MELİH YULUĞ, Yâsin-i Şerifin Havâssı ve Esrâru
Herhangi
bir mü’min kardeşimiz Hz. Ebubekir radiyallâhü anh veya Hz. Osman'ı ve
evveliyyetle Hz. Ömer’i radiyallâhü anhüma ve Hz. Ali kerremallâhü vecheyi
rü’yasmda görmüş olsa elbetteki bu yüce halifelerin feyz ü berekâtı ile her işi
âsân olur.
Hulefâ i
Râşidin radiyallâhü anhümden herhangi birini rü’yasında görmek isteyen kimse,
görmek istediği azizin ism-i şerifi sayısınca namazlarına âzami itina gösterip
oruç da tutarak Yâsin-i şerifi okursa muradına erer.
Bunun için
istediği zâtın ism-i şerifini yazmak lâzımdır. Örnek vermek istersek meselâ; “Sıddik-ı âzami görmek isteyen
kimse şu malûmatla önceden mücehhez olmalıdır”. Hz.
Ebubekir’in ism-ı şerifi Abdullahtır. Bu ismin adedi yüz kırk üçtür. Amma
asıl isimleri Ebubekir’dir ki, bunun adedi üç yüz otuz üçtür. Bu süre
zarfında oruçlu olup ismin adedi kadar süre-i Yâsini okumalıdır. Hz. Ebubekir
radiyallâhü anhi görmek müyesser oldukta ise meşgul olanın kalbinde öyle bir
sıdk hâsıl olur ki cümle âlemin sıdkı bir araya gelse- ona eşit olmaz ve
olamaz.
“Eğer bir kimse Hz. Ömer radiyallâhü anhı rüyada görmek
istiyorsa" Ömer
isminin adedi üç yüz on dur. Bu itibarla kaç günde tamamlarsa tamamlasın
Yasın-ı şerifi üç yüz on kere okuması gerekir, Kendilerini rüyada görmek
müyesser olursa adalette öyle bu- heybet gösterir ki bütün cihanın
halkı bir araya gelse onun adlinin bir misâli vücud bulamaz. Ondaki adâlet gün
gibi meşgulünün alnında parlar.
Hz.
Osman-ı Zinnûreyn ve Hz. Ali kerremallâhü veche'yi görse tüm işlerinde ona
yardımcı ve öğretici olurlar. Onların ahlâkı Yâsin-i şeritin meşgulünde de
aynen tezâhür eder.
Hz. Ali kerremallâhü vechenin
temiz ruhunu kendine çekmek isteyen, yani celbetmek isteyen mü’minin yapacağı
bâzı görevler vardır.
Şöyle ki:
On bir gün süre ile ve sahih bir niyetle halvete çekilip her gün gece ve gündüz Yâsin sure-i şerif esini okumalı, her
mübin’e varıldıkta Hz. Ali kerremallâhü veche'nin duasını da okuyarak bu
vazifeyi yerine getirmelidir.
Nitekim
iki cihan serveri sallallâhü aleyhi ve sellem bir gazasında aynı duayı
okumuşlardır. Aliyyü’l-Mürtezâ kerremallâhü veche o dua berekâtı ile emr-i
Nebevî’ye uyarak derhal Resûl-i Ekremin yanına gelmiştir.
Vaktaki
Ashâb-ı Kiram tümü ile yaralanıp Sıddik-ı A zam da dahil, yarasız tek bir
sahabe kalmıdığı sırada Hz. Ebubekir radiyallâhü anh iki cihan serverinin
yanına gelerek İmam Ali’nin celbi için dua eylemesini Resûlullah’dan niyaz
etmiştir. Resul-i' Kibriya sallallâhü aleyhi ve sellem cevaben:
«Yâ Sıddik! Bilirsin ki ben bir abdim (kulum) ve o kulluğun
gereği aksine hareket edemem» buyurmuşlardır. Tam o saatta Cibril-i Emin
gelerek iki cihan serverini selâmladıktan ve Sıddik-ı Ekber’e hâl ü hâtır
sorduktan sonra Hz. Ebubekir’in dileği veçhile derhal Resûl-i Ekrem’in
kendisini beklediğini Hz. Ali’ye iletileceğini beyanla şunları da eklemiştir:
«Yâ
Muhammedi Senden dua ve taleb, bizden ise derhal icabet olduğunu bilirsin.
Emr-i risâlet penâhilerini derhal Hz. Ali'ye iletiriz. Göz açıp kapayıncaya
kadar Ali kerremallâhü veche yanına erişmiş olur.»
Cıbril-i
Emin’in tavsiyesi üzerine iki cihan serveri üç defa “Ali, Ali, Ali”- dedi. Bu ismin üçüncü tekrarında Ali
kerremallâhü veche:
«Lebbeyk yâ Rasûlallâh» deyip huzur-u Nebevi’ye erişti. Düşünmek
gerektir ki, Tebük’ün bulunduğu yer Medine-i Münevvere’den tahminen 500 km.
yoldur. Bu kadar mesafenin göz açıp kapayıncaya kadar geçen bir sürede
kat’edilmiş olması şanlı nebimizin elbette mûcizelerinden birini daha teşkil
eder.
Huzür-ı
Nebevi’ye gelen Ali kerremallâhü vecheye Fahr-i Kâinat Efendimiz Sihap isimli
tülbentini Hz. Ali kerremallâhü vechenin başına giydirdi. Ayrıca bütün
giydiklerini de kendisine verdi. Hattâ o kadar ki mübarek gömleğini çıkararak
ona giydirdi. Esma binti Amis Hz. Ali kerremallâhü vecheye rastladıkta şöyle
dedi:
—
Ya İmam!
