, "N'apardın?" dedi.
Açık bir sesle:
-          "Vururdum Komutanım!"
-          "Peki, nasıl vururdun?"
-            "Öldürmesine!"
"İşte" dedi, "Siz geldiğinizden beri soruyorsunuz!" Çünkü, biz geldiğimizden beri, "Angarya işten ziyade, işte biz de nöbet tutalım! Biz niye nöbet tutmuyoruz? Bize niye silâh vermiyorsunuz?" gibi lâflar ediyorduk. "İşte" dedi, "Cevap bu..." dedi. "Yani o akşam şayet sizden biri olsaydı, bu arkadaşınız şu anda burada yaşamıyordu. Sırf bunun için, bunun amacına size silâh verilmiyor:" dedi.
Gelelim yine tepeye ve benim ilk çatışmama. Olayın tatbikat olmadığını anlayınca biz hemen toparlandık. Hemen herkes tepeye tırmanmaya başladı. Ve sırt çantalarımız da var, sırt çantasını atan doğru koşturuyor tepeye.
Tepeye çıktık. Hemen herkes yayıldı tabi. Bizim komando birliklerinde öğretilenler: Bir arada kesinlikle durulmaz. Mesela, intikallerde aralar açık olur, tabiî bu görüş mesafesine göre değişir. Herkes bir anda yayıldı, herkes kendisine bir mevzi seçti ve karşılıklı yoğun ateşe başladı. Ateş yoğunluğu bize geçtikten sonra bir duraklandı. O arada, işte bir beş dakikalık müddet, beş dakika sonra ses kesildi, beklenildi, daha sonra dürbünle bakıldı, bir iki topçu ateşi yapıldı oraya. Havan toplarıyla dövüldü tepe. Herhangi bir ses, seda çıkmayınca, orada bir "Tepeci" olduğu, bir grup olduğu, işte grubun bizi fark edip kaçtığı, kaçarken de arkalarında bir tane tepeci bıraktığı, tepecinin de bizi oyaladığı anlaşıldı.
Daha sonra mezraya girdik. Orada bir güzel arama tarama yaptık. Hatta ilk mezra yakışımızdı, mezralarını yaktık oraların; işte kuleler yapmışlar, böyle kışlık odunlar falan, onlan yakıyoruz, barakalar var.
Mezra: daha genelde geçici olarak saklanmak amaçlı kurdukları... Yani ulaşımı biraz daha zor. bulunması biraz daha zor yerler.
Murat: Temizlendikleri yer: meselâ o bulduğumuz yerde su vardı, belli ki iki üç saat önce banyo yapmışlar, iç çamaşırlarını falan bırakmışlar. Kadın iç çamaşırları falan vardı, erkek iç çamaşırları. Orası zaten komple yakıldı.
Bülent: Mezralar genelde duraklama yerleri, yani sabit kalmazlar. Yaralıları olur, o anda o mezra onlara yakın olur, orada soluklarını alırlar, tedavilerini.
tedariklerini yapıp kaçıp giderler. Onun için zaten her zaman leş gibidir. Bir ahırdan farkı yoktur mezranın, ama mezraların tek özelliği de, işte kaçmaları kolaydır. Yani bir mezranın, bir binanın-artık ahır diyeyim- bir başka ahıra bağlantısı vardır veya başka bir çıkışı vardır.
Altlarında tüneller vardır, gizli yollar vardır. Ha! Meselâ, mezrada sıkıştıkları zaman, kaçamayacaklarını anladıkları zaman, mutlaka mezraya da tuzaklama yaparlar veya silâhlar ağır gelirse, silâhları saklarlar askerin bulamayacağı şekilde ve kaçarlar.
0 ilk mezrada biz barınağı yaktık tabiî. Tabiî yaktıktan sonra uzaklaşıyoruz ister istemez, mühimmatların patlayacağını bildiğimiz için. Bunda da uzaklaştık; beklerken bir anda cayır cayır yanarken bir patlama sesi, RPG-7 roketatar mühimmatı varmış. Ele alamadık (Ele geçiremedik) ama, patlattık en azından, onların da işine yaramadı.
Ondan sonra iki gün kaldık orada. O iki gün çok güzeldi.
İlk operasyon, ilk çatışmamız böyle. Hatta bizim "Dedelerimiz(!)" Beşe İkiler bize şaka yollu bağırdılar bile: "Ulan geldiniz, çatışma getirdiniz! Biz bugüne kadar çatışma hiç görmedik, son operasyonumuzda çatışmaya çıktık, sizin yüzünüzden!"
Gerçekten de adamlar doğru söylemiş. Askerliğe başladık ilk operasyon çatışma, askerliği bitirdik son operasyon çatışma! Bütün operasyonlarımızda çatışma vardı. Nereden baksanız 35-40'ın üzerinde çatışmaya girmişizdir yani.
Murat: Meselâ arazideyiz, zaten üçer gün arayla oluyor, "döneceğiz" diye hesap ederken kumanya geliyordu, bir sonraki operasyona gidiliyordu. O zaman da köye, Uzundere Birliğine indik. Orada yarım saat masaların üzerinde, tezgâhların üzerinde uzandık; kumanyalarımız dağıtıldı, tekrar çıktık.
Zaten ikinci operasyonun başında Bölük Komutanı vardı, ön tarafta gidiyordu. Ben Bölük Komutanının habercisi olarak çıkmıştım. Bölük Komutanının önüne kurşun çakıldı, hepimiz aptallaştık! Hiç beklemediğimiz bir yer! Diğer takımlar sağdan soldan giderken, biz hâlâ orada bekliyorduk. Yani, şok yaşamıştık resmen! Gündüz, sabah altı civarları falan.
O operasyon da bittikten sonra artık tepeye çıktık. Bir sonraki tepeye, Nahal Tepe, çıktık, biz baskındaydık, yani karşı taraftaki tepeden ateş geldi, kafamın yaklaşık bir karış sağına bir kurşun çakıldı, kanas mermisi. Karşı tarafta bir tane de kanasçı kız vardı. Bizden üç tane MG3 kurdular tepeye, fakat indiremedik.
Kanas olduğunu sesinden anladık. Kız olduğunu da, görünüyordu zaten.
Bülent: İyi atıcıysa kızdır, bu bir gerçektir PKK'da...
Murat: Nikon dürbünüyle bakılıp, yani görebileceğimiz bir yerdeydi. Çok iyi bir şekilde görebildiğimiz bir yerdeydi. Görüyoruz, fakat habire yer değiştirdiği için ateş etkili olmadı.Ya, 300 m. falandı, fazla uzak değildi.
Bülent: Genelde kanasçıların mesafesi, işte 1,5 Km.den mermi çok rahat ulaştığı için, yani 1200'den usta bir kanasçı bir insanı iki kaşının ortasından hiç affetmeden vurur.
PKK'da zaten kanas kullananların % 75-80'i bayandır. Sebebine gelince: Erkekle bayan arasında nefes alış farkı vardır. Biz nefes aldığımızda göğsümüz hareket eder, göğsümüz hareket edince ister istemez namlu aşağı yukarı kayar. Bayanlarda ise göbektendir o nefes alma olayı, göğüs sabit durduğu için daha rahat nişanlayabilir tüfegi. Onun için iyi bir atıcıysa "Aaa!" deriz, "Bir kanasçı, hem de güzel bir kadın" Tabiî bulunca, güzel olup olmadığı da ayrı bir konu.
Murat: Yakından gördüğümüz teröristler? Bayan terörist, zaten üçüncü operasyonda gördük. Yani getirmişlerdi, yakalanıp birliğe getirilmişti.
Bülent: Yakalandı, itirafçıydı.
Murat: Hoş bir bayandı. Temizlenip, yeni elbiseler giydikten sonra bayağı hoştu. Yakalanan teröristlerin genelde yüzleri gizleniyor.
Bülent: Gerek yakalanan teröristlerden dinlediklerimiz, gerekse onların dokümanlarından okuduklarımız; propagandalarında söylenenler de, "Şayet askeri birlikler sizi yakalarsa, cinsel uzvunuza silâh namlusundan olmayacak şeylere kadar her şeyi sokar, size işkence yapar, işte şu şekilde tecavüz eder" gibi caydıracak şeyler. Bunlara inanmayan, akıllı olanlara da işte "kalmakla ölmek" arasında bir seçim yapması sunuluyormuş. O şekilde bir tehdit altında orada kalıyorlarmış. İşte yakaladıklarımız onlar.
Mesela bu bayan teröristlerden biri, yakalandığında askerin ona sözde yapacak olduğu eziyeti o kadar dallandırıp budaklandırarak anlatıyorlardı ki... O kadın teröristler yakalandıktan sonra, "Şayet biz bu şekilde bir uygulama ile karşılaşacağımızı bilseydik çoktan gelirdik, zaten zoraki duruyoruz." gibi. Meselâ o iki bayan teröristten o şekilde bir itiraf var, duyduk.
Mesela, Kuzey Irak'ta, Zap Kampında yakalanan bir doktor vardı, doktor bayan. Hem de Türkiye Cumhuriyeti vatandaşı olmayan, bir Almandı kendisi. İşte büyük bir mağara, mağarada özel ayrılmış sağlık ocağı gibi bir klinik, orada teröristlerin yaralarım sarıyordu, onları tedavi ediyordu.
Onu yakaladığımızda, "Senin, Almanya'dan gelip burada ne işin var? buraya ne yapmaya geliyorsun? başka işin gücün kalmadı mı?" gibi bir soru sorduk, Bize cevabı çok ilginçti; çat pat bir Türkçe-Kürtçe karışımı bir şey, o da tam bildiği söylenemez: "İşte ben yılın üç ayı buraya geliyorum. Bu üç ay da burada kalıp bunlara hizmet verip işte tedavi etmek benim için büyük bir onur, ben burada çok mutluyum, ben burada kendimi buluyorum." demişti. Biz de tabiî ki gülmüştük: "Tabiî yani, böyle bir mağarada, böceklerin arasında, yılanların arasında bir hayat eminim ki güzeldir" deyip.
Bu Alman bayan doktor; ya, şimdi dokümanlardan artık o kadar etkileniyorlar ki, o kadar ayrı bir şey gösteriliyor ki, sanki Türkiye Cumhuriyeti bunlara bir zulüm, bir eziyet yapıyor düşüncesi içerisindeler. Eh, bunlar da bir şekilde bu eziyetlere "Dur" deyip, insan haklarını savunan, savunma düşüncesiyle bir şeyler yaptığını zanneden insanlar. Hep zaten merak etmişimdir, yani bir bayrak, bir halk, bir cumhuriyet kurmak isteyen bu insanlar Kurtuluş Savaşı zamanı neredeydi? niye ortalık rahatladıktan sonra böyle bir girişime kalkıştılar? Bu hep bir merak konusudur zaten. Ama işte benim tahminimce, siyasetle bitirilmeden de bu iş de biteceğe benzemiyordu. Bir şekilde artık noktalandı herhâlde. Ama ne oldu şu önümüzdeki günlerde meselâ? Apo'nun yakalanmasıyla şey olarak bitti gözüküyor; gözükürde o var, pratik olarak bitti. Mesela dağlarda o kadar fazla çatışma olmuyor, işte ufak bir grup kalmış. O da bittikten sonra, zannediyorum, herhâlde yerine başka bir şey çıkar.
Ama bundan sonra, söylenenlere göre, adamlar siyasete atılacaklarmış. Siyaset içerisinde... Demek ki bu iş siyasetle bitiyor. Siyasetle bitirildiğinde de bu işten herhangi bir eser kalacağını tahmin etmiyorum.
Murat: Sivil halkın yaklaşımı? Ben meselâ orada bir arkadaş edindim, ne bileyim bir fotoğrafçı, Metin diye. Geldi, İstanbul'da da görüştük kendisiyle. Bayağı dost canlısı bir arkadaş. Yani olmasını istemiyorlar. Bir takım zorlamalar var, bir takım yardımlar da var, fakat olmasını istemiyorlar. Sonuçta gelişim olmuyor. Gelişimi engelliyorlar.
Yani sonuçta askere karşı pek sıcaklık yok. Fakat, yani para kazandıkları için, bir şekilde onların gözünde Dolar işareti veya TL işareti olarak görünüyorsunuz.
İsparta'da acemi eğitimindeyken çarşıya çıkardık. Oradaki insanlar belli ki askerden bayağı fazla bir çile çekmiş. Cumartesi ve Pazar günleri insanları pek dışarıda bulmak nadirdir yani. Ama ne bileyim, Yüksekova'da çarşıya çıktım, Şemdinli'de de çarşıya çıktım, Hakkari'nin merkezinde çıktım, böyle bir şey yok. Sonuçta Hakkari'de veya Yüksekova'da silâhla çarşıya çıksan da insanlar o kadar yadırgamıyorlar. Çünkü alışmışlar o şekilde.
Bülent: Kuzey İrak; vallahi aslında gezmek amaçlı çok iyi yerler, yani manzara açısından. Çok güzel yerler var. Kuzey lrak'ta gün görmemiş ve insan elinin değmediği nadide yerler var. O kadar güzel yerler ki, yani oturup insanın orada bir ömür geçiresi geliyor. Ama, işte terör denen illet insanları bir daha gitmemek amacıyla tırstırıyor oradan. Belki terörün bir anlamda amacı bu da olabilir. Çünkü orada kendi özgürlüklerini sağlamak istedikleri için, oradaki halkı caydırıp, oraları boşaltmak ve oraların kendisine kalmasını sağlamak.
Değişmemesi tamam, yani tabiat, doğa olayı olarak değişmemesi güzel bir şey de, yaşanan diğer taraftan çok acı bir olay; ulaşım yok, elektrik yok, yok, yok...
Murat: Aaa! Elektrik yok deme şimdi! Ben, yani operasyona çıktığım sınıra. Irak'a kadar her yerde elektrik var ve uydu anteni de. Yani Kuzey Irak'da, tabiî Ki Türkiye sınırları içinde olmadığından yok.
Bülent: Şimdi oralara bir şekilde medeniyetin gelmesi lazım. Öyle ya da böyle bir şekilde bu engellenmeye çalışılıyor. Halkın bilinçlenmesi lazım. Çünkü oralarda kurulan düzen, işte "ağa düzeni" şeklinde. Başlarında, bizim "muhtar" dediğimiz adam var, halkı yöneten insanlar, ne isterlerse o oluyor. Halk, ya geçimini beslediği büyükbaş ve küçükbaş hayvanlarla, ya da kaçakçılıkla sağlıyor.
Doğu'da, Hakkari'de en çok rastlanan olay, silah kaçakçılığı. Eve baktığınızda, meselâ Hakkari'de bazı evlere bakın, ev bizim Batı'da hayvanları barındırdığımız yerler gibi bir yer, orada kalıyorlar. Ama, garaj gibi bir yer yapmışlar, o kapı açıldığında içeride son model bir tane Mercedes duruyor. Ve Doğudaki en kötü araba Toros'tur. Toros da sıfır yani, askerliği 96-97'de yaptık biz, 96, bilemediniz en az 95 modeldir; o da arazi koşullarına çok iyi giden bir araba olduğu için. Onun haricinde hepsi Toyota, Mercedes, Opel türünde araçlardır.
Murat: Yani Yüksekova, resmen doğuda bir cennet.
Ya peki televizyonlardaki sefalet görüntüleri ne diyeceksiniz. Sonuçta insanlar görmek istedikleri yeri görürler!
Bülent: Kuzey Irak'ta sınıra yakın köylerde halk askeri çok iyi karşılar. İşte operasyona çıkarsınız, operasyondan döndüğünüzde ellerinde ne varsa size ikram ederler. Ne bileyim ayran...Lavaş getirirler, peynir getirirler.
Ama o köylerin dışında, meselâ karakola uzak bir köye giderseniz, ulaşımı zor olan bir köye, oradaki halk sizin oraya gelmenizi istemez. Çünkü oraya geldiğinizde, siz bir taraftan asker olarak baskıda bulunuyorsunuz, "İşte PKK geliyor mu? yataklık yapıyor musun? bir şekilde siz şey yapıyorsunuz!" Siz orada kalıyorsunuz en fazla bir ay, iki ay. İki ay sonra siz gittiğiniz gibi terör örgütü geliyor, aynı yoklamayı onlar yapıyorlar, bir şekilde çocuklarını kaçırıyorlar; işte "Bize yataklık yapmak zorundasın! Bize bakmak zorundasın!"
Bu sefer oradaki halk ikilemde kalıyor. Yani "Askerin gelmesi bir bakıma iyi" diyor, ama asker burada sürekli durmayacak. "Asker, gün gelecek gidecek, ben o zaman ne yapacağım?" O tedirginlik var, o panik var. onun korkusuyla işte...
İşte ilginç bir örnek: Tunceli'de meselâ bir köy basma olayı vardı, bizden önceki devrelerin bize bildirdiği. Bolu Komando giriyor Tunceli'ye, daha doğrusu Tunceli'de bir çatışma çıkıyor, dağda, ilçe olarak bilmiyorum neresi. Hemen teröristler, üç tane terörist köye kaçıyor. Asker hemen peşlerinden köyü çeviriyor. İşte üç tane teröristin köyde olduğu kesin. Oranın muhtarını çağırıyorlar, diyorlar, "Böyle böyle, üç tane terörist var, onları çıkartın verin!" Tabiî köylü de ister istemez korkuyor, bunları çıkartmıyor. Bir şekilde köy boşaltılıyor; aranıyor taranıyor, bulunamıyor evlerde. En son çıkarken iki tanesini buluyorlar.
İki tanesini alıp götürüyorlar, köy halkı serbest. Bir tanesinin kaçtığını düşünüyorlar.
Hatta o zaman Bolu Komandonun başında... Paşa vardı, çok otoriter bir insanmış.
Birlik köyden ayrılırken, köyün içerisindeki halktan, aşağı yukarı hemen hemen her evden keleşlerle ateşler başlıyor askerin üzerine, askerin arkasından. Asker, bir şekilde tekrar, emniyette zaten, köyün etrafına tekrar dağılıyor, bu sefer ateşe mecburen karşılık veriyor. Belli bir ateş çerçevesi geçiyor, ondan sonra sivil halkı dışarı çıkartıyorlar. Ve üç kişini girdiği o köyden, yaklaşık 11 kişilik bir terörist grubu  çıkartıyorlar.
Murat: Bizim uyumamız genelde gündüz oluyordu.
Bülent: Harekâtlar hep gece olur, gece sızma operasyonuyla başlar, sabahın ilk ışıklarına kadar, işte gerek duraklamalarla, çök-kalklarla intikal edilir. Bölgeye varılmasına daha çok varsa, belli bir yerde mevzilenilir, emniyeti alınır. Orada biraz dinlenme, yemek molası verilir. Biraz, işte atıyorum, iki saat, üç saat orada kalınırsa, herkes mevzisinde, bir mevzide dört kişi varsa o dört kişi değişmeli, iki saat kalınacaksa bir saat ikisi uyur, bir saat diğer ikisi.
Yani yeri gelir, günde iki saat uyuduğumuz oluyordu, yeri gelir beş saat uyuduğumuz oluyordu. Yeri gelir, 24 saat hiç uyumadan, sadece dinlenerek, yolda uyuklayarak gittiğimiz oluyordu. Fırsat bulunduğunda uyunuyordu tabiî de...
Doğudaki askerin meselâ şehit olmasında en büyük paylardan biri de, bu yorgunluk ve uykudur. Mevzide uyumadığı sürece, hiçbir terörist kolay kolay askeri yakalayamaz. Şehit olaylarının çoğu uykudan kaynaklanır. Her ne kadar askerin üzerine gidilse de, işte "Uyuma! Bak uyursan...", hatta bir laf vardı: "Oturma, uzanırsın! Uzanma, yatarsın! Yatma, uyursun! Uyuma, ölürsün!" diye askerde, özellikle bizim söylediğimiz klâsik bir lâf vardır. Sebep budur.
Ama asker o kadar çok intikalde ki! Yani hiç taşımayanın sırtında 20-25 Kg. bir yük var. Bunun MG3'cüsü var, roketatarcısı var, bunların sırtında 30-35 Kg. yük var. Sonuçta bir insan günlerce, iki gün, işte 24 saat, 12 saat intikalde gidiyor, gece başlıyor sabaha kadar gidiyor, uykusuz, yarım yamalak, yorgun... Vücut bir şekilde tekrar kendini tedarik etmek istiyor, dinlenmek istiyor.
Murat: Ben Bülent'i burada keseyim birazcık. Operasyonda gidiyoruz. Önde Kazım diye bir arkadaş var, bayağı yol yürüdük. Beş dakikaya yakın bir "Çök" verildi. İstirahatın sonunda ön taraf hareket etti, pardon, ön tarafta ben varım, arkamda Kazım var, ön taraf hareket edecek, "Hazırlanın!" diye bir uyarı geldi. "Kazım!" dedim, "lıhh!" Tekrar "Kazım!" dedim, gene "lıhh!" "Kazım, kalk! ûidiyoruz!"dedim. Kazım arkadaşımız kalktı, bir anda kaptırdı aşağıya doğru koşmaya başladı. Böyle bir olay geçirdik yani.
Bülent: Çöklerde bazen, uyunmaması gereken hâlde bile insan bazen uyurdu, kendine hâkim olamıyorsun. Vücut sinyal vermeye başlıyordu. Yakın oturduğunuz için, gece görme mesafesinde oturuyorsunuz, işte bir önünüzdeki, bir arkanızdaki insanın biraz hareketli olması lazım. Eger uyuyacaksanız, en azından onlara haber vermeniz lazım, çökün süresi belli değil, "İşte ben çöküyorum ama uyuyorum" deyip. Çöklerde, bir taraf üstlere bakar, saga bakar, çökerek bakar. Meselâ siz arada uyuyor olursanız, sizin baktığınız gözetleme istikameti boş kalır. Ama yanınızdaki her iki insan eger uykuya müsait değillerse, onlara söyleyip, çök sırasında kestirirseniz, herhangi bir problem çıkmadan dinlenmiş de olursunuz. Bu şekilde vardiya değişikliği yaparak da uyunur, dinlenilebilir.
Ama ben her zaman şunu savunuyorum: Askerin en verimli olduğu dönemde, meselâ ben 17. ayımı bitirdiğimde, nerede uyunması gerekir, nerede hareket edilmesi gerekir, nerede nasıl hayatta kalınır, nerede ne yenir, nerede nasıl konuşulur, nerede nasıl davranılır, nerede mayın vardır, nerede tuzaklama olabilir, işte nereden gidersek daha iyi olur, bunların hepsini öğreniyorsun. Tam pişiyorsun, tam piştiğiniz anda terhisiniz oluyor. Ve bir sonra gelen eleman, ister istemez acemi eleman, onları öğrenene kadar tabii ki bir vakit kaybı ve yeni zayiatlar demek.
Askerden sonra da ben en küçük sesten uyanırdım, özellikle ilk altı ay falan. En ufak bir seste gözümü açardım, artık bir refleks olmuş o da. En ufak bir çıtırtı...
Ben MQ3'cüydüm. MG3, tamam iyi bir silâh, çok kaliteli bir silâh, ama en ufak bir şeyde, en ufak bir tozda veya yağmur damlasında tutukluk yapan bir silâh. Ama, MG3'ü çalıştırdığınızda sesi zaten karşıdakini ürkütmeye yetiyor. Ama, MG3'ü kullanan insan MG3'e bakmazsa, çök kalklarda, konaklamalarda temizliğini yapmazsa, yağlamazsa, en ufak bir yağmurda pançosunu çıkartıp, ki ben bunu açıkça söyleyeyim, yağmur yağarken ben kendi pançomu çıkartıp MG3'üme sarıp öyle giderdim, silâh seni bırakır. Çünkü, herhangi bir çatışmada o MG3 benim ve arkadaşlarımın hayatını kurtaracak. Ama ben ıslanırsam bir şey olmayacak, sonuçta ben ıslanacaktım, ki Allah yardımcı oluyor, herhâlde Doğu'da o kadar soğuk suyun, karın üzerine yatılmasına rağmen, herhangi bir hastalık, herhangi bir şey bilmiyorum.
