MENÂKIB-I ŞEREFİYYE’DEN LEDÜNNİYÂT
O
kimse 124 bin Enbiyâ ve Mürselîn hazerâtının isimlerini bilmesi lâzımdır.
**
O
kimse halihazırda bulunan yedi tarikatın usullerini ile meşâyih-ı silsile-i
şeriflerini bilmesi lâzımdır. Ve her tarikatın nihâyetinde olacak derece-i
saâdet ve hidâyeti bilmesi lâzımdır.
Cilt-1, Sh: 11-12
**
Şehâmedü’l
-Ferdânî, Abdurraûfu’l -Yemenî, en- Niyâmü’l -Ferdânî, Abdu’l -Habîri’l
-Kuheylî, Yağsıbu Dehâvî, Ahmedü’l -Fânî, İmâmü’l –Büdelâî, Şehâbüddin,
Yedullahi’l-Cemânî, Furkânu’l -Ezel, Bâbullâhi’r - Rabbânî, Hayratullahi’s
-Sürmedî, Ebu’l -Medûdu’n - Nâtık, Dürretü’l -Kağsâ, Mahsûmu’s-Saîd, Tîcânü’l -
Garrâ, Hüccetullâhi’l -Ceberûtî, Sehvetü’l -Bâzıh, Ehvedü’n -Necât, Heykelü’l
-Kudret, Yedullâhi’l -Ulye, Miftâhü’l -Künhâ, Cembullâhi’d -Dâim, Şehâbu’r
-Reyhân, Şemsü’l -Bereret, Abdullâhi’ş -Şâmıh, Ahmedü’l -Vâfir, Şem’ûnü’l
-Muhlis, Bedrü’z Zâhid, Dehfetü’l -Fânî, Sefiyyullâhi’l -Kayyûmî, Murâdullâhi’ş
-Şâ’iğ, Cârullâhi’s - Sâbiğ, Kudre-tullâhi’ş -Şâmil, Usânullâhi’l -Ezel,
Amânetullâhi’l -Kâşif, Nefsü’r -Rahmân, Miftâhü’l -Aksâ, Temhîdü’r -Ridağ,
Abdülvedûd, el -Mağrûfî, Ahmedü’z - Zübyânî, Vâğızu’l -Hüdemâi’l -İzâm ve’n
-Nukabi’l -Kirâm, Yusufu’r -Rakid, Burhâni’l -Hıyâm, Adnânü’s -Sâbir, Dıhyetü’l
-Visâl, Nedümü’l -Kâim, Ebu’l -Hasan ibn Âbâne’l Gulem, Muhammedü’n -Nebhânî,
Avnüddîni’n - Nehâvendî, Ebû Tufeyli’l -Küheylî, el -Fihri’l -Mevrûd,
Lebûbidîni’l -Âtâvî, Abdurrâgıb ibn Dâiyallâh.
A’lallâhü
derecâtihim ve nefeğnâ bi-berekâti enfağsimühü’l -kudsiyyeti bi-hürmeti men lâ.
nebiyye.
Fâtimetü Rızâ, Mesûda, Sedîde, Sabîha, Ferîde, Fehime,
Nahife, Şehime, Şeymâ, Reşîde, Sâime,
**********;
Meymûnetü’r
-Rızâ, Âbidetü’s -Sâbire, Afîfetü’z -Zâkire, Muhsine, Tâibe, Cemîle, Nâkiyetü’s
-Saîde, Ümmü'l -Mesâkîn, Necâbetü’z - Zekiye, Sâiha, Enîse, Muîne, Âtike,
Seyyide Ümmü’z -Zuafâ, Mü’minetü’s -Sevdâ, Ümmü’l - Eytâm, Ümmü Hânî,
Firdevsü'l -Asrî, Bülbül-ü Kerbelâ, Mağsûmetü’l -Halveti, Hafîzetü’l - Mağrîbî,
Şerîfetü’l -Irâkıye, Hüsniyyetü’l - Kâbilî, Kânite, Nefise, Zâhide, Takiyye,
Nâime, Fesîha, Şuayne, Bedîatü’l -Musilî, Medîhatü’l - Ârife, Rabiatü’l
-Adeviyye, Nefesetü’t Tâhire, Maâzetü’l-Adeviyye,
A’lallâhu
Teâlâ derecâtihim dâimâ. (Allah Teâlâ Derecelerini ebedi yüce kılsın)
Hafîzetü’l -Mağribiyye, Şerîfetü’l -Irâkıyye,
Hüsniyyetü’l -Kâbiliyye, Afîfetü’z -Zâkire.
A’lallâhu
derecâtihim dâimâ
Bu kadın büyüklerinden birinin bir kere
ismini zikreden kimse cehennem azabı ve ateşinden halâs olur.
Bu
ekâbirlerin (büyüklerin) yirmi dört saat zarfında yedişer tane vazifeleri
vardır. Bu vazifeleri esnâsında, kimin ismini zikrederlerse, o kimseler
cehennem azabından ve ateşinden âzâd olurlar.
Yuhez,
Îhrâ, Behrâ, Muâhir, Rân, Revâ- Nuş, Kûyes, Kenân, Kitânüs, Nâkır, Rebbân,
Nâçiz, Sefha, Murâdis, Hümeyle, Berrâdis, Teyânüs, Zevrâ, Müsmin, Fesih,
Zekvân, Nâtık, Nûriyân,
Cilt-1, Sh:19-22
MÜRŞİDÎN-İ
KİRÂM HAZERÂTININ EVSÂF VE AHVÂLİNİ BEYAN EDEN VE MAKÂM-I İRŞAD'IN ŞARTLARI VE
ERKÂNI VE MUKALLİD (SAHTE) MÜRŞİDLERİN DE AHVÂLİNİ BEYAN EDER.
BU MENAKIB
“ÜMMÜ'L-HİKÂYÂT” DENİLEN MENAKIBTIR.
BİSMİLLAHİRRAHMANİRRAHÎM
"Ve
ma tevfîkî illa billah aleyhi tevekkeltü ve ileyhi ünîb1 "
1 Hûd
suresi (11:88). Meali: "...Başarım ancak Allah'tandır, O'na güvendim;
O'na
yöneliyorum."
Cenab-ı Hakk Teâla Hazretleri,
Âdem Aleyhisselâm'dan itibaren Resûl-ü Ekrem Aleyhisselâm Hazretleri’nin
zaman-ı saadetlerine kadar insanları başı boş, delilsiz bırakmamıştır. Nitekim
enbiya ve mürselîn-i kirâm göndermiştir. Ve halkı, Hakk yoluna davet ve irşad
ile onları memur kılmıştır. En son hatem-ül enbiya-i ve'l mürselîn ve cümle
enbiyaların sertacı Hz. Muhammed Mustafa sallallâhü aleyhi ve sellem
Hazretlerini cümle mahlûkat ve mevcûdata resul ve nebî olarak gönderdi ve O’nun
risalette; esteîzübillah, "Ve mâ erselnâke...2"
ayet-i kerîmesi'nin muktezası üzere rahmet kıldı. Resûl-ü Ekrem Aleyhisselâm
Hazretleri'nin dar-ı dünya'dan dar-ı beka'ya rıhlet ve intikalinden sonra da,
Cenab-ı Hakk O’nun sevgili ümmetini boş bırakmadı. Evliya-i kirâm ve
mürşidîn-i izam hazerâtını ihsan ederek, her bir asrın içinde 124.000
evliya-i kirâm ve 313 mürselîn-i kirâm Makâmına kaim olan mürşidîn-i izâm
hazerâtını eksik etmedi. Zaten Cenab-ı Hakk Teâla Hazretleri (tarafından)
bu ihsan ve bu nizam ve intizam, Yevmü’l-ahd vel-misâk'da3 tertip ve
tekmil edilmiş bir mevhibe-i ilâhiyye'dir. Cenab-ı Hakk, Yevmü’l-ahd vel-misâk'da
ve “Elestü bi-Rabbiküm” hitap gününde 124.000 enbiya ve mürselîn-i kirâm
hazerâtına, herkese mahsus olan şeref ve fazileti gösterdikten sonra,
mürselin-i kirâm hazerâtına kavim ve ümmeti tefrik ederek gösterdi. Mesela,
Hz. Musa'ya Benî İsrail kavmi, Hz. İsa Aleyhisselâm'a kendi ümmeti, velhasıl
hangi kavme meb'ûs olacak (gönderilmiş) ise ve kaç kişiye Resul olacak
ise gösterdi. Bu suretle Resûl-ü Ekrem Aleyhisselâm hazretlerine de gösterdi.
İla yevm-il kıyam (kıyamet gününe kadar), sonraki asırlarda ümmet-i Muhammed'i
irşad ve hidayet etmek için Resulullah Aleyhisselam'ın havas ümmetinden
mürşidîn-i kirâm'ı tayin ve tahsis buyurdu. Ve her mürşide, kaç kişiyi davet ve
irşadla memur olunduğunu bildirdi. Bu suretle ahd u misak'ı alındı. Sonra
mürşidler, Resûl-ü Ekrem Aleyhisselâm'ın huzurunda da, huzûrullah'ta
ahdettikleri gibi, ahd u misak alarak, kendilerine gösterildiği miktarda
ümmet-i Muhammed'i irşad edeceklerine dair vadettiler. Bu muahedeyi mürşidîn-i
kirâm, Resûl-ü Ekrem Aleyhisselam Hazretleri dar-ı dünya'ya teşrif edinceye kadar,
otuzüç kere, tekrar tekrar tecdid-i ahd olmak üzere arzettiler. Cenab-ı Hakk
Teâla Hazretleri, Yevmü’l-ahd vel-misâk'da bilcümle mahlûkatın şeûnâtı, yani
her mahlukun üzerine gelecek macerayı tesbit ve takdir buyurdu ve bilhassa
insan ve benî beşer'e verilecek olan fazilet ve kerameti takdir etti. Ve cümle
mevcudâtın yaratılmasındaki hikmet ve gayeyi orada ikmal etti. Ve herkesin
mukadder olan nasibini de ayırdı. Kaza ve kader-i ilâhiyye hususunda, kalem,
orada ne lazım ise yazdı. Sekiz cennetin ve yedi cehennemin tecelliyâtı da
orada zuhur etti. Mürselîn-i kirâm hazerâtının bi'set (gönderiliş) ve
risalet ve kendi ümmetleri hakkında ne kadar hizmet lazım ise gösterildi. Ve
ila yevm-il kıyam ümmet-i Muhammed'i tarîk-ı Hakk'a irşad ve hidayet edecek
olan kendi itbâlarını ve onların hakkında yapılacak muamelat ve vezâif-i
mukaddese gösterildi. Bunun gibi, bilcümle mensûbîn, müridân, itbâ ve mürşidîn
olan zümreye de mürşidîn-i kirâm'a karşı yapılması lazım gelen usûl ve adâb ve
itbâ ve teslimiyetin derecesini gösterdi ve bildirdi. Ve ahd ü misak'ı alındı.
Binaenaleyh, darü't -teklif olan alem-i dünya'da, o Yevmü’l-ahd vel-misâk'da
gösterilmiş ve çizilmiş olan hatt-ı harekete göre amel edilmesi lazımdır.
Aralarında muhalefet olduğu takdirde, maksat ve netice hasıl olmaz. Yapılan
amel ve işlenen ibadet, zahir itibariyle ne kadar yüksek ve mukaddes olsa da
hakikat itibariyle, makbul ve maksâd-ı ilâhiyyeye vasıl olmaya vesile olamaz.
Şu halde mürşid olsun, mürid olsun, salik olsun ve hatta avâm-ı nâs olsun, o
âlem-i zerre'de mesbûk (geçmiş) olan ahd u misak'ına göre çalışması lazımdır O
suretle çalışmayıp, kendi bildiğine gidecek olursa hakîkatü'l-vüsûl'e ermek
için imkan yoktur. İşte bunun için, o ahd ü misak'ın hakikatini idrak eden bir
mürşid-i kamil'e intisap ve müridlerine (onun) emirlerine harfiyen
riayet, itaat lazımdır. Başka türlü hakiki hidayet hasıl olmaz. Fakat olabilir
ki, Cenab-ı Hakk Teâla Hazretleri'nin fevkalade inayetine nail olup, meczûb (kendinden
geçmiş) olarak vâsıl olur. Bu da ancak yüzbinde bir nisbette vakî olabilir.
Bir kimse mesela, o Yevmü’l-ahd vel-misâk'da olan ahdi unutup, hiç hatırına
gelmez bir hale gelirse tabiidir ki, o günkü ahde göre hareket edemez. Ta ki
mürşid-i kamil'in emri üzere, a'dây-ı erbaa'ya (dört düşmana) karşı
mücahede ederek, o Makâma vasıl oluncaya kadar mücahedeye girdiği zaman son
zafer ve galibiyetine kadar, cephe-i harpten firar etmeden sebat etmesi
lazımdır. Böyle sabır ve sebat ederek fatih-i hakîkî olmayan kimse, o Yevmü’l-ahd
vel-misâk'daki ahdine vakıf olamaz. Resûl-ü Ekrem Aleyhisselâm Hazretleri'nin
ahlâkiyle mütehallik ve ahlâk-ı Resûlullah'a varis olmayan bir kimse,
Yevmü’l-ahd vel-misâk'daki ahde vakıf olmaz. Bu ahlâk dahi, nefs-i emmare ve
a'dâ-yı erbaa'ya karşı cihad ilan ederek, mürşid-i kamil'in emir ve programı
üzerine mütareke etmeden ve cepheden firar etmeden devam ederek, zafer-i
katiyyeye vasıl olmadıkça ahlâk-ı hamîde'ye varis olamaz. Cenab-ı Hakk, İzz ü
Celle ve Resûl-u Ekrem Aleyhisselam’ın kendisine emanet etmiş olduğu itbâ ve
müridânını bilmeyen ye onları görmeyen ye onları görecek olan basîret gözü kör
olan kimse ve o itbâlar kaç kişidir ve herkesin dert ve hastalığı nedir ve ne
suretle onları irşad etmek lazım geleceğini bilmeyen bir kimse Yevmü’l-ahd
vel-misâk'daki uhûdun (ahidlerin) muktezâsı ile hareket edebilir mi?