Sen herhangi bir sokaktan geçsen mübârek kokun sokağı dolduruyor, bunun
hikmetini anlamakta âciz kalıyoruz, diye sorduğundan, Allah'ın arslanı şu cevabı
vermiştir:
¾ Ya Esmâ! Bu bendeki koku Tebük gazâsında Resûl-i Ekrem’in
gömleğini giymekliğim dolayısıyla onun emsalsiz güzel kokusu benden de etrafa
yayılmaktadır.
Aziz
okurlarım! Tebük gazasında iki cihan serveri sallallâhü aleyhi ve sellem Hz Ali
kerremallâhü vecheyi çağırdığı zaman belinden Zülfikârını da çözüp Hz. Ali'ye
kuşattı. Ayrıca Düldül denilen bineğini de Ali kerremallâhü veche ve
radiyallâhü anha verdi ki artık bu emanetler Ali kerremallâhü vechenin yanında
kalmıştı.
Cebrail
aleyhisselâm Allah tarafından öğrendiği duayı Hz. Ali kerremallâhü vecheye de
öğretti. Hz. Ali kerremallâhü veche bütün gazvelerde o duanın berekâtı ile
daima kâfirlere karşı galip gelir, onları darmadağın ederdi. Bundan başka
hemen hemen her gazvede küffârın başındaki beylerini tümü ile esir alırdı. O
duâ-yı şerife budur:
“Nâdi Aliyyen mazharal-acâib teciduhu avnen leke fi’n-navâib: bi
nübüvvetike Yâ Muhammed. Küllü hemmin ve gammin seyencelî velâyetike edrekenî
Yâ Aliyyü Yâ Aliyyü Yâ Aliyyü bi izzetike Yâ Kaviyyü Yâ Veliyyü Yâ Veliyyü
Veliyyi Yâ Ganiyyi Yâ Muti Yâ Hayyü Yâ Kayyûm”
Hz. Ali
kerremallâhü vechenin okuduğu dua meâlen şöyledir:
Hz. Ali
kerremallâhü vechenin duasının sonucu olarak iki cihan serverinin nübüvveti
hürmetine Hakk Teâlâ’nın izzet, velayet ve vefa ve gınâ ayrıca Hayy u Kayyum
esmasından istiâne ederek dilediğinin yerine getirilmesini dua eylemektedir ki
bu dua bütün dilek sahibi mü’minler için bir vird-i zebân olmalıdır.
(Bu konuda internette
birçok versiyon ve bilgi vardır.)[3]
o aziz için gerekmektedir ki Ali kerremallâhü
vechenin adedi olan yüzon sayısı kadar Yasin-i Şerif-i okumalıdır.
Ayrıca Nâdi Aliyyen duasını
da on bir defa okumayı ihmal etmemelidir Elbette ve elbette üç veya yedi günde
Hz. Aliyyu'l-Mürtezayı rüyasında görmek müyesser olur.
Bundan
başka tüm bilgiler ona ma’lum olur. Her neden sual ederlerse etsinler derhal
cevaba muktedir bulunur. Allahü Zül- celal’in emri, Yâsin-i şerif ve dua
berekâtı ile ne kadar büyük bir müşkili olursa olsun çözümlenir.
Kaynak:
MELİH YULUĞ, Yâsin-i Şerifin Havâssı ve
Esrâru- Yâsîn-i Şerifin Meâl Tefsir Ve
Hâssaları, 1991, İstanbul
Geçmiş zamanda
Bağdat şehrinde çok zengin ve zengin olduğu nisbette de hayırsever muhterem bir
zât varmış. Rivâyet edildiğine göre bu zât Kâbe'yi ziyaret için gelen
kimselerin faydalanması için dörtbir taraf yollara haymeler [Çadırlar] kurdurmuş. Her isteyen insanlar buralardan
ihtiyaçlarını temin etsinler diye. Bu haymelerin adedi üç yüz altmışa yakınmış.
Buralara yiyecek ye içecek taşınması için dört bıri deve tahsis etmiş. Ayrıca
Harem-i Şerifin içine de bir çadır kurdurtmuş kı bunun emrine de ayrıca dört
yüz deve görevlendirmiş. Bunlara ilâveten elli deve de daha uzaklara göndermek
suretiyle hacıların susuz kalmamalarını temine çalışılmış.
Her fâni gibi bir
gün bu zat da ömrünü tamamlayarak âhirete göçmüş. Azizlerden birisi, mezkûr
hayırsever kişiyi rüyasında görmüş. (Cennette dil ile ta’rif edilemiyecek
güzellikte) bir köşk üze rinde oturuyor. Sormuş:
Hepimiz
biliyoruz, sağlığında birçok kervansaraylar, hanlar, hamamlar, imarethaneler ve
medreseler yaptırdın. Fakir fukarayı doyurdun. Acaba bunlardan hangisi Hakk’ın
rızasına muvafık geldi de bunu sana ihsan etti? dedikte, o zât cevap olarak şöyle demiş:
Dünyada iken yaptığım onca hayır ve
hasenat, benim yaptığım kötülük ve günahları bile karşılamadı. Yalnız benim
devamlı gidip geldiğim yolumun üzerinde tembel, miskin bir adam otururdu. Her
geçişimde ben buna hışımla ve nefretle bakar, o adama selâm vermezdim. Bir gün
içimden nefsime karşı sövle bir isyan belirdi.
“Şu adama bir selam versem n’olur”
dedim. Nefsim bu isteğime mani olmak. istedi. Amu ben nefsimin bu isteğini yenerek
o fakirin huzuruna vardım.