Bülent: Yıkanma? 2,5 ay ben yıkanmadığımı biliyorum. Bu sürenin sonunda da, en son dönerken, bir dereyi geçtik, o derede yıkandım. Hoş yalan söylemiş olmayayım da arada, meselâ bir ay bir tepede kaldık, oradan dönerken o dereyi geçtik, ama bu da yıkandık (!) sayılır, çünkü elbiselerle geçtik. Çıktık, işte operasyon bitimi 2,5 ay sonunda bir-daha o dereye geldik. Bu sefer vaktimiz müsaitti ve gündüzdü. Gerekli emniyeti alıp herkes yıkandı, rahat rahat yüzdü. Oradan tekrar birliğimize dönmüştük.
Bitlenen bizim birlikte yoktu. O kadar yerde kaldık, pirelenen de yoktu. Fakat, akrep sokması oldu. Hatta beni de soktu akrep sağ bacağımdan. Yani haşarattan çok çekerdik, böceklerden falan.
Sabaha Karşı, saat 05.00 gibi. Gibi de değil, tam beşe beş vardı, sabaha karşı.
Hava yeni aydınlanmıştı ve dışarıda felâket bir yağmur vardı. Taşlardan bir mevzi yaptık, taşın üzerine oturdum, pançoyu da üzerime aldım. Yan taraftaki mevzide de üç arkadaş. Aslında ikişer tutuyorduk da, sabaha karşı arkadaş iyice yorulmuştu. Zaten alt devrelerdi, en üst devre ben vardım, kıyamadım. Ben de o kadar yorgun da değildim. Dedim, "Siz yatın! Ben tutarım!" İşte üstlerini güzelce pançoyla örttüm falan, yağmur girmeyecek şekilde. Nasıl da yağmur yağıyor, şakır şakır...
Bir de sabahları sigara içmek, böyle o manzaraya, güneşin doğuşuna karşı, manyak güzel bir duygu! İşte bakıyorsunuz dağın tepesinden her tarafa böyle. Tabiî sigarayı  gizli içiyorsunuz ayrı mevzu da, kimseye göstermeden.
Benim nöbet saatim bitti, hava aydınlandı, işte yarım saat falan oldu, yağmur sürekli yağıyor. Benim oturduğum taşın altı komple kuru, pançodan geçmiyor aşağı. Akrep de demek ki yağmurdan kaçmış, pançonun altına girmiş. Benim oturduğum kayayla ayağım arasında taş var, orada duruyor. Bir ara botlarım pançodan dışarı çıktı, uç kısmı brandalı botlar, "Islanmasın!" dedim, ayaklarımı toplamamla, taşa ayağım sıkışınca akrep de lak diye çaktı.
Ben birden bir hışımla fırladım, pançoyu çıkardım attım, botların bağları zaten açıktı, paçamı sıyırdım. Benim gürültüme mevzideki arkadaşlar kalktı, zaten en ufak bir gürültüde uyanıyordu herkes. Yan tarafımızdaki arada astsubay yatıyordu, gerçi yeniydi o da, daha yeni göreve gelmişti, ilk operasyonuydu.
Benim ilk yaptığım, bacağımı kesip kanı akıtmaktı. İşte zehirlenmelerde gördüğümüz şeyler: hemen turnike yapılır, zehirlenen bölge kesilir ve orası emilir ki şişmesin. Meselâ akrebin soktuğu yerdeki zehri çıkartabilirseniz acı çekmezsiniz, çok hafif bir acı duyarsınız. Her ne kadar zehirli olmasa da akrep, o zehri içerde bırakırsanız 24 saat fiks gider.
İşte bu arada Astsubay geldi, "N'apıyorsun? Manyak mısın?" falan filan, bıçağı aldı benim elimden; kasaturalar vardı, keleş kasaturaları, çok güzel bıçaklardı onlar. Doktorun yanına götürdüler beni.
Dedim "Akrep soktu!" Akrep, öldürmüşlerdi, siyahlaşmak üzere, daha sarı, daha tam zehirli olmamış. Ama bayağı büyük bir akrepti, altı boğumu vardı. Doktor, "Yapacağımız bir şey yok, bekleyeceğiz" dedi. Malûm, bekledik biz de.
Aklıma gelen başıma da geldi zaten. Sabah beşe beş varken soktu akrep beni, ertesi gün beşe beş vara kadar ben o akrebin acısını, zehirin acısını, sabit, bacağımda hissettim. Acı ne azalıyordu, ne çoğalıyordu, hep sabit bir acı, bacakta.
Bülent: PKK'mn elinde Stinger türevi bir silâh vardı meselâ, Suriye yapımı bir silâhtı. İsrail yapımı malzemeler vardı. Bir de, bizim gördüğümüz, genelde kullandıkları Rus yapımı silâhlardı. Bunları İsrail'den temin ediyorlardı, bir de Suriye'den işte.
normalde mühimmat, gıda, silâh, bunların hepsini bir yere kesinlikle zaten gömmüyorlar, hepsini ayrı ayrı yerlere koyuyorlar. Her grupta sadece iki kişi o cephaneliğin, işte silâhın veya gıdanın yerini biliyor. Bu iki kişinin haricinde başka kimse bilmiyor. Herhangi bir şekilde malzeme gereksinimi duyulduğunda, bu iki kişiye bir şekilde haber veriliyor ve onlar da kimseye görünmeden gidiyor. "Kobralarıyla", yani eşekleriyle, kobra derler eşeklerine, gidip malzemeyi yükleyip getiriyor birliğine.
Orada, ele geçen beygirdir, kobradır, imha edilir. Ya alıp götürmek, ya da imha etmek lâzım, iki seçenekten biri. Operasyona devam ettiğiniz sürece alıp götüremeyeceğiniz için, hem gürültü açısından bize zararı olur, hem taşıma açısından bize zararı olur, genelde imha ediyorduk.
Gene Kuzey Irak'ta, Keriya Deresi'nin orada, en son operasyonda artık, tepelerden karşılıklı çatışmaya girdik. Ortalardaki birlikler çekildi. Derenin, iki hâkim yamacın tam ortasında bir çukur vadi vardı, orada dört tane beygir gördüler, "Bir şekilde bunlar alınacak veya vurulacak" dendi. Hayvanlar da öyle bir yere girmiş ki, böyle mağara, kuytu bir yer, ulaşılmıyor, düşen havanlar da etkisiz kalıyor. Komutan da, havan yerine, gidip askerin almasını istedi.
Tabiî "Emir demiri keser" hesabı, emniyetimiz de alınarak, beş kişi, Astsubayımız da dâhil, biz aşağıya indik. Bu beş kişiden bir ben vardım biksi silâhı olan. Diğer dört arkadaş avcı eriydi, hepsinde G3 vardı. İşte belli bir mesafeden aşağıya kadar indik.
Aşağıya kadar indik, bir şey yoktu. Hayvanlara ulaştık, tam alacağız, yukarıdaki hâkim tepeden üzerimize başladı ateş.
Emniyetimizi alan arkadaşlar çok uzak mesafedeydi, yani bırakın bize ulaştırmayı, attığı merminin teröristlere hayatta ulaşmayacağı mesafe zaten, yaklaşacak imkânları da yoktu. Biz beş kişi kaldık. Hasıl yoğun bir ateş, nasıl yoğun bir ateş! Çatır çatır dibimize geliyor. Gideceğiz, indiğimiz yeri tekrar koşturarak çıkmak, rampa...
O arada, o karambolde hayvanlar kaçtı zaten. Herkes kendi canının derdinde! İşte orada bir şekilde, Q3'le durup ateş etmektense, biksiyle mevzilenip ateş etmek daha iyiydi, benim yanımda da Mustafa diye bir arkadaş vardı, ikimiz, küçük bir taş dahi olsa, ki orada mevzilendik. Amaç, bir nebze olsun karşıdakileri susturmak, arkadaşlarımızın oradan çıkmasını sağlamak, onlar biraz uzaklaştıktan sonra da ateş desteğiyle bizim çekilmemizdi.
İşte biz kaldık zaten otomatikman orada, başladık yoğun ateş etmeye. Bu arada üç arkadaşımız çıktı, biz kaldık orada. Arkadaşlarımız atıyor ama, teröristler öyle bir yere gizlenmişler ki, kayalıkların arasından sadece namluları böyle çatır çatır saydırıyor ve çok da iyi nişanlıyorlar attıklarını.
Eh! Biz kalktık, yaratana sığınıp "Allah! Allah!" diye ters geri. O indiğimiz yeri, ki hayatta ben o kadar mesafeyi, öyle bir rampayı koşarak hayatta çıkacağıma
inanmıyordum, ama öyle bir çıkıyorsunuz ki! İşte o çapraz koşularla, işte mermiler ayağınızın dibine geliyor, sekiyor falan...
Allaha çok şükür hiçbirimize bir şey olmadı, ama beygirleri alamamıştık! Ondan sonra beygirlerden vazgeçip yolumuza devam etmiştik.
Bülent: Yozgatlı bir arkadaşımız vardı, Hasan diye. Yozgatlıydı ama, çok iyi Kürtçe konuşurdu. Alt devremiz olmasına rağmen, öğretmenimiz sayılırdı, ondan birkaç Kürtçe kelime de öğrenmeye başlamıştık. Askerliğimiz biraz daha devam etseydi, herhalde Kürtçeyi tam sökecektik.
Neleri öğrendik? Bize en çok yarayanlar: "Adın ne? nereden geliyorsun? nereye gidiyorsun? ne yapıyorsun?" Sonuçta yakaladığımız insanlara sorulan klâsik sorulardır bunlar. Onları öğrenmemiz yeterliydi.
Ama çok farklılıklar vardı; Ağrı'da konuşulan, Hakkari'nin Şemdinli'sinde konuşulan, Kuzey Irak'ta konuşulan Kürtçe birbirinden çok farklı. Onların dokümanlarını alacaktık da, askerliğimiz bittiği için tam öğrenemedik.
Hasan, yine bir sınır dışı operasyonda, işte karşı tepede terörist grup vardı, biz bir şekilde yaklaştık, onları imha edeceğiz. Emniyeti alındı, tek bir tepe var bizim birliğin ortasında, o tepe bir şekilde iptal olacak. Onun için uğraşıyoruz, işte ilerlemeler, taktikler, falan filan...
O arada Hasan da teröristlerin telsiz frekansına girdi, anons etti. Zaten itirafçılar vardı yanımızda, onun telsizini aldı, biraz da fırlama (!) bir çocuk...
Karşıdan bir tanesi cevap verdi, "Dinliyorum!"diye. Hasan Kürtçe konuşup sonradan bize tercümesini yaptı.
Terörist: "Şu anda ben tepedeyim. Nereden çıktıklarını bilmiyorum."
Çünkü biz gece yarısı gitmiştik. Gece yarısı, tam böyle hava ağarmaya yakınken tepeye yaklaşıp sardık. Bizim nereden, nasıl geldiğimizi anlamadılar.
Terörist devam etti: "Nereden çıktıklarını bilmiyorum, ortalık asker dolu. O tepeyi sakın vermeyin! Bütün arkadaşlarım şehit oldu, sizin orada kaç tane şehit var?"
Biz nasıl kendi askerimiz şehit olduğunda "Şehit" diyorsak, onlar da kendi çapında kendilerini şehit mertebesine yükselmiş sayıyorlardı.
Hasan: "Biz dokuz kişiydik, şu anda üç kişi kaldık."
Ki biz nikonla, dürbünle de bir şekilde gözlüyoruz olayı.
O anda bu frekanstan başka biri girdi, aksanlı bir Türkçe ile, "Gardaş, sen bizden değilsen, nerelisen? Yabancıya benziysen" dedi,
O zaman Hasan da, "Ben Türkiye Cumhuriyeti'nin askeriyim" dedi.
"Sen vatan hainisin!" dedi Hasan'a. O arada bir telsiz muhabbeti geçti, ufak bir konuşma, "Hayırdır" falan dedi Hasan.
"Bak sen bizden birisen, ama bize silâh atiysen. Gel buraya ben sana cigara tutam, kahve içirem..." gibi konuşmalar oldu.
Bizim Hasan da fırlamalığından, "Kusura bakma birader, ben Marlboro'dan başka sigara içmiyorum" dedi.
Ondan sonra telsiz sesi kesilmesiyle birlikte kafalarının üzerine bir havan mermisi indi zaten. Havan topu diyorum, 101'lik, "cehennem topu" dediğimiz bir silâh vardı. İşte düzeltme tanzimi vermişler atış idareye, tam kafalarına indi, ondan sonra ses mes gelmedi. Tepeyi aldığımızda üç tane de ceset aldık zaten, öyle kaldı.
Doğuda teröristler birbirleriyle çeşitli ıslık işaretleriyle haberleşirler. Bu, askerin en sinir olduğu şey, özellikle benin en uyuz (!) olduğum şey! Hâlen bile vardır, o baykuş sesine deli olurum! Çıkardıkları ses, baykuş sesine çok yakın bir sestir. İşte karşıdan ormanlık araziden olsun, dağdan dağa olsun, bakarsınız baykuşun yaşayacağı bir yer değil ama, her taraftan baykuş sesi geliyor. Baykuş sesi de değil de, ona yakın bir ses çıkartıyorlar. Böylece baykuş en nefret ettiğiniz hayvan oluveriyor.
Murat: Teröristin yaşadığı şartların pek iyi olmadığı kesin. Yatacak yerleri doğru dürüst yok. Sonuçta sığınacak bir yer bulamazlarsa, dağda, tepede yatıyorlar. Yıkanma ve temizlenme olanakları pek yok.
Bülent: Bir insanın yaşayamayacağı koşullarda yaşıyorlar, gerek beslenme, gerekse kendilerine bakım açısından. Her türlü rezilliğin, pisliğin olduğu yerde duruyorlar.
Murat: Yiyecek olarak, aramalarda kumanya çıkıyor genelde.
Bülent: Askerin Doğu'da kullanmadığı gıdalar var, attığı. Çoğu usta asker bunu bilir ve söyler. Bir ton kumanya verilir lüzumsuz, askerin yemediği bilindiği hâlde, ordu tarafından. Bazı komutanlar da, üs bölgesinden daha çıkmadan "Bunları almak zorundasınız!" derler. Asker de mecburen alır.
Genelde konserve yemekler klâsiktir; fasulye pilaki, fasulye, barbunya, patlıcan kebabı, orman kebabı, İzmir köfte, balık, bir de şey... et yemeğinin adı neydi? Bir de kavurmamız vardı işte.
Operasyon sonrası asker aldığını alır, daha doğrusu taşıyabileceği kadarını alır, taşıyamayacağını bırakır. Usta bir asker yiyemediğini, kapağını açar, öyle atar bozulsun diye. Ama acemi bir asker kimse görmeden attığı için, öyle dolu olarak atar. Terörist de bunu bulur, alır veya bir köyden gider malzeme alır. Bir kişiyi kendine yatakçı seçmiştir, ona şey ayarlattırır, işte ekmek, süt, peynir... Bulunan şeyler de, mağaradan
çıkan erzak da, un. Bol bol yaptıkları şey ekmektir. Un, en gerekli ihtiyaçları. Un, şeker, çay...
Murat: Mekap ayakkabı?
Bülent: Ufak kutulu reçeller, Irak'tan gelen, üzerinde Irak veya İran yazıları olan. Kullanabilecekleri atlet, külot, mekap ayakkabı, hepsi vardı.
Biz bile, meselâ dağda kaldığımız ve üs bölgesine dönmediğimiz zaman, çok "ağır" oluyoruz. Üç ay dağda kalmamız demek, mahvolmamız demek, gerek moral, gerek teçhizat olarak. Botumuz, üst başımız yırtılır, bunları tedarik etmek zorundayız.                                                   81_
Teröristler de bir süre dağda kalıp, sonra bunları tedarik edecek yerlere gidiyorlar zaten. Ya da bu malzemeler bunlara ulaştırılıyor.
Ama her şey malzeme değil, biraz da yaşam koşulları olması lâzım. Mesela Zaho Kampı, Zap Kampı teröristlerin en büyük kampı. "Berivan" kod adlı bir kadın vardı bizim zamanımızda orada, bayanları yetiştiren teröristlerin başıydı. Hatta 96'daki operasyonda mı ne, bizim askerimiz Zap Kampı sınırına gelmiş, oradan geri dönmüş.
Daha sonra Med TV'nin haberlerinde falan şey diyordu, "İşte asker sınırımıza kadar geldi, biz onları püskürttük, girmeye korktular" falan filan... İşte biz o sene, bulunduğumuz 96-97 senesinde Zap Kampına girdik.
Bazı yerlere "Komando Ölüm Geçidi" yazmışlardı. Çünkü teröristler en çok komandodan tırsarlar Doğu'da, komando birliğiyle genelde kolay kolay pek çatışmak istemezler, piyade genelde daha rahat gelir işlerine. Kayalıklı bir geçit vardı, oraya yazmışlardı, biz de düzelttik: "Komando Öldürür Geçer" diye, kayalarla, beyaz beyaz. Hatta mühimmattan biraz barutla "Şafak Atıp" öyle geçmiştik; kayaların üzerine isim yazıp hemen onu ateşleriz, o, barutun yaktığı yerde çıkar.
Oralara girdik. Ortam çok farklı. Kampın bulunduğu yer çok güzel. Bir tane mağara var, içerisinde 400 kişilik toplantı salonu çıktı, masa ve ahşap sandalyesiyle. Çanak anten vardı. Adamlar içeride kendilerine voleybol sahası yapmışlar, mağara içerisine! Mağaranın girişini de "L" şeklinde yapmışlar, ki uçaklar istediği kadar girişi dövse de içeriye pek zarar gelmez.
İlginçtir, askerin bir türlü anlayamadığı şeydir, malzeme mağaranın içinde imha edilmez, mağaradan, oyuktan çıkartılır, dökülür ortaya, ondan sonra orada imha edilir.
Komutanlar bir şekilde kendileri için tutanak hazırlıyorlar. İşte şu operasyonda şu kadar teçhizat, bu kadar mühimmat ele geçmiştir diye belge hazırlayıp yukarıya sunuyorlar.
Mühimmat ve silâh genelde helikopterlerle üs bölgesine dönüyordu. Erzak, kullanılabilecek erzak genelde yakın köylere dağıtılabilirdi, ama çoğunlukla imha ederdik. Un ve şekeri, Zap Kampı operasyonunda peşmergelere vermiştik, onlar da
katılmışlardı harekâta. Onlar da, ilginçtir, 2 km. ileriye götürüp yığma yapmışlar. Ama, tekrar PKK'nın eline geçme ihtimali yüksek. Asker çekildikten sonra, peşmerge ister istemez... O kadar az bir grup ki...
Peşmerge, ortada gibi bir şey. Şimdi oranın arazisini bir şekilde peşmerge de kullanmak istiyor, terörist de kullanmak istiyor; çakışıyorlar. Çakıştıkları yerde asker ortaya giriyor.
Korucular... Bu, o adamların meslekleri sonuçta. Doğu'da yapacakları başka bir şeyleri olmadığı için, hazırda yapacakları tek iş, elleri silâh tutuyor. Hem ailesini savunuyor, hem de para kazanıyor, bu da işine geliyor.
Ayrı bir bayrak, ayrı bir cumhuriyet, ayrı bir toprak istiyorlardı da... Zaten şu anda Türkiye'de konuşma özgürlüğü var, kendi dillerini konuşuyorlar, Kürtçe konuşuyorlar. Yaşamlarına kısıtlama getiren bir şey yok Türkiye Cumhuriyeti tarafından. Gayet de huzurlular, herhangi bir zorlama da yok. Gayet de rahatlar, uygarlık dışında. Bir elin de uzanıp oraya da biraz uygarlık götürmesi lazım. Ama böyle bir diretmeye gitmeleri bence anlamsız geliyor.
Murat: Türkiye'de yaşayan zenginlerin her onundan altısı bence Kürt. Ezildiklerine kesinlikle katılmıyorum. Orada gördüğüm şeyler, yani teknolojinin oraya sunabileceği her şey sunulmuş. Yolları var, Türkiye sınırları içindeki bütün köylerin yolu var. Elektrikleri var, suları geliyor. Kapılarda çanak anten, son model araba. Ezilmek buysa, büzülmek (!) nasıldır? çok merak ediyorum!
Bülent: Terhisten sonra mutlaka soruluyor, "İşte nasıldınız? ne ettiniz?" falan da, fakat tek tek anlatmaya kalkışsak başa çıkılmaz. Bazı konular da, askeri bilgiye girdiği için, anlatılmıyor. Bu, bir şekilde de'iyi. Neden iyi: teröristlerin bir şekilde lehine kullanmak isteyeceği şeyler olabilir. Yani biraz üstünkörü geçiyoruz.
Oraya yine gitmek gerekirse, giderim.
Murat: Beni bulamazlar. Aman ha, şaka, şaka...
Bülent: Şimdi o günkü zindeliğimizle bugünkü arasında dünya kadar fark var. Günde iki paket sigara içip, rampa yukarı da ağzımda sigarayla oraya çıkan bir insandım. Şimdi, bırakın rampayı, düz yolda yürürken zor nefes alıyorum! O zindeliği yakalayıp, zaten orada tekrar eskisi gibi olmak imkânsız.
Gerekirse giderim. En azından ne olur; bir arka görevde bizim de yapabileceğimiz şeyler olur, bir şekilde de yardımımız dokunur. Ama bedensel durum da önemli, o olmadan...
Bülent: Paralı askerlik. O gene zenginin işine yaradı. Çünkü, imkânı olan torpilini yapıp zaten askerliğini Doğu'da yapmıyordu. Orada askerliğini yapanlar, gidin bakın, zaten maddî imkânı olan insanlar değildir.
Önde gelenlerinin çocuklarından birkaç tane numunelik vardı. Meselâ bir milletvekilinin oğlu vardı. İlk operasyon çıktı, bizle. "Sen ne arıyorsun? Hadi biz geldik, günahımız çoktu, vebalimiz vardı verecek. Bir telefon aç, istediğin yerde askerliğini yap!" derdik, "Ben macera olsun diye geldim" derdi. İşte bir operasyona çıktı, macerayı gördü, ondan sonra yok...
Murat: Benim zamanımda olsaydı, ben de bedelli yapardım o parayı bulup. Elinde imkân var, sonuçta yapıyor.
Murat: Yeni askerlere diyeceğim o ki: "En kötü yönüyle, nöbetinde uyumasın, üstlerine saygılı olsun. Zaten askerlik o zaman çabuk biter, biter en azından yani."
Bülent: Yapacağı tek şeyin, nöbette uyumamak olduğunu anlayacaktır. İnşallah önemli olan vakit kaybetmeden anlaması.
Murat: Ordu, insanları disiplin ortamına alan bir yer. Her yerde bir pürüz çıkabilir, askerde de böyle şeyler oldu, sonuçta beş parmağın beşi de bir değil.
Bülent: Askerliği Güneydoğu'da yaptıktan sonra. Silâhlı Kuvvetlerin bizim için, milletimiz için ne kadar önemli olduğunu, vatanımızın bölünmez bütünlüğünü koruduğunu bir kez daha görmüş ve bu ülkede Türk Silâhlı Kuvvetleri olduğu sürece vatanımıza herhangi bir saldın olmayacağım kesin bir biçimde görüyoruz.
Bülent: Doğu'da askerin çektiği her eziyeti rütbeliler de çeker. Biraz daha hafif çeker belki, ama o soğukta, o karda kışta, o açlıkta o da aynısını yaşar. Eh! Bu imkânlara, bu şartlara katlanmak da herkesin harcı değildir.
Bülent: Rütbelilerle iletişimimiz yerine göreydi. Meselâ, bizim uzman çavuşumuz vardı; rütbelilerin yanından ziyade bizlerle sohbet etmeyi daha hoş bulurdu; bizle beraber yatardı, bizle beraber kalkardı; biz kumanyamızı pişirirdik, tavamız vardı, gelip kendi kumanyasını ilâve eder, beraber aynı tavadan yemek yerdi; şakalaşırdı, derdimize ortak olurdu, ama aslında bir rütbeliydi.
