MEHMET ALİ AYNİ HAYATI - ESERLERİ VE TASAVUFİ GÖRÜŞLERİ
Hzl: Harun ÖZKAN
Türk ilim ve fikir hayatını tanıyışımdan itibaren son
dönem Osmanlı ilim ve fikir hayatı benim merakımı mucip olmuştur. Bu bize okul
yıllarından itibaren verilen kültürün ağırlıklı olarak söz konusu dönemden
kalmış olmasındandır.
Milli şairimiz Mehmet Akif, bunun tipik bir Örneğidir,
ülkemizde veli kültünün çok yaygın oluşu sebebiyle tasavvufa da ilgi
duymaktayım. Yine bunun sebebi öz kimliğimize şekil ve anlam veren şahısların
sufi oluşudur. Buna örnek olarak Mevlana, Yunus ve Hacı Bektaş-ı Veliyi örnek
olarak zikredebiliriz .
Ayrıca son yıllarda tüm dünyada olduğu gibi ülkemizde de
tartışılmakta olan İslâmcılık akımları ve bu akımların sadece Arap ve Hint
dünyası orjinli imiş gibi taktim edilmesi, bizi üzerinde yaşadığımız
topraklarda söz konusu akımların tarihten gelen köklerini araştırmaya sevk
etmiştir.
Tezimizin konusu olan Mehmet Ali Aynî, tüm bu
beklentilerin odağı olma tahminlerimizi doğrulamakta gecikmemiştir. Başta söz
konusu zat olmak üzere son dönem Osmanlı aydın ve uleması bugün dahi tartışılan
konularda tartışmalar yapmışlar, fikirler beyan etmişler, eserler kaleme
almışlardır. Fakat ülkemizde vuku bulan harf devrimi, genç kuşaklar ile, sözü
edilen dönem arasında aşılması güç engeller meydana getirmiştir. Bahsi geçen
dönemde vücuda getirilen "Felsefi terimler ve Osmanlıca karşılıkları"
sözlüğü konuya tipik bir örnektir. Yoğun fikri ve ilmi emekler sonucu oluşan bu
değerli çalışma daha sonra unutuldu, ama yeri uzun yıllar doldurulamadı.
Şu halde daha önce çalışılıp vücuda getirilen konular
yeni kuşaklara sür'atle aktarılmalı ki, daha ileri ilmi faaliyetlere zaman
ayrılabilinsin, eskinin tekrarıyla uğraşılıp durulmasın, zaman israfı
yapılmasın. Her konuda ilerlemenin temel kuralı da bu olmalıdır. Bizim
ülkemizin diğer ülkelere göre maalesef ilim sahasında böyle bir handikabı
vardır. Mehmet Ali Aynî otuza yakın eseriyle işte bu akıbete maruz kalmış,
yapılacak çalışmalarla gün yüzüne çıkarılmayı bekleyen ender ve önemli
müelliflerimizden birisidir. Bugün ülkemizde tartışılan demokrasi,
milliyetçilik, pozitivizm, laiklik, din özgürlüğü gibi hususlarda onun değerli
fikirleri vardır. Eğer onun fikirleri yeterince iyi bilinirse toplumsal
uzlaşmamız daha hızlı olacaktır. İçinde bulunduğumuz toplumun her katmanı için
onun değerli fikirleri vardır. Çünkü o hem iyi bir İslâmcı, tutarlı bir batıcı
ve şovenist olmayan bir milliyetçidir. O sadece Türkiye'de yaşayan insanlar
için değil, Osmanlı devletinin toprakları üzerinde yaşayan diğer müslüman
milletler için de değerli bilgi, gözlem ve tesbitler kaydetmiştir. Bu çalışma
bunalımlarla yüzyüze olan İslâm dünyasına, onun ilerlemesi için ömrünü veren,
değerli bir alimini tanıtmayı gaye edinmiştir. Bu noktada yapabileceği en küçük
bir katkı onun hedefine ulaştığını gösterecektir.
Harun ÖZKAN/BURSA
İslâm tasavvufunu bazı müellifler Hz. Peygamber
(salla’llâhu aleyhi ve sellem) ile başlamış olarak kabul etmişlerdir. Söz
konusu zatlara göre Hz. Rasûlu'llâh salla’llâhu aleyhi ve sellemin şahsi
hayatı, gerçek manada tasavvufun ve kavramlarının kaynağı durumundadır. Nitekim
o, sonraki dönemde sufilerin kendi yaşam tarzlarının temel ilkeleri olarak
doktrine edecekleri, tevbe, züht, rıza, zikir ve mücahede v.b. gibi esasları
kendinde cemetmiş, ashabına tavsiye etmiştir. O nedenle ashab-ı kiramdan
bazıları züht ağırlıklı bir yaşam tarzına yönelmişlerdir.
Ebu Nasr es Serrac (öl.988) "El luma" isimli
eserinde, "Sufilerin işaratıyle konuşan ilk kişi olarak Hz. Ebu Bekir
(radıya'llâhu anh)ı" gösterirken yukarıda geçen görüşe isnad etmekteydi.’
Bu görüşü temel aldığımızda, tasavvufun menşei hakkındaki tartışmalar
kendiliğinden ortadan kalkmaktadır.
Daha yaygın olan görüşe göre ise, Hz. Peygamber ve
sahabe, bazı sebepler ileri sürülerek, tasavvufi hayatın üstünde tutulmuştur.
Bu görüşü savunanlara göre peygamberlik ve sahabilik başlı başına manevi bir
makamdır. Nitekim söz. konusu esas gereği "Hiç bir veli ne bir
peygamberin ne de bir sahabenin derecesine ulaşamaz." denmiştir. Yine
Hz. Peygamber ve sahabenin imanı şuhudidir. Yani onlar iman ve İslâm esaslarını
bizzat görerek iman etmişler, vahyin gelişine Şahit olmuşlardır. Halbuki daha
sonra hiç bir dönemde hiç bir müslüman böyle bir imkana kavuşamamıştır.
Ayrıca birçok sufinin hayatında tabii olarak bazı
çelişkiler olabilmiştir. Tüm bu neticeler gözönüne alınırsa, izah etmeye
çalıştığımız bakış açısının daha tutarlı olduğunu söylemek mümkündür.
Bir tasavvuf tarihi yazılırken her ilmi disiplinde olduğu
gibi bazı metodlar akla gelmektedir. Tarih boy, tasavvufun gelişimleri ilme
konu olmuştur. Gerçek sufilerin arzu etmedikleri tasavvufun bu
"ilmileşmesi" bugün bir realite olarak devam etmektedir. Günümüzde
tasavvuf tarihi tasniflerinden birisi şöyledir:
1 )Züht devri.
2) Tasavvuf devri.
3) Tarikatlar devri.
4) Tekkeler ve teşkilat.
Bunun yanında daha değişik tasnifler de görülmektedir,
örneğin her asırda gelişen tasavvuf olaylarını ele alan tasnifin yanında,
sufilerin hususi meyil ve yeteneklerine göre yapılan incelemeler de olmuştur.
Başka bir tasnif şekli olarak her hangi bir tarikat, kavram veya şahsı tarihi
süreç içinde ele alıp inceleyen çalışmalar zikredilebilir. Fakat bütün bu tasnifler konunun ana hatları
için geçerlidir. Söz konusu tasnifler kesin çizgilerle ayrılamaz. Örneğin, aşk
ve cezbe ehli olan bir sufi züht ve takvayı tamamen dışlamaz. Yine züht dönemi
içerisinde yer alan bazı sufiler, aşk ve muhabbet ehli olarak karşımıza çıkmaktadır.
Müslümanlar arasında bazı ilim ve displinler asr-ı
sadetten alınan ilham sonucu, sonraki dönemde, sistematik bir ilmi disiplin
haline ulaşmıştır. Buna göre tasavvuf Hz . Peygamber ve sahabenin zahidane
yaşayışının ötesinde hususi bir yaşam tarzı olarak oluşurken, bir takım,
siyasi, kültürel ve sosyal realitelerden etkilenmiştir. Bu etkenlerin başında,
Hz. Peygamberin vefatını müteakip, müslümanlar arasında arzu edilmeyen siyasi
ve dini ihtilaflar gelmektedir. Söz konusu ortam bazı müslümanların bir kenara
çekilip, zikir-fikir ve ibadetle yoğun bir şekilde meşgul olmalarına sebep
olmuştur.
İIk donem zahitlerine verilen bazı lakap ve ünvanlar bile
bu duruma ışık tutar mahiyettedir: Nitekim o dönemde sufi kelimesi henüz
yaygınlaşmamışken bazı müslümanlara, kurra, nüssak, kussas, şikeftiye, v.b.
denmekteydi.
Diğer bir amil, İslâmiyet ve müslümanlar maddi olarak
güçlendikçe bir çok müslüman dünyaya ve onun debdebeli yaşamına dalmışlardır.
Halbuki bu durum, Hz. Rasûlu'llâh salla’llâhu aleyhi ve sellemin hayatında
yoktur. Sözü edilen duruma tepki duyan bazı müslümanlar bu sebeple zahidane bir
yaşam şekline yönelmişlerdir. Tasavvufun gelişmesinin önemli diğer bir etkeni,
zahiri ilimlerin alabildigine gelişmesine karşın, ayn, derecede ameli olarak
yaşanmamasıdır. Bunun etkisiyle bazı müslümanlar ilim tahsilinden ziyade amel
etme yolunu –Velevki- ilimleri az bile olsa, çünkü sahabe böyle idi.-
tutmuşlardır.
Geçtiğimiz yüzyıldan günümüze batıda ve doğuda tasavvufun
menşei hakkında çok mürekkep tüketilmiştir. Onun İslâmî olup olmadığı hususunda
özellikle batılılar geniş çalışmalar yapmışlardır. Fakat günümüzde hem İslâm
dünyasında hem de batıda tasavvufun İslâmdan neş'et ettiği hususu, yukarıdaki
sistematik izahlar neticesi genellikle kabul görmektedir .
Onun İslâmî olduğuna dair, Kur'an ve hadiste güçlü dini
delillerin olduğu bugün için aşikardır. İlerleyen sayfalara- bu tesbitler bizim
çalışmamızda da görülecektir. Bahsi geçe: deliller tasavvufun bütünü için
olabileceği gibi, bir kavramı veya bir esası için de olabilir.
Fakat Hz. Rasûlu'llâh salla’llâhu aleyhi ve sellem
döneminde nasıl ki bugün anladığımız manada bir İslâm hukuku, bir tefsir veya
kelam ilmi yok idiyse, tasavvuf da yoktu. Müslümanlar temel kaynaklan olan
Kur'an ve hadisten aldıkları ilham sonucu, kültür ve medeniyette ilerledikçe
bahsi geçen ilimleri tasnif edip geliştirdikleri gibi, tasavvuf ilmi ve
yaşamını da kurup geliştirmişlerdir. Tasavvufa hariçten idhal edilmiş kavram ve
esaslar sözkonusu temel olguyu değiştiremez. Bu olguyu reddetmek bilgi çağı olan
günümüzde herhalde akli mantıki bir davranış olmamalıdır.
Tarih boyu müslümanları gerek fert gerekse toplum
planında Şekillendiren, yönlendiren etkenlerden birisi kuşkusuz tasavvuftur.
Müslüman toplumlar incelendiğinde görülecektirki tasavvuf, askeri hayattan
ticarete, sanattan ilme birçok medeni harsın maverasındaki itici güçtür. Birçok
ülkelerin müslümanlaşması gezici dervişlerin gayret-i diniyelerinin bir
sonucudur. Tarihin sıkıntılı dönemlerinde büyük veliler mazim insanların
sığınakları olmuş, toplum onlardan aldığı cesaretle esaret zincirlerini
kırabilmiştir. Kısacası tasavvuf tarih boyu insanlığın vaz geçemediği bir ilim
irfan mektebi olmuştur. O, bu yönüyle evrensel bir gerçek olarak karşımıza
çıkıyor.
Mehmet ali Aynî'nin belirttiği gibi, eğer boz kır veya
çöllerin kıl çadırlarında yaşayan göçebe insanlar, yeryüzünün en büyük
medeniyetlerinden birini kurabilmişlerse, bunda bizzat insanın kendisini gaye
edinen tasavvufun manevi iksiri çok olumlu etki yapmıştır. Tarihte Türk, Arap,
Hint ve İranlıların, millet olabilmelerinde tasavvufun derin izlerine rastlamak
çok olağan bir şeydir. özellikle bizim milletimiz için söz konusu durum daha
belirgindir. Devletimiz Şeyh Edebali (öl.1325) ve Akşemseddin (Öl.1459) ile
gayesine yürümeyi gerkli görmüştür. Estetik ve san'atımızın en büyük ustaları
tekkenin tezgahından yetişmiştir. Bugün için fertlerin san'at ve estetiksiz
yaşayabileceği, ancak toplumların yaşamayacakları çok kat'idir. Mehmet Ali
Aynî'nin ömrünü savunmasına verdiği tasavvuf, insanlığın en yüksek
terakkiyatlarından birisidir. Fakat günümüzde alabildiğine teşvik edilen
sekülarizm böyle güzellikleri ikinci plana itilmeğe mahkum etmiştir. İnsanı bir
makina veya ekonomik varlık olarak gören söz konusu anlayış, mutlu kılamamakta,
insan eliyle ittiği, beğenmediği gerçeği tekrar arar hale gelmek durumunda
kalmaktadır. Yukarıda gösterilen gerekçeler sonucu Aynî ve benzerlerinin yapmış
olduğu çalışmaların toplumumuzda tam yansıma bulduğunu söylemek maalesef
güçtür.
Yirmibirinci yüzyılın eşiğinde sadece maddiyat ile mutlu
olunamayacağını bizzat yaşayarak öğrenen çağdaş insana, bu gerçeği anti
parantez ifade etmek durumundayız. Gelecek yüzyılda, insanın manevi yönünü
ihmal ve inkar eden anlayışlar, en çok sorgulanan konulardan olacaktır. Çünkü
bahsi geçen anlayış çağımızda uyuşturucu, çevre kirliliği, savaşlar, ölümcül
hastalıklar gibi bir Çok soruna sebep olmuştur. İnsanlık sözkonusu
değişmelerden ders almış 21. yüzyılın din çağı olacağını ciddi olarak ifade
etmeye başlamıştır.
Bütün bu izahattan sonra, "tasavvufun hiç mi olumsuz
yönü veya etkileri olmamıştır?" sorusu akla gelmektedir. Gerçekten bu soru
yerinde ve önemli bir sorudur. Elbetteki tasavvuf ve özellikle onun müşahhas
örnekleri ve görünümleri olan sufilerin, bir takım hata ve olumsuzlukları ola
gelmiştir, özellikle Osmanlı devletinin çöküş döneminde gerek dini sahada,
gerekse diğer sosyal sahalardaki çözülmeler, tasavvufi hayata bir takım
olumsuzluklar yansıtmıştır. Nitekim tasavvufun özünden yoksun birtakım
insanlar, tekkeleri yiyip içme, yatıp kalkma yeri olarak algılamışlardır.
Tasavvufta vasıtalar gaye halini almış, her şey merasimden ibaret görülmüştür.
Fakat en acı olanı her tür ilim ve marifetten uzak şeyhzadeler, irşad makamını
sırf tekkenin maddi kaynaklarını kullanabilmek gayesiyle ellerinde tutmuşlardır.
Bu duruma, tasavvufa gönül verenler "Beşik şeyhliği" unvanını
vermişlerdir. Sözü edilen durumu Değil İslâm ve tasavvuf adına anlamak, salt
insani gerçekler adına bile anlamak mümkün değildir. Sözü edilen durum Kuşeyri
(öl. 1072 den itibaren gerçek sufiler tarafından izale edilmeye çalışılmışsa
da, her zaman başarılı olunamadığı anlaşılıyor. Fakat söz konusu durum tarih
boyu çürümeye yüz tutmuş her kurum için geçerlidir. Örneğin eğitim
kurumlarındaki bozulma ve çözülmeler için yapılacak Şey, onları temelden yok
etmek değil, ıslah etmektir. Böyle durumlarda akıl ve mantık açısından
yapılacak olan budur. Şu halde aynı tespiti tasavvuf için de ifade etmek
mümkündür.
Bu çalışma Aynî'nin alabildiğine zengin ilim ve kültür
dünyasını, günümüz insanına tanıtmayı gaye olarak seçmiştir. Böylece onun kendi
ifadesiyle, yeni kuşakların daha ileri gidebilmeleri için, daha önce tesbit
edilmiş, sonuca bağlanmış ilmi ve kültürel gerçekler için zaman israfı önlenmiş
olacaktır. Aynî'nin bazı çalışmaları günümüz Türkçesine aktarılmış ise de,
başta tercümeleri olmak üzere eserlerinin bir çoğu maalesef kütüphanelerde eski
harfli basma Şeklinde beklemektedir. O nedenle diyebiliriz ki, onunla ilgili
yapılacak çalışmaların gerekçesi hazırdır. Günümüzde Sözü edilen çalışmalar
yapılmadığı için, tarih tekerrür etmektedir, örneğin ona göre din, ve tasavvuf
duygusu fıtridir. İnsanda yeme, içme, bilme ve hürriyet v.b. içgüdüler nasıl
fıtri ise, din ve tasavvuf duygusu da fıtridir. Söz konusu duygu ve
ilgileri bilim, teknik ve diğer maddi öğelerle dolduramazsınız. Mantık, akıl ve
kıyas ile deruni arzuların cevaplanması imkânsızdır. Hâlbuki birçok insan zikri
geçen gerçekleri bilmediği için bunalıma düşmektedir. Eğer bu çalışma sahasında
insanımıza bir katkı sağlarsa amacına ulaşmış olacaktır.
Bu çalışma yürütülürken onun yaygın olarak bilinen
"tasavvuf tarihinin" yanında, anılan eserin ikinci cildinin taslağı
mahiyetinde olan "Tasavvuf tarihi 2" de kullanılmıştır. Bu
sebeple elinizdeki eser okunurken anılan duruma dikkat edilmelidir. Diğer bir
husus, "Fikirleri" bölümlerinde tercüme eserleri mümkün olduğunca
referans olarak alınmamıştır. Ancak tercümelerin yapılış saiklerine işaret
etmekle yetinilmiştir. Ayrıca bazı eserlerine ulaşılamamış olup, buna da yeri
geldiğince işaret edilmiştir. Başka bir husus, eserleri tanıtılırken dipnot
kullanılmamış oluşudur. Eserleri ile ilgili harici değerlendirmeler ya Ali
Kemali Aksüt, Ya iş mecmuası veya Hilmi Ziya Ülken gibi müellif veya eserlerde
kayıtlıdır. Buna şifahi olarak işaret etmekle yetinilmiştir.
Mehmet Ali Aynî Türk tarihinin en hareketli, en
bunalımlı, en hızlı gelişmelerinin yaşandığı bir dönemin insanıdır.
O, olayların bizzat içinde olan bir insandır. Bu sebeple,
birinci ve ikinci meşrutiyeti hissetmiş, Balkan savaşlarını görmüş, Osmanlı
devletinin çöküşünü en acı şekilde müşahede etmiş, Cumhuriyetin kuruluşunu
bizzat yaşamıştır. Bahsi geçen tarihi evrelerde etkin görevleri sebebiyle
olayların aktif olarak içinde yer almıştır. Onun bazı fikirleri olayların
gelişmelerin dayatması sonucudur. Milliyetçilik fikri, bunun tipik bir
örneğidir. Osmanlı devletinin birçok sahada kan kaybetmesine dönemin
entellektüelleri tabii olarak ilgisiz kalamamışlardır. O nedenle söz konusu
dönem fikri açıdan hareketli bir devre olarak karşımıza çıkıyor. İfade etmeye
Çalıştığımız dönmemin tarihi gerçeklerini anlamaksızın günümüz Türkiyesini
anlamak mümkün değildir. Mehmet Ali Aynî'yi anlamak ta dönemini anlamaktan
geçmektedir. Söz konusu dönemde batının maddi ilerlemesi sonucu, aşağılık
kompleksine düşen insanlar siyasi ve sosyo-kültürel konularda kurtuluşu batılı
değerler mazumesinde aramışlardır. Anılan değerlerin, toplumu her sahada
kurtaracağı yanılgısına düşülmüştür. Bu kavramlardan pozitivizm Aynî'nin de
ifade ettiği gibi dinsizlik olarak algılanmıştır. Birçok Osmanlı aydını,
pozitivizm adına, bilimsellik adına, dine karşı cephe almıştır. Bu duruma
karşı, o ve fikirdaşları bir çok makaleler ve kitaplar kaleme almışlardır.
diğer bir husus, Cumhuriyetin ilkyıllarında ansiklopedik tarzda biyografiler
modadır. Osmanlı döneminde bilim ve teknikte toplumu batıya açmaya çalışan
Aynî, taktik değiştirerek, Yunan klasiklerinin tercüme edildiği bir sırada Hacı
Bayram veli, İsmail Hakkı, Türk ahlakçıları v.b. çalışmalarla toplumun
karşısına çıkıyor. Görüldüğü gibi içinde bulunduğu dönemin tahlili onun
anlaşılması için, önem arzediyor. Biz onun döneminin fikri ortamını incelerken
değerli araştırmacı İsmail Kara'nın "Türkiyede İslâmcılık Düşüncesi,
metinler / şahıslar kişiler," (İst. 1986-87) isimli çalışmasını esas
aldık. Söz konusu dönemde ana hatlarıyle Osmanlı aydınları üçgruba
ayrılmaktadır:
a) Garpçılar.
b) Milliyetçiler.
c ) İslâmcılar .
