MEHMEDİN DÜNYASI
Hz. Davud
aleyhisselâm, (Süleyman) Mabed’i kendi yapmak istemiş[1] ve bu
idealini gerçekleştirebilmek için bütün gücüyle çalışarak hazırlık yapmıştır.[2]
Ancak, Tevrat’ta yer alan “Ama RAB bana (Davud), ‘Sen çok kan
döktün, büyük savaşlara katıldın’ dedi, ‘Benim adıma tapınak kurmayacaksın.
Çünkü yeryüzünde gözümün önünde çok kan döktün.”[3] ifadelerinden de
anlaşılacağı gibi, Davud’un Mabed’i yapma düşüncesi, Allah Teâlâ tarafından
takdirle karşılanmasına[4]
rağmen katıldığı savaşlardaki kan dökücü rolü nedeniyle, Mabed’in onun
tarafından yapılmasına izin verilmemiştir.[5]
Gerek Tevrat’taki bu
cümlelerden gerekse Peygamber Natan’ın Davud’a ilettiği “Mabed’i yapacak
olan kişinin onun kendi soyundan gelen başka bir kişi olacaktır”[6]
şeklindeki ifadesinden Mabed’in daha sonra Davud’un oğlu Süleyman zamanında
yapılacağı anlaşılmaktadır. [7]
Çürük
Tahta Çivi (Mıh) Tutmaz;
Temeli çürük,
malzemesi kötü bir binaya sonradan ne kadar özen gösterirseniz gösterin, bir
gün yıkılmaya mahkumdur. Toplum düzeni yasalara saygı gösterilmeyen bir
memlekette iyi yönetim ve huzur sağlanamaz.
Dolayısıyla, tutarlı
ve kalıcı bir iş yapılmak isteniyorsa, o işin temelinin esas gereklerinin
baştan mutlaka çok iyi hazırlanması gerekir. Yoksa, sonradan ne yapılsa fayda
etmez.
Hak dava uğruna
dökülen kan için bu tavır ilen hareket eden Allah Teâlâ’nın teröre razı
olmayacağını bu kıssa ile tefekkür edip yazıyı okumaya devam edelim
Yayına
Hazırlayan: Tuncer SEVİNÇ
Konaksız, saraysız.
Evsiz, yuvasız, köysüz
Kalabilirim...
Sevdiklerim gidebilir.
Sevenlerim ihanet edebilir...
Herşeysiz kalabilirim, herşeysiz olabilirrim
Bayraksız olamam!
Bayraksa olamam..’
Arif Nihat Asya
Murat ve Bülent:
Askerliklerini Güneydoğu Anadolu'da komando olarak yaptılar. Lise mezunları,
bir özel şirkette çalışıyorlar.
Söyleşi yapan:
İstemihan Varışlı
Murat: Askerlik
çağrısını ilk aldığımda, içimde farklı bir heyecan vardı. Fakat, askerlik
şubesine gidip, sülüsümü aldığımda bambaşka şeyler hissetmeye başladım. Çünkü,
yer, umduğum gibi çıktı!
İsparta Dağ Komando
Okulu çıktı. İlk oraya gittik. Askere giderken tabiî ki otogardan yollandık;
arkadaşlar, aile bireyleri, bayağı bir kalabalık. Tabiî ki havaya attılar. Az
daha kolum kırılacaktı! Ayrıca, dümbelek, davul, zurna, hepsi mevcuttu.
Arabaya o kadar çok
insan binmişti ki, yani neredeyse otobüsün amortisörleri patlayacaktı, o duruma
gelmişti! Zaten otogardan çıktıktan sonra Harem'e kadar üç tane araba konvoy
yaptı, otobüsün önünü kestiler. Kardeşim de içindeydi. O an kardeşimin
gözyaşlarını görürken içim parçalanıyordu. Tarih: 21.05.1996.
Tabiî, dayımın oğlu
askerlik yaptı Güneydoğu'da, Hakkari Şemdinli'de. Özel timdeydi. Askerden
geldikten sonra, yani şu anki tarihi zaten söyledik, iki sene öncesine
kadar kâbuslarla uyanıp çığlık atıyordu. Yani çok aşırı derecede göreve
gittiği için o da.
Kışla kapısına
gittikten sonra bambaşka bir yere girdim. Çünkü geride anamı, babamı, ailemi,
her şeyimi bırakmıştım...Orası bambaşka bir yerdi. Zaten ilk girdiğimiz gibi, kendimizi
koyun gibi hissetmeye başladık. Kapıdan girdik, belki yirmi(!) defa sayıldık.
Ondan sonra birliğe doğru hareket ettik.
İki üç gün boyunca
sivil elbiselerimizle gezdik, kıyafette bir organizasyon bozukluğu oldu
herhalde. Saç tıraşını kışlaya girmeden önce olmuştum.
Eğitim merkezinde
yaşantımız? Ya!.. Kötü de sayılmazdı, iyi de sayılmazdı. Sonuçta yatacak bir
yerimiz vardı. Usta birliğiyle kıyaslamaya kalkarsak, yatacak bir yerimiz
vardı.
Odalarımız sıcaktı.
Televizyon vs. bunun gibi şeyler acemi birliğinde pek fazla olmadığı gibi,
bizim birliğimizde de yoktu. Telefon imkânı derseniz, telefon imkânı zaten çok
kısıtlı. İki tane kulübe var, beşyüze, bine yakın asker var. İki tane kulübe
bunun ne kadarını karşılayabilir, belli!
"Silâh
arkadaşlığı", "Asker arkadaşlığı", "Aynı karavanadan yemek
yemek", ne bileyim, insana farklı geliyor. Gerçi, her şey yerinde güzel galiba.
Tabiî ki usta
birliğindeki arkadaşlık bambaşka! Çünkü, acemi birliğindeki arkadaşlık üç ay,
zaten birbirinizi yavaş yavaş tanıyorsunuz. Tam tanıdım derken, birliğinizden
ayrılıyorsunuz ve bir daha da belki çok zor görüşmek.
İsparta'da yemekler?
Ben yemek seçtiğim için bu konuya pek fazla girmek istemiyorum, aşırı derecede
seçiciydim. Fakat, yani orada çok şey gördüm. Ne bileyim, parasız insanlar
gördüm. Yemekten şikâyet pek fazla yoktu asker arasında, ama gene de iyi
sayılmazdı yani.
İsparta'da makineli
tüfek bölüğünde başladık. Astsubayımız "Bolu Komando Tugayı" dedi.
Ondan sonra farklı bir şey daha söyledi ama, bu bizim içimizde kalsın. Bolu
Komando Tugayı'na gittik. Askerliğin burada başladığını anladık sonuçta,
nihayetinde.
Acemilik bitmek
üzereydi, dağıtım iznine çıkmamıza bir iki gün kala falan, evdekilere Bolu'yu
söylediğimde bayağı sevinmişlerdi ama, "Gezici" olduğumu
bilmiyorlardı.
Eğitimlerimizde
neler öğrendik? Bence, arkadaşlık kavramı biraz daha ileriye gitti, paylaşmayı
öğrendik. Kötü şartlarda yaşamayı öğrendik diyebilirim. Yani her şeyin güzel
olması gerekmiyordu sonuçta.
Bizim birliğimiz
batıda olmasına rağmen, doğuda görev yapıyordu. Bolu Komando Tugayı'ndaydık.
Burada imkânlarımız çok kısıtlıydı, çadırda yaşıyorduk. Kısıtlı derken, gene de
acemi birliğine nazaran iyiydi, en azından televizyonumuz vardı, bir çadırımız
vardı, yemek yiyebiliyorduk.
Normal askerler gibi
koğuşta kalmıyorduk. Gazete, işte arada sırada, dışarı çıkanlardan
alabiliyorduk. Gerçi ben de bayağı fazla dışarı çıkabiliyordum ama, sonuçta
bunları okuyabiliyorduk.
Doğu'da? Seçme
imkânı sonuçta vardı. Hamburgerimiz, tostumuz falan mevcuttu askeri birlikte.
Tabiî üst devreden tanıdığınız varsa dışarıdan da getirtebiliyordunuz, ama yani
kantinde tost, ne bileyim bisküvi çeşitleri hepsi mevcuttu, hamburger falan.
Bolu'ya gittik,
Bolu'da harikalar harikası (!) bir 21 gün eğitim aldık. Yani askerliğimizin
başladığını o eğitimden sonra anladık. Çünkü, bizden önce giden devreler
ortalığı batırdıkları, tahmin edersiniz, için bize bayağı yüklendiler. Batırma;
operasyonda kaldıkları için, operasyonda yürüyemedikleri için! Yani, operasyona
çıkan insan yürümek zorundadır. Bir kişi yürüyemedigi zaman bütün bölük, bütün
tabur durmak zorunda kalıyor. Bundan dolayı bizim eğitimimiz bayağı bir ağır
geçti. Km. olarak bir şey diyemem, ama üç saat, onar dakika aralıklarla üç
saat, dört saat yürüdüğümüz oluyordu. Arazi şartları tabiî ki engebe, yani
kayalıklar falan mevcut. Taşınan yük, silâh, mühimmat, çanta falan, 20-25 kilo
civarı, o civarda.
Ben, Bolu'dan
Doğu’ya sevk edildiğimde, kol liflerimi koparmıştım. Biz, Doğu'ya gittiğimizde,
burada bir İç Güvenlik Harekâtı Eğitimi aldık. İki haftaya yakın burada bir
eğitim aldık, daha ağır şartlarda, dağı tepeyi orada gördük.
Hiç unutmam, bu
kollarımdan dolayı revire çıktım. Revirde, bana inanmadı herhalde, doktordan
dayak yedim. Her şeye rağmen operasyona çıktım. Kollarımı kaldıramıyordum,
fakat operasyona çıktım, aslanlar gibi yürüdüm. Ağrı yoktu ama, kollarım
kalkmıyordu sonuçta. Yani kollarımı hareket ettiremiyordum. Arkadaşlarım sırt
çantamı çıkarıyordu, suyumu arkadaşlarım veriyordu. Nişan almama engel değildi;
yani yerden destek aldığım zaman oynatabiliyordum.
PKK hakkında ne
düşünüyorum? Hiç de iyi şeyler düşünmüyorum! Sonuçta oradaki olaylardan bir
tanesinde en yakın arkadaşımdan birini kaybettim. Gerçi bunu çok geç öğrenmeme
rağmen... Arkadaşımız gitmişti. Bu insanda büyük bir acı bırakıyor.
Aynı birlikteydik
biz, Bolu Komando Tugayı'nda. Fakat arkadaşım başka bir taburdaydı. İstanbul'a
telefon etmeme rağmen, arkadaşımın şehit olduğunu söylemediler bana. Ben bir
televizyon programında öğrendim ve... TGRT'nin "Mehmetçik"
programında öğrendim arkadaşımın şehit olduğunu. O da, annesini gördüm
televizyonda. Zaten ondan sonrası film gibi geçti, yığılıp kalmışım, arkadaşlar
falan ayılttılar işte.
Ben, ilk üç
operasyondan sonra bölük yazıcısı olarak üs bölgesinde kaldım. Bu olaydan sonra bölük
astsubayıma çok tekmil vermeme (müracaatta bulunmama) rağmen, beni operasyona
çıkarmadılar. Yani bir hırs vardı içimde, bir intikam ateşi vardı. Ama olmadı.
Çıkarmama nedeni bu
da olabilir. Arkadaşımın şehit olduğunu öğrenmişlerdi. Bölük Astsubayımız A.
S., yani Karargâh Bölüğüyle bayağı ilgilenirdi, bütün sorunlarını dinlerdi,
öğrenmiş diğer arkadaşlarımdan. Çok tekmil vermeme rağmen, Bölük Komutanıma
kadar çıkmama rağmen, izin vermediler.
Bunun yanısıra
PKK'yı, "maşa olarak kullanılan insanlar" diye nitelendiriyorum ben
kendi kafamda. Çünkü bir amaçları var, fakat ulaşılamayacak bir amaç. Yani Türkiye
sonuçta bir bütün, hiç kimse tarafından kolay kolay bölünecek bir şey değil.
Hatta "bölünebilecek" bir şey değil.
Bülent: İlk
operasyonumuzdu. O kadar eğitimin arkasından ilk defa gerçek bir operasyona
çıkıyorduk. Gece! Her zaman olduğu gibi gece. Sızma harekâtına başlandı.
Araçlarla biz herhangi bir yere kadar, en yakın bulunan, sınıra en yakın
karakola kadar araçlarla intikal ettik. Daha sonra, akşam iyice havanın
kararmasını bekleyip, işte akşam saatlerinde başladık intikale. Sabah hava
aydınlanana kadar yürüdük.
Mevsim Eylül'dü.
Tabiî Eylül'dü, Eylül ayıydı. Yani hava o kadar da fena değildi. Çünkü, doğuda,
özellikle Kuzey Irak'ta, gündüzleri aşırı bir sıcak, akşamları da, gece yansı
özellikle de, onun aksine inanılmaz bir soğuk vardı.
Sabaha kadar
yürüdükten sonra bir mezra gibi bir yere geldik. Samanlıkların, ufak
tepeciklerin bulunduğu bir yer ve tam karşıda da, "hâkim tepe"
dediğimiz bizim, yani her tarafı her yönden gören bir tepe vardı.
Gideceğimiz yeri
tabiî ki bilirdik. Mesela, Ortaklar Karakoluna gidilecektir, onun istihbaratı
bize verilir. İşte şu bölgeye gideceğiz, ki biz operasyona çıkmadan, tabiî bu
"usta" olduktan sonra artık ikinci üçüncü operasyonlardan sonra, o
bölgede bize nelerin lâzım olacağını, bölgenin susuz, ya da sulu olduğunu, ona
göre malzememizi alırdık.
Tabiî ilk
operasyonda da dediler "Şuraya gideceğiz" de, biz genelde bizim üst
devrelerimizden, işte bu bölge nasıldır? suyu var mıdır? susuz kalır mıyız? Hep
bir endişe var... Onların tüyolarını, işte gece üşür müyüz? neler alırsak daha
iyi?
Sabaha karşı işte o
tepeye doğru yaklaştık. Tepeyi ufaktan ufaktan çıkıyoruz. Bir tepeyi
çıkıyorsunuz, o tepeyi çıktığınız gibi dümdüz bir boşluk alabildiğince ve
karşısında onun hâkim bir tepe daha var.
Tabur olarak, yani
üç koldan manevra şeklinde ilerliyorduk biz. Bizim sağımızda diğer bölük sağ
tarafımızdaki tepelik alana çıkıyordu, sol tarafımızdaki birlik, bölüğümüz de
sol taraftaki tepeden çıkıyordu ki... Hah! Aynı anda hem emniyetimiz alınıyor,
biz de ortada arama-tarama yaparak gidiyorduk.
İşte ilk
operasyonumuz olduğu için, bakınarak böyle şaşkın bir hâlde gidiyoruz. Bir anda
tepeye ilk takım komutanımız vardı, Ünal Teğmen, zaten en önde giden oydu,
hemen arkasında biz yer alıyorduk; tepeye varmasıyla birlikte bir ateş koptu!
Çatır, çatır, çatır...Daha biz tepeye çıkıyoruz. Sadece en tepede Takım
Komutanımız var. Normalde sabah hava aydınlandıktan sonra teröristlerin
çatışmaya girmeyeceği, kulaktan gelen bilgiler arasında. Beklemiyorduk
açıkçası!
Silâh sesini
duyduğumuzda bizim ilk tepkimiz, "Ah işte tatbikat yapıyorlar herhâlde,
yukarıdan bakalım." "Tepkimizi ölçmeye çalışıyorlar!" "Bizi
alıştırmaya çalışıyorlar!" şeklinde oldu. Çünkü Doğu'da her gelen birliğe
vardır, yani yeni gelen acemiye, ilk defa operasyona çıkan acemiye bir
"deneme operasyonu" yaptırırlar, iki günlük, üç günlük.
Tabii biz, yukarıdan
Teğmenin bağırması, Gelin buraya! Beni öldürtmeye mi çalışıyorsunuz!"
demesiyle bunun bir tatbikat olmadığım, harbi harbi bir çatışmaya girdigimizi
anladık!
İlk tepki, yani
eğitimde aldığımız şey, "Silâh sesini duyduğumuz gibi kaybolmak!"
Anında kendini bir yerlere atıyorsun. Zaten "Doğu'daki ilk
mermi" her zaman çok önemlidir. İlk mermide vurulmazsanız, kolay kolay da
vurulmazsınız. Ta ki keskin nişancı güzel(!) bir "Kanasçı”ya rastlayıncaya kadar.
Şimdi, çatışmada
ilk kurşun, "hedef" alınarak atılan ilk kurşundur. Yani karşıdaki
teröristin nişanlayıp hedefe attığı ilk kurşundur. Ondan sonra teröristin
yaptığı, kafayı sokup veya rasgele, hiç nişan bile almadan rasgele ateş
etmesidir. Çünkü, bizim askerî birliğimizin ilk kurşundan sonra, o ilk kurşun
sersemliğini atıp, ateş yoğunluğunu kazanması amacıyla yüklenmesiyle karşıdaki
ister istemez susar. O saatten sonra zaten
"karambole"... Yani sadece elini çıkartır, işte tüfeğini çıkarır
mevzisinden, o şekilde ateş eder. O da karamboldür, işte bir tanesi şanssız
birisine denk gelmediği sürece...
İşte onun için zaten
nişan alıp attığı ilk kurşundan vurulduysanız gitmişsinizdir. Ama
vurulmadıysanız da artık biraz da zordur. Şansa...
Hah! Şimdi meselâ, o
kadar artık refleks hâline gelmiş ki davranışlarımız... Birisini anlatayım:
Bu, yani Kuzey
Irak'tan bizi helikopterlerle Hakkari'ye, Hakkari'den otobüsle Bolu'ya
gelmemize dayanıyor, artık tezkeremizi verecekler. Bolu'ya geldik, işte terhis
olmamıza on gün var, artık her şey çok huzurlu, kimsenin bize dokunduğu yok,
adam vururuz diye nöbet bile tutturmuyorlar. Silâhımız yoktu zaten, toplanmıştı.
Bizi
"Paket" olarak nitelendirir rütbeliler. Çünkü onların gözünde
"Doğu'dan gelen terhise gidecek" pakettir. Ve biz de bir pakettik.
Bir paket grubu vardı, bir de kışla personeli vardı.
"Paket"
olarak hitap etmezlerdi genelde de, işte onlar kendi aralarında konuşurken:
"Gene bir paket geldi. Bunları da gönderirsek rahatlarız." derlerdi.
Çünkü Doğu'dan gelen er her zaman problemdir; işte Doğu'nun vermiş olduğu
rahatlığı Batı'da da uygulamaya kalkar, ne bileyim, bir komutanı geldiğinde
kalkıp selâm vermekten ziyade oturup sigarasını içer. Batıda bu böyledir, Bolu
Komando da, Bolu'da olduğu zamanlar gerçekten dört dörtlük askerdir;
selâmından, topuk selâmına kadar her şey en nizamî şekilde yapılır.
Kışla personelini,
her zaman olduğu gibi, gerekli eğitimlerini aldıktan sonra yemekhaneye
almışlardı. İşte biz de, malûm eğitim megitim yaptırmıyorlar, sadece mıntıka...
Yaprak topla, ot temizle, işte nerede yapılacak angarya iş varsa oralara
gönderirler. Maksat, biz boş durmayalım.
Yemek vakti
yemekhaneye girdik. Herkes, karavanadan gidecek tabldotuyla (servis tabağıyla)
yemeğini alacak. Biz de yığıldık. Ha, bu arada, meselâ, üst rütbeliler de orada
yemek yediği için, Bolu'da çıkan yemek fevkalâdedir; bir lokantada o tarzda bir
yemek bulamazsınız yani, çok kalitedir. O arada, işte orada halan kışla
personelinden birisi, birisi koluna mı çarptı, nasıl olduysa elindeki tabldotu
düşürdü. Tabldotun yere düşmesiyle birlikte çıkan o tiz ses bir anda bizdeki
refleksi hareket hâline soktu ve ne kadar Doğu dan gelme asker varsa, bir anda
herkes yattı yere! Yemeğini fırlatan, işte oraya buraya
atlayan, masa altlarına giren...
Kışla personelinin
hepsi ayaktaydı zaten. Olanlar onlar için çok ilginçti. Çünkü, hayatlarında hiç
öyle bir şey görmemişlerdi veya en azından eğitimlerde görmüşler. Ama
eğitimlerde gösterilen, işte "Ateş yediniz!",
"Yat"; komuttan beş dakika sonra yatılan bir eğitimdir. Doğu'da bunu kritik
olarak yaşadığımız için, merminin namludan çıkmasıyla yatmamız bir oldu desek
yeri vardır yani.
Kışla personeli;
onlar devamlı kalanlar, Bolu'da kadro olarak kalan askerler. Ya! Herkes, işte
kışla personeli bize baktı, herkes birbirine baktı, bir aptallaştılar,
gülüştüler... Biz tabiî, o refleksin de vermiş olduğu, bir de kin var, biraz
artık Doğu'dan kalma bir kin de var, kalkıp "N'apıyorsun kardeşim!
Manyakmısın! Eceline mi susadın! Birisi geçirse kafana?" Çünkü, o anda,
ses yakından, gelen birisi meselâ, maazallah silâh olsa demek ki, bilâhare
dönüp vurabilirdi de...
İşte zaten Bolu'da
bize silâh vermemelerinin yegâne temeli odur. Meselâ, bir asker firar etti.
Kışla personelinden bir tanesi de nöbet tutuyor, firar eden askeri tel örgünün
oradan geçerken görüyor, "Dur, mur" diyor ama, asker durmuyor, tabiî
kaçıyor. Çocuk da ateş etmiyor.
Çocuğu yakaladılar,
firari kışla personelinden, sıkılmış askerlikten yani, normaldir, her zaman
eğitim... Bir gün sonra içtimada, işte oranın Bölük Komutanı bize açıklıyor:
"İşte" dedi, "Bakın arkadaşlar, dün akşam bir arkadaşınız kaçtı.
Bu gördüğünüz arkadaşınız da onu seyrederek göndermiş" dedi.
Normalde yapılması
gereken, "Dur!" ihtarı çekilir. Bir el ateş edilir yanına. Ona da
uymazsa indirilir, o da belden aşağısına, yaralamak amacıyla. Karşı ateş
gelirse mecburen cevap verilir.
Bölük Komutanı
devamla, "Bu arkadaşımız hiç silâhının tetiğine dahi dokunmamış"
dedi. Doğu'dan gelen bizleri işaret ederek, "Şayet orada sizlerden biri
olsaydı?.." O arada işte en ön sırada Doğu'dan gelen askerlerden birini
çıkardı, "Meselâ, sen asker!" dedi. "Sen" dedi, "N'apardın?"
dedi.
Açık bir sesle:
-
"Vururdum Komutanım!"
-
"Peki, nasıl vururdun?"
-
"Öldürmesine!"
"İşte"
dedi, "Siz geldiğinizden beri soruyorsunuz!" Çünkü, biz geldiğimizden
beri, "Angarya işten ziyade, işte biz de nöbet tutalım! Biz niye nöbet
tutmuyoruz? Bize niye silâh vermiyorsunuz?" gibi lâflar ediyorduk.
"İşte" dedi, "Cevap bu..." dedi. "Yani o akşam şayet
sizden biri olsaydı, bu arkadaşınız şu anda burada yaşamıyordu. Sırf bunun
için, bunun amacına size silâh verilmiyor:" dedi.
Gelelim yine tepeye
ve benim ilk çatışmama. Olayın tatbikat olmadığını anlayınca biz hemen
toparlandık. Hemen herkes tepeye tırmanmaya başladı. Ve sırt çantalarımız da
var, sırt çantasını atan doğru koşturuyor tepeye.
Tepeye çıktık. Hemen
herkes yayıldı tabi. Bizim komando birliklerinde öğretilenler: Bir arada kesinlikle
durulmaz. Mesela, intikallerde aralar açık olur, tabiî bu görüş mesafesine göre
değişir. Herkes bir anda yayıldı, herkes kendisine bir mevzi seçti ve
karşılıklı yoğun ateşe başladı. Ateş yoğunluğu bize geçtikten sonra bir
duraklandı. O arada, işte bir beş dakikalık müddet, beş dakika sonra ses
kesildi, beklenildi, daha sonra dürbünle bakıldı, bir iki topçu ateşi yapıldı
oraya. Havan toplarıyla dövüldü tepe. Herhangi bir ses, seda çıkmayınca, orada
bir "Tepeci" olduğu, bir grup olduğu, işte grubun bizi fark edip
kaçtığı, kaçarken de arkalarında bir tane tepeci bıraktığı, tepecinin de bizi
oyaladığı anlaşıldı.
Daha sonra mezraya
girdik. Orada bir güzel arama tarama yaptık. Hatta ilk mezra yakışımızdı,
mezralarını yaktık oraların; işte kuleler yapmışlar, böyle kışlık odunlar
falan, onlan yakıyoruz, barakalar var.
Mezra: daha genelde
geçici olarak saklanmak amaçlı kurdukları... Yani ulaşımı biraz daha zor.
bulunması biraz daha zor yerler.
Murat: Temizlendikleri
yer: meselâ o bulduğumuz yerde su vardı, belli ki iki üç saat önce banyo
yapmışlar, iç çamaşırlarını falan bırakmışlar. Kadın iç çamaşırları falan
vardı, erkek iç çamaşırları. Orası zaten komple yakıldı.
Bülent: Mezralar
genelde duraklama yerleri, yani sabit kalmazlar. Yaralıları olur, o anda o
mezra onlara yakın olur, orada soluklarını alırlar, tedavilerini.
tedariklerini yapıp
kaçıp giderler. Onun için zaten her zaman leş gibidir. Bir ahırdan farkı yoktur mezranın,
ama mezraların tek özelliği de, işte kaçmaları kolaydır. Yani bir mezranın, bir
binanın-artık ahır diyeyim- bir başka ahıra bağlantısı vardır veya başka bir
çıkışı vardır.
Altlarında tüneller
vardır, gizli yollar vardır. Ha! Meselâ, mezrada sıkıştıkları zaman,
kaçamayacaklarını anladıkları zaman, mutlaka mezraya da tuzaklama yaparlar
veya silâhlar ağır gelirse, silâhları saklarlar askerin bulamayacağı şekilde ve
kaçarlar.
0 ilk mezrada biz
barınağı yaktık tabiî. Tabiî yaktıktan sonra uzaklaşıyoruz ister istemez,
mühimmatların patlayacağını bildiğimiz için. Bunda da uzaklaştık; beklerken bir
anda cayır cayır yanarken bir patlama sesi, RPG-7 roketatar mühimmatı varmış.
Ele alamadık (Ele geçiremedik) ama, patlattık en azından, onların da işine
yaramadı.
Ondan sonra iki gün
kaldık orada. O iki gün çok güzeldi.
İlk operasyon, ilk
çatışmamız böyle. Hatta bizim "Dedelerimiz(!)" Beşe İkiler bize şaka
yollu bağırdılar bile: "Ulan geldiniz, çatışma getirdiniz!
Biz bugüne kadar çatışma hiç görmedik, son operasyonumuzda çatışmaya çıktık,
sizin yüzünüzden!"
Gerçekten de adamlar
doğru söylemiş. Askerliğe başladık ilk operasyon çatışma, askerliği bitirdik
son operasyon çatışma! Bütün operasyonlarımızda çatışma vardı. Nereden baksanız
35-40'ın üzerinde çatışmaya girmişizdir yani.