Daha büyük rütbelileri o şekilde bir ortamda değil, o şekilde konuşacak bir ortamda hayatta bulunamazsınız. En fazla konuşacak olduğunuz, eğer operasyonda tabur komutanı yanınızdan geçecek olursa tabur komutanıyla konuşursunuz, o da bir soru sorarsa konuşursunuz. Onun haricinde kalkıp bir şey diyemezsiniz, malum askeri prensipler, ast üst ilişkileri. En fazla bölük ve takım komutanınızla muhatap olursunuz.
Bülent: Doğu'daki en büyük kural, yani yaşamayı öğrenmek zorundasınız. Vurulanın arkasından üzülmeye devam ederseniz, siz de gidersiniz. İlk etapta vurulan vuruldu, meselâ o bilgiyi aldınız veya yanınızda vuruldu, ilk etapta bir üzülme vardır...Ve çok aşırı bir kin vardır, o anda işte o karşınızdaki 16-17 yaşındaki bir çocuk dahi olsa, bir şarjörü üzerine çok rahat boşaltır, bir şeridi komple tararsınız! Yani duygularınız böyle oluyor. Ama her şey, helikoptere bindirip onu gönderene kadardır. Helikoptere binip gittikten sonra her şey eski hâline döner.
Murat: Yani iş hayatında olduğu gibi, profesyonellik.
Bülent: Böyle de olmak zorundadır zaten. Çünkü yapmanız gereken bazı görevler var orada; kafanız bir yerlerdeyken onları yapamazsınız. Meselâ derler: "Ailenizi unutun! Sevgilinizi unutun! Burada askeriyedesiniz!" diye.
Bir anlamda çok iyi, bir anlamda çok kötü. Aileniz, size en büyük destek veren kaynaktır içinizdeki. Zaten onların sevgisiyle, onlar için varolma içgüdüsüyle doğuda hareket edersiniz. Dezavantajı da, onları fazla düşünürseniz, onlarla fazla hayal kurarsanız, gerçekleri göremezsiniz, nereden pusu yiyeceğinizi göremezsiniz. Hayallerde gezinirsiniz, o da bir dezavantajdır.
Ortasını bulup, görevinizi yapmak en güzelidir.
Bülent: Mayın deyince aklıma gelenler kötü şeyler... Mayın, kahpelik, hiç başka bir şey değil!
Mayına basan çok oldu. Araç bastı, korucular bastı, bizim arkadaşlarımız bastı. "Topuk kopartan" meselâ, en çok denk gelendi. Bir de anti-tank mayınlarının içine yerleştirirler, bunların içinde topuk kopartan sığacak kadar bir boşluk vardır. Normalde anti-tank mayını patlatmak için belli bir ağırlık gerekir, askerî araçlara yönelik olduğu için. Ama topuk kopartan en ufak bir basınçta zaten patlar, fünye ateşlenir, üzerindekileri ve çevresindekileri imha eder.
Yeri geliyor, en önde mayın detektörlü bir arkadaş gider, yüzeyi tarar. Her metalin öttüğü yer işaretlenir kireçle, herkes bir arkasındakine söyler. Bazen de öyle bir dönem geliyor ki insan artık, "Şuna basayım, topuk kopartan varsa bacağımı alıp topuğumu kopartsın, ben orada kalayım da helikopter beni alsın götürsün, daha fazla yürümeyeyim!.." diye düşünmeye başlıyor.
Kireçlerin üzerinde hoplayan vardır! Ee tabiî, her kireç dökülen yer mayınlı değildir; bir sürü mermi parçası, çekirdeği, şarapnel vs. vardır, iğneye bile detektör öttüğü için...
Bülent: Güneydoğu'dan dönenlerin rehabilitasyonu isteyeceklerini zannetmiyorum. Çünkü, bu tarz bir şeyi, tedaviyi, "delilik" olarak göreceklerdir.
Murat: Ama şöyle bir şey olabilir, sivile dönüş gibi. Evet, çok basit olarak insanların okey oynadığı, belki yine tek tip, ama sivil bir kıyafet giydiği, uyku düzeni için sporla desteklendiği, kitap okuyup, belirli konular üzerinde fikir sohbetlerinin yapıldığı, denize girilen, küçük bir tekne turu olan, hayatın o operasyonlar ve çatışmalardan sonra yeniden güzel yönlerini görecekleri bir 15 gün gibi. Sonrasında insanlar, biraz daha dinlenmiş olarak ailesine, eşine, işine, sosyal çevresine dönsünler diye.
Bülent: Mutlaka olması gerekiyor. Çünkü insan o ortamda, yani İç Güvenlik Harekât Bölgesinde askerlerin yaşadığı başka bir hayat. Biz burada ne kadar anlatsak da gidip görmeden, yaşanmadan bilinemiyor. Sivil hayata alışmak için böyle bir süreç gerekli. Çünkü askerden ilk dönüp geldiğimizde bu yeni yaşama giriyorsunuz ki, her şey çok farklı. Bocalıyor insan.
Bülent: Şayet şimdiki sistem devam etmez ve herkes eşit bir şekilde askerliğini yapmaya giderse, ayrım gözetmeden. en önce onu ben gönderirim Doğu'ya. Ama şu anki ikilem, yani "şunun oğlu şuraya gitsin, şunun oğlu da şuraya gitsin" gibi bir ayırım söz konusu olursa, ben de elimden geldiğince §5 oğlumu bu taraflarda bir yerlere göndermeye çalışırım. Yoksa sonuçta orada bir kaza kurşununa da gidebilir Allah göstermesin, "kısmet" deriz, bakarız.
Bir de şey olayı var, doğudaki asker gereken malzemeyi tedarik edemiyor. Bugün bazı özel birliklerimiz gereken her türlü malzemeye sahip; işte pançodan ziyade ince yağmurluğu var, bir yağmurda onu üzerine çekip rahatça gidebiliyor; yağış dindiğinde çıkartıyor, elbiseleri kupkuru. Bizim zamanımızda sırılsıklam, külotumuza kadar ıslanıp tekrar yolda yürürken, elbiseler kurur, terden yeniden ıslanırdı; ama yine de hasta olmazdık, Allah'ın bir hikmeti. Bunlar düzeltilebilir. Doğudaki askerin imkânları arttırılabilir, kumanya biraz daha kaliteli olabilir. Biz operasyondan gelirdik, terlikten beter olurdu botlarımız. Üs bölgesine döndüğümüzde, kulakları çınlasın Ali Başçavuş vardı, inşallah çınlamıştır kulakları, terlik gibi botlarla gelirdik, tabanları yoktu artık,
"Bu botlar seni bir ay daha idare eder" deyip gönderirdi. Artık sağdan soldan çıkma bot bulup giyerdik. Halbuki orada görev yapan askerler her şeyin en iyisine lâyık.
Bülent: Orada her şey İllâki terör, İllâki zor şartlar değil. O zor şartlardan güzel şeyler de çıkartabilmek keyif veriyor. Artık, kumanya vardır, güzel bir yerde bir dere kıyısındasınızdır. Değişik bir şeyler yemek ister canınız, ne bileyim, derede balık vardır, balık avlarsınız.
Disiplinsizlik de olsa, gülelim diye böyle bir anımı anlatayım:
Birliğimizin kamp kurduğu yerin yakınındaki derede çok ve iri balıklar vardı. Avcı erleri el bombası taşırdı, yardımcımda vardı, bir tane ondan aldık, bir tane de öteki çömezden (!) oldu iki tane. Çömezleri aşağıya diktik, perde gibi bir şey de ayarlattık, dedik: "El bombalarını atacağız; balıklar şoktan çıkar yüzeye, kaçırmadan toplayın gelin" dedik.
El bombasını attık, balıkları alıp paylaştık güzelce. Çıktık yukarıya, ziyafet yapacağız, Teğmen kokuyu aldı geldi.
" Ooo! Bülent, ne iş?"
"Komutanım, aşağıda derede güzel balık var, rahat da tutuluyor."
"Nasıl tutuyorsunuz peki?"
"Valla suyun üzerinde geziyorlar, atletle çekilebiliyor!"
"Eh madem siz bu kadar iyi biliyorsunuz, gidelim de bize yardım edin!"
Dereye doğru yolda mecburen gerçeği söyledik:
"Valla Komutanım ben itirafçı olacağım!"
"Hayırdır Bülent?"
"Atletle falan bu dereden balık yakalayan olmadı."
"Ee! Ya nasıl yakaladınız?"
"Arkadaşlardan el bombası aldık"
"Ne yani! El bombasıyla mı yakaladınız?"
"Komutanın, vallahi el bombasıyla yakaladık."
"Peki mühimmat sarfı ne olacak?"
"Çatışmada gitmiş olur Komutanım"
Meyse, iki tane daha el bombası alıp, görevi tamamladık(!)
Bülent: Şanslıyım, şu bakımdan: Ben çok sabırsız, anî parlayan bir insandım. Askerde sabrın ne kadar büyük bir erdem olduğunu öğrendim. Askerden sonraki yaşantımda da bu böyle gidiyor. En büyük şansım odur.
Murat: Orada öğrendiğimiz şeyler, arkadaşlık gibi, bunlar yararlı oluyor. Orada yapmışım, burada yapmışım, herhangi bir şey değiştirmez. Sonuçta askerlik yaptık 18 ay, orada da askerlik, burada da askerlik.
Son söz: Ama, en güzel şey de, insanın istediğinde neleri başarabileceğini görmesi.
***
Ve isyan, ne ihanet düne bugüne...
Kubbelerden huzur, minarelerden sabır
Duyarak yaşadılar böyle kaç asır.
Onların alnı açık, yüzleri aktır...
Onlar bize bazan ruhumuz kadar yakın
Bazan da Kaf Dağı kadar uzaktır.'
Yavuz Bülent Bakiler
Mahmut Koçer: Malûl gazi Jandarma Astsubay Başçavuş. 1963 Yerköy/YOZGAT doğumlu. Çiftçi, orta hâili bir ailenin çocuğu, dört kardeşten İkincisi. Evli, iki çocuklu. 1996 yılında emekli oldu, herhangi bir işte çalışmıyor.
Komando kursu gördü. İlk görevi eğitim birliğinde. Karakol komutan yardımcılıkları, karakol komutanlıkları, cezaevi koruma takım astsubaylığı, BTR tim komutanlıkları yaptı ve BTR tim komutanlığı yaparken yapılan bir baskındaki çatışmada yaralandı.
Söyleşi tarihi ve yeri: 16 Şubat 2001, Ankara
Söyleşi yapan: Tuncer Sevinç
Ben doğrudan sınıf okuluna girdim. 1975'te, o zaman meslekte olan bir subay akrabamız astsubay olmam için beni zorlamıştı. Nedense o zaman işime gelmemişti. Askere kadar ticaretle uğraştım. Ama içine girince ticaretten soğudum; vatandaş borçlarını ödemiyordu. 1983'de asker oldum; İzmir-Seferihisar'dayken astsubay sınavı açıldı. Annem, astsubay olmam için ısrarlıydı. Ailemin ısrarı üzerine sınavlara girdim, kazandım.
Girdiğim, başladığım işin hakkını vermek isterim. Mesleğe ilk başladığımda, ileriye dönük bakıyordum. Jandarma Meslek Dersinde Erdoğan Kırakkanat Binbaşı vardı, öğretmendi, çok güzel ders anlatırdı, mesleği iyi bilirdi, tatbikatlar yapardı, ben ondan çok şey öğrendim. Dürüst olmak, vatandaşa askerliği sevdirmek, vatandaşı insan gibi karşılamak ve öyle muamele etmek, vatandaşı yaşadığı yerlerde ziyaret etmek ve onunla olmak gibi ideallerim vardı. Bu ideallerimi tüm meslek süresince uyguladım, hiçbir zaman zararını görmedim, hatta faydasını gördüm; bir sıkıntım hissedildiğinde tüm vatandaş gelir, yardımcı olmak isterdi.
Askeri hakir görmemek lazım, küçük düşürecek, aşağılayacak davranışlardan kaçınmak lazım. Ona böyle davranmak ve iyi yönde liderlik yapmak gerek. Görevlerde liderine sadakatle bağlanır, hep önde gider, yani korumak ister. Her tehlikeye çekinmeden girer. Anlayışlıdır, öğretirsen, yapma dediğini yapmaz, çok itaatkârdır. Çatışma içinde dahi merhametlidir. Mutlaka hasret çektiği bir tutkusu vardır, eş, sevgili, anne baba, memleket, arkadaş gibi. Boş kaldığında bunları düşünür. Mehmetçiği boş kalma gevşetir, mutlaka faydalı bir şey bulmak lazım. Hiçbir şey bulamazsan yemek yapmasını öğret, ilgiyle öğrenmeye çalışır.
Bu arada şunu belirteyim. Timdeki askerim benim 17 kişiydi, acemi eğitimini beraber yapmışlar. Ben, 15 ay onlara komutanlık yaptım. Ayrı yörelerden çocuklardı. Onların devamlı beraber olmasının çok yararı oldu, birbirlerini daha iyi tanıyorlar, seviyorlardı. Kader birliği yapmışlardı. Ben onları tüm özellikleriyle bilirdim. En tehlikeli görevlere gözlerini kırpmadan gittiler, kötü hâlleriyle hiç karşılaşmadım.
Yöre halkını kendi memleketimle kıyasladığımda, ki buralar da mahrumiyet bölgesidir, kırsal, verimli toprağı olmayan yerler, Güneydoğu'dan tek farkı terör olmamasıdır. Sosyal ve kültürel yaşantıda, di! hariç, önemli farklılıklar yok. Yalnız bizim yöremize göre daha kapalı bir toplum; masum eğlence ve günahlarını, içki içmek gibi, büyüklerinden titizlikle gizlerler. Düşünmemiz, yememiz, içmemiz, eğlenmemiz aynı. Onlara Kürt deniyor, bana göre fark sadece bu isim. Ayrı bir millet olduklarına inanmıyorum. Cahilleri çok, bu nedenle de kandırılmaları kolay. Onun için bu bölge kullanılıyor. Amcazadelerimin ikisi Kürt, öz dayımın kızı Kürt çocukla evli. Bunlar nasıl ayrı bir millet olur, aklım almıyor!
84 yılından bugüne kadar üç beş çapulcu dendi. PKK, tüm komşular, Avrupa ülkeleri dâhil, hepsinin bir arada, Türkiye'nin ekonomisini, sosyal yapısını, kültürel yapısını bozmak için kullandığı bir maşadır. İdeolojisi yoktur. Olmuş olsaydı... Sonuçta öldürülenler yine "Kürt" denenler oldu.
PKK yöre halkına da çok zarar verdi. Örneğin, Cizre'de köylünün kullandığı yola mayın döşemişler. Traktörle giden dört vatandaş parçalandı. İkiye, üçe bölünenler... Anti-tank mayını bu; üç kadın, bir çocuk... Maksatları asker için olsa dahi, neticede köylünün kullandığı yol, ölenler onlar...
Birinde de yine Cizre'de köylüler köylerini boşaltmak istediler, kendi istekleri buydu, terörden kaçmak istiyorlardı. Her gün teröristler baskı yapıyor, ekmek aş istiyor, orda yatıyor, yataklık yapmalarını istiyor, küçük çocuklarını alıp gidiyor, köylü bıkmış... Boşaltma esnasında traktörlerle eşyalarını taşırken, yola mayın döşemişler, bir traktör bastı; bir ölü, bir yaralı... Allah'tan traktör bastığı için römork kısmına fazla zarar vermemiş.
Avrupa'nın genç nüfusu yok. Bugün dinledim: Almanya'nın bir yıl içinde dışarıdan genç nesil mülteciye ihtiyaç duyduğunu söyledi. Bence, Türkiye'nin genç nüfusu onları korkutuyor. Bu eşkıyaları yöreyi kırdırmak için görevlendirdiler herhâlde.
Sınır ötesi harekâtlara katılan arkadaşlardan duymuştum, gerçekten Türkiye'nin dostu yok, Amerika'nın çevik kuvveti, birliklerimizin indirildiği yerden helikopterlerle adam taşımışlar. "Peşmerge taşınıyor" dendi ama, belki de oradaki teröristleri de taşıdılar diye düşünüyorum. Şimdi Kuzey Irak'ta bir Kürt devleti var, Amerika bunu kurdu; şüphelerimi kuvvetlendiriyor.
Koruculuk, kullanmasını bilen, iyi yönlendiren olduktan sonra çok faydalı. Çoğu kez teröristlerle çatışmaya girdiler, şehit verdiler; çok iyi çarpışıyorlardı. Yöre halkı olmaları, mıntıkasını çok iyi bilmesi çok avantaj. Toprak yok, iş yok, yöre halkına  bir iş gibi geldi, bu onları heveslendirdi. Orada ağalar etkindir. Genelde cahilliklerinden devlet veya PKK lehine bilerek hareket ettiklerini sanmıyorum. Aşiret reislerinin yönlendirmesine göre hareket ederler. Ama bunun yanında gönüllü olanlar da vardı. Bunlar para alınıyorlardı, genelde kendi köylerinin güvenliğini sağlamak istiyorlardı. Baskı ile korucu kaydedildiğini hiç duymadım. Hatta silâh tesliminde bulundum, gönülsüz adama rastlamadım. Amaç dışı olaylarına hiç rastlamadım. Biz onlarla müşterek çok operasyonlarda bulunduk, çok yararlı hizmetleri oldu.
O yöredeki insan zaten bilgili görgülü olsaydı PKK kendine destek verecek elemanı bulamazdı. Bir köyde okul varsa bilgi olacak, insanları yetişecekti. Bu örgütün zararınaydı. Öğretmenleri bunun için öldürdüler. Benden önce olmuş, (Cizre'nin) Hisar köyünde okulu yakmışlar. Gene Yamaç köyünde de okul için yığılan tüm malzemeleri yakmışlar, kullanılmaz hâle getirdiler.
O yöredeki ilk izlenimlerim şöyle: Hâliyle yollarda alınan güvenlik önlemlerinin çokluğu. Cizre'ye ben normal otobüsle gittim, 92 yılının Nevruz olayları sonrasıydı. Cizre halkını tedirgin gördüm. Cizre, hududa sıfır. Halk, PKK eylemleri için Cizre'nin üs olarak seçilmesinden rahatsızdı zannediyorum, nevruz olaylarında, PKK köyleri zorla Cizre'ye taşımış, askerin karşısına çıkarmış. Asker silâh kullanınca paniklemişler. Daha doğrusu yem durumuna düşürüldüklerini anlamışlar. Bize yardımcı olan, dostça davranan yöre halkı çoktu. Uzak duranlar da zannediyorum PKK korkusu vardı. Şehrin harap hâli vardı, dükkanların çoğu kapalıydı. Hava kararmadan herkes evine girerdi, açık yer bulamazsın, gece hayatı yoktu. Bunlar beni ister istemez çok üzdü. Çünkü bizim görevimiz halka yardımdır.
Terörle kırsalda mücadele, Türkiye'nin daha önceden karşılaştığı şey değil. Örneğin ben emniyet ve asayiş konularında yetiştim. Yani kırsalda normal suçlularla mücadele edecektim, bunun için eğitildim. 84'te Eruh baskınından sonra silâhlı ve eğitimli, hatta askeri teşkilâtlanması olan bölücülerle karşılaştık. İlk anlarda belki devletin de hesaplayamadığı eksikliklerimiz oldu. Ancak olaylar yaşandıkça ihtiyaç duyulan her şey temin edildi. Örneğin: gece görüşe ihtiyaç oldu, geldi; hedef noktalayıcı, termal kameralar, mayın detektörleri, havan, roketatar, kanas, daha çoğaltılabilir. Sonuçta terörle mücadele neyi gerektiriyorsa, ihtiyaç tespit edildiğinde, süratle karşılandı. Hâliyle terörist, yöreyi tanıdığından, araziyi ve geceyi iyi kullanıyordu. Korkudan olacak, yöre halkından iyi istihbarat topluyorlardı, özellikle ufak mezralardan yararlanıyorlardı: boşaltılmaları iyi oldu, PKK'yı desteksiz ve istihbaratsız bıraktı.
86'da Pazarcık kırsalında iki teröristle çatışmaya girdik, benim ilk çatışmamdı. Teröristler köylerden yiyecek istemiş, köylüler bildirdi, hatta bekçiyi göndermişler. Kırsalda kayalık bir kesim, çevresini kuşattık, kaçış yerlerinin güvenliğini aldık. Alanı tarayarak ilerledik. Daha önceden ateş yakmışlar, kalıntıları gördük. Bir kayanın krater gibi çukuruna saklanmışlar, başlangıçta göremedik. Bulamayınca dönmeye karar verildi, vukuat tekmili alındı, tek sıra hâlinde araziyi terk etmeye başladık. Arazide bulunan başka bir timle buluşmak üzere telsizle randevulaştık, tesadüf ya, teröristlerin saklandığı kayalığın yanını seçmişiz. Askerin birisi kayalığın üzerine çıkınca bunları görmüş, "Komutanım buradalar!" diye bağırarak bize doğru koşmaya başladı. Aynı anda cayırtı koptu. İlk anda bir askerim kasığından yaralandı. Bende ilk anda korku oldu, kendimi bir kayanın arkasına attım; bu eğitimde kazandığım refleksle oldu. İki üç dakika içinde şoku atlattım. Biraz da, yaralı asker kan kaybediyordu, o da beni etkiledi. Görerek ateş etmek için hedefi aradım, boş atış yapmak istemedim. Askerimin de ilk çatışmasıydı, biraz rastgele ateş oldu. Bize atılan mermi 15-20'yi geçmedi; bilinçliydim, saydım. Hava kararmıştı; 10 km. kadar takip ettik, ama yakalayamadık; biri yaralanmış, kan izlerinden anladık.
Cizre'de Radyolink İstasyonunun korumasındaydık, 17 Eylül 93. Havanın kararmasından bir, bir buçuk saat sonra bizim mevzilerden ilerdeki sırtlara baskın hazırlığı için mevzilenirken fark edilmişler. Biz her gün o tepeye bir komando timi, bir BTR unsuru, bir tank mevzilendiriyoruz. Komando timi de mevzisine giriyor, ki bu tim acemi birliğinden yeni gelmişti. O timin astsubayı bana telsizle yerleştiğini bildirince, ben de bir BTR ve bir tankla oraya gidecektim. Komando timi son unsurunu yerleştirmek için ilk grubun yanından ayrıldığında, askerler mevzilerinin altından ayak sesi duymuş, tim komutanına haber veriyor. Astsubay termal kameradan teröristi görüyor, bana telsiz anonsuyla bildirdi, aynı anda çatışma başladı.
Biz araçla zaten hazırdık, hareket ettik. Araç, roket ve mermilerle taranmaya başlandı, sonra saydık, altı roket mevzisi varmış eşkıyanın. 10-15 roket atıldı, bize isabet etmedi. Biz komando timinin bulunduğu yere girdik. Komando timi teröristlerle iç içeydi; rahat 80-90 kişi vardılar. Timin acemi olması onların paniklemesine neden oldu. Benim de askerlerimin ilk çatışmasıydı. Çatışma bir saat falan sürdü. Teröristler üç ölü, dört yaralı vererek çekildiler. Bizden de bir uzman, bir er hafif yaralandı. BTR'nin sağ arka lâstiği patladı. Ölü terörist elbette sevindirdi. Ama daha çok sevincim zayiat vermememizdi. Onlar o silâhı kullanmıyorlar mı? O masum askere silâh atan, öldürmek isteyene nasıl acırsın? O anda görevimizi yapmak amacının dışında bir şey düşünmedim.
İlk Pazarcık'taki olayda yanımdaki er kasığından yaralanmıştı. Çok kan kaybediyordu. İlk etapta teröristi dahi unuttum, ölmesin, onun hayatını kurtarayım diye düşündüm. Bir yerde takım komutanı olarak onun hayatından
sorumluydum. Benim de annem babam var, "Onlar ne düşünürler? Nasıl hareket ederler?" Hep aklıma onlar gelir, askerimin başına bir şey gelmemesini isterdim. Hatta çatışmadan çekerek iki askerin sırtına verdim, yol yakındı, hemen oraya gönderdim. Askerler, yoldan geçen bir arabayı durdurup Pazarcık'a götürmüşler. Orada ilk müdahale yapılıyor, askerî bir jiple (Kahraman) Maraş Devlet Hastanesine götürülüyor. Belki kan kaybından ölürdü, hayatını kurtardık. Aslında üç mermi almış; biri şarjörden dönüyor, biri matarayı deliyor; Allah korumuş.