Bu fikirleri savunanlar Osmanlıdan Cumhuriyete intikal
etmiştir. Mehmet Ali Aynî daha ziyade İslâmcılık cereyanı içinde mütaala
edilmiştir. İfade etmeye çalıştığımız Fikri cereyanlar daha çok, Osmanlı
devletinin çöküşüne engel olmak için ileri sürdükleri tezler sonucu bu
isimlerle anılmışlardır. Diğer bir ifadeyle kurtuluşumuzu siyaset, san'at,
eğitim v.s. ile batılılaşmakta görenler batıcıları, tüm Türklerin birleşmesinde
görenler milliyetçileri, kurtuluşumuzu İslâmda görenler de İslâmcılık
cereyanını oluşturmuşlardır. Ayrıca her bir grubun diğerleri için de olumlu
veya olumsuz fikirleri bulunmaktadır.
a)Teeceddüt, içtihat, İslâm hukuku:
Tarihin her döneminde toplumları ayakta tutan unsurların
başında kuşkusuz hukuk gelir. Bu sebeple İslâmcılar da İslâm hukukunu ihya
etmeyi içtihat, müessesini çalıştırmayı -Yani çalışmadığı anlaşılıyor-
savunmuşlardır. Özellikle Sebilerreşat çizgisinde olan münevverler teceddüt,
içtihat, v.b. konuları hararetle savunmuşlardır. Bu akım, Mısır'da gelişen
"Selefiye" akımını referans alarak hararetli yazı ve fikirler ortaya
koymuşlardır. Ahmet Hilmi (Öl.1914) Elmalı Hamdi (öl. 1942) içtihadı bir
heyetin yapmasını savunmuşlardır. Sait Halim Paşa(Öl:1921 )ise fıkhın
diriltilmesini savunuyor. Nitekim ona göre İ s lamın ruhunu skolastisizm
öldürmüştür. Mehmet Akif (öl.1936), Abduh'u (öl.1905) çekemeyenlerin
karaladığını savunuyor. Aynı kanaatlere yaklaşmaya çalışan Elmalılı, (öl.1942)
İslâm hukukunun güçlü ve şumullü olduğunu, ancak üzerinde çalışılması gerektiğini
ifade ediyor.
b) Öze dönüş:
Mehmet Akif, Şemseddin Günaltay, (ÖL:1961 )ve A.Hamdi Akseki (öl. 1951) hurafelerden
şikayet etmişler, o nedenle Kur'an ve sünnet olan öze dönüş savunmuşlardır.9
Aynı anlayış, Mustafa Sabri(öl. 1954)ve diğerlerinde de görülüyor.
c) Tasavvuf konusu:
Tasavvuf bizim kültürümüzün kuşkusuz en bariz ve en
önemli gerçeklerinden birisidir. Osmanlı Devletinin kurumlarında meydana gelen
yozalaşma kuşkusuz tasavvuf ta da görülüyor. Bu sebeple zikri geçen donemde bu
konunun geniş bir şekilde tartışıldığını görmekteyiz. Şeyh Saffet (Öl.1950 )
ile İzmirli İsmail Hakkı(Öl.1946) nın tartışmaları bilinmektedir. Yukarıda ismi
geçen Zevattan Mehmet Akif, Mustafa Sabri, Şemseddin Günaltay, Ahmet Hilmi
tasavvuf i düşünüş ve yaşayışa pek olumlu bakmamışlardır. Günaltay ilk dönem
tasavvufunu hayırla yad ederken, kendi döneminde meselenin çığırından çıktığını
söylemektedir. Yine uzlet kavramına karşı çıkıyor. Said Nursi (Öl. 1960 )
ve Elmalılı ise tümden karşı çıkmak
yerine bazı kavram ve anlayışlara itiraz ediyorlar. Nitekim Elmalılı, "Allah'tan
başka hiç bir şey yok başka," "Her şey odur" başka diyerek
birincisinin her şeyin maverasıda Allah'ı görmek olduğunu, İkincisinin ise
Allah'ı teksir olduğunu ifade ediyor. Genellikle tenkitler, sufilerin türbelere
olan aşırı rağbetleri, şeyhlere gösterilen hürmetin aşırılığı, adet ve
merasimlerin sünnetlerin önüne geçmesi, vahdet-i vücut gibi bazı kavramların
istismara açık oluşu, gibi hususlar ile, uzlet gibi bazı kavramların çağa
uymaması gibi gerekçeler olarak gösterilmektedir." Diğer taraftan çeşitli
sebeplerle tasavvufu savunan bazı müellifler itirazlara cevap vermişledir. İ
.Fenni Ertugrul (öl.1946), Ferit Kam (Öl. 1944 ) Mehmet Ali Aynî(ÖL:1945) bu
grupta anılabilir. Mesela Aynî uzlet, kavramının çağa uydurulabileceğini ifade
etmiştir, İ .Fenni, vahdet-i vücudun şeriata aykırı olmadığını ifade etmiş,
konu ile alakalı uzun yazılar yazmış, zikri geçen konu ilgili anlayışa imkan
sağlayan, ayet ve hadisler bulunduğunu ifade etmiştir. örnek olarak Buharide
Geçen, "....Gören gözü, işite kulağı, yürüyen ayağı olurum...
(Buhar i, Rikak.38) hadisini kendi düşüncesine delalet ettiği için, ifade
etmektedir. Kur'an'dan ise, "Sizi rahimlerde şekillendiren odur" v.b.
(Ali-İmran 3/6 ) ayetleri delil olarak ileri sürmektedir
d)Hilafet ve saltanat meselesi:
Osmanlı devletinde çeşitli kurumların görevlerini yaptığı
dönemlerde sistemle ilgili tartışmaların olmadığını ifade edebiliriz . Fakat
daha sonra saltanat meselesi, gerek batı ile olan ilişkiler, gerekse iç gelişmeler
sonucu tartışılmıştır. Birçok münevverin sorunların, sistemin yapısından
kaynaklandığına inandığını görüyoruz. Öyle görünüyor ki 2. Abdülhamid' in (öl.
1918 )son derece denetleyici olan yönetim şekli bunda etkili olmuştur. Ahmet
Hilmi, Akif, Elmalılı, ve Aynî bizzat 2.Abdülhamid'in Şahsını tenkit etmişler,
buradan hareketle İslâm için en uygun idarenin meşruti idare olduğunu
savunmuşlar, ittihatçılara açıkça destek olmuşlardır. Ayrıca Mustafa Sabri,
Sait Halim Paşa, Akseki, benzer fikirleri açıkça ifade etmişlerdir. Bediuzzaman
ise hilafetin ıslahını istemiştir.'’ Fakat,
Şeyhülİslâm Mustafa Sabri efendinin beyan ettiği gibi
ittihatçılar, saltanatı aratacak kadar mutlakiyetçi olunca sözünü ettiğimiz
yazarlar Aynî başta olmak üzere tenkitlerini sürdürmek durumunda kalmışlardır.
e) Milliyetçilik konusu:
Mehmet Ali
Aynî'nin belirttiği gibi, milliyetçilik Osmanlı devletinde önce gayri müslim
unsurlar arasında ortaya çıkmış, daha sonra müslüman unsurlar, zikri geçen
anlayışı benimsemişlerdir. Yine onun tesbitine göre milliyetçilik, doktrine
edilmiş biçimiyle batı orjinli bir kavramdır, öyle anlaşılıyorki söz konusu
dönemde en çok tartışılan kavramlardan birisi milliyetçiliktir. Tesbit ve
yorumlarını İslâm'ı esas alarak yapmayanlar, batıda konu nasıl ele alındıysa o
şekilde ele almışlar, -Bu meyanda batıda her millet kendi ulusal çıkarları
doğrultusunda milliyetçilik modelleri geliştirmişler, örneğin Almanlar ırka
dayalı, Fransızlar kültüre dayalı, Romenler ise dile dayalı milliyetçilik
modelleri geliştirmişlerdir.- böylece her kafadan bir ses çıkmış, kimisi
kültürü esas alırken, kimileri de toprağı esas almışlardır. Bazı İslâmcı
münevverler dinde milliyetçiliğin yeri olmadığı gerekçesiyle karşı çıkarken,
bazıları ise şovenist olmamak kaydıyla milliyetçiliği benimsemişledir. Bu
cümleden olarak, Mehmet Akif, Musa Kazım efendi(öl.1920), Babanzade A.Naim
(öl.1934), Mustafa Sabri ve Akseki İslâmda yeri olmadığı gerekçesiyle karşı
çıkmışlardır. “Fakat Aynî ve Ferit Kâm(Öl.1944) milliyetçiliğe taraf
olmuşlardır. Ancak onlara göre milliyetçilik "Geçmişten gelen kültür
mirasıyla oluşmalı, sözü edilen bu milliyetçilik İslâm kardeşliğini
zedelememelidir." Günaltay ise anılan meselede her şeyin aşırısının
zararlı olduğunu ifade ediyor. Görüldüğü gibi dönemin İslâmcı münevveri
milliyetçilik hususunda ihtiyatı elden bırakmıyor.
f) Batı kültürü ve mataryalist akımlar:
Öyle görünüyor ki İsİamcılık cereyanını en çok meşgul
eden konu batılılaşma cereyanıdır. Bir çok insan batıdaki maddi kalkınmanın
gerisindeki itici gücün, batının maneviyatı olduğunu sandığını görüyoruz. Diğer
bir husus, o günün şartlarında birçok insan batıya karşı aşağılık kompleksine
düşmüştür. Bu fikir müslüman toplumda onulmaz yaralar açmış, ortaya çıkan sorun
uzun yıllar giderilememiştir. İslâmcı yazarlar İslâmın ilerlemeye mani
olmadığını, bilakis teşvik ettiğini vurgulamaya, iman ile ilmi mezcetmeye
gayret etmişlerdir. Yukarıdan beri görüş ve fikirlerini aktardığımız
müelliflerden batılılaşma konusuna eğilmeyen yok gibidir. İskilipli Atıf
(Öl.1926) batıdan veya diğer batıl sistemlerden iyi ve güzel olan yönlerin
alınabileceğini,-Özellikle fen ve teknik konular- fakat batının maneviyat
sahasında kendisinin eksik olduğunu, dolayısıyla ahlaki, dini, hukuki konularda
mevcut durumla devam edilmelidir. Ahmet Hilmi, Mehmet Akif, Şimalili, Said
Halim Paşa da benzer izahlarda bulunmuşlardır.
Bu hususta Said Nursi iman ile müsbet ilimlerin mezci hususundaki
metodun en büyük temsilcisidir. Ayrıca Ahmet Hilrni Mataryalist akımlarla
mücadele etmeyi savunuyor. Ferit Kâm Celal Nuriye karşı yazılar yazmış, "Hakikat
için tek yol ilimdir." mantığına karşı çıkmıştır. İzmirli İsmail
Hakkı, aynı maksatla Peyami Safa'yı (Öl.1961) Gazzaliyi(Öl.h.505) tenkit ettiği
için eleştirmiştir. Aynî ise Tevfik Fikret 'e (öl.1915)reddiyeyi, söz konusu
maksatla yazmıştır. Kısacası ifade
edilen kadro mataryalist dinsiz akımlar için, ilmi felsefi yazılarını mücadele
amacıyla kaleme almışlardır. Diğer bir husus, oryantalizmle mücadele
meselesidir. Özellikle Şemseddin Günaltay ve İ. Fenni, bu konuda çaba sarf
etmişlerdir.
Batılılaşma meyanında milliyetçilikte olduğu gibi batı
orjinli bazı kavramlar da tartışılmıştır. Mesela Babanzade A. Naim, İslâmda "Allah'ın
hakkı Allah'a hükmü yoktur" diyerek, laikliğe karşı çıkmıştır. Bu
sebeple Ahmet Emin'i(Öl. 1973) tenkit etmiştir.20 Görülüyor ki ardı arkası
kesilmeyen savaş ortamında canlı bir fikri atmosfer var. Dikkat çekici bir
diğer husus, çözüm ve önerilerin de sunulması: Ahmet Hilmi batıyı şikayet etme
yerine Kalkınmayı, şirketleşmeyi, Atıf hoca maddi güç elde etmeyi (Özellikle
askeri güç) savunurken, Aynî," Kainatın yegane kanun-u aslisi sa'ye
sarılmayı" tavsiye etmektedir .
g) Kadın konusu:
Batılı değer yargıları yaygınlaştıkça kadının toplumdaki
yeri tartışılmıştır. Musa Kazım ve İzmirli kadınların tahsil yapmalarını
istiyorlar. A. Naim ise kadın haklarında İslâmiyet ile boy ölçüşebilecek din
veya sistem yoktur." diyor. Aynı gerekçelerle İ. Fenni, Hz.
Rasûlu'llâh salla’llâhu aleyhi ve sellem efendimizin çok evliliğini izah
etmiştir. Bu dönemde dikkat çeken bir diğer husus, fikirlerini özetlemeye
çalıştığımız müelliflerin tamamı, felsefenin hemen her devir veya dalıyla
ilgilenmiş olmalarıdır. Yine, ilmi seviyede ruhiyat, (Psikoloji) sosyoloji v.b
konularda, o dönem için yeni olan, ilim dallarında tercüme yoluyla ciddi
eserler kaleme alınmıştır. Aynî'nin içinde bulunduğu dönemin fikri yapısı bu
şekilde özetlendikten sonra bizzat kendisi ile ilgili Çalışmaları ele
alabiliriz. Ancak bundan önce onunla ilgili bilgi veren özgün çalışmalara
işaret etmek durumundayız.
a) Canlı Tarihler
2 Mehmet Ali Aynî/ Hatıralar (İst- 1945)
Mehmet Ali Aynî anlatmış, gazeteci Sabih Alaçam
yazmıştır. Yedi yaşından 1914 yılına kadar olan hatıralarını, eğitim, idare ve
dini bağlara ile örgülü olarak anlatmıştır. 590 sayfadır.
b) Prof. Mehmet Ali Aynî, hayatı eserleri.
Ali Kemali Aksüt. (1 st. 1944 ) Mehmet Ali Aynî
hakkındaki en geniş Çalışmalardan birisidir. Kitaplarında olmayan bir çok
görüşleri (Mesela Gazzali panteist mi değil mi?) burada bulunmaktadır.
Ayrıca eserin müsveddelerini Aynî görmüş, incelemiştir. Bu yönüyle de
güvenilirliği artmaktadır. Hatıraları ve fikirleri karışık olarak iş lenmiş tir
. 544 sayfadır.
c) Kenan Balkaner ve Dig. Prof. Mehmet Ali Aynî hayatı,
eserleri.
İş Mecmuası sy.32, sh . 254-280 (İst. 1942 ) sayfalar.
Eserlerinden önemli olanlarının kritikleri olması dolayısıyla farklıdır.
d) Mülkiyeliler Tarihi ve Yeni Mülkiyeliler.
Mücellitoglu, Ali Çankaya, C.III, (Ank.1969)Sh. 294,300.
Hayatı ve eserleriyle beraber Mithat Cemal Kuntay v.b.
gibi birkaç müellifin onun hakkındaki mülahazalarını görmek mümkündür.
e) Türkiye Maarif Tarihi.
Osman Ergin.C.V. (İst. 1965)
f) Türkiye'de çağdaş Düşünce Tarihi.2. Baskı (İst. 1979)
Müellif Hilmi Ziya Ülken, Aynî'yi yakinen tanımış
olduğundan, hakkında vermiş olduğu hükümler isabetlidir. Fikirleri için
önemlidir.
g) Son asır Türk Şairleri.
İnal İbn'nül Emin Mahmut Kemal C.I. (İst. 1930 ) 154
-156. sayfalar. Aynî'nin şair olduğuna dair kısa bir bilgi bulmak mümkündür.
h) Mehmet Ali Aynî Demokrasi Nedir?
(İst.1989) 5-28. sayfalarda torunu İsmail Arar' m sunduğu
bilgiler vardır.
ı)Türkiyede İslâmcılık Düşüncesi.
İsmail Kara, c.II. 45- 88. Üst-1987) sayfalar arasında
eserlerinden örnek metinler bulmak mümkündür.
i) T.D.İ .A C.IV. Aynî maddesi( Sayfa 273-275arası) (İst. 1991). Torunu
İsmail Arar kaleme almıştır.
j) Kelami dergahından hatıralar.
Carl Wett. Çev. Ethem Cebecioglu (Ank.1993) Aynî'nin
tasavvuf i yaşamı ile ilgili yakınlarının bile bilmediği az fakat önemli
bilgiyi içeriyor.
k) Kızıl Toprak Hatıraları.
Nezih Neyzi(İ st. 1993)
Aynî'nin torunlarından olan müellif, onun hakkında bazı
hatıralarını anlatmaktadır.
l-Mehmet Ali Aynî ve felsefesi.
Eba Müslim Akdemir.(Basılmamış doktora tezi.)
(Erzurum.1992) Aynî hakkında yapılan ilk akademik çalışma
hüviyetindedir .
Mehmet Ali Aynî, Osmanlı devleti zamanı bir Osmanlı şehri olan, Manastır
vilayetinin Serfçe kazasında 25-2-1868 tarihinde doğdu. Babası Serfçe'li olub,
eşraftan Mehmet Necip efendidir. Ataları Osmanlı devletinin genişleme
devresinde Konya'dan Serfçe'ye getirilerek yerleştirilen Türklerdendir. O nedenle yerli halk aileye"
Konyar" derlerdi.” Serfçe bugün Yunanistan sınırları içerisinde Selanik
sahilinin batısında, (Eskiden Makedoya bölgesi) tabii güzellikler içinde şirin
bir yerdir. Havası itibariyle Bursa'ya benzetilen söz konusu yer, Nezih
Neyzi'nin ifadesine göre son yıllarda iyice tenhalaşmıştır." Ayniîoglu
sülalesi, aslen sipahidir. Babası Mehmet Necib dindar bir insan idi. Şehir meclisi azalığı dışında memuriyet almamış, ticarete olan merakı sonucu hayatını ticaret ile devam
ettirmiştir. Dönemin siyasi ve etnik karışıklıkları sonucu, Selanik'e ve Serfçe'ye gidip gelme şeklindeki göçler,
sorunu çözmediğinden aile İstanbul'a göç etmek durumunda kalmıştır. Anası
zaimlerden (Bir tür toprak sahibi) Celalettin Efendi'nin kızı Refika hanımdır.
Anne tarafı Serfçe'nin eski aileler indendir . Kardeşleri Küçük yaşta vefat
eden Cavide, Fatma ve Hasan Tahsin'dir. (Öl.1962)Hasan Tahsin Aynî, hukuk
fakultetesi Profesörlerinden olup iktisat üzerine eserleri vardır. Bir ara
(Atatürk İzmir'e iktisat kongresine Onunla gitmişti) sayıştay üyeliği, maliye
İslahat komisyonu üyeliği, maliye nezareti müsteşarlığı ve okutmanlıklar yapmıştır.
Bir kaç kitabı ve makaleleri vardır.
Mehmet Ali Aynî o dönem her müslüman çocuğunda olduğu
gibi, tahsile ilk olarak sıbyan mektebinde başlamıştır. Bu dönemde, bir ara 2.