Estaizûbillah, "...Ricalun sadakû ma âhedullâhe aleyh. (...Allah'a
verdiği sözü yerine getirenler vardır...") (33:23) ayet-i kerimesi'nin
sırrına mazhar olmayan ve zamanın fetret ve zulmetine katılıp gafilane ömür
geçiren kimse, o günkü ahdden haberdar olur mu? Hayfür-rical denilen küşûfât ve
keramete nail olmak âmâliyle (emel ve arzusuyla) uğraşan ve çalışan
kimseler, o Yevmü’l-ahd'in hakâyıkına vakıf olamazlar. Velhasıl Cenab-ı Hakk Teâla
Hazretleri'nin mutlak inayeti ile meczuplardan olup, yahut mürşid-i kamilin
taht-ı terbiyesinde son muzafferiyet ve hakîkî fütühâta_kadar mücahedeye devam
etmedikçe, mürşid-i kâmil olmak imkân haricindedir.
Asr-ı Saadetten itibaren bu asra
kadar, mürşidîn-i kirâm kendi itbâ ve müridânlarını, o Yevm-ül-ahd vel-misak'da
vaki olan uhûde tatbik edilmek suretiyle mücahedeye sevk ederek
hakîkatü’l-vusûle ve hakikî saadete eriştirdiler.Usûl ve adâb üzere sa'y-u
gayret ile nail-i merâm oldular. Lakin, zamanımızda birtakım mukallid mürşid tâifesi zuhûr etti. Makâm-ı
irşâddan bî-haber ve uzak oldukları halde mürşidlik davasında bulundular ve
başlarına müridân toplayıp güya irşad ve tarikat intişar etmeğe başladılar.
Hatta Makâm-ı Kutbaniyyet'te olduklarını ve bu makâm kendilerine, Makâmdan
tevcih edilmiş olduğuna hükmederek itbâ ve müridânlarının kendilerine, mürşid
ve kutup demelerine razı oldular. Halbuki
Makâm-ı Kutbanîyet, ancak Resûl-ü Ekrem Hazretleri'nin emirleriyle olur. O’nu tevcih etmek, Seyyid-i Kâinat Aleyhis-selâm'a
mahsustur. Böyle kimselerin davacısının, huzûr-u mahşer'de Resul Aleyhisselâm
olacağı şüphesizdir. Kendisi, ehli olmadığı halde "Ben halkı irşad
edeceğim" diye uğraşanlardan ümmet-i Muhammed ziyan görürler, faide
görmezler. Ümmet-i Muhammed-i yoldan çıkarmak, Resul Aleyhisselâm'ı
gücendirecek bir ameldir. Ehli olmayan kimselerden irşad ve hidayet
hasıl olması, güneşin mağrip (batı) tarafından çıkıp tövbe kapısı kapandıktan
sonra olacak rahmet ve hidayete benzer. Tövbe kapısı kapandıktan sonra rahmet
ve hidayet olmayacağı gibi, mukallid mürşidlerden de hidayet hasıl olmaz. Böyle
kimselerden hasıl olacak faide; gayet sıcak bir mevsimde, giderken uzaktan bir
parlaklık (serap) gören yolcunun haline benzer. Su zannederek sevinir,
fakat yanına vardığında bir şey bulamaz. Seraptan fayda olmadığı gibi, böyle
mürşidin irşadından da faide yoktur. O mürşid-i kâzip, (yalancı mürşid)
ümmet-i Muhammed'in hidayet yolunu kesen kuttau't-tarîktendir (yol
kesicidir). Kendi mürşid-i hakikîsine tesâdüf ve mülâkât ettiği takdirde
hidayete ve saâdete nâil olacak kimseyi alakoyarak hakikî saâdetten mahrum
kalmasına sebep olur. Böylece yol kesici olur. Resûl-u Ekrem Aleyhisselâm
Hazretleri buyurmuştur ki: "Benim ümmetimin içinden otuzüç deccal zuhur
edecektir." Bu mürşid-i kâzip ve mukallit mürşid de deccal olabilir.
Zira ol kimse, ümmet-i Muhammed'i yoldan çıkarıyor, hakîkât-i vusûlden men
ediyor. Bu mesele hakîkat itibariyle bir fitne ve fesat meselesi demektir.
İleride zikredileceği veçhile bir kimse mürşid-i kamil makâmına nail olmak için
tarikatın ıslahâtına muvafık surette bir mürşid-i kamil'in terbiye ve tedbiri
altında ahlâk-ı zemîme'den pak oluncaya kadar mücahede ederek fâtih-i hakîkî
olması gerekir. Kalbi, a'da-yı erbaa'nın (dört düşmanın) taarruzâtından
(saldırılarından) kurtarıp, mevâhib-i atâyâ'ya (Allah'ın ihsanına)
ve tecelliyât-ı ilâhiyyeye (ilahî lutfa) mazhar olmak lazımdır. Ekâbir Ricalullah
hazerâtından Mevlana Ebu'l-Hasen Şazelî hazretleri, kendi müridânından
birisinin "Üstazım Ebu'l -Hasen kutubtur" dediğini işitmiş. Şazelî Hazretleri o
müridi huzura çağırmış ve "Oğlum ben kutup değilim ve kutbaniyyet
makâmına da layık kimse değilim. Bir daha bana kutup demeyeceksin."
demiştir. Halbuki
Ebu'l-Hasen Şazelî esası itibarı ile kutup idi. Öyle olduğu halde kendisine
kutup denmesinden hoşnut olmayıp irşadtan, kutbaniyyet makamından haberi
olmayan kimseler, nasıl buna razı olur da kutbaniyet davasına cesaret ederler.
"Makâmü'l-İrşad" ve
"Makâmü'l-Kutbaniyye", bu iki makâma vasıl olmak için 313 enbiyâ-i
mürselin-i kirâm hazerâtına nübüvvet ve risaletin ihsan edilmesine esas ve
vesile olan ahlâk-ı hamîdeye malik olmak lazımdır. Eğer ahlâk-ı hamîdeden
birisi noksan olursa, ol kimse mürşid ve kutup olamaz. Resûl-ü Ekrem
Aleyhisselâm'ın; "İnnemâ buistü li-ütemmime mekârime'l –ahlâk4"
hadîs-i şerîfi ile yad buyurmuş olduğu ahlâk-ı hamîdeden birisi noksan olmamak
şartıyla kâffesine varis olmak şart-ı azam(en büyük şart)dır. Bu ahlâk-ı
hamîdeye malik olmayan, mesela bir hulûk (ahlâk) veyahut iki noksanı olan
bir kimse mürşid olamaz. Fakat mürşide vekil ve muavin olabilir. İcâb-ı
maslahat mürşid-i kamil'in emirlerini tebliğ ile memur olabilir. Cenab-ı Hakk
Teâla Hazretleri (tarafından), asırlarında resul ve meb'ûs mevcut olduğu
halde, müblağ ve muavin olarak gönderilen mürselîn-i kirâm vardır. Nitekim Musa
Aleyhisselâm'a nâzil olan Tevrat-ı Şerifin ahkâmını tebliğ ile memur olan
mürselîn-i kirâm gibi itbâ ve müridânın ahvâl ve etvârın icabı olarak mürşid-i
kamil de muavin ve müblağ tayin edilebilir. Fakat o müblağ olan zat mürşid-i
kamil'in emirinin hilafında bir söz söyleyemez. Eğer söyleyecek olursa derhal
tarîkattan ve o Makâmdan azlolunur. Mürşid-i Kâmilin kendisine göstermiş
olduğu hatt-ı hareketten asla çıkamaz ve kendiliğinden bir şey karıştıramaz.
Makâmü'l-İrşad için meşrut kılan (şart olan) üçyüz onüç nebî ve Resûl'ün
ahlâkına vasıl oluncaya kadar ve onlara tam manâsıyla varis oluncaya kadar,
mücahede meydanında manevî düşmanlarla uğraşıp muzafferiyyet-i tamme (tam
bir zafer) kazanan ve fatih-i hakikî olan kimse estaizübillah, "Ve
zekkirhüm bi-eyyâmillah...”5 ayet-i
celîlesinde mezkur olan, eyyâmillah'ta vaki olan hakâyık ve
şeûnat-ı ilahiyyeye vakıf olur. Bütün alemde ve bilhassa alemü’l-ahd
vel-misak'da vaki olan, gerek kendi nefsi hakkında ve gerekse başkalarının
hakkında olan maceranın kaffesine vakıf olur. Ve Cenab-ı Hakk Teâla Hazretleri
ile Resûl-ü Ekrem Hazretlerine karşı nasıl ve ne suretle muahedede bulunduğunu
hatırlar. Eğer ol kimse mürşid ise. kendisine emaneten verilen itbâ ve müridânın
kimler olduğunu ve ne kadar olduklarını ve o müridân hakkında yapılması lazım
gelen manevî hizmetlerin hakikatını ve müridânın derece-i istidadını ve ne
suretle onları hakîkatü’l vüsûle eriştireceğini bilir. Yüz yirmidört bin enbiya
ve mürselîn-i kirâmı ve onların Makâm ve meşreblerinde bulunan evliyâ-i kirâm
ve mürşidîn-i izâmı da bilir. Mürşidin-i kirâm'ın itbâ ve müridânını da bilir.
Her mürşid, kaç kişinin irşadı ile memur olduğunu da bilir. Velhasıl bilmediği,
anlamadığı bir hakîkat kalmaz. Bilcümle mürşidîn-i kirâm, Yevmü’l-ahd
vel-misâk'da mes'ûl olduğu ahdine göre hareket etmesi icap ettiğinden bu
meseleye son derece ehemmiyet verirler. Zira o günkü ahdin hilafına hareket
ettiği takdirde maksâd-ı aslî olan hakiki saadet ve hidayetten mahrum kalmak
muhakkaktır. Ve buna ehemmiyet vermeyip hilafına hareket eden mürşidler,
mes'ûliyete duçar olurlar. (Hafazanallah). Saadat-ı kirâm'dan Mevlâna
Abdulhâlık-ul Gücduvânî, kaddesallahu sırrehu'l-a'lâ hazretleri buyurmuştur
ki: "Yol kesici olan,
yani Makâm-ı irşadtan habersiz olduğu halde mürşidlik namı taşıyıp ümmet-i
Muhammed’i kendi mürşidlerine kavuşmaktan alıkoyan kimseler bizden değildir.
Rûz-ı mahşerde biz ondan davacıyız". Gücduvanî Hazretleri’nin bu kelamından
anlaşılıyor ki mürşid olmadığı halde "Ben mürşidim" diye uğraşan
kimse rûz-ı mahşerde bilcümle mürşidîn-i kirâm ile mahkeme olacak ve mürşidler
ondan davacı olacaklardır.
Binaenaleyh bu makâma dava
edecek kimse (yani mürşid olduğunu iddia eden bir kimse), evvela mürşid
ne demektir ve mürşid ne vakit olabilir ve Makâm-ı irşad kimin tarafından
tevcih olunur, bilmeli ve anlamalıdır. Bir kimseyi iğfal etmek, üçbin
müslümanın malllarını gasbedip, canlarına kıymaktan ve onları katletmekten
indallah mes'ûliyetçe daha büyüktür. Demek ki mürşid olmadığı halde bir kimseyi
irşad edeceğim diye, uğraşmak ve o kimseyi hakikî saadete eriştiren, kendi
hakîkî mürşidinden çevirip ona birtakım vezaif_gösterip neticesiz işleri ile
uğraştırmak insanların geçeceği bir yola çıkıp üç bin ehl-i imanı soyup katletmekten
daha günah ve mes’ûliyyet itibariyle büyüktür. Zira bu, hayat-ı hakîkiyye'yi
mahvetmek meselesidir. (El -İyâzübillah)
Zamanımızda bulunan ehl-i tarikat, ekseriyet itibarıyle evhâm ve hayâlâta
kapılıp güya büyük Makâm kendilerine hasıl olmuş gibi mağrur kalmaktadırlar.
Buna temsil olarak, bir macerayı nakletmeği münasip ve muvafık maslahat
gördüm. Bir zaman İstanbul'da bir kimseye tesadüf ettim. Musahabe ve mükâleme
esnasında ol kimse dedi ki: "-Ben elhamdülillah-i Teâla, kalbden başlayıp eltâf-ı
hamse ile Allah'ı zikrediyorum. Kalp, Sır, Sırru's-Sır, Ahfa, Ahfü'l -Ahfa
zakir oldu. Ve bu esrâr üzere zikrediyorum."
Ben, ol kimsenin evhâm ve
hayâlâta kapılıp, vasıl olmayan bir kimseye güvendiğini anladım. Kendisine
nasîhat etmek istedim. Eltâf-ı hamse'de Zikrullah yerleştiği itîkat ve
kanaatinde olduğunu anladım. Ben dedim ki:
-"Bana
bir az müsaade et, sana anlatayım. Bir kimsenin kalbinin hakîkaten zakir olması
için yedi şart vardır" deyip şartları birer birer
söyledim. Ve dedim ki:
"-İyice
düşünmelisin. Bu şerait sende var mıdır? Tekmil olmuş mudur?" Asıl ve
esası olmayan evhâm ve hayâlâta kapılmış olduğunu kendisine sarâhaten (açık
seçik) söyledim. "Sen mağdur oluyorsun. Olmadığı halde bir şey
kalbinde var zannediyorsun." dedim. Lakin bir türlü inandıramadım.