Edeble, “Esselâmü aleyküm ve
rahmetullahi ve berekâtühû” dedim. Olduğu yerden (tebessüm ederek) doğruldu:
«Ve aleykümüsselâma» diyerek redd-i selâmda bulundu. Meğer ol derviş evlâd-ı
Resûl’denmiş. İşte bu gördüğün köşk ve ni'metlere sahip olmamın sebebi,
günahlarımın bağışlanması hep bu selâmlaşmanın neticesidir.
Zira bir selâm
verip almanın yüz sevabı vardır. Ellisi selâmı verenin, ellisi de alanındır.
Yalnız selâmı verenle alanın izzetleri beraber olmalıdır ki bu taksim
gerçekleşsin. Aksi takdirde selâmı ve ren veya alan kimselerin birinden biri
selâmın bilincinde değilse, biri doksan sevap, diğeri de on sevap alır. Daha
açık bir ifade ile bu niyete bağlıdır. (İnnemel âmâlü binniyat)
buyurulmuştur.
Dikkat buyurulacak
olursa, yapılan bunca hayır ve hasenat halis bir niyetle verilen selâmın
karşılığı olamıyor. Bir de ehl-i beyt- ten bir azizle beraber olmak, onun
sohbetlerinde bulunup sofrasında yemek yok, o azizin iltifatlarına nail olmak,
şereflerin en büyüğü ve en gözelidir (*).
(•) Dikkat
buyurulursa yukarda bahsi geçen hayır sahibi zâtın bir dervişe selâm verip
vermemekteki tereddüdünün açık sebebi hakikat ehlinde nişan bulunmadığını,
bunların nişandan muarra olduğunu bilmeyişinden doğmaktadır.
Kaynak: MELİH YULUĞ,
Yâsin-i Şerifin Havâssı ve Esrâru-
Yâsîn-i Şerifin Meâl Tefsir Ve Hâssaları, 1991, İstanbul
Belirmez Ârifin nâm-ü nişânı,
Değil irfân, filân ibn-i filânı,
Yerin terk edenin yoktur mekânı,
Hakîkât ehlinin olmaz nışânı.
*
İzi yoktur ki izinden biline,
Dahi tozmaz ki tozundan biline,
Sen anı sanma sözünden biline,
Hakikât ehlinin olmaz nişânı.
*
Ne denli var ise âlemde evsâf,
Sıfatlanır ânı bil ehl-i â’raf,
İnâd ehli değilsen eyle insâf,
Hakîkat ehlinin olmaz nişânı.
*
Sen anın sabr u şükrünü sorarsın,
Bulamazsın o vasfıyla yürürsün,
Bilindi kim nişânını ararsın,
Hakikât ehlinin olmaz nişânı.
*
Kubâb-ı Hakk-ta mestur olan erler,
Sıfât-ı halk içinde görünürler,
Ne doğarlar onlar ne dolanurlar,
Hakîkat ehlinin olmaz nişânı.
*
Gazab şehvet iki ayaktır anlar,
Binip üstünde seyyâh oldu canlar
Bularla çıktılar arşa çıkanlar,
Hakîkat ehlinin olmaz nişânı.
*
Ne kim âfâkta hor görmezse ârif,
Vücûdunda da olmaz anı sârif,
Anın için der bunu ehl-i maârif,
Hakîkat ehlinin olmaz nişânı.
*
Görünse taşradan bir vasf-ı fâil,
İçinden de biri olsa mukâbil,
Yakına yardım eyle olma hâ’il,
Hakîkat ehlinin olmaz nişânı.
*
Anı uran urur ağlatmak için,
Ya gayret gösterir darlatmak için,
da ağlar darılır çatmak için,
Hakîkat ehlinin olmaz nişânı.
*
Nefessiz dünyada bir harf dirilmez,
Nefes de harfe boyanır arılmaz,
Şu kim Hakk-tan gelir cânâ yorulmaz,
Hakîkat ehlinin olmaz nişânı.
*
Cihanda bir gürûh olmaz ki ey cân,
Bulunmaya içinde ehl-i irfân,
Olur mevsûf sıfatlar ile her an,
Hakîkat ehlinin olmaz nişânı.
*
Kimi şâdân, kimi nâşâd olurlar,
Kimi üstâd, kimi nerrâd olurlar,
Niceler sûretâ cellâd olurlar,
Hakîkat ehlinin olmaz nişânı.
*
Şerîatle olursa ger ol ef’âl,
Dime ana ki bu gâyet bed ef’âl,
Şer’i red etmese sen de kıl ikbâl,
Hakîkat ehlinin olmaz nişânı.
*
Ne kim mevcûd oluptur bu cihânda,
Ger işlense kamu yerli yerinde,
Bahâne bulamazlar hiç birinde,
Hakîkat ehlinin olmaz nişânı.
*
Niyâzî ye gelir her gayb u hâzır,
Görünür cümle a’râz ve cevâhir,
Nişâniyle olur herbiri zâhir,
Hakîkat ehlinin olmaz nişânı.
Eğer iki
kişi arasında veya karı koca arasında düşmanlık veya bir soğukluk hâsıl olup
araları açılmışsa, bir parça ekmek üzerine yedi defa Yâsin-i şerifi okuyup
üflemek lâzımdır. İhtilâf hangi taraftan geldi ise o ekmeği eğer kadın
tarafından geldi ise bir dişi köpeğe veya erkek tarafından geldi ise bir erkek
köpeğe yedirilir. Okunacak Yasin suresi yedi parça ekmek üzerine okunursa daha
da faydalıdır.
Köpeklere yedirmek
meselesinin hikmeti, köpek yaratılışı kötülük edene
kötülük eden cinstendir. İnsanlar arasında yumuşamayı sağlayan birincil
hususlardan biri yemek yedirmektir.