AbdulHamid dönemi meclis-i meşayıh reisliği yapan Alasonya'lı müderris Ali efendiden
dersler almıştır. Anılan zatı o, hayırla yadediyor .Daha sonra aile daha iyi
ticaret yapma ve Kardeşi San'a muhasebe mümeyyizi Şerif Efendi'nin davetiyle
Yemen'e göç etmiştir . Ancak, bundan önce Aynî Selanik ve İstanbul'da rüştiyeye
devam etmişti. San'a' da Yapmış olduğu Fransızca bir konuşma sebebiyle vali
Ferik İsmail Paşa'dan, hayatının ilk ödülünü almıştır. Bu dönemde yaşı on
civarında olan müellif, San'a askeri hastanesi hekimi bir doktordan Fransızca
dersleri almıştır. Aile San'a nın coğrafi ve sosyal yaşamına ayak uyduramadığı
için, yaklaşık bir yıl sonra İstanbul'a geri dönmüştür. Dönüşü müteakip o,
Soğuk çeşme askeri rüştiyesine tekrar kaydolmuştur. Fakat son sınıfda Gülhane
askeri rüştiyesine geçmiştir . Burada o, Peyam ve İkdam gazetelerinin meşhur
muharriri Ali Kemal'le (Öl. 1922) tanışmıştır. Söz konusu beraberlik uzun
yıllar devam etmiştir. Gülhane askeri rüştiyesinden iki meşhur arkadaşı daha
vardıki, olar da önemli kişilerdir: Bunlar servet-i fünunculardan Ahmet Reşit
ve tarihçi Mizan gazetesi sahibi Murat Beylerdir.27 (Öl. 1917) Aynî,
çocukluğundan itibaren çalışkan, iyi geçimli, yumuşak huylu bir fert idi. 14
yaşında 1882-' de rüştiyeden "Aliyyül ala" (pekiyi )derecesiyle mezun
oldu. Müteakiben mekteb-i mülkiye-i şahanenin gececi (Leyli) bölümüne kaydını
yaptırdı.(R:1289) Söz konusu döneme kadar onun ismi "Ali Rıza" iken,
sınıfta alilerin çokugu sebebiyle mubassır (Belletmen )Mehmet'i koyup, rıza'yı
aldırmıştır. (Daha sonra Cumhuriyet döneminde soyadı kanunu çıkınca Kızıl toprak
nüfus memurluğuna müracaat ederek "Aynî" soyadını tartışmalı olarak
-Arapça diye karşı çıkılmış- almıştır. Böylece ailenin eski lakabı korunmuş
oldu.
Çocukluk yıllarında mahalle mektebinde bile bir ilmi
şahsiyetten ders alan Aynî, rüştiyede başarılı bir eğitim aldıktan sonra
mülkiye mektebine kaydolmuştur. Mekteb-i mülkiye(Günümüzün siyasal bilgiler
fakültesi) bahsi geben dönemin en gözde okullarından idi. Müdür Abdurrahman
Şeref(Öl.1925) bey idi. Daha sonra Recaizade Mahmut Ekrem bey(öl,1925) müdür
olmuştur. Diğer hocalar, Kırımlı Settar efendi, Murat bey, Ali Şahbaz, Portakal
Mikael paşa, Sakızlı Ohennes efendi ve Aristokles efendilerdir. Murat bey tarih
hocasıdır. Ali Şahbaz, Ermeni kökenli olup müslüman olmuş, hukuk derslerini
yürütmüştür. Recai zade Mahmut Ekrem bey, (1914) edebiyat derslerini okutmuş,
yaptığı telkinlerle öğrencilerin üzerinde şiir ve edebiyat duygulan uyandırmış,
onları edebiyata kanalize etmiştir. O nedenle H. Nazım, Ali Kemal ve Aynî
"Gülşen" isimli bir edebi mecmua çıkarmışlardır. Sakızlı Ohennes i İm-i servet-i
milel(Uluslararası iktisat.) derslerini okutmuştur. Mikael Portakal paşa maliye
derslerini okutmuştur. Sözü edilen hocalar mülkiyenin en etkili hocalarıdır.
Aynî uzun yıllar sonra, Cumhuriyet döneminde azınlıkların mübadelesi hususunda
kaleme aldığı bir yazısında, azınlıkların casuslukları ve ihanetleri
dolayısıyla onlar için kızgın ifadeler kullanmasına rağmen anılan şahısları
taktir ve minnetle anmıştır.
Mehmet Ali Aynî mülkiyede tahsiline devam ederken bazı gençler
Avrupa'da tahsil yapma arzusuna kapılmışlardır. Dönemin idaresi hiç bir
engellemede bulunmamış,(2.AbdulHamid dönemi) isteyen istediği ülkeye
gidebilmiştir. Ona göre söz konusu dönemde istibdat ve hafiyecilik diye bir
sorun yoktur.
İstibdat 1903 yılında başlamıştır . (Aynî'nin
ifadelerinden Avrupa'ya gidenlerin başarılı olamadığı, bazılarının ya geri
döndüğü, veya orada yan aydın şekilde kaldıkları anlaşılıyor.) Nitekim Ali
Kemal Avrupa'dan geri döndüğünde orada gördüğü öğrenci derneklerinin bir benzerini
kurmuştur. Derneğin adı "Encümen-i Hamidi"dir.
Dernek üyeleri bir gün Ali Kemal'in Süleymaniye'deki
evinde toplanırlar. Toplantıda Aynî ve A. Reşit arasındaki fikri tartışma
uzayınca, gece geç saatlerde tutuklanırlar. Görülüyor ki, o, genç yaşlardan itibaren
edebi ve kültürel faaliyetlerin içindedir. İleride sözü edilen tartışma
"intikat ve mülahzalar' ın" yazılış sebebi olacaktır. O, yukarıda
işaret ettiğimiz istibdat konusunu bu olayın vukuu zamanıyla irtibatlandırıyor.
Daha sonra birkaç kişi tarafından sorgulandıktan sonra, yirmişer mecidiye
altını verilerek serbest bırakılırlar. Ancak, kendilerine rast gele yerlerde
toplanmamaları, 2.Abdülhamid'in yıldız civarında yaptıracağı kütüphanede
toplanmaları tenbih edilir.
1893 te en parlak dönemini yaşayan rnülkiyenin idadi
kısmını, 1898 de de yüksek kısmını 5 ekim de "pekiyi" derecesiyle
tamamlamıştır. Zikri geçen dönem Balkan savaşının ekonomik sıkıntılarının
görüldüğü yıllardır. Bu sebeple yeni mezunlara verilen maaşlar kesilmiş, bir
memuriyet alabilmek oldukça güçleşmişti. Nitekim Sadrazam Kamil
paşa(Öl.1913)ile Münif paşa (öl.1910) arasında mekik dokuyan Aynî, her gün
sudan bahanelerle bir türlü isteğine ulaşamaz. Fakat ilk eseri "Nazari ve
ameli istatistik" kitabı sayesinde maarif nazırının gözüne girerek, sözü
edilen nazırın yanında hukuk mektebinde "İİm-i servrt-i milel"
derslerinde geçici de olsa muavinliğe başlamıştır. Bunu bile alırken
mülkiyedeki hocalarının olurunu almayı ihmal etmemiştir . (1888/1305)
Bir yıl sonra hocası Münif paşa ile geliştirdiği
samimiyetin de katkısıyla, 1889 da Edirne idadisi tarih, lisan-ı osmani ve
ilm-i servet-i milel hocalığına tayin oldu. Onun mezuniyeti müteakip, asıl
mesleği olan idari hayata geçemediği görülüyor. Sebep olarak, halk yeni
mülkiyelilerin aç elemanlarına, eskiden beri yaşını almış sarıklı olgun
sanların idaresine alışık olduğu için bir türlü ısınamamıştır. O nedenle
idarecilik mesleğine başlayamamıştır . Edirne idadisinde branşı olmayan
"lisan-ı osmani" dersini okumakta zorlanmıştır. Fakat Lütfi bey
isimli bir arkadaşının edimiyle konuyu hal yoluna koymuştur. Anılan görev
esnasında yaşı ondokuz idi. Ayrıca ailesinden ilk ciddi ayrılışı idi. Hatta
birara İstanbul'a geri dönmüş ise de, tekrar geri dönmek durumunda kalmıştır.
Bir yıl sonra Dedeagaç idadisine müdür olarak tayin
olmuştur. İfade ettiğimiz dönemde idadiler yeni yeni yaygınlaşıyorlardı. O
nedenle bazı karışıklıkların olduğu, tarihçilerin matematikçi, coğrafyacıların
edebiyatçı olarak tayin edildikleri Aynî'nin hatıratından anlaşılmaktadır.
Dikkati çeken diğer bir husus, onun gördüğü aksaklıkları Merkezi idareye
bildirmesi, yaptığı hizmeti, en iyi şekilde yapmaya çalışmasıdır. Bu yıllarda
deniz ticaret hukuku ile ilgili yaptığı bir tercümeden dolayı 2.derceden
mecidiye Şanı almış fakat sansür sonucu bastırmaya muvaffak olamamıştır.
Öğretmenliğe devam ederken bir taraf tanda ilmi cemiyetlerine devam etmesi
taktire şayandır. Bütün bunlar, ilim tarihimiz açısından yabana atılmayacak
özellikler olarak karşımıza çıkıyor. Yine idadilerin açıldığı yıllarda programa
alınan derslerin kitaplarının olmadığı anlaşılmaktadır. Aynî bu sebeple her
ders için kitapların yazılmasını ve "ihtisasa hürmet" tezini yönetime
iletmiştir.
Konu ile alakalı bir diğer hatırası şöyle: O yıllar
idadilere "sanayi-i nefise" isminde bir ders konmuştur. Üstad dersi
bilim teknik türü bir ders olarak anlar, kendi gayretiyle yaptığı tercümelerle
öyle de okutur. Aradan çok uzun yıllar geçtikten sonra öğrenirdi meğer o ders
sanat fiili dersi imiş. Dedeagaç yıllan, Fransızcasını ilerletmesi açısından
verimli geçtigi gibi, havanın latif oluşu sebebiyle, zayıf olan bünyesi için de
iyi gelmiştir.
1892 Yılında Halep sultanisi müdürlüğüne tayin olur.
Fakat maarif müdürü ile arası bozulur. Ancak Halep'te Türkçe eğitime önem
verir. Halep'ten önemli bir hatırası ise İ.Ü. eski rektörlerinden Cemil
Bilsel'in öğrencisi olmasıdır. Ayrıca Halep'te "Malumat-ı nafia-i
fenniye" isimli ders kitabını kaleme almıştır.
Yaptığı çalışmalar sonucu terfian Diyarbakır'a maarif
müdürü ve idadi tarih öğretmeni olarak tayin olmuştur. (1893) Diyarbakır'da ilk
iş olarak arkadaş çevresini kurduğunu görüyoruz. Nitekim ölünceye kadar,
arkadaşlıkları devam edecek olan Süleyman Nazif'le tanışmaları Diyarbakır'da
olmuştur. Yine Diyarbakır'da onun hayatının dönüm noktalarından birisi daha
gerçekleşti. Bahsi geçen ilin valisi Girit'li Sırrı paşa (öl.1895) idi. Ancak
Aynî'nin vali ile ilişkileri küçük aksaklıklar nedeniyle, bir türlü iyi
gitmiyordu. Söz konusu aksaklıklardan birisi, Fransız konsolosunun paşaya onun için
"Farmason" olduğunu söylemesidir. Bir diğer olay, çok dindar olan
Sırrı Paşa’nın Bitlis'li birini alim sanarak idadiye riyaziye (Matematik)
hocası tayin etmesidir. Bahsi geçen zatın ilk iş olarak, okul sıralarına karşı
çıkmasıdır. Halbuki o yıllar idadide Ziya Gökalp, (Öl.1924) Feyzi,(? ) ve Faik
Ali(Ö1.1950) gibi isimler vardı. Aynî, okul çıkışlı olmayan medreseli
hocalardan her vesileyle şikayet etmiştir. Ona göre medreseliler, en iddialı
oldukları Arapça ve dini bilgiler konusunda bile eksiktirler, işte böyle küçük
aksaklıklar, vali ile ilişkilerinin gelişmesini engelliyordu. Diyarbakır'da
ilgilendiği konulardan birisi de Özdemiroğlu Osman Paşa'nın mezbelelik olan
türbesini tamir ettirmesidir.
Aynî Diyarbakır maarif müdürlüğüne kadar olan
görevlerinde hep bekar idi. Hem vaktin gelmesi hem de şartları gereği evlenme
arzusunu ailesine iletti. Aile, şehr emaneti (Belediye reisi) özel dostları
Mustafa Bey'e durumu açtı. Söz konusu zat ta, kalp hastası, rahatsız Diyarbakır
valisine durumu anlattı. Sırrı Paşa'nın yetişkin bir kızı olduğu anlaşılınca,
araları bir türlü iyi gitmeyen söz konusu iki zat akraba olma durumuna
geldiler. Aslında bu iki zatın önemli ortak yönleri vardı. İkisinde de ilim
merakı, dindarlık, matbuata ilgi, (sansür yılları) vatan perverlik v.b gibi
hasletler vardı. O yıllarda basında Amerikalı Alexandra isimli birsinin
müslüman olduğu anlatılıyordu. Aynî söz konusu zata Sırrı paşa'nın Diyarbakır
Keldani baş piskoposu ile yaptığı tartışma ile oluşan eseri "Nur ul
hüda li men is tehdeda " isimli eserini gönderdi. Bu olay iki zatın
aralarının düzelmesine katkı sağladı. Verilen karar sonucu düğün paşa limanında
sade bir odada yapılmıştır. Aynî'nin hanımı Feride hanım fazla tahsili olmayan,
ancak musiki şinas, asil bir aile kızı, yardım sever bir kadın idi. Musikiyi
annesi, Şair, bestekar, sarayda büyümüş Hekim İsmail paşanın kızı olan Leyla
Saz hanımefendiden öğrenmiştir. Aynî'nin hanımı mütevazi idi. Kocasıyle beraber
memleketin en ücra köşelerine, kocasının görevi icabı gitmiştir. Sırrı Paşa
düğünü müteakip birkaç gün içinde vefat etmiştir. Kayın validesi aralıklarla da
olsa, uzun yıllar damadıyla beraber yaşamıştır. Daha sonra 1895 de, maarif
nazın istatistik baş katipliğine getirildi. Fakat sakal yüzünden maarif
nazırıyle arası açıldığından -Asıl sebep ise, bakanın memleketteki okulları
padişaha olduğundan bir misli fazla göstermesi, yapılan yanlışı Aynî'den
düzeltmesini istemesidir.- anılan görevi fazla sürmemiştir.
1898 de Kosova mektupçuluğuna atandı. Kosova'da ilginç
gelişmelere şahid olmuştur. Örneğin, gizli casusların, müslüman ahaliyi tahrik
için, atlarının üstünden evlere ısrarlı bakımlarla tahrige yeltenmeleri, gayri
müslim unsurlara, sen Bulgarsın, sen Rumsun, sen Sırpsın v.b. demeleri
zikredilebilir. Bazan bu casuslar babasına Bulgar dedikleri bir ailenin oğluna
Rumsun demeleri sonucu insanlar sudan sebeplerle sürtüşmeye düşüyorlarmış .
Kosova'da ilk idari başarısı, ayrılıkçıların isyanını
bastırmış oluşudur. Sözü edilen başarıyı hocaların yardımıyle sağlamıştır.
Anılan metod, onun idarecilik hayatında sık sık başvuracağı bir taktik
olacaktır. Kosovada gözlemlediği bir başka husus, İttihatçıların mevcut her
azınlık unsura, özgürlükçülük adına ayrı ayrı kilise vermiş olmalarıdır.
Böylece gayri müslim unsurlar yıllardır aralarında süren kilise ihtilaflarını
bırakıp, Osmanlıya karşı birleşme yoluna koyulmuşlardır. Ona göre Rumeli'nin
elden gidiş saiklerinden birisi de budur. Her vesile ile eleştirdiği
2.Abdülhamid'in Selanikte göz hapsindeyken, anılan karar için, "Eyvah
Rumeli şimdi elden gitti" sözünü taktir ediyor." İttihatçıları, (ileride görüleceği gibi) sempati
duymasına rağmen hatalı buluyor. Kanaatimize göre anılan fikirler onda sonraki
yıllarda oluşmuş olmalıdır.
1899 da Kastamonu mektupçuluguna atandı. Kastamonu'da
ayrılıkçı akımlar olmadığı için, ilmi çalışmalarına hız vermiştir. Kastamonu'da
matbuat tarihinin başlatıcısı olmuş, vilayet gazetesinin biriken abone
alacaklarını toplayarak,
şahsi ilişkileri iyi olan Prof. Von Dising vasıtasıyle,
yeni bir matbaa getirtmiştir . "Küçük Umumi Tarih, Tarih-i Edeb-i Alem,
Fakir, Ziraat dersleri" isimli eserlerini yoğun sansüre rağmen
neşretmiştir . Bu eserlerin önsözlerinde, padişaha iltifat dolu sözler vardır.
Sansürün yoğunluğuna işaret eden önemli bir husus, Aynî'nin bastırdığı kendi
kitaplarını kedisinin toplamış olmasıdır. " Ayrıca Kastamonu'ya yeni bir vilayet binası
yaptırmıştır. Kastamonu'daki verimli çalışmaları gayesinde mutasarrıflığa
(kaymakamlık) terf ietmiş tir. (O, Yönetimden hep şikayet etmesine rağmen,
terfileri düzenli olarak sürüyor. İlerde görüleceği gibi taraftarı olduğu
İttihatçılar iş başına geldiğinde, onu bazı hak mahrumiyetleriyle işinden
edeceklerdir.) Bu arada kısa da olsa Sinop'ta vekil olarak görev yapmıştır.
İlk mutasarrıflığı 1903 de, çocukluğunda kısa da olsa
yaşadığı Yemen'in, Taiz beldesidir. Yemen yolculuğunda uğradığı Mısır'da Cizvit
papazların faaliyetlerini kaydediyor. O Yemen'de çok zor şartlar altında görev
yaptığını ifade etmektedir. Hakikaten kedisinden önceki mutasarrıfın evinin
dinamitlenerek havaya uçurulduğu göz önüne alınırsa, bahsi geçen zorluk daha
iyi anlaşılır. Buna rağmen bir iki küçük olay dışında ciddi her hangi bir olay
olmamıştır Yemen'de. Ona göre olayın sırrı, adaletli olmak, kimsenin hakkını
yememek, halkın işini günü gününe yapmak, problemleri yerinde çözmek, daha üst
makamlarla diyalog kurmak, halkın ve alimlerin görüşlerine baş vurmak gibi dini
milli geleneğimizdeki hususlardır. Keza Yemen'de çok nüfuzlu bir şahıs olan,
(Adeta gizli lider) ve Cebel-i Hubeyşt'e oturan Şeyh Hasan isimli zatı
ziyaret etmiş, böylece olası bir çok hadiseyi, olmadan engellemiştir. Yemen 'le
igili ilginç hatıraları olmasına rağmen, anlatmak durumunda değiliz. Fakat onun
Yemen, Amare, Lazkiye ve Halep ile ilgili hatıraları, günümüz Arap dünyasının
tarih ve kültürü için de önemlidir, kanaatindeyiz.
Daha sonra Basra Amare'ye tayin olmuştur. Dönüşü Mısır
erinden İstanbul'a yapmış, Orada mülkiyeden arkadaşı, Ali Kemal ve Ali Suad'ı
ziyaret etmiştir. Amare'de başlıca görevi padişahın hususi hazine arazileriyle
ilgilenmek, olmuştur. Ayrıca iki rakip kabile arasıda var olan husumet ve kavgalar
idareyi sarsacak boyutlara ulaşıyordu. Öyleki bir defasında arabuluculuk yapmak
isterken çatışmanın içine düşmüş nerdeyse hayatından olacak hale gelmişti. Onun
anlattıklarına bakılırsa, "çöl
araplarının tarihin hiçbir devrinde yönetim altına alınamadığı onların kendi
örf ve adetlerine göre yaşadıkları" şeklindeki tez doğru
olmalıdır.
1907 de Çatalca ve İzmit mutasarrıflıkları boş olmasına
karşın, ve Aynî'de anılan yerleri arzu etmesine rağmen, padişahın emniyeti
gerekçe göstermesiyle tayini Balıkesir'e çıkmıştır. Kuşkusuz Balıkesir onun en
verimli mutasarrıflık yaptığı yerdir. Balıkesir'de deprem sonucu yıkılan tarihi
yapıları onarmış, yollar açtırmış, yeni okullar yaptırmıştır. Aynî'nin
idareciliginde önemli bir husus, dini konulara inancı gereği sahip çıkmış
olmasıdır. İnançla ilgili Sapık hareketlere, inanç istismarı gibi hususlara
meydan vermemiştir.
Balıkesir'de
Horasan'lı iki alimin(!) köyleri dolaştığını öğrenince, olayı tetkik ettirmiş,
sonuçta birinin Ermeni, diğerinin sapık bir batini olduğunu ögremiş, ve
tedbirini almıştır.