Kendi bildiklerinden ve hayallerinden vazgeçiremedim. Artık ol kimse, tabîb-i
hâzık tarafından tedaviye muhtaç bir halde idi. Ol kimse ve onun gibi olanlar,
bir taraftan miskindirler ve diğer taraftan onlara, ruha hayat hasıl olacak
tedbir elinde olan bir mürşid-i kamil'in taht-ı nezâret ve terbiyesine
düşmediklerinden ve kendilerini hakikî saadete hidayet etmekten aciz olan bir
mukallit ve mürşid-i kâzibin esareti altına düşmüş olduklarından
"esirler" demek lazımdır.
Esrâr ve
eltâf-ı hamse zâkir olmak için lazım olan şurût (şartlar) ve alâmetler
şunlardır:
Kalb zâkir olmak için; Kalbin
ahlâk-ı zemîme denilen kötü huylardan tamamen pak olması lazımdır. Çünkü
ahlâk-ı zemîme ile dolu ve mülevves olan kalbine zikrullah yerleşmez. O kalb,
aslen makarr-ı ulûhiyyet olamaz. A'dâ-yı erbaa'nın tasallutunda ve taht-ı
tasarrufunda bulunan bir kalb, zikrullaha mazhar olamaz. Kalb, bütün diğer
azalara hakim olan padişahtır. Bu padişah ıslah olmadıkça raiyyet (halk)
ıslah olmaz. Raiyyeti ıslah etmeğe iktidarı olmayan bir kalb, nasıl huzûrullahı
muhafaza edecektir? Şu halde o ahlâk-ı zemîmeden pâk olmadıkça, kalbe arız olan
halâvet ve zikrullah bir hayalden ve evhâmdan ibarettir. Bir kimsenin kalbi
zakir olursa, yanında oturan bir kimsenin aynen dili ile söylediği gibi
zikrullahı işitilir. Eb-i manevi ve mürebbi-i hakikî (manevî baba ve
hakikî terbiyeci) olan zatın tertip ve tedbiri altında mücahede ederek, hiç
bir lahza muhalefet etmeden, kendisine gösterdiği vezaifine dikkat ederek
mücahedeyi sonuna getirebiliyorsa ol zaman kalb zakir olur. Sonra zakir olan,
gerek mahsus olan ve gerekse makul olan ve yani hissi ve aklî, şehevât ve
arzuların kaffesinden pâk olmalı. Eğer cüz'î miktarda bir şeyi arzu etmek ve
bir şeyin sevgisine mahkum olmak, ol kimsede bulunursa, ol kimse hakikî mücahit
ve zakir olmaz. Bir de kalb zakir olursa bir cümle mahlûkatın tesbihâtına ve
takdisâtına ve her mevsime göre değişmekte olan şu tesbihatın hakâyıkına ve_her
bir mahlûkun_tesbihine vakıf olması gerekir. Bu şerait ve alâmet kendisinde
bulunmayan bir kimsenin kalbi zakir olmaz.
Sır zâkir olmak için; evvela ol
kimse için bilcümle ayât-ı Kur'an’iyyede bulunan kelimelere en aşağı üçer mana
ve tefsir bilmek lazımdır. Velev ki ol kimse, hiç okumamış avâm kısmından
olsun; sır zakir oldu mu, mutlaka Kur'an-ı Kerîm'in her bir kelimesine karşı
üçer mana tefsir edebilir. Bilcümle mahlûkatın içinden cemadât ve ruhsuz
kısmından olanların da, namazın hakîkatına vakıf olması lazımdır. Ve kendi
hamelâtü'l-Kur'an da denilen efrad-ı ümmet'ten olması lazımdır. Hamelâtü'l
Kur'an, Kur'an-ı Azîmüşşân'da mezkur olan 800 adet menhiyyatdan tamamen uzak ve
pâk olmak ve 500 memûriyye (emredilmiş) olan meseleleri de işlemek,
velhasıl a'mâl ve ahlâkı. Kur'an-ı Azîmuşşân’ın sırına mutabık olmak demektir.
Ol kimse yani sır zâkir olan kimse, kırkbir tarîkatın usul ve adâb ve erkânı
ile, o kırkbir tarikatın geldiği menabii (kaynağı) ve silsile-i
şerifelerini bilmesi lazımdır. Ve her bir tarikatın asırlarca, zamanına göre
vaki olan tebeddülât, usul ve füruğlarından vaki olan değişikliklerin neden
ibaret olduğunu bilmesi lazımdır.
Sırru's-Sır zakir olmak için :
Sırru's-Sır zakir olan bir kimse, istediği zaman ve arzu ettiği lahza, bilcümle
meşâyih-i kirâm hazerâtının ervâh-ı mukaddeselerini davet eder ve onlarla
görüşür. Bu kadar kuvve-i kudsiyyenin ol kimsede bulunması lazımdır. Maşrık (doğu)
ve mağrib (batı) arasında ne kadar ehl-i kubûr var ise, kaffesini bilmek
ve onların ahvâl-i berzâhiyyeleri'ne ıttıla etmek (bilmek) lazımdır.
Nimette olanlar, hangi amel ile ona mazhar oldular? Azab ve intikamda
bulunanlar dahi, hangi hareket üzere muahaze ediliyor (azarlanıyorlar)?
Nimet ve intikamları, dereceleri ile beraber bilmek lazımdır.
Aynuşşerîat-i ûla ki, müçtehidîn-i kirâm hazerâtının ulûmu ahz buyurdukları (ilim
aldıkları) Makâmdır. O Makâmdan ilim ahzetmeğe muktedir ve selahiyâttar olmak
dahi lazımdır.
Ahfa zakir olmak için şart: Ahfa
denilen Makâm ve eltâfa zikir yerleşmiş kimsenin, istediği zaman Hazret-i
Resûl-u Ekrem Aleyhisselâm ile sohbet ve mülakat etmeğe muktedir ve selahiyetli
olması lazımdır. Enbiya ve mürselîn-i kirâm hazerâtına nazil olan vahyullahı,
makâmında olmak üzere Hakk Teâla tarafından nida ve hatif kendisine gelmesi
lazımdır. Hiç olmazsa günde beş kere hatif-i Rabbaniyye'ye mahzar olması
lazımdır, Feyzu’l-Akdes denilen Makâmdan ulûm ve hikmetleri almak için muktedir
olması lazımdır. Aynuşşerîatü'l-ûla'nın hakâyıkına vakıf olup oradan kelam ve
söz söylemeğe mezun olması lazımdır. Melaike-i kirâm hazerâtı ile sohbet
ve_ülfet etmesi ve onlarla tam bir münasebette bulunması lazımdır. Bütün enfası
ve ......(*Burada bir kelime okunamamıştır)...... hak ve
hukukun zerre miktarını kaybetmeden vezâif-i ubûdiyyetini ikmal etmesi
lazımdır.
Ahfu'l-Ahfâ : Bir kimsenin Ahfu'l-Ahfâ makâmına zikrullah yerleşirse; ol kimse, daimî
surette bila-hicab (perdesiz) Resûl-u Ekrem Aleyhisselâm Hazretleri ile
içtima ve huzurunda bulunması, bir lahza olsun Resûl-u Ekrem Aleyhisselâm ile
aralarında hicab olmaması şarttır. Levhu'1-Mahfûzü'l-Ekber'de (Allah
tarafından takdir ediken şeylerin yazılı bulunduğu manevî levhada) yazılı
olan bilcümle hakâyık ve ahkâmın (emirler, hükümlerin) kaffesine (tümüne)
vukûf ve itlâ (bilmesi) lazımdır. Elinin avucunda olan bir hardal tanesi
gibi levh-i mahfuzun kendisine açık olması lazımdır. Keramât-ı kalbiyye ve
keramât-ı ilmiyye ve keramât-ı kevniyyeden zahid olması lazımdır.
İşte burada zikrolunan şerait ve
evsafı olmayan bir kimsede eltaf-ı hamse zakir olmaz; bir hayal ve evhamdan
ibaret olur.
Bunlara malik olmayan bir kimse,
"Ben kalb ile zikrediyorum" diyerek uğraşmaktansa, lisanen Allah'ı
zikretmesi kendisi için hayırlı olur. Bir mürşid-i kâzib ve mukallid (yalancı
ve sahte bir mürşid) tarafından zikr-i kalbî izni verilen bir kimse, evhâm
ve hayâlâta kapılıp ileri gidecek olursa, "Da'-ül ufal"
denilen hastalığa dûçar olur. Bütün dünyanın hekim ve doktorları uğraşsalar, ol
kimseye deva ve şifa hasıl olmasının imkanı yoktur. Zamanımızda böyle
kendisinde bulunmayan ve hakîkat olmayan şeylere inanıp vehim, hayal ve
hakikat sanıp uğraşanlar pek çoktur. Ehliyet ve liyakat sahibi bir kimse,
mukallit mürşidlerin yed-i emanetine düşerse, ne kadar uğraşıp çalışsa gece
gündüz ibadet ve taat ile vakit geçirse de, bir menfaat ve uhrevî faide hasıl
olmaz; bilakis zarar görür. Ümmet-i Muhammed'in yüksek tabakasından olmak için
ahd ve misak alınan bir kimse de olsa en edna (alçak) derecede olmağa
sebep olur. Ve hatta bütün ümmet-i Muhammed'in zümresinden de ayrılmağa sebep
olur. (El -İyâzü Billah)
Cenab-ı Hakk Teâla Hazretleri,
Kur'an-ı Kerîm'de buyurmuştur ki: (İnnallahe ye'mürukün en tüeddü'l-emanati
ila ehliha.6 (sadakallahü'l-azîm) Burada zikrolunan
emânâtın içine, mürşid ile mürid arasında olan emânât-ı mukaddese de dahildir.
Emaneti yerine koymak, Allah'ın emridir. Kendi emanet sahibi olup olmadığını
ve Yevmü’l-ahdde mansab-ı irşâd ve Makâm-ı hidayetle memur olduğunu bilmediği
halde, irşadla meşgul olmak, bitmediği ve akıl erdiremediği şeylerle
başkalarını uğraştırmak, emanete hıyanet demektir. Rûz-ı mahşerde ol kimse hain
zümresi ile birlikte olur. İleride zikredileceği surette, Cenab-ı Hakk'ın, bu
Ümmet-i Muhammed'in hidayetine memur kılmış olduğu mürşidîn-i kirâm, kıyamete
kadar eksik olmazlar. Ve irşadla memur olan hangi nebî ve mürselînin meşreb ve
kademesinde ise, ol Resul’ün ümmet ve kavmi adedince, ümmet-i Muhammed'in
irşadı ile memur olur. Mesela bir mürşid-i kamil, Musa Aleyhisselâm
Hazretleri’nin meşrebinde ise, Musa Aleyhisselâm ne kadar ümmete Resul ise, o
kadar itbâ ve müridânın ıslahına ve dünya ve ahiret saadetlerine onları isal
etmekle (ulaştırmakla) memur olur. Onların kaffesine, kendilerinin
nasiplerini vermek lazım olur. Ve kendi itbâlarından bir kişiyi unutması ve
tanımaması kabil değildir. Tarîkat-ı Aliyye-i Nakşıbendiyye'de mezun olan
mürşidîn-i kirâm hazerâtının adedi altıbin Ricalullahtır. Sıddîk-i Ekber
Raziyallahu Anh Hazretlerinden başlayıp kıyâmete kadar, Makâm-ı irşad'a nail
olacak ve Resûl-ü Ekrem Aleyhisselâm Hazretleri’nin izin ve müsaadelerine
mazhar olacak olan Sâdât-ı Nakşibendiyye’lerin adedi altı bindir. Bundan ziyade
(fazla) ve eksik değildir. Bu Ricalullah hazerâtına_inâbe (=Hak yoluna
girme) ve telkin, Resûl-u Ekrem Aleyhisselâm tarafından tevcih edilmiştir.
Aralarındaki vasıta ancak Sıddîk-ı Ekber Raziyallahu Anh Hazretleridir. Ve
inabenin ahzedildiği Makâm da Gâr-ı Sevr denilen, hicret esnasında üç kere
Resulü Ekrem Hazretleri ile Sıddîk-ı Ekber'in gizlendikleri mağaradır. O
Makâm-ı mübarekede Resulü Ekrem Aleyhisselâm, kendilerine itbâ ve müridânlarını
unutmamaları için tekrar tekrar tavsiyede bulunmuştur. Mürşidler de buna
ahdetmişlerdir.
Cümle ihvanlarıma vasiyyetim ve emanetim budur ki; asıl ve esas olmayan evhâm
ve hayâlâta kapılıp hakîkat olmayan bir şeyi doğru ve esaslı sanıp aramızdaki
rabıta ve muhabbetimize halel getirecek bir yola gitmeyiniz! Mürşid kimdir ?
Kutup kimdir ? Zakir kimdir ? Artık anlaşıldı. Bu Makâmatın ne kadar yüksek
Makâmat olduklarını ve ne suretle husûlünün mümkün olacağı bu menâkıbtan
anlaşılıyor.
Böyle bir meseleye maruz kaldığınız zaman bu mizanla tartar ve tahkîk
edersiniz; doğru ise istifade etmek kabildir, değilse öyle kimselerden
uzaklaşmak daha hayırlıdır. Zira onlara uyarsanız tehlike hazırdır. Maazallah.
Cenab-ı Hakk asıl vatan ve asıl fazilet ve şeref olan hisse ve nasiplerimize
nail olmak için vesile olan esbabına muvaffakiyyeti cümlemize ihsan buyursun.
Amîn.
Bir kimse, ahlâk-ı hamîdeye (güzel ahlâka) tamamen malik olursa ve
enbiya-ı izam ve mürselîn-i kirâm hazerâtına ihsan olunan ahlâk-ı haseneye
varis olursa; ol kimsenin irşad ve hidayetten nasibi olmayan hiç bir şey kalmaz
ve yani cemadât ve nebatât ve cemi-i eczây-i mevcûdata da (canlı cansız
bütün yaratılanlara) o Zat’tan şeref ve fazilet hasıl olur. Usûl ve
adâb üzere, müridânı hidayet ve irşad etmek vazifesinden maada, bilcümle
ümmet-i Muhammed'in selamet ve saadetine de ayrıca hizmet ve dua eder.