Murat: Meselâ
arazideyiz, zaten üçer gün arayla oluyor, "döneceğiz" diye hesap
ederken kumanya geliyordu, bir sonraki operasyona gidiliyordu. O zaman da köye,
Uzundere Birliğine indik. Orada yarım saat masaların üzerinde, tezgâhların
üzerinde uzandık; kumanyalarımız dağıtıldı, tekrar çıktık.
Zaten ikinci
operasyonun başında Bölük Komutanı vardı, ön tarafta gidiyordu. Ben Bölük
Komutanının habercisi olarak çıkmıştım. Bölük Komutanının önüne kurşun çakıldı,
hepimiz aptallaştık! Hiç beklemediğimiz bir yer! Diğer takımlar sağdan soldan
giderken, biz hâlâ orada bekliyorduk. Yani, şok yaşamıştık resmen! Gündüz,
sabah altı civarları falan.
O operasyon da
bittikten sonra artık tepeye çıktık. Bir sonraki tepeye, Nahal Tepe, çıktık,
biz baskındaydık, yani karşı taraftaki tepeden ateş geldi, kafamın yaklaşık bir
karış sağına bir kurşun çakıldı, kanas mermisi. Karşı tarafta bir tane de
kanasçı kız vardı. Bizden üç tane MG3 kurdular tepeye, fakat indiremedik.
Kanas olduğunu
sesinden anladık. Kız olduğunu da, görünüyordu zaten.
Bülent: İyi atıcıysa
kızdır, bu bir gerçektir PKK'da...
Murat: Nikon
dürbünüyle bakılıp, yani görebileceğimiz bir yerdeydi. Çok iyi bir şekilde
görebildiğimiz bir yerdeydi. Görüyoruz, fakat habire yer değiştirdiği için ateş
etkili olmadı.Ya, 300 m. falandı, fazla uzak değildi.
Bülent: Genelde
kanasçıların mesafesi, işte 1,5 Km.den mermi çok rahat ulaştığı için, yani 1200'den usta bir kanasçı bir insanı iki
kaşının ortasından hiç affetmeden vurur.
PKK'da zaten kanas
kullananların % 75-80'i bayandır. Sebebine gelince: Erkekle bayan arasında
nefes alış farkı vardır. Biz nefes aldığımızda göğsümüz hareket eder, göğsümüz
hareket edince ister istemez namlu aşağı yukarı kayar. Bayanlarda ise
göbektendir o nefes alma olayı, göğüs sabit durduğu için daha rahat
nişanlayabilir tüfegi. Onun için iyi bir atıcıysa "Aaa!" deriz,
"Bir kanasçı, hem de güzel bir kadın" Tabiî bulunca, güzel olup olmadığı da ayrı
bir konu.
Murat: Yakından
gördüğümüz teröristler? Bayan terörist, zaten üçüncü operasyonda gördük. Yani
getirmişlerdi, yakalanıp birliğe getirilmişti.
Bülent: Yakalandı,
itirafçıydı.
Murat: Hoş bir
bayandı. Temizlenip, yeni elbiseler giydikten sonra bayağı hoştu. Yakalanan
teröristlerin genelde yüzleri gizleniyor.
Bülent: Gerek
yakalanan teröristlerden dinlediklerimiz, gerekse onların dokümanlarından
okuduklarımız; propagandalarında söylenenler de, "Şayet askeri birlikler sizi
yakalarsa, cinsel uzvunuza silâh namlusundan olmayacak şeylere kadar her şeyi
sokar, size işkence yapar, işte şu şekilde tecavüz eder" gibi caydıracak
şeyler. Bunlara inanmayan, akıllı olanlara da işte "kalmakla ölmek"
arasında bir seçim yapması sunuluyormuş. O şekilde bir tehdit altında orada
kalıyorlarmış. İşte yakaladıklarımız onlar.
Mesela bu bayan
teröristlerden biri, yakalandığında askerin ona sözde yapacak olduğu eziyeti o
kadar dallandırıp budaklandırarak anlatıyorlardı ki... O kadın teröristler
yakalandıktan sonra, "Şayet
biz bu şekilde bir uygulama ile karşılaşacağımızı bilseydik çoktan gelirdik,
zaten zoraki duruyoruz." gibi. Meselâ o iki bayan teröristten o
şekilde bir itiraf var, duyduk.
Mesela, Kuzey Irak'ta, Zap Kampında yakalanan bir
doktor vardı, doktor bayan. Hem de Türkiye Cumhuriyeti vatandaşı olmayan, bir
Almandı kendisi. İşte büyük bir mağara, mağarada özel ayrılmış sağlık ocağı
gibi bir klinik, orada teröristlerin yaralarım sarıyordu, onları tedavi
ediyordu.
Onu yakaladığımızda,
"Senin,
Almanya'dan gelip burada ne işin var? buraya ne yapmaya geliyorsun? başka işin
gücün kalmadı mı?" gibi bir soru sorduk, Bize cevabı çok
ilginçti; çat pat bir Türkçe-Kürtçe karışımı bir şey, o da tam bildiği
söylenemez: "İşte ben
yılın üç ayı buraya geliyorum. Bu üç ay da burada kalıp bunlara hizmet verip
işte tedavi etmek benim için büyük bir onur, ben burada çok mutluyum, ben
burada kendimi buluyorum." demişti. Biz de tabiî ki gülmüştük: "Tabiî yani, böyle bir
mağarada, böceklerin arasında, yılanların arasında bir hayat eminim ki
güzeldir" deyip.
Bu Alman bayan
doktor; ya, şimdi dokümanlardan artık o kadar etkileniyorlar ki, o kadar
ayrı bir şey gösteriliyor ki, sanki Türkiye Cumhuriyeti bunlara bir zulüm, bir
eziyet yapıyor düşüncesi içerisindeler. Eh, bunlar da bir şekilde bu
eziyetlere "Dur" deyip, insan haklarını savunan, savunma düşüncesiyle
bir şeyler yaptığını zanneden insanlar. Hep zaten merak etmişimdir, yani
bir bayrak, bir halk, bir cumhuriyet kurmak isteyen bu insanlar Kurtuluş Savaşı
zamanı neredeydi? niye ortalık rahatladıktan sonra böyle bir girişime
kalkıştılar? Bu hep bir merak konusudur zaten. Ama işte benim
tahminimce, siyasetle bitirilmeden de bu iş de biteceğe benzemiyordu. Bir
şekilde artık noktalandı herhâlde. Ama ne oldu şu önümüzdeki günlerde meselâ?
Apo'nun yakalanmasıyla şey olarak bitti gözüküyor; gözükürde o var, pratik
olarak bitti. Mesela dağlarda o kadar fazla çatışma olmuyor, işte ufak bir grup
kalmış. O da bittikten sonra, zannediyorum, herhâlde yerine başka bir şey
çıkar.
Ama bundan sonra,
söylenenlere göre, adamlar siyasete atılacaklarmış. Siyaset içerisinde... Demek
ki bu iş siyasetle bitiyor. Siyasetle bitirildiğinde de bu işten herhangi bir
eser kalacağını tahmin etmiyorum.
Murat: Sivil halkın
yaklaşımı? Ben meselâ orada bir arkadaş edindim, ne bileyim bir fotoğrafçı, Metin
diye. Geldi, İstanbul'da da görüştük kendisiyle. Bayağı dost canlısı bir
arkadaş. Yani olmasını istemiyorlar. Bir takım zorlamalar var, bir takım
yardımlar da var, fakat olmasını istemiyorlar. Sonuçta gelişim olmuyor.
Gelişimi engelliyorlar.
Yani sonuçta askere
karşı pek sıcaklık yok. Fakat, yani para kazandıkları için, bir şekilde onların
gözünde Dolar işareti veya TL işareti olarak görünüyorsunuz.
İsparta'da acemi
eğitimindeyken çarşıya çıkardık. Oradaki insanlar belli ki askerden bayağı
fazla bir çile çekmiş. Cumartesi ve Pazar günleri insanları pek dışarıda bulmak
nadirdir yani. Ama ne bileyim, Yüksekova'da çarşıya çıktım, Şemdinli'de de
çarşıya çıktım, Hakkari'nin merkezinde çıktım, böyle bir şey yok. Sonuçta
Hakkari'de veya Yüksekova'da silâhla çarşıya çıksan da insanlar o kadar
yadırgamıyorlar. Çünkü alışmışlar o şekilde.
Bülent: Kuzey İrak;
vallahi aslında gezmek amaçlı çok iyi yerler, yani manzara açısından. Çok güzel
yerler var. Kuzey lrak'ta gün görmemiş ve insan elinin değmediği nadide yerler
var. O kadar güzel yerler ki, yani oturup insanın orada bir ömür geçiresi
geliyor. Ama, işte terör denen illet insanları bir daha gitmemek amacıyla
tırstırıyor oradan. Belki terörün bir anlamda amacı bu da olabilir. Çünkü orada
kendi özgürlüklerini sağlamak istedikleri için, oradaki halkı caydırıp, oraları
boşaltmak ve oraların kendisine kalmasını sağlamak.
Değişmemesi tamam,
yani tabiat, doğa olayı olarak değişmemesi güzel bir şey de, yaşanan diğer
taraftan çok acı bir olay; ulaşım yok, elektrik yok, yok, yok...
Murat: Aaa! Elektrik yok
deme şimdi! Ben, yani operasyona çıktığım sınıra. Irak'a kadar her yerde
elektrik var ve uydu anteni de. Yani Kuzey Irak'da, tabiî Ki Türkiye
sınırları içinde olmadığından yok.
Bülent: Şimdi
oralara bir şekilde medeniyetin gelmesi lazım. Öyle ya da böyle bir şekilde bu
engellenmeye çalışılıyor. Halkın bilinçlenmesi lazım. Çünkü oralarda kurulan
düzen, işte "ağa düzeni" şeklinde. Başlarında, bizim
"muhtar" dediğimiz adam var, halkı yöneten insanlar, ne isterlerse o
oluyor. Halk, ya geçimini beslediği büyükbaş ve küçükbaş hayvanlarla, ya da
kaçakçılıkla sağlıyor.
Doğu'da, Hakkari'de
en çok rastlanan olay, silah kaçakçılığı. Eve baktığınızda, meselâ Hakkari'de
bazı evlere bakın, ev bizim Batı'da hayvanları barındırdığımız yerler gibi bir
yer, orada kalıyorlar. Ama, garaj gibi bir yer yapmışlar, o kapı açıldığında
içeride son model bir tane Mercedes duruyor. Ve Doğudaki en kötü araba
Toros'tur. Toros da sıfır yani, askerliği 96-97'de yaptık biz, 96, bilemediniz
en az 95 modeldir; o da arazi koşullarına çok iyi giden bir araba olduğu için.
Onun haricinde hepsi Toyota, Mercedes, Opel türünde araçlardır.
Murat: Yani
Yüksekova, resmen doğuda bir cennet.
Ya peki
televizyonlardaki sefalet görüntüleri ne diyeceksiniz. Sonuçta insanlar görmek
istedikleri yeri görürler!
Bülent: Kuzey
Irak'ta sınıra yakın köylerde halk askeri çok iyi karşılar. İşte operasyona
çıkarsınız, operasyondan döndüğünüzde ellerinde ne varsa size ikram ederler. Ne
bileyim ayran...Lavaş getirirler, peynir getirirler.
Ama o köylerin
dışında, meselâ karakola uzak bir köye giderseniz, ulaşımı zor olan bir köye,
oradaki halk sizin oraya gelmenizi istemez. Çünkü oraya geldiğinizde, siz bir
taraftan asker olarak baskıda bulunuyorsunuz, "İşte PKK geliyor mu? yataklık
yapıyor musun? bir şekilde siz şey yapıyorsunuz!" Siz orada kalıyorsunuz
en fazla bir ay, iki ay. İki ay sonra siz gittiğiniz gibi terör örgütü geliyor,
aynı yoklamayı onlar yapıyorlar, bir şekilde çocuklarını kaçırıyorlar; işte
"Bize yataklık yapmak zorundasın! Bize bakmak zorundasın!"
Bu sefer oradaki
halk ikilemde kalıyor. Yani "Askerin gelmesi bir bakıma iyi" diyor,
ama asker burada sürekli durmayacak. "Asker, gün gelecek gidecek, ben o
zaman ne yapacağım?" O tedirginlik var, o panik var. onun korkusuyla
işte...
İşte ilginç bir
örnek: Tunceli'de meselâ bir köy basma olayı vardı, bizden önceki devrelerin
bize bildirdiği. Bolu Komando giriyor Tunceli'ye, daha doğrusu Tunceli'de bir
çatışma çıkıyor, dağda, ilçe olarak bilmiyorum neresi. Hemen teröristler, üç
tane terörist köye kaçıyor. Asker hemen peşlerinden köyü çeviriyor. İşte üç
tane teröristin köyde olduğu kesin. Oranın muhtarını çağırıyorlar, diyorlar, "Böyle böyle,
üç tane terörist var, onları çıkartın verin!" Tabiî köylü de ister
istemez korkuyor, bunları çıkartmıyor. Bir şekilde köy boşaltılıyor; aranıyor
taranıyor, bulunamıyor evlerde. En son çıkarken iki tanesini buluyorlar.
İki tanesini alıp
götürüyorlar, köy halkı serbest. Bir tanesinin kaçtığını düşünüyorlar.
Hatta o zaman Bolu Komandonun başında...
Paşa vardı, çok otoriter bir insanmış.
Birlik köyden
ayrılırken, köyün içerisindeki halktan, aşağı yukarı hemen hemen her evden
keleşlerle ateşler başlıyor askerin üzerine, askerin arkasından. Asker, bir şekilde
tekrar, emniyette zaten, köyün etrafına tekrar dağılıyor, bu sefer ateşe
mecburen karşılık veriyor. Belli bir ateş çerçevesi geçiyor, ondan sonra sivil
halkı dışarı çıkartıyorlar. Ve üç kişini girdiği o köyden, yaklaşık 11
kişilik bir terörist grubu çıkartıyorlar.
Murat: Bizim
uyumamız genelde gündüz oluyordu.
Bülent: Harekâtlar
hep gece olur, gece sızma operasyonuyla başlar, sabahın ilk ışıklarına kadar,
işte gerek duraklamalarla, çök-kalklarla intikal edilir. Bölgeye varılmasına
daha çok varsa, belli bir yerde mevzilenilir, emniyeti alınır. Orada biraz
dinlenme, yemek molası verilir. Biraz, işte atıyorum, iki saat, üç saat
orada kalınırsa, herkes mevzisinde, bir mevzide dört kişi varsa o dört kişi
değişmeli, iki saat kalınacaksa bir saat ikisi uyur, bir saat diğer ikisi.
Yani yeri gelir,
günde iki saat uyuduğumuz oluyordu, yeri gelir beş saat uyuduğumuz oluyordu.
Yeri gelir, 24 saat hiç uyumadan, sadece dinlenerek, yolda uyuklayarak
gittiğimiz oluyordu. Fırsat bulunduğunda uyunuyordu tabiî de...
Doğudaki askerin
meselâ şehit olmasında en büyük paylardan biri de, bu yorgunluk ve uykudur. Mevzide
uyumadığı sürece, hiçbir terörist kolay kolay askeri yakalayamaz. Şehit
olaylarının çoğu uykudan kaynaklanır. Her ne kadar askerin üzerine
gidilse de, işte "Uyuma! Bak uyursan...", hatta bir laf vardı: "Oturma,
uzanırsın! Uzanma, yatarsın! Yatma, uyursun! Uyuma, ölürsün!" diye
askerde, özellikle bizim söylediğimiz klâsik bir lâf vardır. Sebep budur.
Ama asker o kadar
çok intikalde ki! Yani hiç taşımayanın sırtında 20-25 Kg. bir yük var. Bunun
MG3'cüsü var, roketatarcısı var, bunların sırtında 30-35 Kg. yük var. Sonuçta
bir insan günlerce, iki gün, işte 24 saat, 12 saat intikalde gidiyor,
gece başlıyor sabaha kadar gidiyor, uykusuz, yarım yamalak, yorgun... Vücut bir
şekilde tekrar kendini tedarik etmek istiyor, dinlenmek istiyor.
Murat: Ben Bülent'i
burada keseyim birazcık. Operasyonda gidiyoruz. Önde Kazım diye bir arkadaş
var, bayağı yol yürüdük. Beş dakikaya yakın bir "Çök" verildi.
İstirahatın sonunda ön taraf hareket etti, pardon, ön tarafta ben varım, arkamda
Kazım var, ön taraf hareket edecek, "Hazırlanın!" diye bir uyarı
geldi. "Kazım!" dedim, "lıhh!" Tekrar "Kazım!"
dedim, gene "lıhh!" "Kazım, kalk! ûidiyoruz!"dedim. Kazım
arkadaşımız kalktı, bir anda kaptırdı aşağıya doğru koşmaya başladı. Böyle bir
olay geçirdik yani.
Bülent: Çöklerde
bazen, uyunmaması gereken hâlde bile insan bazen uyurdu, kendine hâkim
olamıyorsun. Vücut sinyal vermeye başlıyordu. Yakın oturduğunuz için, gece
görme mesafesinde oturuyorsunuz, işte bir önünüzdeki, bir arkanızdaki insanın
biraz hareketli olması lazım. Eger uyuyacaksanız, en azından onlara haber
vermeniz lazım, çökün süresi belli değil, "İşte ben çöküyorum ama
uyuyorum" deyip. Çöklerde, bir taraf üstlere bakar, saga bakar, çökerek
bakar. Meselâ siz arada uyuyor olursanız, sizin baktığınız gözetleme istikameti
boş kalır. Ama yanınızdaki her iki insan eger uykuya müsait değillerse, onlara
söyleyip, çök sırasında kestirirseniz, herhangi bir problem çıkmadan dinlenmiş
de olursunuz. Bu şekilde vardiya değişikliği yaparak da uyunur, dinlenilebilir.
Ama ben her zaman
şunu savunuyorum: Askerin en verimli olduğu dönemde, meselâ ben 17. ayımı
bitirdiğimde, nerede uyunması gerekir, nerede hareket edilmesi gerekir, nerede
nasıl hayatta kalınır, nerede ne yenir, nerede nasıl konuşulur, nerede nasıl
davranılır, nerede mayın vardır, nerede tuzaklama olabilir, işte nereden
gidersek daha iyi olur, bunların hepsini öğreniyorsun. Tam pişiyorsun, tam
piştiğiniz anda terhisiniz oluyor. Ve bir sonra gelen eleman, ister istemez
acemi eleman, onları öğrenene kadar tabii ki bir vakit kaybı ve yeni zayiatlar
demek.
Askerden sonra da
ben en küçük sesten uyanırdım, özellikle ilk altı ay falan. En ufak bir seste
gözümü açardım, artık bir refleks olmuş o da. En ufak bir çıtırtı...
Ben MQ3'cüydüm. MG3,
tamam iyi bir silâh, çok kaliteli bir silâh, ama en ufak bir şeyde, en ufak bir
tozda veya yağmur damlasında tutukluk yapan bir silâh. Ama, MG3'ü
çalıştırdığınızda sesi zaten karşıdakini ürkütmeye yetiyor. Ama, MG3'ü
kullanan insan MG3'e bakmazsa, çök kalklarda, konaklamalarda temizliğini
yapmazsa, yağlamazsa, en ufak bir yağmurda pançosunu çıkartıp, ki ben bunu
açıkça söyleyeyim, yağmur yağarken ben kendi pançomu çıkartıp MG3'üme sarıp
öyle giderdim, silâh seni bırakır. Çünkü, herhangi bir çatışmada o MG3 benim ve
arkadaşlarımın hayatını kurtaracak. Ama ben ıslanırsam bir şey
olmayacak, sonuçta ben ıslanacaktım, ki Allah yardımcı oluyor, herhâlde Doğu'da
o kadar soğuk suyun, karın üzerine yatılmasına rağmen, herhangi bir hastalık,
herhangi bir şey bilmiyorum.
Bülent: Yıkanma? 2,5
ay ben yıkanmadığımı biliyorum. Bu sürenin sonunda da, en son dönerken, bir
dereyi geçtik, o derede yıkandım. Hoş yalan söylemiş olmayayım da arada, meselâ
bir ay bir tepede kaldık, oradan dönerken o dereyi geçtik, ama bu da yıkandık (!)
sayılır, çünkü elbiselerle geçtik. Çıktık, işte operasyon bitimi 2,5 ay sonunda
bir-daha o dereye geldik. Bu sefer vaktimiz müsaitti ve gündüzdü. Gerekli
emniyeti alıp herkes yıkandı, rahat rahat yüzdü. Oradan tekrar birliğimize
dönmüştük.
Bitlenen bizim
birlikte yoktu. O kadar yerde kaldık, pirelenen de yoktu. Fakat, akrep sokması
oldu. Hatta beni de soktu akrep sağ bacağımdan. Yani haşarattan çok çekerdik,
böceklerden falan.
Sabaha Karşı, saat 05.00 gibi. Gibi de
değil, tam beşe beş vardı, sabaha karşı.
Hava yeni
aydınlanmıştı ve dışarıda felâket bir yağmur vardı. Taşlardan bir mevzi yaptık,
taşın üzerine oturdum, pançoyu da üzerime aldım. Yan taraftaki mevzide de üç
arkadaş. Aslında ikişer tutuyorduk da, sabaha karşı arkadaş iyice yorulmuştu.
Zaten alt devrelerdi, en üst devre ben vardım, kıyamadım. Ben de o kadar yorgun
da değildim. Dedim, "Siz yatın! Ben tutarım!" İşte üstlerini güzelce
pançoyla örttüm falan, yağmur girmeyecek şekilde. Nasıl da yağmur yağıyor,
şakır şakır...
Bir de sabahları
sigara içmek, böyle o manzaraya, güneşin doğuşuna karşı, manyak güzel bir
duygu! İşte bakıyorsunuz dağın tepesinden her tarafa böyle. Tabiî sigarayı gizli içiyorsunuz ayrı mevzu da, kimseye
göstermeden.
Benim nöbet saatim
bitti, hava aydınlandı, işte yarım saat falan oldu, yağmur sürekli yağıyor.
Benim oturduğum taşın altı komple kuru, pançodan geçmiyor aşağı. Akrep de demek
ki yağmurdan kaçmış, pançonun altına girmiş. Benim oturduğum kayayla ayağım
arasında taş var, orada duruyor. Bir ara botlarım pançodan dışarı çıktı, uç
kısmı brandalı botlar, "Islanmasın!" dedim, ayaklarımı toplamamla,
taşa ayağım sıkışınca akrep de lak diye çaktı.
Ben birden bir
hışımla fırladım, pançoyu çıkardım attım, botların bağları zaten açıktı, paçamı
sıyırdım. Benim gürültüme mevzideki arkadaşlar kalktı, zaten en ufak bir
gürültüde uyanıyordu herkes. Yan tarafımızdaki arada astsubay yatıyordu, gerçi
yeniydi o da, daha yeni göreve gelmişti, ilk operasyonuydu.
Benim ilk yaptığım,
bacağımı kesip kanı akıtmaktı. İşte zehirlenmelerde gördüğümüz şeyler: hemen
turnike yapılır, zehirlenen bölge kesilir ve orası emilir ki şişmesin. Meselâ
akrebin soktuğu yerdeki zehri çıkartabilirseniz acı çekmezsiniz, çok hafif bir
acı duyarsınız. Her ne kadar zehirli olmasa da akrep, o zehri içerde
bırakırsanız 24 saat fiks gider.
İşte bu arada
Astsubay geldi, "N'apıyorsun? Manyak mısın?" falan filan, bıçağı aldı
benim elimden; kasaturalar vardı, keleş kasaturaları, çok güzel bıçaklardı
onlar. Doktorun yanına götürdüler beni.
Dedim "Akrep
soktu!" Akrep, öldürmüşlerdi, siyahlaşmak üzere, daha sarı, daha tam
zehirli olmamış. Ama bayağı büyük bir akrepti, altı boğumu vardı. Doktor,
"Yapacağımız bir şey yok, bekleyeceğiz" dedi. Malûm, bekledik biz de.
Aklıma gelen başıma
da geldi zaten. Sabah beşe beş varken soktu akrep beni, ertesi gün beşe beş
vara kadar ben o akrebin acısını, zehirin acısını, sabit, bacağımda hissettim.
Acı ne azalıyordu, ne çoğalıyordu, hep sabit bir acı, bacakta.
Bülent: PKK'mn
elinde Stinger türevi bir silâh vardı meselâ, Suriye yapımı bir silâhtı. İsrail
yapımı malzemeler vardı. Bir de, bizim gördüğümüz, genelde kullandıkları Rus
yapımı silâhlardı. Bunları İsrail'den temin ediyorlardı, bir de Suriye'den
işte.
normalde mühimmat,
gıda, silâh, bunların hepsini bir yere kesinlikle zaten gömmüyorlar, hepsini
ayrı ayrı yerlere koyuyorlar. Her grupta sadece iki kişi o cephaneliğin, işte
silâhın veya gıdanın yerini biliyor. Bu iki kişinin haricinde başka kimse
bilmiyor. Herhangi bir şekilde malzeme gereksinimi duyulduğunda, bu iki kişiye
bir şekilde haber veriliyor ve onlar da kimseye görünmeden gidiyor.
"Kobralarıyla", yani eşekleriyle, kobra derler eşeklerine, gidip
malzemeyi yükleyip getiriyor birliğine.
Orada, ele geçen
beygirdir, kobradır, imha edilir. Ya alıp götürmek, ya da imha etmek lâzım, iki
seçenekten biri. Operasyona devam ettiğiniz sürece alıp götüremeyeceğiniz için,
hem gürültü açısından bize zararı olur, hem taşıma açısından bize zararı olur,
genelde imha ediyorduk.
Gene Kuzey Irak'ta,
Keriya Deresi'nin orada, en son operasyonda artık, tepelerden karşılıklı
çatışmaya girdik. Ortalardaki birlikler çekildi. Derenin, iki hâkim yamacın tam
ortasında bir çukur vadi vardı, orada dört tane beygir gördüler, "Bir
şekilde bunlar alınacak veya vurulacak" dendi. Hayvanlar da öyle bir yere
girmiş ki, böyle mağara, kuytu bir yer, ulaşılmıyor, düşen havanlar da etkisiz
kalıyor. Komutan da, havan yerine, gidip askerin almasını istedi.
Tabiî "Emir
demiri keser" hesabı, emniyetimiz de alınarak, beş kişi, Astsubayımız da
dâhil, biz aşağıya indik. Bu beş kişiden bir ben vardım biksi silâhı olan.
Diğer dört arkadaş avcı eriydi, hepsinde G3 vardı. İşte belli bir mesafeden
aşağıya kadar indik.
Aşağıya kadar indik,
bir şey yoktu. Hayvanlara ulaştık, tam alacağız, yukarıdaki hâkim tepeden
üzerimize başladı ateş.
Emniyetimizi alan
arkadaşlar çok uzak mesafedeydi, yani bırakın bize ulaştırmayı, attığı merminin
teröristlere hayatta ulaşmayacağı mesafe zaten, yaklaşacak imkânları da yoktu.
Biz beş kişi kaldık. Hasıl yoğun bir ateş, nasıl yoğun bir ateş! Çatır çatır dibimize
geliyor. Gideceğiz, indiğimiz yeri tekrar koşturarak çıkmak, rampa...