O söz konusu davranışı Trabzon'da ve diğer yerlerde de
yapacaktır. Balıkesir civarındaki alevi köyleri gezmiş, onların medeni sahada
ilerlemeleri için cami yapmalarını, okul yaptırmalarını, konuyu muhtarlar
vasıtasıyle bizzat takip edeceğini söylemiştir. Yeri gelmişken ifade etmemiz
gerekirse o batini zümreler ile ilgili olumlu düşüncelere sahip değildir. Ona
göre mesele, cehaletten kaynaklanmaktadır.
Yemen'de
zeydiye, Suriye'de Nusayriye ve haydar iye, Ankara, Hüdavendigar, Sivas, Aydın,
Balıkesir civarlarındaki sofiyan, cerebof, tahtacı, avcı ve Kızılbaş gibi
isimlerle adlandırılan zümreler, "melahide-i ismailiye" bekayasıdır .
Söz konusu ifadeleri, onun konu ile ilgili düşüncelerini
göstermesi açısından önemlidir. O, Yavuz sultan Selim'i adı geçen zümrelerle
yaptığı mücadeleden dolayı taktirle yad etmiştir. Anılan zümrelerin inançları
ona göre ‘'Küfürden de eşna"dır
Balıkesir mutasarrıflığının son zamanlarına doğru 2.
Meşrutiyet ilan edilmiştir. Aynî, daha önce kısmen değinildiği gibi birçok
Osmanlı entellektüeli gibi ittihat ve terakkiye umut bağlamıştır. O nedenle
Balıkesir’e gelen kutlama telgraflarına, cemiyetin anılan yerde merkezi
olmadığı halde, cemiyet adına cevaplar yazmıştır. Fakat ittihatçıların ilan
ettiği umumi affı kabul etmediği için uygulamamış, yaptığı bir plan ile
Soma'dan affı uygulamaya gelen jandarmayı Balıkesir'den savuşturmuştur.
İttihatçılar onu daha o zamanlar hayal kırıklığına uğratıyorlardı.
Balıkesir'den İstanbul'a dönüşte cemiyetin tanıdığı ilk fiili üyesi, geminin
Rum olan sahibine olumsuz davranışlarda bulunmuştur. Geminin sahibi az daha
onları yolculuktan edecekken, olayı büyümeden Aynî önlemiştir .
1909 da Lazkiye mutasarrıflığına tayin olmuştur.
Lazkiye'de önemle ele aldığı husus eğitimdir. Eğitimciliği hasebiyle, üzerinde
durduğu konulardan birisi de budur. Adı geçen yerde, eğitimi yükseltmek için,
kasaplardan alınan öğretmen maaşlarını disipline etmiş, geliri maarife olmak
üzere dükkanlar inşa etmiş, müftü ve ulemanın desteğiyle mezarlığı naklederek
yerine okul inşa ettirmiştir.'’
Lazkiye'de kendisini tarihe geçiren idari başarılar
kazanmıştır. Otuz bir mart vak'asıyle galeyana gelen halk Antakya'da, Kesep'te,
Halep'te Ermenileri tazyik etmişlerdir. Olayı haber alan İngiliz, Fransız hatta
Amerikan donanmaları, yardım için Suriye açıklarında demir atmışlardır.
Hadiseye derhal el koyan Aynî, insiyatifi ele almış, yerli halkın tepkilerini
hafifletmiş, onları şehir dışında metruk kışlalarda iskan etmiştir. Böylece can
ve mal kaybı Olmaksızın madur Ermenileri tekrar yerlerine iskan etmiştir.
Meseleyi halletmesinde mükemmel olan Fransızcasının etkisi büyüktür. Sözünü
ettiğimiz olay dolayısıyle, günlerce Beyrut, Kudüs ve İstanbul'da gazeteler
ondan bahsetmişlerdir. Burgaz'da Ermeniler onun onuruna yemek vermişlerdir.
Ayrıca “Le grand Saint Grogearyan” nişanı ile taltif etmişlerdir.
"Örfiyat-ı siyasiye ve ahlakiye" ile "Hükm-ü cumhur" isimli
çalışmaları söz konusu dönemde yapılmıştır. O Hükm-ü cumhur'a yazdığı önsözde
meşrutiyeti güneşe benzetiyor, istibdata veryansın ediyor. Lazkiye'deki bu
başarılar merkezi idarenin gözünden kaçmadı, ve valiliğe terfiine sebep oldu.
1910 yılında Elâzığ valiliğine tayin oldu. Orada maarifin
yanında, ziraate ayrı bir önem verdi. O sebeple dışarıdan modern makinalar getirtti.
Keban madenlerinin iyi ve verimli çalışması için çalışmalar yürüttü. Hasan
mansur ile Keban arasında yol inşaatına başlanmasına rağmen sonuç
alınamamıştır. Bu arada kısa bir süre Bitlis'te de görev yapmıştır .
1911 de Yanya valiliğine tayin oldu. Kısa süreli olan söz
konusu görevi yorucu bir tempoda geçmiştir. Çünkü Yanya'da İtalyan ve
Avusturya'lıların kışkırtmalarıyle hergün bir olay çıkıyordu. Ayrıca merkezi
idare mebus seçimlerinde ittihat ve terakkinin emellerine uygun olan Süreyya
bey'i, ondan seçtirmesini istedi. Verilen görevi sıkı bir çalışma ile başardı.
Fakat o, bu ve benzeri olaylardaki başarıları, patlayan barajı elle kapamaya
benzetiyor. Ayrıca konu ile İlgili fikirlerini rapor halinde yönetime
sunmuştur.
Müteakiben 2. Balkan savaşı yıllarında Trabzon valiliği
yapmıştır. Başlıca görevi savaş sebebiyle, mâliyeye para ve elbise temini, doğu
Anadolu’dan gelen savaş malzemesini İstanbul’a intikal ettirmekti. Trabzon'da
ele aldığı iç mesele eğitimdir. Yüzlerce ilkokul açmıştır. Aynî milliyetçilik
idealine Yanya'da ulaşmıştı. Çünkü orada herkes kendi milliyetini öne
sürüyordu. Anılan etki sebebiyledir ki, Trabzon'da memuriyeti azınlık
unsurlardan alıp, Türk ve müslüman unsura verdi. Okul faaliyetlerini yürütürken
klasik medreseleri ıslah etmeyi denedi. Örnek olarak Hatuniye medresesini ele
aldı, vakıflarını İslah etti. İfade edilen mesele ile ilgili Şöyle düşünüyor:
Yeni okullar açılırken, eskileri korumalı, derslerini günün şartlarına göre
uyarlamalı, vakıflarını Islah etmelidir. Devlet kadrolarında iş imkânları
olmalıdır. Nitekim azınlıklar böyle yapmaktadır. Okulların kalitesi korunmadığı
zaman halk azınlık okullarına yönelmektedir. Hâlbuki azınlık okullarında
Protestanlık propagandası yapılmaktadır. Trabzon'da idadi öğretmenlerinden
birinin verdiği Spinoza ile ilgili Konferansı dinlerken, kendisine Talat
Paşa'nın , (öl. 1921) bab- i ali baskını haber verildi. Olayın tesiri
nedeniyle, "Talat Paşa'nın bu hareketi Patrona Halil vak'asını
hatırlatıyor" ifadesini sarfediverdi. Anılan ifade derhal İstanbul'a
ispiyonlandı. Bahsi geçen hadise memuriyetten emekliliğe sebep oldu. Emeklilik
gerekçesi yaş haddi gösteriliyordu. Fakat o başka sebepler düşünmektedir. Ona
göre asıl sebep, Yanya'da görevli iken, Talat paşanın eniştesinin elden çıkan
İki parça arazisinden birini elde ettiği halde, diğerini elde edememesi
hadisesidir. Görüldüğü gibi, onun görevine yukarıda işaret edildiği üzere
ittihat ve terakki son vermiştir. O, Osmanlı devletinin geri kalış sebebi
olarak cehaleti görüyordu. Bu sebeple gittiği her yerde cehaletin izalesi için,
büyük emekler sarfetti. Adeta idareciliği eğitime endeksledi. İdarecilğinin
temeli adalet, dürüstlük ve Çalışmaktır, anılan dönemde diğer bir özelliği ise
2. Abdülhamid aleytarlığıdır .
Yaş haddi yasası ona uymadığı halde onu emekliliğe
sevkedenlerin yanında, kadr-u kıymetini bilenler yok değildi. Balıkesir
mutasarrıfı iken Bursa maarif müdürü olan Şükrü bey(Ö1.1926) onun çalışmalarını
yakinen tanıyordu. Adı geçen zat, (maarif nazırı)dar-ul fününün Emrullah
efendi'den
(Öl.1914) boşalan felsefe müderrisliğine Aynî'yi tavsiye
etti. Bu dönemde Muallim-i sanni Farabi, (tere) ilim ve Felsefe ile Ruhiyat
dersleri (Tere.) isimli çalışmalarını vücuda getirdi.
(Müderrisliği)17 mart 1915 te resmen İlmiyeye intisap etti.1915
te, müderrisler meclisi reisliğine seçilmiştir. Dar-ul fünun edebiyat fakültesi
mecmuasını kurdu. Babanzade Ahmet Naim beyle, "Felsefe terimleri ve
Osmanlıca karşılıkları" konulu çalışma grubunda bulundu. Yine aynı
dönemde Çamlıca kız lisesi muallimliği (Edebiyat) ile Medrese- t- ür Reşat’ta
felsefe ve tasavvuf tarihi muallimliği yapmıştır. Ancak bilinmeyen bir nedenle
edebiyat fakültesindeki görevinden istifa etmiştir. (Birinci dünya savaşı
nedeniyle üniversite kapalı kalmıştır.) Adı geçen dönemde, Baku ve Bükreş'e
görevli olarak gezileri olmuştur. Mütarekeden sonra medrese-t-ür Reşat’taki
görevine ittihatçı gerekçesiyle son verildi. (Onu görevden alan Mustafa
Sabri vahdet-i vucut aleyhtar ıdır. )Savaş yıllarında aile, kızıl
topraktaki geniş arazili evlerinde, bol miktarda inek besleyerek, ekonomik
sıkıntı çekmeden yaşamlarını sürdürmüşlerdir .
Aynî istiklal savaşını müteakip, kaleme aldığı eseri,
"Şeyhi Ekberi Niçin severim?" adlı eserini Atatürk'e (Öl.1938) ithaf
etmiştir. Ayrıca Atatürk'ün özel kitaplığında onun Tasavvuf Tarihi, Hükm-ü
Cumhur ve Hacı Bayram Veli isimli eserleri kayıtlıdır. Bunun yanında bir takım
yakınlıkları da mevcuttur. Örneğin, her ikisi de Makedonya'lıdır. Bir dönem her
ikisi de ittihat ve terakkiye sempati duymuşlardır. Yine her ikisi de Osmanlı
devletinin veya Türk milletinin kurtuluşunu ilim ve fende görmüşlerdir.
Milliyetçilik ortak özellikleridir. Yine saltanat karşıtıdırlar. Anılan farklar
Zayıf da olsa ilişkilere katkı yapmış olabilir. Fakat bazı önemli farklar da
yok değildir, örneğin, Atatürk'ün hiç bir dönemde tasavvufa meylettiği
bilinmemektedir .Ayrıca Atatürk ile Aynî'nin kardeşi Hasan Tahsin Aynî daha
samimi idiler. (Atatürk ) İzmir' İktisat kongresine Hasan Tahsin Ayni ile
gitmiştir.) Mustafa Sabri tarafından "Medresetür reşattaki görevine son
verilen Aynî, milli hükümet tarafından aynı göreve iade edilmiştir. 1923 te
Ankara'da kurulan "Tedkikat ve te'lifat-ı İslamiye" azalığına
çağrılmıştır. Şer'iye vekaletinin ilgasına kadar söz konusu görevde kalmıştır.
(1924) Aynı yıl İstanbul'da teşkil olunan İlahiyat Fakültesinde hocalığa tayin
oldu. Bu arada Harbiye'de Ahlak dersleriyle siyasi tarih uzmanlığı derslerini
yürütmüştür. Onun hizmetindeki bahsi geçen evre, takriben üç yıl sürmüştür.
Daha sonra ilahiyat fakülteleri ilga olmuştur. Bu dönem ve müteakip dönem,
yönetimin din eğitimi konusunda kararsız olduğu bir dönemdir. Zira kurulan dini
kurumlar devam etmemekte, açılıp kapanmalar sürüp gitmektedir. Gerekçe ise
ödenek yetersizliği olarak gösterilmektedir. Mehmet Ali Aynî'nin torunlarından
Nezih Neyzi'nin belirttiği gibi anılan konu dönemin karekteristik özelliğidir.
Neyzi, dönemin canlı şahidi olarak hatıratında (Kızıl Toprak hatıraları-İst.
1992) şöyle diyor:" Maarif vekaleti, din uzmanları yetiştirmek için, imam
hatip okulları, ilahiyat fakülteleri açmak istemektedir. Fakat yıllar geçmekte,
hukuk, edebiyat, ziraat derken bir türlü sıra söz konusu okullara
gelmemektedir." Daha sonra nisbeten uzun sayılabilecek bir gecikme ile
anılan okulların açıldığı göz önüne alınırsa, bu yargının doğruluğu ortaya
çıkar. Aynı olay, (Dini kurumlar) İslâmî ilimleri tetkik enstitüsünde de
yaşanmıştır. Adı geçen kurum da, Aynî dinler tarihi ordinaryüs profesörü iken,
bütçe açıklan sebep gösterilerek ilga edilmiştir. Böylece bazı arkadaşları gibi
açıkta kalmış, kesin olarak emekliye sevkedilmiştir .
Cumhuriyet döneminde Mehmet Ali Aynî iki defa, 6.ve
7.dünya felsefe kongrelerinde Türkiyeyi temsil etmiştir. Hatta yazışmalar
yapıldıktan sonra ödeneğin tam çıkmaması neticesi, ülkesinin onuru için yan
masrafını cebinden karşılayarak gitmiştir. O, Cumhuriyet döneminde bir takım
fikri değişimler göstermiştir. Osmanlı döneminde toplumu batıya açmaya
çalışırken, Cumhuriyet döneminde tam tersi bir yol izleyerek, toplumu milli ve
dini değerlere yaklaştırma mücadelesi içinde olmuştur. Nitekim Türk
ahlakçıları, (hemen hepsi sufidir) Türk azizleri serisinden İsmail Hakkı, (Öl.
1725 ) Hacı Bayram veli, (Öl.1430) yine Abdülkadir Geylani(Öl.1166) İbn-i Arabi
(Öl.1240) isimli çalışmaları ifade edilen tezi kanıtlar mahiyettedir.
Diğer bir husus, Cumhuriyetin ilk yıllarında
batılılaşmanın hız kazanması sonucu, gerek toplumdan gelen istek, gerekse kendi
gözlemlerine dayanarak, dinin önemini inkar eden, ilahiyat fakültelerinin
kapatılmasını ve gereksizliğini savunan, pozitif ahlak
isteyen,( Ne demekse ) İslâm'ı diğer dinlerle birleştirneyi savunan Yakup Kadri
(öl.1974), Mustafa Şekip v.b. gibi isimlerle amansız kalem mücadelesine
girmişttir . Ayrıca, Pozitivizmi, bilimselligi tamamen dinsizlikle eş
değer gören kişilere konunun öyle olmadığını ifade eden yarı felsefi güncel
makaleler yazmıştır. Karşı taraftaki insanların kimi zaman yaptıklarının, ilmi
ciddiyetten uzak olduğuna ilişkin yönelttiği tenkitler, ona haklı bir şöhret
kazandırdı. Onun iki eseri, ve hemen her eserinde bir bölüm, Ateizm,
şüphecilik, bezgincilik v.b konulara ayrılmıştır. Anılan faaliyetleri, Osmanlı
döneminde yapmışsa da Cumhuriyet döneminde özel bir uğraş haline getirmiştir.
Bu konu belki fikirleri bölümünde ele alınabilirdi, diye
akla bir soru gelebilir. Fakat burada onun tasavvufu yaşama geçirme emeli, yani
pratiğe aktarma arzusu olduğundan, ve anılan husus da hayatın ayrılmaz bir
parçası olduğundan, hayatı bölümünde ele almak durumundayız. Tekkeler
kapatılmadan kısa bir süre önce ülkemize gelen (1925) Danimarka'lı Carl Vett,
-Metapisişik konular araştırmacısı- bir takım doğu ülkelerini gezdikten sonra
ülkemizde İstanbul'da bazı dergahları gezmişti. Bu meyanda Kelami dergahı postnişini
şeyh Muhammed Es'ad Erbili'yi de(Ö1.1931) ziyaret etmişti. Anılan Şeyhin
yanında onbeş gün kalan Carl Vett, kendisini adı geçen dergaha Aynî'nin
götürdüğünü ifade ettikten sonra, Aynî'nin dergahın müntesiblerinden olduğunu
ifade ediyor. Hatta Aynî, genç yaşta vefat eden oğlunu da dergaha götürüyormuş.
Bir gün Carl vett, Es'ad Erbili ve Aynî onun önemli eseri "Tasavvuf
tarihi " isimli çalışmasını adı geçen mekanda müzakere etmişlerdir
Bunun yanında Sadık Vicdani(Öl.1939) "Tomar-ı
turuk-u aliye" isimli çalışmasında Halvetiye silsilesini ele alırken
tarikatın ikinci piri Seyyid Yahya Şirvani(Öl.Öl.1464)konusuna düştüğü dipnotta
Aynî'in "Nakşi" olduğunu açıkça ifade ediyor: "Urafay-ı muharrir
inimizden ve tarikat'ı aliye-i Nakşibendiye mensubininden (Muhammed Ali Aynî
beyefendi) iki sene evvel ilk defa Bakü'ye azimetinde...." Olduğu gibi
ifade etmeye
Çalıştığımız bu metinde olayı kanıtlamaya yeter sanırız.
Bunun yanında biz, şu noktalara işaret etmeyi konuya ışık
tutması açısından gerekli görüyoruz:
1) Musa Kazım Efendi, Aynî ve Es'ad efendinin ortak
dostudur. Aynî hijç bir eserinde Es'ad efendiden tanışıyormuş gibi
bahsetmemesine rağmen, o günkü şartlarda tanımaması düşünülemez .
2) Bizim tesadüf ettiğimiz bir diğer husus, Aynî Amare'de
iken ilçede çözülmesi gereken miras v.b. gibi hususlar için teşkil olunan
heyette, adı geçen şeyhin kardeşi de bulunuyordu. Aynî bu olayı ifade etmiştir.
O halde yine mezkur Şeyhi tanıması icap eder.
3) Aynî tasavvuf tarihinde nefis konusunu ele alırken,
ruh meselesinin izahında, Konuyu Es'ad Erbili'nin izah ettiği tarzda ele
alıyor. Fakat bu, öbür noktalar kadar onu tanıma ve intisab için önemli
değildir. Günümüz Araştırmacılarından İsmail Kara ve Ethem Cebecioğlu söz
konusu intisaba kesin gözüyle bakmaktadırlar. Bizim sözünü ettiğimiz konuya
itina İle yer vermemizin sebebi, çalışmamızın tasavvuf ağırlıklı oluşu yanında,
Torunlarından Nezih Neyzi'nin onun için " Bektaşi"
değerlendirmesi ve hükmünde bulunmuş olmasıdır.
Kaldıki Aynî hayatta iken kendisi ile bizzat görüşülerek
yapılan çalışmalarda anılan noktanın (1 ntisap) ifade edilmediği görülüyor.
Dolayısiyle konunun yaygın bir bilinmezlik boyutu var. Yine Türkiye Diyanet
vakfının hazırlattığı İslâm ansiklopedisi gibi ciddi bir çalışmada, irdelemeye
Çalıştığımız intisap konusu bulunamamaktadır . Kaldıki onun torunlarından Nezih
Neyzi, onun bektaşi olduğunu söylüyor.
Kanaatimize göre bu durum tasavvufi konulardaki bilgi eksikliğinden ileri
gelmektedir. Ayrıca o, "Dedeme Üsküdar taraflarından bazı günler siyah
sakallı insanlar gelir, beraber oturur, yemek yerler, sohbet ederlerdi."
demektedir. Şu halde onun initisabı kesindir. Kaldıki bu bile onun Şeyh Es'ad
efendi'ye bağlılığının kanıtı olabilir. Çünkü adı geçen zatın yine şeyh olan
oğlu, Şeyh Ali efendi Anadolu yakasında Selimiye dergahında postnişin idi.
Gelip gidenlerin pekala o insanlar olmaları muhtemeldir.