Yemek yemek paylaşmanın en
kalıcı yoludur ve aradaki soğukluğu giderir. Arası açılan kişilerde köpekleşme
huyu arttığı ve yanında hırlamaya benzeyen atışmaların çoğalması
nedeniylehayvana verilen ekmek, aslında
o insanın köpek nefsine yapılan ikrâmdır. İkrâm eden izzet bulur.
[1]
Bu kıssadan çıkan sonuç şudur ki:
a)
Şeytân-ı lâinin pek çok yardımcıları vardır. İşte bu kıssada kendini
kutbü'z-zaman diye tanıtan şeytân-ı lâinin tâ kendisi olduğu gibi Kâşifi
Baba'nın ana ve babası şeklinde görünenler dahi birer ervâh-ı süfliyye olup
şeytânın uydularıdır. Unutmamalıdır ki İblisin böyle sayısız uyduları olduğu
gibi pek çok iğfâl âletleri de vardır.
b)
Şeytanın
iki türlü yardımcısı vardır. Biri etbaı, uyduları olan şeyâtindir. Diğeri de
şer - kötülük âleti olarak kullandıklarıdır ki,
bunlar arasında ilme mağrur
olanlar ve emsâli İle kadın taifesi de vardır. Ayrıntılı bilgi edinmek
isteyenler okurlarımız Abdülkerim Ciyli (kaddesellâhü sırrahu’l azîz)'nin
İnsân-ı Kâmil adlı eserine baş vurabilirler.
[2] Eserde
zikrolunan şeyh olsun, kim olursa olsun “Sâdâta biat eylesin” cümlesi üzerinde
de biraz durmak İsteriz. Elbette seyyidlik büyük bir mazhariyettir. Ancak
kutbü’l-aktâb hazerâtı Hz. Evliyaullah'ın mutlaka seyyid olması gerekmez. “Gâhi
ez nesl-i alist, gahi velist” hikmeti
bunun delilidir. Bu kelâm-ı kibârın doğruluğu ise emsâli ile sabittir.
أَلَمْ أَعْهَدْ إِلَيْكُمْ يَا بَنِي آدَمَ أَن لَّا تَعْبُدُوا الشَّيْطَانَ إِنَّهُ لَكُمْ عَدُوٌّ مُّبِينٌ
Elem
a’had ileykum yâ benî âdeme en lâ ta’budûş şeytân(şeytâne), innehu lekum
aduvvun mubîn(mubinun). Yâ-Sîn, 60)
«Ey Âdem oğulları! Size şeytana tapmayın, çünkü o
sizin apaçık bir düşmanınızdır» demedim mi?
Yâ-Sin sûrenin
okuyucusuna, taşıyıcısına ve devamlı yüzünü çevirmeden nazar eden kimselere
velilik mertebesi nasip olur. Her ne söylerse elbette Allah Teâlâ sözünü rast
getirir.
Şehvet ehli
/azmış/zinâ yapmaktan kendini alamayan/eşine gayri meşru yoldan ulaşmak
isteyen/cinsî sapıklığa düşen/ bu vefki taşımaya başlarsa bahsedilen bütün
halleri sakinleşmeye başlar. [veya kendini eşine karşı korumak ve emin olmak
isteyen bu şekilde korunur.]
Mesela bir kadın
kocasının/başkasının gayr-ı meşru istekleri karşılaşırsa bu vefki üzerinde
taşırsa ve bu ayeti okumaya devam ederse Allah Teâlâ melekleri ile ona yardım
gönderir. Azgın kişinin şehveti ona karşı yok olur gider.
Yine sapık
duygularından kendini alamayan bir KİŞİ Bursalı Emir Sultan kaddesellâhü
sırrahu’l azizin ruhaniyetine her gün bir fatiha üç ihlâs suresini okuyup bu
ayeti okumaya devam ederse rahatsız olduğu bütün halleri kaybolup gider.
Bilhassa bu vefki
daha çok meşâyıh, halvet ve uzlet ehline şâyeste ve lâyıkt görmüşlerdir. Bu
şekilde halvette olanların sabrı kat kat artmıştır.
Ayrıca bu vefk ve
ayet ile keşfi açılıp birçok gizli sırlara vâkıf olurlar. Bütün âhireti teşrif
eden şanlı nebilerle velilerin ruhlarına meclûp olup yönelirler. Her işinde
hayra ma’tuf olmak şartıyle kılavuzluk ederler.
Bir gün
iki kişi Şeyh Ebü'l-Vefâ Kaddesellâhü sırrahu’l azîz Hazretlerine
gelmişler. İkisi de bir iş bulmak; devlet kapısından bir memurluk
istemek maksadıyla Şeyh Efendiden himmet taleb etmişler.
Gelenlerden
birisi ehl-i vird Yani, zikrin usûl ve şartlarına vâkıf sâlih bir zât imiş.
Diğeri pek fazla ilmi olmayan sade bir vatandaş imiş. Şeyh Hazretleri
vird ehli olana şu duayı tâlim buyurmuşlar:
(Allahümme
yâ vehhâbü rabbi hebli mülken lâ yenbeği li ahdin ba'di inneke entel vehhâb).
Yetmiş
yedi bin kere bunu oku demiş. Ve o kişi de Şeyh Efendinin bu tenbihini yerine
getirmiş. Şeyh Efendinin çevresinde bulunan kimseler bu zâtın görevi alacağına
muhakkak nazarı ile bakıyorlarmış. Zikir âdâbını bilmeyen, ilmi az olana ise bu
âyet i lâtifi bir kâğıt üzerine yazıp herkesin içinde adamın sarığının kenarına
sokmuştur. On gün sonra hiç ihtimal yokken, vefk’in müvekkilinin yardımı ile
vazife bu zâta verilmiştir, öbür vird ehline verilmemiş.