O arada, o
karambolde hayvanlar kaçtı zaten. Herkes kendi canının derdinde! İşte orada bir
şekilde, Q3'le durup ateş etmektense, biksiyle mevzilenip ateş etmek daha
iyiydi, benim yanımda da Mustafa diye bir arkadaş vardı, ikimiz, küçük bir taş
dahi olsa, ki orada mevzilendik. Amaç, bir nebze olsun karşıdakileri susturmak,
arkadaşlarımızın oradan çıkmasını sağlamak, onlar biraz uzaklaştıktan sonra da
ateş desteğiyle bizim çekilmemizdi.
İşte biz kaldık
zaten otomatikman orada, başladık yoğun ateş etmeye. Bu arada üç arkadaşımız
çıktı, biz kaldık orada. Arkadaşlarımız atıyor ama, teröristler öyle bir yere
gizlenmişler ki, kayalıkların arasından sadece namluları böyle çatır çatır
saydırıyor ve çok da iyi nişanlıyorlar attıklarını.
Eh! Biz kalktık,
yaratana sığınıp "Allah! Allah!" diye ters geri. O indiğimiz yeri, ki
hayatta ben o kadar mesafeyi, öyle bir rampayı koşarak hayatta çıkacağıma
inanmıyordum, ama
öyle bir çıkıyorsunuz ki! İşte o çapraz koşularla, işte mermiler ayağınızın
dibine geliyor, sekiyor falan...
Allaha çok şükür
hiçbirimize bir şey olmadı, ama beygirleri alamamıştık! Ondan sonra
beygirlerden vazgeçip yolumuza devam etmiştik.
Bülent: Yozgatlı bir
arkadaşımız vardı, Hasan diye. Yozgatlıydı ama, çok iyi Kürtçe konuşurdu. Alt
devremiz olmasına rağmen, öğretmenimiz sayılırdı, ondan birkaç Kürtçe kelime de
öğrenmeye başlamıştık. Askerliğimiz biraz daha devam etseydi, herhalde Kürtçeyi
tam sökecektik.
Neleri öğrendik?
Bize en çok yarayanlar: "Adın ne? nereden geliyorsun? nereye gidiyorsun?
ne yapıyorsun?" Sonuçta yakaladığımız insanlara sorulan klâsik sorulardır
bunlar. Onları öğrenmemiz yeterliydi.
Ama çok farklılıklar
vardı; Ağrı'da konuşulan, Hakkari'nin Şemdinli'sinde konuşulan, Kuzey Irak'ta
konuşulan Kürtçe birbirinden çok farklı. Onların dokümanlarını alacaktık da,
askerliğimiz bittiği için tam öğrenemedik.
Hasan, yine bir
sınır dışı operasyonda, işte karşı tepede terörist grup vardı, biz bir şekilde
yaklaştık, onları imha edeceğiz. Emniyeti alındı, tek bir tepe var bizim
birliğin ortasında, o tepe bir şekilde iptal olacak. Onun için uğraşıyoruz,
işte ilerlemeler, taktikler, falan filan...
O arada Hasan da
teröristlerin telsiz frekansına girdi, anons etti. Zaten itirafçılar vardı
yanımızda, onun telsizini aldı, biraz da fırlama (!) bir çocuk...
Karşıdan bir tanesi
cevap verdi, "Dinliyorum!"diye. Hasan Kürtçe konuşup sonradan bize
tercümesini yaptı.
Terörist: "Şu
anda ben tepedeyim. Nereden çıktıklarını bilmiyorum."
Çünkü biz gece
yarısı gitmiştik. Gece yarısı, tam böyle hava ağarmaya yakınken tepeye yaklaşıp
sardık. Bizim nereden, nasıl geldiğimizi anlamadılar.
Terörist devam etti:
"Nereden çıktıklarını bilmiyorum, ortalık asker dolu. O tepeyi sakın
vermeyin! Bütün arkadaşlarım şehit oldu, sizin orada kaç tane şehit var?"
Biz nasıl kendi
askerimiz şehit olduğunda "Şehit" diyorsak, onlar da kendi çapında
kendilerini şehit mertebesine yükselmiş sayıyorlardı.
Hasan: "Biz
dokuz kişiydik, şu anda üç kişi kaldık."
Ki biz nikonla, dürbünle
de bir şekilde gözlüyoruz olayı.
O anda bu frekanstan
başka biri girdi, aksanlı bir Türkçe ile, "Gardaş, sen bizden değilsen,
nerelisen? Yabancıya benziysen" dedi,
O zaman Hasan da,
"Ben Türkiye Cumhuriyeti'nin askeriyim" dedi.
"Sen vatan
hainisin!" dedi Hasan'a. O arada bir telsiz muhabbeti geçti, ufak bir
konuşma, "Hayırdır" falan dedi Hasan.
"Bak sen bizden
birisen, ama bize silâh atiysen. Gel buraya ben sana cigara tutam, kahve
içirem..." gibi konuşmalar oldu.
Bizim Hasan da
fırlamalığından, "Kusura bakma birader, ben Marlboro'dan başka sigara
içmiyorum" dedi.
Ondan sonra telsiz
sesi kesilmesiyle birlikte kafalarının üzerine bir havan mermisi indi zaten.
Havan topu diyorum, 101'lik, "cehennem topu" dediğimiz bir silâh
vardı. İşte düzeltme tanzimi vermişler atış idareye, tam kafalarına indi, ondan
sonra ses mes gelmedi. Tepeyi aldığımızda üç tane de ceset aldık zaten, öyle
kaldı.
Doğuda teröristler
birbirleriyle çeşitli ıslık işaretleriyle haberleşirler. Bu, askerin en sinir
olduğu şey, özellikle benin en uyuz (!) olduğum şey! Hâlen bile vardır, o
baykuş sesine deli olurum! Çıkardıkları ses, baykuş sesine çok yakın bir
sestir. İşte karşıdan ormanlık araziden olsun, dağdan dağa olsun, bakarsınız
baykuşun yaşayacağı bir yer değil ama, her taraftan baykuş sesi geliyor. Baykuş
sesi de değil de, ona yakın bir ses çıkartıyorlar. Böylece baykuş en nefret
ettiğiniz hayvan oluveriyor.
Murat: Teröristin
yaşadığı şartların pek iyi olmadığı kesin. Yatacak yerleri doğru dürüst yok.
Sonuçta sığınacak bir yer bulamazlarsa, dağda, tepede yatıyorlar. Yıkanma ve
temizlenme olanakları pek yok.
Bülent: Bir insanın
yaşayamayacağı koşullarda yaşıyorlar, gerek beslenme, gerekse kendilerine bakım
açısından. Her türlü rezilliğin, pisliğin olduğu yerde duruyorlar.
Murat: Yiyecek
olarak, aramalarda kumanya çıkıyor genelde.
Bülent: Askerin
Doğu'da kullanmadığı gıdalar var, attığı. Çoğu usta asker bunu bilir ve söyler.
Bir ton kumanya verilir lüzumsuz, askerin yemediği bilindiği hâlde, ordu
tarafından. Bazı komutanlar da, üs bölgesinden daha çıkmadan "Bunları
almak zorundasınız!" derler. Asker de mecburen alır.
Genelde konserve
yemekler klâsiktir; fasulye pilaki, fasulye, barbunya, patlıcan kebabı, orman
kebabı, İzmir köfte, balık, bir de şey... et yemeğinin adı neydi? Bir de kavurmamız
vardı işte.
Operasyon sonrası
asker aldığını alır, daha doğrusu taşıyabileceği kadarını alır,
taşıyamayacağını bırakır. Usta bir asker yiyemediğini, kapağını açar, öyle atar
bozulsun diye. Ama acemi bir asker kimse görmeden attığı için, öyle dolu olarak
atar. Terörist de bunu bulur, alır veya bir köyden gider malzeme alır. Bir
kişiyi kendine yatakçı seçmiştir, ona şey ayarlattırır, işte ekmek, süt,
peynir... Bulunan şeyler de, mağaradan
çıkan erzak da, un.
Bol bol yaptıkları şey ekmektir. Un, en gerekli ihtiyaçları. Un, şeker, çay...
Murat: Mekap
ayakkabı?
Bülent: Ufak kutulu
reçeller, Irak'tan gelen, üzerinde Irak veya İran yazıları olan.
Kullanabilecekleri atlet, külot, mekap ayakkabı, hepsi vardı.
Biz bile, meselâ dağda kaldığımız ve üs bölgesine dönmediğimiz zaman, çok
"ağır" oluyoruz. Üç ay dağda kalmamız demek, mahvolmamız demek, gerek
moral, gerek teçhizat olarak. Botumuz, üst başımız yırtılır, bunları tedarik
etmek zorundayız. 81_
Teröristler de bir
süre dağda kalıp, sonra bunları tedarik edecek yerlere gidiyorlar zaten. Ya da
bu malzemeler bunlara ulaştırılıyor.
Ama her şey malzeme
değil, biraz da yaşam koşulları olması lâzım. Mesela Zaho Kampı, Zap Kampı
teröristlerin en büyük kampı. "Berivan" kod adlı bir kadın vardı
bizim zamanımızda orada, bayanları yetiştiren teröristlerin başıydı. Hatta
96'daki operasyonda mı ne, bizim askerimiz Zap Kampı sınırına gelmiş, oradan
geri dönmüş.
Daha sonra Med
TV'nin haberlerinde falan şey diyordu, "İşte asker sınırımıza kadar geldi,
biz onları püskürttük, girmeye korktular" falan filan... İşte biz o sene,
bulunduğumuz 96-97 senesinde Zap Kampına girdik.
Bazı yerlere
"Komando Ölüm Geçidi" yazmışlardı. Çünkü teröristler en çok
komandodan tırsarlar Doğu'da, komando birliğiyle genelde kolay kolay pek
çatışmak istemezler, piyade genelde daha rahat gelir işlerine.
Kayalıklı bir geçit vardı, oraya yazmışlardı, biz de düzelttik: "Komando
Öldürür Geçer" diye, kayalarla, beyaz beyaz. Hatta mühimmattan biraz
barutla "Şafak Atıp" öyle geçmiştik; kayaların üzerine isim yazıp
hemen onu ateşleriz, o, barutun yaktığı yerde çıkar.
Oralara girdik.
Ortam çok farklı. Kampın bulunduğu yer çok güzel. Bir tane mağara var,
içerisinde 400 kişilik toplantı salonu çıktı, masa ve ahşap sandalyesiyle.
Çanak anten vardı. Adamlar içeride kendilerine voleybol sahası yapmışlar,
mağara içerisine! Mağaranın girişini de "L" şeklinde yapmışlar, ki
uçaklar istediği kadar girişi dövse de içeriye pek zarar gelmez.
İlginçtir, askerin
bir türlü anlayamadığı şeydir, malzeme mağaranın içinde imha edilmez,
mağaradan, oyuktan çıkartılır, dökülür ortaya, ondan sonra orada imha edilir.
Komutanlar bir
şekilde kendileri için tutanak hazırlıyorlar. İşte şu operasyonda şu kadar
teçhizat, bu kadar mühimmat ele geçmiştir diye belge hazırlayıp yukarıya
sunuyorlar.
Mühimmat ve silâh
genelde helikopterlerle üs bölgesine dönüyordu. Erzak, kullanılabilecek erzak
genelde yakın köylere dağıtılabilirdi, ama çoğunlukla imha ederdik. Un ve
şekeri, Zap Kampı operasyonunda peşmergelere vermiştik, onlar da
katılmışlardı harekâta.
Onlar da, ilginçtir, 2 km. ileriye götürüp yığma yapmışlar. Ama, tekrar PKK'nın
eline geçme ihtimali yüksek. Asker çekildikten sonra, peşmerge ister istemez...
O kadar az bir grup ki...
Peşmerge, ortada
gibi bir şey. Şimdi oranın arazisini bir şekilde peşmerge de kullanmak istiyor,
terörist de kullanmak istiyor; çakışıyorlar. Çakıştıkları yerde asker ortaya
giriyor.
Korucular... Bu, o
adamların meslekleri sonuçta. Doğu'da yapacakları başka bir şeyleri olmadığı
için, hazırda yapacakları tek iş, elleri silâh tutuyor. Hem ailesini savunuyor,
hem de para kazanıyor, bu da işine geliyor.
Ayrı bir bayrak,
ayrı bir cumhuriyet, ayrı bir toprak istiyorlardı da... Zaten şu anda
Türkiye'de konuşma özgürlüğü var, kendi dillerini konuşuyorlar, Kürtçe
konuşuyorlar. Yaşamlarına kısıtlama getiren bir şey yok Türkiye Cumhuriyeti
tarafından. Gayet de huzurlular, herhangi bir zorlama da yok. Gayet de rahatlar,
uygarlık dışında. Bir elin de uzanıp oraya da biraz uygarlık götürmesi lazım.
Ama böyle bir diretmeye gitmeleri bence anlamsız geliyor.
Murat: Türkiye'de
yaşayan zenginlerin her onundan altısı bence Kürt. Ezildiklerine
kesinlikle katılmıyorum. Orada gördüğüm şeyler, yani teknolojinin oraya
sunabileceği her şey sunulmuş. Yolları var, Türkiye sınırları içindeki bütün köylerin
yolu var. Elektrikleri var, suları geliyor. Kapılarda çanak anten, son model
araba. Ezilmek buysa, büzülmek (!) nasıldır? çok merak ediyorum!
Bülent: Terhisten
sonra mutlaka soruluyor, "İşte nasıldınız? ne ettiniz?" falan da,
fakat tek tek anlatmaya kalkışsak başa çıkılmaz. Bazı konular da, askeri
bilgiye girdiği için, anlatılmıyor. Bu, bir şekilde de'iyi. Neden iyi:
teröristlerin bir şekilde lehine kullanmak isteyeceği şeyler olabilir. Yani
biraz üstünkörü geçiyoruz.
Oraya yine gitmek
gerekirse, giderim.
Murat: Beni
bulamazlar. Aman ha, şaka, şaka...
Bülent: Şimdi o
günkü zindeliğimizle bugünkü arasında dünya kadar fark var. Günde iki paket
sigara içip, rampa yukarı da ağzımda sigarayla oraya çıkan bir insandım. Şimdi,
bırakın rampayı, düz yolda yürürken zor nefes alıyorum! O zindeliği yakalayıp,
zaten orada tekrar eskisi gibi olmak imkânsız.
Gerekirse giderim.
En azından ne olur; bir arka görevde bizim de yapabileceğimiz şeyler olur, bir
şekilde de yardımımız dokunur. Ama bedensel durum da önemli, o olmadan...
Bülent: Paralı askerlik. O
gene zenginin işine yaradı. Çünkü, imkânı olan torpilini yapıp zaten
askerliğini Doğu'da yapmıyordu. Orada askerliğini yapanlar, gidin bakın, zaten
maddî imkânı olan insanlar değildir.
Önde gelenlerinin
çocuklarından birkaç tane numunelik vardı. Meselâ bir milletvekilinin oğlu
vardı. İlk operasyon çıktı, bizle. "Sen ne arıyorsun? Hadi biz geldik,
günahımız çoktu, vebalimiz vardı verecek. Bir telefon aç, istediğin yerde
askerliğini yap!" derdik, "Ben macera olsun diye geldim" derdi.
İşte bir operasyona çıktı, macerayı gördü, ondan sonra yok...
Murat: Benim
zamanımda olsaydı, ben de bedelli yapardım o parayı bulup. Elinde imkân var,
sonuçta yapıyor.
Murat: Yeni
askerlere diyeceğim o ki: "En kötü yönüyle, nöbetinde uyumasın, üstlerine
saygılı olsun. Zaten askerlik o zaman çabuk biter, biter en azından yani."
Bülent: Yapacağı tek
şeyin, nöbette uyumamak olduğunu anlayacaktır. İnşallah önemli olan vakit
kaybetmeden anlaması.
Murat: Ordu,
insanları disiplin ortamına alan bir yer. Her yerde bir pürüz çıkabilir,
askerde de böyle şeyler oldu, sonuçta beş parmağın beşi de bir değil.
Bülent: Askerliği
Güneydoğu'da yaptıktan sonra. Silâhlı Kuvvetlerin bizim için, milletimiz için
ne kadar önemli olduğunu, vatanımızın bölünmez bütünlüğünü koruduğunu bir kez
daha görmüş ve bu ülkede Türk Silâhlı Kuvvetleri olduğu sürece vatanımıza
herhangi bir saldın olmayacağım kesin bir biçimde görüyoruz.
Bülent: Doğu'da askerin
çektiği her eziyeti rütbeliler de çeker. Biraz daha hafif çeker belki, ama o
soğukta, o karda kışta, o açlıkta o da aynısını yaşar. Eh! Bu imkânlara, bu
şartlara katlanmak da herkesin harcı değildir.
Bülent: Rütbelilerle
iletişimimiz yerine göreydi. Meselâ, bizim uzman çavuşumuz vardı; rütbelilerin
yanından ziyade bizlerle sohbet etmeyi daha hoş bulurdu; bizle beraber yatardı,
bizle beraber kalkardı; biz kumanyamızı pişirirdik, tavamız vardı, gelip kendi
kumanyasını ilâve eder, beraber aynı tavadan yemek yerdi; şakalaşırdı,
derdimize ortak olurdu, ama aslında bir rütbeliydi.
Daha büyük
rütbelileri o şekilde bir ortamda değil, o şekilde konuşacak bir ortamda
hayatta bulunamazsınız. En fazla konuşacak olduğunuz, eğer operasyonda tabur
komutanı yanınızdan geçecek olursa tabur komutanıyla konuşursunuz, o da bir
soru sorarsa konuşursunuz. Onun haricinde kalkıp bir şey diyemezsiniz, malum
askeri prensipler, ast üst ilişkileri. En fazla bölük ve takım komutanınızla
muhatap olursunuz.
Bülent: Doğu'daki
en büyük kural, yani yaşamayı öğrenmek zorundasınız. Vurulanın arkasından
üzülmeye devam ederseniz, siz de gidersiniz. İlk etapta vurulan
vuruldu, meselâ o bilgiyi aldınız veya yanınızda vuruldu, ilk etapta bir üzülme
vardır...Ve çok aşırı bir kin vardır, o anda işte o karşınızdaki 16-17
yaşındaki bir çocuk dahi olsa, bir şarjörü üzerine çok rahat boşaltır, bir
şeridi komple tararsınız! Yani duygularınız böyle oluyor. Ama her şey,
helikoptere bindirip onu gönderene kadardır. Helikoptere binip gittikten sonra
her şey eski hâline döner.
Murat: Yani iş
hayatında olduğu gibi, profesyonellik.
Bülent: Böyle de
olmak zorundadır zaten. Çünkü yapmanız gereken bazı görevler var orada;
kafanız bir yerlerdeyken onları yapamazsınız. Meselâ derler: "Ailenizi
unutun! Sevgilinizi unutun! Burada askeriyedesiniz!" diye.
Bir anlamda çok iyi,
bir anlamda çok kötü. Aileniz, size en büyük destek veren kaynaktır
içinizdeki. Zaten onların sevgisiyle, onlar için varolma içgüdüsüyle doğuda
hareket edersiniz. Dezavantajı da, onları fazla düşünürseniz, onlarla
fazla hayal kurarsanız, gerçekleri göremezsiniz, nereden pusu yiyeceğinizi
göremezsiniz. Hayallerde gezinirsiniz, o da bir dezavantajdır.
Ortasını bulup,
görevinizi yapmak en güzelidir.
Bülent: Mayın
deyince aklıma gelenler kötü şeyler... Mayın, kahpelik, hiç başka bir şey
değil!
Mayına basan çok
oldu. Araç bastı, korucular bastı, bizim arkadaşlarımız bastı. "Topuk
kopartan" meselâ, en çok denk gelendi. Bir de anti-tank mayınlarının içine
yerleştirirler, bunların içinde topuk kopartan sığacak kadar bir boşluk vardır.
Normalde anti-tank mayını patlatmak için belli bir ağırlık gerekir, askerî
araçlara yönelik olduğu için. Ama topuk kopartan en ufak bir basınçta zaten
patlar, fünye ateşlenir, üzerindekileri ve çevresindekileri imha eder.
Yeri geliyor, en
önde mayın detektörlü bir arkadaş gider, yüzeyi tarar. Her metalin öttüğü yer
işaretlenir kireçle, herkes bir arkasındakine söyler. Bazen de öyle bir
dönem geliyor ki insan artık, "Şuna basayım, topuk kopartan varsa bacağımı
alıp topuğumu kopartsın, ben orada kalayım da helikopter beni alsın götürsün,
daha fazla yürümeyeyim!.." diye düşünmeye başlıyor.
Kireçlerin üzerinde
hoplayan vardır! Ee tabiî, her kireç dökülen yer mayınlı değildir; bir sürü
mermi parçası, çekirdeği, şarapnel vs. vardır, iğneye bile detektör öttüğü
için...
Bülent:
Güneydoğu'dan dönenlerin rehabilitasyonu isteyeceklerini zannetmiyorum. Çünkü,
bu tarz bir şeyi, tedaviyi, "delilik" olarak göreceklerdir.
Murat: Ama
şöyle bir şey olabilir, sivile dönüş gibi. Evet, çok basit olarak insanların
okey oynadığı, belki yine tek tip, ama sivil bir kıyafet giydiği, uyku düzeni
için sporla desteklendiği, kitap okuyup, belirli konular üzerinde fikir
sohbetlerinin yapıldığı, denize girilen, küçük bir tekne turu olan, hayatın o
operasyonlar ve çatışmalardan sonra yeniden güzel yönlerini görecekleri bir 15
gün gibi. Sonrasında insanlar, biraz daha dinlenmiş olarak ailesine, eşine,
işine, sosyal çevresine dönsünler diye.
Bülent: Mutlaka
olması gerekiyor. Çünkü insan o ortamda, yani İç Güvenlik Harekât Bölgesinde
askerlerin yaşadığı başka bir hayat. Biz burada ne kadar anlatsak da gidip
görmeden, yaşanmadan bilinemiyor. Sivil hayata alışmak için böyle bir
süreç gerekli. Çünkü askerden ilk dönüp geldiğimizde bu yeni yaşama
giriyorsunuz ki, her şey çok farklı. Bocalıyor insan.
Bülent: Şayet
şimdiki sistem devam etmez ve herkes eşit bir şekilde askerliğini yapmaya
giderse, ayrım gözetmeden. en önce onu ben gönderirim Doğu'ya. Ama şu anki
ikilem, yani "şunun oğlu şuraya gitsin, şunun oğlu da şuraya gitsin"
gibi bir ayırım söz konusu olursa, ben de elimden geldiğince §5 oğlumu
bu taraflarda bir yerlere göndermeye çalışırım. Yoksa sonuçta orada bir kaza
kurşununa da gidebilir Allah göstermesin, "kısmet" deriz, bakarız.
Bir de şey olayı
var, doğudaki asker gereken malzemeyi tedarik edemiyor. Bugün bazı özel
birliklerimiz gereken her türlü malzemeye sahip; işte pançodan ziyade ince
yağmurluğu var, bir yağmurda onu üzerine çekip rahatça gidebiliyor; yağış
dindiğinde çıkartıyor, elbiseleri kupkuru. Bizim zamanımızda sırılsıklam,
külotumuza kadar ıslanıp tekrar yolda yürürken, elbiseler kurur, terden yeniden
ıslanırdı; ama yine de hasta olmazdık, Allah'ın bir hikmeti. Bunlar
düzeltilebilir. Doğudaki askerin imkânları arttırılabilir, kumanya biraz daha
kaliteli olabilir. Biz operasyondan gelirdik, terlikten beter olurdu
botlarımız. Üs bölgesine döndüğümüzde, kulakları çınlasın Ali Başçavuş vardı,
inşallah çınlamıştır kulakları, terlik gibi botlarla gelirdik, tabanları yoktu
artık,
"Bu botlar seni bir ay daha idare
eder" deyip gönderirdi. Artık sağdan soldan çıkma bot bulup giyerdik.
Halbuki orada görev yapan askerler her şeyin en iyisine lâyık.
Bülent: Orada her
şey İllâki terör, İllâki zor şartlar değil. O zor şartlardan güzel şeyler de
çıkartabilmek keyif veriyor. Artık, kumanya vardır, güzel bir yerde bir dere
kıyısındasınızdır. Değişik bir şeyler yemek ister canınız, ne bileyim, derede
balık vardır, balık avlarsınız.
Disiplinsizlik de
olsa, gülelim diye böyle bir anımı anlatayım:
Birliğimizin kamp
kurduğu yerin yakınındaki derede çok ve iri balıklar vardı. Avcı erleri el
bombası taşırdı, yardımcımda vardı, bir tane ondan aldık, bir tane de öteki
çömezden (!) oldu iki tane. Çömezleri aşağıya diktik, perde gibi bir şey de
ayarlattık, dedik: "El bombalarını atacağız; balıklar şoktan çıkar yüzeye,
kaçırmadan toplayın gelin" dedik.
El bombasını attık,
balıkları alıp paylaştık güzelce. Çıktık yukarıya, ziyafet yapacağız, Teğmen
kokuyu aldı geldi.
" Ooo! Bülent,
ne iş?"
"Komutanım,
aşağıda derede güzel balık var, rahat da tutuluyor."
"Nasıl
tutuyorsunuz peki?"
"Valla suyun
üzerinde geziyorlar, atletle çekilebiliyor!"
"Eh madem siz
bu kadar iyi biliyorsunuz, gidelim de bize yardım edin!"
Dereye doğru yolda
mecburen gerçeği söyledik:
"Valla
Komutanım ben itirafçı olacağım!"
"Hayırdır
Bülent?"
"Atletle falan
bu dereden balık yakalayan olmadı."
"Ee! Ya nasıl
yakaladınız?"
"Arkadaşlardan
el bombası aldık"
"Ne yani! El
bombasıyla mı yakaladınız?"
"Komutanın,
vallahi el bombasıyla yakaladık."
"Peki mühimmat
sarfı ne olacak?"
"Çatışmada
gitmiş olur Komutanım"
Meyse, iki tane daha
el bombası alıp, görevi tamamladık(!)
Bülent: Şanslıyım,
şu bakımdan: Ben çok sabırsız, anî parlayan bir insandım. Askerde sabrın ne
kadar büyük bir erdem olduğunu öğrendim. Askerden sonraki yaşantımda da bu
böyle gidiyor. En büyük şansım odur.
Murat: Orada
öğrendiğimiz şeyler, arkadaşlık gibi, bunlar yararlı oluyor. Orada yapmışım,
burada yapmışım, herhangi bir şey değiştirmez. Sonuçta askerlik yaptık 18 ay,
orada da askerlik, burada da askerlik.
Son söz: Ama,
en güzel şey de, insanın istediğinde neleri başarabileceğini görmesi.
***
Ve isyan, ne ihanet
düne bugüne...
Kubbelerden huzur, minarelerden sabır
Duyarak yaşadılar böyle kaç asır.
Onların alnı açık, yüzleri aktır...
Onlar bize bazan ruhumuz kadar yakın
Bazan da Kaf Dağı kadar uzaktır.'
Yavuz Bülent Bakiler
Mahmut Koçer: Malûl
gazi Jandarma Astsubay Başçavuş. 1963 Yerköy/YOZGAT doğumlu. Çiftçi, orta hâili
bir ailenin çocuğu, dört kardeşten İkincisi. Evli, iki çocuklu. 1996 yılında
emekli oldu, herhangi bir işte çalışmıyor.
Komando kursu gördü.
İlk görevi eğitim birliğinde. Karakol komutan yardımcılıkları, karakol
komutanlıkları, cezaevi koruma takım astsubaylığı, BTR tim komutanlıkları yaptı
ve BTR tim komutanlığı yaparken yapılan bir baskındaki çatışmada yaralandı.