Silsile-i Tarîkat-ı Aliyye'de mezkûr olan zevat ile, adetleri altı bine baliğ
olan (ulaşan) zevat-ı kirâm bilcümle enbiya ve mürselîn hazerâtının yani
Resûl-u Ekrem Hazretleri’nin varisleridir. Eğer bu mürşidler, bir kimsenin
hakkında ehl-i salah olduğuna dair şehadet ederlerse, ol kimse için yüz
yirmidört bin enbiya şahit olur. Zira kendilerine varis olan kimse şehadet
etmiş olduğundan aynı suretle onlar da şahit olurlar. Cenab-ı Erhamerrahimîn,
Zü'1-Celali ve'l-İkram Hazretleri bu zevat-ı kirâm ile birlikte rûz-ı mahşerde,
haşr ve cem olunmayı (toplanmayı) cümlemize nasip eylesin.
Amîn.
--------------------------------
1 "Ve
ma tevfîkî illa billah aleyhi tevekkeltü ve ileyhi ünîb " :
Ayet-i Kerime. Hûd suresi
(11:88). Meali: "...Başarım ancak Allah'tandır, O'na güvendim; O'na
yöneliyorum."
2 "Ve
mâ erselnâke illa rahmeten li'l-alemîn" : Ayet-i Kerime. Enbiya
Suresi(21:107) : Meali:"Ey Muhammed, Biz seni ancak alemlere rahmet olarak
gönderdik."
3
"Yevmü’l-ahd vel-misâk" ve "Elestü
bi-Rabbiküm" hakkında bakınız: A'raf Suresi (7: 172).
4 Kuzâi,
Müsnedü'ş -Şihâb, Beyrut 1986, 11, 192. Hadis-i Şerif Manası: "Şüphesiz
ben, güzel ahlâk'ı tamamlamak için gönderildim."
5 İbrahim
Sûresi (14: 5) . Meali: "...Allah'ın günlerini onlara
hatırlat..."
6 Nisa
Süresi (4:58) : Meali: "Şüphesiz Allah si-ze, emanetleri ehline teslim
etmenizi emreder."
Cilt-1, Sh:23-39
Mürşidler dört
kısımdır: Mürşid-i teberrük, mürşid-i tezkîye, mürşid-i tasfiye ve
mürşid-i terbiye.
Makâm ve mertebeleri, ulvîyyet ve
kudsiyyeleri, zikrolunduğu tertipdedir. En iptidâ (başlangıç) makâmda olan, mürşid-i
teberrük’dür.
Mürşid-i teberrük olan zâtta bulunması
lâzım gelen evsâf ve şerâitdendir ki; evvelâ o zât kendi mürebbî ve mürşidi
tarafından beş bin lafza-i celâl’i ve beş bin de salavât-ı şerîfeyi telkîn ve
tavsîfe me’zûn (ders vermeğe
yetkili) bulunmalıdır. Bilcümle mahlûkâtın tesbihâtına vâkıf
olması lâzımdır. Ehl-i kubûrun hakîkatına - hayal ve evhâm olmayıp, doğrudan
doğruya - hallerine vâkıf olması gerekir. Onların üzerinde bulunan saâdet veya
azabın, hangi amellerden mütevellit (doğmuş) olduğunu bilmesi lâzımdır. Azabın hangi cürüm ve
günahın neticesi olduğunu bilmelidir. Bütün kâinatta her türlü vak’alardan ve
renklerden, vahdâniyyet-i ilâhiyyeye (Allah'ın birliğine) burhân ve delâili anlaması gerekir.
Cümle mahlûkâtın esâmilerini (isimlerini)
bilmesi dahi lâzımdır. Etbâ ve müridânın üzerine, meşâyıh-i kirâm hazerâtının
cezbe ve nazarlarını, celbe (çekmeğe)
iktidar ve selâhiyetli (yetkili)
olması lâzımdır. Cihet-i istikâmeti mükemmel olmalıdır. Müridân ve etbâlarını,
makâm-ı tezkiye ve tasfiyeye irsâle (çıkarmağa) muktedir olmalıdır. Yirmi dört saat içinde,
yirmi dört bin lafza-i celâl ve beş bin salavât-ı şerîfe'yi ifâya ve bunlara
müdâvim olması lâzımdır.
Mürşid-i tezkiye olan zâtta bulunması lâzım gelen
evsâf ve şerâit, mezâhib-i erbea’nın (dört mezhebin) azimet kısmına muhâlif olan
efâl (işler) ve
a’mâl (ameller) ve
harekâtından mahfuz (korunmuş)
olması gerekir. Kendi etbâ ve müridânına yirmi dört bin lafza-i celâl ve beş
bin salavât-ı şerîfe’yi telkîne me’zûn olması gerekir. Bilcümle Saâdât-ı
Nakşibendiyye’yi (Nakşibendî
silsilesindeki büyüklen) istediği zaman davete selâhiyeti
olması lâzımdır. Asrında mevcut yirmi dört bin evliyây-ı kirâm hazerâtını
bilmesi dahi gerekir. Mürşidin hangi resûl ve nebî'nin makâmında olduğunu
bilmesi gerekir. Kendi müridânının üzerine olan ahvâle vâkıf ve ârif olması (bilmesi) lâzımdır. Kendi
etbâ ve müridânını a’dâ-i erbea’nın (dört düşmanın) mekrinden (hilelerinden) muhâfazaya dahi muktedir olması
lâzımdır. Müridân ve etbânın kalb- lerinden evhâm ve hayâlât ve fütûru (zayıflık, ümitsizlik) dahi
ref ü defe (yok etmeğe)
selâhiyetli olması lâzımdır. Yirmi dört binden başlayıp yetmiş bine kadar zikre
mezun olması dahi lâzımdır. Sâhib-i tevfîk ve erbâbı için bu zikir, bir saatlik
vazifeden başka bir şey değildir; o kadar kolay ikmâl edilir.
Mürşid-i tasfiye olan zâtta dahi, evvelki iki
mürşidde bulunması gereken evsâfdan başka, evvelen âhirete ait umûrundan (hususlardan) zühd olması (kendini soyutlaması)
gerekir. Hatıra mâsivâullah (Allah’tan
başka şeyler) gelmemesi için, mürşid tarafından mükellef ve
muvazzaf olması lâzımdır. Bilcümle kâinât ve melekût kendisine fevt olmuş (kaybolmuş) olsa bile, bir
zerre kadar ona nazar ve iltifatı olmaması lâzımdır. Levh-ü Mahfuzda yazılı
bilcümle mukadderâta ittilâ etmesi (haberdar olması) lâzımdır. Etbâ ve müridânın üzerine,
Cezbe-i Hayy’ı celbe dahi selâhiyet sahibi olması gerekir. Sohbet ve içtimâi,
daima ekâbir evliyâullah ile olması lâzımdır. Müridânın her iki nefesi
arasındaki otuz dört bin sırr-ı hikmete de vâkıf olması lâzımdır. Kur’ân-ı
Kerîm’de mezkûr (geçen) beş yüz mâmûreyi (yapılması emredilen şeyleri),
tamamen ifâ (yerine getirmesi)
ve sekiz yüz cihet-i menhiyyeden (yapılmaması gereken şeylerden) uzak ve salim olması
lâzımdır. Gerek güneş ve gerekse ay ve yıldızlardan vahdâniyyet-i ilâhiyyeye
otuz üç kadar delil ve burhân çıkarması lâzımdır. Zamanın kutbunun ismini,
nesebini bilmesi lâzımdır. Bir saat zarfında yedi yüz bin adet zikr-i
ilâhiyyeye muvaffak olması lâzımdır ki, buna tayy-ı lisân derler.
Mürşid-i terbiye, mürşidin en yüksek mertebesidir. Bu
zât, müctehid-i mutlak mertebesine ermiş olacaktır. İlme’l-yakîn, ayne’l-yakîn,
hakka’l-yakîn ve bu mesâbiîn- den ulûm ve hakâikı anlaması ve idrak etmesi
lâzımdır. Beş adet irşâdın vücûhu kendisinde bulunması lâzımdır. Vecd-i irşâd
ile müridi irşâda ale-l-ıtlak (mutlaka)
me’zûn olması lâzımdır. Vücûh-u irşâd; inâyetullah, inâyet-i Resûl, inâyet-i
meşâyıh ve mürşid ve inâyet-i melekü’l - mukînûn, âlât-ı irşâd; basîret,
ferâset, teveccüh ve keşf-i hakikî, mevkûfü’l -a’lâ ve “elestü
bi-rabbiküm" âleminin hakâyıkına vâkıf olması gerektir. Kendi etbâ ve
müridânının “elestü bi-rabbiküm" gününün hakâyık ve cerayânına vâkıf
olması lâzımdır. Kendi etbâı olmayanların dahi, derece-i iman ve ahd-ü misâkına
ittilâsı (bilgisi) olması
lâzımdır. Kur’ân-ı Azîmüşşân’ın Levh-ül Mahfûz’da bulunan hurûfun (harflerinin) ve âyâtın (âyetlerinin) ulûm ve
esrârına da vâkıf olması lâzımdır. Kaza ve mukadderât-ı ilâhiyyenin mübrem (kaçınılmaz) ve muallak (şartlı) olanını da
ayırması ve buna vâkıf olması lâzımdır. Kutbü’z -Zaman Hazretlerinin bilcümle
vezâifini de bilmesi lâzımdır. Bir müridin hâlet-i nez'isinde (can çekişme anında) yanına
gidip imdadına yetişmesi lâzımdır. Ve onu muâvenet-i hakikî ile ve imân-ı kâmil
üzere Hakk’a teslim etmesi lâzımdır. Hatta bir saat zarfında, yirmi dört bin
etbâ ve müridânı dünyadan intikâl edecek olsa bile, kâffesinin imdadına yetişme
kuvvet ve kudsiyyetine mâlik olması lâzımdır. Bilcümle Esma-i Hüsnâ’nın, ulûm
ve esrârına ve hakâyıkına vâkıf olması gerekir.
Bu zikredilenler haricinde
mürşidlerde olması lâzım gelen daha nice evsâf ve şerâit vardır. Fakat bu
kadarını kâfi gördük. Cenâb-ı Hakk bilcümle mürşidin ve mürebbînin nazar ve
kuvvey-i zâtından cümlemizi, müs- tefîd (faydalanmak) ve müstefîz (feyizlenmek nasip)
buyursun. Âmin.
Cilt-1, Sh: 40-43
BİRİNCİ KERÂMET : Cenâb-ı Hakk,
kendisine müridân ve itbâını (tâbi olanları) gösterip ve Resûl-ü Ekrem
Aleyhisselâm dahi kendisine icap eden vezâifini (görevlerini) gösterdiği
lâhzadan itibaren, en sonundaki vazifeye kadar bütün avâlimde (dünyalarda)
kendisinden ahd ve inâbe almış olan itbâların ve müridânın hakkında bir lâhza
gafil olmayarak ve hiç bir kimseye ait emanetten velevki cüz’î bir miktar
olsun, noksan bırakmayıp ikmâle muvaffak olmaktır. Âlem-i Ceberût’tan (Allah’a
varmanın üçüncü basamağından) itibaren mürid kaç âleme intikâl etti ise, o
âlemde onun hakkında ne gibi irşâd ve hidâyet vazifesini ikmâl edilmesi lâzım
ise, bir lâhzanın hak ve hukukunu zâyi etmeden ikmâle (kaybetmeden tamamlamağa)
muvaffak, olmaktır. Husûsiyle âlem-i dünyaya gelirken, vucûdüne ruhu nefh
olunmazdan evvel, yine vucûde yapılması lâzım olan hizmet vardır. Velhâsıl, bu
suretle bütün âlemde, bir âlemden diğer âleme intikal ederken ifâsı lâzım gelen
hizmet ve muâvenet ve irşâd vazifesinden, bir zerre miktarı olsun eksik olmadan
ikmâline muvaffak olmaktır. İtbâ ve müridânın hukukunu muhafaza ettiği gibi,
Ceriâb-ı Hakk Teâlâ Hazretleri’nin kendisine ait olan ve yani, o mürşidin
şahsına ait olan bilcümle vezâif-i ubûdiyyet (kulluk görevini) dahi tamamen
ifâ ve ikmâle muvaffak olmaktır.
İKİNCİ KERAMET : Cenâb-ı Hakk (tarafından),
evliyâ ve mürşidîn-i kirâm hazerâtına ihsân buyrulan yedi kuvvet vardır.
Kuvvet, meleke ve gücü yetmek demektir. Bu yedi kuvveti Cenâb-ı Hakk,
evliyâların kalplerine türlü türlü makâmatta tevdî buyurmuştur. Bu kuvveti
yerleşmiş olan bir makâmın içine, eğer Arşurrahmân-ül- A’zam konulursa,
Arşurrahmân o makamın içinde, dünyanın içinde bir hardal tanesi gibi olur.
Evliyâ-i kirâm hazerâtından vâris-i Resûlullah olan zevât-ı kirâmın o yedi
kuvveti, daima Cenâb-ı Hakk Teâlâ Hazretlerinin tecelli-ü zâtü’l- bahtı altında
olması lâzımdır. Bir lâhza olsun o makâmâta mâsivâullah (Allah’tan gayri
şeyler) girmez. Eğer bir hâtır olursa ve o hâtırda mâşivâullah olursa,
huzûr-u ilâhiyye’ye durmak onlara haram olur. Ve o hâtırdan dolayı gusul
abdesti alıp, yeniden tövbe etmedikleri takdirde, Huzûrullaha durmayı
kendilerine haram kılarlar. Derhal gusul abdesti alıp tövbe-i istiğfara koşar
ve bu muameleyi kendilerine karşı farz hükmüne getirirler
ÜCÜNCÜ KERÂMET : Cenâb-ı Hakk Teâlâ
Hazretleri’nin yarattığı her mahlûkun bir kemâli (olgunluk hali) ve o kemâle
vâsıl oluncaya kadar üzerine gelecek ârızalar vardır. Meselâ, bir meyve çiçek
açtığı zamandan itibaren türlü türlü arızalar olur. Bazısı çiçek halinde iken
mahvolur, diğeri meyve olduktan sonra (mahvolur), bazısı da kurtlanıp
mahvolur. Velhâsıl meyve kemâle gelinceye kadar bin türlü belâ başından geçer.