Şeyh
Ebü'l-Vefâ Hazretleri şöyle buyurmuştur:
“Esmaları
vefk’e (sayıya) uygun okumamakla şimdiye kadar geçen ömrümüze yazık etmişiz.
Adetâ soğuk demiri dövmüşüz de haberimiz yokmuş Vefksiz elli yıl zahmetlerle
çektiğimiz esmayı vefk'e uygun ektiğimizde o esmâ'nın te'siri göz açıp
kapayacak kadar kısa bir zamanda güneş gibi doğmuştur.»
Vefksız esma zikri kıyaslanacak olursa; vefk ile yapılacak zikre
nisbetle katrenin denize, zerrenin güneşe nisbeti gibidir.
Not:
Vefk’in murabbaı çizilirken de dikkat edilecek hususlar vardır. Çizgiler
biribirine eşit gayet düzgün olmalıdır. Mümkün olursa kuşluk vakti
çizilmelidir.
Vefk’e
sâhip olup üzerinde taşıyan âlemde hayır namına ne mümkün ise verir ve şerleri
de ondan uzaklaştırır.
Bir kimse
vefk’i üzerinde devamlı bulundursa ulvi ve süfli ruhlara mâlik ve üzerlerinde
tasarruf sahibi olur.
Ancak
vefk'i taşıyan kimse her zaman temiz olup; asla cünüp gezmemelidir. Gözlerini
haramdan çekmeli; unutmamalıdır ki vefk'i taşıyan kişi ilâhi esmâ'yı cezbeder
ve bu esmânın müvekkeli olan melek yanından hiç ayrılmaz. Çünkü taşıdığı vefk
ol meleği mıknatısın demiri cezbeylediği gibi cezbeyler. Hattâ vefk’in sahibi
vefk ile meşgul olmasa dahi te'siri yine de bâki- kalır. O müvekkel
melek bu takdirde dahi yanından hiç ayrılmaz; ufak bir himmet nice zor işleri
kolaylaştırır.
Kaynak:
MELİH YULUĞ, Yâsin-i Şerifin Havâssı ve
Esrâru- Yâsîn-i Şerifin Meâl Tefsir Ve
Hâssaları, 1991, İstanbul
«Zuhuru reng-i kesret
pertevi nûr-u Hudâdandır,
Televvün hey'et-i eşyâda
te'sir-i ziyâdandır.»
“Hakikatta
görünen bütün nurlar bir tek nurdan ibarettir. Eşyada gördüğün türlü türlü
şekiller, o nûrun çeşitli aynalarda akseden ziyasının te’sirinden başka bir şey
değildir.”
Güneşin renk renk camlara aks etmesi sonucu güneş türlü türlü renk
almaktadır. Yeşil, kırmızı, sarı vesaire gibi. Amma esasta güneşin birliğine
ve vahdâniyetine hiç bir zarar gelmemektedir. O ne yeşildir, ne de sair
renktedir. O aynı güneştir ve tektir. Yukarıdaki şiirde beyân edildiği gibi “televvün
ancak te'slr-i ziyadandır”. Böyle olduğu içindir ki, ahadiyyet nurunun iki veçhesi vardır.
Biri nura, yâni asıl hüviyyetine, taallûk eden veçhesi, diğeri renge (levne)
taallûk eden cephesidir.
Bir kimse renk mertebesinde iken haddini bilmez de (Enel-Hakk=Ben Hakk’ım)
derse açık küfür işlemiş olur. Çünkü mutasavvıfin-i kirâm indinde vech-i hâssa
ibâdet küfürdür. Amma nûra müteveccih kısımda ve o mertebede olan bir zât Enel
Hakk derse hakikati ifade etmekten başka bir şey yapmamış olur. Nitekim
Mevlânâ Celâleddin-i Rûmi kaddesellâhü sırrahu’l azîz Hazretleri şöyle
buyuruyor:
“Bir demir
parçası ateşte nâr-ı beyzâ hâline geldiğinde ben ateşim derse hakikati
söylemiş olur, amma soğuyup demir hâline dönüştükten sonra ben âteşim derse
söylediği yalandır. Çünkü o artık bir demir parçasıdır.”
Ehlûllah ile mukallidlerin Enel Hakk deyişlerindeki büyük uçurumu
var da sen bundan kıyâs et. Yüce Mevlânâ Celâleddin-i Rûmi Hazretleri,
aşağıdaki sözleriyle hem tasavvufu, hem de onunla eş değer olan vahdet-i
vücûdu emsalsiz bir şekilde bakın nasıl dile getiriyor •
«Câh güneş
gâh deniz, gâh Kafdağı olursun, sen zâtında ne o, ne de bu
olursun.
Ey evhâmu
idrâkten bâlâter [Pek yüksek, daha yüksek. ]
ve ziyadan ziyâde, yâni hakiki âlemleri ihâta eden Zât-ı Ecellü
A’lâ!
Sen
sûretsiz olduğun hâlde bunca suretlerle tecelli ettiğinden dolayı senden hem
muvahhid, hem de müşebbih mütehayyirdir.»
(Rengi olmaz bulunanın şimdi ben
suyundanım).
«Bul aceb deryayı gör kim mevclne
yok inkıta',
Aslı bir deryâ havadan oldu envâr-ı
sıfat.»
Menkıbe
Hazret-ı
Mevlânâ'nın beşeriyyet gereği hiç yanından ayrılmayan, fakat hakikatinden
habersiz bir zâhir erbâbı varmış. Bir de her zaman yanında bulunmayan fakat
Mollâ-yı Rûmun hakikatine vâkıf diğer bir arkadaşı varmış.
Bir bahar
mevsiminde bu iki arkadaş gezerlerken söz Mevlânâ’ya intikal etmiş. O
hakikatına vâkıf arkadaş, Mevlânâ ile her gün beraber olan fakat bir türlü
hakikatini bilmeyen ahbabına dönerek sormuş :
Sen Mevlânâ’yı
tanır mısın?