Söyleşi tarihi ve
yeri: 16 Şubat 2001, Ankara
Söyleşi yapan:
Tuncer Sevinç
Ben doğrudan sınıf
okuluna girdim. 1975'te, o zaman meslekte olan bir subay akrabamız astsubay
olmam için beni zorlamıştı. Nedense o zaman işime gelmemişti. Askere kadar
ticaretle uğraştım. Ama içine girince ticaretten soğudum; vatandaş borçlarını
ödemiyordu. 1983'de asker oldum; İzmir-Seferihisar'dayken astsubay sınavı
açıldı. Annem, astsubay olmam için ısrarlıydı. Ailemin ısrarı üzerine sınavlara
girdim, kazandım.
Girdiğim, başladığım
işin hakkını vermek isterim. Mesleğe ilk başladığımda, ileriye dönük bakıyordum.
Jandarma Meslek Dersinde Erdoğan Kırakkanat Binbaşı vardı, öğretmendi, çok
güzel ders anlatırdı, mesleği iyi bilirdi, tatbikatlar yapardı, ben ondan çok
şey öğrendim. Dürüst olmak, vatandaşa askerliği sevdirmek, vatandaşı insan gibi
karşılamak ve öyle muamele etmek, vatandaşı yaşadığı yerlerde ziyaret etmek ve
onunla olmak gibi ideallerim vardı. Bu ideallerimi tüm meslek süresince
uyguladım, hiçbir zaman zararını görmedim, hatta faydasını gördüm; bir sıkıntım
hissedildiğinde tüm vatandaş gelir, yardımcı olmak isterdi.
Askeri hakir
görmemek lazım, küçük düşürecek, aşağılayacak davranışlardan kaçınmak lazım.
Ona böyle davranmak ve iyi yönde liderlik yapmak gerek. Görevlerde liderine
sadakatle bağlanır, hep önde gider, yani korumak ister. Her tehlikeye
çekinmeden girer. Anlayışlıdır, öğretirsen, yapma dediğini yapmaz, çok
itaatkârdır. Çatışma içinde dahi merhametlidir. Mutlaka hasret çektiği bir
tutkusu vardır, eş, sevgili, anne baba, memleket, arkadaş gibi. Boş kaldığında
bunları düşünür. Mehmetçiği boş kalma gevşetir, mutlaka faydalı bir şey bulmak
lazım. Hiçbir şey bulamazsan yemek yapmasını öğret, ilgiyle öğrenmeye çalışır.
Bu arada şunu
belirteyim. Timdeki askerim benim 17 kişiydi, acemi eğitimini beraber
yapmışlar. Ben, 15 ay onlara komutanlık yaptım. Ayrı yörelerden çocuklardı.
Onların devamlı beraber olmasının çok yararı oldu, birbirlerini daha iyi
tanıyorlar, seviyorlardı. Kader birliği yapmışlardı. Ben onları tüm
özellikleriyle bilirdim. En tehlikeli görevlere gözlerini kırpmadan gittiler, kötü
hâlleriyle hiç karşılaşmadım.
Yöre halkını kendi
memleketimle kıyasladığımda, ki buralar da mahrumiyet bölgesidir, kırsal,
verimli toprağı olmayan yerler, Güneydoğu'dan tek farkı terör olmamasıdır.
Sosyal ve kültürel yaşantıda, di! hariç, önemli farklılıklar yok. Yalnız bizim
yöremize göre daha kapalı bir toplum; masum eğlence ve günahlarını, içki içmek
gibi, büyüklerinden titizlikle gizlerler. Düşünmemiz,
yememiz, içmemiz, eğlenmemiz aynı. Onlara Kürt deniyor, bana göre fark sadece
bu isim. Ayrı bir millet olduklarına inanmıyorum. Cahilleri çok, bu
nedenle de kandırılmaları kolay. Onun için bu bölge kullanılıyor. Amcazadelerimin ikisi Kürt, öz dayımın kızı Kürt
çocukla evli. Bunlar nasıl ayrı bir millet olur, aklım almıyor!
84 yılından bugüne
kadar üç beş çapulcu dendi. PKK, tüm komşular, Avrupa ülkeleri dâhil, hepsinin
bir arada, Türkiye'nin ekonomisini, sosyal yapısını, kültürel yapısını bozmak
için kullandığı bir maşadır. İdeolojisi yoktur. Olmuş olsaydı... Sonuçta
öldürülenler yine "Kürt" denenler oldu.
PKK yöre halkına da
çok zarar verdi. Örneğin, Cizre'de köylünün kullandığı yola mayın döşemişler.
Traktörle giden dört vatandaş parçalandı. İkiye, üçe bölünenler... Anti-tank
mayını bu; üç kadın, bir çocuk... Maksatları asker için olsa dahi, neticede köylünün
kullandığı yol, ölenler onlar...
Birinde de yine
Cizre'de köylüler köylerini boşaltmak istediler, kendi istekleri buydu, terörden
kaçmak istiyorlardı. Her gün teröristler baskı yapıyor, ekmek aş istiyor, orda
yatıyor, yataklık yapmalarını istiyor, küçük çocuklarını alıp gidiyor, köylü
bıkmış... Boşaltma esnasında traktörlerle eşyalarını taşırken, yola mayın döşemişler,
bir traktör bastı; bir ölü, bir yaralı... Allah'tan traktör bastığı için römork
kısmına fazla zarar vermemiş.
Avrupa'nın genç
nüfusu yok. Bugün dinledim: Almanya'nın bir yıl içinde dışarıdan genç nesil
mülteciye ihtiyaç duyduğunu söyledi. Bence, Türkiye'nin genç nüfusu onları
korkutuyor. Bu eşkıyaları yöreyi kırdırmak için görevlendirdiler herhâlde.
Sınır ötesi
harekâtlara katılan arkadaşlardan duymuştum, gerçekten
Türkiye'nin dostu yok, Amerika'nın çevik kuvveti, birliklerimizin indirildiği
yerden helikopterlerle adam taşımışlar. "Peşmerge taşınıyor" dendi
ama, belki de oradaki teröristleri de taşıdılar diye düşünüyorum. Şimdi Kuzey
Irak'ta bir Kürt devleti var, Amerika bunu kurdu; şüphelerimi kuvvetlendiriyor.
Koruculuk,
kullanmasını bilen, iyi yönlendiren olduktan sonra çok faydalı. Çoğu kez
teröristlerle çatışmaya girdiler, şehit verdiler; çok iyi çarpışıyorlardı.
Yöre halkı olmaları, mıntıkasını çok iyi bilmesi çok avantaj. Toprak yok, iş
yok, yöre halkına bir iş gibi geldi, bu
onları heveslendirdi. Orada ağalar etkindir. Genelde cahilliklerinden devlet
veya PKK lehine bilerek hareket ettiklerini sanmıyorum. Aşiret reislerinin
yönlendirmesine göre hareket ederler. Ama bunun yanında gönüllü olanlar da
vardı. Bunlar para alınıyorlardı, genelde kendi köylerinin güvenliğini sağlamak
istiyorlardı. Baskı ile korucu kaydedildiğini hiç duymadım. Hatta silâh
tesliminde bulundum, gönülsüz adama rastlamadım. Amaç dışı olaylarına hiç
rastlamadım. Biz onlarla müşterek çok operasyonlarda bulunduk, çok yararlı
hizmetleri oldu.
O yöredeki insan
zaten bilgili görgülü olsaydı PKK kendine destek verecek elemanı bulamazdı. Bir
köyde okul varsa bilgi olacak, insanları yetişecekti. Bu örgütün zararınaydı.
Öğretmenleri bunun için öldürdüler. Benden önce olmuş, (Cizre'nin)
Hisar köyünde okulu yakmışlar. Gene Yamaç köyünde de okul için yığılan tüm
malzemeleri yakmışlar, kullanılmaz hâle getirdiler.
O yöredeki ilk
izlenimlerim şöyle: Hâliyle yollarda alınan güvenlik önlemlerinin çokluğu.
Cizre'ye ben normal otobüsle gittim, 92 yılının Nevruz olayları sonrasıydı. Cizre halkını
tedirgin gördüm. Cizre, hududa sıfır. Halk, PKK eylemleri için Cizre'nin üs
olarak seçilmesinden rahatsızdı zannediyorum, nevruz olaylarında, PKK köyleri
zorla Cizre'ye taşımış, askerin karşısına çıkarmış. Asker silâh kullanınca
paniklemişler. Daha doğrusu yem durumuna düşürüldüklerini anlamışlar. Bize yardımcı olan,
dostça davranan yöre halkı çoktu. Uzak duranlar da zannediyorum PKK korkusu
vardı. Şehrin harap hâli vardı, dükkanların çoğu kapalıydı. Hava kararmadan
herkes evine girerdi, açık yer bulamazsın, gece hayatı yoktu. Bunlar beni ister
istemez çok üzdü. Çünkü bizim görevimiz halka yardımdır.
Terörle kırsalda
mücadele, Türkiye'nin daha önceden karşılaştığı şey değil. Örneğin ben emniyet
ve asayiş konularında yetiştim. Yani kırsalda normal suçlularla mücadele
edecektim, bunun için eğitildim. 84'te Eruh baskınından sonra silâhlı ve
eğitimli, hatta askeri teşkilâtlanması olan bölücülerle karşılaştık. İlk
anlarda belki devletin de hesaplayamadığı eksikliklerimiz oldu. Ancak olaylar
yaşandıkça ihtiyaç duyulan her şey temin edildi. Örneğin: gece görüşe ihtiyaç
oldu, geldi; hedef noktalayıcı, termal kameralar, mayın detektörleri, havan,
roketatar, kanas, daha çoğaltılabilir. Sonuçta terörle mücadele neyi
gerektiriyorsa, ihtiyaç tespit edildiğinde, süratle karşılandı. Hâliyle
terörist, yöreyi tanıdığından, araziyi ve geceyi iyi kullanıyordu. Korkudan
olacak, yöre halkından iyi istihbarat topluyorlardı, özellikle ufak mezralardan
yararlanıyorlardı: boşaltılmaları iyi oldu, PKK'yı desteksiz ve istihbaratsız
bıraktı.
86'da Pazarcık kırsalında iki teröristle çatışmaya girdik, benim ilk
çatışmamdı. Teröristler köylerden yiyecek istemiş, köylüler bildirdi, hatta
bekçiyi göndermişler. Kırsalda kayalık bir kesim, çevresini kuşattık, kaçış
yerlerinin güvenliğini aldık. Alanı tarayarak ilerledik. Daha önceden ateş
yakmışlar, kalıntıları gördük. Bir kayanın krater gibi çukuruna saklanmışlar,
başlangıçta göremedik. Bulamayınca dönmeye karar verildi, vukuat tekmili
alındı, tek sıra hâlinde araziyi terk etmeye başladık. Arazide bulunan başka
bir timle buluşmak üzere telsizle randevulaştık, tesadüf ya, teröristlerin
saklandığı kayalığın yanını seçmişiz. Askerin birisi kayalığın üzerine çıkınca
bunları görmüş, "Komutanım buradalar!" diye bağırarak bize doğru
koşmaya başladı. Aynı anda cayırtı koptu. İlk anda bir askerim kasığından
yaralandı. Bende ilk anda korku oldu, kendimi bir kayanın arkasına attım; bu
eğitimde kazandığım refleksle oldu. İki üç dakika içinde şoku atlattım. Biraz
da, yaralı asker kan kaybediyordu, o da beni etkiledi. Görerek ateş etmek için
hedefi aradım, boş atış yapmak istemedim. Askerimin de ilk çatışmasıydı, biraz
rastgele ateş oldu. Bize atılan mermi 15-20'yi geçmedi; bilinçliydim, saydım.
Hava kararmıştı; 10 km. kadar takip ettik, ama yakalayamadık; biri yaralanmış,
kan izlerinden anladık.
Cizre'de Radyolink
İstasyonunun korumasındaydık, 17 Eylül 93. Havanın kararmasından bir, bir buçuk
saat sonra bizim mevzilerden ilerdeki sırtlara baskın hazırlığı için
mevzilenirken fark edilmişler. Biz her gün o tepeye bir komando timi, bir BTR
unsuru, bir tank mevzilendiriyoruz. Komando timi de mevzisine giriyor, ki bu
tim acemi birliğinden yeni gelmişti. O timin astsubayı bana telsizle
yerleştiğini bildirince, ben de bir BTR ve bir tankla oraya gidecektim. Komando
timi son unsurunu yerleştirmek için ilk grubun yanından ayrıldığında, askerler
mevzilerinin altından ayak sesi duymuş, tim komutanına haber veriyor. Astsubay
termal kameradan teröristi görüyor, bana telsiz anonsuyla bildirdi, aynı anda
çatışma başladı.
Biz araçla zaten
hazırdık, hareket ettik. Araç, roket ve mermilerle taranmaya başlandı, sonra
saydık, altı roket mevzisi varmış eşkıyanın. 10-15 roket atıldı, bize isabet
etmedi. Biz komando timinin bulunduğu yere girdik. Komando timi teröristlerle iç
içeydi; rahat 80-90 kişi vardılar. Timin acemi olması onların paniklemesine
neden oldu. Benim de askerlerimin ilk çatışmasıydı. Çatışma bir saat falan
sürdü. Teröristler üç ölü, dört yaralı vererek çekildiler. Bizden de bir uzman,
bir er hafif yaralandı. BTR'nin sağ arka lâstiği patladı. Ölü terörist elbette
sevindirdi. Ama daha çok sevincim zayiat vermememizdi. Onlar o silâhı
kullanmıyorlar mı? O masum askere silâh atan, öldürmek isteyene nasıl acırsın?
O anda görevimizi yapmak amacının dışında bir şey düşünmedim.
İlk Pazarcık'taki
olayda yanımdaki er kasığından yaralanmıştı. Çok kan kaybediyordu. İlk
etapta teröristi dahi unuttum, ölmesin, onun hayatını kurtarayım diye düşündüm.
Bir yerde takım komutanı olarak onun hayatından
sorumluydum. Benim de annem babam
var, "Onlar ne düşünürler? Nasıl hareket ederler?" Hep aklıma onlar
gelir, askerimin başına bir şey gelmemesini isterdim. Hatta çatışmadan çekerek
iki askerin sırtına verdim, yol yakındı, hemen oraya gönderdim. Askerler,
yoldan geçen bir arabayı durdurup Pazarcık'a götürmüşler. Orada ilk müdahale
yapılıyor, askerî bir jiple (Kahraman) Maraş Devlet Hastanesine götürülüyor.
Belki kan kaybından ölürdü, hayatını kurtardık. Aslında üç mermi almış; biri
şarjörden dönüyor, biri matarayı deliyor; Allah korumuş.
Yaralanmam, 17 Kasım
93, Cizre Radyolink istasyonunda oldu. Biz her gün baskın 120 ihbarı alırdık. Onlar için radyolink
önemliydi. Çünkü, aynı zamanda geçişlerini kontrol eden yerdi. Olay, gece
sekiz, sekiz buçuk civarıydı. Bunlar yine bir önceki olayın olduğu tepeden
unsurlarını yerleştiriyorlar. Ben o gün izinden döndüm. Kendi kendime dedim,
"Bugün bir şey olacak" gibi tedirginlik duydum. Bütün mevzileri
telsizle kontrol ettim, hepsi yerini almıştı; dikkatli olmaları için ikaz
ettim. Gece görüş dürbünleri ile gözetlemelerini istedim. Tanktaki termal
kamera görüntü almış, bana bildirdi. Başkalarının da olup olmadığını
araştırmasını istedim, Cizre İlçe Jandarmaya da bilgi verdim. Ben etrafımızda
tertiplendiklerini anladım, bir tank topu gönderilmesini istedim. Topla beraber
çatışma başladı. Ben de BTR uçaksavarıyla araziyi taradım, anında karşılık
verildi. Aramızdaki mesafe 700-850 metre.
Bu arada, sızmaya
uygun bir yerden geldiklerini bana söylediler, termal kamerayla görüntü
almışlar. Ateşimizi oraya yoğunlaştırdık. Ama arazinin sarplığı nedeniyle her
tarafı ateşle kapatamıyorduk. Ben, mevzilerin birine indim; askerleri hem
kontrol edip, hem de gayretlendiriyordum. Hatta askerin biri roketini
atamıyordu, heyecanlandı herhâlde. Benim astsubaylarımdan biri erin elinden
roketi alıp ateş etti; yan yana olduğumuz için kulaklarım sağır oldu âdeta.
Oradan aracın yanma vardım, BTR'nin uçaksavarı arıza yapmış; Gündüz bakım
yaptırmıştım, cıvatanın biri iyi sıkılmamış, kurma halatı çalışmadı. Aracın
üzerine çıktım, şoför kapağından arızanın giderilip giderilmediğini sordum.
Birkaç dakika bu vaziyette bekledim. Bu esnada teröristlerden atılan
roket ve mermi yerlerini tespite çalışıyordum. Tespitlerimi diğer silâhlara
bildiriyordum. Ben G-3 taşıyordum, tüfeği omzuma alıp telsizle konuşmak
istedim, birden arabanın üzerinden düştüm, nasıl düştüm, niye düştüm anlamadım.
Çenem yere çarpmış, ağzımı açamıyordum. Elimi yüzüme götürdüm, ellerim, üstüm,
başım komple kan. O zaman vurulduğumu anladım. Ellerimle yüzümde delik aradım.
Araçtan seken bir mermi olduğunu daha sonra anladım. Bilincim yerindeydi,
koltuklarıma girerek binaya götürdüklerini hatırlıyorum. Yanımdaki bir uzman ve
bir astsubaya "Mevzilere askerlerin yanma gidin, onları bırakmayın!"
dedim. Ben tek başıma orada sekiz saat kalmışım. Saat 12.00 civarında
bayılmışım. Odayı tüm kan doldurmuş, öldü zannetmişler. Bu arada Cizre'den iki
komando timiyle yardıma gelinmiş, bir sağlık eri gece saat 03.00 civarında bana
serum takmış. Sabah 06.00'da helikopter gelmiş, Şırnak Sahra Hastanesine
götürmüşler. O anlarda ölüm aklıma gelmedi zannediyorum. Bu çatışmada bir ben
yaralanmışım. Yine 50-60 terörist vardı galiba; epey ölü ve yaralı vermişler.
Şırnak Sahra
Hastanesinde bir iki saatlik müdahaleden sonra helikopterle Diyarbakır Asker
Hastanesine götürüldüm. Diyarbakır'da görünür yaralarla uğraşıldı. Dördüncü gün
görmediğimi hissettim, doktoruma söyledim. Göz doktoru göz damarlarımın
parçalandığını söyledi. O anda tamamen yıkıldım. Sağ göz altından yaralanmışım,
göz damarlarım parçalanmış; sol yüzümde hiç his yoktu. Hâlen de yok.
Yani devamlı karıncalanma var, ayağı kolu uyuşan insan gibi. Kafatasında sol
temporal bölgede dikkat çekici bir boşluk oluşmuş; bunu daha sonra öğrendim.
Dokuzuncu gün kendi isteğimle, imza vererek, hastaneden çıktım. Uçakla kendi
imkânlarımla Ankara'ya geldim. Çünkü gözümle ilgilenmediler; daha doğrusu göze
yapılacak bir şey yok dediler. GATA'ya gittim, direkt almadılar. Merkez
Komutanlığından sevk istediler. Bunlara üzülmek kelimesi bile az. Çatışmada
yaralandım, sanki ben zevkte yaralanmışım gibi muamele gördüm.
Bir astsubay
arkadaşın yardımıyla Merkez Komutanlığından sevk aldım, tekrar GATA'ya gittim.
Gözde iç kanama olduğunu söylediler, lazerle kuruttular, üç seans girdim. On
gün yatırdılar, tekrar 30 gün istirahat verdiler. İstirahat sonunda tekrar
lazer tedavisi gördüm. Benim anladığıma göre gözümde 9/10 görme kaybı var.
Sınıfı görevi yapamaz raporu verdiler. Ben, sınıf değiştirerek personel oldum.
96 Ekim 15'te kendi isteğimle emekli oldum.
Ben tedavi sonucundan
memnun değilim. En azından bana tatmin edici izahatlar yapılabilirdi, onu da
yapmadılar. Yüzümün karıncalanması dişlerime vuruyor, diş etlerime
dokunamıyorum. Tıraşa bile tahammül edemiyorum. Bana: "Yapılacak bir şey
yok. Yanağına elinle masaj yapacaksın" dediler.
Güneydoğu'da gece
uyumayı düşünmedim, düşünemedim, uyuyamadım. Her gün, baskın mı olacak? çatışma
mı olacak? acaba mayın var mı? bunların tedirginliği var. Her an tedbirli olmak
zorundasın. Bunlar yorucu şeyler, ki mayına basan çok araç oldu. Bize su
taşıyan traktörün şoförü Abdullah Amca mayından öldü.
Ruh hâlim, olduğu
gibi, yaralanmadan sonra aşın bozuldu. Acıma hissim kayboldu, eşim hile
hastalanıyor, canı gönülden ilgilenemiyorum. Hâlbuki ilgilenmek de istiyorum. Sonuçta benim eşim,
öyle sevgisizlik falan yok, aile problemimiz de olmadı bu güne kadar. Eşim
aşırı da düşkün bana. Yaralanmamdan sonra, eşim hamileydi, düşük yaptı. Ben
âdeta yalnızlığa ittim kendimi. Ben girişken, çevreyle ilgili biriydim. Şimdi
sıkılıyorum. Şimdi neşelenemiyorum. Hayattan genelde zevk almıyorum. Hayatla
bağımı kaybetmemek için aşırı zorlanıyorum; yani aklımla “Bunu
yapmalısın!" diyorum; içten gelen bir şey yok. İlk etapta uykumdan çok
sıçrayıp kalkıyordum, olaydan sonra bir yıl kadar. Hafıza kaybım var. Geçmişimin
tümünü hatırlayamıyorum, kopukluklar, siliklikler var. Yaralandıktan
sonra, dünya menfaat dünyası olmuş, en yakın meslektaşlarım dahi aramadı. Bu
durum eşimin de psikolojik yapısını etkiledi, hatta çocukları bile. Çabuk
sinirleniyorum, kırıcı, vurucu oldum.
Bana göre şehitlik,
canını hiçe sayaraktan, gönülden isteyerek vatanı için, toprağı için, böyle
olmasa bile görevi için çalışırken hayatını kaybeden, takdir Allah'ın,
şehittir. Gaziliğin bundan ayırt edilen tarafı, yaşıyor olmasıdır. Tabi yaşatılırsa...
Gazilere karşı
insanları aşırı derecede kayıtsız buluyorum. Örneğin, Gaziler Vakfı'nın önünde
bugün park edemedim. Benim gibi insanlar kabuğuna çekilmek zorunda. Yasaların verdiği hakkı dahi
mahkemeyle alabiliyoruz. Örneğin, Emekli Sandığı; Terörle Mücadele Kanunu:
"Aylıklar, görevdeki emsalinden az olamaz" demesine rağmen, hâlen
benim meslekteki arkadaşım 560 milyon alırken, ben 210 milyon alıyorum. Devlet gazisine sahip çıkmıyor.
Zaman zaman, “Ben acaba ne için bu haldeyim?" diye soruyorum. Cevabını
kafamda bulamıyorum, küsüyorum... Emekli ikramiyem, kanuna
göre 30 yıl üzerinden ödenmesi gerekirken, hizmet süremden ödendi. 60 gün
içinde dava açmadığım için davam reddedildi. Ben adi malûller gibi işleme
tâbi oldum. Haklarımızı koruyan, takip eden, bize rehberlik edecek kimseyi
bulamıyorum. Kendi gayretim olmasa hiçbir gelişmeden haberim olmuyor. Gazisine
karşı duyarsızlık var. Daha bu zamana kadar kapımı çalan bir kimse olmadı,
adresim biliniyor; hâlbuki bunlar çoluğuma çocuğuma da moral olur.
Terörle mücadele
niye uzun sürdü? Bunun nedeni, Avrupa ülkelerinin silâh satmak için organize
ettiği olaydı. Terörü devamlı destekledi. Avrupa'ya neden bu kadar boyun
büküyoruz? Gereken tepki verilemiyor.
Terörle mücadele
elbette dersler verdi. Orada yaşanılan gerçekler barış koşullarında yaşayan
kışlalara unutturulmamalı, eğitime, alışkanlıklara ve liderliğe yansıtılmalı.
Eğitim konuları, savaşa katkıları yönünden ağırlık kazanmalı.
Kopenhag
Kriterlerini içerik olarak bilemiyorum. AB ilişkilerini basından duyduğum kadar
biliyorum. Yani Kıbrıs, Ege konusundaki tepkileri biliyorum.
Zaten sun'i olarak
üretilmek istenen Kürt sorunu ile bunlar başımıza geldi. Herkesin kendi dilinde
eğitim yapması gibi, böyle bir karar sonunda kimler ortaya çıkmaz ki?
Türkiye'yi bölme çabası olarak görüyorum.
Apo'yu bu gidişatta
herhâlde asmayacaklar.(2002 Yılında) Gazetelerden okumuştum, günlük
masrafı altı milyarmış. Yazık değil mi? Ben yaralanmış, kabiliyetini kaybetmiş
bir malûl olarak devletten hakkımı mahkemeyle alırken, bu nasıl izah edilir?
Ben asılmasını istiyorum, devletten bunu
bekliyorum.
**
"Türklerin yurdu efendiler, kahramanlar, şehitler diyarıdır.
Böyle bir milletin düşmanı olmak,
bence insanlığın düşmanı olmaktan farksızdır
Böyle bir milletin düşmanı olmak,
bence insanlığın düşmanı olmaktan farksızdır
Lamartine
1937 Yılında
Afyon'un Sandıklı ilçesinde doğdu. 1957 yılında Piyade Asteğmen olarak ordu
saflarına katıldı. 1961-1962'de 12'nci Kore Bölüğünde Takım Komutanlığı,
1965-1967‘de Ağrı'da hudut Bölük Komutanlığı yaptı. 1971 yılında Kara harp
Akademisi'ni, 1977 yılında Silâhlı Kuvvetler Akademisi'ni bitirdi. 1973-1976
yıllarında, Kıbrıs Barış harekâtı sırasında Atina'da Askeri Ataşe görevinde
idi. 1979-1980 yıllarında da Kıbrıs'ta 230'ncu Alay Komutanlığı görevinde
bulundu. 1980 yılında Tuğgeneral rütbesine terfi etti, iki yıl 70'nci Tugay
Komutanlığı ve Siirt Sıkıyönetim Komutan Yardımcılığı görevini yürüttü.
1986-1988 yıllarında Özel harp Daire Başkanlığını yürüttükten sonra Kırklareli
33'cü Tümen Komutanlığına atandı ve 1988 Ağustos'unda Tümgeneral rütbesine
terfi etti.1990-1992 yıllarında Adapazarı 2'nci Piyade Tümen Komutanlığı
görevini müteakip, 1992 yılında Korgeneral rütbesine terfi etti ve Kıbrıs Türk
Barış Kuvvetleri Komutanlığına atandı. 1993 yılında Diyarbakır Jandarma Asayiş
Komutanlığı görevine atandı, Kuzey Irak Operasyonları dâhil, komutanlığı
döneminde PKK terör örgütüne ağır darbeler vuruldu. 1995 yılında ikinci kez
Kıbrıs Türk Barış Kuvvetleri Komutanlığına atandı ve 1997 yılında kadrosuzluk
nedeniyle emekli oldu. Üstün Cesaret ve Feragat Madalyasına sahiptir. Çeşitli
konularda yayınlanmış kitap ve makaleleri mevcuttur.