İnsan da aynen meyva gibidir. Bir kere ana rahminde nutfe haline geldiği
zamandan itibaren, her türlü ârıza ve hâle mâruz kalır . Hatta ana rahmine
düşmeden dahi mahv-u helâk olanlar olur. Meselâ, bir kişi baliğ olmadan bir
kazaya kurban olup intikal ederse tabii ol kimseden meydana gelecek olan nesil
ve zürriyet de mahvolur. Bazısı ana rahminden dünyaya gelme esnasında da ölür gider.
Velhâsıl insan kemâle erinceye kadar bir ârıza dolayısıyla mahvolabilir. Bu
suretle yok olan benî beşer hemen kemâle erenlerden adetçe pek noksan kalmaz.
Bu suretle kâmil oluncaya kadar aslâb-ı ebâ’da [Babaların Sulbunde] ve batûn-u ümmühât’ta [Annelerin rahminde.] mahva mahkûm ve
ademe (yokluğa) karışmış olan müridânın ve itbâın kâffesini, Yevmû’l-
ahd ve’l-misâk’da Cenâb-ı Hakk kendilerine ne gibi fazilet ve kemâlât bahşetmiş
ise, hiç eksiksiz olarak hayât-ı dünyeviyyenin zevk ve fazilet ve a'mâl-i sâlihâ’nın
dahi faziletine eriştirmek için tam manasıyla şelâhiyettâr olmaktır. Dünyaya
gelip ve akıl baliğ olup hayrı şerri seçer bir hale gelmiş, lâkin bir mâzeret
dolayısıyla mürşid-i kâmiline kavuşmak nasip olmamış, veya mürşid-i kâmile
kavuşmuş, intisap etmiş, lâkin bir sebepten dolayı cihâd-ı ekber’e muvaffak
olamamış kimseleri de Yevm-ül ahd vel misâk’da Cenâb-ı- Hakk’ın kendilerine
ihsân etmiş olduğu kemâle eriştirmek, mürşid-i kâmilin vezâif-i
mukaddeselerindendir. Demek ki mürşid-i kâmil ne suretle olursa olsun, bir kere
kendisinin yed-i emânetine düşmüş olan kimselerden bir fert olsun zâyi etmez.
Eğer kendilerine teslim olunan itbâ ve müridânındân bir fert ziyâ'a uğrarsa ve
yani Yevm-ül ahd vel misâk’daki fazilet ve kemâlâtından mahrum kalırsa, indallah
ve indi Resûlullah mes'uliyet-i azîme’ye duçar olurlar (Allah’ın ve
Resulullahın huzurunda büyük sorumluluk yüklenirler). Ana rahmine düşmeden,
başka âlemde mahvolan müridânının esas fazilet ve kemâlâtına eriştirmek
selâhiyeti, bu asrımızda bulunan ekâbir ricâlullah’a ve mürşidîn-i kirâm’a
mahsustur.
DÖRDÜNCÜ KERÂMET : Gerek risâlet ve
bi’setinden mukaddem (peygamberliğinden önce) ve gerekse sonra, kendi
zât-ı risâlet penâhı için olsun ve yahut ümmet-i merhume hakkında olsun, ne
kadar duâ ve münâcaât, Resûl-ü Ekrem Aleyhisselâm Hazretleri’nin fem-i
saâdetlerinden (dudaklarından) südûr etmiş (çıkmış) ise
kâffesini bir hâfız-ı kelâmullah, nasıl ki İhlâs-ı Şerifi ezberler bilir, öyle
ezberlemek ve bilmektir. Ve bütün hadîs-i şeriflerden bilcümle efrâd-ı ümmetin
her şahsa ait hisselerini tefrik ve tahdit etmeğe (ayırmağa) muktedir ve
selâhiyettar olmaktır.
BEŞİNCİ KERÂMET : Kendi şahsına ait
hak ve hukuk dolayısıyla, ümmet-i Muhammed’ten bir ferdi dârü’l-gazap
ve’l-intikâm’a göndermemek (öfkelenip intikam almamak) ve yani bir
şahsın mesüliyet ve intikâm-ı ilâhiyyeye mazhar olmasını kabul etmemektir.
Vezâif-i ilâhiyye (ilâhî görev) ve hukuk-u ibâd (kulun hukuku)
için mes’ûl olmak Cenâb-ı Hakk’ın adaletine ve icraatına mahsus bir meseledir.
ALTINCI KERÂMET : (Lâ ilâhe İllallah
) Bu kelime-i tevhide Muhammedün Resûlüllah kelimesi ne zaman ilhâk ve ta’lik
edilmiş (eklenmiş) ise, o zamandan itibaren tevhid-i İlahî (Allah’ın
birliğine) ve tasdik-i nebeviye (peygamberi tasdike) muvaffak
olmaktır. Âlem-i ezel, Âlemü’l-Ceberût, Âlemü’l-Lâhût, Âlem-i Melekût ve
benzeri ne kadar âlem var ise, bütün âlemlerde bu kelime-i tevhid ile kelime-i
tasdik birlikte idi. Bütün âlemde olan zuhûriyetten tevhid ve “tasdikun an
ricâlullah” vardır. Ve bu velâyet-i kübrâ ve velâyet-i ulyâ makamı sahiplerine
mahsustur.
YEDİNCİ KERÂMET : Yevm-ül ahd vel
misâk'da kendisine emânet edilen ve kendisi ile muâhede eden bilcümle müridân
ve itbâının, amel cihetinden ve itikat cihetinden en zayıf olanını bile,
dârü'l- kerâmete sevk ve ithâle muvaffak olmak, kendisine emânet edilen ümmet-i
Muhammed’den bir fert olsun dârü’l- kerâmetten mahrum bırakmamaktır.
SEKİZİNCİ KERÂMET : Halk ve insanların
kendisine karşı olan inkârına sabretmektir. Bu hususta insanlara olsun, Cenâb-ı
Hakk’a olsun asla şikâyet etmemektir. Bütün yeryüzünde bulunan insanların
kendisi hakkında, “evliyâlardandır ve ekâbir ricâlullahtandır” demesiyle,
“fâsıktır ve zındıktır” demesi müsâvi olmaktır.
DOKUZUNCU KERÂMET : Dört yüz bin
milyara baliğ olan bu ümmet-i Muhammed'in isimlerini kendi efrâd-ı âilesinin
isimlerini nasıl bilirse öyle bilmektir. Ve kâffesini zikredip duâ ve münâcaata
muvaffak olmaktır. Bu muvaffakiyet, Resûl-ü Ekrem Aleyhisselâm’a karşı hakikî
kurbiyet (yakınlık) olan ve Resûl-ü Ekrem Aleyhisselâm’a vâris olmak şerefine
hâiz olanlara mahsustur. Cenâb-ı Hakk Teâlâ Hazretlerine şükrediniz ki ey ihvanlarım,
bu dokuz kerâmete mazhâr olan zevât-ı kirâm bizim asrımızda mevcuttur. Ve bu
ekâbir ricâlullah, sizi evlatlığa kabul buyurdular ve kendilerinin cemâat ve
müri- dânı zümresine ithal ettiler. Yevm-ül Mahşerde Cenâb-ı Hakk bilcümle
insanları davet ederken estaûzübillah;
“Yevme ned’û külle ünâsin bi-imâmihim ilh.. [İsrâ Suresi(17): 71. Meali:
"Bir gün bütün insanları önderleriyle birlikte çağırırız."] sadaka’llâhü’l
-azîm” âyet-i kerîmesinin muktezâsı ile (gereği icabı) herkesi, dâr-ı
dünyada kime itbâ ettiyse (uyduysa), kimi imam tuttuysa onun ismi ile
yâd ve hitap ederek davet eder. Bir gün Cenâb-ı Rabbü’l -Âlemin, sizi bu
zikredilen dokuz keramete nâil olan mürşidîn-i kirâm hazerâtının nâm ve adları
ile davet edecektir. Bu ricâlullah’a karşı olan merbûtiyyeti ve muhabbeti,
Cenâb-ı Hakk, günden güne ziyâde buyursun, âmin bi-hörmeti Seyyidi’l- Mürselîn.
Bu dört makâm, bilcümle tarâikte (tarikatlarda) bulunan makâmlardır. Fakat
her tarikatın usûl ve ıstılâhına göre tevâfür eder (makamların sayısı
artar). Tarîkât-ı Âlîyey-i Nakşibendiyye'nin usûl ve ıstılâhına göre on iki
bin kelime-i Tevhîdi, kalbine dünya ve âhiret umûrundan (işlerinden)
herhangi bir havâtır gelmeden zikretmeye muktedir olan kimseye "müstaîd” denir. Yanlız iki
havâtır müstesnâdır. Birincisi; beş gün boğazından bir lokma geçmemiş ise.,
rızkını düşünmeye müsâade vardır. İkincisi; Resûl-ü Ekrem Hazretleri’nin
mekân-ı muallâ ve dârü'l-kerâmette olan şefâatini düşünmeğe müsâade vardır. Tarîkât-ı Âlîye’de müstaîd derecesine elverişli olan
kimselere, cin tâifesinden fitne ve fesadlık gelir. Nitekim “Seridyakîn”
nâmındaki tâifey-i cin, müstaîd olan kimlere musallat olur, kalplerine fitne ve
vesvese ilkâ ederler (aşılarlar). Ve bunların kalplerine ilkâ etmiş
olduğu vesveseden dolayı pek büyük nasiplerinden mahrum kalırlar. Müstaîd olan
kimse, bu tâifey-i şeyâtîne karşı koymak ve bunların fitne ve fesâdından
kendini korumakla mükellefdir. Bunlara karşı mücâhede etmek küffâra
karşı koymak ve onunla harp etmekden daha hayırlıdır. Müstaîdîn (müstaîdler),
mürşidin hakiki nazarları altında bulunmazlar. Fakat mürid ve sâlikîn, her dâim
mürşidin hakikî nazarları altındadırlar. Müstaîdleri cin tâifesinin şerrinden
muhâfaza etmek, mürşidin reyine (isteğine) ve mücâhedesine (çabasına)
bırakılmıştır. Müstaîdlere mürşidin hakikî nazarının olması için bir
fevkalâdelik olması lâzımdır. Yoksa muhâlif istılahâttandır.
Mürid : Dünya ve âhiretten
zühdü tamam olan kimsedir. Mürid’in her iki cihanın umurundan kat’ı alâka
ettiği (ilgi ve alâkasını kestiği) gibi küşûfât ve kerâmetten de zühd
etmesi lâzımdır. Bu makâmda zühd, tarîkât-ı âliyye’ye mensub bil cümle
müridânda bulunması lâzımdır. Başka tarîkatlarda şart değildir. Ubeydullâh-i
Ahrâr (kaddesellâhü sırrahu’l azîz) Hazretleri bir gün halifesi olan Mevlânâ
Mehmed Zâhidül Buhârî ile mükâleme ve müsâhabe ederken büyurmuştur ki:
-"Oğlum, zâhidliği ile ma’rûf İbrahim İbni Ethem Hazretleri’nin zühdü
indimizde makbul değildir. Zirâ o dünya ve mâfihâdan (içindekilerden)
vaz geçip zühd ettiyse de, âhiret umûrundan zâhid olmadı. Kalbine Arşu-
rahmân-ı A’zam’ın hakâyıkı hakkında dahi bir hâtır gelirse, o kimse hakikî
mürid değildir. Neden denilirse, müridi irşâd ve taht-ı terbiyesine alan
mürşid, ona herşeyin hakîkatını ve son olarak vâsıl olacağı kendi makâmını
göstermiştir. O makâmdan gayri noktaya nazar etmek, ona haramdır; ve mürşide
karşı hiyânetlik demektir. Müridlerine kendi makâmlarını göstermek bilcümle
meşâyıh-ı Nakşibendiyyûn’a Ebû Bekir Sıddîk Hazretleri’nin ilminden irsen (miras
olarak) intikâl etmiştir. Ebû Bekir Sıddîk Radıyallahu Anh dahi Resûl-ü
Ekrem Sallallâhu Aleyhi ve Sellem vasıtasıyla (Estaûzübillah, Kul hâzihî sebîlî
ed’û ilallâhi alâ basîretin ene ve men ittebeanî, sadakallâhu’l –azîm Yusuf
Sûresi (12) :108. Meali: "Ey Muhammed! De ki: 'Benim yolum budur ben ve
bana uyanlar bilerek insanları Allah’a çağırırız...") âyet-i kerîmesinden
almıştır. Arşurrahmân-ı A’zâm’da bir kapı vardır ki, bilcümle mahlûkâtın
ervâh-ı maddiyye ve maneviyyeleri o kapıdan çıkar. Mürşid, mürid için aynı o
kapı gibidir. Her nimet ancak mürşidin eliyle müride verilir. Mürid başka
taraftan kendi hissesini arayacak olursa, nimete ve nimete vasıta olan mürşide
karşı şükran vazifesini bilmemiş ve yapmamış olur.
Sâlik : Bilcümle Esmâ-ül
Hüsnâ sıfatı kendisinde bulunması gereken kimsedir. Yani, muhakkak surette
Esmâ-ül Hüsnâ’yı kendisine mâletmiş olan kimsedir. Bu, tarif ile anlaşılmaz.