Yaralanmam, 17 Kasım 93, Cizre Radyolink istasyonunda oldu. Biz her gün baskın 120 ihbarı alırdık. Onlar için radyolink önemliydi. Çünkü, aynı zamanda geçişlerini kontrol eden yerdi. Olay, gece sekiz, sekiz buçuk civarıydı. Bunlar yine bir önceki olayın olduğu tepeden unsurlarını yerleştiriyorlar. Ben o gün izinden döndüm. Kendi kendime dedim, "Bugün bir şey olacak" gibi tedirginlik duydum. Bütün mevzileri telsizle kontrol ettim, hepsi yerini almıştı; dikkatli olmaları için ikaz ettim. Gece görüş dürbünleri ile gözetlemelerini istedim. Tanktaki termal kamera görüntü almış, bana bildirdi. Başkalarının da olup olmadığını araştırmasını istedim, Cizre İlçe Jandarmaya da bilgi verdim. Ben etrafımızda tertiplendiklerini anladım, bir tank topu gönderilmesini istedim. Topla beraber çatışma başladı. Ben de BTR uçaksavarıyla araziyi taradım, anında karşılık verildi. Aramızdaki mesafe 700-850 metre.
Bu arada, sızmaya uygun bir yerden geldiklerini bana söylediler, termal kamerayla görüntü almışlar. Ateşimizi oraya yoğunlaştırdık. Ama arazinin sarplığı nedeniyle her tarafı ateşle kapatamıyorduk. Ben, mevzilerin birine indim; askerleri hem kontrol edip, hem de gayretlendiriyordum. Hatta askerin biri roketini atamıyordu, heyecanlandı herhâlde. Benim astsubaylarımdan biri erin elinden roketi alıp ateş etti; yan yana olduğumuz için kulaklarım sağır oldu âdeta. Oradan aracın yanma vardım, BTR'nin uçaksavarı arıza yapmış; Gündüz bakım yaptırmıştım, cıvatanın biri iyi sıkılmamış, kurma halatı çalışmadı. Aracın üzerine çıktım, şoför kapağından arızanın giderilip giderilmediğini sordum. Birkaç dakika bu vaziyette bekledim. Bu esnada teröristlerden atılan roket ve mermi yerlerini tespite çalışıyordum. Tespitlerimi diğer silâhlara bildiriyordum. Ben G-3 taşıyordum, tüfeği omzuma alıp telsizle konuşmak istedim, birden arabanın üzerinden düştüm, nasıl düştüm, niye düştüm anlamadım. Çenem yere çarpmış, ağzımı açamıyordum. Elimi yüzüme götürdüm, ellerim, üstüm, başım komple kan. O zaman vurulduğumu anladım. Ellerimle yüzümde delik aradım. Araçtan seken bir mermi olduğunu daha sonra anladım. Bilincim yerindeydi, koltuklarıma girerek binaya götürdüklerini hatırlıyorum. Yanımdaki bir uzman ve bir astsubaya "Mevzilere askerlerin yanma gidin, onları bırakmayın!" dedim. Ben tek başıma orada sekiz saat kalmışım. Saat 12.00 civarında bayılmışım. Odayı tüm kan doldurmuş, öldü zannetmişler. Bu arada Cizre'den iki komando timiyle yardıma gelinmiş, bir sağlık eri gece saat 03.00 civarında bana serum takmış. Sabah 06.00'da helikopter gelmiş, Şırnak Sahra Hastanesine götürmüşler. O anlarda ölüm aklıma gelmedi zannediyorum. Bu çatışmada bir ben yaralanmışım. Yine 50-60 terörist vardı galiba; epey ölü ve yaralı vermişler.
Şırnak Sahra Hastanesinde bir iki saatlik müdahaleden sonra helikopterle Diyarbakır Asker Hastanesine götürüldüm. Diyarbakır'da görünür yaralarla uğraşıldı. Dördüncü gün görmediğimi hissettim, doktoruma söyledim. Göz doktoru göz damarlarımın parçalandığını söyledi. O anda tamamen yıkıldım. Sağ göz altından yaralanmışım, göz damarlarım parçalanmış; sol yüzümde hiç his yoktu. Hâlen de yok. Yani devamlı karıncalanma var, ayağı kolu uyuşan insan gibi. Kafatasında sol temporal bölgede dikkat çekici bir boşluk oluşmuş; bunu daha sonra öğrendim. Dokuzuncu gün kendi isteğimle, imza vererek, hastaneden çıktım. Uçakla kendi imkânlarımla Ankara'ya geldim. Çünkü gözümle ilgilenmediler; daha doğrusu göze yapılacak bir şey yok dediler. GATA'ya gittim, direkt almadılar. Merkez Komutanlığından sevk istediler. Bunlara üzülmek kelimesi bile az. Çatışmada yaralandım, sanki ben zevkte yaralanmışım gibi muamele gördüm.
Bir astsubay arkadaşın yardımıyla Merkez Komutanlığından sevk aldım, tekrar GATA'ya gittim. Gözde iç kanama olduğunu söylediler, lazerle kuruttular, üç seans girdim. On gün yatırdılar, tekrar 30 gün istirahat verdiler. İstirahat sonunda tekrar lazer tedavisi gördüm. Benim anladığıma göre gözümde 9/10 görme kaybı var. Sınıfı görevi yapamaz raporu verdiler. Ben, sınıf değiştirerek personel oldum. 96 Ekim 15'te kendi isteğimle emekli oldum.
Ben tedavi sonucundan memnun değilim. En azından bana tatmin edici izahatlar yapılabilirdi, onu da yapmadılar. Yüzümün karıncalanması dişlerime vuruyor, diş etlerime dokunamıyorum. Tıraşa bile tahammül edemiyorum. Bana: "Yapılacak bir şey yok. Yanağına elinle masaj yapacaksın" dediler.
Güneydoğu'da gece uyumayı düşünmedim, düşünemedim, uyuyamadım. Her gün, baskın mı olacak? çatışma mı olacak? acaba mayın var mı? bunların tedirginliği var. Her an tedbirli olmak zorundasın. Bunlar yorucu şeyler, ki mayına basan çok araç oldu. Bize su taşıyan traktörün şoförü Abdullah Amca mayından öldü.
Ruh hâlim, olduğu gibi, yaralanmadan sonra aşın bozuldu. Acıma hissim kayboldu, eşim hile hastalanıyor, canı gönülden ilgilenemiyorum. Hâlbuki ilgilenmek de istiyorum. Sonuçta benim eşim, öyle sevgisizlik falan yok, aile problemimiz de olmadı bu güne kadar. Eşim aşırı da düşkün bana. Yaralanmamdan sonra, eşim hamileydi, düşük yaptı. Ben âdeta yalnızlığa ittim kendimi. Ben girişken, çevreyle ilgili biriydim. Şimdi sıkılıyorum. Şimdi neşelenemiyorum. Hayattan genelde zevk almıyorum. Hayatla bağımı kaybetmemek için aşırı zorlanıyorum; yani aklımla “Bunu yapmalısın!" diyorum; içten gelen bir şey yok. İlk etapta uykumdan çok sıçrayıp kalkıyordum, olaydan sonra bir yıl kadar. Hafıza kaybım var. Geçmişimin tümünü hatırlayamıyorum, kopukluklar, siliklikler var. Yaralandıktan sonra, dünya menfaat dünyası olmuş, en yakın meslektaşlarım dahi aramadı. Bu durum eşimin de psikolojik yapısını etkiledi, hatta çocukları bile. Çabuk sinirleniyorum, kırıcı, vurucu oldum.
Bana göre şehitlik, canını hiçe sayaraktan, gönülden isteyerek vatanı için, toprağı için, böyle olmasa bile görevi için çalışırken hayatını kaybeden, takdir Allah'ın, şehittir. Gaziliğin bundan ayırt edilen tarafı, yaşıyor olmasıdır. Tabi yaşatılırsa...
Gazilere karşı insanları aşırı derecede kayıtsız buluyorum. Örneğin, Gaziler Vakfı'nın önünde bugün park edemedim. Benim gibi insanlar kabuğuna çekilmek zorunda. Yasaların verdiği hakkı dahi mahkemeyle alabiliyoruz. Örneğin, Emekli Sandığı; Terörle Mücadele Kanunu: "Aylıklar, görevdeki emsalinden az olamaz" demesine rağmen, hâlen benim meslekteki arkadaşım 560 milyon alırken, ben  210 milyon alıyorum. Devlet gazisine sahip çıkmıyor. Zaman zaman, “Ben acaba ne için bu haldeyim?" diye soruyorum. Cevabını kafamda bulamıyorum, küsüyorum... Emekli ikramiyem, kanuna göre 30 yıl üzerinden ödenmesi gerekirken, hizmet süremden ödendi. 60 gün içinde dava açmadığım için davam reddedildi. Ben adi malûller gibi işleme tâbi oldum. Haklarımızı koruyan, takip eden, bize rehberlik edecek kimseyi bulamıyorum. Kendi gayretim olmasa hiçbir gelişmeden haberim olmuyor. Gazisine karşı duyarsızlık var. Daha bu zamana kadar kapımı çalan bir kimse olmadı, adresim biliniyor; hâlbuki bunlar çoluğuma çocuğuma da moral olur.
Terörle mücadele niye uzun sürdü? Bunun nedeni, Avrupa ülkelerinin silâh satmak için organize ettiği olaydı. Terörü devamlı destekledi. Avrupa'ya neden bu kadar boyun büküyoruz? Gereken tepki verilemiyor.
Terörle mücadele elbette dersler verdi. Orada yaşanılan gerçekler barış koşullarında yaşayan kışlalara unutturulmamalı, eğitime, alışkanlıklara ve liderliğe yansıtılmalı. Eğitim konuları, savaşa katkıları yönünden ağırlık kazanmalı.
Kopenhag Kriterlerini içerik olarak bilemiyorum. AB ilişkilerini basından duyduğum kadar biliyorum. Yani Kıbrıs, Ege konusundaki tepkileri biliyorum.
Zaten sun'i olarak üretilmek istenen Kürt sorunu ile bunlar başımıza geldi. Herkesin kendi dilinde eğitim yapması gibi, böyle bir karar sonunda kimler ortaya çıkmaz ki? Türkiye'yi bölme çabası olarak görüyorum.
Apo'yu bu gidişatta herhâlde asmayacaklar.(2002 Yılında) Gazetelerden okumuştum, günlük masrafı altı milyarmış. Yazık değil mi? Ben yaralanmış, kabiliyetini kaybetmiş bir malûl olarak devletten hakkımı mahkemeyle alırken, bu nasıl izah edilir?
Ben asılmasını istiyorum, devletten bunu bekliyorum.
**
"Türklerin yurdu efendiler, kahramanlar, şehitler diyarıdır.
Böyle bir milletin düşmanı olmak,
bence insanlığın düşmanı olmaktan farksızdır
Lamartine
1937 Yılında Afyon'un Sandıklı ilçesinde doğdu. 1957 yılında Piyade Asteğmen olarak ordu saflarına katıldı. 1961-1962'de 12'nci Kore Bölüğünde Takım Komutanlığı, 1965-1967‘de Ağrı'da hudut Bölük Komutanlığı yaptı. 1971 yılında Kara harp Akademisi'ni, 1977 yılında Silâhlı Kuvvetler Akademisi'ni bitirdi. 1973-1976 yıllarında, Kıbrıs Barış harekâtı sırasında Atina'da Askeri Ataşe görevinde idi. 1979-1980 yıllarında da Kıbrıs'ta 230'ncu Alay Komutanlığı görevinde bulundu. 1980 yılında Tuğgeneral rütbesine terfi etti, iki yıl 70'nci Tugay Komutanlığı ve Siirt Sıkıyönetim Komutan Yardımcılığı görevini yürüttü. 1986-1988 yıllarında Özel harp Daire Başkanlığını yürüttükten sonra Kırklareli 33'cü Tümen Komutanlığına atandı ve 1988 Ağustos'unda Tümgeneral rütbesine terfi etti.1990-1992 yıllarında Adapazarı 2'nci Piyade Tümen Komutanlığı görevini müteakip, 1992 yılında Korgeneral rütbesine terfi etti ve Kıbrıs Türk Barış Kuvvetleri Komutanlığına atandı. 1993 yılında Diyarbakır Jandarma Asayiş Komutanlığı görevine atandı, Kuzey Irak Operasyonları dâhil, komutanlığı döneminde PKK terör örgütüne ağır darbeler vuruldu. 1995 yılında ikinci kez Kıbrıs Türk Barış Kuvvetleri Komutanlığına atandı ve 1997 yılında kadrosuzluk nedeniyle emekli oldu. Üstün Cesaret ve Feragat Madalyasına sahiptir. Çeşitli konularda yayınlanmış kitap ve makaleleri mevcuttur.
Söyleşi tarihi ve yeri: Eylül 2001, Ankara.
GÜNEYDOĞU ANADOLU'DA SAVAŞAN KAHRAMANLARIN ANISINA SAYGI İLE...
-Vicdan ERSOY-Leman ALP-Mevhibe SOLAK-Tuncer SEVİNÇ:
Muhterem Korgeneralimiz, sizi Kore'de, Kıbrıs'ta barış ve güvenliği koruma için önemli görevlerde bulunmuş, yurdun ve yurttaşın huzuruna kasteden terörist eşkıyaya karşı başarılı mücadele vermiş seçkin bir komutan olarak tanıyoruz.
Hayatınızın önemli bir bölümünü ordu saflarında geçirdiniz. Bize ordu, askerlik, Mehmetçik, ülkemizin güvenlik sorunları ve milletimizi uzun süre rahatsız eden terörün kaynakları, terör örgütleri hakkında görüşlerinizi lütfeder misiniz?
-E.Korg. Hasan KUNDAKÇI: Değerli Hanımefendiler ilkokulun ilk sınıfında tümünü ezberlediğim İstiklâl Marşımızın hayatım boyunca hafızamdan silinmeyen gönlümü heyecanla dolduran, dünya görüşümü vazife anlayışımı yönlendiren bir kıtası vardır:
Kim bu cennet vatanın uğruna olmak ki feda
Şüheda fışkıracak toprağı sıksan şüheda
Canı cananı bütün varımı alsan da Hüda
Etmesin tek vatanımdan beni dünyada cüda
Yurt kurduğumuz, yerleştiğimiz coğrafya dünyanın merkezi konumundadır. Bu  durum milletimizi hür ve onurlu yaşamak için daima uyanık seferber bir ordu konumunda bulunmaya zorluyor. Askerlik özel bir meslek değil, yurttaşlık görevidir.
Kışla bir hürriyet, istiklâl mabedi; askerlik milletimizin tümü için millî bir ibadettir.
Aziz Milletimizin huzurunu bozan, halkımızın büyük bölümüne acılar çektiren terör olayları tarihimizin ve coğrafyamızın bütünlüğünden dünya dengelerindeki değişimlerden hırslı, problemli komşularımızın emel ve tertiplerinden soyutlanarak değerlendirilemez.
Bu olayların münhasıran milletin bütünlüğünden kopmuş, satın alınmış, kiralanmış, beyinleri silinmiş, yeniden programlanmış bir avuç şaşkın ile insanlık duygusunu yitirmiş bir grup kanlı eşkiya ile hudutlu görmek hatalı bir değerlendirme olur.
Olay devletimizin, toplumumuzun yapısından kaynaklanan bir rahatsızlık değildir. Milletimize karşı uluslararası boyutta bir siyasî tertip ve suikasttir.
Vurgulamak istediğim esas gerçek; Doğu'da, Güneydoğu'da milletimizin büyük varlık ve cesametine [Büyüklük.] nispetle mikro ebattaki kiralık eşkiya ve katil çetelerinin yarattığı huzursuzluğun bir Türk-Kürt çatışması olmadığıdır.
Kürtler, büyük çoğunluğuyla binlerce yıldan beri büyük Türklük ailesine mensup aynı kültür değerlerine ve seciyeye sahip soydaşlarımız, kardeşlerimiz, yurttaşlarımızdır.
Türk boylarının yaşadığı geniş Avrasya coğrafyasının hemen her yerinde Kürtleri Sa- ka-Hun Göktürk ve Oğuz camiası içinde görürüz, menşedeki ana dilleri öztürkçedir. Güneydoğudaki bir kısım yurttaşımızın Arapça ve Farsçanın ağırlık kazandığı, Güneydo­ğu Osmanlıcası diyebileceğimiz sun'î bir dille konuşmaları, Arap-Fars-Türk kültür daire­lerinin kesiştiği bir yörede bulunmalarından ve Selçuklu, Osmanlı İmparatorluklarının hatalı eğitim ve kültür potitikalarından kaynaklanmaktadır. Bugün Arap devletlerinin yayıldığı coğrafyada çağlar, yüzyıllar boyu idare ve iktidar mevkiinde bulunan Türk toplumları ana dilleri olan Türkçeyi unutmuşlar, büyük ölçüde Araplaşmalardır.
Cumhuriyetimizin kurucusu Aziz Atatürk'ün Kurtuluş Savaşı'nda bütün dünyaya ilân ettiği gibi, "Bu ülke tarihte Türktü. Bugün Türktür ve ebediyete kadar Türk olarak yaşayacakdır."
"Diyarbakırlı, Vanlı, Erzurumlu, İstanbullu, TrakyalI, Makedonyalı hep bir ırkın evlâtları, hep aynı cevherin damarlarıdır."
Büyük devlet adamı Garp Cephesi komutanı, Lozan kahramanı merhum İsmet İnönü'nün dediği gibi "Milliyet asrında milliyetin de bir takım sahtekârlara ve dolandırıcılara taklit malı yapmak fırsatı verdiğini görüyoruz. Kendi geçimlerini temin etmek için diğer memleketlere sahte milliyet, sahte siyasî maksat satmak isteyen teşkilât vardır ve daima olacaktır."
Güneydoğudaki terör olayları yurttaşlarımızın, soydaşlarımızın, öz kardeşlerimizin bir bölümünü Türk millet varlığından ve ortak kimliğinden kopararak sahte bir siyasî maksatlı sahte bir milliyet imal etme; emperyalist güçlerce maşa ve uydu olarak kullanılacak sun'î bir devlet kurma niyet ve tertibinin yeni bir girişimidir.
Doğu ve güneydoğu Anadolu'da cereyan eden silâhlı, kanlı terör olayları 15 sene sürmüştür. Olaylar, Türkiye Cumhuriyeti'ni derinden sarsmış, bölgedeki her türlü gelişmeyi durdurmuş ve geriletmiştir. Bölgedeki yurttaşlarımız ve bütün milletimiz büyük acılar çekmiş, pek çok masum insanını kaybetmiştir. Ayrıca büyük bir maddî varlığımız da yok olup gitmiştir.
Ben de bu mücadelenin içinde iki kere görev aldım. İlki olayların başlamasından 4 ay sonra Aralık 1984'ten Ağustos 1986'ya kadar Siirt'te, Sıkıyönetim Komutan Yardımcısı olarak; İkincisi de olayların en çok tırmandığı Ağustos 1993-1995 yıllarında Diyarbakır'da Jandarma Asayiş Komutanlığı görevlerini üstlendim. Bunun yanında, 1986-1988 yıllarında Özel Harp Daire Başkanlığı yaptığım dönemde de bölgeyle ilişkim sürdü. Böylece olaylar içinde uzun süre kaldım. Terörün içinde yaşadım. Teröristlerin ve bunlara karşı önlem alan Türk Silâhlı Kuvvetlerinin ve güvenlik güçlerinin içindeki kahramanları tanıdım.
Bu dönemde, teröristlere karşı savaşan Mehmetçiğin ve güvenlik güçlerinin kahramanlıklarını, anılarını anlatmak ciltler dolusu kitaba sığmaz. Olaylar henüz tazedir. Pek unutulmamıştır. Ama, yarın unutulacaktır. Olaylar iyi yazılmaz ve doğru anlatılmazsa, gelecek kuşaklar iyi öğrenemeyecektir; hatta korkarım ki yanlış bile öğrenebilirler. Sıradan bir olay gibi kalabilir. Bu yüzden olayların unutulmadan iyi ve doğru yazılmasında büyük yararlar vardır, olayların değerlendirmesini gelecek kuşaklar elbette yazılanlara göre değerlendirecektir, Olayları değişik düşünen, saptıranlar olacaktır. Pek çok kimse kendi düşüncesine göre yazabilecektir. Bu nedenle olayları doğru anlatan gerçekçi yazılara gerek vardır. Çalışmanızı gönülden kutluyorum.
Doğu ve Güneydoğu Anadolu'daki terör olayları izlenen emeller ve güdümleyen dış güçlerin çeşitliliği sebebiyle hayli karışıktır.
Bölgede birçok soyguncu, talancı, katil terörist eşkiya grubu olmakla beraber en önemlileri PKK ve Hizbullahtır. Bu örgütlerin taşıdıkları isimlerin içeriği ile hiçbir ilgileri bulunmamaktadır.
Her iki örgüt de güdümleyen güçlerin yönlendirdiği doğrultuda hareket ederek millet varlığımızdan ve vatan bütünlüğümüzden sun'i şekilde ayrı bir milliyet ve devlet koparma için terörü kullanmaktadırlar.
PKK Marksist Leninist ideolojiyi, işçi sınıfını siyasi emelleri için kullanarak sömürme çabası sürdürmüştür.
Hizbullah ayrılık emel ve eylemini, dini sömürüye dayanarak yapmaktadır. Hizbullah başlangıçta silâhlı eyleme geçmemiş, çalışmalarını sessizce sürdürmüştür. Böylece uzun süre gözden ırak kalmayı başarmıştır.
Gerçekte her iki örgütün de insanlığa, Türk milletinin tümüne, rehberi olma iddiasını taşıdıkları bölge halkına hiçbir saygıları, sevgileri, bağlantıları yoktur. İslâm ülküsüne, Allaha, Peygambere, sosyal adalete ve emeğe de saygıları yoktur.
Eşkiyanın kendilerine yatak ve üs olmayı, evlatlârını çeteci olarak vermeyi, haraç vermeyi kabul etmeyen yurttaşlara çevre halkına karşı vahşi uygulamaları çocuk, kadın, ihtiyar ayrımı gözetmeden kurşuna dizmesi, evleri, ağılları ateşe vermesi siyasi emellerinin ve kimliklerinin sahteliğine en canlı delildir. Çevre halkı bu gerçeği bir takım şuursuz entellerimizden ilkesiz, ufuksuz siyasîlerimizden daha erken ve daha net görmüş; bölücü teröre karşı devletin yanında güvenlik güçlerinin safında yer almıştır.
Mehmetçik, ordumuz, güvenlik güçlerimiz Ege'de, Trakya'da, Karadeniz yöresinde, İç Anadolu'da güvenlik operasyonlarında, millî bayramlarda halkımızdan, köylümüzden ne ölçüde sevgi ve destek görüyorlarsa teröristlerin huzurunu ihlâl ettikleri bölgelerde de halktan, köylüden, sokaktaki yurttaştan aynı sevgi ve saygıyı görmüşlerdir.
Bölücü terör örgütleri bölgeyle ilgilenen emperyalist güçlerden büyük destek görmelerine, yaygın yoğun bir propaganda ile haklı bir davanın mazlum savunmacıları gibi gösterilmelerine rağmen hiçbir zaman ruhen ve fikren yabancılaştıkları çevre halkından gönüllü destek görmemişler, kitle tabanı edinmemişlerdir. Bölücü terör ve şekavete [Eşkıyalık, haydutluk.] karşı yurt bütünlüğünü, millet birliğini, yurttaşın huzur ve onurunu savunan güvenlik güçlerinin yanında silâhlı olarak saf tutan korucuların sayısı daima teröristlerin eriştiği sayının on katından fazla olmuştur.