Zâhir dostu
hayretle:
Bu nasıl söz, hiç tanımaz olur muyum, her
gün beraberim,, demiş.
Ehl-i
hakikat olan arkadaşı yine ısrar edince karşısındaki tekrar — tanırım cevabını
vermiş. O zaman gönül gözü açık olan zât:
Bak öyle ise! demiş.
Bir de
bakmış ki dağlar taşlar Mevlânâ kesilivermiş. Zâhir perest korkudan düşüp
bayılmış.
Ey aziz, işte böyledir. Onlar öyle
zâtlardır ki zamanlarında kendilerinden başkasına yer yoktur.
«İlmin
erişmediğine kılma gazap,
Ehl-i nâr
olmağına olma sebep»
beytini
aşağıdaki dörtlü gibi ârifâne hiçbir beyit izah edemez.
«Uyarsın
nefs-i ağyâre, düşersin ta'n-ı ahyare,
Salarsın
kendini nara, edip bunlara bühtanı.
Bu sû‘-i
zannile kalbin nice bulur Hakk'ı heyhat.
Bu göz ile
senin canın göremez vech-i cânânı».
**
«Zâhidâ
esmâ’da kalma, gel müsemmâ dersin al,
Bil
müsemmâdır kamu ta'lîm-i esmâ’dan garaz».
Şeyh Muhyiddin A’rabî kaddesellâhü sırrahu’l azîz bir gün Konya seyrangâhında gezintiye çıkmıştı. Bir kısım erkek çocukların oynamakta olduğunu, yalnız bunlardan bir tanesinin onlara katılmayarak bir yere çekilip ağlamakta olduğunu görür ki, hâlini gören herkesin yüreği parça parça olacak bir manzara arzediyordu. Bundan çok müteessir olan Hz. Şeyh çocuğa yaklaşacak
¾ Yavrum, neden sen bu çocuklarla oynamıyorsun, boyuna ağlıyorsun?
Çocuk şu cevabı verdi:
¾ Ya şeyh! Bir kimsenin atası ve anası kabirde dayanılmaz azap içinde iken hiç oğlu eğlenir oynar mı? O ma'suma oynamak, gülmek ne reva! Ey yüce mürşid!
Ayaklarınızın bastığı toprağın kurbanı olayım, ana ve babamı kurtarmağa şefaat et, derman olursa ancak senden olur..
Şeyh kaddesellâhü sırrahu’l azîz bâtın gözüyle baktı gördü ki çocuğun ana ve babasının kabirlerine cehennemden bir ark açılmış değirmen arkı gibi dönmekte ve (Hufretün min huferin...) hadis-i şerifinin muktezasınca öyle bir ateş havuzuna dönmüştü ki sanki kabirleri ateş deryası olmuş idi. Bunların kapatılan bu ateş deryası içinden kuş olsalar kurtulmalarına imkân yoktu. Kemikleri o ateşin içinde katranla yanıp parça parça olarak yine durmaksızın aynı şiddetli ateşin etkenliğinde tekrar tekrar yanmakta idi. Her saatta beş yüz kere bu dayanılmaz durum tekerrür edip durmakta idi. Hazret-i Şeyh kaddesellâhü sırrahu’l azîzin bu hal rikkatini celbetmiş, mübârek gözlerinden yaşlar dökülmeye başlamıştı. Bu azap ehlini kurtarmaya kasteyleyerek hikmet-i ilâhiyeye bakın ki o an Yâsin-i şerifi okuyan Hazret-i Şeyhin [kaddesellâhü sırrahu’l azîz] usulüne göre tamamlanmış idi. Hemen o duanın tüm sevâbını o ma'sumun ve babasına ve anasına bağışlayarak hediye eylemiş, bunun sonucu hemencecik o anda kabirlerine açılan cehennem kapıları kapanmış, cennetten öyle güzel bir yol açılmıştı ki toprakları misk ü anber karanfil kokularıyla dolmuş, kabirleri sanki cennet bahçelerinden bir gülistan olmuştu. öyle ki ateş ve katran ırmağı yerine kevser ırmakları akmağa başlamış, bu suretle ol mü’min ve mü'mineye cennet huzuru bahşolunmuştu.
Bu hâli gönül gözüyle gören çocuk Şeyh kaddesellâhü sırrahu’l azîzin ayaklarına kapanarak hem şükranını beyân etmiş, hem de kendisini hizmetine kabul buyurulmasını istirham etmişti. Sırr-ı kader tecelli ederek bu istirham şâyân-ı kabul görülmüş, Hazret-i Şeyhin otuz yıl hazer ve seferde hizmetinde bulunmuş, o ma’sum yavru büyüyüp ehiullah’ın yücelerinden olmuştu. Ahmed Sultan adıyla anılan bu mümtaz veli’nin kabr i şerifleri Konya yakininde olup, kendileri bir hânikahta ve mezarda defnolunmuştur. .Konya halkı gerek bu kıssayı ve gerekse onun yüce payesini bilmektedir.
Bu kıssadan çıkan hikmetlere bir nazar atfedelim. Önce Ahmed Sultan’ın baba ve anasını azaba düçar eden sebebi araştıralım.
Şeyh-i Ekber kaddesellâhü sırrahu’l azîz Ahmedin babasına kendilerini bu elim azâba dûçâr eden günahlarının ne olduğunu sormuş, Ahmedin babası şöyle cevap vermişti:
¾ Ya Şeyh! Hatâmız şu idi ki: Hâtunumu aldığım gece sevişmekten ve musahibetten gaflete düşmüştük. Böylelikle yatsı namazını unutmuşuz. On iki yıldır gördüğümüz azap bu yüzdendir Sana Genab-i, Hak sonsuz lütf u merhamet buyursun ki imdadımıza yetişip bizi bu azaptan kurtarmış oldun.