Söyleşi tarihi ve
yeri: Eylül 2001, Ankara.
GÜNEYDOĞU ANADOLU'DA SAVAŞAN KAHRAMANLARIN ANISINA SAYGI İLE...
-Vicdan ERSOY-Leman ALP-Mevhibe SOLAK-Tuncer SEVİNÇ:
Muhterem
Korgeneralimiz, sizi Kore'de, Kıbrıs'ta barış ve güvenliği koruma için önemli
görevlerde bulunmuş, yurdun ve yurttaşın huzuruna kasteden terörist eşkıyaya
karşı başarılı mücadele vermiş seçkin bir komutan olarak tanıyoruz.
Hayatınızın önemli
bir bölümünü ordu saflarında geçirdiniz. Bize ordu, askerlik, Mehmetçik,
ülkemizin güvenlik sorunları ve milletimizi uzun süre rahatsız eden terörün
kaynakları, terör örgütleri hakkında görüşlerinizi lütfeder misiniz?
-E.Korg. Hasan
KUNDAKÇI: Değerli Hanımefendiler ilkokulun ilk sınıfında tümünü ezberlediğim
İstiklâl Marşımızın hayatım boyunca hafızamdan silinmeyen gönlümü heyecanla
dolduran, dünya görüşümü vazife anlayışımı yönlendiren bir kıtası vardır:
Kim bu cennet
vatanın uğruna olmak ki feda
Şüheda fışkıracak
toprağı sıksan şüheda
Canı cananı bütün
varımı alsan da Hüda
Etmesin tek
vatanımdan beni dünyada cüda
Yurt kurduğumuz,
yerleştiğimiz coğrafya dünyanın merkezi konumundadır. Bu durum milletimizi hür ve onurlu yaşamak için
daima uyanık seferber bir ordu konumunda bulunmaya zorluyor. Askerlik özel bir
meslek değil, yurttaşlık görevidir.
Kışla bir hürriyet,
istiklâl mabedi; askerlik milletimizin tümü için millî bir ibadettir.
Aziz Milletimizin
huzurunu bozan, halkımızın büyük bölümüne acılar çektiren terör olayları
tarihimizin ve coğrafyamızın bütünlüğünden dünya dengelerindeki değişimlerden
hırslı, problemli komşularımızın emel ve tertiplerinden soyutlanarak
değerlendirilemez.
Bu olayların münhasıran
milletin bütünlüğünden kopmuş, satın alınmış, kiralanmış, beyinleri silinmiş,
yeniden programlanmış bir avuç şaşkın ile insanlık duygusunu yitirmiş bir grup
kanlı eşkiya ile hudutlu görmek hatalı bir değerlendirme olur.
Olay devletimizin, toplumumuzun
yapısından kaynaklanan bir rahatsızlık değildir. Milletimize karşı uluslararası
boyutta bir siyasî tertip ve suikasttir.
Vurgulamak istediğim
esas gerçek; Doğu'da, Güneydoğu'da milletimizin büyük varlık ve cesametine
[Büyüklük.] nispetle mikro ebattaki kiralık eşkiya ve katil çetelerinin
yarattığı huzursuzluğun bir Türk-Kürt çatışması olmadığıdır.
Kürtler, büyük çoğunluğuyla binlerce yıldan beri büyük
Türklük ailesine mensup aynı kültür değerlerine ve seciyeye sahip
soydaşlarımız, kardeşlerimiz, yurttaşlarımızdır.
Türk boylarının
yaşadığı geniş Avrasya coğrafyasının hemen her yerinde Kürtleri Sa- ka-Hun
Göktürk ve Oğuz camiası içinde görürüz, menşedeki ana dilleri öztürkçedir.
Güneydoğudaki bir kısım yurttaşımızın Arapça ve Farsçanın ağırlık kazandığı,
Güneydoğu Osmanlıcası diyebileceğimiz sun'î bir dille konuşmaları,
Arap-Fars-Türk kültür dairelerinin kesiştiği bir yörede bulunmalarından ve
Selçuklu, Osmanlı İmparatorluklarının hatalı eğitim ve kültür potitikalarından
kaynaklanmaktadır. Bugün Arap devletlerinin yayıldığı coğrafyada çağlar,
yüzyıllar boyu idare ve iktidar mevkiinde bulunan Türk toplumları ana dilleri
olan Türkçeyi unutmuşlar, büyük ölçüde Araplaşmalardır.
Cumhuriyetimizin
kurucusu Aziz Atatürk'ün Kurtuluş Savaşı'nda bütün dünyaya ilân ettiği gibi, "Bu
ülke tarihte Türktü. Bugün Türktür ve ebediyete kadar Türk olarak
yaşayacakdır."
"Diyarbakırlı,
Vanlı, Erzurumlu, İstanbullu, TrakyalI, Makedonyalı hep bir ırkın evlâtları,
hep aynı cevherin damarlarıdır."
Büyük devlet adamı
Garp Cephesi komutanı, Lozan kahramanı merhum İsmet İnönü'nün dediği gibi "Milliyet
asrında milliyetin de bir takım sahtekârlara ve dolandırıcılara taklit malı
yapmak fırsatı verdiğini görüyoruz. Kendi geçimlerini temin etmek için diğer
memleketlere sahte milliyet, sahte siyasî maksat satmak isteyen teşkilât vardır
ve daima olacaktır."
Güneydoğudaki terör
olayları yurttaşlarımızın, soydaşlarımızın, öz kardeşlerimizin bir bölümünü
Türk millet varlığından ve ortak kimliğinden kopararak sahte bir siyasî
maksatlı sahte bir milliyet imal etme; emperyalist güçlerce maşa ve uydu olarak
kullanılacak sun'î bir devlet kurma niyet ve tertibinin yeni bir girişimidir.
Doğu ve güneydoğu
Anadolu'da cereyan eden silâhlı, kanlı terör olayları 15 sene sürmüştür.
Olaylar, Türkiye Cumhuriyeti'ni derinden sarsmış, bölgedeki her türlü gelişmeyi
durdurmuş ve geriletmiştir. Bölgedeki yurttaşlarımız ve bütün milletimiz büyük
acılar çekmiş, pek çok masum insanını kaybetmiştir. Ayrıca büyük bir maddî
varlığımız da yok olup gitmiştir.
Ben de bu
mücadelenin içinde iki kere görev aldım. İlki olayların başlamasından 4 ay
sonra Aralık 1984'ten Ağustos 1986'ya kadar Siirt'te, Sıkıyönetim Komutan
Yardımcısı olarak; İkincisi de olayların en çok tırmandığı Ağustos 1993-1995
yıllarında Diyarbakır'da Jandarma Asayiş Komutanlığı görevlerini üstlendim.
Bunun yanında, 1986-1988 yıllarında Özel Harp Daire Başkanlığı yaptığım dönemde
de bölgeyle ilişkim sürdü. Böylece olaylar içinde uzun süre kaldım. Terörün
içinde yaşadım. Teröristlerin ve bunlara karşı önlem alan Türk Silâhlı
Kuvvetlerinin ve güvenlik güçlerinin içindeki kahramanları tanıdım.
Bu dönemde,
teröristlere karşı savaşan Mehmetçiğin ve güvenlik güçlerinin
kahramanlıklarını, anılarını anlatmak ciltler dolusu kitaba sığmaz. Olaylar
henüz tazedir. Pek unutulmamıştır. Ama, yarın unutulacaktır. Olaylar iyi
yazılmaz ve doğru anlatılmazsa, gelecek kuşaklar iyi öğrenemeyecektir; hatta
korkarım ki yanlış bile öğrenebilirler. Sıradan bir olay gibi kalabilir. Bu
yüzden olayların unutulmadan iyi ve doğru yazılmasında büyük yararlar vardır,
olayların değerlendirmesini gelecek kuşaklar elbette yazılanlara göre
değerlendirecektir, Olayları değişik düşünen, saptıranlar olacaktır. Pek çok
kimse kendi düşüncesine göre yazabilecektir. Bu nedenle olayları doğru anlatan
gerçekçi yazılara gerek vardır. Çalışmanızı gönülden kutluyorum.
Doğu ve Güneydoğu
Anadolu'daki terör olayları izlenen emeller ve güdümleyen dış güçlerin
çeşitliliği sebebiyle hayli karışıktır.
Bölgede birçok
soyguncu, talancı, katil terörist eşkiya grubu olmakla beraber en önemlileri
PKK ve Hizbullahtır. Bu örgütlerin taşıdıkları isimlerin içeriği ile hiçbir
ilgileri bulunmamaktadır.
Her iki örgüt de
güdümleyen güçlerin yönlendirdiği doğrultuda hareket ederek millet
varlığımızdan ve vatan bütünlüğümüzden sun'i şekilde ayrı bir milliyet ve
devlet koparma için terörü kullanmaktadırlar.
PKK Marksist
Leninist ideolojiyi, işçi sınıfını siyasi emelleri için kullanarak sömürme
çabası sürdürmüştür.
Hizbullah ayrılık
emel ve eylemini, dini sömürüye dayanarak yapmaktadır. Hizbullah başlangıçta
silâhlı eyleme geçmemiş, çalışmalarını sessizce sürdürmüştür. Böylece uzun süre
gözden ırak kalmayı başarmıştır.
Gerçekte her iki
örgütün de insanlığa, Türk milletinin tümüne, rehberi olma iddiasını
taşıdıkları bölge halkına hiçbir saygıları, sevgileri, bağlantıları yoktur.
İslâm ülküsüne, Allaha, Peygambere, sosyal adalete ve emeğe de saygıları
yoktur.
Eşkiyanın
kendilerine yatak ve üs olmayı, evlatlârını çeteci olarak vermeyi, haraç
vermeyi kabul etmeyen yurttaşlara çevre halkına karşı vahşi uygulamaları çocuk,
kadın, ihtiyar ayrımı gözetmeden kurşuna dizmesi, evleri, ağılları ateşe
vermesi siyasi emellerinin ve kimliklerinin sahteliğine en canlı delildir.
Çevre halkı bu gerçeği bir takım şuursuz entellerimizden ilkesiz, ufuksuz
siyasîlerimizden daha erken ve daha net görmüş; bölücü teröre karşı devletin
yanında güvenlik güçlerinin safında yer almıştır.
Mehmetçik, ordumuz,
güvenlik güçlerimiz Ege'de, Trakya'da, Karadeniz yöresinde, İç Anadolu'da
güvenlik operasyonlarında, millî bayramlarda halkımızdan, köylümüzden ne ölçüde
sevgi ve destek görüyorlarsa teröristlerin huzurunu ihlâl ettikleri bölgelerde
de halktan, köylüden, sokaktaki yurttaştan aynı sevgi ve saygıyı görmüşlerdir.
Bölücü terör
örgütleri bölgeyle ilgilenen emperyalist güçlerden büyük destek görmelerine,
yaygın yoğun bir propaganda ile haklı bir davanın mazlum savunmacıları gibi
gösterilmelerine rağmen hiçbir zaman ruhen ve fikren yabancılaştıkları çevre
halkından gönüllü destek görmemişler, kitle tabanı edinmemişlerdir. Bölücü
terör ve şekavete [Eşkıyalık, haydutluk.] karşı yurt bütünlüğünü, millet
birliğini, yurttaşın huzur ve onurunu savunan güvenlik güçlerinin yanında
silâhlı olarak saf tutan korucuların sayısı daima teröristlerin eriştiği
sayının on katından fazla olmuştur.
PKK terör örgütü,
Doğu ve Güneydoğu Anadolu'da Türkiye Cumhuriyetini uzun yıllar ugraştırmıştır.
Silâhlı mücadele inişli çıkışlı bir yol çizmiştir. PKK terör örgütü, silâhlı
eylemlere başladığı 15 Ağustos 1984 yılından 1990 yılına kadar önemli bir
gelişme sağlamamıştır. Bu arada birkaç kere yok olmakla da karşı karşıya
kalmıştır. Devlet yönetimindeki siyasî ekiplerin bariz hata ve ihmalleri,
beklenmedik büyük olayların bölgede ortaya çıkmasıyla yok olmaktan
kurtulmuştur.
PKK'lı teröristler
1985-1986 yıllarında büyük ölçüde baskı altına alınmışken; Temmuz 1987'de
Sıkıyönetimden (OHAL) Olağanüstü Hâl Uygulamasına geçiş teröristlere nefes
aldırmış, 1990 yılında ortaya çıkan Körfez Krizi ve arkasından gelen Körfez
Savaşı PKK terör örgütünün dış destekle gelişmesinde ve güçlenmesinde çok
önemli etken olmuştur. PKK terör örgütü, Körfez Savaşı'ndan sonra bölgede
görevli Irak tümenlerinin silâhlarını, malzemelerini bırakıp kaçmalarıyla çok
sayıda ağır silâh ve malzemeye sahip olmuştur.
Körfez Savaşı'ndan
hemen sonra Nisan 1991'de Kuzey Irak'ta meydana gelen başkaldırmaları bastırmak
isteyen Irak askerlerinin önünden kaçan yarım milyondan fazla Kürt ve Türkmen halkı, Türkiye ve İran
sınırlarına dayanmıştır. Soğuk hava koşullarında yapılan büyük göç, bölgede
menfaat beklentisi olan güçleri, Birleşmiş Milletler teşkilâtını paravan gibi
kullanarak harekete geçirmiş ve bu insanların evlerine geri dönmeleri için 36.
enlemin kuzeyine Irak'ın geçişi, Birleşmiş Milletler kararı ile yasaklanmıştır.
Bölgeye Çekiç Gücü yerleştirme çabası yetersiz kalmış ve Kuzey Irak otoriteden
yoksun bir bölge hâline gelmiştir. Bu durumdan en çok yararlanan PKK terör
örgütü olmuştur. Terörist örgüt, Kuzey Irak'ta Türkiye Cumhuriyeti sınırlarının
hemen güneyinde kamplarını kurmuş ve yerleşmiştir. Böylece yıllardır düşlediği
ve bir türlü gerçekleştiremediği (Devlet denetiminden yoksun, şekavete açık
bölge) kendi terminolojilerine göre "kurtarılmış bölgeye" Kuzey
Irak'ta kavuşmuştur. Terör örgütü, silâhlarını toparlamış, kamplarını ve
depolarını kurmuş, teröristlerin sayısını artırmış, rahat bir eğitim dönemine
girmiştir. Hiç ummadığı bir zamanda silâh sayısı, terörist sayısı çok artmış,
serbest şekavet bölgesi oluşturmuş ve eğitime başlamıştır. Ayrıca, Sovyetler
Birligi'nin çöküşü ve dağılması sırasında pek çok modern Rus silâh ve malzemesi
Kuzey Irak pazarlarına düşmüş, ucuz fiyatlarla bu silahlardan ve malzemeden
alan PKK terör örgütü, Irak askerlerinin silâhlarıyla birlikte modernleşmiştir.
Gelişmiş silâh ve malzemeler sayesinde etkinliği büyük ölçüde artmış,
oluşturduğu güçle Kuzey Irak'ta bölgenin en büyük gelir kaynağı uyuşturucu veya
beyaz zehir ile silâh kaçakçılığını denetimi altına alınarak zengin olmuştur.
Uyuşturucu ticareti sayesinde Avrupa-pazarlarına girmiş, oralarda yandaşlar
edinmiş, bürolar açmış, örgütün tanıtım çalışmalarını yapmıştır. Türkiye'nin
güvenliğinden sorumlu iktidarın bu gelişmeye seyirci tavrı, ağır bir hata idi.
PKK terör örgütü, bu
süreçte çok güçlendiğini ve ordulaştığını sandı. 21 Mart 1992'de, Cizre ve
Şırnak'ta "halk hareketine geçiş" denemişinde bulundu. Bölgedeki
Silâhlı Kuvvetler ve güvenlik güçlerinin aldığı etkin önlemler ve halkın şuurlu
yurtseverliği yüzünden başarılı olamadı. Ekim 1992 sonunda TSK'leri Kuzey
Irak'a girdi. Teröristler oldukça fazla kayıp verdiler. Kamplarının bir kısmı
yıkıldı. Terör örgütü Kasım 1992'de tek taraflı olarak "ateş kes!"
ilân etti. Türkiye'de siyasî iktidar bu dönemde, güvenlik tedbir ve çabalarını
azalttı. Bu tutum ağır bir tarihî hata idi. Terör örgütü bundan yararlanarak;
eksiklerini giderdi. Hızla gelişti ve büyüdü. Türkiye içindeki pek çok bölgeye
yerleşti. Gücünün çok üstüne çıktı. Bu gelişmeler teröristlere fazla güven
verdi. Bölgede ordumuzla açıktan savaşabileceğine inandı veya inandırıldı.
25 Mayıs 1993 günü,
Elazıg-Bingöl yolunda sivil otobüslerden indirdiği 33 silâhsız eri şehit ederek
tekrar saldırıya geçti. Her gece üç-beş karakola baskın yaptı. Halka büyük
baskı uyguladı. Yeni bir dönem başladı. PKK'nın ve bu cinayet örgütünü
güdümleyen odakların samimiyetsizliğini insanlık duygusundan, halk sevgisinden
yoksun olduklarını belirleyen bu tutum geniş yankılar yarattı.
Kıbrıs Barış
Harekâtı'nda görev almış değerli bir asker, değerli bir şair ve yazar olan
merhum Hüseyin ÇELİKCAN 33 silâhsız Mehmetçiğin bu şekilde katledilmesinden
duyulan büyük elemi şehit ailelerinin ve aziz halkımızın duygularına tercüman
olarak GİTTİLER şiiriyle anıtlaştırdı.
1993 Ağustosu’ndan
itibaren Türkiye Cumhuriyetinin aldığı önlemlerle TSK ve güvenlik güçlerinin
gücü artırıldı. Bölge her yönden güçlendirildi. Her tarafta yoğun uygulamalar
(operasyon) başlatıldı. Uygulamalar aralıksız ve etkinlikle sürdürüldü. Doğu ve
Güneydoğu Anadolu'da ve Kuzey Irak'ta pek çok terörist etkisiz kılındı.
Terörist örgütün bütün çabaları boşa çıktı. Nereye gittiyse, ne yaptıysa
karşısında Türk Silâhlı Kuvvetlerini ve güvenlik güçlerini, halkın şuurlu
yurtsever korucularını buldu. Büyük heveslerinin yerini durgunluk ve korku
aldı.
Türk Silâhlı
Kuvvetleri, genel klâsik eğitimi aşan, özel eğitim gerektiren çok çetin arazi
ve hava koşullarında uzun yıllar PKK terör örgütüyle uğraştı. Başarılı oldu.
Terör örgütüne ülke içinde serbest şekavet alanı, kanunsuz bölge veya bölgeler
yaratma fırsatı vermedi. Nereye yerleşmeye niyet ettilerse, kısa süre sonra oralarda
Mehmetçiğin süngüsüyle karşılaştı. Yaptıkları boşa gitti. Rahat oturamadılar.
Mehmetçik Türkiye Cumhuriyeti'nin onuruna yakışır biçimde kışın soğukta, yazın
sıcakta; gece, gündüz, yağmur, kar demeden mücadele etti. Çok zor sınavlardan
geçti. Teröristleri etkisiz kılmada zor yolu seçti. Çatışmaya girenleri kanı ve
canı pahasına etkisizleştirdi. Suçsuzlara asla zarar vermedi. Bölge halkına
sevgiyle yaklaştı. Onlara iyi davrandı. Onları teröristlerden korumak için her
zaman canını ortaya koydu. Terörle mücadelede zorlu ve doğru yolu seçti.
Tereyağından kıl çeker gibi suçluları kovaladı ve buldu. Halkın yanında oldu.
Onların sevgi, güven ve desteğini kaybetmedi.
Olayların azalması
PKK terör örgütünün gücünün azalması ve umutlarının kırılmasıyla orantılıdır.
Terörist örgütün gücünü kaybetmesinde Türk askerinin becerisi ve özverisi
büyüktür. [Yasa dışı bir örgütün Kiralık bir cinayet çetesinin silâhlarını
bırakarak teslim olmaları hâli dışında "ateş kes" işlem ve eylemleri
hukuken yok hükmündedir. Batıldır.]
Aziz milletimiz bu
uzun süreçte büyük acılar yaşadı. Dostunu ve düşmanını bir daha tanıma fırsatı
buldu. En yakınındaki kapı komşuları teröristlere kucak açtılar. Terörist başı
A. Öcalan'ı ülkesinde barındıranlar olduğu gibi, teröristleri kamplarında eğitenler,
her türlü silâh desteğini sağlayarak, moral verenler oldu. "Teröre
hayır! Ama Türkiye'deki teröre evet!" diyerek ikiyüzlü davrandılar. "Uyuşturucuya
hayır!" dediler. Teröristlerin uyuşturucu ticaretine engel olmadılar.
Terörün bulaşıcı bir hastalık olduğunu unuttular. Geri tepebileceğini hiç
düşünmediler. Bir gün terörün onları da vurabileceğini, canlarını
yakabileceğini bilemediler.
Türkiye, bütün bu
zorluklara karşı tek başına savaştı. Zor dönemler yaşadı. Bunları birlik ve
beraberlik içinde atlatmasını bildi. Öyle ki yakalanıp yargıya verilen
teröristleri, "insan hakları" şöyledir. "insan hakları"
böyledir deyip, kışkırttılar. Cezaevlerinin teröristler için okul olmasını
sağlamaya çalıştılar. Bunda da oldukça başarılı oldular. Önemli günlerde,
hassas günlerde bölge halkının arasına girerek, onları kışkırttılar. Bölge
belediyelerinin olanaklarından yararlanmada yardımcı oldular. Uluslararası
yardım kuruluşlarıyla bölgeye gelip, onları ayağa kaldırdılar. Tam anlamıyla
çifte standart uyguladılar. Ancak, Türkiye Cumhuriyeti ve Türk askeri bıkmadan
mücadele etti. Kararlı davrandı. Kimseye de ödün vermedi. Bu olaylarda Türk
askerinin üstün disiplin anlayışı, inanılmaz derecedeki dayanıklılığı ve
sabrının büyük payı vardır. Dünyada çok az asker, 18 aylık askerlik süresinin
14-15 ayını sürekli yağmurda, karda, çamurda ve soğukta, karakolların dışındaki
mevzilerde kalarak geçirebilir. Dünyadaki çok az asker, 3.500-4.000 m.
yükseklikteki sarp kayalıklarda, derin karda mücadele edebilir. Türk askeri
bütün bu zorlukları yenmesini bilmiş, zoru başarmıştır. Türk askerinin
böylesine dayanıklılık gösterebileceğine, karlı dağların doruklarında yaz-kış gezebileceğine
teröristler inanmamış, böyle hareketleri yapamayacağını sanmışlardı.
Mehmetçiği, en olumsuz hava koşullarında dağların doruklarında, başlarında
komutanları olduğu hâlde karşılarında görünce şaşırıp kalmışlardır.
Çatışmalarda, Türk askerinin başında komutanlarının olmayacağını, askerlerin
yalnız kalacaklarını zannetmişlerdi, bu konuda propaganda yapmışlardı,
karşılarında her seviyedeki komutanlarını görünce ne yapacaklarını
bilememişlerdir. Bu durumları hiç akıllarına getirmemişlerdi. 19 Temmuz 1994
gecesi Cudi Dağı'na sızan kahraman Mehmetçik sabaha karşı teröristleri önüne
katıp kovalamaya başlayınca; teröristler, Cudi Dağı'ndan çekilmek zorunda
kaldıklarını üst seviyedeki terörist başlarına bildirdiler. Bölge dışındaki
terörist başları, kendilerine, oradan çekilmemelerini, askerlerin üzerlerine
gelemeyeceklerini, kendilerine hiçbir şey yapamayacaklarını söylemeleri
üzerine, Cudi'deki teröristler; "Askerlerin çok cesur ve atılgan
olduklarını, her türlü araziyi geçip, üzerlerine futursuzca geldiklerini,
yakaladıklarını öldürdüklerini, onların gücü karşısında dayanamadıklarını,
kaçmak zorunda olduklarını" belirtmişlerdir. Tekrar, dayanmalarını
söylediklerinde: "askerler, hiç de sizlerin anlattığınız gibi korkak
değiller, aksine çok cesur hareket ediyorlar, yok olmak istemiyoruz."
demişler ve biraz sonra da telsizi kapatmışlardır. 1986 yılı Temmuz ayında
Fındık (Şırnak) bölgesinde yapılan bir uygulama sırasında, bölgeye civardan
gelen askerlerin arasına girdiğimde; hayretle askerlerin elbiselerinin üzerlerinin
terden sırılsıklam olduğunu, elbiselerinin üzerinde 1 cm2'lik dahi
kuru bir kesim olmadığını hayretle gördüm. Hastalanacaklarını, hiç olmazsa iç
çamaşırlarını değiştirmelerini söyledim. Yan tarafa geçip, iç fanilalarını
değiştirirlerken, birkaç askere: "Nasılsın? Buralarda olmaktan pişman
mısın?" diye sorduğumda, "Anam beni bugün için doğurdu. Neden pişman
olayım? Aksine, böyle bir çatışmada yer alacağım için mutluyum" dediler.
Yine, bölgede
olayların en yoğun olduğu 1993 yılı sonunda, Şırnak'ta bir gece çatışma da iki
kolunu ve bacağını kaybederek yaralanan gaziyi (S.C.) Diyarbakır Askeri
Hastanesinde ziyaret eden devrin Başbakanı Tansu Çiller yaralı eri görünce
dayanamadı. Ağlamaya başladı. Başbakanın önünde ağladığını gören kahraman Gazi;
"Ağlamayın Sayın Başbakanım! Lütfen ağlamayın! Ben ve arkadaşlarım, siz
büyüklerimizin ve milletimizin üzülmemesi, ağlamaması için çarpıştık. Ben, iki
kolumu ve iki bacağımı bu vatan ve millet için verdim. Çok mudur? Pek çok
arkadaşım canlarını verdiler. İki kol ve iki bacağım milletime helâl olsun!
Gerekirse, seve seve canımı da verebilirim. Yeter ki vatan sag olsun! Sizler
sag olun ve ağlamayın Sayın Başbakanım!" dedi.
Bu kahraman Gazi,
orada bulunanların hepsine, sözleri ve davranışlarıyla hem ders verdi, hem de
ağlattı.
Olaylar sırasında,
komutanı için kendilerini ölüme atan askerlerin yanında, erleri için
kendilerini hiç çekinmeden tehlikeye atan subay, astsubaylar pek çok defa
görülmüştür. Bunlardan biri de 3 Mart 1995 günü cereyan eden Teğmen E.K.'nın
şehit olduğu olaydır: Teğmen E.K. timleriyle teröristleri izlerken, önlerine
Ohi Deresi çıkmıştır. Ohi Deresi çok azgın akıyordu. Etrafta ne var, ne yok,
alıp götürüyordu. Etrafındaki yüksek dağlarda karların erimesiyle dere iyice
kabarmıştı. Teğmen (E.K.) dereyi nereden geçeceğini düşünürken, birdenbire
arkasındaki askerlerin çığlıklarını duydu. Dönüp baktığında, erlerin birinin
dereye düştüğünü ve sürüklendiğini gördü. Teğmen (E.K.) tereddüt etmeden dereye
atladı. İyi yüzüyordu. Dere çok hızlı akıyor ve soğuktu. Buna rağmen; erini
kurtardı. Ancak, çok yorgun düştüğünden kendini kurtaramadı. Erini kıyıya son
defa itişiyle, arkadaşları onu çekerken; o sırada gelen azgın bir dalga çok
yorgun düşen Teğmeni sürükleyip götürdü. Teğmen erinin hayatını kurtarmak için
canını feda etmişti.