Tüm bu yazılanlar çerçevesinde sözü edilen mesele"
neden bugüne kadar vurgulanmadı?” sorusu akla gelmektedir. Bahsi geçen meseleye
net bir cevap verememekle beraber, ana hatlarıyle iki sebep akla gelmektedir:
a) Gerek o dönemin ahlaki terbiyesinin bir gereği,
gerekse Aynî'nin aldığı tasavvufi eğitimin bir gereği, insanın manevi olgunluk
ve kemalatını açıklamaması, hatta gizlemesi bir olgunluk, veya gerekliliktir.
Bu nedenle o, sözü edilen bağlılığı açıklamamıştır.
b) İkinci bir ihtimal, Aynî'nin intisab ettiği zatın
Cumhuriyet döneminde Menemen olayı ile ilintili bulunarak, Şaibe altında
bulunmuş olmasıdır. Ancak günümüzde Nakşibendiye konusunda geniş
araştırmalarıyle tanınan Hamid Algar Şeyh Esa'ad ile Menemen vak'ası
irtibatlandırmasının ciddi kuşkular taşıdığını beyan etmektedir. İşte söz
konusu iki olay bu intisap konusunun açıklanmamasında etkili olmuş olabilir.
Aynî, Cumhuriyet döneminin geniş bir kritiğini yapmadığı
için, söz konusu dönemle ilgili bilgilerinin tarihe gömüldüğünü ifade
edebiliriz. Örneğin, türbelerin kapanmasını içine sindiremediğini, özellikle
bayramlarda anılan sebeple çok sıkıldığını son dönemde Nezih Neyzi
açıklamıştır. Bu mesele de daha önceki, konu ile ilgili çalışmalarda yoktur.
Kısacası Aynî bir Nakşibendi Şeyhi olan Şeyh Muhammed
Es'ad Erbili'ye intisablıdır. O bu yolla aynı zamanda tasavvufu yaşamaya
çalışmıştır.
Hatta o, Carl Vett'e anlattığına göre bir takım mistik
hal ve tecrübeleri yaşamıştır. (Bu kadar derinlemesine konuya eğilmiştir.) Daha
önce pozitivizme yönelen Aynî, bir şeyh arkadaşıyla keramet türü hadiselerin
olamayacağı hususunda tartışmıştır. Fakat arkadaşı onu evine davet etmiş, o
gece evde Aynî'ye gece karanlığında parlak bir nur şeklinde (aletsiz) ışık
göstermiş, havaya doğru yükselme şeklinde hareketlerde bulunmuştur. Ancak yine
de tartışmayı bitirmeyen Aynî, arkadaşına, Bükreş'e gideceğini söylemiş. Yine
yolculuk esnasında, arkadaşının gemide olmadığını bildiği halde, anılan
arkadaşı gemide birden onun kamarasında karşısına Çıkmıştır. Carl Vett'e
anlattığına göre söz konusu hallerden Sonra tasavvufa yönelmiş, konu ile ilgili
geniş çalışmaları hu şekilde başlamıştır. Onun tasavvufu yaşama noktasındaki bu
halleri bizim için önemlidir.
Bu durumda direk olarak konumuz olmamakla beraber önün,
İslâm, demokrasi ve Atatürkçülük bağlamında konumu için, eldeki veriler
Ölçüsünde bir şeyler söylemek mümkündür.
Osmanlı döneminde devlet ve milletin kurtuluşu için,
günümüze göre doğru veya yanlış, bir takım fikirlere her Türk aydını gibi
ulaşmıştı. Bunlar, saltanat alehtarlığı, meşruti idare, milliyetçilik, bilim ve
teknikte batılı kaynaklan kullanma v.b. fikirlerdir. Yeni dönemde Cumhuriyet
rejimi de aynı doğrultuda çalışmalar yapmıştır. Anılan konu, bir kesişme
noktası olarak karşımıza çıkıyor. Ayrıca o, vatanperverlik duygusu yanında,
neredeyse eldeki son vatan parçasını da kaybetmek endişesiyle yeni devlete
destek olma gayreti içinde olmuştur. Sözünü ettiğimiz mesele, Osmanlı devletini
alabildiğine eleştiren bir şahsın, sanki cumhuriyet hükümetleri karşısında
suskun kalmış gibi görünmesine yol açmıştır. Fakat o, yeni dönemde oluşan
baskıların farkında olarak, ifade edilen döneme dolaylı eleştiriler yapma
yolunu denemiştir. Osmanlı döneminde medreselerin kapatılmasını değil, günün
şartlarına göre islah edilmesini savunmuştur. Türbelerin kapatılmasına canı
sıkılan Aynî'nin bir İslâm bilgini olarak ilahiyat fakültelerinin (Belkide
tekkelerin ) kapatılmasını istemesini söylemek doğru olamaz.
Bazı çevrelerin söz konusu dönemde ilahiyat fakültelerini
bilime yönelik olmadığı için, kapatılmalarını istemelerine şiddetle karşı
çıkmıştır. O nedenle, 1=1 formülünün, veya bilimin hayat için yegane asıl
olmadığını, bilakis hayat için, sanat, kültür, ahlak, din gibi asılıların,
gerçeklerin bulunduğunu özellikle batılı filozoflara dayanarak müdafaa
etmiştir. Bir toplum için hayati öneme haiz milli zihniyetin fen ve teknik
ilimlerle sağlanamayacağını, anılan meselenin tarih, felsefe, sosyoloji, ahlak
gibi ilimlerle hallolacağını söylemiştir. İşte ona göre din konusu da
-Dolayısıyla ilahiyat fakülteleri- böyledir.
Görüldüğü gibi burada rejimin yapmış olduğu bir fiile
karşı, ince ve dakik bir eleştiri söz konusudur. Kısacası Aynî yeni
cumhuriyetin onaylamadığı bazı yönlerini felsefi kültürel, tenkitlerle
eleştirirken, İsmail Kara'nın dediği gibi, dini fikirlerini, düşüncelerini,
ahlak, milliyetçilik veya milli kültür adı altında neşretmeyi denemiştir. Aynî,
İsmail Fenni Ertugrul'un yaptığı gibi açıkça demokrasiyi tasvip eden İfadeleri,
konu ile ilgili iki tane eseri olmasına karşın söylememiştir. O "Demokrasi
nedir?" isimli eserinde konuyu tarihi süreç içinde zaaf ve faziletlerine
işaret ederek ele almıştır. Fakat demokrasiyi tasvip ettiğini ima eden ifadeler
vardır, adı geçen eserde-, "şimdi de demokrasiyi beğenmeyenler var.
İnsanlar kuvvetçe zekaca faziletçe enerjice gayr-ı müsavi değil mi? diyenler
var, sözüne karşı, var olan fark uçurum mu olsun?" sorusuyla cevap
vermesi gibi. Ona göre demokrasiyi ayakta tutan temel esas faziletli olmaktır,
erdemli olmaktır, aksi taktirde demokrasi herkesin herkesle kavga ettiği bir
sistem haline gelir.
Mehmet Ali Aynî'nin, son yıllarında ailesi, hayatın
normal akışı ile gelen bazı acılarla sarsılmıştı.
Kendisi bir ara Paris'te tedavi olmuştu. Daha sonra kayın
Validesi vefat etmişti. Müteakiben kendisi ve eşini derin bir Şekilde sarsan,
Almanya'da mühendis olarak yetişmiş oğulları “ İleride kendileri ve ülke için
çok şey bekledikleri - Necip Sırrı genç yaşta, düğün hazırlıkları yapılırken
kalp krizi sonucu vefat etmişti. Anılan acı olaya dayanamayan hanımı,
müteakiben de kendisi vefat etti. Bir şanssızlık sonucu, Aynî her ikisinin de
yanında bulunamadı. Ancak cenazelerine yetişebildi. Bu hüzün ve elem içinde'-
Bilmem kime eyleyeyim tazarru Bilmem kime eyleyeyim takaza, mısralarını sarf
etmiştir. Tüm bu olaylar 1936-42 yılları arasında olmuşken o, tavsiye ettiği
mücadeleci, iyimser, inançlı hayat tarzının doğruluğunu isbatlarcasına, "Türk
ahlakçıları, Milliyetçilik, Türk Azizleri İsmail Hakkı Bursevi Demokrasi
nedir?" gibi eserleri yanında bir o kadar da makaleler yazmıştı.
Anılan dönemde "İş Mecmuasının" kendisi için Çıkardığı (1942)özel
sayıya kadar, İstanbul kütüphaneleri tasnif komisyonu üyeliği sürmüştür.
Hayatının son dönemlerinde Eminönü halkevi, yazarlığının 50. yılında,
yetmişbeşinci yaş gününde bir jübile düzenledi. Orada yaptığı konuşmada tüm
fikirlerinin özeti mahiyetinde, gençlere İslâm'ın manevi yönü ile batının
bilimini birleştirmeyi, böylece medeniyet Sahasında özgün yerlerini almaları
tavsiyesinde bulundu.
Tüm bir ömür, başarı ve yükselmelerle dolu geçtikten
sonra o, nihayet hızlı denebilecek bir inişle sona doğru akıyordu. Yılların
birikimi sonucu oluşan yorgunluk ile Omuzları iyice çöken üstad, son dönemde bir
takım bedeni rahatsızlıklar çekmekteydi. Koltuğunun altında çıkan, "Köpek
Memesi"( ) denilen ızdıraplı hastalık dolayısıyle, gittiği: hastaneden
dönemeden 1945 yılında hayata gözlerini yummuştur, öldüğünde çalışma masasında,
"Türk ahlakçıları 2, Nizam ül Mülk'ün Siyasetnamesinin tercümesi ve
Aziz Mahmut Hüdai” isimli eserlerinin müsveddeleri bulunuyordu. Daha sonra
kızları uzun yıllar yaşamaya devam eden Aynî'nin mezarı Zincirli kuyudadır.
Mehmet Ali Aynî'nin ilmi şahsiyetine geçmeden önce,
eserlerinin geneline yayılmış yazarlık metodolojisine bir göz atmamız faydalı
olacaktır. Bu, ilmi ve fikri yönünün daha iyi kavranmasına önemli ölçüde katkı
sağlayacaktır.
Mehmet Ali Aynî, fen bilimlerinden siyasete, tarihten
felsefeye kadar bir Çok sahada eserler vermiş, çok yönlü bir müelliftir. Sözü
edilen geniş sahada eserler verebilmenin zorunlu esası kuşkusuz iyi bir şekilde
yabancı dil bilmekti.
O nedenle Arapça, Farsçanın yanında Fransızcayı iyi bir
şekilde biliyordu. Ayrıca anlaşabileceği kadar da İngilizceyi bilmekteydi.
Ailede kızları ve oğlu kanalıyla, Almanca için de kapı açıktı.
Mithat Cemal Kuntay onun için, "Herkesin bir şey
koktuğunu Aynî'nin ise kitap koktuğu" değerlendirmesini yapıyor. Ona
göre o, yürüyorsa ya matbaaya, ya kütüphaneye yürüyor; Oturuyorsa ya kitap
okuyor, ya da kitap yazıyordu. Cebinde veya kafasında mutlaka bir kitap
müsveddesi bulunuyordu. Asıl mesleği "hayatı" bölümünde görüldüğü gibi
idareciliktir. Daha sonra maarif hizmeti gelir, idareci iken bile maarife
hizmeti şiar edinmişti. O nedenle, birçok eseri ilkokuldan üniversiteye kadar
ders kitabı niteliğindedir.
Önemli yönlerinden birisi kuşkusuz felsefi yönüdür. Onun
felsefi yönü için yapılan doktora çalışmaları konunun boyutunu göstermeye
yeter.
Bizim tezimizin temel yönü olan tasavvufi yönü, onun
vurgulanması gereken bir başka boyutudur. Tasavvufla olan ilgisi, hem
araştırmacılık yönüyle, hem de pratik olarak yaşanması yönüyledir. Fakat, o bir
şeyh değildir. Dar-ül funundaki müderrisliği bu tasavvufi yönü içindir. Mehmet
Ali Aynî kuru bir teori adamı değil, iyi bir pratisyendir. O, en zor şartlarda
düşünce ve fikirlerini pratiğe dökme gayreti içinde olmuştur. Gittiği her yerde
açtığı okullar, - Kalkınmanın temel şartı ona göre eğitimdir.- okullar için
yazdığı ders kitapları, bunun açık kanıtıdır. Mehmet Ali Aynî'nin hayat
anlayışı dualist bir temele dayanmaktadır. Bunu farkedemeyen bazıları onun
için, "Kör bir kaderci panteist" diye ithama kalkışmışlardır.
Eğer o kör bir kaderci panteist olsaydı, malumat-ı nafiai fenniye, ziraat
dersleri gibi fenle ilgili eserleri tercüme etmez, siyaset bilimi ilgili
çalışmalar yapmaz, ileride görüleceği gibi, hiç kimsenin gerçek manada
bilmediği, fakat dilinden de düşürmediği bir dönemde "özgürlük,
hürriyet, eşitlik" gibi kavramları halkına tanıtmazdı. O, dünyevi ve
toplumsal konularda akılcı ve realist, şahsi ve özel yaşamı ile metafizik
konularda vahdet-i vücutçudur. Süleyman Nazif'e(Öl.1927) yazdığı bir mektupta, "Pozitif
bilimleri terk ettigimi düşünüyorsan yanılıyorsun. Zira sipirtizm derslerini
anlamak için, pozitif mebadisinden geçmek lazımdır. Pozitivist olmak için illa
dinsiz olmak gerekmez. Çünkü, Zolne,(öl:?) Krock Hokcens gibi müsbet bilimciler
aynı zamanda ruhiyat ve maneviyatla da ilgilidirler." demektedir. Onun
pozitivizme dair eseri "ilim ve felsefe" sözü edilen anlayışının
müşahhas bir örneğidir. Diğer tasavvufi yönü için örnek vermeye sanırım gerek
yoktur.
Mehmet Ali Aynî, eserlerinde çok iddialı ve keskin
ifadeler kullanmaz. Onun üslubu biraz soluk bir mahiyet arzeder. Tezlerini
ortaya koyarken bir çok delil kullanmak yerine, (Felsefi konularda bunu yapar)
kendisi açısından genel kabule layık, doğu ve batıda artık bir realite olarak
kabul edilmiş hususları ortaya koyar. Bu sebeple fikirleri hafif bile görünse
büyük bir emeğin ürünüdür. Hilmi Ziya Ülken(Öl.1974) onun fikri bağlanmasını
açıklarken, "felsefi tenkitlerinde kuvvetli, tartışmacı, tasavvuf i
konularda İ .Fenni Ertugrul'un aksine çağdaş ilim ve felsefe yapmaya lüzum
görmeyerek, büyük mistiklere doğrudan bağlanıyor(....) Tasavvuf söz konusu
olunca tartışmaya razı olmuyor", derken genellikle haklıdır. Ancak,
şunu ilave etmek durumundayız: O, deruni ve ruhi hayata karşı çıkan, hatta bunu
pozitivizm adına yapıpta, bundan dahi haberi olmayan, fikir zavallılarıyle
nasıl tartışacaktı. Aynî, 6. Dünya felsefe kongresinde bizzat batılı doğulu
otoritelerin tasavvuf ve maneviyatın, hayat için mutluluk ve heyacan kaynağı
olduğuna dair fikirlerinin, sağlamlılığını müşahede etmişti. Kuşkusuz o,
oturduğu yerden kuru fikirler üretmek yerine, okuyarak, çalışarak ve görerek
bir takım fikirlere ulaşıyordu. Onun açısından ortada tartışılacak bir şey
yoktu. Ayrıca o, ahlak, din, ruh v.b. gibi hususlarda, sosyal bilimlerin o
günkü şartlardaki ölçülerine göre, köklü çalışmalar yapmıştır. Söz konusu fikri
temellendirme Hilmi Ziya'nın işaret ettiği konulara da ışık tutacak
niteliktedir.
Tarihi olaylarda menkıbeleri değerlendirirken, Fuat
Köprülü'nün(Öl.1966) Ahmet Yesevi(Öl.1167) ile ilgili menkıbeleri ele alış
biçimini onun tasavvufi eserlerinde göremiyoruz. Zaten o, tasavvufi eserlerinde
fazla menkıbeye yer vermemiştir. Ancak, milliyetçilikle ilgili çalışmasında
İslâm öncesi Türk tarihini incelerken, Köprülü'nün metodunu, sözü edilen
dönemle ilgili menkıbelere uygulamaktadır. Bu, onun sözünü ettiğimiz metodun
farkında olduğunu göstermektedir.
İ .Fenni Ertugrul'un vahdet-i vücudu savunurken takip
ettiği klasik tahlili metodu Aynî genellikle uygulamamıştır . Yani, vahdet-i
vücudu, ayet ve hadislerle izaha yönelmiyor. Hatta bu, tasavvuf tarihi I için
de böyledir. Ama tasavvuf tarihi II de konuyu bol bol ayet ve hadislerle ele
alarak (Tasavvufun doğuşu ve İslâmiligi için) irdeliyor.
Aynî'nin tarihçiliği objektifdir. Öyle ki Fatih Sultan
Mehmet Han(öl.1481) bile onun dolaylı tenkidine maruz kalmıştır. Bir dönem
gönül verdiği ittihat ve terakkinin yanlış noktalarına işaret etmeyi ihmal
etmemiştir. Hatta Atatürk'ün huzurunda yapılan ilk tarih kogresinde kendisine
dayatılan tarih tezini kabul etmemiş, baskılara boyun eğmemiştir. Ayrıca konu
ile ilgili batıdaki tarafsız Çalışmalardan faydalanmıştır.
Onun eserlerini gerek muhteva, gerekse üslup olarak zayıf
bulanlar, hayali olarak görenler olmuştur. Bir yere kadar bu görüşe katılanlar
haklı da olabilirler. Bir çok eseri çok iddialı olmak yerine, sahasının bir
başlangıcı veya ilki olma özelliği taşımaktadır. Anılan tesbit İş mecmuasında
açıkça görülmektedir.
Onun hayatında, "Hiç mi hatalı yön yok?” veya
"fikirlerinde birtakım çelişkiler yok mu?" diye bir soru akla
gelebilir. Elbette onun yaşamında bir takım tutarsızlıklar vardır. Aynı tesbit
fikirleri için de söz konusudur.
Unutulmaması gereken husus, Aynî'nin, Türk tarihinin en
buhranlı döneminde yaşamış olduğudur. Bazı çelişkiler bu zor şartların
sonucudur. Ama onun milletine, dinine ve insanlık alemine olan iyi niyet ve
sevgisinden kuşku duyacak hiç bir kanıt yoktur. Ayrıca, Aktüalite ile çok
yakından ilgilenmiştir. Nezih Neyzi'nin ifade ettiğine göre, günlük gazeteleri
muntazaman takip etmiştir. Bir çok yazar ve mütercim ile, uyarıları sonucu
polemiğe varacak şekilde tartışmalara girişmiştir. Anılan gerekçe sonucu,
süreli yayınlarda azımsanmayacak kadar yazıları vardır. Halbuki Tasavvufi yönü
sebebiyle sıradan bir okuyucunun sessiz, sakin sandığı Aynî, güçlü bir polemik
yazarıdır da.
Eserlerinde görülen önemli bir diğer husus, akademik
teamüllere tam uygunluk yerine, biraz gönlünden geldiği gibi yazmış oluşudur.
Örneğin, Bir sufi olan İsmail Hakkı (öl. 1725) ile ilgili bir eserinde
Descartes (Öl.1650) ile ilgili, Hacı Bayram Veli İle ilgili bir çalışmasında,
Nietzsche (öl. 1900 ) hakkında bilgi ve malumat bulmak mümkündür. O nedenle,
bir çok eserinin sıkı bir plana oturmadığı söylenebilir. üslûbu hakkında
verdiğimiz bu izahattan sonra şunu belirterek ele aldığımız bu konuya son
verelim:
Yukarıda "Ayninin içinde bulunduğu döneme bir
bakış" bölümünde adı geçen dönemle ilgili bilgi verirken onun fikirlerine
fazla yer verilmemiştir. Eserleri ve fikirleri bolümü görülünce onun döneminin
bir aynası olduğu görülecektir.
Mehmet Ali Aynî'nin fikri cephesinin en önemli veçhesi
tasavvuf i yönüdür. Çünkü birçok çalışması bahsi geçen Yönü ile ilgilidir.
Tasavvuf i fikirlerini izah etmenin temel koşulu, konu ile ilgili eserlerini
tanımaktan, analiz etmekten geçmektedir. Tasavvuf i eserleri genel olarak kendi
telif ettiği eserlerdir. Bunlardan bazıları yurt dışında da 1 basılmıştır. Bu,
o günün şartlarında ardı arkası kesilmeyen savaşlar nedeniyle, bitab düşmüş
milletimizin yurt dışında sesinin duyulmasına yaptığı katkıyla bile
küçümsenmeyecek bir husustur.