Ey okurlar! Gafil olmayın, düşünün ki bir namaz vaktini kaçırmak ne büyük bir azap vesilesi oluyor.
Kaynak: MELİH YULUĞ, Yâsin-i Şerifin Havâssı ve Esrâru- Yâsîn-i Şerifin Meâl Tefsir Ve Hâssaları, 1991, İstanbul
Bursalı Emir Sultan kaddesellâhü sırrahu’l azîzin halifesi Şeyh Hasan’dan rivayet ederler ki:
Sultan Hazretlerinin dervişlerinden - ki dostlukları tâ Buhârâ'dan başlamıştı - ve şeyh Hüseyin Ahlâti Hazretleri ile daima hembezm [Beraber olan, birlikte oturan] olurmuş. Hazrete hayli yakınlığı olan, gündüzleri oruçlu, geceleri uyumayan bu azizin ismine Baba Kâşifi derlerdi. Bir gün ecel erişip vefat etti. Ölüm ânında ağzından burnundan köpükler gelmişti. Teçhiz tekfin hazırlığı içinde iken Sultan Hazretleri eline yapışıp
Hâlin nedir?
deyince gözlerini açtı. Sultanın emri ile elini yüzüne sürüp ağlamaya başladı, gözlerinden hayli yaşlar aktı. Yine gözlerini yumup kendinden geçti. Yatsı namazını kıldıktan sonra geldik gördük ki el ve ayaklarında bir hareket var. Hemen Sultâna:
Kâşif Baba yine gözlerini açtı diyerek haber saldık başına gelip tekrar Yâsin suresini okudular. Sure-i şerif tamam oldukta ağzına köpük geldi ve kendinden geçti. Artık öleceğine kani olduğu için kefeninin hazırlanmasını, binaenaleyh mezarının da kazılmasını emrettiler. Biz bu hazırlık içerisinde iken Kâşif Baba teneşir tahtasının üzerinde tekrar kalktı oturdu. Sultan Hazretleri gelip üzerine bizzat kendi eliyle gömlek ve kaftanını giydirdi. Ve makamına getirip oturttular. Hazret:
Yâ Kâşifi! Hâlin nedir? diye sordukta cevap vermeğe gücü yetmedi. Sultan Hazretleri:
Bir çanak su getirin emrini verdi. Su gelince mübarek elini suya sokarlarken, bir yandan da su bardağına okuyup üflediler. Sonra bu sudan dervişin eline yüzüne ve burnu içi ile kulaklarına ve boğazının altına sürdüler, kalan suyu da içirdiler. O âna kadar konuşamayan Kâşif Babanın dili açıldı ve şöyle dedi:
Ey benim ulu sultânım! Kendimden geçtiğimde; duvarın ansızın ikiye yarıldığını gördüm. Muhteşem bir kişi gelip bana “Beni bildin mi?” diye sordu. Ben de:
Bilemedim, cevabım verdim.
Ben bu âlemin kutbuyum, böyle ölüm hâlinde olanlara yetişir, onları diriltirim. Mürşid-i kâmil dedikleri gerçek insan-ı kâmiller kutbü'l-aktâblardır. Artık doğrudan doğruya feyzi benden al. Şimdiye kadar tuttuğun yol yanlıştı, bize gel de sana merhamet edelim, dedi. Sıkıca tuttuğu elimi bir türlü kurtaramıyordum. Ben çekilip :
Euzü billahi mineşşeytânirraciym, Bismillâhirrahmânirrahıym. Yasin vel kur'ânil hakim inneke leminel mürselin alâ sıratın müstekıym tenziylel aziyzirrahıym'e kadar okuyunca kendini zamanın kutbu tanıtan güya ulu zâtın şeytan, olduğunu anladım. O sırada annem ve babam yanıma gelerek:
Oğlum! Niçin zamanın kutbuna karşı geliyorsun ([1])! Din ulusuna teslim ol, diyerek onlar da elime yapışıp çekmeye başladılar ve şimdi Tanrının mazharı/emri budur, (anne baba) ne derse itâat et, derlerdi
Herkes ve her şeyden imdat istediğim bir o anda ey ulu emirim! Siz çıkageldiniz. O zaman o muhteşem kişi (!) ve etrafımda oturan annem ve babam, karın güneşin karşısında eridiği gibi eriyip gittiler, yerleri belirsiz oldu
Kâşif Baba sözlerine şöyle devam etti:
O lâinler! Kayboybolduktan sonra, sızın mübarek cemalinizle gözlerimi açtım, bildim ki bana görünüp tarikatımı degiştirmekliğimi söyleyen ihtişamlı kişi şeytan olup son demde imanımı almaya gelmiş. Yine şu gerçeği öğrendim ki. seyyidlerden şeytan firar edermiş. Şeytan Seyyidlerin suretine giremezmiş.
Bir kişi şeyh olsun, ne olursa olsun seyyidlere biat etmelidir ki, onlar zâhir ve bâtın Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem varisleridirler.
Ya sultânım!
İkinci defa aklım gittiğinde gördüm ki Yâsin-i şerif okumaktayım. Sultânım göründüğünde sizinle beraber yeryüzündeki tüm insanlarla beraber melâike-i kirâm Hazerâtı da Yâsin-i şerif okumaktaydılar.
Üçüncü defa aklım gittiğinde öyle bir yere varmıştım ki iniş ve yokuşu yoktur ve bu yerde içi lebâleb şarktan garbe kadar insanlarla dolu bir mağara gördüm. Bu insanların özellikleri şu idi ki, her birinin isimleri aynı, boyları eşit, başları ve yüzleri bir, hepsine aynı adla sesleniliyordu.