Bunu ancak Cenâb-ı Hakk’ın esâmisini (isimlerini) kendilerine sıfat
olarak mâletmeğe mazhâr olanlar anlar. Sâlik olan zât, Kelâmullâh-i Kadîm’i
okurken, okuduğu âyet-i kerîme’nin Resûl-ü Ekrem Hazretleri’nin makâm-ı
velâyet, makâm-ı nübüvvet ve makâm-ı risâletine âit olan mânâlarını bilmesi ve
tefrik etmesi lâzımdır. Cümle mahlûkât ve kâinâtın tesbihâtına ittilâ etmesi (bilmesi)
dahi gerekir. Hatta tuyûrun (kuşların) tesbihâtına da vâkıf olması
gerekir. Husûsen aslanın tesbihâtına vâkıf olması gerekir. Sâlik mertebesini
ihrâz etmeyen (elde etmeyen) kimse bu mahlûkun tesbihini idrâk edemez.
Zirâ her zaman ve her an onun tesbihi değişir.
Havas : Bu mertebeye nâil
olan zevâtın (kimselerin) Aynu’ş -Şerîati’l Ûlâ’ya (yüce şeriatın
kaynağına) vâkıf ve muttalî olması (tam olarak bilmesi) lâzımdır,
ilm-el yakîn ve Hakk-el yakîn menâbiînden her bir umûrun hakâyıkına da vâkıf ve
muttalî olması lâzımdır. Reşûl-ü Ekrem Aleyhisselâm ile aralarında asla hicâb
(perde) olmaması lâzımdır. Sohbet-i Resûlullâh’î dâim olması lâzımdır.Her iş
ve husûsât için bizzat Resûlullâh Aleyhisselâm’dan emir telakkî edecek makâma
nâil olmaları lâzımdır.
Tarîkât-ı Nakşibendiyye’nin usûl ve
ıstılâhâtına göre, müstaîd, mürid, sâlik ve havâs burada zikrolunan şerâit (şartları)
ve evsâfı (özelliği) hâiz olan zevâttır. Bunlardan biri noksan
olursa, henüz o makâma nâil olmamış demektir.
Cilt-1, Sh: 44-53
Kaynak: MENÂKIB-I ŞEREFİYYE,
Şerâfeddin Hazretleri’nin Lisanından Yayına Hazırlayan- Hasan BURKAY, ANKARA-1995
Cibrîl-i
Emîn Aleyhisselâm, emr-i Hakk üzere Risâletmeâb Aleyhisselâm Hazretlerine nâzil
olup, Mekke-i Mükerreme'den ayrılmak ve Medine’ye gitmek için emr-i İlâhî sâdır
olduğunu ve tebliğ için geldiğini Resûlullah’a arzetti. Ve bu hicret
dolayısıyla Cenâb-ı Hakk, gerek Risâletmeâb Hazretlerine ve gerekse ilâ yevm-ül
kıyam (kıyamete kadar) gelecek
bilumum efrâd-ı ümmetine ihsân edecek olduğu fezâil ve atâyây-ı ilâhiyye’nin
kâffesini ve hatta her bir fert için hâsıl olacak fazileti dahi beyân buyurdu.
Hicretle memur olduğu gecede Resûlü Ekrem Aleyhisselâm Hazretlerine Cibrîl-i
Emîn tekrar tekrar nâzil oldu. Resûlü Ekrem Aleyhisselâm da, Cibrîl
Aleyhisselâm’ın böyle tekrar tekrar nâzil olmasından mutlaka bir Emr-i Hakk
olacağını idrak etti.
O gecede Mekke'de, cin tâifeleri Resûl-ü
Ekrem Aleyhisselâm’a zarar ve ziyan vermek için toplandılar. Maksatları, fırsat
bulurlarsa Resûlü Ekrem Aleyhisselâm’ı helâk etmek idi. Bu cin tâifeleri de Harka’z -Zenâdil denilen tâifeden
olup, dokuz yüz bin kişi vardı. Ve yedi yüz bin kişi de Mâridler’den vardı. Beş yüz bin kişi de Gaffâriyetler’den
vardı. Bu cinlerin ekabirleri insan şekline girip Kureyşilerin müşrikleriyle ve
kâfirleriyle sık sık görüşüyor ve Resûlü Ekrem Aleyhisselâm’ı Mekke'den tard-u
ihraç (atmak, çıkarmak) için türlü türlü hileleri öğretiyorlardı. Resûlü
Ekrem Aleyhisselâm’ın idamı veyahut nefyi (sürgün
edilmesi), veyahut ölünceye kadar hapse
atılması; bu üç fikir üzere Kureyşiler’in ileri gelen takımlarını Daru’n -Nedve
denilen şûrrethâneye "şirret evi"
toplamak tedbiri de cin taifelerinin telkini ve ilhâmı ileydi. Cenâb-ı Hakk Teâlâ, Cibrîl Aleyhisselâm vasıtasıyla Kureyşiler’in
kararını ve cin tâifelerinin içtimâlarını bildirdi. Seyyid-i Kâinât Aleyhisselâm Hazretlerinin kalbine biraz
hüzün ve keder ârız oldu. Bu, kendi vatanını terk ederek diyâr-ı gurbete gitmek
icap ettiğinden veya kendi vücûd-u saâdetlerine o küffâr-ı Kureyş’ten bir zarar
dokunacak diye düşündüğünden de değil; ancak ümmet-i merhûmenin (müslümanların)
halini düşünmekten ârız oldu. Ol gece Mekke'ye gelip toplanan cin tâifelerinin
adâveti, ilâ yevm-ül kıyam gelecek ümmetine karşı da dâim ve bâki olduğundan,
bu muzur ve kuvvetli mahlûkların şerrinden ümmetimi nasıl muhafaza edeceğim ve
bunlara karşı ümmetimin hali ne olacak diye tefekküre daldı. Cibrîl-i Emîn
Aleyhisselâm, Seyyid-i Kâinât’ın hüzün ve teessüfüne muttalî olunca dedi ki:
-“Yâ Muhammed! Cenâb-ı Hakk sana, Ebu’l -Beşer
Âdem Aleyhisselâm’a, Neciyyullah Nuh Aleyhisselâm’a, Halîlullah İbrahim
Âleyhisselâm’a, Kelîmullah Musa Aleyhisselâm’a, Rûhullah İsâ Aleyhisselâm’a
ihsân buyurulmamış olan husûsî inâyet ve meskeniyyeti ihsân buyurdu. Neden
mahsûn ve mükedder oluyorsun?” Resulü Ekrem Aleyhisselâm buyurdu ki:
-“Yâ Sefîr-ül A’zam! Benim düşüncem ve kederim şudur ki, ben dâr-ı
dünyadan intikal ettikten sonraki asırlarda dünyaya gelecek olan efrâd-ı
ümmetin halini düşünüyorum. Bu tâife-i cin ve bu düşmanlar, onlara tasallut
ederse, bunların şerrinden nasıl kurtulurlar.
Efrâd-ı ümmetimden çok kimseler, bunların adâvetinden çobansız kalan davar
gibi mahvolur ve helâk olur diye düşünüyorum. Yalnız kalan ümmetim bunların
şerrinden ne suretle halâs yolunu bulacaklar diye tefekkür ediyorum. Bu
düşmanlar ümmetimin üzerine saldırıp, efrâd-ı ümmetimi dâr-ül kerâmetten mahrum
edecek fitne ve fesâda sevkedecekler diye korkuyorum.”
O halde Resûl-ü Ekrem Aleyhisselâm’ın
üzerinde bulunan hüzün ve teessüf haline Cibril Aleyhisselâm da mahzun oldu. Hatta bilcümle melekler de aynı hale mâruz
oldular. O hüzün ve teessüfle Cibril Aleyhisselâm, evâmir-i ilâhiyyeyi telakkî
etmek için durulacak olan makâm üzerinde Hakk Teâlâ Hazretlerine Habib-i Ekrem
Aleyhisselâm Hazretlerinin halini arzetti. Biraz sonra Resûlü Ekrem
Aleyhisselâm’ın huzuruna geldi ve dedi ki:
-“Yâ Resûlullah! Cenâb-ı Hakk Teâlâ
Hazretleri sana ve senin refîk-i hâsın olan Sıddîk-ı Ekber'e selâm etti. İlâ
yevm-il kıyâm ümmetinizden olup, hücre-i suğrâ ve hücre-i kübrâ ile müşerref
olacak olan ricâlullah ve ekâbir ümmetinize de selâm etti. Sonra bana emretti.
İlâ yevm-ül kıyâm bi’set ve risâletinizi tasdik edip, ümmetliğe kabul
edeceğiniz bilcümle efrâd-ı ümmetinizi huzûrunuza davet etmek için, bu ümmet-i
merhûmenin içinden en zayıf olan ümmetinizi de, ve ümmetinize hâdim olacak
ricâl ümmetini de göstermek için emretti. Emr-i Hakk üzere Cibrîl Aleyhisselâm,
bilcümle efrâd-ı ümmetin zerrelerini davet ederek huzûr-u Resûlullah’a dizdi.
Ve her tâifeyi kendine mahsus makâm ve fazilet itibâriyle, derece derece olmak
üzere Resûlullah’a takdim ve arz etti. Resûlü Ekrem Aleyhisselâm, Sıddîk-ı
Ekber ile kalkıp beraberce, bir koyun sürüsünden, zayıf olan koyunlarını seçer
gibi en zayıf ümmetlerini tefrîk ettiler (ayırdılar). Sonra ekâbir
ricâlullâh hazerâtından bir kaç zâtı davet ederek, birer taife olarak taksim ve
tevzî etti. Herkese, “Bu sana gösterdiğim ümmetin haline ve işlerine
bakacaksın” diye emir ve tavzîf buyurdu. Sonra Cibrîl Aleyhisselâm, o
ricâlullâh ve havâs ümmetten doksan dokuz zâtı, Resûlullah Aleyhisselâm
Hazretlerine takdim etti. Ve dedi ki:
-“Yâ Muhammed! Bunlar, Cenâb-ı Hakk'ın, kırk
bin enbiyâ ve mürselîn-i kirâm hazerâtına bağışlamış olduğu rahmet ve inâyet (lütuf),
kendilerine ihsân edilmiş olan
ricâlullah’tır. Ve havâs ümmetinizdir. Ulu’l Azm hazerâtına muhsûs olan
inâyetin faziletine de müşterek olan ricâlullahtır. Bu inâyet, dâr-ı dünyaya
gelip, orada ifâ edilecek cihad ve vezâif-i ubûdiyyet üzere değildi. Sırf
Mevhîbe-i İlâhiyye (Allah vergisi) olarak vücutlarına ruh nefh olunurken,
beraberinde bu inâyet de bunlara ihsân edilmiştir. Yâ Muhammed, bu sana gösterdiğim doksan dokuz
ricâlullahtan birisinin bir nefesi sayesinde, efrâd-ı ümmetiniz, o düşmanların
şerrinden yedi sene emîn olurlar. Ve onların şerrinden yedi sene
emîn olacak gâyret-i ilâhiyyeye (Allah uğrunda çaba gösterme kabiliyetine)
mazhâr olurlar. Bu kuvve-i kudsiyyeye mâlik olan ricâlullâh, ümmetinizin içinde
bulunduğu için, o kadar mahzun ve mükedder olmamanız gerekir. Cenâb-ı Hakk
böylece sana arzetti."
Resulü Ekrem Aleyhisselâm’a, Cibrîl Aleyhisselâm’ın tebşîrâtı
üzerine teselli ve itmi’nân-ı kalb hâsıl oldu. Ümmetini, o düşmanlarından
kurtaracak hâdimlerin, ümmetin içinde bulunduğuna kanâat hâsıl oldu. Cibrîl
Aleyhisselâm dedi ki:
-“Yâ Muhammed! O ricâlullaha mahsus olan
yedi fazîlet vardır ki, başka evliyâ ve ricâlullaha nasip olmamıştır.”
BİRİNCİ
FAZÎLET : Cenâb-ı
Hakk onlara, kendilerini vücûde getirmezden mukaddem (önce), velâyet-i ulyâ (yüce
evliyalık) makâmını tevcîh ve ihsân buyurmuştur. Halbuki başka
evliyâlarına velâyet, hilkatten (yaratıldıktan) sonra ihsân
buyurulmuştur.
İKİNCİ
FAZÎLET : Cenâb-ı
Hakk onların zerreLrini halk ve icâd buyurduğu lâhzadan itibaren, Resûlü Ekrem
aleyhisselâm ile içtimâ ve mülâkât-ı beriyye (toplanıp karşılıklı
konuşma) hâsıl oluncaya kadar, Resûlullah aleyhisselâmın ümmetini
hatmederek duâ ve münâcaat ediyorlardı. Bu ricâlin zerre-i şeriflerinden sâdır
olan bir münâcaat üzere efrâd-ı ümmetten kırk bin kişi ehli saâdete ilhâk
ediliyordu.
ÜÇÜNCÜ
FAZÎLET: Cenâb-ı
Hakk zerrelerini halk ve icâd ettiği zamandan itibaren her gece yedi bin kere
Kur- ân-ı Kerîm’i hatmederlerdi. Hatm-i şeriflerini dinlemek Meleü’l -A’lâ nâm
makâm-ı mübârekde bulunan melâike-i kirâma kuvvet ve gıda idi.
DÖRDÜNCÜ
FAZÎLET: Kendileri
dâr-ı dünyaya teşriften itibâren her yirmi dört saatte semâdan nazil olacak
yirmi dört bin belâ ve mesâibe ve arzdan hâsıl olacak yirmi dört bin musîbetten
dahi ümmet-i Muhammed’in selâmeti için münâcaat ederler. Ve o münâcaat
sayesinde, o kadar belâlardan ümmeti-i Muhammed selâmet bulurlar. Husûsen
Haremeyn-i Şerifin (Mekke ve Medine) ahâlisine bundan başka
hizmette bulunurlar.