PKK terör örgütü, Doğu ve Güneydoğu Anadolu'da Türkiye Cumhuriyetini uzun yıllar ugraştırmıştır. Silâhlı mücadele inişli çıkışlı bir yol çizmiştir. PKK terör örgütü, silâhlı eylemlere başladığı 15 Ağustos 1984 yılından 1990 yılına kadar önemli bir gelişme sağlamamıştır. Bu arada birkaç kere yok olmakla da karşı karşıya kalmıştır. Devlet yönetimindeki siyasî ekiplerin bariz hata ve ihmalleri, beklenmedik büyük olayların bölgede ortaya çıkmasıyla yok olmaktan kurtulmuştur.
PKK'lı teröristler 1985-1986 yıllarında büyük ölçüde baskı altına alınmışken; Temmuz 1987'de Sıkıyönetimden (OHAL) Olağanüstü Hâl Uygulamasına geçiş teröristlere nefes aldırmış, 1990 yılında ortaya çıkan Körfez Krizi ve arkasından gelen Körfez Savaşı PKK terör örgütünün dış destekle gelişmesinde ve güçlenmesinde çok önemli etken olmuştur. PKK terör örgütü, Körfez Savaşı'ndan sonra bölgede görevli Irak tümenlerinin silâhlarını, malzemelerini bırakıp kaçmalarıyla çok sayıda ağır silâh ve malzemeye sahip olmuştur.
Körfez Savaşı'ndan hemen sonra Nisan 1991'de Kuzey Irak'ta meydana gelen başkaldırmaları bastırmak isteyen Irak askerlerinin önünden kaçan yarım milyondan  fazla Kürt ve Türkmen halkı, Türkiye ve İran sınırlarına dayanmıştır. Soğuk hava koşullarında yapılan büyük göç, bölgede menfaat beklentisi olan güçleri, Birleşmiş Milletler teşkilâtını paravan gibi kullanarak harekete geçirmiş ve bu insanların evlerine geri dönmeleri için 36. enlemin kuzeyine Irak'ın geçişi, Birleşmiş Milletler kararı ile yasaklanmıştır. Bölgeye Çekiç Gücü yerleştirme çabası yetersiz kalmış ve Kuzey Irak otoriteden yoksun bir bölge hâline gelmiştir. Bu durumdan en çok yararlanan PKK terör örgütü olmuştur. Terörist örgüt, Kuzey Irak'ta Türkiye Cumhuriyeti sınırlarının hemen güneyinde kamplarını kurmuş ve yerleşmiştir. Böylece yıllardır düşlediği ve bir türlü gerçekleştiremediği (Devlet denetiminden yoksun, şekavete açık bölge) kendi terminolojilerine göre "kurtarılmış bölgeye" Kuzey Irak'ta kavuşmuştur. Terör örgütü, silâhlarını toparlamış, kamplarını ve depolarını kurmuş, teröristlerin sayısını artırmış, rahat bir eğitim dönemine girmiştir. Hiç ummadığı bir zamanda silâh sayısı, terörist sayısı çok artmış, serbest şekavet bölgesi oluşturmuş ve eğitime başlamıştır. Ayrıca, Sovyetler Birligi'nin çöküşü ve dağılması sırasında pek çok modern Rus silâh ve malzemesi Kuzey Irak pazarlarına düşmüş, ucuz fiyatlarla bu silahlardan ve malzemeden alan PKK terör örgütü, Irak askerlerinin silâhlarıyla birlikte modernleşmiştir. Gelişmiş silâh ve malzemeler sayesinde etkinliği büyük ölçüde artmış, oluşturduğu güçle Kuzey Irak'ta bölgenin en büyük gelir kaynağı uyuşturucu veya beyaz zehir ile silâh kaçakçılığını denetimi altına alınarak zengin olmuştur. Uyuşturucu ticareti sayesinde Avrupa-pazarlarına girmiş, oralarda yandaşlar edinmiş, bürolar açmış, örgütün tanıtım çalışmalarını yapmıştır. Türkiye'nin güvenliğinden sorumlu iktidarın bu gelişmeye seyirci tavrı, ağır bir hata idi.
PKK terör örgütü, bu süreçte çok güçlendiğini ve ordulaştığını sandı. 21 Mart 1992'de, Cizre ve Şırnak'ta "halk hareketine geçiş" denemişinde bulundu. Bölgedeki Silâhlı Kuvvetler ve güvenlik güçlerinin aldığı etkin önlemler ve halkın şuurlu yurtseverliği yüzünden başarılı olamadı. Ekim 1992 sonunda TSK'leri Kuzey Irak'a girdi. Teröristler oldukça fazla kayıp verdiler. Kamplarının bir kısmı yıkıldı. Terör örgütü Kasım 1992'de tek taraflı olarak "ateş kes!" ilân etti. Türkiye'de siyasî iktidar bu dönemde, güvenlik tedbir ve çabalarını azalttı. Bu tutum ağır bir tarihî hata idi. Terör örgütü bundan yararlanarak; eksiklerini giderdi. Hızla gelişti ve büyüdü. Türkiye içindeki pek çok bölgeye yerleşti. Gücünün çok üstüne çıktı. Bu gelişmeler teröristlere fazla güven verdi. Bölgede ordumuzla açıktan savaşabileceğine inandı veya inandırıldı.
25 Mayıs 1993 günü, Elazıg-Bingöl yolunda sivil otobüslerden indirdiği 33 silâhsız eri şehit ederek tekrar saldırıya geçti. Her gece üç-beş karakola baskın yaptı. Halka büyük baskı uyguladı. Yeni bir dönem başladı. PKK'nın ve bu cinayet örgütünü güdümleyen odakların samimiyetsizliğini insanlık duygusundan, halk sevgisinden yoksun olduklarını belirleyen bu tutum geniş yankılar yarattı.
Kıbrıs Barış Harekâtı'nda görev almış değerli bir asker, değerli bir şair ve yazar olan merhum Hüseyin ÇELİKCAN 33 silâhsız Mehmetçiğin bu şekilde katledilmesinden duyulan büyük elemi şehit ailelerinin ve aziz halkımızın duygularına tercüman olarak GİTTİLER şiiriyle anıtlaştırdı.
1993 Ağustosu’ndan itibaren Türkiye Cumhuriyetinin aldığı önlemlerle TSK ve güvenlik güçlerinin gücü artırıldı. Bölge her yönden güçlendirildi. Her tarafta yoğun uygulamalar (operasyon) başlatıldı. Uygulamalar aralıksız ve etkinlikle sürdürüldü. Doğu ve Güneydoğu Anadolu'da ve Kuzey Irak'ta pek çok terörist etkisiz kılındı. Terörist örgütün bütün çabaları boşa çıktı. Nereye gittiyse, ne yaptıysa karşısında Türk Silâhlı Kuvvetlerini ve güvenlik güçlerini, halkın şuurlu yurtsever korucularını buldu. Büyük heveslerinin yerini durgunluk ve korku aldı.
Türk Silâhlı Kuvvetleri, genel klâsik eğitimi aşan, özel eğitim gerektiren çok çetin arazi ve hava koşullarında uzun yıllar PKK terör örgütüyle uğraştı. Başarılı oldu. Terör örgütüne ülke içinde serbest şekavet alanı, kanunsuz bölge veya bölgeler yaratma fırsatı vermedi. Nereye yerleşmeye niyet ettilerse, kısa süre sonra oralarda Mehmetçiğin süngüsüyle karşılaştı. Yaptıkları boşa gitti. Rahat oturamadılar. Mehmetçik Türkiye Cumhuriyeti'nin onuruna yakışır biçimde kışın soğukta, yazın sıcakta; gece, gündüz, yağmur, kar demeden mücadele etti. Çok zor sınavlardan geçti. Teröristleri etkisiz kılmada zor yolu seçti. Çatışmaya girenleri kanı ve canı pahasına etkisizleştirdi. Suçsuzlara asla zarar vermedi. Bölge halkına sevgiyle yaklaştı. Onlara iyi davrandı. Onları teröristlerden korumak için her zaman canını ortaya koydu. Terörle mücadelede zorlu ve doğru yolu seçti. Tereyağından kıl çeker gibi suçluları kovaladı ve buldu. Halkın yanında oldu. Onların sevgi, güven ve desteğini kaybetmedi.
Olayların azalması PKK terör örgütünün gücünün azalması ve umutlarının kırılmasıyla orantılıdır. Terörist örgütün gücünü kaybetmesinde Türk askerinin becerisi ve özverisi büyüktür. [Yasa dışı bir örgütün Kiralık bir cinayet çetesinin silâhlarını bırakarak teslim olmaları hâli dışında "ateş kes" işlem ve eylemleri hukuken yok hükmündedir. Batıldır.]
Aziz milletimiz bu uzun süreçte büyük acılar yaşadı. Dostunu ve düşmanını bir daha tanıma fırsatı buldu. En yakınındaki kapı komşuları teröristlere kucak açtılar. Terörist başı A. Öcalan'ı ülkesinde barındıranlar olduğu gibi, teröristleri kamplarında eğitenler, her türlü silâh desteğini sağlayarak, moral verenler oldu. "Teröre hayır! Ama Türkiye'deki teröre evet!" diyerek ikiyüzlü davrandılar. "Uyuşturucuya hayır!" dediler. Teröristlerin uyuşturucu ticaretine engel olmadılar. Terörün bulaşıcı bir hastalık olduğunu unuttular. Geri tepebileceğini hiç düşünmediler. Bir gün terörün onları da vurabileceğini, canlarını yakabileceğini bilemediler.
Türkiye, bütün bu zorluklara karşı tek başına savaştı. Zor dönemler yaşadı. Bunları birlik ve beraberlik içinde atlatmasını bildi. Öyle ki yakalanıp yargıya verilen teröristleri, "insan hakları" şöyledir. "insan hakları" böyledir deyip, kışkırttılar. Cezaevlerinin teröristler için okul olmasını sağlamaya çalıştılar. Bunda da oldukça başarılı oldular. Önemli günlerde, hassas günlerde bölge halkının arasına girerek, onları kışkırttılar. Bölge belediyelerinin olanaklarından yararlanmada yardımcı oldular. Uluslararası yardım kuruluşlarıyla bölgeye gelip, onları ayağa kaldırdılar. Tam anlamıyla çifte standart uyguladılar. Ancak, Türkiye Cumhuriyeti ve Türk askeri bıkmadan mücadele etti. Kararlı davrandı. Kimseye de ödün vermedi. Bu olaylarda Türk askerinin üstün disiplin anlayışı, inanılmaz derecedeki dayanıklılığı ve sabrının büyük payı vardır. Dünyada çok az asker, 18 aylık askerlik süresinin 14-15 ayını sürekli yağmurda, karda, çamurda ve soğukta, karakolların dışındaki mevzilerde kalarak geçirebilir. Dünyadaki çok az asker, 3.500-4.000 m. yükseklikteki sarp kayalıklarda, derin karda mücadele edebilir. Türk askeri bütün bu zorlukları yenmesini bilmiş, zoru başarmıştır. Türk askerinin böylesine dayanıklılık gösterebileceğine, karlı dağların doruklarında yaz-kış gezebileceğine teröristler inanmamış, böyle hareketleri yapamayacağını sanmışlardı. Mehmetçiği, en olumsuz hava koşullarında dağların doruklarında, başlarında komutanları olduğu hâlde karşılarında görünce şaşırıp kalmışlardır. Çatışmalarda, Türk askerinin başında komutanlarının olmayacağını, askerlerin yalnız kalacaklarını zannetmişlerdi, bu konuda propaganda yapmışlardı, karşılarında her seviyedeki komutanlarını görünce ne yapacaklarını bilememişlerdir. Bu durumları hiç akıllarına getirmemişlerdi. 19 Temmuz 1994 gecesi Cudi Dağı'na sızan kahraman Mehmetçik sabaha karşı teröristleri önüne katıp kovalamaya başlayınca; teröristler, Cudi Dağı'ndan çekilmek zorunda kaldıklarını üst seviyedeki terörist başlarına bildirdiler. Bölge dışındaki terörist başları, kendilerine, oradan çekilmemelerini, askerlerin üzerlerine gelemeyeceklerini, kendilerine hiçbir şey yapamayacaklarını söylemeleri üzerine, Cudi'deki teröristler; "Askerlerin çok cesur ve atılgan olduklarını, her türlü araziyi geçip, üzerlerine futursuzca geldiklerini, yakaladıklarını öldürdüklerini, onların gücü karşısında dayanamadıklarını, kaçmak zorunda olduklarını" belirtmişlerdir. Tekrar, dayanmalarını söylediklerinde: "askerler, hiç de sizlerin anlattığınız gibi korkak değiller, aksine çok cesur hareket ediyorlar, yok olmak istemiyoruz." demişler ve biraz sonra da telsizi kapatmışlardır. 1986 yılı Temmuz ayında Fındık (Şırnak) bölgesinde yapılan bir uygulama sırasında, bölgeye civardan gelen askerlerin arasına girdiğimde; hayretle askerlerin elbiselerinin üzerlerinin terden sırılsıklam olduğunu, elbiselerinin üzerinde 1 cm2'lik dahi kuru bir kesim olmadığını hayretle gördüm. Hastalanacaklarını, hiç olmazsa iç çamaşırlarını değiştirmelerini söyledim. Yan tarafa geçip, iç fanilalarını değiştirirlerken, birkaç askere: "Nasılsın? Buralarda olmaktan pişman mısın?" diye sorduğumda, "Anam beni bugün için doğurdu. Neden pişman olayım? Aksine, böyle bir çatışmada yer alacağım için mutluyum" dediler.
Yine, bölgede olayların en yoğun olduğu 1993 yılı sonunda, Şırnak'ta bir gece çatışma da iki kolunu ve bacağını kaybederek yaralanan gaziyi (S.C.) Diyarbakır Askeri Hastanesinde ziyaret eden devrin Başbakanı Tansu Çiller yaralı eri görünce dayanamadı. Ağlamaya başladı. Başbakanın önünde ağladığını gören kahraman Gazi; "Ağlamayın Sayın Başbakanım! Lütfen ağlamayın! Ben ve arkadaşlarım, siz büyüklerimizin ve milletimizin üzülmemesi, ağlamaması için çarpıştık. Ben, iki kolumu ve iki bacağımı bu vatan ve millet için verdim. Çok mudur? Pek çok arkadaşım canlarını verdiler. İki kol ve iki bacağım milletime helâl olsun! Gerekirse, seve seve canımı da verebilirim. Yeter ki vatan sag olsun! Sizler sag olun ve ağlamayın Sayın Başbakanım!" dedi.
Bu kahraman Gazi, orada bulunanların hepsine, sözleri ve davranışlarıyla hem ders verdi, hem de ağlattı.
Olaylar sırasında, komutanı için kendilerini ölüme atan askerlerin yanında, erleri için kendilerini hiç çekinmeden tehlikeye atan subay, astsubaylar pek çok defa görülmüştür. Bunlardan biri de 3 Mart 1995 günü cereyan eden Teğmen E.K.'nın şehit olduğu olaydır: Teğmen E.K. timleriyle teröristleri izlerken, önlerine Ohi Deresi çıkmıştır. Ohi Deresi çok azgın akıyordu. Etrafta ne var, ne yok, alıp götürüyordu. Etrafındaki yüksek dağlarda karların erimesiyle dere iyice kabarmıştı. Teğmen (E.K.) dereyi nereden geçeceğini düşünürken, birdenbire arkasındaki askerlerin çığlıklarını duydu. Dönüp baktığında, erlerin birinin dereye düştüğünü ve sürüklendiğini gördü. Teğmen (E.K.) tereddüt etmeden dereye atladı. İyi yüzüyordu. Dere çok hızlı akıyor ve soğuktu. Buna rağmen; erini kurtardı. Ancak, çok yorgun düştüğünden kendini kurtaramadı. Erini kıyıya son defa itişiyle, arkadaşları onu çekerken; o sırada gelen azgın bir dalga çok yorgun düşen Teğmeni sürükleyip götürdü. Teğmen erinin hayatını kurtarmak için canını feda etmişti.
8 Mart 1985 günü, Sason'da 3-4 m. yükseklikte karda, güvenlik kuvvetleri PKK'lı teröristleri Helohim mezrasında, Siverek Komando Alayından gelen Komando Takımı erlerinden İ.P. büyük kahramanlık göstermiştir. Derin karda cereyan çatışmada, komando eri İ.P., iki-üç teröristin etkisiz kılınmasında büyük pay sahibi olmuştur. Sağ kalan son terörist, hâkim bir arazide bulunması nedeniyle, bütün arkadaşları için tehlikeli olmaya, onlara ateş yağdırmaya başlamıştı. Bu duruma dayanamayan kahraman komando eri, hızla derin karda bata çıka teröristin bulunduğu yere doğru ilerlemeye başladı. Bütün komutanları bulunduğu yerde karın içine gömülmesini, aksi hâlde vurulabileceğini söylemelerine karşın, o hızla ilerledi. Son teröristi de vurdu. Ama, kendisi de o anda vuruldu. Tanrının rahmetine kavuştu. Şehit oldu. Bu kahramanı oradaki komutanları ve arkadaşları durduramamıştı.
1985-1986 yıllarında alınan başarılarda büyük payı olan P. Yarbay (K.E.) böbreklerinden hasta olmasına rağmen; her zaman timleriyle birlikte dağ başlarında; karda, soğukta, sıcakta, aç, susuz, kalmayı yeğlemiş ve büyük başarılara imzasını atmıştır. Geri dönmesi ve tedavisinin yapılması gerektiği söylendiğinde; "İzin verirseniz, birliğim döndüğünde ben de döneyim. Onları yalnız bırakmak istemiyorum." demiştir. Birliğiyle birlikte her gittiği yerden ses getiren bu kahramanın, her emrini birlikleri de canla başla yerine getirmekte hiç tereddüt etmemişler, birbirleriyle yarışmışlardır.
-Mayıs 1985 başında Fındık (Siirt) bölgesinde görev alan Siirt Komando Bölük Komutanı Üsteğmen (C.Ü.) Fındık bölgesini kasıp kavuran, masum insanları acımasızca öldüren teröristlerin peşlerine düşmüş, izlerini bulmuştu. Ancak çok hastaydı. Boğazının altında simsiyah hörgüç gibi bir şişlik oluşmuştu ve üsteğmen ateşler içindeydi. Kendisinin bu durumda görev yapamayacağını, derhal hastaneye götürülmesi gerektiğini söylediğimde, ellerime sarılarak adeta yalvardı:
"Komutanım, "Y"nin izini buldum. Bütün subay, astsubay ve erlerimle anlaştık, "Y" ve grubunu yakalamaya yemin ettik. Onları yakalayıp, bölge halkını onların elinden kurtaracağım. Beni alırsanız, bu birliğe bir daha dönmek için yüzüm olmaz. Kaçtı derler. De olur Komutanım! Bana üç-dört gün daha izin verin. Ben iyiyim. Bu süre içinde sonuç alamazsam beni alın" dedi.
Bu kahraman sözünü tuttu. Dört gün sonra "Y" ve grubunu Fındık civarında yok ettiler. Bölge halkını onun zulmünden kurtardılar. Üsteğmen C.Ü.'de hastaneye yattı. Dört ay hastahanede kaldıktan sonra doktorların çabalarıyla iyileşti. Görevinin başına tekrar döndü.
-Mart 1995'te, Bitlis bölgesinde yapılan bir operasyon sırasında bölgenin komutanı Tugg. F.B. aniden PKK'li teröristlerin direk ateşiyle karşılaşır. Yere yatar, subaylarına emirler verir ve bir taraftan da ateş gelen yeri gördüğünden ateş etmek ister. Ancak, Jandarma Yüzbaşı R.'ı önünde, kendisini ateşten koruyacak biçimde çömelmiş ateş ederken görür. Komutan J. Yüzbaşı R'ye;
-R. vurulacaksın. "Çabuk yat" diye emir verir. Yüzbaşı R. duymazlıktan gelir ve ateş etmeye devam eder. Komutan tekrar aynı emri sertçe tekrarlayınca, Yüzbaşı R. bir taraftan ateş eder, bir taraftan da şunları söyler:
"Komutanım bu çok ciddî bir çatışma. Kötü yerde yakalandık. Vurulabilirsiniz. Sizin sağ kalmanız ve çatışmayı yönetmeniz çok önemli. Siz vurulursanız burası dağılır. Teröristler sevinir. Onları sevindirmeyelim. Siz emin bir yere geçinceye kadar sizi vücudumla koruyacağım. Ben vurulsam da fazla birşey olmaz. Çatışma sağlıkla sürer. Ayrıca ben gencim. Yaralansam bile çok çabuk iyileşirim." demiş. Komutanını vücuduyla korumaya devam etmiştir.
1992-1993 yıllarında Hakkari'nin Çukurca İlçesine bağlı Üzümlü Jandarma Karakolu, PKK'li teröristlerin öncelikli hedefi olmuş ve arka arkaya birçok kere basılmıştır. Teröristler karakola âdeta nefes aldırmamıştır. Karakol, her baskını teröristlere ağır kayıplar verdirerek geri püskürtmüş, Üzümlü'nün askerlerinin yarattığı kahramanlık yurt çapında yankı bulmuştur. Karakolun gösterdiği kahramanlık yanında, terhis olan askerlerin ortaya koydukları özveri dolu asil davranışlar bölgedeki tüm askerler arasında hayranlıkla karşılanmış ve herkese örnek olmuştur.
O dönemde askerlik 19 aydan 15 aya indirilmiş, terhis işlemleri yüzünden asker sayısı bölgede çok azalmış, karakollardaki askerler yarı yarıya düşmüştü. Yeni gelecek erler de en az bir bir ay sonra gelebileceklerinden alınan bütün önlemler yetersiz kalıyordu ve karakol bir ay kadar yarım mevcutla görev yapacaktı. Teröristler de bu fırsatı yakaladığından erlerin eksik olduğu günlerde daha çok saldırıyorlar ve daha çok şehit ve yaralı verilmesine neden oluyorlardı. Üzümlü Karakolu'nun terhise hak kazanan askerleri kendi aralarında yaptıkları bir toplantıdan sonar karakol komutanına çıkarak, arkadaşlarını bırakıp gitmeyeceklerini, yeni askerler gelinceye kadar onlarla birlikte kalacaklarını söyleyerek büyük bir özveri örneği göstermişlerdir.
Mart 1995'de Türk Silâhlı Kuvvetleri baskın tarzında ve gece sızmasıyla Kuzey Irak'a girdi. Kuzey Irak'taki operasyonlar üç ay kadar sürdü. Bu arada, Mayıs başında Mezi Kerya'da çatışmaya giren B. Komando Birlikleri askerleri teröristlere karşı hızlı ve atılgan hareketler sergiliyordu. Konuşmalar telsizle dinleniyordu. Mezi Kerya'daki terörist başı da durumu kendi üstüne bildiriyor, umutsuz olduklarını sık sık tekrarlıyordu. Onları dinleyen terörist başı, "Sizler mevzidesiniz. Kayaların içindesiniz. Onlar açıkta. Çabuk onları yokedin, işlerini bitirin, onlar kaçıp giderler" demiştir Oradaki teröristin cevabı ise;
"Bunlar çok değişik savaşıyorlar. Acayip tarzları var, çok gözü pek ve fütursuzca saldırıyorlar. Attıklarını da vuruyorlar. Baş edemiyoruz. Burada biraz daha kalırsak, hepimiz yok olacağız" demiştir.
Komandolar kısa sürede bölgeyi denetimleri altına aldılar.
Mücadele böylesine karşılıklı özveriler ve dayanışma olaylarıyla doludur. Yukarıdaki örnekler hemen akla gelenlerdir. Binlerce benzer örnek vardır. Bu nedenle başarıya ulaşılmıştır.
Bu kahraman askerler, bölge halkına karşı sıcak ve hoşgörülü davrandıkları gibi, teröristlerle girdikleri çok şiddetli çatışmalardan sonra teslim olan teröristlerden üşüyenlere ceketini, parkasını; aç olanlara çantasındaki yiyeceğini, matarasındaki suyunu verenler her yerde görüldü. Bu tablolar komutanlar tarafından sıkça izlendi. Çatışmalarda düşmanına karşı amansız mücadele veren Mehmetçik, teslim olan teröristlere karşı hoşgörülü davranmasını ve teröristin katı yüreğini yumuşatmasını, bilmiştir. Mehmetçik Kürdü ayrı görmemiş, her zaman kendinden biri olarak bilmiştir. Düşmanca davranmamıştır. Bölge halkı da Mehmetçiğe yabancı gibi bakmamıştır. Bölge halkıyla Mehmetçik kaynaşmıştır.