8 Mart 1985 günü,
Sason'da 3-4 m. yükseklikte karda, güvenlik kuvvetleri PKK'lı teröristleri
Helohim mezrasında, Siverek Komando Alayından gelen Komando Takımı erlerinden
İ.P. büyük kahramanlık göstermiştir. Derin karda cereyan çatışmada, komando eri
İ.P., iki-üç teröristin etkisiz kılınmasında büyük pay sahibi olmuştur. Sağ
kalan son terörist, hâkim bir arazide bulunması nedeniyle, bütün arkadaşları
için tehlikeli olmaya, onlara ateş yağdırmaya başlamıştı. Bu duruma dayanamayan
kahraman komando eri, hızla derin karda bata çıka teröristin bulunduğu yere
doğru ilerlemeye başladı. Bütün komutanları bulunduğu yerde karın içine
gömülmesini, aksi hâlde vurulabileceğini söylemelerine karşın, o hızla
ilerledi. Son teröristi de vurdu. Ama, kendisi de o anda vuruldu. Tanrının
rahmetine kavuştu. Şehit oldu. Bu kahramanı oradaki komutanları ve arkadaşları
durduramamıştı.
1985-1986 yıllarında
alınan başarılarda büyük payı olan P. Yarbay (K.E.) böbreklerinden hasta
olmasına rağmen; her zaman timleriyle birlikte dağ başlarında; karda, soğukta,
sıcakta, aç, susuz, kalmayı yeğlemiş ve büyük başarılara imzasını atmıştır.
Geri dönmesi ve tedavisinin yapılması gerektiği söylendiğinde; "İzin
verirseniz, birliğim döndüğünde ben de döneyim. Onları yalnız bırakmak
istemiyorum." demiştir. Birliğiyle birlikte her gittiği yerden ses getiren
bu kahramanın, her emrini birlikleri de canla başla yerine getirmekte hiç
tereddüt etmemişler, birbirleriyle yarışmışlardır.
-Mayıs 1985 başında
Fındık (Siirt) bölgesinde görev alan Siirt Komando Bölük Komutanı Üsteğmen
(C.Ü.) Fındık bölgesini kasıp kavuran, masum insanları acımasızca öldüren
teröristlerin peşlerine düşmüş, izlerini bulmuştu. Ancak çok hastaydı.
Boğazının altında simsiyah hörgüç gibi bir şişlik oluşmuştu ve üsteğmen ateşler
içindeydi. Kendisinin bu durumda görev yapamayacağını, derhal hastaneye
götürülmesi gerektiğini söylediğimde, ellerime sarılarak adeta yalvardı:
"Komutanım,
"Y"nin izini buldum. Bütün subay, astsubay ve erlerimle anlaştık,
"Y" ve grubunu yakalamaya yemin ettik. Onları yakalayıp, bölge
halkını onların elinden kurtaracağım. Beni alırsanız, bu birliğe bir daha
dönmek için yüzüm olmaz. Kaçtı derler. De olur Komutanım! Bana üç-dört gün daha
izin verin. Ben iyiyim. Bu süre içinde sonuç alamazsam beni alın" dedi.
Bu kahraman sözünü
tuttu. Dört gün sonra "Y" ve grubunu Fındık civarında yok ettiler.
Bölge halkını onun zulmünden kurtardılar. Üsteğmen C.Ü.'de hastaneye yattı.
Dört ay hastahanede kaldıktan sonra doktorların çabalarıyla iyileşti. Görevinin
başına tekrar döndü.
-Mart 1995'te,
Bitlis bölgesinde yapılan bir operasyon sırasında bölgenin komutanı Tugg. F.B.
aniden PKK'li teröristlerin direk ateşiyle karşılaşır. Yere yatar, subaylarına
emirler verir ve bir taraftan da ateş gelen yeri gördüğünden ateş etmek ister.
Ancak, Jandarma Yüzbaşı R.'ı önünde, kendisini ateşten koruyacak biçimde
çömelmiş ateş ederken görür. Komutan J. Yüzbaşı R'ye;
-R. vurulacaksın.
"Çabuk yat" diye emir verir. Yüzbaşı R. duymazlıktan gelir ve ateş
etmeye devam eder. Komutan tekrar aynı emri sertçe tekrarlayınca, Yüzbaşı R.
bir taraftan ateş eder, bir taraftan da şunları söyler:
"Komutanım bu
çok ciddî bir çatışma. Kötü yerde yakalandık. Vurulabilirsiniz. Sizin sağ
kalmanız ve çatışmayı yönetmeniz çok önemli. Siz vurulursanız burası dağılır.
Teröristler sevinir. Onları sevindirmeyelim. Siz emin bir yere geçinceye kadar
sizi vücudumla koruyacağım. Ben vurulsam da fazla birşey olmaz. Çatışma
sağlıkla sürer. Ayrıca ben gencim. Yaralansam bile çok çabuk iyileşirim."
demiş. Komutanını vücuduyla korumaya devam etmiştir.
1992-1993 yıllarında
Hakkari'nin Çukurca İlçesine bağlı Üzümlü Jandarma Karakolu, PKK'li
teröristlerin öncelikli hedefi olmuş ve arka arkaya birçok kere basılmıştır.
Teröristler karakola âdeta nefes aldırmamıştır. Karakol, her baskını
teröristlere ağır kayıplar verdirerek geri püskürtmüş, Üzümlü'nün askerlerinin
yarattığı kahramanlık yurt çapında yankı bulmuştur. Karakolun gösterdiği
kahramanlık yanında, terhis olan askerlerin ortaya koydukları özveri dolu asil
davranışlar bölgedeki tüm askerler arasında hayranlıkla karşılanmış ve herkese
örnek olmuştur.
O dönemde askerlik
19 aydan 15 aya indirilmiş, terhis işlemleri yüzünden asker sayısı bölgede çok
azalmış, karakollardaki askerler yarı yarıya düşmüştü. Yeni gelecek erler de en
az bir bir ay sonra gelebileceklerinden alınan bütün önlemler yetersiz
kalıyordu ve karakol bir ay kadar yarım mevcutla görev yapacaktı. Teröristler
de bu fırsatı yakaladığından erlerin eksik olduğu günlerde daha çok
saldırıyorlar ve daha çok şehit ve yaralı verilmesine neden oluyorlardı. Üzümlü
Karakolu'nun terhise hak kazanan askerleri kendi aralarında yaptıkları bir
toplantıdan sonar karakol komutanına çıkarak, arkadaşlarını bırakıp
gitmeyeceklerini, yeni askerler gelinceye kadar onlarla birlikte kalacaklarını
söyleyerek büyük bir özveri örneği göstermişlerdir.
Mart 1995'de Türk
Silâhlı Kuvvetleri baskın tarzında ve gece sızmasıyla Kuzey Irak'a girdi. Kuzey
Irak'taki operasyonlar üç ay kadar sürdü. Bu arada, Mayıs başında Mezi Kerya'da
çatışmaya giren B. Komando Birlikleri askerleri teröristlere karşı hızlı ve
atılgan hareketler sergiliyordu. Konuşmalar telsizle dinleniyordu. Mezi
Kerya'daki terörist başı da durumu kendi üstüne bildiriyor, umutsuz olduklarını
sık sık tekrarlıyordu. Onları dinleyen terörist başı, "Sizler
mevzidesiniz. Kayaların içindesiniz. Onlar açıkta. Çabuk onları yokedin,
işlerini bitirin, onlar kaçıp giderler" demiştir Oradaki teröristin cevabı
ise;
"Bunlar çok
değişik savaşıyorlar. Acayip tarzları var, çok gözü pek ve fütursuzca
saldırıyorlar. Attıklarını da vuruyorlar. Baş edemiyoruz. Burada biraz daha
kalırsak, hepimiz yok olacağız" demiştir.
Komandolar kısa
sürede bölgeyi denetimleri altına aldılar.
Mücadele böylesine
karşılıklı özveriler ve dayanışma olaylarıyla doludur. Yukarıdaki örnekler
hemen akla gelenlerdir. Binlerce benzer örnek vardır. Bu nedenle başarıya
ulaşılmıştır.
Bu kahraman
askerler, bölge halkına karşı sıcak ve hoşgörülü davrandıkları gibi,
teröristlerle girdikleri çok şiddetli çatışmalardan sonra teslim olan teröristlerden
üşüyenlere ceketini, parkasını; aç olanlara çantasındaki yiyeceğini,
matarasındaki suyunu verenler her yerde görüldü. Bu tablolar komutanlar
tarafından sıkça izlendi. Çatışmalarda düşmanına karşı amansız mücadele veren
Mehmetçik, teslim olan teröristlere karşı hoşgörülü davranmasını ve teröristin
katı yüreğini yumuşatmasını, bilmiştir. Mehmetçik Kürdü ayrı görmemiş, her
zaman kendinden biri olarak bilmiştir. Düşmanca davranmamıştır. Bölge halkı da
Mehmetçiğe yabancı gibi bakmamıştır. Bölge halkıyla Mehmetçik kaynaşmıştır.
Bu yiğit, kahraman
askerleri sevgiyle ve saygıyla anıyorum. Hiçbirini unutmadım. Ömrüm boyunca da
unutmayacağım. Böylesine dayanıklı, hoşgörülü, bilinçli, disiplinli ve güçlü
askeri olan Türk ulusunun sonsuza dek bağımsız yaşayacağına yürekten
inanıyorum.
Bu açıklamaları
yapmaktaki amacım; Büyük Atatürk'ün kurduğu Türkiye Cumhuriyeti'ni bölmeye,
yıkmaya çalışan teröristlere karşı uzun yıllar büyük bir özveriyle mücadele
eden, bu uğurda terlerini, kanlarını bolca döken, gerektiğinde en değerli
varlıkları, canlarım çekinmeden veren kahraman Mehmetçiğin, subayların,
astsubayların, erlerin, uzmanların, polislerin, korucuların ve öğretmenlerin
kahramanlıklarını büyük Türk ulusu adına kısmen de olsa ödemektir. Bu kahramanlar,
hayatlarının baharında Türkiye Cumhuriyeti'nin birlik ve beraberliği, ülkenin
bölünmez bütünlüğü için savaştılar. Kimileri şehit, kimileri gazi oldular. Ama
Türkiye Cumhuriyeti'nin onurunu ve bütünlüğünü korudular. Ülkeyi böldürmediler.
Göklerde dalgalanan şanlı bayrağı indirtmediler. Türkiye Cumhuriyeti'ne leke
sürdürmediler. Onlar, dedelerinin Çanakkale'de, Sakarya'da ve Dumlupınar'da savaştığı gibi
kahramanca savaştılar. Dedelerinden hiç farkları yoktu. Bu kahraman şehitleri
rahmetle anıyor, gazilerimize acil şifalar diliyorum. Büyük Türk ulusu bu
kahramanlıkları asla unutmayacaktır.
(ŞEHİT BABASINDAN)
GİTTİLER
Nurdandır toprağı
taşı dediler.
Cennetin otuz üç
yaşı dediler.
Eğilmez şüheda başı
dediler.
Çiçek çiçek
açılarak gittiler.
Ufuklara saçılarak
gittiler.
Bin yıllık çınarın
dalları gibi,
Soylu arıların
ballan gibi,
Sancağın solmayan
allan gibi,
Kanlarıyla
karılarak gittiler.
Bayraklara
sarılarak gittiler.
Yerde güneş gökte
dolunaydılar,
Dünyamızdan yıldız
yıldız kaydılar.
Yurt için ölmeyi
şeref saydılar.
Hudutlara çizilerek
gittiler.
Kartal kartal
süzülerek gitttiler.
Rahmet iner akan
sular durulur.
Bingöl yaylasında
otağ kurulur.
Hainlerden birgün
hesap sorulur.
Bu gerçeği bile
bile gittiler.
Şehit olup güle
güle gittiler.
Hüseyin ÇELİKCAN
(Silâhsız, izinli
yolcu konumunda şehit edilen 33 yiğidin anısına)
**
"Türklerin Avrupa dengesi için gerekli bir eleman oldukları kesindir.
Türklerin sonsuz nitelikleri, tarihî erdemleri ve yüksek kabiliyetleri unutulmamalıdır."
Türklerin sonsuz nitelikleri, tarihî erdemleri ve yüksek kabiliyetleri unutulmamalıdır."
Beaconsfield
Emekli Tuğgeneral
Rıza Bekin: 1925 yılında Doğu Türkistan'ın Hoten kentinde doğdu. Doğu Türkistan
Millî Mücahitlerinden Mehmet Emin Buğra'nın yeğeni ve kaynıdır. İlköğretimini
Afganistan'da tamamladı, 1938 yılında Atatürk'ün buyruğuyla asker olarak
yetiştirilmek üzere Türkiye'ye getirtildi.
1946'da Kara Harp
Okulu'nu, 1948'de Topçu Okulu'nu bitirerek Topçu Subayı olarak Türkiye'de
göreve başladı. Üsteğmen rütbesindeyken 1950'de l'nci Türk Tugayı Topçu Taburu
ile Kore'de savaştı, gazidir.
Almanya'da ve ABD'de
çeşitli meslekî kurslarda bulundu, Topçu ve İstihbarat Okullarında öğretmenlik
yaptı. 1958-1961 yıllarında Tahran'da Ataşe Yardımcılığında bulundu. 1965'te
Kara Harp Akademisi'ni, 1966'da Silâhlı Kuvvetler Akademisi'ni bitirdi. 1973'te
Tuğgeneral olarak CEÎ1T0 Kurmay Başkan Yardımcılığı'na atandı. Çeşitli
birliklerde Tugay Komutanlığı yaptıktan sonra 1977'de emekliye ayrıldı.
1986 yılında Doğu
Türkistan Vakfı Başkanı oldu. 1989-90 yıllarında Birleşmiş Milletler görevlisi
olarak Afganistan'da İnsanî Yardım Programı'nda çalıştı. Farsça ve İngilizce
bilir, hâlen Doğu Türkistan Vakfı Başkanı ve merkezi Münih'te olan Doğu
Türkistan Millî Kurultayı Onur Başkamdir.
Söyleşi tarihi ve
yeri: Ağustos 2001, Ankara
Söyleşi yapan:
Tuncer Sevinç
Editörün notu: Rıza
Bekin Paşa, Atatürk'ün bizzat himayesine alarak yetiştirdiği ve Türk Silâhlı
Kuvvetleri saflarına kattığı değerli bir Dış Türk'tür ve dünyaya gözünü açtığı,
çocukluğunun geçtiği âna yurdu Doğu Türkistan hâlen Çin'in esareti altındadır.
Atatürk'ün Türklük Davası'na nasıl baktığının ve Dünya Türklüğü'ne nasıl
yaklaştığının canlı tanığıdır. Bu söyleşi, Atatürk'ü tüm yönleriyle tanımak
gayretinde olanlar için önemli ipuçları verecektir kanısındayım.
Çok geç olmadan ne olur Allahım!
Onca ulu ulusumun evlâdı içinden
Bir Ata nasip et yüreği volkan gibi sıcak.
Sözleri gök gürültüsü gibi, gür ve vakur.
Bakışları şimşekler gibi keskin.
Adımlan öylesine kararlı olmalı.
Bir Ata ki doğmalı, zalimleri yok etmeli.
Bir Ata doğmalı MUSTAFA KEMAL gibi.
Her yiğit bir önder, her önder bir Mehmetçik.
Kanı vatan toprağı için yağmur.
Teni bayrak için dikilmiş filiz.
Yüreklerinde ateş, beyninde fikir yoğurulmalı
Bir Ata doğmalı benim TÜRKİSTAN'IMDA.
Ben, 1931-1937
yılları arasındaki Doğu Türkistan İslam Cumhuriyeti'nin kurulmasında büyük rol oynayan millî mücahit
Mehmet Emin Bugra'nın yeğeniyim.
1934 yılına kadar
Doğu Türkistan'da kaldım, o zamanlar dokuz yaşındaydım. O yıllarda Doğu
Türkistan'ın her tarafında ayaklanma vardı: kuzeyde niyaz Hacı, Aksu tarafında
Mahmut Muhittin, Hoten bölgesinde Mehmet Emin Buğra ve kardeşleri büyük
mücadeleler verdiler ve İslâm Cumhuriyeti'ni kurdular. Devlet kuruldu ama,
Sovyetlerin ve Çinlilerin fitnesiyle, özellikle Çinli Müslümanların etkisiyle
büyük bir iç kaynaşma başladı. Sonuç olarak Hoten bölgesinde kuvvetlerimiz
mağlûbiyete uğradı.
O kargaşada biz
Hindistan'a hicret ettik. Ortalık iyice karışınca, Mehmet Emin Buğra da bizden
hemen sonra Doğu Türkistan'ı terk etmek zorunda kaldı. Çünkü Doğu Türkistan
Çinliler tarafından fiilen işgal edilmişti. Mehmet Emin Buğra derhal
Hindistan'dan Afganistan'a geçti, 1935-36 yılları.
O zaman
Afganistan'da Türkiye'nin Büyükelçisi büyük milliyetçi, büyük devlet adamı
Memduh Şevket Esendal'dır. Bu insandan da kısaca bahsetmek istiyorum:
Atatürk bu büyük
insanı özellikle büyük bir görev için Afganistan'a büyükelçi olarak
göndermiştir. Çünkü Doğu Türkistan kaynıyor, yeni bir Türk devletinin kuruluş
sancıları var... Hatta kısa süreli de olsa kurulan bu devletin Dışişleri Bakanı olan Kasım
Can Hacim Kaşgar'dan kalkıyor Bombay'a geliyor. Gazi Mustafa Kemal Paşa'ya bir
telgraf çekiyor. Telgraf şöyle: "Gökbayrak'tan Albayrağa selâm."
Telgraf böyle. Hatta Doğu Türkistan bayrağı olarak Gökbayrağın kabul edilişinin
Atatürk'ün telkiniyle olduğu söylenir.
Elbette Atatürk Doğu
Türkistan'ın özgürlüğü ile yakından ilgileniyordu. Memlekette başkaldırılar
başlayınca iki kişiyi gönderiyor; birisi Dr. Mustafa Kentli, diğeri de Dr.
Mecdettin Ahmet. Mecdettin Ahmet Özbek ve Taşkent kökenlidir, O da Doğu
Türkistan'a gitmiş. Atatürk'ün görevlendirdiği bu insanlar: "Aman
devrim önderi komutanlar arasında ihtilâf çıkmasın, birlik ve beraberlik
olsun!" diyorlardı Atatürk'ün isteği buydu. Biz bunları sonra öğrendik.
Evet, biz de Kabil'e
geldik. Dediğim gibi Buğra derhal Türkiye Büyükelçisi Memduh Şevket Esendal ile
irtibat kuruyor. Esendal her hafta Mehmet Emin Buğra ile fikir teatisinde
bulunuyor, durum değerlendirmesi yapıyor, çıkardığı sonuçlan da Ankara'ya
gönderiyor.
O sıralarda Kabil'de
sıkıyönetime benzer bir yönetim vardı; akşam bir yere çıkan kişinin elinde
gemici feneri olacak ve tek kişi çıkmayacak gibi. Bunun için her hafta akşam
elçiliğe beraber giderdik. Kabil'de Doğu Türkistanlı çok talebe vardı. Meselâ
Buğra Hindistan'da okuyan dokuz öğrenciyi Kabil'e getirtmişti. Doğu Türkistanlı
çoktu ama ben ona yakındım: kayınbiraderiydim ve aynı zamanda kendisi de
halamın oğluydu. Mahmut Şevket Esendal beni kendi oğlu gibi çok severdi.
Esendal Buğra ile
daha çok Kabil'de bulunan öğrencilerin geleceğini tartışırdı. Kabil'de ilkokulda,
askerî okulda çeşitli Türk boylarından öğrenciler vardı. Burada tarihe hizmet
için şunu da anlatmalıyım:
O sıralarda
Sovyetler Birliği Hükümeti Afgan Hükümeti'ne bir protesto çekiyor; Sovyetler
diyor ki: "Afgan askerî
okullarında okuyan Türk kökenli bütün öğrencileri çıkartacaksın!"
Afgan Hükümeti de çarnaçar hepsini okuldan çıkarıyor. Bu durum, Esendal
tarafından büyük önder Atatürk'e intikal ettiriliyor. Büyük Atatürk Esendal'a: "Derhal oradaki bütün öğrencileri, yol parası
verilerek Türkiye'ye gönderiniz! Burada askerî okullara yerleşecekler." diye emir veriyor.
Bu şekilde yirmiye
yakın Özbek öğrenci Türkiye'ye gitmeye hazırlanıyor. İşte tam bu sırada bir
ilginç gelişme yaşandı. Japon Hükümeti Mehmet Emin Buğra'yı kendi
elçiliklerine davet etti. Ben, yine elimde fener, yanında gittim. Hiç unutmadım, o zamanki Japon Büyükelçisi Varavorya
idi; yemekler yendi, ben de köşede bir yerde oturuyorum; konu şu: Japonlar,
Mehmet Emin Buğra'nın getirdiği dokuz öğrenciyi okutmak için Japonya'ya
götürmek istiyorlar. Buğra, Büyükelçi'ye teşekkür ettikten sonra: "Bu
öğrenciler için başka bir plânımız var. Bu plân tahakkuk etmezse ancak o zaman
bu isteğiniz mümkün olur" dedi.
Plan, öncelikle
Türkiye'nin bu çocukları eğitmesidir. Zaten ertesi gün Esendal'ı aradı, mülâkat
istedi, gittik, Japonların bu isteğini anlattı. Bunun üzerine Esendal Buğra'ya:
"Siz ne dediniz?" dedi. Buğra: "Kesin bir şey söylemedim"
dedi. Esendal: "Pekiyi, siz ne düşünüyorsunuz?" dedi. Buğra:
"Efendim, Türk Dünyasına hizmet edecek kişilerin ancak Türkiye'de
yetişeceğine inanıyorum. Millî terbiye ancak Türkiye'de alınır. Doğu
Türkistan'a da ancak Türkiye'de yetişmiş insanlar faydalı olur, eğer
lütfederseniz, bu çocukları hemen Türkiye'ye gönderelim, çünkü Japonlar tekrar
isteyebilir" dedi. Memduh Şevket hemen Ankara'ya durumu bildirmiş. 10-15
gün geçmedi bizi çağırdı, "Hemen hazırlanın!" dedi. O sırada
gidebilecek dört öğrencinin yol parası verilerek Türkiye'ye gönderdi. Niyazi
Mehmet diye birisi var, Ömer diye bir çocuk, Sıracettin diye de birisi, bir de
ben. Niyazi Mehmet ile ikimiz askerî mektepte okuduk. Sıracettin pek okuyamadı,
temelleri yoktu. Onlar sivil okullarda okudu.
Türkiye'ye
girişimizde elimizde Afganistan Büyükelçisi Memduh Şevket Esendal'ın bir yazısı
vardı. Yazıda: "Hoten Emiri Mehmet Emin Buğra'nın yeğeni Atatürk'ün
emriyle Türkiye'de askerî okula kabul edilmiştir. Bu yazıyı gören her Türk,
devlet memuru olsun olmasın, yardımcı olacaktır!" diye bilgiler vardı.
Memduh Şevket
Esendal bizi yolcu etti, yol paramızı verdi. Önce Basra'ya geldik. Basra'da
Türk Konsolosu karşıladı, hepsi haberliymiş. İslahiye'den Adana'ya geldik.
Adana'da vilâyette bir gece misafir olacağımızı söylediler, Adana
Lisesi'ne gittik. Öğrenciler büyük bir kalabalıkla bizi karşıladı,
"Yaşasın Türklük!" diye bağırıyorlardı. Bu öğrencilerin
başında Zeki Sofuoğlu vardı, ki hayattadır, Allah uzun ömür versin. Sonra
Ankara'ya geldik. Ankara'da elimizdeki kağıdı gösterdik, bizi Genelkurmay'a
gönderdiler. Biz, Genelkurmay'a nereden girilir? bilmiyoruz, 13 yaşında çocuklarız.
Biz Arslanlı Kapı'dan girdik, nöbetçi amiri olduğunu sonradan öğrendiğimiz
birisi karşıladı. Çocukların içinde Anadolu Türkçesi iyi olan bir bendim,
nöbetçi amirine "Mareşal Fevzi Çakmak'ı görmeye geldik" dedim. Bizi
bir yere oturttular, bir binbaşı yukarı çıktı. Sonra bizi yukarı çıkarttılar,
bir odaya girdik; sonradan biliyorum ki Genelkurmay 2'nci Başkanı Asım
Gündüz'ün odası imiş. Asım Paşa bizi öptü, "Hoşgeldiniz" dedi, biz de
elimizdeki kağıdı verdik. Çay ikram etti. Her şey plânlanmıştı. Çok iyi
hatırlıyorum, merhum Lütfi Güvenç Paşa, o zaman kurmay albaydı, Bozkurt
Güvenç'in babasıdır, Bozkurt Güvenç'i çocukluğundan tanırım, babası son derece
milliyetçi, çalışkan bir kurmay albaydı, o bizi aldı askerî ortaokula gönderdi.
Burada bir konuyu anlatmak istiyorum. Son zamanlarda
kasıtlı olarak Atatürk'ün dine karşı olduğu arada bir söyleniyor. Bu bir
iftiradır. Bunu tamamen reddediyorum. Onun için anlatmak istiyorum:
Biz geldik. Konya'da Askerî Ortaokula girmek için yola
çıktık. Konya istasyonunda bir çavuş bizi aldı, okula teslim etti. 15-20 gün
sonra Ramazan Ayı geldi. Atatürk hayatta. Okul Komutanı Kurmay Yarbay Adil
Peköz derhal bütün okulu topladı, ramazanı, orucu anlattı, "Farzdır, ama
yaşınız küçük" dedi, "Yine de tutmak isteyenler varsa, ayrı yatakhane,
ayrı yemekhane hazırladık. Teravih namazına gitmek isteyenler bir çavuş
nezaretinde gidecekler. Oruç tutmak isteyenler bu tarafa geçsinler" dedi.
Okulun yarısından fazlası oruç tutanlar tarafına geçti. Oruca başladık. Bizi
sahura özel olarak kaldırırlardı. Dersimizi hiç aksatmadan ibadetimizi
yapıyorduk. Atatürk dine karşı değildi; ben Harp Okulu'nu bitirene kadar hep
böyleydi. "Türk Ordusu dine karşıdır" falan diyenler tamamen
kasıtlıdır. Bunun iyi bilinmesi gerekir. Ben bunu yaşadım. Eksiği var, fazlası
yoktur.
Bir defa, Atatürk
Doğu Türkistan'da olanı biteni her an öğreniyordu. Esendal da gerçekten çok iyi
bir aydın ve vatanseverdi; bizleri zaman zaman elçiliğe çağırırdı; bir
keresinde bizi çağırdığında, elçilikte bayrak çektirdi, sesi de güzeldi,
İstiklâl Marşı'nı bizzat söyledi; bize İstiklâl Marşı'nı öğretti, nasıl
yazıldığını anlattı. Esendal Uygur lehçesini de bilirdi. Biz, Türkiye'ye
geldiğimizde İstiklâl Marşı'nın iki kıtasını biliyorduk, nitekim Adana'ya
geldiğimizde öğrencilerle beraber İstiklâl Marşı'nı söylememiz öğrencileri ve
dinleyenleri coşturdu. Zaten biz Doğu Türkistan'da da Türklük aşkını yüreğimize
diri tutuyorduk. Okulda, Doğu Türkistan'a vaktiyle Türkiye'den gelmiş
Türklerin öğrettiği "Yaşa Mustafa
Kemal Paşa, yaşa... Ordumuz etti yemin, titredi haki zemin..." diye marşlar
söylerdik. Sadece Atatürk'ümüzün zamanında değil, Türkiye, ta 1913'ten
beri Ziya Gökalp, Enver Paşa, Talat Paşa oralara öğretmenler göndermiş,
Kaşgar'da Öğretmen Okulu açmışlar, sonra Çinliler kapatmış... Doğu Türkistan
fizik bakımdan çok uzak, ama gönüllerde çok yakın...