BEŞİNCİ
FAZÎLET: Kendilerine
karşı zerre miktarında olsun râbıta ve muhabbet eden ve dirhem kadar olsun
kendilerine hizmet eden efrâd-ı ümmete Resûlü Ekrem Hazretlerinin maiyyetinde
Bedir ve Uhud ve Hendek muhârebelerinde bulunan mücâhidin-i kirâma olan sevabı
ve fazîletini temine selâhiyettar olmaktır. Ve o fazîleti de, dâimî kalacak
fazîlet nevinden kılarlar.
ALTINCI
FAZÎLET: Yüz yirmi
dört bin enbiyâ-ı mürselîn-i kirâm hazerâtından, müddet-i ömür ve hayatlarında,
gerek kendi zâtlarına ait olsun, ve gerekse ümmet ve kavimleri hakkında olsun,
ne kadar münâcaat sâdır olmuşsa kâffesine (tümüne) vâkıf olurlar. Ve icâbında,
Cenâb-ı Hakk Teâlâ Hazretlerine onların yaptıkları şekilde münâcaat eder ve o
yüz yirmi dört bin enbiyânın münâcaatını bir lâhzada hatmetmeğe muvaffak
olurlar. Halka nasîhata başladıkları zaman, bilcümle enbiyâların üzerine nazil
olan gayret, birden bire onlara nâzil olur.
YEDİNCİ
FAZÎLET: Her vakt-ül
imsakta ümmetin, birinci neferden başlayıp kâffesini zikreder. Ve her şahsın
ismini zikrederek, münâsip hidâyet ve saâdeti Cenâb-ı Hakk’tan niyâz ederler.
Bu ümmet-i merhumeyi bir saat zarfında hatmedip ikmâl ederler. Bu ekâbir
evliyâullah, münâcaata başladıkları zaman Cenâb-ı Hakk, kâfir ve müşriklerden
bile gadabı ref (kaldırır) ve tahfîf eder (hafifletir). Ve o münâcaat üzere
efrâd-ı ümmete Asr-ı Saâdeti’nde bulunup Resûl aleyhisselâma imân ve itbâ etmiş
kadar fazîlet hâsıl olur. Cibrîl-i Emîn aleyhisselâm diyor ki.
“Yâ Muhammed! Bu gece gibi, Harem-i Şerîf,
Harka’z -Zenâdil ve diğer tâife-i cinnin hücumlarına mâruz kaldığı zamanda bu
zikrettiğim ricâlullah, Medine-i Münevvere’de tesis edilecek olan Mescid-ül
Kubâ’da içtimâ ederler. Ve bilumum ümmet-i Muhammed ve ehl-i imânın
saâdet ve selâmeti için pek mukaddes hidamât (hizmetler) ifâ
ederler. Bu ricâlullahın asrında bulunup, bunlara itbâ ve muhabbete muvaffak
olan efrâd-ı ümmetinize, TÛBÂ, SÜMME TÛBÂ, SÜMME TÛBÂ (güzellik, iyilik,
hoşluk; sonra iyilik, hoşluk; sonra…) ve müjdeler olsun.”
Bu ‘TÛBÂ’ kelimesini,
Cibrîl-i Emîn aleyhisselâm yüz yirmi dört bin kere tekrar buyurdu. Bu kadar çok tekrar
edilmesinin hikmet ve sebebini de zamanımızın ricâlullahından birisi beyân
buyuruyor:
“Bu ricâlullâh-ül kerâmeye, itbâ
etmeğe, emirlerine devam etmeğe ve hizmetine muvaffak olan kimseye, yüz yirmi
dört bin kere Cihâd-ı Ekber fazîletine muâdil (eşit) fazilet verilir.
Resûl-ü Ekrem aleyhisselâm Hazretleri, bu ricâlullah
hazerâtından kendi ümmetlerine ve husûsan zuafâlarına (zayıflarına) hidemât-ı
mukaddeseyi (mukaddes hizmetleri) müşâhede buyurunca müsterih oldu. Ve Cenâb-ı
Hakk’a hamd-ü senâlar etti.
O ricâllullahın zerre-i şerifleri Resûl-ü Ekrem
aleyhisselâma dediler ki:
“Yâ Resûlallah, yâ Rahmeten li’l
-Âlemîn-i Ersel- allah! Cenâb-ı Hakk bizi Âdem’den vücûda ibrâz (meydana
çıkardığı) ve ihraç buyurduğu lâhzadan itibâren gerek zerrelerimizden ve
ervâhımızdan (ruhlarımızdan),
ve gerekse ecsâdımızla (vücudumuzla) beraber ruhlarımızdan sâdır olacak
bilcümle hidemâtın (hizmetlerin) faziletini ümmetinize bağışladık.
Kabul buyurunuz.”
Resûl-ü Ekrem aleyhisselâm son derece memnûn oldu ve memnûniyyetini
izhâr buyurdu ve bu hediyeyi de kabul buyurdu. Cibrîl-i Emîn Aleyhisselâm dedi ki:
-“Yâ Resûlullah! Bu meclisin sonu, Hendek muhârebesinin zuhûr
ettiği günde olacaktır. Cibrîl-i Emîn Aleyhisselâm, Hendek muhârebesinin
hakîkat ve keyfiyet ve neticesini beyân ve arz buyurdu. Ve o gün nâzil olacak
inâyet-i ilâhîyyenin de hâkîkatını arz buyurdu. Hendek muharebesinden 3500 sene
evvelinden beri her gece ve gündüz elli bin melâike Hendek mevkini ziyâret
ediyorlardı. Bu ziyâret, o mevkîde Resûl-ü Ekrem Aleyhisselâm’a ve Sahâbe-i
Kirâm’a nâzil olacak inâyet-i ilâhiyenin hürmetine idi. Tâ ki o gün gelip
eshâb-ı kirâm üzerinde bulunan meşakkat son dereceye vardığı zaman sahâbe-i
kirâm dediler ki:
-"Ya Resûlullah! Cenâb-ı Hakk’ın bize
vaad buyurduğu nusret ve inayet, ne zaman olacak? Vakti zamanı gelmedi mi?” Ol saat Hendek
mevkiine o kadar seneden beri ziyârete gelen bilcümle melekler nâzil oldular.
Sonra nusret ve inâyete tahsis edilmiş olan beş bin melâike-i kirâm da nâzil
oldular. Sonra “er-ricâl-ul Müdebbirûn” nâmındaki, ricâl ümmetin zerre-i
şerifleri geldiler. Resûl-ü Ekrem Aleyhisselâm hendek kazarken, yed-i
saâdetleri (mübarek elleri) ile kazmayı bir kaya parçasına vurunca
kıvılcım çıktı. Resûl-ü Ekrem
Aleyhisselâm Selmân-ı Fârisi Hazretlerine buyurdu ki:
-“Yâ Selmân! Bak, benim kazma vurduğum yerde ne göreceksin?”
Selmân-ı Fârisî baktı ki, San’â şehrinin kapılarını gördü. Selmân dedi ki:
-"Yâ Resûlullah! San’a’nın kapılarını gördüm.” Resûl-ü Ekrem
Aleyhisselâm buyurdu ki:
-“Yâ Selmân! Şu gördüğün kapıları ben açacağım. Ve onların ihtiyâr
ve mülkü benim olacak.” Resûl-ü Ekrem Aleyhisselâm, ikinci defa vurduğunda yine
Selmân-ı Fârisî baktı ve dedi ki:
-“Yâ Resûlullah! Şam şehrinin Dürbü’l -Meâlî denilen kapılarını
gördüm.”
-“Onlar da benim olacak, yâ Selmân” buyurdu. Üçüncü kere Resûl-ü
Ekrem Aleyhisselâm kazmayı Selmân-ı Fârisî’ye verdi ve:
-“Vur sen de yâ Selmân! Vurduğun yere bak ne göreceksin?” buyurdu.
Selmân bakınca:
-“Sekiz cennet ile kapılarını gördüm” dedi. Resûl-ü Ekrem
Aleyhisselâm buyurdu ki:
-“Yâ Selmân! Gördüğün sekiz cennetin ihtiyârını sana verip, yedi
sene zarfında benim ümmetimden istediğiniz kimseleri cennete idhâl için
Cenâb-ı Hakk sana izin verecektir. Bu sır sana mahsustur. İstersen Sıddık-ı
Ekber’e söylemeğe me’zunsun.”
Resûl-ü Ekrem Aleyhisselâm, Selmân-ı Fârisî ile görüşürken
“er-ricâl-ül Müdebbirûn”, huzûr-u Resûlullah'a geldi. Sahâbe-i kirâm’dan
birinci mertebede bulunan ve Resûlullah Aleyhisselâm’a karşı olan muhabbeti
cihetinden en büyük nasip Cenâb-ı Hakk tarafından kendisine ihsân edilen
Selman (r.a.), bu ricâlullahı görünce tahammül edemiyerek üzerine bir hal
geldi. Resûl-ü Ekrem Aleyhisselâm buyurdu ki:
-“Yâ Selmân! Cibrîl-i Emîn Aleyhisselâm, bu ricâl-i ümmetin buraya
geleceğini bana söylemişti. Senin kurbiyyet (yakınlığın) ve bana
karşı olan muhabbetin için bunları sana gösterdim.”
Selmân hz. ile, o ricâlullah hazerâtının aralarında teâruf (tanışma)
ve sohbet oldu. Cibrîl Aleyhisselâm, o ricâ! ümmetin hidemât-ı mukaddeselerini (mukaddes
hizmetlerini) zikir ve beyân etti. Ve dedi ki:
-“Yâ Resûlullah! Bu ricâlullahın senin ümmetine olacak hizmet ve
muâveneti (yardımları) Selmân-ı Fârisî’nin hizmetinden büyüktür." Resûl-ü
Ekrem Aleyhisselâm taaccüp etti (şaşırdı). Zirâ, Selmân-ı Fârisî ileride
zikredildiği veçhile yedi sene zarfında istediği kadar ümmet-i Muhammed’in
cennetten mahrum olanlarını, cennete idhal etmek için selâhiyeti (yetkisi)
olan bir zâttır. Bu çok büyük bir hizmettir. “Bundan büyük hizmetler, bu
ricâlullahtan sâdır olacaktır” diye Cibrîl söylediğinde Resûl-ü Ekrem
Aleyhisselâm, çok sevinerek taaccüp ve tahayyür (hayret) etti. Cibrîl
Aleyhisselâm dedi ki:
-“Yâ Muhammed! Biraz daha acîb ve garip bir şey söyleyeceğim. Bu
sana makâmını gösterdiğim Mescidü’l Kubâ’da, bu ricâllullah içtimâ ettikleri
zaman, bir lâhzada onlara itbâ ve hizmet nasip olan kimselere, “eyyühe’l
-cihad” nâzil olduğu lâhzadan itibaren, bütün gaza ve mücâhedelerinize iştirâk
eden sahâbelerinize olan fazilet verilecektir.”
Sıddîk-ı Ekber (r.a.), makâm-ı hilâfete geldiği zaman Selmân-ı
Fârisî’yi huzura davet ederek:
-“Cenâb-ı Hakk Teâlâ Hazretleri, sana sekiz cennetin emir ve
iradesini teslim edecektir. Ve yedi sene mütemâdiyen; istediğin kadar efrâdı-ı
ümmeti, darü’l -kerâmete sevk edeceksin. O zaman bu cemaâtı unutma!” diyerek
çok kimsenin ismini yazıp kendisine verdi. Selman dedi ki:
-“Yâ Halîfe-i Resûlullah! Bu sırrı sana kim beyân etti ?” Sıddîk-ı
Ekber buyurdu ki:
-“Resûl-ü Ekrem Aleyhisselâm, Hendek gününde
sana söylerken ben de dinledim.” Sonra, Selmân-ı Fârisî, Sıddîk-ı Ekber’den telkin ve inâbe talep
etti. Sıddîk (radiyallâhü anh), Resûl Aleyhisselâmın kendisine telkin buyurduğu
veçhile telkin ve inâbe buyurdu. Radiyallâhuanhumâ ve rızkunallâhi Teâlâ
rü’yetihuma ve sohbetihumâ ve darü’l -kerâme. Âmin.
cilt. I, s. 166-177
Kaynak: MENÂKIB-I ŞEREFİYYE,
Şerâfeddin Hazretleri’nin Lisanından Yayına Hazırlayan- Hasan BURKAY,
ANKARA-1995
Not: Daha önce
yazı konulmuştu. Tekrarı uygun görüldü. Bu hikmeti duyacağınız başka bir yeri
nadir bulabilirsiniz. İhramcızâde İsmail Hakkı
Mürşid-i Kâmil Şeyh Şerâfeddin
Bingöl kaddesellâhü sırrahu’l azîz buyurdu ki;
Cenâb-ı Hakk Teâlâ Hazretlerine hamdü senalar ederiz
ki, bizi fazl ve inâyet-i ezeliyesi ile nimetlerin en âlâsına ve efdal-i
İlâhiyye’nin en azîzi olan iman ve İslam’la müşerref kıldı, cümle enbiyâ-ı
mürselîn hazerâtının büyüğü ve kıyametten sonra dahi Cenâb-ı Hakk Teâlâ’nın,
-“Yâ Habîbim Muhammed, vazifeniz tamam oldu” hitâb-ı İlâhîsi erişinceye
kadar, şeriatın envâr ve fezâilinin bakî ve carî olduğu Seyyid-i Kâinat aleyhi
ekmelü’t-tahiyyat aleyhissalâtü ve’s-selâm Efendimizin ümmetinden kılmıştır.
Elhümdülillâhi Teâlâ.