(Not: Ekteki Tezden okuyunuz.)
Mehmet Ali Aynî'nin fikir cephesinin kuşkusuz en kuvvetli
yönü tasavvuf i yönüdür. Onun söz konusu fikirlerinin; oluşumunda kuşkusuz,
çağdaş psikolojiden tarihe, felsefden müsbet ilimlere kadar bir çok ilmi
disiplinin payı vardır.
Diyebilirizki onun fikirlerinin oluşumunda, yaptığı;
fleyahatlerdeki gözlemlerinin bile payı vardır. O, kendisinin büyük emekler
sonucu oluşturduğu fikirlerinin doğruluğunu, katıldığı kogrelerde de
benimsendiğini bizzat görmüştür .
Osmanlı devletinin her konuda düştüğü skolastisizmin
zararlarının farkına varmış, o nedenle tasavvuf eğitiminde bile yenilikler, günün
şartlarına göre düzenlemeler • yapılabileceğini ifade etmiştir. Ona göre
tasavvuf fıtri oluşu, insanı egitişi, pratik faydaları v.b. gibi hususları
itibariyle evrenseldir. Yine gerek Kur'an'ın verdiği haber, gerekse salt tarihi
araştırmalar gösteriyor ki, genelde mistisizm özelde tasavvuf, dinlerle eş
zamanlı bir hadisdir. Bu sebeple o,
bizirn kültürümüzde İslâm öncesi tasavvuf cereyanlarının ilk araştırıcılarından
birisi olmuştur. Kısacası onun tasavvuf anlayışı din kavramının gelişimiyle
paralellikler arzetmektedir. Ayrıca marifet kavramının biraz doğal sonucu
olarak felsefi bir tasavvufa kaymış, Ama geniş kültür birikimi, onun İslâm
dininin diğer esaslarının güzelliklerinin farkına varmaya sevketmiştir.
Böylece daha şer'i bir tasavvuf anlayışına bağlı kalmaya
yönelmiştir. Biz onun tasavvuf anlayışını tesbit etmeye çalışırken kendisinin
yaptığı gibi İslam öncesi dönemden başlayarak fikri konumunu (Tasavvuf
açısından) tesbit etmek | durumundayız.
a)Tasavvufi fikirlerine İslâm öncesi dönemden aradığı dayanaklar
:
Mehmet Ali Aynî'ye göre yer yüzünde nasıl ki Hz.
Peygamberden önce peygamberler(salla’llâhu aleyhi ve sellem)var idiyse öylece
tasavvufta vardır. Zira Tasavvuf tabiat-ı insaniyenin la-yüfna bir hadisesi
olub, bil cümle edvarda binlerce şekilde runema olmaktadır. Ayrıca her dinde
bir batini yön vardır. Üzerinden uzun zaman geçmesi veya zamanla meydana gelen
bozulmalar bu temel gerçeği değiştirmez. Konuya, ifade ettiğimiz şekilde
bakması sonucu vahiy orjinli olsun veya olmasın, bilinen büyük inanç veya
medeniyet sistemlerindeki mistik motifleri almış, kendi fikirlerine bir asıl
teşkil etmiştir .
Kimilerine göre İslâm'ın bünyesine başka din veya
inançlardan alınan her tür kavram veya olgunun, onun aslını bozacağı
gerekçesiyle reddedildiği bir ortamda, onda böyle bir anlayış olmadığı
görülmektedir. Ona göre temel esaslara aykırı olmayan, faydalı ve güzel şeyleri
almak tabiidir. Anılan gerekçe sonucu, aynı metodu felsefe için de tatbik
etmiştir. Kaldıki İslâmiyette başka din veya kültürleri etkilemiştir. Ama İslâm
dininin temel ibadet, ahlak ve inan esaslarına aykırı, onu reforme ederek
budamayı amaçlayan davranış biçimine şiddetle karşı çıkmıştır. Onun kuvvetli
görülen tenkitleri hep bu sahadadır.
Şimdi tasavvuf tarihi 1 deki sıraya göre İslâm öncesi devirlerdeki,
mistik cereyanların esaslarının neler olduğunu (ona göre) tesbite çalışalım.
l) Hint düşüncesi:
Hint düşüncesindeki panteizm anlayışı hinduların maddi
refahlarının artması sonucu, duygu ve düşüncelerindeki incelme neticesinde
gelişmiştir. İkinci derecedeki ilahlar yavaş yavaş önemini yitirmiş, büyük bir
ilah fikri kuvvetlenmiştir. Söz konusu dinin temel öğesi olan vedantaların özü
panteizmden (Vahdet-ivücut)ibarettir. Büyük bir ilah fikrinin kuvvetlenmesi
nedeniyle onu düşünme, tefekkür, marifet gibi hususlar birbirine bağlı olarak
gelişmiştir. Tefekür denilen ameliye, derin bir sessizlik içinde, tenhada
yapılabilecek bir zihni faaliyettir. Böylece mistikler onun yüce zatını
düşünürken, bir taraftan onun zatının sonsuzluğunda yok olmaya çalışırlardı.'’
2) Budizm'de mistisizm:
Yukarıda ifade edilen anlayış, zamanla aşılması güç bir
uyuşukluk halini almış, bir nevi tepki olarak budizm doğmuştur. M.ö. 600 lü
yıllarda insanları çektikleri ızdıraplardan kurtarmak için Buda ormanlara
çekilmiştir. O, insanlara sıkıntı veren şehvet ve nefis arzularından
kurtulmalarını talim etmişti. Onun gayesi anılan duyguların kaydından insanları
kurtarmayı istemektir. Ona göre hayatın gayesi marifettir. Bu marifet sadece
mistik bir marife t değil, aynı zamanda zat, insan, kainat v.b. gibi konuları
kapsamaktadır. Aynî marifet sonucu oluşan "Nirvana"nın "fena
fillah" a denk olduğunu belirtiyor. Ama nirvananın yok oluş olmadığını,
bunun ruhun tekrar bir bedene girme zilletinden kurtulup, zatta yokoluş
olduğunu belirtiyor . Aynî "İntikat ve mülahazalar isimli çalışmasında
fena konusunun ve panteizmin İslâm daki benzerlerinden farklı olduğunu
elirtmiştir. Budizm'deki "Dhyana" kavramının İslâm'da teveccüh ve
cezbeye denk geldiğini belirtiyor. Aynî, Buda'yı yeryüzüne bedbinliği ve
karamsarlığı yayan kişi olarak görmüş ve tenkit etmiştir.
3) Mısır'da mistisizm:
Mehmet Ali Aynî'nin üzerinde önemle durduğu konulardan
birisi kuşkusuz eski mısır uygarlığıdır. Sanırım o dönemde yeni yeni
keşfedilmeye başlanan söz konusu uygarlık ile ilgili batı basınında çıkan bilgi
ve haberler bu durumda etkili olmuştur. "Eski Mısır ilm-i batın için
bir kale, bir melcedir." diyen Aynî'ye göre bu işin piri Hermes
Toth'dur. Bazı İslâm kaynakları onun için İdris (aleyhisselâm) deselerde, o
buna yanaşmıyor. Sözü edilen sözcüğün hem bir şahıs ismi, hem bir mabud ismi,
hemde bir tarikat ismi olduğunu vurguluyor. Hermes'e göre hiç bir şahıs,
"Tanrı'yı (O Allah diyor) tasavvur edemez. Ancak
bazı seçkin olanlarını kendi tecelliyatına mazhar eder.
Aynî diyorki, anılan satırlar Maspero'yu (Öl.1916) (Bir
Fransız Mısır bilimci) onlar için tevhid inancına kail kılmıştır." Mısır
din, ilim ve marifetinin temeli riyazet ve mücahedeye dayanır. Zaman zaman
insanı delirtecek kadar ağır olan Riyazetlere seçme insanlar alınırdı. Karanlık
dehlizlerde çelikler ateş, su, karanlık, şehvet tuzakları gibi vasıtalarla
denenerek sonuca ulaştırılırdı. Daha sonra başarılı
planlara kainatın sırrını ihtiva eden bilgiler verilir,
sabır gibi güzel hasletler telkin edilerek batın eğitimi tamamlanmış olurdu .
4) Yunanda mistisizm:
Aynî, Yunanda mistisizm anlayışının faşına Fisegor'u
yerleştiriyor. Ona göre Fisegor sözü edile İlmi uzun yıllar kaldığı
Mısırlılardan öğrenmiştir. Yunanistan'a dönerken Babil'de düştüğü esaret sonucu
konunun çelişik boyutlarını Babil mabetlerinde öğrenmiştir. Ancak onun -mistik
bilgileri bir aktarma değil, bir sentezdir. Nitekim Onun mabetlerinde dokuz
yunan tanrısının heykelleri bulunuyordu. Bahsi geçen uygulama Yunan kültürü,
eski Avrupa dini "Örfe" nin, doğudan aldığı bilgilerle bir sentezi
idi. (Örfe dini ile Budizm arasında o günün şartlarında irtibat imkansız
olmasına karşın, şaşırtıcı benzerlikler vardır.)
Fisegor'un anlayışında üç kademeli disiplinli bir anlayış
söz konusudur. Musikiyi tavsiye eder, şehveti kırmayı öğütlerdi. Aynî burada
alabildiğine felsefeye dalıyor. Ruh, sayıların esrarı, alem v.b. konulara
tasavvuf gibi bakıyor. Zira anılan yerde felsefe tasavvuftan daha çok öne
çıkmaktadır, işte bizi onun tasavvuf anlayışının felsefi olduğuna sevkeden amil
budur. Aynı tutum Farabi ile ilgili Çalışmasında da seziliyor. Fisegor da ruhu
geliş-gidişten kurtarmayı gaye edinmiştir. Ayrıca söz konusu zatın talebeleri
arasında tam bir tarikat disiplini mevcuttur. Aynı zamanda bazı perhiz türü
kuralları olduğu görülmektedir. Örnek: bakla yememek gibi.
Yunan düşüncesinde Sokrates Platon (Öl.İ .O.348)için de
mistik temayül ve motifler olduğunu kaydetmektedir, örneğin Sokrat'ın
"Kendini bilmeyi" talim edişi, cezbe benzeri davranışları, ilham
anlayışını kabulü gibi hususları konu ile alakalı olarak kaydetmektedir.
Eflatun'a gelince, konu ile ilgili Mısır'a seyahat yaptığı bilinmekle beraber
Fisegor kadar başarılı olamadığı, ancak ruhçu filozofların en büyüklerinden
olduğu meydandadır, fikrindedir.
5 )Museviyatta mistisizrn:
Aynî Museviyatta tasavvufa iki açıdan yaklaşıyor:
a) Kur'an ve Hadisteki konu ile ilgili bilgi ve malumat
açışından .
b) islarn kaynaklarının dışındaki Yahudi kaynakları ile
diğer tarihi kaynaklardaki bilgiler açısından.
Kur'an-ı kerime göre Museviyattan İslâma konu ile ilgili
üç esas intikal etmiştir.
a) llm-i ledün:
Cenabu hakk Hz.Musa'ya, bilmediği bir ilmi bilen(İlim-i
ledün) (Kehf .65) birisinin olduğunu haber vermiştir. Nitekim sufiler adı geçen
ilmin kendilerinin ilmi olduğunu söylemişlerdir.
b) Teceİli:
Cenab-ı hakk Tur-u Sina'da Musa (aleyhisselâm)a ateş
Şeklinde tecelli etmiştir. (Taha.9-12) Sufiler tecelli için fenayı şart
koşmuşlardır.
c )Çile: (Halvet)
Adı geçen kavram da Musa (a.s)dan intikal etmıiştir.
Allah (c.c.) Hz. Musa'ya Tur dağında 30+10 gün Şeklinde (A'raf . 143) kalınası
için ahitleşmiştir . Yine Hz . Musa Şuayb (aleyhisselâm)ın yanında yıllarca
kalmıştır.
Tüm bunlara ilaveten "Kabbala" onun ümmetinin
seçkinlerine öğrettiği bir ilimdir. Aynî'ye göre Kabbala'da batın ilmine delalet
eden bilgiye Örnek olarak şu ifadeler gösterilebilir'. Cümle eşya o vücudun
(Allah) suver ve temsilinden başka bir şey değildir. (Aynı yer, sh.133)’1
Allah' ı istidlal-i akliden ziyade nur-u kalbi ile marifete çalışmak kafidir.
Dikkati Çeken bir diğer durum Filon gibi bir zatın, aynı kültürün ürünü
olmasıdır.
6)Hristiyanlıkta mistisizm:
Vahiy esaslı dinler arasında kuşkusuz en ruhani olanı
Hristiyanlıktır. Hz. İsa (aleyhisselâm) "Ruhullah ve kelimetullah"
sıfatlarını haizdir.
Hristiyanlık dünyadan ziyade ahirete müteallik bir
dindir. O nedenle öne çıkardığı kavramlar zühhedat, sabır, çile, tevazu gibi
hususlardır. Ancak kilise tarih boyu Hristiyan mistiklerini takip etmiştir.
Hristiyan mistisizminin önemli simalarından Saint Victor vuslatı şöyle tarif
etmiştir: Kanaat, münacat ve muhasebe-i nefs. Aynî, tüm bunlara rağmen,
Hristiyan mistisizmi Yeni Eflatunculuğun adı geçen dine uyarlanmasından
ibarettir, demektedir .
Çeşitli devirlerdeki kültürlere, dinlere veya inançlara
bakıldığında benzerlerinin veya aynılarının İslâm'da da olduğunu söylemek
mümkündür. Aynî tıpkı tevhid inancında olduğu gibi bu duruma komplekssiz
yaklaşmış, konuyu insanlığın Ortak mirası gibi ele almıştır. Ona göre İslâm söz
konusu Ortak mirası sahiplenmeyi engellememektedir. Fakat o, son Olarak ifade
ettiğimiz sözleri okuyucuya bırakıyor. Davranışlarıyla bunu göstermesine
karşın!
Mehmet Ali Aynî'nin dualist bir fikir yapısının olduğunu
belirtmiştik. O, dini ve tasavvufi konularda akıl kıyas ve istidlal ile elde
edilen bilginin yanında keşif ve ilhama da yer vermiş, onu benimsemiştir. Fakat
dünyevi
konularda ağırlıklı olarak aklı ön plana almış,
duygusallığa, ilham veya keşfe fazla yer vermemiştir. Onlar ancak akli bir
zemine oturabildikleri ölçüde, ancak konunun maverasında itici birer saiktir.
Egitirn siyaset ve felsefe başta olmak üzere konu ilerledikçe görül konu
ilerledikçe böyle olduğu görülecektir .
l)Felsefi fikirleri.
Aynî, nin felsefeye yoğun ilgi duyduğuna ilişkin, eserleri
şahit olduğu gibi, yakın çevresi de şahittir. Denebilirki onun bazı konulardaki
eserleri felsefe dışı olsa da referansları filozoflardır, felsefedir. Söz
konusu yargıya eğitim siyaset ve ahlak ile ilgili eserleri şahittir. Fakat onun
felsefi görüşlerini belirlemede bir takım güçlükler vardır. Örneğin demokrasiye
ilişkin iki çalışması bulunmasına rağmen, onu istediğine ilişkin, çok net
ifadelerine rastlayamadık. Onun yaptığı, asr-ı hazırda dünya milletlerinin
demokrasiye doğru gittiğine işaret etmektir. Bazı ifadelerinde meşruti idareyi
tasvip ediyor. Ancak, meşruti idarenin nasıl olacağı açık değildir. Kaldıki
demokrasinin zaaflarını, aleyhtarlarını, tarafsızlığın bir geregi olarak
aktarmaktadır. Belki bu konuda bize ilişkin, milli bünyeye uygun, sentez bir
sistemi arzuluyordu, o . Tüm bunlar söz konusu meselede onun görüşlerinin
tesbitinde olan zorlukları göstermeye /etmektedir. Felsefeye ilişkin
görüşlerinin tesbitinde de benzer sorunlar bulunmaktadır. Felsefenin değişik
boyutlarıyla ilgilenmiş olup, bazı Çalışmaları ders notu niteliğinde yarımdır.
Aynî, olay ve fikirleri, genellikle tarihi süreç içinde ele almaktadır. Ona
göre felsefenin kökü eski şark dinlerindedir . (Mısır dinleri gibi.)
Felsefeyi şöyle tarif etmektedir: "Felsefe, insan
aklının cismani ve ruhani alemin ahvalinden haberdar olmak için muhtelif
devirlerde vuku bulan ikdamat ve teşebbusatıdır." Bu tarife göre felsefenin sahası hem
varlıklar dünyası(Fiziki alem) hem de meta fizik alemdir. Özellikle tanrı
konusu. Kısacası felsefe aklın vasıtalığında alem ve onun müsebbibi hakkındaki
arayıştır, bilgi elde etmektir, onu açıklamaktır. Anılan tarifte vurgulanan bir
diğer husus, tarihi süreçtir. O, söz konusu sebeple başlangıçtan günümüze
felsefenin tesbitlerine, doğru veya yanlışına bakmaksızın, hakettigi değeri
vermiştir. Görüldüğü gibi felsefe için burada geniş bir hoş görü var. Bu
anlayış, biraz izaha muhtaçtır .
Onun bu konuda, "İlim müslümanın yitiğidir"
prensibince hareket ettiğini söyleyebilir iz. Benzer metot, üzerinde çalışma
yaptığı diğer ilmi ve kültürel konular için de geçerlidir. Osmanlı devletinin,
belirtilen noktayı kavrayamadığı ve bunun için yıkıldığı, şeklindeki yargıyı o
da benimsiyor.
Onu felsefeye yönelten diğer bir güçlü amil, batıdaki
ateist, varoluşçu ve materyalist akımların, sebep veya gerekçeleri bizim
toplumumuzda olmamasına rağmen, bir takım aydınlar tarafından, ifade edilen
düşünceleri yayma girişimleridir. İzmirli'nin belirttiği gibi felsefeye (Aynî
için zararlı felsefi akımlar) karşı koymak için de felsefe yapmak zaruridir.
Başka bir amil, Osmanlı devletinin yıkılış sebebi olarak
skolastikleşme gösterilmiştir. Skolaştikleşmenin en bariz sebebi felsefeden
uzaklaşılmış oluşudur. Aynî, söz konusu durumun çok iyi farkındadır. O halde
felsefeyi zararlı görmemeli, bilakis, bir araç olarak olumlu yönde
kullanmalıdır.
Tüm bu izahların yanında o, felsefenin faydalan meyanında
şu noktalan da ifade etmiştir:
a) Basit düşünceler için bile insanın ne kadar emek ve
zaman harcandığını görmeyi, felsefe sağlar.
b) Felsefe tarihi, evvela tarihin kendine hizmettir. Yani
tarihi araştırmak için, ileri sürülen gerekçeler, onun faydaları, felsefe
tarihi için de söz konusudur.
c) Bir kavmin veya milletin edebiyatına, mezheplerine,
dinlerine etki yaptığından, anılan konuların anlaşılmasında yardımcı olur.
d) İçtimai hayatta tuttuğumuz yolun nereye varacağını
kestirmemize yardımcı olur. Böylece biz geçmiş milletlerin düştüğü hatalardan
korunmuş oluruz.
e) İnsan aklının tabi olduğu kanunları keşfe yardım eder
.
f) Yine ona göre felsefe uluslararası ilişkilere katkı
sağlar . (6.felsefe kongresine katıldığı hatırlanmalıdır.)
Görüldüğü gibi o, felsefenin faydalarını kabul
etmektedir. Ancak, sözü edilen ifadelerden onun her tür felsefeyi kabul ediyor,
anlamı çıkarılmamalıdır. Ona göre, insanın ruh ve akıl dünyasının temel
esaslarına ters gelişmiş, felsefenin yanlış olduğunu belirtmiştir. Bunun için
ruh ve akıl dünyamızın gerçekleriyle çelişen, insanı umutsuzluğa sürükleyen,
toplumda kaos ve anarşiye sebep olan, hayatı çekilmez bir şekle sokan fikirlerle
mücadele edilmelidir. Bunun zıddı olarak insana yaşama aşkı veren, zorluklar
karşısında direnmeye katkı sağlayan düşüncelere kucak açılmalıdır.