Bu yiğit, kahraman askerleri sevgiyle ve saygıyla anıyorum. Hiçbirini unutmadım. Ömrüm boyunca da unutmayacağım. Böylesine dayanıklı, hoşgörülü, bilinçli, disiplinli ve güçlü askeri olan Türk ulusunun sonsuza dek bağımsız yaşayacağına yürekten inanıyorum.

Bu açıklamaları yapmaktaki amacım; Büyük Atatürk'ün kurduğu Türkiye Cumhuriyeti'ni bölmeye, yıkmaya çalışan teröristlere karşı uzun yıllar büyük bir özveriyle mücadele eden, bu uğurda terlerini, kanlarını bolca döken, gerektiğinde en değerli varlıkları, canlarım çekinmeden veren kahraman Mehmetçiğin, subayların, astsubayların, erlerin, uzmanların, polislerin, korucuların ve öğretmenlerin kahramanlıklarını büyük Türk ulusu adına kısmen de olsa ödemektir. Bu kahramanlar, hayatlarının baharında Türkiye Cumhuriyeti'nin birlik ve beraberliği, ülkenin bölünmez bütünlüğü için savaştılar. Kimileri şehit, kimileri gazi oldular. Ama Türkiye Cumhuriyeti'nin onurunu ve bütünlüğünü korudular. Ülkeyi böldürmediler. Göklerde dalgalanan şanlı bayrağı indirtmediler. Türkiye Cumhuriyeti'ne leke sürdürmediler. Onlar, dedelerinin Çanakkale'de, Sakarya'da ve Dumlupınar'da savaştığı gibi kahramanca savaştılar. Dedelerinden hiç farkları yoktu. Bu kahraman şehitleri rahmetle anıyor, gazilerimize acil şifalar diliyorum. Büyük Türk ulusu bu kahramanlıkları asla unutmayacaktır.
(ŞEHİT BABASINDAN)
GİTTİLER
Nurdandır toprağı taşı dediler.
Cennetin otuz üç yaşı dediler.
Eğilmez şüheda başı dediler.
Çiçek çiçek açılarak gittiler.
Ufuklara saçılarak gittiler.
Bin yıllık çınarın dalları gibi,
Soylu arıların ballan gibi,
Sancağın solmayan allan gibi,
Kanlarıyla karılarak gittiler.
Bayraklara sarılarak gittiler.
Yerde güneş gökte dolunaydılar,
Dünyamızdan yıldız yıldız kaydılar.
Yurt için ölmeyi şeref saydılar.
Hudutlara çizilerek gittiler.
Kartal kartal süzülerek gitttiler.
Rahmet iner akan sular durulur.
Bingöl yaylasında otağ kurulur.
Hainlerden birgün hesap sorulur.
Bu gerçeği bile bile gittiler.
Şehit olup güle güle gittiler.
Hüseyin ÇELİKCAN
(Silâhsız, izinli yolcu konumunda şehit edilen 33 yiğidin anısına)
**
"Türklerin Avrupa dengesi için gerekli bir eleman oldukları kesindir.
Türklerin sonsuz nitelikleri, tarihî erdemleri ve yüksek kabiliyetleri unutulmamalıdır."
Beaconsfield
Emekli Tuğgeneral Rıza Bekin: 1925 yılında Doğu Türkistan'ın Hoten kentinde doğdu. Doğu Türkistan Millî Mücahitlerinden Mehmet Emin Buğra'nın yeğeni ve kaynıdır. İlköğretimini Afganistan'da tamamladı, 1938 yılında Atatürk'ün buyruğuyla asker olarak yetiştirilmek üzere Türkiye'ye getirtildi.
1946'da Kara Harp Okulu'nu, 1948'de Topçu Okulu'nu bitirerek Topçu Subayı olarak Türkiye'de göreve başladı. Üsteğmen rütbesindeyken 1950'de l'nci Türk Tugayı Topçu Taburu ile Kore'de savaştı, gazidir.
Almanya'da ve ABD'de çeşitli meslekî kurslarda bulundu, Topçu ve İstihbarat Okullarında öğretmenlik yaptı. 1958-1961 yıllarında Tahran'da Ataşe Yardımcılığında bulundu. 1965'te Kara Harp Akademisi'ni, 1966'da Silâhlı Kuvvetler Akademisi'ni bitirdi. 1973'te Tuğgeneral olarak CEÎ1T0 Kurmay Başkan Yardımcılığı'na atandı. Çeşitli birliklerde Tugay Komutanlığı yaptıktan sonra 1977'de emekliye ayrıldı.
1986 yılında Doğu Türkistan Vakfı Başkanı oldu. 1989-90 yıllarında Birleşmiş Milletler görevlisi olarak Afganistan'da İnsanî Yardım Programı'nda çalıştı. Farsça ve İngilizce bilir, hâlen Doğu Türkistan Vakfı Başkanı ve merkezi Münih'te olan Doğu Türkistan Millî Kurultayı Onur Başkamdir.
Söyleşi tarihi ve yeri: Ağustos 2001, Ankara
Söyleşi yapan: Tuncer Sevinç
Editörün notu: Rıza Bekin Paşa, Atatürk'ün bizzat himayesine alarak yetiştirdiği ve Türk Silâhlı Kuvvetleri saflarına kattığı değerli bir Dış Türk'tür ve dünyaya gözünü açtığı, çocukluğunun geçtiği âna yurdu Doğu Türkistan hâlen Çin'in esareti altındadır. Atatürk'ün Türklük Davası'na nasıl baktığının ve Dünya Türklüğü'ne nasıl yaklaştığının canlı tanığıdır. Bu söyleşi, Atatürk'ü tüm yönleriyle tanımak gayretinde olanlar için önemli ipuçları verecektir kanısındayım.
Çok geç olmadan ne olur Allahım!
Onca ulu ulusumun evlâdı içinden
Bir Ata nasip et yüreği volkan gibi sıcak.
Sözleri gök gürültüsü gibi, gür ve vakur.
Bakışları şimşekler gibi keskin.
Adımlan öylesine kararlı olmalı.

Bir Ata ki doğmalı, zalimleri yok etmeli.
Bir Ata doğmalı MUSTAFA KEMAL gibi.
Her yiğit bir önder, her önder bir Mehmetçik.
Kanı vatan toprağı için yağmur.
Teni bayrak için dikilmiş filiz.
Yüreklerinde ateş, beyninde fikir yoğurulmalı
Bir Ata doğmalı benim TÜRKİSTAN'IMDA.
Ben, 1931-1937 yılları arasındaki Doğu Türkistan İslam Cumhuriyeti'nin  kurulmasında büyük rol oynayan millî mücahit Mehmet Emin Bugra'nın yeğeniyim.
1934 yılına kadar Doğu Türkistan'da kaldım, o zamanlar dokuz yaşındaydım. O yıllarda Doğu Türkistan'ın her tarafında ayaklanma vardı: kuzeyde niyaz Hacı, Aksu tarafında Mahmut Muhittin, Hoten bölgesinde Mehmet Emin Buğra ve kardeşleri büyük mücadeleler verdiler ve İslâm Cumhuriyeti'ni kurdular. Devlet kuruldu ama, Sovyetlerin ve Çinlilerin fitnesiyle, özellikle Çinli Müslümanların etkisiyle büyük bir iç kaynaşma başladı. Sonuç olarak Hoten bölgesinde kuvvetlerimiz mağlûbiyete uğradı.
O kargaşada biz Hindistan'a hicret ettik. Ortalık iyice karışınca, Mehmet Emin Buğra da bizden hemen sonra Doğu Türkistan'ı terk etmek zorunda kaldı. Çünkü Doğu Türkistan Çinliler tarafından fiilen işgal edilmişti. Mehmet Emin Buğra derhal Hindistan'dan Afganistan'a geçti, 1935-36 yılları.
O zaman Afganistan'da Türkiye'nin Büyükelçisi büyük milliyetçi, büyük devlet adamı Memduh Şevket Esendal'dır. Bu insandan da kısaca bahsetmek istiyorum:
Atatürk bu büyük insanı özellikle büyük bir görev için Afganistan'a büyükelçi olarak göndermiştir. Çünkü Doğu Türkistan kaynıyor, yeni bir Türk devletinin kuruluş sancıları var... Hatta kısa süreli de olsa kurulan bu devletin Dışişleri Bakanı olan Kasım Can Hacim Kaşgar'dan kalkıyor Bombay'a geliyor. Gazi Mustafa Kemal Paşa'ya bir telgraf çekiyor. Telgraf şöyle: "Gökbayrak'tan Albayrağa selâm." Telgraf böyle. Hatta Doğu Türkistan bayrağı olarak Gökbayrağın kabul edilişinin Atatürk'ün telkiniyle olduğu söylenir.
Elbette Atatürk Doğu Türkistan'ın özgürlüğü ile yakından ilgileniyordu. Memlekette başkaldırılar başlayınca iki kişiyi gönderiyor; birisi Dr. Mustafa Kentli, diğeri de Dr. Mecdettin Ahmet. Mecdettin Ahmet Özbek ve Taşkent kökenlidir, O da Doğu Türkistan'a gitmiş. Atatürk'ün görevlendirdiği bu insanlar: "Aman devrim önderi komutanlar arasında ihtilâf çıkmasın, birlik ve beraberlik olsun!" diyorlardı Atatürk'ün isteği buydu. Biz bunları sonra öğrendik.
Evet, biz de Kabil'e geldik. Dediğim gibi Buğra derhal Türkiye Büyükelçisi Memduh Şevket Esendal ile irtibat kuruyor. Esendal her hafta Mehmet Emin Buğra ile fikir teatisinde bulunuyor, durum değerlendirmesi yapıyor, çıkardığı sonuçlan da Ankara'ya gönderiyor.
O sıralarda Kabil'de sıkıyönetime benzer bir yönetim vardı; akşam bir yere çıkan kişinin elinde gemici feneri olacak ve tek kişi çıkmayacak gibi. Bunun için her hafta akşam elçiliğe beraber giderdik. Kabil'de Doğu Türkistanlı çok talebe vardı. Meselâ Buğra Hindistan'da okuyan dokuz öğrenciyi Kabil'e getirtmişti. Doğu Türkistanlı çoktu ama ben ona yakındım: kayınbiraderiydim ve aynı zamanda kendisi de halamın oğluydu. Mahmut Şevket Esendal beni kendi oğlu gibi çok severdi.
Esendal Buğra ile daha çok Kabil'de bulunan öğrencilerin geleceğini tartışırdı. Kabil'de ilkokulda, askerî okulda çeşitli Türk boylarından öğrenciler vardı. Burada tarihe hizmet için şunu da anlatmalıyım:
O sıralarda Sovyetler Birliği Hükümeti Afgan Hükümeti'ne bir protesto çekiyor; Sovyetler diyor ki: "Afgan askerî okullarında okuyan Türk kökenli bütün öğrencileri çıkartacaksın!" Afgan Hükümeti de çarnaçar hepsini okuldan çıkarıyor. Bu durum, Esendal tarafından büyük önder Atatürk'e intikal ettiriliyor. Büyük Atatürk Esendal'a: "Derhal oradaki bütün öğrencileri, yol parası verilerek Türkiye'ye gönderiniz! Burada askerî okullara yerleşecekler." diye emir veriyor.
Bu şekilde yirmiye yakın Özbek öğrenci Türkiye'ye gitmeye hazırlanıyor. İşte tam bu sırada bir ilginç gelişme yaşandı. Japon Hükümeti Mehmet Emin Buğra'yı kendi elçiliklerine davet etti. Ben, yine elimde fener, yanında gittim. Hiç unutmadım, o zamanki Japon Büyükelçisi Varavorya idi; yemekler yendi, ben de köşede bir yerde oturuyorum; konu şu: Japonlar, Mehmet Emin Buğra'nın getirdiği dokuz öğrenciyi okutmak için Japonya'ya götürmek istiyorlar. Buğra, Büyükelçi'ye teşekkür ettikten sonra: "Bu öğrenciler için başka bir plânımız var. Bu plân tahakkuk etmezse ancak o zaman bu isteğiniz mümkün olur" dedi.
Plan, öncelikle Türkiye'nin bu çocukları eğitmesidir. Zaten ertesi gün Esendal'ı aradı, mülâkat istedi, gittik, Japonların bu isteğini anlattı. Bunun üzerine Esendal Buğra'ya: "Siz ne dediniz?" dedi. Buğra: "Kesin bir şey söylemedim" dedi. Esendal: "Pekiyi, siz ne düşünüyorsunuz?" dedi. Buğra: "Efendim, Türk Dünyasına hizmet edecek kişilerin ancak Türkiye'de yetişeceğine inanıyorum. Millî terbiye ancak Türkiye'de alınır. Doğu Türkistan'a da ancak Türkiye'de yetişmiş insanlar faydalı olur, eğer lütfederseniz, bu çocukları hemen Türkiye'ye gönderelim, çünkü Japonlar tekrar isteyebilir" dedi. Memduh Şevket hemen Ankara'ya durumu bildirmiş. 10-15 gün geçmedi bizi çağırdı, "Hemen hazırlanın!" dedi. O sırada gidebilecek dört öğrencinin yol parası verilerek Türkiye'ye gönderdi. Niyazi Mehmet diye birisi var, Ömer diye bir çocuk, Sıracettin diye de birisi, bir de ben. Niyazi Mehmet ile ikimiz askerî mektepte okuduk. Sıracettin pek okuyamadı, temelleri yoktu. Onlar sivil okullarda okudu.
Türkiye'ye girişimizde elimizde Afganistan Büyükelçisi Memduh Şevket Esendal'ın bir yazısı vardı. Yazıda: "Hoten Emiri Mehmet Emin Buğra'nın yeğeni Atatürk'ün emriyle Türkiye'de askerî okula kabul edilmiştir. Bu yazıyı gören her Türk, devlet memuru olsun olmasın, yardımcı olacaktır!" diye bilgiler vardı.
Memduh Şevket Esendal bizi yolcu etti, yol paramızı verdi. Önce Basra'ya geldik. Basra'da Türk Konsolosu karşıladı, hepsi haberliymiş. İslahiye'den Adana'ya geldik. Adana'da vilâyette bir gece misafir olacağımızı söylediler, Adana Lisesi'ne gittik. Öğrenciler büyük bir kalabalıkla bizi karşıladı, "Yaşasın Türklük!" diye bağırıyorlardı. Bu öğrencilerin başında Zeki Sofuoğlu vardı, ki hayattadır, Allah uzun ömür versin. Sonra Ankara'ya geldik. Ankara'da elimizdeki kağıdı gösterdik, bizi Genelkurmay'a gönderdiler. Biz, Genelkurmay'a nereden girilir? bilmiyoruz, 13 yaşında çocuklarız. Biz Arslanlı Kapı'dan girdik, nöbetçi amiri olduğunu sonradan öğrendiğimiz birisi karşıladı. Çocukların içinde Anadolu Türkçesi iyi olan bir bendim, nöbetçi amirine "Mareşal Fevzi Çakmak'ı görmeye geldik" dedim. Bizi bir yere oturttular, bir binbaşı yukarı çıktı. Sonra bizi yukarı çıkarttılar, bir odaya girdik; sonradan biliyorum ki Genelkurmay 2'nci Başkanı Asım Gündüz'ün odası imiş. Asım Paşa bizi öptü, "Hoşgeldiniz" dedi, biz de elimizdeki kağıdı verdik. Çay ikram etti. Her şey plânlanmıştı. Çok iyi hatırlıyorum, merhum Lütfi Güvenç Paşa, o zaman kurmay albaydı, Bozkurt Güvenç'in babasıdır, Bozkurt Güvenç'i çocukluğundan tanırım, babası son derece milliyetçi, çalışkan bir kurmay albaydı, o bizi aldı askerî ortaokula gönderdi.
Burada bir konuyu anlatmak istiyorum. Son zamanlarda kasıtlı olarak Atatürk'ün dine karşı olduğu arada bir söyleniyor. Bu bir iftiradır. Bunu tamamen reddediyorum. Onun için anlatmak istiyorum:
Biz geldik. Konya'da Askerî Ortaokula girmek için yola çıktık. Konya istasyonunda bir çavuş bizi aldı, okula teslim etti. 15-20 gün sonra Ramazan Ayı geldi. Atatürk hayatta. Okul Komutanı Kurmay Yarbay Adil Peköz derhal bütün okulu topladı, ramazanı, orucu anlattı, "Farzdır, ama yaşınız küçük" dedi, "Yine de tutmak isteyenler varsa, ayrı yatakhane, ayrı yemekhane hazırladık. Teravih namazına gitmek isteyenler bir çavuş nezaretinde gidecekler. Oruç tutmak isteyenler bu tarafa geçsinler" dedi. Okulun yarısından fazlası oruç tutanlar tarafına geçti. Oruca başladık. Bizi sahura özel olarak kaldırırlardı. Dersimizi hiç aksatmadan ibadetimizi yapıyorduk. Atatürk dine karşı değildi; ben Harp Okulu'nu bitirene kadar hep böyleydi. "Türk Ordusu dine karşıdır" falan diyenler tamamen kasıtlıdır. Bunun iyi bilinmesi gerekir. Ben bunu yaşadım. Eksiği var, fazlası yoktur.
Bir defa, Atatürk Doğu Türkistan'da olanı biteni her an öğreniyordu. Esendal da gerçekten çok iyi bir aydın ve vatanseverdi; bizleri zaman zaman elçiliğe çağırırdı; bir keresinde bizi çağırdığında, elçilikte bayrak çektirdi, sesi de güzeldi, İstiklâl Marşı'nı bizzat söyledi; bize İstiklâl Marşı'nı öğretti, nasıl yazıldığını anlattı. Esendal Uygur lehçesini de bilirdi. Biz, Türkiye'ye geldiğimizde İstiklâl Marşı'nın iki kıtasını biliyorduk, nitekim Adana'ya geldiğimizde öğrencilerle beraber İstiklâl Marşı'nı söylememiz öğrencileri ve dinleyenleri coşturdu. Zaten biz Doğu Türkistan'da da Türklük aşkını yüreğimize diri tutuyorduk. Okulda, Doğu Türkistan'a vaktiyle Türkiye'den gelmiş
Türklerin öğrettiği "Yaşa Mustafa Kemal Paşa, yaşa... Ordumuz etti yemin, titredi haki zemin..." diye marşlar söylerdik. Sadece Atatürk'ümüzün zamanında değil, Türkiye, ta 1913'ten beri Ziya Gökalp, Enver Paşa, Talat Paşa oralara öğretmenler göndermiş, Kaşgar'da Öğretmen Okulu açmışlar, sonra Çinliler kapatmış... Doğu Türkistan fizik bakımdan çok uzak, ama gönüllerde çok yakın...
Sovyet Rusya'dan kaçarak Kaşgar'a gelip yerleşmiş aydın bir kişi, Doğu Türkistan'daki bağımsızlık hareketini Ruslar ve Çinliler ortaklaşa bastırınca, üç çocuğunu Hindistan yoluyla Türkiye'ye gönderiyor. Atatürk'e, "Çocuklarım esirlikte büyümesinler, size emanettir"diye bir mektup yazıyor, bu mektubu en büyük çocuğuna veriyor. Çocuklar Türkiye'ye geldiğinde, Atatürk'ün bizzat Türkistan'dan getirttiği ve çok sevdiği Prof. Dr. Abdülkadir lnan'dan da Türkistan hakkında bilgi alırmış, böyle bir günde bu çocukların geldiğini söylüyor ve mektubu takdim ediyor. Atatürk mektubu görünce, "Derhal çocukları getir!" diyor. Bu çocuklar şunlar: İbrahim Altay, Enver Altay, Nefise Altay. Şimdi bu Enver Altay İstanbul Teknik Üniversitesi'ni bitirmiş, mimar mühendis ve emeklidir. İbrahim Altay da Türk Hava Kurumu'na verilmiş, pilot olmuş, kendisini tanırdım. Kızı tanıyamadım, Nefise ile görüşemedim.
Çocukların Atatürk ile görüşmeleri de ilginçtir. Atatürk o gün Ruşen Eşref gibi Türk kültür ve edebiyatıyla ilgili insanları da davet etmiş. Çocuklar girince Atatürk ayağa kalkıyor, çocukların yanaklarından öpüyor, teker teker bağrına basıyor: o anda Atatürk heyecanlanıyor ve gözleri doluyor. Rahmetli Abdülkadir İnan bunları bana I972'de Erdek'te anlattı. Atatürk çocuklara: "Niçin Doğu Türkistan'da bu mücadele başarılı olmuyor?" diye soruyor. Çocuklardan birisi Uygur lehçesiyle uzun uzun konuşarak anlatıyor. Atatürk'ün dışında herkesin birbirine baktığım anlayan Abdülkadir Hoca Atatürk'e: "Paşa Hazretleri, müsaade ederseniz ben bu konuşmayı tercüme edeyim"diyor. Atatürk, çok sert bir bakışla: "Hoca, bunlar Türkçe konuşmuyor mu? Türkçe'den Türkçe'ye tercüme olmaz!" diyor.
Benim Türkistan kökenli olmam, Türk Ordusu'nda büyük avantajlar elde etmemi sağladı. Talebeyken, öğretmenlerim ve ordudaki üstlerim beni hep sevgiyle karşıladılar. Onların bu duygusu karşısında, her işimi mükemmel yapmanın gayretinde olurdum. Öğrenci arkadaşlarım her tatilde beni evlerine götürürlerdi; bana çok ilgi ve sevgi gösterirlerdi, beni çok severlerdi. Ben Kore Savaşı'na katıldım. Kore'de arkadaşlarım bana şaka yapardı; Çinliler hücum ettiğinde: "Çinliler senin burada olduğunu biliyor, onun için hücum ediyor. Seni teslim edersek, bu hücum durur" diye takılırlardı.
Bakınız Kore bana bir olayı daha hatırlattı. Yıl 1950, ben artık bir subayım. Memduh Şevket Esendal elçilikten ayrılmış, CHP Genel Sekreteri. O benim manevî babam olmuştu. Kore'ye Çin desteğinde hücum edilmiş, Amerikalılar kaçıyor; ilk günlerde Birleşmiş Milletler'in desteği yok. Birleşmiş Milletler destek verince, Türkiye de bir tugay gönderecek. Ben de o Tugay'da görevliyim. Esendal, benim için: "Biz bunu büyük bir hizmet için getirdik. Kore'ye gider de bir şey olur mu?" diye bir hayli düşünmüş; İsmet Paşa ile görüşüyor, Paşa o zaman muhalefet lideri. İsmet Paşa: "Askerdir. Bir maksat için getirmişsiniz; savaş bir asker için laboratuvardır, laboratuvarsız kimyager olmaz. O muhakkak oraya gitmeli. Sağ kalırsa kalır ve çok faydalı olur. Giderse, o da kendi kaderidir."diyor. Esendal bunu bana daha sonra böylece aktarmıştı.
Kore'de, Kunuri dâhil, savaşın her safhasında ateş ve barut içinde bulundum. Topçu atışlarını ve uçakların yönelişini idare ettim. Taburun tercümanlığım da 198 yapardım. Amerikalılar, Amerikan Başkam'nın "Mümtaz Birlik" nişanını verdi. Ben, Kore'ye giderken yolda üsteğmen oldum.