Ve yine hamdü senalar olsun ki;
Mahkeme-i Kübrâ’da da Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve
sellem Efendimizin envâr-ı şeriat ve ba’si (gönderilişi) bakî olup, o günden
sonra yine 80 bin sene tamam oluncaya kadar şefaati câridir. Şefaati carî
oldukça ba’si dahi bakî olur. Yalnız Hakk Teâlâ 50 bin sene sonra mezkûr hitabı
kendisine karşı tevcîh buyuracaktır. O hitap tevcîh oluncaya kadar, ümmetinin
umuru ile iştigâl edecektir. Kelâmullâhi’l- ezelin ahkâm, envâr ve âyâtı dahi,
o zaman Cenâb-ı Hakk Hazretlerinin Zât-ı Akdes’ine iade olunacaktır. Cennet ve
cehennem ehli arasında da bir daha görüşmemek üzere durum hâsıl olacaktır.
Rasülullâh aleyhisselâm, ümmetine ve ümmetinin hidâyet
bulması için ne kadar haristir ki, Cenâb-ı Hakk Teâlâ’nın kendisine;
-“Yâ Habîbim Muhammed, vazifeniz tamam oldu” diye hitap ettiği halde, daha
30 bin sene ümmetinin umuru ile iştigâl etmektedir.
Cümle enbiyâ-ı mürselîn-i
kiramdan Cenâb-ı Hakk, ahd-u mîsak alırken vâkî olan bir muahede (antlaşma)
zikrediyorum, şöyle ki;
Cenâb-ı Hakk bilcümle enbiyânın ervahını yarattığında
evvelâ Rasûlullâh aleyhisselâmı tasdik ettirdi. O gün yevmü’l-incilâdır [1]ve hem de yevmü’l-icâbe’dir.
Bu ahdi almak üzere Cenâb-ı Hakk enbiyâ ve mürselîni
davet ettiğinde; muahededen önce, Seyyidi Kâinat aleyhisselâm dedi ki:
-“Yâ Rab, ahdü
mîsakdan evvel ümmetimin efradından sâdır olacak küçük ve büyük günahları ile o
eshâbı seğâir (küçük) ve kebâir (büyük) olan ümmetimi bana göstermenizi niyaz
ederim.”
Cenâb-ı Hakk da büyük ve küçük günahlarından bir tanesi
kalmadan, ümmetinden sâdır olacak günahlar ile günah sahiplerini gösterdi.
Rasûlullâh aleyhisselâm üç kere o ümmet ile günahları üzerine nazar buyurdu.
Sonra:
-“Yâ Rab, büyük ricâlullâhın sulbüne girmeden (Hz. İsâ
aleyhisselâm) ve dünyaya gelmeden nizâm-ı hilkatten hariç kalan ve sıfat-ı
İlâhiyyenizin tamamını iktisap eden (kazanmış) ve evsâf-ı beşeriyyesine evsâf-ı
İlâhiyye ve melekûtiyyesi galip olan bir hâdim-i (hizmetkârı) ümmetim için bağışlayın” diye niyazda bulundu.
Bu münâcaat ruhların ahdinden
öncedir. Zerrâtın
uhûdu (ahitleşmesi), ervahın uhûdundan binlerce sonradır. Cenâb-ı Hakk
Teâlâ’nın tecelli-i ilâhiyyesi, ervâh-ı enbiyâ-ı mürselîne oldu. Enbiyâ-ı
mürselîn de bu tecelliyi aynen hakikat-ı Muhammediye gibi müşahede ettiler. Cenâb-ı Hakk enbiyânın içinden bir
ruhu davet ederek ona Seyyidi Kâinat aleyhisselâmın ruhunu gösterdi ve buyurdu
ki:
-“BU SENİN (RUH OLARAK) ASLINDIR VE BABANDIR.”
Cenâb-ı Hakk o ruhu, sahibi olan Nebiyy-i zîşânın
ümmetine hadim kıldığını da beyân buyurdu. Efendimiz de:
-“Yâ Rab, bunu
benim ümmetim için en muhtaç olduğu zamanda hadim kıl ki, ümmetimin üzerinde
cereyan eden envâ-ı fitne ve fesâd son dereceye vardığında hadim olsun.”
Cenâb-ı Hakk da kabul buyurdu.
-“Yâ Habîbim
Muhammed, yüz yirmi dört bin enbiyânın ümmetlerinin adedinde senin ümmetini
ihyaya ve irşada ve onları hidâyete sevk etmeğe selâhiyet ihsan edeceğim. Arzu
ettiğiniz zamanda, o selâhiyet-i tâmme ile beraber onu ümmetinize hadim
(hizmetkâr) kılarım.”
Cenâb-ı Hakk Rûhullâh İsâ aleyhisselâma buyurdu ki:
-“Sen Nebiyy-i
Mürselsin, benim kütübü ilâhiyyemden iki kitabın faziletini duyacaksın.”
Hakk Teâlâ Hazretleri o makâm-ı mahsûsta kendisine
İncîl-i Şerîf ile Kur’ân-ı Azîmüşşânı tâlim buyurdu. Cenâb-ı Hakk kendisine
muallim oldu. Sonra kendisine dördüncü semâda bir makam gösterdi ve buyurdu ki:
-“Bu makâm-ı
dâvet’tir, ben seni dünyadan bu makama davet ederim. Kıyamete kadar bu makamda
kalacaksın. Burada bulunduğunuz müddetçe ikinci defa yere davet edinceye kadar
bu makamda Habîbim Muhammed aleyhisselâmın ümmetine hadim olacaksın.”
Bu minval üzere cümle Enbiyâ-ı mürselîn hazerâtından
da ahd ve mîsak aldı.
İsâ aleyhisselâm 33 yaşında iken semâya ref olunmuştur. O
günden itibaren İsâ aleyhisselâmın âlem-i melekûtta ifa edeceği vezâif-i
ubûdiyyet, ümmeti Muhammed için istiğfar olacağı tesbîh ve münâcaattan
ibarettir. Cenâb-ı Hakk Teâlâ’nın
irâde- i ezeliyesi İsâ aleyhisselâmın ibrazına taalluk buyurduğunda, İsâ
aleyhisselâmın makamı olacak olan makâm-ı davete, 124 bin enbiyâ ervahı ve 199
melâike taifesi imâm ve reisleri ile beraber davet olundu. Bu melaikenin her
bir taifesinin imâm ve reisleri ise, ümmeti Muhammed’in enfâsı (yani nefesleri)
adedindedir. Bu azîm ictimâya nazar edince bilcümle enbiyâ ve mürselîn-i kiram
taaccüp ettiler. Meleklerle teârüf [2] orada hâsıl oldu. Cenâb-ı Hakk bu kadar enbiya ve melâikey-i kiram beyninde
Cibrîl-i Emîn’e:
-“YÂ CİBRÎL, BEN SENİ MERYEM BİNTİ İMRÂN’A GÖNDERİYORUM, ZUHÛRİYET ANINDA
MAHLÛKÂTIN EKMELİ VE EFDALİ OLAN HABÎBİM MUHAMMED’İN ŞEKLİ ÜZERİNE NAZİL
OLACAKSIN VE KENDİNİ BEŞER OLARAK GÖSTERECEKSİN. GÖSTERECEĞİN ŞEKİL VE SURETİ
HABÎBİMİN ŞEKLİ ÜZERE TEMSÎL EDERSİN.”. Cenâb-ı Hakk Seyyidi Kâinat aleyhisselâma hitaben:
-“Yâ Habîbim buna râzımısın? Bu
senin ümmetinin hadimi olan ve arzun veçhile ıslâh-ı beşere girmeden, doğru
dünyaya gelecek. Bu hadime asıl ve mebde hakkı olmaya razı mısın?”
Rasûlullah Efendimiz:
-“Yâ Rabbe’l-‘izze ve’l-Azame,
emr-i irâde sizindir. Emrinize razıyım.” dedi.
O saatte Hakk Teâlâ, İsâ aleyhisselâmın validesi
Meryem aleyhisselâma vahiy ile Cibrîl-i Emîn’i gönderdi:
-“Yâ Meryem, Cenâb-ı Hakk selâm eder, buyuruyor ki:
İrâde-i ezeliyem ile ben, üzerine bir rûh ref ediyorum. O ruhu ref ederken
eşref-i mahlûkâtım olan habîbim Muhammed aleyhisselâmın hakikatini sana izhâr
(gösterip) ve temsîl ederim. Ve o vâsıta ile ref olunarak senden bir mevlûd
zuhur ettirmek (yani bir çocuk dünyaya getirmeni) istiyorum. Sen razı mısın?” Meryem aleyhisselâm da:
-“Allah’ın emrine razıyım” diye cevap verdi. Cibrîl-i Emîn hazreti Meryem’in
rızâsını arz edince Cenâb-ı Hakk, o 199 melâike taifesine emir buyurdu:
-“Meryem’i Beytullah denilen makama celp ve dâvet
ediniz.”
Bi-mûcibi emir, hazreti Meryem’i Beytullâh’a getirdiler.
Bilcümle enbiyâ ervahı dahi makâm-ı davetten nazar ediyorlardı. Cenâb-ı Hakk
Teâlâ’nın irâdesi ile Hazreti Meryem’e gönderilecek olan Hakîkat- ı
Muhammediyye’yi, enbiyâ hazerâtı müşahede edince, meleklerle birlikte gayş ve
sekrete düştüler. (hayret ve sarhoşluğa)
Bilcümle eczâ-i kâinat üzerine bir zevk ve neş’e
sirayet etti ki, Cenâb-ı Hakk Teâlâ’nın, kâinatı halk buyurduğundan beri böyle
bir zevk ve sürür hâsıl olmamıştı. Cenâb-ı Hakk 124 bin enbiyâ ve mürselîn ve
199 taife-i melâikenin huzurunda ve onların şehâdetleri üzerine ve Rasûlullâh
aleyhisselâm ile Meryem aleyhisselâmın rızâları veçhile hükmü İİâhiyyesini
itmâm ve infâz buyurdu. (tamamlandı ve uygulandı) Bu hükmü ilâhiyyenin merasimi
de âlem-i melekûtta icra olundu.
Bu tecellî ve zuhurat üzere İsâ aleyhiselâmın
ruhu hakîkatı Meryem aleyhisselâma nefh olundu, İsâ aleyhisselâmda 3 hakikat
birleşti.
Biri İlâhî, diğeri Cibrîl aleyhisselâmın melekûtî
hakîkatı ve üçüncüsü de Rasûlullâh Efendimiz’in Hakîkatı Muhammediyyesidir.
İsâ aleyhisselâm rahm-i mâderde
(ana karnında) karar olduğu lahzadan itibaren Hakîkatı Muhammediyye’nin 7’inci
mertebedeki hulâsası ile terbiye oldu. Validesinin rahminde karar olduğu lahzadan (andan)
itibaren yine o, nutfe-i tâhire, ümmeti Muhammed için istiğfar ederdi. Makâm-ı
davette ve yevmi ahd’de kendisine gösterilmiş olan bu ümmetin büyük ve küçük
günahlarına tevbe ve istiğfarda devam ediyordu. İşte bu derece mukaddes ve
mükerrem olan ve Seyyidi Kâinât’ın ümmetine hadim olan İsâ aleyhisselâma hâmile
olduğunda, Cenâb-ı Hakk Kur’ân-ı Kerîminde kendisine melâike vasıtasıyla:
-“Bismillah yâ Meryem,
innallahe’s-tafâke ve tahhereke ve’s-tafâke alâ nisâi’l-âlemîn “ [3] diye hitap buyurmuştur. Bu kadar taltif ve tekrîmin
aslı ve esbabı ise akl-ı ezeliyey-i İlâhî ile Seyyid-i Kâinat aleyhisselamın
zevcesi olduğundandır. Ve kendisine hakîkat-ı Muhammediyye’nin zuhûriyyet ve
şekli üzere Cibrîl-i Emîn aleyhisselâm nazil olduğundandır. Ve Seyyidi Kâinat
aleyhisselamın ümmetine en muhtaç zamanda hadim olan İsâ aleyhisselamın
validesi olduğundandır.
Yine Mürşid-i Kâmil Şeyh
Şerâfeddin Bingöl kaddesellâhü sırrahu’l azîz buyurdu ki;
-“Eyyühe’l-ihvân ve’l-ahbâb, İsâ
aleyhisselamın bu umûmî hizmetinden, Rasûlü Ekremimizin arzu buyurduğu zamandan
biri de 1353 senesinin Rebîu’l- Evvel’in 7‘inci (20 Mayıs 1934 Çarşamba)
gecesidir. Bu geceye
tesadüf ile İsâ aleyhisselamın hizmet-i mukaddeselerine nail ve mazhar olacak
ümmetin içinde bizlerin de dâhil olduğu muhakkaktır. Bu umûmî hizmetin
meyânında husûsî hizmetler de vardır. O husûsî hizmetlerden birisi de menâbiîn [4] (vekillik) hakîkatından anlaşıldığı üzere hakkımızda
ifâ edilecek olan hizmet-i takdîsedir. Bu nîmetullâhı cümlenize tebşîr
ediyorum. (Bu zuhuratın zahiri manada yorumunu yapmak mümkün olmuyor.İkinci
Dünya savaşının olgunlaştığı zamanlara rastgelmesi pek manidar)
cilt. V, s. 5-11
Kaynak: MENÂKIB-I ŞEREFİYYE,
Şerâfeddin Hazretleri’nin Lisanından Yayına Hazırlayan- Hasan BURKAY,
ANKARA-1995
[1] İncila: Cilâlanma. Parlama. * Görünme, belli
olmak, açılma
[2] Tearüf: Tanışmak. Birbirini tanımak. Birbirine
tanış çıkmak.
[3] Âl-i İmrân, 42. “Melekler şöyle demişti: Ey Meryem!
Allah seni seçip temizledi, dünyaların kadınlarından seni üstün tuttu.”
[4] Menab: Birinin yerini tutmak, nâib olmak.
Birisine vekil olmak. Vekillik yeri. (Bu
Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.
Yorumlar