Varoluşçu, ateist-mataryalist, pozitivist, anlayışlar
kainatın tesadüfen varolduğunu ifade etmişlerdir. Fakat tesadüfi de olsa
varlığı izah ederken bir metodoloji ve mantık örgüsü içinde, konuyu ele
aldıkları gerçeği teslim edilmelidir. Darwin biyolojik hayatı
"Selexion" prensibiyle izah etmektedir. Sözü edilen prensibe göre
canlı varlıklar arasında bir hayat mücadelesi varıdır. Selexion, güçlünün
zayıfı ayıklamasıdır. Böylece güçlü yaşamaya devam ederken zayıf ayıklanmış
olmaktadır. Varoluşçu filozoflardan Nietzsche ise, sözü edilen anlayışa
paralel olarak, "Güç" prensibiyle hayatı izaha çalışıyor. Ona
göre içinde bulunduğumuz âlemde varlıklar bir güç (Biriktirme) mücadelesi
içindedirler. Bu bir savaştır ki, galip olan yaşar, kaybeden, yaşama hakkını
yitirir. Halbuki Aynî'ye göre, yaşadığımız hayatın devamı için barış ve sükuna
ihtiyaç vardır. Toplumsal barışın en temel esaslarından birisi ahlaktır.
Ahlakın temeli savaş değil, şefkat ve merhamettir. O halde sözü edilen
anlayışlar, ahlakı temelinden sarsan, dolayısıyla toplum ve ferdi kaosa
sürükleyen fikirledir. O halde bu akımlarla mücadele edilmelidir.
Yine Aynî' ye göre söz konusu akımlar tanrı alem
ilşkisini izah edememişlerdir. Tanrı'nm varlığını reddedip, sonra insandaki
fıtri Tanrı inancının yerini dolduramamışlar, böylece insan, metafizik manada
büyük bir destekten mahrum kalmıştır. Ayrıca insan geçmiş ve geleceği gözönüne
alınmaksızın(Nereden gelip, nereye gidiyoruz?) sadece içinde bulunduğu ortam
ile yorumlanmıştır. -Anılan felsefi akımlar için bu zorunludur.- İnsan için
yegane amaç yaşamak olmaktadır. Yaşamak içinse ne gerekiyorsa yapılmalıdır.
Yaşamı tehlikeye sürükleyen her tür faaliyetten uzak durulmalıdır. Bu durum,
insanı, ona göre hem şüpheciliğe(Reybilik)hem de bezginliğe, karamsarlığa
(Bedbinlik) sevketmektedir. Diğer bir husus sözü edilen fikirler güçlüye bir
yaşama aşkı verse bile, bir biyolojik realite olan zayıflan gözardı ediyor,
onları, toplumdan tecride, kabuğuna çekilmeye zorluyor. Bu gerekçelerle anılan
fikri akımlar şu sorunlara yol açmaktadırlar:
a) Sözü edilen tipler, korkak olurlar. Bir yere
kapanır, dış dünya ile irtibatları olmaz . (Tevfik Fikret'in sekiz
yıl aşiyanda kaldığı hatırlanmalıdır.)
b) Şüpheci olurlar. Kendilerinden başka kimseye
güvenmezler.
c) Teşebbüs etme, başarma kabiliyetlerini yitirirler.
d) Böyle bir insan hiç bir şeyden tat almaz. Sonuçta
karamsarlık onun için vazgeçilmez bir durum olur.
e) Sürekli karamsarlık, insanın hem beden hem de ruh
sağlığını kemirir. Sonuçta intihara kadar sürüklenmesi mümkündür. Bir mücadele
adamı olarak Aynî sözü edilen anlayışları reddediyor. Hayatın getirdiği zorluk
ve güçlükleri aşmayı, denemeyi tavsiye ediyor. O, kendi düşüncesinin
sağlamlığını kanıtlama gayesiyle, müsbet ilimden, felsefeden, tasavvuftan,
deliller getirmeyi denemektedir. Öyleki yaşadığı dönemde toplum tarafından
ateist akımlarla ilgili fikirleri nedeniyle, otorite olarak meşhur olmuştur.
Aynî Problemi böylece ortaya koyduktan sonra çözüm
planında, bir takım fikri teşebbüslerde bulunmuştur. Tenkit etmiş olduğu
akımları, ona göre anılan düşüncelere sevkeden etkenlerin birisi kuşkusuz
“Şer" problemidir. Şer Probleminde o, Leibnitz'in (Öl. 1716) teşditlerine
katılmaktadır.
Leibnitz'e göre metafizik orjinli Şer problemi yoktur. Bu
durum, Tanrıdan başka her Şeyin eksik oluşundan ileri gelmektedir. Fenelon'un
(Öl. 1715) ifadesine göre, eğer varlıklar na-eksik olsalardı, mahluk değil
halik olurlardı. Bu ise bir ilahlar dünyası demektir. Şu halde içinde
bulunduğumuz alemin tanrıdan başka,
eksik olması temel vasfı, hatta gereğidir. Aynî ilave olarak, "Ekabir-i
sofiyeye göre mutlak batıl ve mutlak kötülük yoktur." sözünü
aktarıyor. Bize göre zıt gibi görünen aslında mutlak zatın muhtelif esmasının
tecelisinden başka bir şey değilir. Kainatta külli bir dengenin tesisi için
cüz'i bir takım ihtilaf gibi görünen tezahürler olabilir. Görüldüğü gibi onun
fikirleri karşı tarafın fkirlerinden zayıf değildir.
Ayrıca adı geçen fikir akımlarının tavırlarında
haksızlıklar olduğunu düşünen Aynî, onların hayvanlar aleminde cari olan
kanunları, insanlık alemine ithal ettiklerini beyan etmektedir. Bu ise açık bir
mantık hatasıdır. Olan fenalıklara rağmen geneli itibariyle kainatta kaos değil
bir gaye ve nizam vardır. Yine olan fenalıklara rağmen, onları unutturacak
güzellikler mevcuttur. O, bir yazısında, "İnsan zevki için, kırlarda
dolaşan suçsuz ceylanları öldürürken, hiç adaletten bahsetmez. Ancak kendisi
sıkışınca Tanrı'nın adaletinden şikayetçi olur. diyerek pratik izahları da
denemektedir. Ayni'ye göre ateizm insanda böyle açmazlara sebep olurken, insan
aklını tatmin edici izahlar geliştirememiştir. O halde insanoğlu bilinen en
güçlü gerçeği kabul etmelidir. Böylece sukun ve itmi'nana yönelmelidir.
Aynî, kendi düşüncesini izahta zaman saman zorlanarak. "Hilkat
ve kaderin sırrını çözmek imkansızdır." gibi sözler sarfetmiştir. Yine
kendi düşüncesinin bir parçası olan Ahiret konusunda, "Benden bu konuda
izah beklemeyin." derken, bunu Tevfik Fikret'e yazdığı reddiyenin
mantığı açısından söylemiştir. Bunun yanında Aynî, sözü edilen eserinde
birtakım mantık hatalarına düştüğü gerekçesiyle tenkit edilmiştir. Anılan
çelişki, şiir ve sanat olgusuna dayanan, dolayısıyle akla hitap etmeyen bir
hususun akıl ve mantıkla cerhedilmesi çelişkisidir. Söz konusu tenkit, belirli
bir yere kadar haklı olmakla beraber, yine de tümden haklı olduğu söylenemez.
Çünkü Tevfik Fikret'in yaptığı akıl ve felsefe ürünü bir sahada, şiiri
kullanmaktır. Ayrıca Aynî sözü edilen problemden ziyade, onun pratik
tezahürleriyle ilgilenmiştir. O, " Ateizmin korkaklaştırdığı,
pısırıklaştırdığı bir nesille, yıkık bir milleti nasıl ayağa kaldıracağız,
problerimizi nasıl aşacağız. Uygar milletlein seviyesine nasıl çıkacağız?"
demek istemektedir. Onun tenkitleri daha çok bu noktada yoğunlaşmaktadır. Ona
göre bize bezgin gençler değil, ateşin, enerjik gençler lazımdır.
Varoluşçu , ateist, pozitivist akımlara, anılan temel
itirazları yanında, Kant'ın(öl.1804) ahlak ilkesi,- dolayısıyle Tanrı
anlayışının kaynağı- Descartes'in insan benliğinin derinlerinde bulduğu ilk
prensip -Cogito- Prensipleriyle de karşı çıkmıştır. Tenkit ettiği düşünceler,
insan benliğine, toplumsal yaşama, hukuk fikrinin kaynağına, v.d. aykırıdır,
terstir. Dolayısıyle anılan sebeplerle de onların fikirlerine karşı
çıkılmalıdır.
Fakat tam bu noktada onun, rasyonalist felsefeye, İslâm
felsefesi ve Yunan felsefesinin meşşaiye kollarının varlığı izah ve yorumlama
anlayışlarına yanaşmadığını görüyoruz. Hatta öyle görünüyor ki o, Kant'a sözü
edilen noktada daha yakın görünmektedir. Böyle bir kanıya yol açan Şu sözleri
ilginçtir: "Descartes'in düşüncesinin eser müessir, sebep sonuç ile
doğal olarak Tanrı'nın varlığını isbata gittiği açıktır. Ancak adı geçen zat,
kendi mantığının bir geregi olan Tanrı'nın sebebi kim? veya ne? sorularından
kaçmaktadır." Yine Descartes'e
"Kemalin kaynağı Tanrı" sözünden dolayı, "Noksanın
kaynağı ne? diye sorulur" diyor. Aynî'ye göre söz konusu felsefe bir
çok problemler içermeli ki, o bunlara yanaşmasın, tenkit etsin. Bütün bunların
yanında onun, rasyonalist felsefenin izah ve açıklamalarında ortaya çıkan,
Tanrı kainat dualizmi, veya alemin oluşumunda ilk madde ilk prensip gibi
felsefi problemleri göz önüne aldığı anlaşılmaktadır. Aslında yukarıdaki
tenkitlerinin sebebi olan söz konusu durum, önemlidir. Normalde bir çok konuda
rasyonalist felsefeden istifade ettiği halde neden ona yönelmiyor? Veya onu
niçin kendine düşünce edinmiyor? Buna karşın vahdet-i vücutçu, panteist bir
çizgiyi takip ediyor. Tasavvuf i görüşleri rne yanında onun, vahdet-i
vücut=Panenteizm, anlayışında olduğu vurgulanmıştı. Vahdet-i mutlaka= panteizm
fikrinde olmadığı ayrıca belirtilmişti. Vahdet-i vücut fikri benimsenince,
deteminist felsefenin (Sebep, sonuç) "Tanrı'nın sebebi ne?" veya
"Onu kim yarattı?" gibi soru veya problemleri aşılmış oluyor.
Çünkü görünen mahlukat zat-ı mutlakın esma ve sıfatının bir tecellisisidir,
yansımasısıdır . Kainat gerçek manada bir varlık değil, gerçek varlığın bir
gölgesisidir. Ayrıca ilk yaratma anında Tanrı ve ilk madde (Heyula,öz ilk madde
)problemi ortadan kalkmaktadır. Çünkü sözü edilen düşünceye göre tanrı ve alem
iki ayrı öz değil tek özdür.
"Kemalin kaynağı Tanrı" diyen Descartes'e, "Noksanın
kaynağı ne? diye sorulur." derken bizim yukarıdan beri izah ettiğimiz
fikrin doğruluğu bariz olarak görülmektedir. Halbuki onun fikrine göre tecelli
eden esma ve sıfattır. Bir tarafta Celali tecelli görünürken, diğer tarafta
Cemali tecelli görünmektedir. Bir tarafta Hadi, diğer tarafta Mudili ismi var.
İfade edilen fikirler ona göre her konuda ikiliği gidermektedir. O nedenle
"Şeyhi Ekber'i niçin severim?" isimli eserde, kainatta hayat
olduğunu, eşyanın ne arttığını, ne de eksildiğini, -Çünkü eşyanın hakikati zat-ı
ilahideki ilimdir,- o halde eşya ne vardan yok olabilir, ne de yoktan var
olabilir. (İbn-i Arabi'ye göre âlem en mükemmel haldedir, bundan ne fazla
mükemmel olabilir ne de eksik) Ve tüm bu özellikler yüce yaratıcının
özellikleridir. O nedenle böyle bir birlik içinde olduğu görülen ve ifade
edilen düşüncede, "Madde var mıdır yok mudur? ezeli midir hadis midir?
alem neden yaratıldı?" v.b.gibi sorulan düşünmeye lüzum yoktur.
Aynî'nin bu kadar büyüttüğü rasyonalist felsefe ile
ilgili tenkitleri yanında, insanın aklına ister istemez, "Acaba onun
benimsediği vahdet-i vücutçu anlayışın hiç mi problemi yok?" sorusu
takılmaktadır . Aynî bunun farkında olarak, tarih boyu anılan düşünce ile
ilgili gelişen itirazlara hoş görü ile bakıyor. Fakat kasıtlı, , aşağılayıcı ve
felsefi ciddiyetten uzak ön yargılı tenkitlere gelince söz edilen hoş görüsü
daralmaktadır.
Gerek Aynî'nin gerekse Mehmet Aydın'ın belirttiği
problemler için o, insan aklının her şeyi çözemeyeceğini belirterek, "Herkes meşrebine göre bir tecihte
bulunsun" demiştir. Bu onun konu ile ilgili itirafını ortaya
koymasıdır. Aynî'ye göre Descartes' te benzer itirafta bulunmuştur. Ayrıca
"Hayat sırrı gibi bazı konularda dinin imdadı olmadan sorun
aşılamaz." demektedir. "Din, aklın bittiği yerde başlar"
ifadesi de aynı paraleldedir. Görüldüğü gibi onun anılan sözleri, tartışmacı
üslubundan oldukça uzaktır. Şu halde Descartes karşısında yaptığı cesur itiraz
pozisyonuna kendisi düşmüştür, diyebiliriz.
Aynî'nin felsefe anlayışının üçüncü basamağında İslâm
felsefesine değinmemiz icap etmektedir. Ona göre İslâm felsefesi birçok
açılardan orjinal özellikler içermektedir. Nitekim ona göre batıyı etkileyen
başlıca müslüman müellifler İbn-i Sina,Gazzali, ibn-i Arabi ve İbn- i Rüşt
'tür. Eğer İslâm felsefesi orijinal özellikler taşımasaydı batıyı
etkileyemezdi. O halde müslümanlar en azından mevcut felsefeyi
ilerletmişlerdir. Ayrıca yaşadığı dönem için oldukça ileri olan, bu gün bile
tartış ilan" İslâm felsefesi var mıdır yok mudur?" Konusunda şu
mülahazalarda bulunmuştur: "Yunan'dan tıp, matematik, mantık v.b.gibi
konuları içeren tercümeler yapılmıştır. Aristoteles'in Platon'un Pitagores'ın
eserleri kamilen tercüme edilmişken, Homeros'un Aristofan'ın komedileri veya
trajedileri tercüme edilmedi. Yani daha
işin başında bilinçli bir tercih söz konusudur. Müslümanların yaptığı
tercümeler, İslâm esaslarının açılımına katkı sağlayacak çalışmalar
niteliğindedir. Ona göre Kindi ve Farabi başta olmak üzere bir çok müellifin
orjinal yönleri bulunmaktadır.
Aynî batıya olan tesir konusunda, "önce İslâm
felsefesi ortaya konmalı." demektedir. Bu konuda bazı şeyler
söylemişse de ciddi bir değer ifade ettiğini söylemek mümkün değildir.
Mehmet Ali Aynî, mülkiye mezunu olup asıl mesleği
idareciliktir. Söz konusu meslekte valilik derecesine kadar yükselmiş,
sahasında ödüller kazanmış, eserler kaleme almıştır. Onun sözünü ettiğimiz
konudaki fikirlerine, Osmanlı döneminden başlamak gerekmektedir. Aynî, bazı
padişahları taktir etmekle beraber, saltanat sistemine temelden karşıdır. Halk
ve devletin Padişahın mülkü ve kulları anlayışını şiddetle tenkit etmiş, anılan
durumun İslâm’a ters olduğunu beyan etmiştir. II. Abdülhamid döneminde basılan
eserlerinde padişaha iltifatlar yağdırırken, onun tahttan indirilişiyle birlikte,
bilhassa cumhuriyet döneminde sert tenkitler yapmıştır. Onun itirazlarının
başlıcaları hürriyetlerin kısıtlanması ile keyfi davranışlar konusudur
Daha sonra ittihat ve terakkiye duyduğu sempati, II.
meşrutiyete alabildiğine verdiği desteğe dönüşmüştür. Ne varki o da, bir
çokları gibi sözünü ettiğimiz meselede hayal kırıklığına uğramış, ittihatçılar
onu idare mesleğinden uzaklaştırmışlardır.
Aynî'nin ittihatçılara tenkitleri, tutarsız idareleri,
azınlıklara verdikleri tavizler, "Unsurların ittihadı" gibi hayali
emeller, azınlıkların her birine verilen kilise özerkliği gibi hususlardır. Ona
göre Rumeli'nin elden çıkış sebeplerinin en büyüğü kilise konusundan doğmuştur.
Aynî cumhuriyete umutla bakmıştır. Yaşadığı bazı
olumsuzlukları (Fikirleri açısından) -Darul fununun ilahiyat fakültesinin
kapatılması, 6. dünya felsefe kongresine gittiğinde harcırahının tam ödenmemesi
gibi hususlar- vatan sevgisiyle sineye çekmiştir.
Mehmet Ali Aynî, açıkça ifade etmese de demokrasiye
meyilli görünmektedir. Şu ifadeler bunu anlatmaya yeter:
"Şimdi de demokrasiyi beğenmeyenler var. Bazı
monarşi ve aristokrasi taraftarları, yaratılışta olmayan eşitlik sonradan nasıl
olur?" derken, o, "Varolan fark uçurum mu olsun?"
diye karşılık vermektedir. Ancak o, demokrasinin zaaflarına da işaret etmiştir:
"Demokrasi hükümetlerin en güzeli ama, onun da eksikleri var.
Hürriyetler kötü ellerde herkesin herkesle kavgası olabilir." derken
bu görülmektedir.
Onun tercüme ettiği "Hükm-ü cumhur" isimli
eserin ana teması demokrasi rejiminin fazilet olduğu ilkesine dayanıyor.
Fazilet ise rejimi ayakta tutan, eğitim, ordu, sağlık, ahlak, hukuk v.b. gibi
kurumların faziletli olmasıyla mümkündür. Aksi taktirde sadece rejimin bir mana
ifade etmediği vurgulanmıştır. Anti parantez şu tesbit ifade edelim ki, Osmanlı
devleti demokratik bir rejim olmadığı için batmış değildir. O, demokrasiyi
anlamlı kılan yukarıdaki temel değerlerin, aşındığı, çürüdüğü için çökmüştür.
Bütün bunlardan sonra Aynî'nin diğer çalışmalarını da göz önüne alarak, nasıl
bir rejim arzuladığı konusuna gelebiliriz. O, içinde bulunduğu dönemde,
cumhuriyet idaresinin tam demokratik olmadığını bilemeyecek bir konumda
değildir. Milli kültür ve medeniyetimizin önemini belirten bunca çalışmanın
yanında, mahza ithal bir demokrasi anlayışının milli bünyeye uymayacağının
farkına varamayacağı düşünülemez. Demokrasinin de zaaflarını ifade ettiğine
göre, o, milli bünyemize uygun, tarih ve medeniyetimizle bütünleşmiş, bizim
kalkınma yolundaki mücadelemize katkı yapacak, bilimsel verilere açık, parlementer,
sentez, bir sistemi savunmuştur, demek mümkündür.
İdarecilik hayatında, başarılarının sırrı olarak adaleti
elden bırakmamak, halkın işini günü gününe yapmak, üst makamlarla temas halinde
olmak, ayrım yapmamak gibi hususları zikretmiştir.
Diğer İslâmcı müelliflerden bir kısmının aksine o, İslâm
hukukuna Osmanlı dönminde her şeyin uyarlanması zorluğuna işaret etmiş
oluşudur. Ancak bu noktada İslâm hukukuna tümden karşı çıkmış olduğu
anlaşılmamalıdır. Böyle bir anlayışa sevkedecek ifadeleri yoktur. Onun
vurgulamak istediği, hakkında açık bir delil bulunmayan konularda, çağdaş bilim
ve teknik ile, diğer sosyo-kültürel gelişmelerden faydalanılması arzusudur.
Anılan konular çerçevesinde, laikliğe sempati ile
baktığını söylemek durumundayız. Bu husus "milliyetçilik" isimli
eserinin sonundaki bir bölümden açıkça anlaşılıyor. (Sh.391) Aynî hilafetin
dini ve akli delili bulunmadığına ilişkin delillere katılıyor. Ve İslâm
tarihinde hiçbir dönemde kitaplarda yazıldığı şekliyle hilafetin bulunmadığını
vurgulamaktadır. Onun bu ifadeleri
siyaset anlayışına ışık tutan görüşlerdir.
Zikri geçen ifadelere göre o, cumhuriyet rejiminin yeni
dönemdeki yapılanmasının geneline olumlu bakmıştır.