Sovyet Rusya'dan kaçarak Kaşgar'a gelip yerleşmiş
aydın bir kişi, Doğu Türkistan'daki bağımsızlık hareketini Ruslar ve Çinliler
ortaklaşa bastırınca, üç çocuğunu Hindistan yoluyla Türkiye'ye gönderiyor. Atatürk'e,
"Çocuklarım esirlikte büyümesinler, size emanettir"diye bir mektup
yazıyor, bu mektubu en büyük çocuğuna veriyor. Çocuklar Türkiye'ye
geldiğinde, Atatürk'ün bizzat Türkistan'dan getirttiği ve çok sevdiği Prof. Dr. Abdülkadir lnan'dan da Türkistan hakkında bilgi alırmış, böyle bir
günde bu çocukların geldiğini söylüyor ve mektubu takdim ediyor. Atatürk
mektubu görünce, "Derhal çocukları getir!" diyor. Bu çocuklar şunlar:
İbrahim Altay, Enver Altay, Nefise Altay. Şimdi bu Enver Altay İstanbul Teknik
Üniversitesi'ni bitirmiş, mimar mühendis ve emeklidir. İbrahim Altay da Türk
Hava Kurumu'na verilmiş, pilot olmuş, kendisini tanırdım. Kızı tanıyamadım,
Nefise ile görüşemedim.
Çocukların Atatürk
ile görüşmeleri de ilginçtir. Atatürk o gün Ruşen Eşref gibi Türk kültür ve
edebiyatıyla ilgili insanları da davet etmiş. Çocuklar girince Atatürk
ayağa kalkıyor, çocukların yanaklarından öpüyor, teker teker bağrına basıyor: o
anda Atatürk heyecanlanıyor ve gözleri doluyor. Rahmetli
Abdülkadir İnan bunları bana I972'de Erdek'te anlattı.
Atatürk çocuklara: "Niçin Doğu Türkistan'da bu mücadele başarılı
olmuyor?" diye soruyor. Çocuklardan birisi Uygur lehçesiyle uzun uzun
konuşarak anlatıyor. Atatürk'ün dışında herkesin birbirine baktığım anlayan Abdülkadir Hoca
Atatürk'e: "Paşa Hazretleri, müsaade ederseniz ben bu konuşmayı tercüme
edeyim"diyor. Atatürk, çok sert bir bakışla:
"Hoca, bunlar Türkçe konuşmuyor mu? Türkçe'den Türkçe'ye tercüme
olmaz!" diyor.
Benim Türkistan
kökenli olmam, Türk Ordusu'nda büyük avantajlar elde etmemi sağladı.
Talebeyken, öğretmenlerim ve ordudaki üstlerim beni hep sevgiyle karşıladılar.
Onların bu duygusu karşısında, her işimi mükemmel yapmanın gayretinde olurdum.
Öğrenci arkadaşlarım her tatilde beni evlerine götürürlerdi; bana çok ilgi ve
sevgi gösterirlerdi, beni çok severlerdi. Ben Kore Savaşı'na katıldım. Kore'de
arkadaşlarım bana şaka yapardı; Çinliler hücum ettiğinde: "Çinliler
senin burada olduğunu biliyor, onun için hücum ediyor. Seni teslim edersek, bu
hücum durur" diye takılırlardı.
Bakınız Kore bana
bir olayı daha hatırlattı. Yıl 1950, ben artık bir subayım. Memduh Şevket
Esendal elçilikten ayrılmış, CHP Genel Sekreteri. O benim manevî babam olmuştu.
Kore'ye Çin desteğinde hücum edilmiş, Amerikalılar kaçıyor; ilk günlerde
Birleşmiş Milletler'in desteği yok. Birleşmiş Milletler destek verince, Türkiye
de bir tugay gönderecek. Ben de o Tugay'da görevliyim. Esendal, benim için:
"Biz bunu büyük bir hizmet için getirdik. Kore'ye gider de bir şey olur
mu?" diye bir hayli düşünmüş; İsmet Paşa ile görüşüyor, Paşa o zaman
muhalefet lideri. İsmet Paşa: "Askerdir. Bir maksat için getirmişsiniz; savaş
bir asker için laboratuvardır, laboratuvarsız kimyager olmaz. O
muhakkak oraya gitmeli. Sağ kalırsa kalır ve çok faydalı olur. Giderse, o da
kendi kaderidir."diyor. Esendal bunu bana daha sonra böylece aktarmıştı.
Kore'de, Kunuri
dâhil, savaşın her safhasında ateş ve barut içinde bulundum. Topçu atışlarını
ve uçakların yönelişini idare ettim. Taburun tercümanlığım da 198 yapardım.
Amerikalılar, Amerikan Başkam'nın "Mümtaz Birlik" nişanını verdi.
Ben, Kore'ye giderken yolda üsteğmen oldum.
Yine burada ilk
defa, hiçbir yerde kaydı olmayan, bizim ceridelerimizde yer almayan, Kore'yle
ilgili bir anımı nakletmek istiyorum:
1951 yılında
Kore'de, üsteğmen olarak, 25'nci Amerikan Tümeni emrinde Türk Tugayı'nın Topçu
Taburu Muhabere Takım Komutanıydım. Türk Tugayı Tümen ihtiyatına alındığı için,
Taburumuz da 64'ncü Amerikan Topçu Taburu'nun takviyesine memur edilmişti. Bu
sırada Amerikan Tümeni Topçu Komutanı Tuğgeneral Bigman Barth, 64'üncü Topçu
Taburu Muhabere Takım Komutanının bölgeden geçici olarak ayrılmak zorunda
kalması üzerine, benim, Amerikan Üsteğmeninin görevini beş gün için devralmamı
istedi. O gece hazırlandım. Ben, Türk Ordusu'nu temsil ettiğimin bilincinde
olarak her şeyi düşündüm, titiz bir hazırlık yaptım. Ertesi gün Jeep'imle
görevi devralacağım birliğe gittim. Önce Amerikalı Tabur Komutanı Yarbayı
gördüm. Sonra Birlik Astsubayı beni karşıladı, birlikle tanıştım ve bana
hazırlanan çadıra yerleştim. Beş gün zevkli bir görev yaptım. Gözlemlerim
sonucunda, Amerikalının tasavvur edilemeyecek boyutta disiplin ve morale sahip
olduğunu gördüm. Örneğin, hat arızasına giderken dahi ayakkabılarını
boyuyorlardı. Bunu şöyle de değerlendirebiliriz: belki de, ben nasıl Türk
Ordusu'nu temsil ettiğim bilinciyle hareket ettiysem, onlar da benim şahsımda
kendilerini iyi yönde tanıtma gayretinde oldular sanıyorum. Amaçlarına da
ulaştılar. Ama Türk Ordusu'nu çok önemsediklerini biliyorum. Ben, bir Amerikan
birliğine komuta eden ilk yabancı subayım, başka örneği var mı, bilmiyorum.
Yıllar sonra ben
Tuğgenerallikten emekli oldum. 1990 yılında Birleşmiş Milletler Afganistan'a
İnsanî yardım programı çerçevesinde bir mayın temizleme ekibi oluşturmuştu.
Çünkü yıllar süren iç savaş ve Rus işgali Afganistan'ı mayın tarlasına
dönüştürmüş, masum insanların ölümüne sebep oluyordu. Yalnız, BM yetkilileri,
bu büyük İnsanî hizmetin başında bir Türk generalinin bulunmasını zamanın
başbakanı Turgut Özal'dan istemiş, O da Genelkurmay Başkam'na iletmiş. Orası,
benim geçmişim nedeniyle, İngilizce bilmem, mahallî dillere vakıf olmam ve
zamanında BM müşterek harekâtlarında, CENTO'da görev yapmam nedenleriyle beni
önermiş. Ben, bu ekibin çalışmalarına "baş koordinatör" sıfatıyla
komuta ettim. Bu arada Amerikalı Tuğgeneral Jamese Amerikan grubuna beni
tanıştırırken "Bu Türk Generali Üsteğmen iken bir Amerikan birliğine,
kısa süreli de olsa, başarı ile komuta etmiş tek yabancı subaydır"
dedi. Şaşırdım: beraber çalıştıkları kişileri unutmamaları, kayıtlara
geçirmeleri, hafızalarını daima canlı tutmaları beni şaşırttı.
Gene Kore'yle ilgili
ibret olabilecek bir anımı ve tespitimi nakletmek istiyorum:
Propagandanın
kendisi başlı başına bir silâhtır; Kore Savaşları'nda taraflarca bolca ve
özenle kullanılmıştır. Bu propaganda harbi, radyo ve telsizlerle yapıldığı
gibi, top ve havanlarla atılan propaganda mermileri ile de karşılıklı olarak
sürerdi. Ben, bir istihbaratçı olarak, bu savaş türü ile çok ilgilendim. Radyo
ve telsizlerden, bazen, güzel bir Türkçe ile yapılan konuşmaları dinlerdik. Bu
konuşmalar, “Savaşı bırakın, bize teslim olun! Köyünüze, sevdiklerinize,
Ayşe'ye, Fatma'ya kavuşmak isterseniz, teslim olun! Sizi Anadolu'ya
kavuşturacak en kısa yol Pekin'den geçer!" gibi konuşmalardı, nazım
Hikmet'e ait olduğu bilinen şu şiiri de hatırlıyorum:
Ankara Şehrinde
kurdular pazar,
Ankara Şehrinde
sattılar bizi.
Türk Dünyası'nın
geniş bir bölümü Çin'in ve bir bölümü de Rusların işgal ve esaretinde iken,
ideolojik propaganda sonucu robot ajan hâline getirilen bu bahtsız, yani Nazım Hikmet, Mehmetlerimizi
Çinlilere teslim olmaya davet ediyordu. Bunu yazan, kaybedilmiş bir Türk idi.
Hatırlıyorum, bir şiirinin sonu da şöyle bitiyordu:
Bilmeyen var mı?
Yaktınız ekinleri,
şehirleri uçurdunuz.
Ve onların en ucuz
ölüm aleti şendin,
Ahmet, vebalı
farelerinden de ucuz.
Kore'de yağmur mu
yağıyor?
Dinecek.
Ya defolup gideceksiniz,
ya denize dökecekler sizi.
“he halt
edeyim?" deme sakın
Ahmet, teslim ol.
haneni, köyünü,
memleketini
seviyorsan şu kadarcık, teslim ol.
Haneni,
köyünü,
memleketini,
seni celebe
satanlara
söylenecek bir çift
sözün varsa Ahmet,
teslim ol.
Yitirmedinse
insanlığını,
Çoluk, çocuk naşıyla
dolu bir çukurda,
teslim ol.
Biz Türkler
yiğidizdir.
Yiğitliğin zerresi
kaldıysa sende
teslim ol.
Teslim ol ananın
başı için.
Teslim ol Türk halkı
adına.
Ahmet kardeşim,
kardeşlerine teslim ol.
Genelkurmayın hizmete
özel bir yayınında bu şiire atıfta bulunarak düşman güçler güdümündeki yıkıcı
propagandaya ve bu virüsü kapan hasta yurttaşlara örnek göstermişti.
Bu elem verici ibret
alınması gerekli olayı şunun için hatırlatıyorum. Ordumuzu milletimizi
ideolojik, psikolojik propaganda ve baskı ile yanıltma çözme, dünya kamuoyunda
devletimizi milletimizi kusurlu gösterme, karalama yeni bir hadise değildir.
Günümüzde bu
bedbahtı haksız yere cezalandırılmış, eşsiz bir yurtsever gösterme gayreti
içinde bulunanlar sadece cehalet ve gafletle tavsif edilemeyecek ağır bir vebal
altındadırlar.
Şanlı ordumuzdan
emekli olunca Başbakanlıkta dokuz sene uzman olarak çalıştım. Bizim Doğu
Türkistan Derneği’nin başında İsa Yusuf Alptekin vardı, bir hayli yaşlanmıştı. Hemşehriler,
özellikle Suudi Arabistan'daki hemşehriler, bana bir görev vermek istediler.
Oradaki kardeşlerimizden Mehmet Emin İslami adlı kardeşimiz, oradaki Doğu
Türkistanlılar adına, "Vatan hizmetiniz bitmiştir. Artık ana vatan (Doğu
Türkistan) hizmetine dönmenizi istiyoruz. Çünkü büyük Mustafa Kemal sizi
Türkiye'ye 'Doğu Türkistan'a hizmet' etsin diye getirmiş; şimdi sırasıdır. Doğu
Türkistan Vakfı'nı kurup, Doğu Türkistanlıları bir araya getiriniz" diye
bir mektup gönderdi. Bunun üzerine 1986'da Doğu Türkistan Vakfı'nı kurduk.
Aslında bu Vakıf, büyük mücahit İsa Yusuf Alptekin zamanında, 1978'de kurulmuş,
fakat faaliyet gösterememiş.
Dünya'da, Türk
tarihini, Türk psikolojisini Çinlilerden daha iyi bilen yoktur. Çin'de uzun
süre iktidar mevkisinde bulunan Türk hanedanları ve toplumları var. Yönetim
dönemlerinde Çinlilerin bugün sergiledikleri gibi assimilasyoncu olmadıkları
sabit. Çok iyi tanıyorlar bizi. Bizim kendileri için ileride "baş
ağrısı" olabileceğimizi düşünüyorlar. Türk Dünyası'nı takip ediyorlar;
evet, Çin'de 30 milyon Uygur Türkü var ama, Türkler sadece o kadar değil, 250
milyonluk bir kitle söz konusu. Diğer taraftan, bir milyarı aşan nüfusuyla Çin
homojen de değildir. Kendi durumlarını da biliyorlar, Türkün büyük güç olarak
neler yapabileceğini de biliyorlar. Çin'in gelişmesi için, güçlenmesi için tek
engel olarak Türk'ü görüyorlar. Dikkat bu yüzden. Türk Dünyası yanına
Rusya ve Amerika'yı da alırsa, nüfusuna rağmen Çin'in güç falan olamayacağını
çok iyi biliyorlar.
Diğer taraftan Doğu Türkistan, Çin için hayat memat
meselesidir. Doğu Türkistan'daki yeraltı, yerüstü zenginlikleri bol. Çin,
kaynaklarının yüzde ellisini Doğu Türkistan'dan elde ediyor. Doğu Türkistan
Çin'in altıda biri, fakat zenginlik bakımından Çin'in yarısından fazla kaynağa
sahip; Arabistan petrollerinden fazlasının Doğu Türkistan'da olduğu Hollandalı
araştırmacıların ifadesidir.
1759'da Çin, Doğu
Türkistan'ı ele geçirmiş; o tarihten beri oradaki Türkleri assimile etmeye, yok
etmeye çalışmaktadırlar. Ama başaramadılar, aksine nefret doğmuş. Meselâ ben,
yedi yaşındayken yaşananlardan, gördüklerinden duyduklarından doğan acı ile annem
bana şunu söylerdi: "Bir Çinli görürsen, tükür ve arkanı dön!"
Çinliler buna alınmasın, ama, takdir edilir ki, istilâya uğramış bir milletin
tepkisidir bu.
Çinliler eski bir
millettir, eski bir medeniyetin sahibidirler; bir milyarı aşkın nüfusları var.
Bin yıla yakın süre, Türkler ile Çinliler barış içinde komşuluğu
sürdürmüşlerdir. Ortak kültür, ortak medeniyet değerlerimiz var. Budizm, Doğu
Türkistan üzerinden Çin'e gitmiş. Ama, şimdiki durum çok farklı. Çin, bir
istilâcı gibi davranıyor. Oysa 1982 Çin Anayasası Doğu Türkistan'a özerklik
hakkı vermiş. Fakat tatbikatta bu yok. Anayasa hükümleri tam olarak
uygulanırsa, oradaki hiçbir Türk hiçbir Çinliye kötü gözle bakmaz, kardeşçe
yaşanır gider. Böyle olması lâzım, ama olmuyor. Bana birkaç ay evvel Fransız gazeteci geldi.
Konuşurken, "Doğu Türkistan'daki insan hakları ihlâlleri neler?"
dedi. Ben o bayan gazeteciye: "DOĞU TÜRKİSTAN'DA İNSAN HAKKI YOK Kİ,
İHLÂLLERİ OLSUN." dedim. Doğru olan bu. Tayvanlıların gazetesi. Doğu
Türkistan'ı, "ATOM BOMBASIYLA KÜRTAJ BIÇAĞI ARASINDA KALAN ÜLKE" diye
tarif ediyor. Bu, gerçeği anlatıyor. Hem de acı gerçeği...
Geçen gün Kaşgar'dan
birisi geldi. Doğu Türkistan'ın çoğunu Çinli kaplamış; zulüm had safhada. Ben
sordum: "Urumçi ile Kaşgar arasında tren yolu yapılmış, nasıl rahat gidip
gelebiliyor musunuz?" diye. Bana, "Ne rahatı!" dedi, "Bir
hafta evvelden bilet alıyoruz, yer numaramıza oturuyoruz; biraz sonra bir Çinli
geliyor, bizi kaldırıyor kendisi oturuyor. Biz de üç gün ayakta
gidiyoruz." Yani geçenlerde gelen bir haber bu...
Bu hâlde de yine
Türklerden çekiniyorlar. Çinliler, dört yıl çalışarak bir kitap
yayınladılar: "Pantürkizm'in ve Panislâmizm'in Zehirinden Ülkeyi Nasıl
Kurtarırız?" adında. İçinde neler yok ki: Türk tarihi tamamen tahrif
edilmiş. Türk diye bir milletin olmadığından söz ediliyor. "Türkler
uydurma bir millettir" deniliyor. "Katliam yapmışlardır"
deniliyor. "Anadolu'ya gitmişler, Kürtleri, Ermenileri, Rumları öldürerek
soylarını yok etmişler" deniliyor. Millet denilmiyor, âdeta bir güruhtan
bahsediliyor. Bu kitabı kendi yöneticileri için, gizli olarak hazırlamışlar,
fakat bizim elimizdedir.
Çinin bu yollara hiç
tevessül etmemesi lazım, koca bir ülke... Burada, Doğu Türkistan'da bir millet
vardır; Uygur, Kazak, Kırgız'dan müteşekkil. Buranın adı "Sincian"
değil, "Doğu Türkistan'dır dese, bizzat Çin, uluslar arasında saygı
kazanır, biz de hürmetle karşılarız.
Türkiye'nin içinde
bulunduğu durumu şöyle değerlendirebilirim: Türkiye'nin jeopolitik durumu, bu
arada bizim "Adriyatik'ten Çin Şeddine kadar bir Türk Dünyasından"
bahsetmemiz, ki bu tamamen gerçeğin ifadesidir, büyük devletleri ürküttü. Çünkü
buralar, dünyanın en zengin stratejik ham maddelerinin bulunduğu bölgeydi.
Siyasî birlik olmasa dahi, kültürel, sosyal, ekonomik boyutta beş yeni Türk
Cumhuriyetinin oluşması ve buna bağlı olarak Doğu Türkistan'ın da gündeme
gelebilme ihtimali tüm çıkarı olan devletleri rahatsız etti. Türkiye bu
oluşumun, nüfus bakımından ve bin yıllık devlet tecrübesi bakımından, lideri
olarak görünüyordu. Ben, PKK terör örgütünün bu lideri hastalandırmak için
icat edildiği kanısındayım. Ben Dış Türklerle her coğrafyada beraber oldum;
hiç kimse PKK'yı haklı görmedi ve lanetledi. Şimdi sindirilmiş gibi görünen
terör örgütü hiçbir zaman söndürülmeyecek, Türkiye'nin güçlü olmasını istemeyen
devletler bunun üzerinden desteğini çekmeyecek; siyaseten hedeflerine
ulaşamadıkları takdirde tekrar ortaya sürecekler kanaatindeyim.
Türkiye'nin
geleceğini iyi görüyorum. Olanlar gelip geçici. Siyasîlerimiz de yavaş yavaş
olanların farkına varıyor, daha bilinçleniyor. Biz, Sovyetlerin çöküşüne hazır
değildik. Atatürk, 1933'te hazır olmamızı istedi. Ama biz unuttuk veya
unutturulduk veya Atatürk'ü anlamaktan uzaktık...
Avrasya Türk
Dünyasının büyük bölümü, sadece 70 yıl değil, 200 yıldır esaret altında. Bugün
o coğrafyanın insanı hâlâ kültürünün, kimliğinin farkındaysa bu büyük bir olay.
Sovyet çöktü, sözde çekildi, fakat sosyal, kültürel, ekonomik hayatın hiçbir
alanında Türklerin tecrübesi yoktu ve idare yine Ruslarda oldu. Ama şimdi yavaş
yavaş öğreniyorlar. Türkiye'nin eğitim olarak büyük katkısı var. Örneğin: Ben
oralara gittiğimde, Anadolu Türk Lehçesini tercümansız anlamayanlar şimdi
benimle vasıtasız anlaşıyorlar. Bizim şunu kabullendirmemiz lazım: müşterek
Alfabe bu açığı süratle kapatacaktır.
Şunu da söyleyeyim: "Türkiye'nin
her sorunu tüm Türk Dünyası'nın sorunu olarak görüldüğü takdirde, beraber çözüm
arandığı takdirde sonumuz güzel olacaktır."
**
"İnsanları yükselten iki büyük üstünlük vardır:
Erkeğin cesur, kadının iffetli olması.
Bu iki üstünlüğün yanında bir üstünlük daha vardır,
vatana her şeyi feda edecek kadar bağlı olmak.
Bunlar büyük kahramanlığı, elem ve kedere karşı koymayı doğurur.
İşte, Türkler bu çeşit kahramanlardır.
Türkler öldürülebilirler, fakat yenilgiye uğratılamazlar."
Napoleon
**
“Kendi milletine karşı bu kadar
dürüst ve cömert olan Müslüman Türkler, hangi din ve
mezhebe bağlı olursa olsun aynı dürüstlüğü yabancılara karşı da yapar ve yerine
getirirler. Bu noktada Müslümanla Müslüman olmayan arasında hiçbir fark
gözetmezler."
Monradgea d'Ohsson
Hazım Dündar
Sayılan:
1920 Bursa doğumlu.
1941 Hara Harp Okulu mezunu. Yüzbaşı rütbesinde Kore Harbine gönüllü olarak
gitti, orada 1951 yılında yaralandı, Japonya'da tedavi gördü. 1960'da Çalışma
Bakanlığında İş Müfettişi oldu, Araştırma Kurulunda çalıştı, Eğitim Dairesi
Başkanlığı yaptı ve müteakiben Bakanlık temsilcisi olarak DPT de görev aldı,
burası 1964 yılında "insan Gücü ve Eğitimi" konusunda Amerika'ya
gönderdi.
1969 yılında kendi
isteği ile emekli oldu. Sonra beş yıl süreyle sırasıyla TES-İŞ Federasyonu
Eğitim Müdürlüğü, bir şirketin Ankara temsilciliği, bir AŞ. 'nin genel
müdürlüğü görevlerini yürüttü ve bir müddet Genelkurmay Askeri Tarih ve
Stratejik Etüt Başkanlığı'nda çalıştı.
Genelkurmay
Başkanlığı ve Kültür Bakanlığınca yayınlanan kitapları, çeşitli gazete ve
dergilerde yazıları, film senaryoları ve tiyatro eserleri bulunmaktadır.
Söyleşi tarihi ve
yeri: Ekim 2001, Ankara
Söyleşi yapan:
Tuncer Sevinç, Leman Alp, Vicdan Ersoy, Mevhibe Solak
Bir onlar var; göz veriyor,
El, kol, bacak, diz veriyor,
"Vatan" diyor aslanlarım.
Fidan ömrü özveriyor.
Vicdan Ersoy
Ben Kore
Savaşları'nda bulundum. Özgeçmişimde de görüleceği gibi Türk Silâhlı
Kuvvetleri'nde uzun süreli şerefle yad edeceğim birçok görevde bulundum.
Görevimiz harp etmek olduğu için, sevk ve idare edeceğimiz, gerektiğinde
tereddütsüz ölüme
Vicdan Ersoy
süreceğimiz Mehmetçiği bütün yönleriyle tanımak gayretinde oldum, iyi
tanıyanlardan biri olduğumu da söyleyebilirim.
Mehmetçiğin
özellikleri sonradan kazanılan şeylerden değildir. Çanakkale'de, İstiklâl
Savaşı'nda ne ise Kore'de de oydu, terörle mücadelede de öyleydi. Mehmetçiği ve
komutanlarını milletin gözünden düşürecek maksatlı yayınların arttığı bu
günlerde Mehmetçikle ilgili tespit ve anılarımı anlatmam benim için bir
görevdir.
2. Dünya Harbi'nin
galipleri, büyük harbin yorgunluğu üzerlerinden henüz geçmeden kendilerini
tekrar Kore'de savaş alanında bulmuşlardı. Herhâlde bu sebeple olacak ki, Türk
Tugayı Kore'de ilgiyle karşılanmadı. Öyle ya, savaş deneyimi olmayan, yeni
silâhları tanımayan Türkler, en deneyimli ve güçlü askerlerin yanında
savaşacaklardı. Taegu'daki Türk Tugayı ile ilgilenen görevli Amerikalı
subaylar: "Düşmanla uğraşmamız yetmiyormuş gibi, bir de sizlerle mi
uğraşacağız?" der gibiydiler. Haklıydılar: Elimizdeki silâhlar 1. Dünya
Harbi'nden kalmaydı. Türk subayı oradaki silâh ve harp gereçlerinin çoğunu ilk
kez görüyordu.
Okuma yazma oranının
% 45 olması da endişe yaratıyordu. Türk askerinin eğitilmesi ve kısa zamanda
harbe hazırlanması önemli bir sorun gibiydi.
Gelince, Taegu'da
askerimizin elindeki tüfekler alınmış, yerine filinta verilmişti. Filintaların
kendileri gibi süngüleri de kısaydı. Tugay, yeni silâh ve malzemelerle intibak
eğitimi yapıyordu. Böyle bir eğitimde, Amerikalı üst subaylardan biri
askerimize şöyle bir soru sordu: "Bu tüfek kısa, süngüsü de kısa;
düşmana nasıl ulaşacaksın?" Mehmetçiğin yanıtı kısa oldu: "Ben de bir
adım fazla atarım."
Bu, sorunlara
çözümde Mehmetçiğin üstün üreticiliğinin en çarpıcı örneğiydi ve ancak
komutanlara has bir düşünce kabiliyetiydi. Aynen de öyle oldu ve harbin sonuna kadar
Mehmetçik hep bir adım fazla attı.
Türk Tugayı, Kore'ye
ayak bastığından ateşkes anlaşmasına kadar, muharebenin hep can alıcı
bölgelerinde görevlendirilmiştir. Mehmetçiğin üç yıl içinde kazandığı 14
savaştan dördü Kore Harbi'nin kaderini ve seyrini değiştirmiş, Birleşmiş
Milletler Kuvvetlerinin de onurunu korumuştur.