Yine burada ilk defa, hiçbir yerde kaydı olmayan, bizim ceridelerimizde yer almayan, Kore'yle ilgili bir anımı nakletmek istiyorum:
1951 yılında Kore'de, üsteğmen olarak, 25'nci Amerikan Tümeni emrinde Türk Tugayı'nın Topçu Taburu Muhabere Takım Komutanıydım. Türk Tugayı Tümen ihtiyatına alındığı için, Taburumuz da 64'ncü Amerikan Topçu Taburu'nun takviyesine memur edilmişti. Bu sırada Amerikan Tümeni Topçu Komutanı Tuğgeneral Bigman Barth, 64'üncü Topçu Taburu Muhabere Takım Komutanının bölgeden geçici olarak ayrılmak zorunda kalması üzerine, benim, Amerikan Üsteğmeninin görevini beş gün için devralmamı istedi. O gece hazırlandım. Ben, Türk Ordusu'nu temsil ettiğimin bilincinde olarak her şeyi düşündüm, titiz bir hazırlık yaptım. Ertesi gün Jeep'imle görevi devralacağım birliğe gittim. Önce Amerikalı Tabur Komutanı Yarbayı gördüm. Sonra Birlik Astsubayı beni karşıladı, birlikle tanıştım ve bana hazırlanan çadıra yerleştim. Beş gün zevkli bir görev yaptım. Gözlemlerim sonucunda, Amerikalının tasavvur edilemeyecek boyutta disiplin ve morale sahip olduğunu gördüm. Örneğin, hat arızasına giderken dahi ayakkabılarını boyuyorlardı. Bunu şöyle de değerlendirebiliriz: belki de, ben nasıl Türk Ordusu'nu temsil ettiğim bilinciyle hareket ettiysem, onlar da benim şahsımda kendilerini iyi yönde tanıtma gayretinde oldular sanıyorum. Amaçlarına da ulaştılar. Ama Türk Ordusu'nu çok önemsediklerini biliyorum. Ben, bir Amerikan birliğine komuta eden ilk yabancı subayım, başka örneği var mı, bilmiyorum.
Yıllar sonra ben Tuğgenerallikten emekli oldum. 1990 yılında Birleşmiş Milletler Afganistan'a İnsanî yardım programı çerçevesinde bir mayın temizleme ekibi oluşturmuştu. Çünkü yıllar süren iç savaş ve Rus işgali Afganistan'ı mayın tarlasına dönüştürmüş, masum insanların ölümüne sebep oluyordu. Yalnız, BM yetkilileri, bu büyük İnsanî hizmetin başında bir Türk generalinin bulunmasını zamanın başbakanı Turgut Özal'dan istemiş, O da Genelkurmay Başkam'na iletmiş. Orası, benim geçmişim nedeniyle, İngilizce bilmem, mahallî dillere vakıf olmam ve zamanında BM müşterek harekâtlarında, CENTO'da görev yapmam nedenleriyle beni önermiş. Ben, bu ekibin çalışmalarına "baş koordinatör" sıfatıyla komuta ettim. Bu arada Amerikalı Tuğgeneral Jamese Amerikan grubuna beni tanıştırırken "Bu Türk Generali Üsteğmen iken bir Amerikan birliğine, kısa süreli de olsa, başarı ile komuta etmiş tek yabancı subaydır" dedi. Şaşırdım: beraber çalıştıkları kişileri unutmamaları, kayıtlara geçirmeleri, hafızalarını daima canlı tutmaları beni şaşırttı.
Gene Kore'yle ilgili ibret olabilecek bir anımı ve tespitimi nakletmek istiyorum:
Propagandanın kendisi başlı başına bir silâhtır; Kore Savaşları'nda taraflarca bolca ve özenle kullanılmıştır. Bu propaganda harbi, radyo ve telsizlerle yapıldığı gibi, top ve havanlarla atılan propaganda mermileri ile de karşılıklı olarak sürerdi. Ben, bir istihbaratçı olarak, bu savaş türü ile çok ilgilendim. Radyo ve telsizlerden, bazen, güzel bir Türkçe ile yapılan konuşmaları dinlerdik. Bu konuşmalar, “Savaşı bırakın, bize teslim olun! Köyünüze, sevdiklerinize, Ayşe'ye, Fatma'ya kavuşmak isterseniz, teslim olun! Sizi Anadolu'ya kavuşturacak en kısa yol Pekin'den geçer!" gibi konuşmalardı, nazım Hikmet'e ait olduğu bilinen şu şiiri de hatırlıyorum:
Ankara Şehrinde kurdular pazar,
Ankara Şehrinde sattılar bizi.
Türk Dünyası'nın geniş bir bölümü Çin'in ve bir bölümü de Rusların işgal ve esaretinde iken, ideolojik propaganda sonucu robot ajan hâline getirilen bu bahtsız, yani Nazım Hikmet, Mehmetlerimizi Çinlilere teslim olmaya davet ediyordu. Bunu yazan, kaybedilmiş bir Türk idi. Hatırlıyorum, bir şiirinin sonu da şöyle bitiyordu:
Bilmeyen var mı?
Yaktınız ekinleri, şehirleri uçurdunuz.
Ve onların en ucuz ölüm aleti şendin,
Ahmet, vebalı farelerinden de ucuz.
Kore'de yağmur mu yağıyor?
Dinecek.
Ya defolup gideceksiniz, ya denize dökecekler sizi.
“he halt edeyim?" deme sakın
Ahmet, teslim ol. haneni, köyünü,
memleketini seviyorsan şu kadarcık, teslim ol.
Haneni,
köyünü,
memleketini,
seni celebe satanlara
söylenecek bir çift sözün varsa Ahmet,
teslim ol.
Yitirmedinse insanlığını,
Çoluk, çocuk naşıyla dolu bir çukurda,
teslim ol.
Biz Türkler yiğidizdir.
Yiğitliğin zerresi kaldıysa sende
teslim ol.
Teslim ol ananın başı için.
Teslim ol Türk halkı adına.
Ahmet kardeşim, kardeşlerine teslim ol.
Genelkurmayın hizmete özel bir yayınında bu şiire atıfta bulunarak düşman güçler güdümündeki yıkıcı propagandaya ve bu virüsü kapan hasta yurttaşlara örnek göstermişti.
Bu elem verici ibret alınması gerekli olayı şunun için hatırlatıyorum. Ordumuzu milletimizi ideolojik, psikolojik propaganda ve baskı ile yanıltma çözme, dünya kamuoyunda devletimizi milletimizi kusurlu gösterme, karalama yeni bir hadise değildir.
Günümüzde bu bedbahtı haksız yere cezalandırılmış, eşsiz bir yurtsever gösterme gayreti içinde bulunanlar sadece cehalet ve gafletle tavsif edilemeyecek ağır bir vebal altındadırlar.
Şanlı ordumuzdan emekli olunca Başbakanlıkta dokuz sene uzman olarak çalıştım. Bizim Doğu Türkistan Derneği’nin başında İsa Yusuf Alptekin vardı, bir hayli yaşlanmıştı. Hemşehriler, özellikle Suudi Arabistan'daki hemşehriler, bana bir görev vermek istediler. Oradaki kardeşlerimizden Mehmet Emin İslami adlı kardeşimiz, oradaki Doğu Türkistanlılar adına, "Vatan hizmetiniz bitmiştir. Artık ana vatan (Doğu Türkistan) hizmetine dönmenizi istiyoruz. Çünkü büyük Mustafa Kemal sizi Türkiye'ye 'Doğu Türkistan'a hizmet' etsin diye getirmiş; şimdi sırasıdır. Doğu Türkistan Vakfı'nı kurup, Doğu Türkistanlıları bir araya getiriniz" diye bir mektup gönderdi. Bunun üzerine 1986'da Doğu Türkistan Vakfı'nı kurduk. Aslında bu Vakıf, büyük mücahit İsa Yusuf Alptekin zamanında, 1978'de kurulmuş, fakat faaliyet gösterememiş.
Dünya'da, Türk tarihini, Türk psikolojisini Çinlilerden daha iyi bilen yoktur. Çin'de uzun süre iktidar mevkisinde bulunan Türk hanedanları ve toplumları var. Yönetim dönemlerinde Çinlilerin bugün sergiledikleri gibi assimilasyoncu olmadıkları sabit. Çok iyi tanıyorlar bizi. Bizim kendileri için ileride "baş ağrısı" olabileceğimizi düşünüyorlar. Türk Dünyası'nı takip ediyorlar; evet, Çin'de 30 milyon Uygur Türkü var ama, Türkler sadece o kadar değil, 250 milyonluk bir kitle söz konusu. Diğer taraftan, bir milyarı aşan nüfusuyla Çin homojen de değildir. Kendi durumlarını da biliyorlar, Türkün büyük güç olarak neler yapabileceğini de biliyorlar. Çin'in gelişmesi için, güçlenmesi için tek engel olarak Türk'ü görüyorlar. Dikkat bu yüzden. Türk Dünyası yanına Rusya ve Amerika'yı da alırsa, nüfusuna rağmen Çin'in güç falan olamayacağını çok iyi biliyorlar.
Diğer taraftan Doğu Türkistan, Çin için hayat memat meselesidir. Doğu Türkistan'daki yeraltı, yerüstü zenginlikleri bol. Çin, kaynaklarının yüzde ellisini Doğu Türkistan'dan elde ediyor. Doğu Türkistan Çin'in altıda biri, fakat zenginlik bakımından Çin'in yarısından fazla kaynağa sahip; Arabistan petrollerinden fazlasının Doğu Türkistan'da olduğu Hollandalı araştırmacıların ifadesidir.
1759'da Çin, Doğu Türkistan'ı ele geçirmiş; o tarihten beri oradaki Türkleri assimile etmeye, yok etmeye çalışmaktadırlar. Ama başaramadılar, aksine nefret doğmuş. Meselâ ben, yedi yaşındayken yaşananlardan, gördüklerinden duyduklarından doğan acı ile annem bana şunu söylerdi: "Bir Çinli görürsen, tükür ve arkanı dön!" Çinliler buna alınmasın, ama, takdir edilir ki, istilâya uğramış bir milletin tepkisidir bu.
Çinliler eski bir millettir, eski bir medeniyetin sahibidirler; bir milyarı aşkın nüfusları var. Bin yıla yakın süre, Türkler ile Çinliler barış içinde komşuluğu sürdürmüşlerdir. Ortak kültür, ortak medeniyet değerlerimiz var. Budizm, Doğu Türkistan üzerinden Çin'e gitmiş. Ama, şimdiki durum çok farklı. Çin, bir istilâcı gibi davranıyor. Oysa 1982 Çin Anayasası Doğu Türkistan'a özerklik hakkı vermiş. Fakat tatbikatta bu yok. Anayasa hükümleri tam olarak uygulanırsa, oradaki hiçbir Türk hiçbir Çinliye kötü gözle bakmaz, kardeşçe yaşanır gider. Böyle olması lâzım, ama olmuyor. Bana birkaç ay evvel Fransız gazeteci geldi. Konuşurken, "Doğu Türkistan'daki insan hakları ihlâlleri neler?" dedi. Ben o bayan gazeteciye: "DOĞU TÜRKİSTAN'DA İNSAN HAKKI YOK Kİ, İHLÂLLERİ OLSUN." dedim. Doğru olan bu. Tayvanlıların gazetesi. Doğu Türkistan'ı, "ATOM BOMBASIYLA KÜRTAJ BIÇAĞI ARASINDA KALAN ÜLKE" diye tarif ediyor. Bu, gerçeği anlatıyor. Hem de acı gerçeği...
Geçen gün Kaşgar'dan birisi geldi. Doğu Türkistan'ın çoğunu Çinli kaplamış; zulüm had safhada. Ben sordum: "Urumçi ile Kaşgar arasında tren yolu yapılmış, nasıl rahat gidip gelebiliyor musunuz?" diye. Bana, "Ne rahatı!" dedi, "Bir hafta evvelden bilet alıyoruz, yer numaramıza oturuyoruz; biraz sonra bir Çinli geliyor, bizi kaldırıyor kendisi oturuyor. Biz de üç gün ayakta gidiyoruz." Yani geçenlerde gelen bir haber bu...
Bu hâlde de yine Türklerden çekiniyorlar. Çinliler, dört yıl çalışarak bir kitap yayınladılar: "Pantürkizm'in ve Panislâmizm'in Zehirinden Ülkeyi Nasıl Kurtarırız?" adında. İçinde neler yok ki: Türk tarihi tamamen tahrif edilmiş. Türk diye bir milletin olmadığından söz ediliyor. "Türkler uydurma bir millettir" deniliyor. "Katliam yapmışlardır" deniliyor. "Anadolu'ya gitmişler, Kürtleri, Ermenileri, Rumları öldürerek soylarını yok etmişler" deniliyor. Millet denilmiyor, âdeta bir güruhtan bahsediliyor. Bu kitabı kendi yöneticileri için, gizli olarak hazırlamışlar, fakat bizim elimizdedir.
Çinin bu yollara hiç tevessül etmemesi lazım, koca bir ülke... Burada, Doğu Türkistan'da bir millet vardır; Uygur, Kazak, Kırgız'dan müteşekkil. Buranın adı "Sincian" değil, "Doğu Türkistan'dır dese, bizzat Çin, uluslar arasında saygı kazanır, biz de hürmetle karşılarız.
Türkiye'nin içinde bulunduğu durumu şöyle değerlendirebilirim: Türkiye'nin jeopolitik durumu, bu arada bizim "Adriyatik'ten Çin Şeddine kadar bir Türk Dünyasından" bahsetmemiz, ki bu tamamen gerçeğin ifadesidir, büyük devletleri ürküttü. Çünkü buralar, dünyanın en zengin stratejik ham maddelerinin bulunduğu bölgeydi. Siyasî birlik olmasa dahi, kültürel, sosyal, ekonomik boyutta beş yeni Türk Cumhuriyetinin oluşması ve buna bağlı olarak Doğu Türkistan'ın da gündeme gelebilme ihtimali tüm çıkarı olan devletleri rahatsız etti. Türkiye bu oluşumun, nüfus bakımından ve bin yıllık devlet tecrübesi bakımından, lideri olarak görünüyordu. Ben, PKK terör örgütünün bu lideri hastalandırmak için icat edildiği kanısındayım. Ben Dış Türklerle her coğrafyada beraber oldum; hiç kimse PKK'yı haklı görmedi ve lanetledi. Şimdi sindirilmiş gibi görünen terör örgütü hiçbir zaman söndürülmeyecek, Türkiye'nin güçlü olmasını istemeyen devletler bunun üzerinden desteğini çekmeyecek; siyaseten hedeflerine ulaşamadıkları takdirde tekrar ortaya sürecekler kanaatindeyim.
Türkiye'nin geleceğini iyi görüyorum. Olanlar gelip geçici. Siyasîlerimiz de yavaş yavaş olanların farkına varıyor, daha bilinçleniyor. Biz, Sovyetlerin çöküşüne hazır değildik. Atatürk, 1933'te hazır olmamızı istedi. Ama biz unuttuk veya unutturulduk veya Atatürk'ü anlamaktan uzaktık...
Avrasya Türk Dünyasının büyük bölümü, sadece 70 yıl değil, 200 yıldır esaret altında. Bugün o coğrafyanın insanı hâlâ kültürünün, kimliğinin farkındaysa bu büyük bir olay. Sovyet çöktü, sözde çekildi, fakat sosyal, kültürel, ekonomik hayatın hiçbir alanında Türklerin tecrübesi yoktu ve idare yine Ruslarda oldu. Ama şimdi yavaş yavaş öğreniyorlar. Türkiye'nin eğitim olarak büyük katkısı var. Örneğin: Ben oralara gittiğimde, Anadolu Türk Lehçesini tercümansız anlamayanlar şimdi benimle vasıtasız anlaşıyorlar. Bizim şunu kabullendirmemiz lazım: müşterek Alfabe bu açığı süratle kapatacaktır.
Şunu da söyleyeyim: "Türkiye'nin her sorunu tüm Türk Dünyası'nın sorunu olarak görüldüğü takdirde, beraber çözüm arandığı takdirde sonumuz güzel olacaktır."
**
"İnsanları yükselten iki büyük üstünlük vardır:
Erkeğin cesur, kadının iffetli olması.
Bu iki üstünlüğün yanında bir üstünlük daha vardır,
vatana her şeyi feda edecek kadar bağlı olmak.
Bunlar büyük kahramanlığı, elem ve kedere karşı koymayı doğurur.
İşte, Türkler bu çeşit kahramanlardır.
Türkler öldürülebilirler, fakat yenilgiye uğratılamazlar."
Napoleon
**
 “Kendi milletine karşı bu kadar dürüst ve cömert olan Müslüman Türkler, hangi din ve mezhebe bağlı olursa olsun aynı dürüstlüğü yabancılara karşı da yapar ve yerine getirirler. Bu noktada Müslümanla Müslüman olmayan arasında hiçbir fark gözetmezler."
Monradgea d'Ohsson
Hazım Dündar Sayılan:
1920 Bursa doğumlu. 1941 Hara Harp Okulu mezunu. Yüzbaşı rütbesinde Kore Harbine gönüllü olarak gitti, orada 1951 yılında yaralandı, Japonya'da tedavi gördü. 1960'da Çalışma Bakanlığında İş Müfettişi oldu, Araştırma Kurulunda çalıştı, Eğitim Dairesi Başkanlığı yaptı ve müteakiben Bakanlık temsilcisi olarak DPT de görev aldı, burası 1964 yılında "insan Gücü ve Eğitimi" konusunda Amerika'ya gönderdi.
1969 yılında kendi isteği ile emekli oldu. Sonra beş yıl süreyle sırasıyla TES-İŞ Federasyonu Eğitim Müdürlüğü, bir şirketin Ankara temsilciliği, bir AŞ. 'nin genel müdürlüğü görevlerini yürüttü ve bir müddet Genelkurmay Askeri Tarih ve Stratejik Etüt Başkanlığı'nda çalıştı.
Genelkurmay Başkanlığı ve Kültür Bakanlığınca yayınlanan kitapları, çeşitli gazete ve dergilerde yazıları, film senaryoları ve tiyatro eserleri bulunmaktadır.
Söyleşi tarihi ve yeri: Ekim 2001, Ankara
Söyleşi yapan: Tuncer Sevinç, Leman Alp, Vicdan Ersoy, Mevhibe Solak
Bir onlar var; göz veriyor,
El, kol, bacak, diz veriyor,
"Vatan" diyor aslanlarım.
Fidan ömrü özveriyor.
Vicdan Ersoy
Ben Kore Savaşları'nda bulundum. Özgeçmişimde de görüleceği gibi Türk Silâhlı Kuvvetleri'nde uzun süreli şerefle yad edeceğim birçok görevde bulundum. Görevimiz harp etmek olduğu için, sevk ve idare edeceğimiz, gerektiğinde tereddütsüz ölüme
Vicdan Ersoy süreceğimiz Mehmetçiği bütün yönleriyle tanımak gayretinde oldum, iyi tanıyanlardan biri olduğumu da söyleyebilirim.
Mehmetçiğin özellikleri sonradan kazanılan şeylerden değildir. Çanakkale'de, İstiklâl Savaşı'nda ne ise Kore'de de oydu, terörle mücadelede de öyleydi. Mehmetçiği ve komutanlarını milletin gözünden düşürecek maksatlı yayınların arttığı bu günlerde Mehmetçikle ilgili tespit ve anılarımı anlatmam benim için bir görevdir.
2. Dünya Harbi'nin galipleri, büyük harbin yorgunluğu üzerlerinden henüz geçmeden kendilerini tekrar Kore'de savaş alanında bulmuşlardı. Herhâlde bu sebeple olacak ki, Türk Tugayı Kore'de ilgiyle karşılanmadı. Öyle ya, savaş deneyimi olmayan, yeni silâhları tanımayan Türkler, en deneyimli ve güçlü askerlerin yanında savaşacaklardı. Taegu'daki Türk Tugayı ile ilgilenen görevli Amerikalı subaylar: "Düşmanla uğraşmamız yetmiyormuş gibi, bir de sizlerle mi uğraşacağız?" der gibiydiler. Haklıydılar: Elimizdeki silâhlar 1. Dünya Harbi'nden kalmaydı. Türk subayı oradaki silâh ve harp gereçlerinin çoğunu ilk kez görüyordu.
Okuma yazma oranının % 45 olması da endişe yaratıyordu. Türk askerinin eğitilmesi ve kısa zamanda harbe hazırlanması önemli bir sorun gibiydi.
Gelince, Taegu'da askerimizin elindeki tüfekler alınmış, yerine filinta verilmişti. Filintaların kendileri gibi süngüleri de kısaydı. Tugay, yeni silâh ve malzemelerle intibak eğitimi yapıyordu. Böyle bir eğitimde, Amerikalı üst subaylardan biri askerimize şöyle bir soru sordu: "Bu tüfek kısa, süngüsü de kısa; düşmana nasıl ulaşacaksın?" Mehmetçiğin yanıtı kısa oldu: "Ben de bir adım fazla atarım."
Bu, sorunlara çözümde Mehmetçiğin üstün üreticiliğinin en çarpıcı örneğiydi ve ancak komutanlara has bir düşünce kabiliyetiydi. Aynen de öyle oldu ve harbin sonuna kadar Mehmetçik hep bir adım fazla attı.
Türk Tugayı, Kore'ye ayak bastığından ateşkes anlaşmasına kadar, muharebenin hep can alıcı bölgelerinde görevlendirilmiştir. Mehmetçiğin üç yıl içinde kazandığı 14 savaştan dördü Kore Harbi'nin kaderini ve seyrini değiştirmiş, Birleşmiş Milletler Kuvvetlerinin de onurunu korumuştur.
Kunuri'de dört tarafı on misli kuvvetle (8'nci Ordu Komutanı'nın deyimiyle, altı tümenle) çevrilen Tugayımız, çemberi yardığı gibi, Birleşmiş Milletler Ordusunu da imha olmaktan kurtarmıştır; tarih bunun bir örneğini daha yazmamıştır.
Kunuri Savaşı'ndan sonra gemilere binerek Kore'yi terk etme çabasına giren Birleşmiş Milletler kuvvetleri, Kumyongjong-ni'ye yaptığımız taarruzlarımızla yenilmez olarak tanımlanan düşmanı mağlûp edip, savaşın seyrini ikinci kez değiştirdiğimiz zaman, gemiler sevinçle boşaltılmış ve hayretler içinde onlar da harekâtımıza katılmışlardır. Bu zaferin sonucunda Amerikan Kongresi'nin kararıyla Tugayımıza "Mümtaz Birlik" nişanı verildi. Tegyevon-ni savunmasıyla başkent Seul'ü kurtardık.
Ateşkes anlaşmasını sağlayan Wegas Muharebelerimizle de hiçbir yabancı birliğe verilmemiş olan Mümtaz Birlik Mişam'nı ikinci kez kazanmış olduk.
Kumyongjong-ni Zaferi'nden sonra Türk askerini kutlamak için 13 Şubat 1951 günü uçağıyla Japonya'dan gelen Başkomutan General Mac Arthur, Tugayımızı ziyaretinde şöyle demiştir: “Sizleri görmekten memnunum. Japonya'da siz Türklere, herkes. Kahramanlar Kahramanı diyor. Kunuri'de 8'nci Orduyu kurtaran, Kumyongjong- ni'de düşmanı mağlûp ve perişan eden Türkler, kahramanlar kahramanıdır. Türk Tugayı için yok yoktur."
Mart 1951 sonlarında taarruz ve hücum günlük olaylardandı, taarruzlarımızı aralıksız sürdürüyoruz, verilen taarruz hedeflerine günü gününe ulaşılıyor. Düşman kuvvetli artçı desteğiyle geri çekiliyordu.
24 Mart günü 5'nci Bölük Komutanı Üsteğmen Hasan Basri Günalp gönüllü olarak takımıyla 540 rakımlı Tepeden hareket edip, bazı tepeleri aştıktan sonra 639 rakımlı Tepeyi kısa sürede tırmanıp, düşmanla hücum mesafesine kadar ilerlemişti. 2'nci Tabur Karargâhında bulunanlarla birlikte ben de Günalp Takımının taarruzunu heyecanla izlemeye başladık; Takım düşmana çok yaklaştığı için ateş desteği yapılamıyordu.
Birden "Allah! Allah!" sesleri duyuldu. "Allah" sesleriyle birlikte takımın hücuma kalkması gerekli iken, takım erlerinden hiçbir kımıldama olmamıştı. Hemen arkasından düşmanın attığı el bombaları ortalığı duman içinde bırakmıştı.
Bombaların etkisi geçtikten sonra Takım biraz ilerdeki sütreye sıçradı ve tam siper yaptı. Tekrar: "Allah! Allah!" sesleri bütün tepeyi sarmıştı. Fakat, Takım olduğu yerde duruyordu. Üsteğmen Günalp yeni bir taktik uyguluyordu. Bir anda yine düşmanın el bombalarının gürültüsü duyuldu.