Aynî'nin bazı samimi dostlarının aksine (Musa Kazım ve Babanzade
A.Naim bey) milliyetçi oluşu önemli bir özelliğidir. O, milliyetçiliğe
Yanya'daki (Arnavutluk) görevi esnasında Arnavutların, kendi topraklarında
Türk unsura karşı tepeden bakarak milliyetçi tavırlar göstermesi nedeniyle,
milliyetçiliğe yönelmiştir. Ayrıca söz konusu dönemde İstanbul'da kurulan
Arap kulüplerinin Türkleri almamalarından bahsetmektedir. Görüldüğü gibi onun
milliyetçiliğe yönelmesi biraz da tepki sonucudur. Onun ifadesine göre Osmanlı
devletinde önce gayri müslim unsurlar, daha sonra Türklerin dışındaki müslüman
unsurlar milliyetçiliğe yönelmişlerdir. O nedenle Türklerin milliyetçilik
yapmamalarının bir anlamı kalmamıştır.
Ancak onun milliyetçilik anlayışı şovenist bir
milliyetçilik değildir. Ona göre Türklerin millet olmasındaki en büyük amil
İslâmiyettir. Türkler birçok dinlere girmelerine rağmen, hiç birine
ısınamamışlardır. İslâmî dönemde, bozkırın aktivite gerektiren hayat tarzı ile,
İslâm dininin "Cihat" anlayışı örtüşmüş, böylece Türk milletinin
millet olma yönünde önü açılmıştır. '' Aynî kendi döneminde ulemanın
milliyetçiliğe soğuk baktığını ifade etmiştir. Ulama İslâmda ırkçılığa açık
kapı olmadığı için, İslâm kardeşliğini zedeleyeceği gerekçesiyle, anılan
davranışı sergilerken, o, onları cerhetmektedir. Ancak bir dönem kendisi de
aynı fikirleri taşıyordu. Onun Halvetiye silsilesini yorumlarken daha
pan-İslâmist bir düşünce içinde olduğu görülüyor. Ayrıca aşırı milliyetçi tavırları olan
İran'lı şair Firdevsi'yi(Öl.1020) yeriyor. Türk olupta eserlerini Arapça veya
Farsça verenleri, o dönemin ilim dili oluşları sonucu müsamaha ile karşılıyor.
Fakat kendi ırkdaşlarını ilimden nahrum edişleriyle de tenkit etmektedir,
özetlememiz gerkirse o, ljslam kardeşliğine zarar vermeyen, aşırı ve şovenist
olmayan bir milliyetçiliği benimsemiştir.
Batı kültürüne karşı tutumunu tahlil ederken, müsbet ilim
ve teknik meselelerin konunun dışında olduğunu belirtmemiz gerekmektedir.
Mehmet Ali Aynî, toplumsal bünyemize ve milli kültürümüze uyarlanmak, veya
uygun olmak kaydıyla kültürel alış verişe olumlu yaklaşmaktadır. Ona göre bir
yazar veya müellif "Roman" konusunda usta olmayı düşünüyorsa, batı
klasiklerini okumak durumundadır . "Tarih- i edeb-i alem" isimli
tercüme söz konusu anlayışın bir parçasıdır. O, batı felsefesini kendi
düşüncelerini temellendirme hususunda geniş ölçüde kullanmıştır. Sözü edilen
tutum, İslâmî ve tasavvufi fikirler için bile geçerlidir. O, bu konuda "Aklın
yolu birdir" prensibince hareket etmiştir. Batı kültürünün insani,
müsbet yönü için müsamahakar ve olumlu bir tavır içinde olmasına karşın, dini,
ahlaki, milli konulardaki kültürel alış verişe karşı çıkmaktadır. Hiç bir
süzgeç ve kritere tabi tutmaksızın, milli bünyeye uyup uymayacağı
araştırılmadan, motamot kültürel alış verişe karşı çıkmıştır. Kısacası o, kendi
kültürünü ilerletmek için batı kültürünü almaya taraf tardır. Onu bu konuda
haklı bulmamak mümkün değildir. Çünkü batı kültür ve medeniyetinin de kendi
içinde birçok arıza ve problemleri vardır. Eğer motamot bir kültürel alış
verişe gidilirse onun arıza ve problemlerine düşülmüş olunur. Daha önce
"makaleleri" bölümünde işaret edildiği gibi, Hristiyanlık hilkat
konusunu yanlış tasvir ettiği için Çağlar boyu aşılmaz ve onulmaz arızalara
sebep olmuştur. Yine Hristiyanlığın tanrı anlayışındaki sakatlıklar ile (Ona
göre)ateizm arasında ciddi bir bağ sözkonusudur ,
Yukarıda anılan sebep ve gerekçelerle, Dante'nin (Öl.
1321) "İlahi komedi" isimli eserini "Okumayan aydın
olamaz." mantığına karşı çıkmıştır. Ona göre söz konusu eser, bir
müslüman için çok ta aydınlatıcı bir eser değildir. Aynı duygu ve
maksatlarla, ülkemizde açılan yabancı okulları misyonerlik üsleri olarak
gördüğü için tenkit etmiştir. İdareciligi döneminde, misyonerlik faaliyetlerini
denetlemeye çalışmıştır. "Ahlak anlayışında" ifade edildiği
üzere," pozitif ahlak" isteklerine karşı koymuştur. Kadın ve kızların
batı tarzı giyim ve davranış göstermelerine, hep aynı gerekçelerle karşı
çıkmıştır. Kısaca o Görüldüğü üzere inanç ve ahlaka ters olmayan veya taalluk
etmeyen kültürel alış verişe açıktır.
Müsbet ilim ve tekniğin bir dönem ikinci plana atılması
Osmanlı devletinin çöküşünün en güçlü etkenlerindendir. Aynî başta olmak üzere,
son dönem Osmanlı münevverleri söz konusu
durumu farketmelerine rağmen, olanların önüne geçememişlerdi. Aynî, bu
bağlamda Osmanlı medreselerinde felsefe, mantık v.d. ilimlerin okutulmamasını
tenkit etmektedir. O, sözü edilen illimlerin bilinmemesi halinde, diğer İslâmî
ilimlerin doğru dürüst anlanamayacağını Katip Çelebi'ye(öl.1658) dayanarak
ifade etmiştir, örnek olarak .İslâm hukukunun bir bölümü olan feraiz (Miras)
ile matematik arasındaki bağıntıyı zikretmektedir .
Müsbet ilimlerle ilgili tavrının tesbitinden sonra, daha
önemli bir yönüne dikkat Çekmek durumundayız. Aynî kendisi bizzat müsbet
ilimlere pratik katkı yapmıştır. Nitekim "Ziraat dersleri, Malumat-ı
nafiai fenniye gibi okul kitapları, basit bile olsa sahasının uzmanı olmayan
bir şahıs açısından küçümsenmeyecek bir katkıdır. Ayrıca Elazığ valiliği
esnasında
.modern tarım araç ve gerçlerini getirterek uygulamaya
yönelik faaliyetler yapması, dikkate değer çalışmalardır. O, sözünü ettiğimiz
konuda "ilim müslümanın yitiğidir" prensibince hareket
etmiştir.
Müsbet ilimlerle ilgili olumlu tavrı, onun dini ve
tasavvuf i fikirlerine dahi yansımıştır. Bahsi geçen bölümde görüldüğü üzere
vahdet-i vücut anlayışı, fizik, kimya, veya fizyoloi gibi ilimlerden
alıntılarla desteklenmeye çalışılmıştır . Onun böyle davranması çok fazla
orinal bir davranış olmamakla beraber, yine de zikre değer bir husustur.
Aynî'nin yirmiye yakın eseri Fransızcadan tercümedir.
O nedenle fransızcayı mükemmel olarak bildiğinde kuşku
yoktur. Cumhuriyetin ilk yıllarında, bir çok müellifin ilmi ciddiyetten yoksun
tercüme hata ve yanlışlıklarını delilleriyle beraber isbat veya tenkit
etmiştir. Onun fransızcaya olan vukufunu yabancı otoriteler bile itiraf
etmişlerdir. Tasavvufi eserleri" bölümünde görüleceği üzere, "...Türk
müellifin fransızca uslubu bir çoklarının yabancı olduğu, en mükemmel Avrupa
filozoflarının seviyesindedir..." denmektedir. Biz tercüme eserlerinin
orijinallerini bulamadığımız için gereken mukayeseyi yapamadık.
Gençlik ve öğrencilik yıllarında Recaizade Mahmut
Ekrem'in telkin ve tesiri ile, şiirle ilgili bir dergi çıkar masına karşın,
şiir kitabı yoktur. Fakat İbn ül Emin Mahmut Kemal İnal onu, son asır Türk
şairleri arasında göstermiştir . Fakat yine de o büyük bir şair değildir. Bazı
vesilelerle söylemiş olduğu kıt'a veya beyitleri vardır:
Gelmesin kalbine gurur Aynî
Kendini gör misal-i mur Aynî
Kibri sevmez Cenab-ı Hakk asla
Affolur başka her kusur Aynî
Dest-i saki-i murtazadan iç.
Mey-i mahviyye-i tahur Aynî.
Dizelerini Balıkesir'e tayin olduğunda yapılan şaşalı
karşılama esnasında söylemiştir. Hanımı
öldüğünde ise şu beyti söylemiştir:
Bilmem kime eyleyeyim tazarru.
Bilmem kime Eyleyeyim takaza.
Aynî uzun yıllar maarif hizmeti vermiştir. Bazı eserleri
bu sebepledir ki ders kitabı özelliği taşımaktadır. O, bu eserleri ders kitabı
olarak kaleme almak "durumunda" kalmıştır. çünkü okullaşma yeni
olduğundan, bir çok dersin kitabı bulunmuyordu, özün yıllar eğitime verdiği
hizmetin sonucu olarak, eğitim ile ilgili dikkate değer fikirleri vardır. Bu
sebeple, Osmanlı maarif sistemiyle ilgili dönemin vekillerine, nazırlarına,
raporlar yazmıştır. Onun eğitim anlayışı da sentezcidir, diyebiliriz. Bu kısaca
kendi manevi değerlerimiz ile, batının tartışmasız elinde bulundurduğu müsbet
ilimlerinin kaynaştırıldığı bir sentezdir.
Ona göre, yeni ve çağdaş okullar açılırken eski eğitim
kurumlanınız dışlanmamalı, bilakis programları yenilenmeli, mezunlarının iş
bulacak şekilde yetiştirilmeleri sağlanmalıdır. Aksi takdirde eğitimde umulan
netice alınamaz.
O, eğitimin milli olmasında ısrar etmiştir. Milletin,
birer misyoner ocağı olduğunu söylediği okullara rağbeti, ilgisi, kaliteli
okullar açılarak önlenmelidir. Bunun için ihtisasa saygı edilmeli her ders için
kitap yazılmalıdır.
Eğitim sadece dünyevi veya dini olmamalıdır. Kısaca insanın hem ruhhuna hitap eden, hem de
beynine hitap eden bir eğitim uygulanmalıdır. Çocukların umutsuz, pısırık,
korkak yetişmemeleri için, ateist yazarların fikirleri ders kitaplarına
alınmamalıdır. O, her gittiği yerde, hangi bölgede olursa olsun, görevi ne
olursa olsun, mutlaka eğitimle şu veya bu şekilde ilgilenmiştir. Balıkesir
mutasarrıflığı esnasında açtığı okullar, ile Trabzon valiliği esnasında
açtıkları, yüzlerle ifade edilmekteydi. Ayrıca Trabzon'da Hatuniye medresesini
ve vakfiyesini İslah teşebbüsleri, eski kurumlanın yenilenmesi fikrinin somut
bir göstegesidir.
Onun felsefi ve sosyo kültürel konularla ilgili fikirleri
özet de olsa bu şekildedir. Aslında bu bölüm bizim tezimizin ana konusu
olmamakla beraber, fikirlerinin girift olması dolayısıyla, ele almış bulunuyoruz.
Bize göre onun anılan konularla ilgili fikirlerinden, özellikle eğitim idare
konusu için de çalışılabilinir.
Bugün içinde bulunduğumuz toplumumuz çok geniş
katmanlarıyla Aynî ve benzeri zevatı tanımıyorsa, bu bizim toplumumuzun kültür
bakımından yeterli seviyeyi yakalayamamış oluşundandır. Söz konusu yargı bir
kaç istisna dışında kültür abidemiz olan müellifler için sanki bir kader
gibidir.
Mithat Cemal Kutay'ın konu ile ilgili bir hatırası
ilginçtir. Bir Avrupa'lı "Mithat Cemal'e,
"Bazı
Avrupa memleketleri Talant'ı anlamaz. Ama çalışanın taktir edilmediği memleket,
bir sizinkini gördüm."
demiştir. Hakikaten bu bizim durumumuzu gözler önüne
seren acı bir gerçektir. Buna rağmen, Ayni elinizdeki yüksek lisans tezinin
yanında doktora tezlerine konu olabilecek kadar ilgiyi haizdir. Her geçen gün,
değerli fikirler içeren eserleri basılmakta, yeni harflere aktarılmaktadır.
Onun en tanınan ve en önemli olan yönü, tasavvuf i yönü olduğu için konu ile
ilgili yapılan her Çalışmada, onun hakettigi ilgiyi gördüğünü söylemek
durumundayız. Fakat diğer taraftan anılan durum onun sadece tasavvuf tarihçisi
imiş gibi algılanmasına yol 'açmıştır. O nedenle bazı görüşleri zamanla
unutulmuştur.
Unutuİmamalıdırki o, çok yönlü bir ilim ve fikir ifademidir?
Hatta onun için, birçok saha ve çalışmada, “ilklerin müellifi" ifadesi
fazla mübalağalı bir ifade değildir. Bu noktada görüp incelediğimiz bir hususu
. Vurgulamamız gerekmektedir. "Türk maarif tarihi" isimli değerli
eseri kaleme alan Osman Ergin,(ÖL.1994) eğitimle ilgili onun sadece "Darul
funun tarihi" isimli eserinden istifade etmiştir. Halbuki bize göre, onun
ruhiyat dersleri, küçük tarih, akvam-ı kadime i şarkiya tarihi, tasavvuf
tarihi, malumat-ı nafiai fenniye, nazari ve ameli istatistik gibi bir çok
eserini referans alabilirdi.
Aynî yaşadığı dönemde ülkemizin en popüler yazarlarının
başında gelmektedir. Kaleme aldığı her eseri geniş yankı uyandırmıştır . O
günün basın yayın organlarında, eserleri |hakkında baş yazılar yazılmıştır.
Yaşadığı dönemde yurt dışında kendinden bahsettiren yegane yazar Aynî'dir. O,
Dünya ilim literatürüne girmeyi başarmış, dünya felsefe kongreleri yürütme
kurullarında aktif görev yüklenmiştir. Kaldıki, Lui Massignon ve Nicolson gbi
otoriteler: İbn-i Arabi konusunda onu otarite saymışlardır. Massignon, Gulam
Hüseyni isimli Hintli bir araştırmacıya yardım etmesi için onu önermiştir .
Yurt dışında böyle saygın bir yeri olan müellife ilgi,
yurt içinde daha az değildir. İş mecmuası, Milli mecmua, onu ve eserlerini
kapak konusu yapmışlardır. Ayrıca Eminönü halkevi onunla ilgili bir gece tertip
etmiştir. Tüm bu olaylar onun ne kadar topluma mal oldugunu göstermeye yeter
sanırım.
Daha sonraki dönemde içişleri bakanlığı tarafından kaleme
alınan, 50 meşhur vali (Ank.1969) isimli eserdeki isimlerden birisi kuşkusuz
Aynî'dir. Ayrıca tarihimizin söz konusu dönemiyle ilgili, "Canlı
tarihler" serisinin is bırakan şahıslarından birisi yine odur. Görüldüğü
gibi o, bir çok sahada olumlu iz bırakmıştır. Son yıllara ise, dünya gündeminde
dolayısıyle ülkemizde gelişen İslâmcılık cereyanları nedeniyle hatırlanan,
isimlerden birisi kuşkusuz yine Aynî'dir. Aynî, siyasette adaletli yönetim,
eğitimde maddi ve manevi yönden dengeli bir eğitim, milli ve manevi değerlerle mücehhez özgün kimlikli güçlü
toplum, dinde i tasavvuf merkezli hoş görülü anlayış fikirleri ve tezleriyle
eskimemiş, bilakis daha da güçlenmiş, istifadeye açık olarak durmaktadır.
Dileğimiz toplumumuzun, düştüğü sıkıntı ve problemlerde Aynî v.b. zatların
engin tecrübe ve birikimlerini ileriye gitmede kullanmasıdır.
Aynî'nin hayatı, eserleri ve fikirleri üzerine yapılan bu
çalışmanın gayesi, onu yetişmekte olan yeni kuşaklara ve topluma tanıtmaktır.
Bir Çok uzmanın belirttiği gibi, bu gün toplumumuzda en çok tartışılan konulardan
birisi "Kimlik krizi" dir. Dün bizim insanımız güçlü kimliği
sayesinde, dünyanın en güçlü devletlerine karşı, hiç bir aşağılık kompleksine
kapılmaksızın, aç ve çıplak olarak karşı koymuşken, bugün aynı insanların
torunlarının kimlik krizinden bahsetmesi bizim için üzüntü vericidir.
Kanaatimize göre bu, bizim yeni kuşaklara Aynî v.b. zatları iyi tanıtamamış
oluşumuzdan ileri gelmiştir. Aynî'nin hayatı, yetişmekte olan bir gence, "Bir
ülke nasıl sevilir? veya ülkeye en zor şartlarda nasıl hizmet edilir?"
gibi konularda iyi bir örnektir. Bizim çalışmamızda bu husus açıkça gözler
önüne serilmiştir. Bugün bizim toplumumuzun sosyal kesimlerinin en büyük
açmazlarından birisi, birbirimizi iyi anlayamamak veya inanç veya değerleriyle
kabullenememektir. Anılan durum toplumsal uzlaşmamızın önündeki en büyük
engellerden birisidir. Onun fikirleri bize bu konuda iyi bir ışık tutacak
mahiyettedir.
Aynî İslâmcı bir müelliftir. Fakat o, "Sebilerreşat
Çizgisinden ve diğer İslâmcı müelliflerden farklı bir konumdadır. Bu ayrılık,
bazı müelliflere göre tasavvuf ve vahdet-i vücut açısından tezahür ederken,
bazılarından ise diğer İslâmî ilimlerde tezahür etmektedir. Kaldı ki
İslâmcıların kendi aralarında bir fikri beraberliği olmadığı aşikardır.
Aynî'nin buradaki konumu da ortaya konmuştur.
Başka bir husus, onun fikirleri, siyasi ve sosyal olaylar
parelelinde değişmiş veya gelişmitir. Örneğin, Osmanlı döneminde toplumu batıya
açmaya çalışırken, (Bir ara pozitivizme yönelmiştir.) Cumhuriyet döneminde aynı
toplumu İslâm’a yönlendirmeye ve yaklaştırmaya gayret etmiştir.
Fikirleri meyanında, dualist bir fikri yapıya sahip
olduğu tesbit edilmiş ve bu önemle vurgulanmıştır. Dini ve tasavvuf i konularda
akıl, mantık, kıyas gibi unsurların yanında keşf ve ilhamı da benimsemiştir.
Fakat toplumsal ve sosyal konularda
tamamen gerçekçi ve realist fikri yapıya sahiptir, öbür; fikirleri ancak
akli ve felsefi örgü, içinde bir yer; edinebildikleri ölçüde ortaya
çıkmaktadır.
Onun vurgulanan bir başka özelliği, sufi oluşu sebebiyle
sessiz ve sakin sanılmasına karşın, iyi bir polemik yazarı olduğu
hususudur. İnsanın madde ve manadan
müteşekkil olduğuna ilişkin fikirlerine, yapılan itirazlara derhal karşı
koyduğu belirtilmiştir. Ayrıca bir takım inanç ve fikirlerini, tuttuğu
metodoloi açısından izah etmekte zorlandığı tesbit edilmiş, ve ifade
edilmiştir. Buna tipik örnek, ahiret: inancını, müsbet ilim ve felsefe
metoduyla izah edemeyişi gösterilebilir. Aynı husus vahdet-i vücut anlayışının
problemlerini izah etme konusunda da geçerlidir.
Kaynak:
Harun Özkan, Mehmet Ali Aynî Hayatı - Eserleri Ve Tasavvufi Görüşleri T.C
ULUDAĞ ÜNİVERSİTESİ Sosyal Bilimler Enstitüsü Temel İslâm Bilimleri Ana Bilim
Dalı, ( Yüksek Lisans Tezi ), 1995,
Bursa
Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.
Yorumlar