Kunuri'de dört
tarafı on misli kuvvetle (8'nci Ordu Komutanı'nın deyimiyle, altı tümenle)
çevrilen Tugayımız, çemberi yardığı gibi, Birleşmiş Milletler Ordusunu da imha
olmaktan kurtarmıştır; tarih bunun bir örneğini daha yazmamıştır.
Kunuri Savaşı'ndan
sonra gemilere binerek Kore'yi terk etme çabasına giren Birleşmiş Milletler kuvvetleri,
Kumyongjong-ni'ye yaptığımız taarruzlarımızla yenilmez olarak tanımlanan
düşmanı mağlûp edip, savaşın seyrini ikinci kez değiştirdiğimiz zaman, gemiler
sevinçle boşaltılmış ve hayretler içinde onlar da harekâtımıza katılmışlardır.
Bu zaferin sonucunda Amerikan Kongresi'nin kararıyla Tugayımıza "Mümtaz
Birlik" nişanı verildi. Tegyevon-ni savunmasıyla başkent Seul'ü kurtardık.
Ateşkes anlaşmasını
sağlayan Wegas Muharebelerimizle de hiçbir yabancı birliğe verilmemiş olan
Mümtaz Birlik Mişam'nı ikinci kez kazanmış olduk.
Kumyongjong-ni
Zaferi'nden sonra Türk askerini kutlamak için 13 Şubat 1951 günü uçağıyla
Japonya'dan gelen Başkomutan General Mac Arthur, Tugayımızı ziyaretinde şöyle
demiştir: “Sizleri görmekten memnunum. Japonya'da siz Türklere, herkes. Kahramanlar
Kahramanı diyor. Kunuri'de 8'nci Orduyu kurtaran, Kumyongjong- ni'de düşmanı
mağlûp ve perişan eden Türkler, kahramanlar kahramanıdır. Türk Tugayı için yok
yoktur."
Mart 1951 sonlarında
taarruz ve hücum günlük olaylardandı, taarruzlarımızı aralıksız sürdürüyoruz,
verilen taarruz hedeflerine günü gününe ulaşılıyor. Düşman kuvvetli artçı
desteğiyle geri çekiliyordu.
24 Mart günü 5'nci Bölük Komutanı Üsteğmen Hasan Basri
Günalp gönüllü olarak takımıyla 540 rakımlı Tepeden hareket edip, bazı tepeleri
aştıktan sonra 639 rakımlı Tepeyi kısa sürede tırmanıp, düşmanla hücum
mesafesine kadar ilerlemişti. 2'nci Tabur Karargâhında bulunanlarla birlikte
ben de Günalp Takımının taarruzunu heyecanla izlemeye başladık; Takım düşmana
çok yaklaştığı için ateş desteği yapılamıyordu.
Birden "Allah! Allah!" sesleri duyuldu.
"Allah" sesleriyle birlikte takımın hücuma kalkması gerekli iken,
takım erlerinden hiçbir kımıldama olmamıştı. Hemen arkasından düşmanın attığı
el bombaları ortalığı duman içinde bırakmıştı.
Bombaların etkisi geçtikten sonra Takım biraz ilerdeki
sütreye sıçradı ve tam siper yaptı. Tekrar: "Allah! Allah!" sesleri
bütün tepeyi sarmıştı. Fakat, Takım olduğu yerde duruyordu. Üsteğmen Günalp
yeni bir taktik uyguluyordu. Bir anda yine düşmanın el bombalarının gürültüsü
duyuldu.
Bombaların etkisi geçtikten sonra, Takım Komutanının
bize kadar ulaşan gür sesi duyuldu: "Hiç kimse benden geri
kalmayacak!" Sonra yine: "Allah! Allah!" sesleriyle Takım hücuma
kalktı. Güçlü, aman vermeyen bir boğuşma seyrediyorduk. Sonunda, kaçamayanlar
süngüden geçiriliyor; kollarını kaldıranlara dokunulmadan geriye toplu hâlde
gönderiliyordu.
Başlangıçtaki küçük duraklamalar düşmanı yanıltmış, el
bombaları etkisiz kılınarak, kayıp vermeden düşman mevzilerinin içine atlanmıştı.
Bir bölüğün ancak yapabileceği işi, Üsteğmen Günalp, takımıyla kısa sürede,
kayıp vermeden yapmıştı.
Türk askerinin
İnsanî özellikleri burada da ortaya çıkmıştı. Geri çekilmek bir birliğin en
zayıf anı idi. Çünkü, savunmasız kalıyordu. Ayrıca karşı atışlar birliği kırıp,
geçiriyordu, nitekim, Türk süngüsünden kurtulanlar, eger teslim olmamış,
kaçıyorlarsa, piyade, sonra da topçu atışlarıyla çok kayıp veriyorlardı.
Mehmetçik, kollarını
havaya kaldıranlara dokunmuyor, ayrıca sigara, şeker veya çikolata ikram
ediyordu. Tutsakları sorgulamadan önce karınlarını doyurmadan geriye
göndermiyordu. Bir iki dakika önce ölüm kalım savaşı veren Mehmetçik, teslim
olanların sırtını sıvazlıyor, hemen dost olabiliyordu. Bu dostluğa, bu
yakınlığa bir anlam veren ve anlayan bir tek tutsağa dahi rastlamadım. Düşmanın
dostluktan anlaması veya anlamaması Mehmetçiğin umurunda bile değildi. O,
silâhsız bir insanın kendisiyle dost ve arkadaş olabileceğine inanıyor ve bu
inancı hiçbir şekilde eksilmiyordu.
Türklerin süngü
savaşı oldukça meşhur olmuştu. Bir İngiliz gazetesi şöyle yazıyordu. "Kore'de
Türkler süngünün konserve açacağı olmadığını gösterdiler."
Türk Tugayı Kore'de bir kahramanlık yarışı da
başlattı. ABD gazeteleri "Kore'de en iyi savaşanlar Türkler ve Amerikalılar"
derken, İngiliz gazeteleri de "Kore'de en iyi savaşanlar Türkler ve
İngilizler" diye yazıyordu. Türk askerinin yeni adı "Bir Numara-
Number One" idi, öyle diyorlardı.
Bunlar bizim
yaşadıklarımız. Bir de yabancı ağzından duyalım isterseniz; Koreli bir asker
anlatmıştı tanık olduğu bir süngü muharebesini. Şöyle diyordu:
"Yakınımdaki
askerler bir komutla süngü taktılar. Türk askerine, kahraman anlamında
Mehmetçik dendiğini öğrenmiştim. Mehmetçikler, boyunlarından, koyunlarından
küçük bir paketi, sanki sözleşmişler gibi, çıkarıp öpüyorlar, sonra da
başlarına götürüyorlardı. Bu hareketi birkaç kez tekrarlıyorlar, tekrar
koyunlarına koyuyorlardı. Sonradan öğrendim ki: öptükleri o küçük paket,
İslâmın büyük kitabı Kuran'mış.
Çinliler 20-25
metreye kadar yaklaşmışlardı; Türk Komutanın sesi yükseldi, bütün askerler aynı
anda bombalarını attılar. Ortalık karıştı, Çinliler durakladı. Bombanın etkisi
geçer geçmez Türkler "Allah! Allah!" sesleriyle öyle bir hücuma geçti
ki, bu hücumdan ancak kaçanlar kurtuldu.
Bu başarının sırrı
neydi? Bu yumuşak başlı insanlar, nasıl oluyor da kükreyen aslanlar gibi
savaşıyorlardı? Bunu anlamak için epeyi gözlem yaptım.
Bir kere Türk
Subayının hücumda geri kaldığını hiç görmedim. Hatta, ileriye fırlayıp tek
başına düşmana saldıran subayları da gördüm. İşte o zaman askerler
komutanlarını korumak için onun daha ilerisine atılıyorlardı.
Bir diğer husus da,
"Allah! Allah!" naralarıyla derhal savaş alanlarını tesirleri altına
alıyorlardı. Geri çekilmeyi, "Allah!" deyip, ileri atılamayacağından,
sevmiyorlardı. İşte sır burada çözülüyordu."
Şahsen beni çok
duygulandıran iki anımı da anlatmadan geçemeyeceğim.
6 Kasım 1951,
Amerikanın Sesi Radyosu'ndan bir ekip Tugayımıza gelip, bizlerle mülâkat
yapacaktı. Bu maksatla, seçkin askerlerden bir manga, daha doğrusu bir
Kahramanlar Mangası teşkil edilmesi isteniyordu. Manganın teşkili, zamanında
mülâkat yerine götürülmesi ve mülakatın herhangi bir aksaklığa mahal verilmeden
sağlanması görevi Generalimiz tarafından bana verilmişti. Fakat, istenen
mangayı toparlayamıyorduk, "Kahraman" lâfı işi karıştırıyordu.
Herhangi bir on kişi denseydi, iş kolaydı. Ama, 4500 kahraman arasından bu
seçimi yapmak imkânsız gibiydi. Bazı bölükler, ayırım yapamadıkları için,
istenen kahramanı gönderemediler. Gecikme olunca, komutanımız General Tahsin
Yazıcı beni telefonla aradı: "Evlâtlarım hazır mı Yüzbaşım!" diyordu.
Sonunda onları
toparladım: bir çavuş, iki onbaşı, yedi er. Banyo yaptılar, tıraş oldular,
temiz elbiselerini giydiler... Görevlerini anlattım: aynı sözler, aynı
konu tekrarlanmayacak, hepsinin
konuşması anlamlı bir metin ortaya çıkaracaktı; provasını yaptık.
Mülâkat yerinde
gerekli merasimler yapıldıktan sonra, ben, mikrofonu ilk olarak çavuşa verdim.
O çavuş, erler tarafından ittifakla en kahramanları olarak seçilmişti.
Ses mandalı açılmış,
hepimiz konuşmasını bekliyorduk. Fakat, Çavuşun ağzından tek bir kelime
çıkmıyordu; sapsarı olmuş, titriyor, parmaklarını yumruk yapmış sıkıp
duruyordu. Çaresiz mikrofonu ondan sonraki onbaşıya verdim, diğerleri aksaksız
konuştular. Onu da sıhhiye çadırına gönderdim, durumuna bir anlam verememiştik.
Konuşmalar bitti,
konuklar ağırlanmak üzere büfeye hareketlendi, ben de sıhhiye çadırına koştum,
Çavuşu merak ediyordum.
Çavuşumun başı eğik,
yüzüme bakamıyordu. Ufak tefek, masum, anlamlı ve temiz bir yüzü vardı. Böyle
birisinin Kahramanlar Kahramanı olacağı kimsenin hatırından dahi geçmezdi.
"Geçmiş olsun Çavuşum. Senin hiçbir
şeyden korkmadığını bütün Tugay biliyor.
Fakat, neden
mikrofonun karşısında yıldın?" dedim.
Önce sessizce beni
dinledi, yavaş yavaş başını kaldırdı, bakışları hâlâ ürkek. Belli belirsiz
silkindi, uzakta birilerine muhabbetle bakıyor gibiydi. Sonra tekrar bizi fark
etti ve yutkunarak konuşmaya başladı: "Komutanım; beni buraya kahraman
olarak gönderdiler. Ben kahraman değilim, gördüğünüz gibi korkağın
birisiyim."
Başını yere eğmişti.
İçini çekerek devam etti: "İlk mangam ilk hücumda yarı yarıya eridi,
hemen takviye ettiler. İkinci mangamla yaptığım hücumda dört şehit, üç yaralı
verdik; ben yine sağ kalmıştım. Komutan olduğum için en önde hücuma kalkarım,
bana kurşun işlemedi. Asıl kahramanlar şehitlik katına erişenlerdir, onlar hep
beni korudular. İşte o kahramanların huzurunda kahraman tanınıp, konuşamadım;
onların mertebesine erişemedim."
Durdu, derin bir
nefes aldı. Göz pınarlarından taşan yaşlara engel olamadı, yüzünden aşağı kayıp
durdu. Konuşmasını şöyle tamamladı: "Şimdi, üçüncü olarak yenilenen
mangaya komuta ediyorum. Gözlerim hepsinin üstünde, hepsini canımdan çok
seviyorum. Onlara bir şey olursa, bu sefer kahrımdan ölürüm... Sizleri
utandırdım, hem de yabancıların yanında. Kendimi affedemiyorum."
Artık kendini
tutamıyordu, hıçkırarak ağlıyordu. Kahramanlar Mangası'nın komutanı ağlıyordu.
Eğilip alnından, o ıslak yanaklarından öptüm, kucaklayıp bağrıma bastım. Neden
sonra, çok sonra ancak teskin edebildim. İsimlerini kaydettiğim notları
bulamadım, kaybolmuş. Şimdi tek tesellim, elimde, Tugay Karargâhına giderken
çekilen fotoğrafın bulunmasıydı...
22/23 Nisan 1951
gecesi düşman genel taarruza geçti; 9'ncu Bölüğün savunma bölgesinde ileri
gözetleme subayı olan Üsteğmen Mehmet Gönenç'ten şu telsiz haberi alınmıştı; "Düşman
bulunduğumuz tepeyi işgal etti. Çok şehit verdik, telsizcimiz de şehit oldu.
Koordinatları veriyorum, bataryalar ateş etsin!"
Alay topçu irtibat
subayı Yüzbaşı Refik Soykut cevap verdi: "Verdiğin koordinatlar
bulunduğun yer..." Topçu Üsteğmen Mehmet Gönenç şu karşılığı
verdi: "Evet öyle. Biz düşmana esir olmak istemiyoruz; bizi onlara
teslim etmeyin, vasiyetimiz bu!.. Bizleri, kendi ateşlerimizle şehit ediniz!
Tekrar koordinatları veriyorum. Bütün bataryalar buraya ateş etsin!"
Üsteğmen Gönenç'in
son sözleri buydu. Yüzbaşı Soykut, yüreğinden vurulmuş bir hâlde topçu taburunu
güçlükle bulabilmişti. Topçu tabur karargâhında bu ölüm dileğini dinleyen
subaylar şunlardı: Tabur Komutanı Yarbay Tahsin Kurtay, yardımcısı Binbaşı Ahsen
Saya, S-3 Subayı Binbaşı Lemi Eralp ve 25'nci Tümen Topçu Taburu'nda irtibat
subayı görevlisi Üsteğmen Aiaettin Haydaroğlu. Bütün subaylar şaşkın birbirinin
yüzüne bakıyor, hiçbirisi konuşmaya cesaret edemiyordu. İleri gözcü subayı,
bulunduğu yere bütün toplarıyla ateş açılmasını istiyordu. Bu olay, harp
tarihinde ne görülmüş, ne de duyulmuş bir istekti.
Aralarında güçlükle
yapılan durum muhakemesinden sonra. Topçu Üsteğmen Kahraman Mehmet Gönenç'in
vasiyetini yerine getirme karan alındı. Gözyaşları içinde bütün toplar ateşe
başlatıldı. Yalnız Tugayımızın topçu taburu değil, Tümenin bütün topçu
taburları bildirilen koordinata ateş etmeye başladı. Toplar gürlemiyor,
hıçkırıyordu sanki...
Anayurt'ta adı
okullara verildi. Bandırma Şehit Mehmet Gönenç Lisesi resim öğretmeni Ali
Dülger şiirinde ona şöyle sesleniyor:
Sen aziz şehidim, Kore'de ölümsüzleşen yiğit Mehmet!
Ölümsüz kalan adınla sonsuz uykunda daima rahat et.
Senin gibi yiğitlerle duyuldu dünyada Türkün sesi.
Adını gururla taşıyor Şehit Mehmet Gönenç Lisesi.
**
Kahramanları Tanrı,
Fakat destanları
Kahramanlar yaratmaktadır.
Arif Nihat Asya
E.Alb. Süha
Baykara'dan bir savaş anısı:
Derleyen: Tuncer
Sevinç
Emekli Piyade Albay
Süha Baykara: 1961 Kara Harp Okulu mezunu. Çeşitli yerlerde ve birliklerde
bölük komutanlığı yaptı, 1974 I. ve II. Kıbrıs Barış Harekâtı'na Bölük Komutanı
olarak katıldı; Magosa'ya birliği ile giren ilk Piyade Birlik Komutanıdır.
Tabur Komutanı olarak İstanbul'a atandı, 1980 Müdahalesinde Asayiş Birlik
Komutanlığı yaptı. Yarbay rütbesine mümtaz terfi etti, Çıldır Hudut Tabur
Komutanlığına atandı. Kara Harp Okulu'nda Alay Komutan Yardımcılığı ve
öğretmenlik yaptı. 229'ncu Motorlu Piyade Alay Komutanlığı ve Ankara Fakülte ve
Yüksek Okullar Komutanlığı görevlerinde bulundu ve buradan kadrosuzluk
nedeniyle emekli oldu. Takdirname ve ödüllerle dolu çok başarılı bir meslek
geçmişi bulunmaktadır.
“MEHMETÇİĞİ TANIMAK İÇİN OKUMAK DEĞİL,
YAŞAMAK GEREK"
"İçinde
bulunduğum şartlar ne olursa olsun, mutluyum. Çünkü, Mehmetçiğin komutanıyım."
Hayatı sevmek,
herkesin en doğal hakkıdır. Fakat, yaşama sevgisi bir askerin yüreğini ve bütün
benliğini, yurdunu korumak ve kollamak, milletini yaşatmak hâlinde sarıyorsa, o
asker ateş yağmuru altında olsa bile ölesiye savaşır.
Milletçe böyle bir
meziyet taşıdığımız içindir ki, bağımsızlığımızı asırlardır koruyoruz. Cesaret,
insanda sadece manevî bir kuvvettir. Kahramanlık ise fazilettir. Kahramanlık
ruhu insana atalarından irsî olarak intikal eder. Bir millet nesil olarak kahraman
değilse, içinden çıkacak birkaç yiğit dünya üzerinde hür yaşayamaz, her savaşı
zafere döndüremez. Milletimizin kahramanlığı Tevrat'tan Herodot'a, en ünlü
yazar ve şairlere konu olmuştur. Kaşgarlı Mahmut'un dediği gibi: "Tanrı
Türkü, insanlığı şerirlerin (kötülerin/hayırsızların) şerrinden korusun diye,
kendisine has numune asker olarak yarattı." İşte, tarihindeki
kahramanları tek bir isimle bağrına basmak için, Türk Milleti, bu adları ayırt
edilemeyen evlâtlarının hepsine birden bir sevgi, Kendisini savaş alanlarında
tanıyan düşmanları ise bir saygı nişanesi olarak, ona "Mehmetçik"
demiştir. Bu hikaye de, Kıbrıs'ta savaşan binlerce Mehmetçikten birisinin
hikayesidir.
20 Temmuz 1974
sabahı; şafakla birlikte ilk toplar parlarken, Türk Silâhlı Kuvvetleri, atalarına
ve tarihe yakışan bir azimle dalga dalga, yüreğinde kırk milyon Türk'ün sevgi
ve duası ile ana vatandan yavru vatana ulaştı. Hepimiz tek bir vücut, tek bir
yürektik. Tek düşüncemiz: ya başarı, ya da ölümdü. Harp tarihinde eşine ender
rastlanan Kara, Deniz, Hava Kuvvetlerimizin işbirliği, yüksek bir sevk-idare ve
disiplin anlayışı içinde cesaretle ileri atıldık. Ada'daki kiliselerde, Rum
zulmünün son tehlike çanları gökyüzünü yırtarcasına çalıyordu. Her taraf alev
alev yanıyordu. Bir taraftan donanmamızın kıvrak salvoları yeşil tepecikler
üzerinde kırmızı-mavi şimşekler hâlinde çakarken, korkusuz paraşütçülerimiz
gökyüzüne saçılmış buketler gibiydi. Her tepeyi alırken kahraman
Mehmetçiklerimizin çıkardığı "Allah Allah" sesleri, sanki savaşın ara
nağmesiydi. Alman tepelere şanlı bayrağımız, gelincikler gibi, sıra sıra
dikiliyordu. Kartallar gibi gökyüzünde süzülen jetlerimiz, o tüyler ürperten
dehşeti ve isabetiyle, hedefleri nokta nokta buluyordu. Düşmanın senelerdir
tahkim edilmiş mevzileri, kükreyen tanklarımızın paletleri altında eziliyor,
yok ediliyordu. Ne tepemizi delen korkunç sıcak, ne mataralarımızda kaynayan
su, ne ayaklarımızın altında yanan toprak bizleri yolumuzdan alıkoymuyordu, bir
çıg gibiydik.
20 Temmuz öğleden sonraydı; Kırnı denilen bölgede gece taarruzu için
hazırlanıyorduk. Fakat, Beşparmak Dağları'nın yerini kestiremediğimiz bir
yönünden devamlı havan ateşi yiyorduk, düşman yukarıdan tertibimizi rahatlıkla
görebiliyordu. Bir ateş grubu önce 2. Bölüğün üzerine düştü; şiddetli bir infilâk
duyuldu ve simsiyah bir duman çıktı. Bir an sessizlik kapladı etrafı, fakat, ne
acı bir feryat, ne de çığlık geliyordu. Tam bu sırada ikinci grup bir mermi
ıslık çalarak hemen arkamıza düştü, hepimiz tam siper yapmıştık. Başımı
kaldırdığım zaman, etrafa dağılan toz, duman ve kıpkırmızı alevler içerisinde
koşuşan erlerimi gördüm. Birisi sıhhiye erini çağırıyor, sıhhiye eri de durumu
görmüş, teskeresi ile oraya koşuyor... Erlerimin olduğu yere fırladım, koştum.
Dört erim
yaralanmış, darmadağınık yere serilmişti. İçlerinden Salih Kabul, Siirt'in
Şırnak İlçesinden (ki şimdi ildir), merminin savurduğu toz yığınları arasında
âdeta toprağa gömülmüş, kızgın güneş karası hafif sakallı yüzü yeşilimsi olmuş,
tebessüm eder gibi bakıyor; gözlerinin canlılığı henüz kaybolmamış. Salih'in
sağ bacağı hemen diz kapağının altından kopmuş, bir karış kadar kemik parçası,
bıçak gibi, bacaktan dışarı fırlamış. Potini içinde kanlı et yığını gibi duran
kopuk ayağını sağ eliyle gayri ihtiyari sımsıkı tutmuş. Kızgın toprağa fışkıran
kutsal temiz kanı toprakta köpürüp, fokurduyor... Gördüklerim karşısında bir an
duraklamıştım. Barışta birçok yaralı görmüştüm, ama bu bambaşkaydı. Kendimi
toparladım ve doktoru çağırdım. Doktor süratle yanımıza geldi, Salih'in
bacağını sardı ve kanı durdurdu. Bu arada ben, onu kurtarabilmenin telaşıyla
sağa, sola emirler verirken, Salih başını kaldırdı ve haykırırcasına:
- "Ne telâş
ediyon Komutanım? Biz buraya niçin geldik? Vatan sağolsun. Hele bana bir cigara
verin!" dedi.
Onun bu
soğukkanlılığı, atalarından aldığı asil duygu ve yüreğindeki vatan aşkı
karşısında hepimiz donakaldık. O anda nasıl duygulandığımı anlatamam,
gözlerimden akan yaşı gizleyemiyordum. Ona sigarasını yakıp, verirken, şanlı
koca bir tarihi kucaklar gibiydim; eğilip alnından öptüm sadece...
"Gömelim gel seni tarihe desem, sığmazsın" diyordum. "Mehmetçiği
tanımak için okumak değil, yaşamak gerek" diyordum. Atatürk'ün
"Muhtaç olduğunuz kudret, damarlarınızdaki asil kanda mevcuttur"
sözlerini daha iyi anlıyordum. Büyük Ata'nın: "Dünyanın hiçbir
ordusunda yüreği seninkinden daha temiz, daha sağlam bir askere rast gelinmemiştir.
Kanaatinle, imanınla, itaatinle, hiçbir korkunun yıldırmadığı demir gibi pak
kalbinle düşmanı nihayet alt eden büyük gayretin için minnet ve şükranlarımı
söylemeyi nefsime en aziz bir borç bilirim." deyişindeki kutsiyeti daha
iyi kavrıyordum.
Diğer erlerin
yaraları hafifti. Savaş bütün hızıyla devam ediyordu, civarda henüz ne
hastahane, ne de bir askerî araç vardı. Fakat, o sırada, su taşıyan bir
mücahidin pikabı geçiyordu, durdurup Salih'i arkasına koydum ve Lefkoşe'ye
götürmesini söyledim.
Araç süratle
uzaklaştı, fakat biraz ileride düşmanın makineli tüfek ateşine tutuldu; yolda
birkaç zikzak çizdikten sonra yoluna devam etti. Biz, Salih'ten umudu kesmiş,
duasını bile yapmıştık...
Aradan sekiz ay
geçtikten sonra Salih'ten bir mektup aldım; sanki dünyalar benim olmuştu, o
ölmemişti. Mektubu bütün bölüğe okudum: "Komutamım" diyordu, “Sizlerden
ayrıldığım için çok üzgünüm. Lefkoşe Hastahanesinden beni helikopterle Ankara
Gülhane Hastahanesine naklettiler. Orada bana çok iyi baktılar. Yurt dışından
gelirse, bir takma bacak takacaklar. Şimdi memleketteyim. Bana 1500 lira maaş
bağlandı. Beş çocuğum, anam ve babamla birlikte oturuyorum. Bir bacağımı
verdim, öbür bacağım da vatanıma feda olsun. Tek üzüntüm, sizlerle sonuna kadar
savaşamadım. İşte buna yanıyorum, Komutanım." diyordu.
Kahraman Salih;
bugün seni tarihî engin sayfalarına kaydederken, milletime ve orduma karşı
vicdanî bir borcu yerine getirmenin huzuru içindeyim. Sizler var oldukça, büyük
milletimiz daima hür, şanlı ordumuz daima muzaffer olacaktır. Sen ve senin gibi
ismini bilmediğimiz nice Mehmetçikler, sizler gökyüzümüzü kaplayan ve her
zerresi içimize sinmiş birer ruhsunuz. Elinizde bayrak, tarihimizde destan,
bugün ve yarınlarımızın güven kaynağı, şeref ve gururumuzsunuz. Sizlerle
övünüyoruz. Size dil uzatanlar, sizi tanımayanlar, sizi yaşamayanlardır.
Sizlere komuta ettiğimiz için kıvanç doluyuz.
Şehit Mehmetçikler,
ruhunuz şad olsun.
Gazi Mehmetçikler,
ömrünüz uzun ve mutlu olsun.
Kaynak: MEHMEDİN DÜNYASI, Yayına Hazırlayan Tuncer SEVİNÇ,
AVRASYA-BİR VAKFI YAYINLARI ,2002Ankara,
[5] I. Krallar 5: 3; I. Tarihler 28: 2-3; II. Samuel 7: 4; Tanrı’nın, Mabed’in yapımını
Davud’a vermemesinin gerekçelerden birisi olarak Davud’un Tanrı’yla olan yakın
ilişkisini gösterenler de bulunmaktadır. Buna göre, Tanrı, Yahudilerin zaman
içinde günah işleyeceklerini biliyordu. Eğer Mabed’i Davud yapsaydı, böyle bir
durumda Tanrı, Mabed’i yıkamayacak ve Yahudileri cezalandırmak için bir çok
insanı öldürmesi gerekecekti. Bu nedenle Tanrı, Mabed’in yapımını Süleyman’a
vermiştir ki, ilahi öfkenin dinmesi için Tanrı, Yahudilere yönelmesin, öfkesini
Mabedi yıkarak alabilsin (http://www.jewishamerica.com/ja/timeline/temple1.cfm “S. G. 13 Mayıs 2004”).
Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.
Yorumlar