Bombaların etkisi geçtikten sonra, Takım Komutanının bize kadar ulaşan gür sesi duyuldu: "Hiç kimse benden geri kalmayacak!" Sonra yine: "Allah! Allah!" sesleriyle Takım hücuma kalktı. Güçlü, aman vermeyen bir boğuşma seyrediyorduk. Sonunda, kaçamayanlar süngüden geçiriliyor; kollarını kaldıranlara dokunulmadan geriye toplu hâlde gönderiliyordu.
Başlangıçtaki küçük duraklamalar düşmanı yanıltmış, el bombaları etkisiz kılınarak, kayıp vermeden düşman mevzilerinin içine atlanmıştı. Bir bölüğün ancak yapabileceği işi, Üsteğmen Günalp, takımıyla kısa sürede, kayıp vermeden yapmıştı.
Türk askerinin İnsanî özellikleri burada da ortaya çıkmıştı. Geri çekilmek bir birliğin en zayıf anı idi. Çünkü, savunmasız kalıyordu. Ayrıca karşı atışlar birliği kırıp, geçiriyordu, nitekim, Türk süngüsünden kurtulanlar, eger teslim olmamış, kaçıyorlarsa, piyade, sonra da topçu atışlarıyla çok kayıp veriyorlardı.
Mehmetçik, kollarını havaya kaldıranlara dokunmuyor, ayrıca sigara, şeker veya çikolata ikram ediyordu. Tutsakları sorgulamadan önce karınlarını doyurmadan geriye göndermiyordu. Bir iki dakika önce ölüm kalım savaşı veren Mehmetçik, teslim olanların sırtını sıvazlıyor, hemen dost olabiliyordu. Bu dostluğa, bu yakınlığa bir anlam veren ve anlayan bir tek tutsağa dahi rastlamadım. Düşmanın dostluktan anlaması veya anlamaması Mehmetçiğin umurunda bile değildi. O, silâhsız bir insanın kendisiyle dost ve arkadaş olabileceğine inanıyor ve bu inancı hiçbir şekilde eksilmiyordu.
Türklerin süngü savaşı oldukça meşhur olmuştu. Bir İngiliz gazetesi şöyle yazıyordu. "Kore'de Türkler süngünün konserve açacağı olmadığını gösterdiler."
Türk Tugayı Kore'de bir kahramanlık yarışı da başlattı. ABD gazeteleri "Kore'de en iyi savaşanlar Türkler ve Amerikalılar" derken, İngiliz gazeteleri de "Kore'de en iyi savaşanlar Türkler ve İngilizler" diye yazıyordu. Türk askerinin yeni adı "Bir Numara- Number One" idi, öyle diyorlardı.
Bunlar bizim yaşadıklarımız. Bir de yabancı ağzından duyalım isterseniz; Koreli bir asker anlatmıştı tanık olduğu bir süngü muharebesini. Şöyle diyordu:
"Yakınımdaki askerler bir komutla süngü taktılar. Türk askerine, kahraman anlamında Mehmetçik dendiğini öğrenmiştim. Mehmetçikler, boyunlarından, koyunlarından küçük bir paketi, sanki sözleşmişler gibi, çıkarıp öpüyorlar, sonra da başlarına götürüyorlardı. Bu hareketi birkaç kez tekrarlıyorlar, tekrar koyunlarına koyuyorlardı. Sonradan öğrendim ki: öptükleri o küçük paket, İslâmın büyük kitabı Kuran'mış.
Çinliler 20-25 metreye kadar yaklaşmışlardı; Türk Komutanın sesi yükseldi, bütün askerler aynı anda bombalarını attılar. Ortalık karıştı, Çinliler durakladı. Bombanın etkisi geçer geçmez Türkler "Allah! Allah!" sesleriyle öyle bir hücuma geçti ki, bu hücumdan ancak kaçanlar kurtuldu.
Bu başarının sırrı neydi? Bu yumuşak başlı insanlar, nasıl oluyor da kükreyen aslanlar gibi savaşıyorlardı? Bunu anlamak için epeyi gözlem yaptım.
Bir kere Türk Subayının hücumda geri kaldığını hiç görmedim. Hatta, ileriye fırlayıp tek başına düşmana saldıran subayları da gördüm. İşte o zaman askerler komutanlarını korumak için onun daha ilerisine atılıyorlardı.
Bir diğer husus da, "Allah! Allah!" naralarıyla derhal savaş alanlarını tesirleri altına alıyorlardı. Geri çekilmeyi, "Allah!" deyip, ileri atılamayacağından, sevmiyorlardı. İşte sır burada çözülüyordu."
Şahsen beni çok duygulandıran iki anımı da anlatmadan geçemeyeceğim.
6 Kasım 1951, Amerikanın Sesi Radyosu'ndan bir ekip Tugayımıza gelip, bizlerle mülâkat yapacaktı. Bu maksatla, seçkin askerlerden bir manga, daha doğrusu bir Kahramanlar Mangası teşkil edilmesi isteniyordu. Manganın teşkili, zamanında mülâkat yerine götürülmesi ve mülakatın herhangi bir aksaklığa mahal verilmeden sağlanması görevi Generalimiz tarafından bana verilmişti. Fakat, istenen mangayı toparlayamıyorduk, "Kahraman" lâfı işi karıştırıyordu. Herhangi bir on kişi denseydi, iş kolaydı. Ama, 4500 kahraman arasından bu seçimi yapmak imkânsız gibiydi. Bazı bölükler, ayırım yapamadıkları için, istenen kahramanı gönderemediler. Gecikme olunca, komutanımız General Tahsin Yazıcı beni telefonla aradı: "Evlâtlarım hazır mı Yüzbaşım!" diyordu.
Sonunda onları toparladım: bir çavuş, iki onbaşı, yedi er. Banyo yaptılar, tıraş oldular, temiz elbiselerini giydiler... Görevlerini anlattım: aynı sözler, aynı konu  tekrarlanmayacak, hepsinin konuşması anlamlı bir metin ortaya çıkaracaktı; provasını yaptık.
Mülâkat yerinde gerekli merasimler yapıldıktan sonra, ben, mikrofonu ilk olarak çavuşa verdim. O çavuş, erler tarafından ittifakla en kahramanları olarak seçilmişti.
Ses mandalı açılmış, hepimiz konuşmasını bekliyorduk. Fakat, Çavuşun ağzından tek bir kelime çıkmıyordu; sapsarı olmuş, titriyor, parmaklarını yumruk yapmış sıkıp duruyordu. Çaresiz mikrofonu ondan sonraki onbaşıya verdim, diğerleri aksaksız konuştular. Onu da sıhhiye çadırına gönderdim, durumuna bir anlam verememiştik.
Konuşmalar bitti, konuklar ağırlanmak üzere büfeye hareketlendi, ben de sıhhiye çadırına koştum, Çavuşu merak ediyordum.
Çavuşumun başı eğik, yüzüme bakamıyordu. Ufak tefek, masum, anlamlı ve temiz bir yüzü vardı. Böyle birisinin Kahramanlar Kahramanı olacağı kimsenin hatırından dahi geçmezdi.
"Geçmiş olsun Çavuşum. Senin hiçbir şeyden korkmadığını bütün Tugay biliyor.
Fakat, neden mikrofonun karşısında yıldın?" dedim.
Önce sessizce beni dinledi, yavaş yavaş başını kaldırdı, bakışları hâlâ ürkek. Belli belirsiz silkindi, uzakta birilerine muhabbetle bakıyor gibiydi. Sonra tekrar bizi fark etti ve yutkunarak konuşmaya başladı: "Komutanım; beni buraya kahraman olarak gönderdiler. Ben kahraman değilim, gördüğünüz gibi korkağın birisiyim."
Başını yere eğmişti. İçini çekerek devam etti: "İlk mangam ilk hücumda yarı yarıya eridi, hemen takviye ettiler. İkinci mangamla yaptığım hücumda dört şehit, üç yaralı verdik; ben yine sağ kalmıştım. Komutan olduğum için en önde hücuma kalkarım, bana kurşun işlemedi. Asıl kahramanlar şehitlik katına erişenlerdir, onlar hep beni korudular. İşte o kahramanların huzurunda kahraman tanınıp, konuşamadım; onların mertebesine erişemedim."
Durdu, derin bir nefes aldı. Göz pınarlarından taşan yaşlara engel olamadı, yüzünden aşağı kayıp durdu. Konuşmasını şöyle tamamladı: "Şimdi, üçüncü olarak yenilenen mangaya komuta ediyorum. Gözlerim hepsinin üstünde, hepsini canımdan çok seviyorum. Onlara bir şey olursa, bu sefer kahrımdan ölürüm... Sizleri utandırdım, hem de yabancıların yanında. Kendimi affedemiyorum."
Artık kendini tutamıyordu, hıçkırarak ağlıyordu. Kahramanlar Mangası'nın komutanı ağlıyordu. Eğilip alnından, o ıslak yanaklarından öptüm, kucaklayıp bağrıma bastım. Neden sonra, çok sonra ancak teskin edebildim. İsimlerini kaydettiğim notları bulamadım, kaybolmuş. Şimdi tek tesellim, elimde, Tugay Karargâhına giderken çekilen fotoğrafın bulunmasıydı...
22/23 Nisan 1951 gecesi düşman genel taarruza geçti; 9'ncu Bölüğün savunma bölgesinde ileri gözetleme subayı olan Üsteğmen Mehmet Gönenç'ten şu telsiz haberi alınmıştı; "Düşman bulunduğumuz tepeyi işgal etti. Çok şehit verdik, telsizcimiz de şehit oldu. Koordinatları veriyorum, bataryalar ateş etsin!"
Alay topçu irtibat subayı Yüzbaşı Refik Soykut cevap verdi: "Verdiğin koordinatlar bulunduğun yer..." Topçu Üsteğmen Mehmet Gönenç şu karşılığı verdi: "Evet öyle. Biz düşmana esir olmak istemiyoruz; bizi onlara teslim etmeyin, vasiyetimiz bu!.. Bizleri, kendi ateşlerimizle şehit ediniz! Tekrar koordinatları veriyorum. Bütün bataryalar buraya ateş etsin!"
Üsteğmen Gönenç'in son sözleri buydu. Yüzbaşı Soykut, yüreğinden vurulmuş bir hâlde topçu taburunu güçlükle bulabilmişti. Topçu tabur karargâhında bu ölüm dileğini dinleyen subaylar şunlardı: Tabur Komutanı Yarbay Tahsin Kurtay, yardımcısı Binbaşı Ahsen Saya, S-3 Subayı Binbaşı Lemi Eralp ve 25'nci Tümen Topçu Taburu'nda irtibat subayı görevlisi Üsteğmen Aiaettin Haydaroğlu. Bütün subaylar şaşkın birbirinin yüzüne bakıyor, hiçbirisi konuşmaya cesaret edemiyordu. İleri gözcü subayı, bulunduğu yere bütün toplarıyla ateş açılmasını istiyordu. Bu olay, harp tarihinde ne görülmüş, ne de duyulmuş bir istekti.
Aralarında güçlükle yapılan durum muhakemesinden sonra. Topçu Üsteğmen Kahraman Mehmet Gönenç'in vasiyetini yerine getirme karan alındı. Gözyaşları içinde bütün toplar ateşe başlatıldı. Yalnız Tugayımızın topçu taburu değil, Tümenin bütün topçu taburları bildirilen koordinata ateş etmeye başladı. Toplar gürlemiyor, hıçkırıyordu sanki...
Anayurt'ta adı okullara verildi. Bandırma Şehit Mehmet Gönenç Lisesi resim öğretmeni Ali Dülger şiirinde ona şöyle sesleniyor:
Sen aziz şehidim, Kore'de ölümsüzleşen yiğit Mehmet!
Ölümsüz kalan adınla sonsuz uykunda daima rahat et.
Senin gibi yiğitlerle duyuldu dünyada Türkün sesi.
Adını gururla taşıyor Şehit Mehmet Gönenç Lisesi.
**
Kahramanları Tanrı,
Fakat destanları
Kahramanlar yaratmaktadır.
Arif Nihat Asya
E.Alb. Süha Baykara'dan bir savaş anısı:
Derleyen: Tuncer Sevinç
Emekli Piyade Albay Süha Baykara: 1961 Kara Harp Okulu mezunu. Çeşitli yerlerde ve birliklerde bölük komutanlığı yaptı, 1974 I. ve II. Kıbrıs Barış Harekâtı'na Bölük Komutanı olarak katıldı; Magosa'ya birliği ile giren ilk Piyade Birlik Komutanıdır. Tabur Komutanı olarak İstanbul'a atandı, 1980 Müdahalesinde Asayiş Birlik Komutanlığı yaptı. Yarbay rütbesine mümtaz terfi etti, Çıldır Hudut Tabur Komutanlığına atandı. Kara Harp Okulu'nda Alay Komutan Yardımcılığı ve öğretmenlik yaptı. 229'ncu Motorlu Piyade Alay Komutanlığı ve Ankara Fakülte ve Yüksek Okullar Komutanlığı görevlerinde bulundu ve buradan kadrosuzluk nedeniyle emekli oldu. Takdirname ve ödüllerle dolu çok başarılı bir meslek geçmişi bulunmaktadır.
“MEHMETÇİĞİ TANIMAK İÇİN OKUMAK DEĞİL, YAŞAMAK GEREK"
"İçinde bulunduğum şartlar ne olursa olsun, mutluyum. Çünkü, Mehmetçiğin komutanıyım."
Hayatı sevmek, herkesin en doğal hakkıdır. Fakat, yaşama sevgisi bir askerin yüreğini ve bütün benliğini, yurdunu korumak ve kollamak, milletini yaşatmak hâlinde sarıyorsa, o asker ateş yağmuru altında olsa bile ölesiye savaşır.
Milletçe böyle bir meziyet taşıdığımız içindir ki, bağımsızlığımızı asırlardır koruyoruz. Cesaret, insanda sadece manevî bir kuvvettir. Kahramanlık ise fazilettir. Kahramanlık ruhu insana atalarından irsî olarak intikal eder. Bir millet nesil olarak kahraman değilse, içinden çıkacak birkaç yiğit dünya üzerinde hür yaşayamaz, her savaşı zafere döndüremez. Milletimizin kahramanlığı Tevrat'tan Herodot'a, en ünlü yazar ve şairlere konu olmuştur. Kaşgarlı Mahmut'un dediği gibi: "Tanrı Türkü, insanlığı şerirlerin (kötülerin/hayırsızların) şerrinden korusun diye, kendisine has numune asker olarak yarattı." İşte, tarihindeki kahramanları tek bir isimle bağrına basmak için, Türk Milleti, bu adları ayırt edilemeyen evlâtlarının hepsine birden bir sevgi, Kendisini savaş alanlarında tanıyan düşmanları ise bir saygı nişanesi olarak, ona "Mehmetçik" demiştir. Bu hikaye de, Kıbrıs'ta savaşan binlerce Mehmetçikten birisinin hikayesidir.
20 Temmuz 1974 sabahı; şafakla birlikte ilk toplar parlarken, Türk Silâhlı Kuvvetleri, atalarına ve tarihe yakışan bir azimle dalga dalga, yüreğinde kırk milyon Türk'ün sevgi ve duası ile ana vatandan yavru vatana ulaştı. Hepimiz tek bir vücut, tek bir yürektik. Tek düşüncemiz: ya başarı, ya da ölümdü. Harp tarihinde eşine ender rastlanan Kara, Deniz, Hava Kuvvetlerimizin işbirliği, yüksek bir sevk-idare ve disiplin anlayışı içinde cesaretle ileri atıldık. Ada'daki kiliselerde, Rum zulmünün son tehlike çanları gökyüzünü yırtarcasına çalıyordu. Her taraf alev alev yanıyordu. Bir taraftan donanmamızın kıvrak salvoları yeşil tepecikler üzerinde kırmızı-mavi şimşekler hâlinde çakarken, korkusuz paraşütçülerimiz gökyüzüne saçılmış buketler gibiydi. Her tepeyi alırken kahraman Mehmetçiklerimizin çıkardığı "Allah Allah" sesleri, sanki savaşın ara nağmesiydi. Alman tepelere şanlı bayrağımız, gelincikler gibi, sıra sıra dikiliyordu. Kartallar gibi gökyüzünde süzülen jetlerimiz, o tüyler ürperten dehşeti ve isabetiyle, hedefleri nokta nokta buluyordu. Düşmanın senelerdir tahkim edilmiş mevzileri, kükreyen tanklarımızın paletleri altında eziliyor, yok ediliyordu. Ne tepemizi delen korkunç sıcak, ne mataralarımızda kaynayan su, ne ayaklarımızın altında yanan toprak bizleri yolumuzdan alıkoymuyordu, bir çıg gibiydik.
20 Temmuz öğleden sonraydı; Kırnı denilen bölgede gece taarruzu için hazırlanıyorduk. Fakat, Beşparmak Dağları'nın yerini kestiremediğimiz bir yönünden devamlı havan ateşi yiyorduk, düşman yukarıdan tertibimizi rahatlıkla görebiliyordu. Bir ateş grubu önce 2. Bölüğün üzerine düştü; şiddetli bir infilâk duyuldu ve simsiyah bir duman çıktı. Bir an sessizlik kapladı etrafı, fakat, ne acı bir feryat, ne de çığlık geliyordu. Tam bu sırada ikinci grup bir mermi ıslık çalarak hemen arkamıza düştü, hepimiz tam siper yapmıştık. Başımı kaldırdığım zaman, etrafa dağılan toz, duman ve kıpkırmızı alevler içerisinde koşuşan erlerimi gördüm. Birisi sıhhiye erini çağırıyor, sıhhiye eri de durumu görmüş, teskeresi ile oraya koşuyor... Erlerimin olduğu yere fırladım, koştum.
Dört erim yaralanmış, darmadağınık yere serilmişti. İçlerinden Salih Kabul, Siirt'in Şırnak İlçesinden (ki şimdi ildir), merminin savurduğu toz yığınları arasında âdeta toprağa gömülmüş, kızgın güneş karası hafif sakallı yüzü yeşilimsi olmuş, tebessüm eder gibi bakıyor; gözlerinin canlılığı henüz kaybolmamış. Salih'in sağ bacağı hemen diz kapağının altından kopmuş, bir karış kadar kemik parçası, bıçak gibi, bacaktan dışarı fırlamış. Potini içinde kanlı et yığını gibi duran kopuk ayağını sağ eliyle gayri ihtiyari sımsıkı tutmuş. Kızgın toprağa fışkıran kutsal temiz kanı toprakta köpürüp, fokurduyor... Gördüklerim karşısında bir an duraklamıştım. Barışta birçok yaralı görmüştüm, ama bu bambaşkaydı. Kendimi toparladım ve doktoru çağırdım. Doktor süratle yanımıza geldi, Salih'in bacağını sardı ve kanı durdurdu. Bu arada ben, onu kurtarabilmenin telaşıyla sağa, sola emirler verirken, Salih başını kaldırdı ve haykırırcasına:
- "Ne telâş ediyon Komutanım? Biz buraya niçin geldik? Vatan sağolsun. Hele bana bir cigara verin!" dedi.
Onun bu soğukkanlılığı, atalarından aldığı asil duygu ve yüreğindeki vatan aşkı karşısında hepimiz donakaldık. O anda nasıl duygulandığımı anlatamam, gözlerimden akan yaşı gizleyemiyordum. Ona sigarasını yakıp, verirken, şanlı koca bir tarihi kucaklar gibiydim; eğilip alnından öptüm sadece... "Gömelim gel seni tarihe desem, sığmazsın" diyordum. "Mehmetçiği tanımak için okumak değil, yaşamak gerek" diyordum. Atatürk'ün "Muhtaç olduğunuz kudret, damarlarınızdaki asil kanda mevcuttur" sözlerini daha iyi anlıyordum. Büyük Ata'nın: "Dünyanın hiçbir ordusunda yüreği seninkinden daha temiz, daha sağlam bir askere rast gelinmemiştir. Kanaatinle, imanınla, itaatinle, hiçbir korkunun yıldırmadığı demir gibi pak kalbinle düşmanı nihayet alt eden büyük gayretin için minnet ve şükranlarımı söylemeyi nefsime en aziz bir borç bilirim." deyişindeki kutsiyeti daha iyi kavrıyordum.
Diğer erlerin yaraları hafifti. Savaş bütün hızıyla devam ediyordu, civarda henüz ne hastahane, ne de bir askerî araç vardı. Fakat, o sırada, su taşıyan bir mücahidin pikabı geçiyordu, durdurup Salih'i arkasına koydum ve Lefkoşe'ye götürmesini söyledim.
Araç süratle uzaklaştı, fakat biraz ileride düşmanın makineli tüfek ateşine tutuldu; yolda birkaç zikzak çizdikten sonra yoluna devam etti. Biz, Salih'ten umudu kesmiş, duasını bile yapmıştık...
Aradan sekiz ay geçtikten sonra Salih'ten bir mektup aldım; sanki dünyalar benim olmuştu, o ölmemişti. Mektubu bütün bölüğe okudum: "Komutamım" diyordu, “Sizlerden ayrıldığım için çok üzgünüm. Lefkoşe Hastahanesinden beni helikopterle Ankara Gülhane Hastahanesine naklettiler. Orada bana çok iyi baktılar. Yurt dışından gelirse, bir takma bacak takacaklar. Şimdi memleketteyim. Bana 1500 lira maaş bağlandı. Beş çocuğum, anam ve babamla birlikte oturuyorum. Bir bacağımı verdim, öbür bacağım da vatanıma feda olsun. Tek üzüntüm, sizlerle sonuna kadar savaşamadım. İşte buna yanıyorum, Komutanım." diyordu.
Kahraman Salih; bugün seni tarihî engin sayfalarına kaydederken, milletime ve orduma karşı vicdanî bir borcu yerine getirmenin huzuru içindeyim. Sizler var oldukça, büyük milletimiz daima hür, şanlı ordumuz daima muzaffer olacaktır. Sen ve senin gibi ismini bilmediğimiz nice Mehmetçikler, sizler gökyüzümüzü kaplayan ve her zerresi içimize sinmiş birer ruhsunuz. Elinizde bayrak, tarihimizde destan, bugün ve yarınlarımızın güven kaynağı, şeref ve gururumuzsunuz. Sizlerle övünüyoruz. Size dil uzatanlar, sizi tanımayanlar, sizi yaşamayanlardır. Sizlere komuta ettiğimiz için kıvanç doluyuz.
Şehit Mehmetçikler, ruhunuz şad olsun.
Gazi Mehmetçikler, ömrünüz uzun ve mutlu olsun.
Kaynak: MEHMEDİN DÜNYASI, Yayına Hazırlayan Tuncer SEVİNÇ, AVRASYA-BİR VAKFI YAYINLARI ,2002Ankara,


[1]   I. Krallar 8: 17-18; I Tarihler 22: 7
[2]   I. Tarihler 29: 2.
[3]   I. Tarihler 22: 8.
[4]   Bkz. I. Krallar 8: 18.
[5]   I. Krallar 5: 3; I. Tarihler 28: 2-3; II. Samuel 7: 4; Tanrı’nın, Mabed’in yapımını Davud’a vermemesinin gerekçelerden birisi olarak Davud’un Tanrı’yla olan yakın ilişkisini gösterenler de bulunmaktadır. Buna göre, Tanrı, Yahudilerin zaman içinde günah işleyeceklerini biliyordu. Eğer Mabed’i Davud yapsaydı, böyle bir durumda Tanrı, Mabed’i yıkamayacak ve Yahudileri cezalandırmak için bir çok insanı öldürmesi gerekecekti. Bu nedenle Tanrı, Mabed’in yapımını Süleyman’a vermiştir ki, ilahi öfkenin dinmesi için Tanrı, Yahudilere yönelmesin, öfkesini Mabedi yıkarak alabilsin (http://www.jewishamerica.com/ja/timeline/temple1.cfm “S. G. 13 Mayıs 2004”).
[6]   II. Samuel 7: 13.
[7]   I. Taihler 28: 6; I Krallar 5: 5; 8: 19; II. Samuel 7: 13.

Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.

Benzer Yazılar

Yorumlar