Kâşifi Baba'nın sözleri burada sona erdi. Kendisi bu olaydan sonra yedi sene daha yaşadı.
Tavr-ı şeyâtıni nice mekârimdir.
Hilebazı bed fikir gaddardır.
Hilebazı bed fikir gaddardır.
Avn-i Hak erişmeyince bir kula,
Sanma anın fitnesinden kurtula.
Sanma anın fitnesinden kurtula.
Kılsa sâdâta şolar kim ittiba’
Yol bulamaz ana şeytan bi niza,.
Yol bulamaz ana şeytan bi niza,.
Gayret-i Hakk anı saklar daima,
Rahmet-i Hakk anı bekler daima.
Rahmet-i Hakk anı bekler daima.
Bugünün Türkçesi ile şiirdeki mânaları anlatmak istersek anlamı şöyledir:
Şeytan öyle ikram edici ve suret-i Hak'tan görünür ki, onun, o gaddarın hilelerine akıl erdirmek ve o hileleri sezmek güçtür. Ancak Allahü Zülcelâl'ın yardımı ile bu hilelerden kurtulabilinir. Bir kişi seyyidlere uyarsa,[2] şeytan ona erişmeye yol bulamaz. O zaman Allah’ın gayreti onu saklar ve onun bekleyicisi olur, demektir.
Kaynak: MELİH YULUĞ, Yâsin-i Şerifin Havâssı ve Esrâru- Yâsîn-i Şerifin Meâl Tefsir Ve Hâssaları, 1991, İstanbul
Bir gün Hz. Ali kerremallâhü veche çok yaşlanmış, bir köşeye düşmüş, gözleri görmez bir ihtiyara rastladı, İhtiyar biteviye yüce Mevlâ'ya şöyle yalvarıyordu:
“Ya Rabbi, bana yaşadığım kadar ömür ver”
Hz. Ali kerremallâhü veche elden ayaktan düşüp göz nurlarını kaybeden, yaşamak kendisi için çekilmez bir yük teşkil etmesi gereken bu pirin haline şaşarak:
«— Ey ihtiyar!
Bana göre artık senin vaktin tamamdır. Şimdiden sonra ölümü arzu edeceğin yerde hâlâ Allah’tan uzun ömür temenni etmenin manâsını anlayamadım*- dedi.
İmam Ali'nin bu sözlerine cevap veren ihtiyar ise şöyle dedi
Ey yiğit! sen kimsin?
Hz. Ali kerremallâhü veche bunu şöyle cevapladı:
Ben Ali bin Ebi Talib’im.
Bu kere pir-i fâni titrek sesiyle şöyle cevap verdi:
Ya Ali, ben de seni birşeyler bilir sanırdım, meğer sen hiçte bilmezmişin, deyince Hz. Ali kerremallâhü veche
«— Ya ihtiyar! Benim bilmediğim şey nedir ki sen beni bilmemezlikle suçluyorsun?
“Sen şunu bilmiyorsun ki, bütün ölenler benim halime gıpta ile bakıyorlar. Artık fuzuli gençlik heveslerinden şimdi sıyrılmış durumdayım. Vaktiyle yaptığım günahlara ağlamaktayım”.
Allahü Teâlâ benim yaşıma merhamet nazarını atfedip beni bu yaşta ateşe atmaktan haya duyacağını buyuruyor. Bundan daha güzel bir mazhariyet olur mu?
Hz. Ali kerremallâhü veche cevaben:
Ey pir! Ben hata etmişim; sen haklıymışsın, beni ma'zur tut dedi.
Nitekim Sıddik-ı Ekber'den rivayet olmuştur ki:
Resûl-i Kibriyá sallallâhü aleyhi ve sellem şöyle buyurmuştur: Meâlen:
Kırk yaşından başlayarak yüzyıl ömür sürmüş mü’minler için şu İlâhi müjdeyi vermektedir:
«Bir kimse kırk yaşını idrak ettiğinde Kendisinden bazı hastalıklar tamamen uzaklaşır. Meselâ: Allah Teâlâ ondan cünun, cüzzam ve sair hastalıkları tamamen uzaklaştırır. Elli yaşına vardıkta ilahi iûtuf birçok hastalıklarda daha geniş siyanet [Himaye veya muhafaza ] gösterir. Altmış yaşında bir mü’mini, Allah Teâlâ merhameti ile taltif buyurduğu gibi ondan rıfk mülâyemetini esirgemez. Ayrıca, melâike-i kiranı da ona sevgi ile bakarlar.
Yetmiş yaşına geldikte işlediği hayırlar defterine bir misli fazlasıyla yazılır.
Seksen yaşına gelen bir mü'minin defterine yalnız hasenatı yazılıp seyyiatı için defter kapanmış olur.
Doksan yaşına geldiğinde o mü mine Allah Teâlâ’ya yaklaşmak imkânı verilir.
Yüz yaşında bir mü’min için melâike-i kirâm, «işte bu kul ateşten âzâd edilmiş mutlu bir kuldur derler.
Diğer bir hadis-i şerifte de kırk yaşını geçen mü’min bir kulum daima hayrı şerrine galip gelir, anlamındadır (').
Kaynak: MELİH YULUĞ, Yâsin-i Şerifin Havâssı ve Esrâru- Yâsîn-i Şerifin Meâl Tefsir Ve Hâssaları, 1991, İstanbul
Kaynak:
MELİH YULUĞ, Yâsin-i Şerifin Havâssı ve
Esrâru- YÂSÎN-I ŞERİFİN MEÂL TEFSİR VE
HÂSSALARI, 1991, İstanbul
Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.
Yorumlar