Meşayih-i Kiramdan
Mısır'da yetişen büyük
velîlerden. İsmi, Ömer, babasınınki Ali'dir. Künyesi Ebû Hafs olup,
Sultân-ül-âşikîn (âşıkların sultânı) ve Şerefüddîn lakabları vardır. İbn-i
Fârid diye meşhur oldu. Resûlullah efendimizin süt annesi Halîme'nin mensup
olduğu Benî-Sa'd kabîlesine mensuptur. 1180 (H.576) senesinde Mısır'da doğup,
1238 (H.636) senesinde yine burada vefât etti. Mısır'da Karâfe denilen yere
defnedildi.
İbn-i Fârid, aslen
Sûriye'nin Hama şehrindendir. Babası, buradan Mısır'a gelip yerleşmiştir. İbn-i
Fârid'in babası, devlet kademelerinde, haksızlığa uğrayanların haklarını
kazanmalarında yardımcı olduğu için kendisine Fârid denmiştir. Daha sonra,
kâdılık işi ile meşgûl olmuştur. Fârid âilesi, ilim yanında, haramlardan ve
şüphelilerden sakınma hususunda örnek olmaları ile tanınır. Bu âilenin
mensupları dînin emir ve yasaklarına uymakta ziyâdesiyle gayret gösterirlerdi.
İbn-i Fârid, böyle bir âilede yetişti. Biraz büyüyünce, Şâfiî fıkhı ile meşgûl
oldu. İbn-i Asâkir'den hadîs-i şerîf ilmini aldı. Büyük hadîs âlimi Münzirî ve
başkaları kendisinden hadîs-i şerîf rivayet etti. Sonra tasavvuf yoluna ve
yalnızlığa meyletti. Dünyâ sevgisinden ve bağlarından sıyrılmaya çalıştı.
Babasından izin alır, Mukattam Dağı taraflarına, vâdilere, Kâhire'deki Karafe
harâbelerindeki terk edilmiş bir vaziyette bulunan mescidlerden birine gider,
bir müddet oralarda kalırdı. Babasının hakkına riâyet edip gönlünü almak için,
günde bir-iki kere yanına giderdi.
İbn-i
Fârid, bundan sonrasını şöyle anlatır:
Babam vefât edince, her şeyden uzaklaşıp,
tamâmen kendimi bu yola verdim. Fakat bu şekilde bana hiçbir şey hâsıl olmadı.
Nihâyet bir gün, Mısır medreselerinden birisine girmek istedim. Bu sırada
medrese kapısında, bakkal olan yaşlı bir zâtın abdest aldığını gördüm. Fakat,
din kitaplarında, bildirilen şekilde abdest almıyordu. Önce kollarını, sonra
ayaklarını yıkayıp, sonra başını mesh edip, daha sonra yüzünü yıkamıştı.
Gönlümden; "Bu ihtiyar ne acâyiptir. Bu yaşta, bir müslüman memleketinde,
medrese kapısında, müslümanların âlimleri arasında bulunuyor da, şöyle usûlüne
uygun bir abdest alamıyor." düşüncesi geçti. Bunun üzerine o yaşlı zât
bana bakıp: "Ey Ömer! Sana Mısır'da perdeler açılmaz, istediğini burada
bulamazsın. Senin perdelerinin açılması ve istediğin Hicâz'da, Mekke-i
mükerremede olsa gerek. Oraya git! İstediğin şeyin hâsıl olması yakındır."
dedi.
Ben, onun evliyâullahtan olduğunu
bilememiştim. Meğer o, böyle usûlüne uygun olmayan abdest almakla hâlini
setredip gizlermiş. Bu durumları anlayınca, huzûrunda oturup: "Efendim,
ben nerede, Mekke-i mükerreme nerede? Hac mevsimi değildir ki, bana arkadaş
olacak birisini bulayım." dedim. Bunun üzerine eli ile işâret ederek;
"İşte Mekke-i mükerreme önündedir." dedi. Baktığımda, Mekke-i
mükerremeyi gördüm. Sonra o ihtiyardan ayrılıp, Mekke-i mükerremeye doğru
yöneldim. Mekke-i mükerreme benim gözümün önünden kaybolmadı. Nihâyet Mekke-i
mükerremeye vardım. Artık mânevî perdeler bir bir açılıyordu. Bundan sonra,
Mekke-i mükerremenin dağlarında ve vâdilerinde dolaşmaya başladım. Öyle ki,
kendimi hiç bilmediğim bir vâdide bulmuştum. Oradan Mekke-i mükerremenin
uzaklığı, on günlük yoldu. Her gün Harem-i şerîfte beş vakit cemâatle namazda
hazır bulunurdum. Bu yere gelip giderken, bir yırtıcı hayvan bana arkadaş
olurdu. Deve gibi dizi üzerine çöküp: "Efendim! Bin, bin!" derdi. Her
zaman binerdim. On beş yılım böyle geçti. Bir ara, ansızın o ihtiyar bakkalın
sesi kulağıma geldi. "Ey Ömer! Kahire'ye gel. Vefâtımda hazır bulun."
dedi. Bu söz üzerine Kâhire'ye gittim. O zâtın vefâtı yakın bir vaziyetteydi.
Selâm verdim. Selâmımı aldı. Bana birkaç dînâr verdi. Bunlarla techiz ve
tekfinimi yap. Bir dînâr daha verip, bunu da tâbutumu taşıyanlara ver.
Karâfe'de falanca yere tabutumu koy, dedi. Sonra şunları söyledi: "Bu
sırada dağdan aşağıya bir kimse iner. Onunla namazımı kıl. Sonra Allahü
teâlânın dilediği şeyin olmasını bekle." Onun tavsiyesi üzerine hareket
ettim. Tâbutunu dediği yere koydum. Dağdan bir kişinin aşağıya doğru indiğini
gördüm. Kuş gibi süratliydi. Ayağının yere dokunduğunu görmedim. Fakat ben o
şahsı tanıyordum. O, çarşıda dolaşır, herkes kendisiyle alay ederdi. Ensesine
vururlardı. Yanıma gelince; "Ey Ömer, gel cenâze namazını birlikte
kılalım." dedi. Biraz ileri varınca, yerle gök arasında, yeşil ve beyaz
kuşların bizimle birlikte namaz kıldıklarını gördüm. Namazı bitirdikten sonra,
büyük bir yeşil kuş, o kuşlar arasından aşağıya indi. Tabutun alt yanına kondu.
O, tabutu tutup, diğer kuşların arasına karıştı. Hepsi tesbîh ederek uçtular ve
gözlerimizin önünden kayboldular. Ben bu hâle çok hayret ettim. Sonra yanımdaki
o zât bana; "Ey Ömer! İşitmedin mi ki, şehidlerin rûhları yeşil kuşların
kursakları içindedir. Cennet'ten çıkıp, istedikleri yerde uçarlar. Bunlar kılıç
şehidleridir. Muhabbet ve İlâhî sevgi şehidlerinin hem cesedleri ve hem de
rûhları yeşil kuşların kursakları içindedir. Bu zât da onlardan
birisidir." dedi.
İbn-i Fârid, Mekke-i
mükerremeden Mısır'a dönünce, Ezher'de hatiplikle meşgûl oldu. İbn-i Fârid
yolda giderken, insanlar yol boyunca toplanır ondan duâ isterlerdi. Elini öpmek
için gayret gösterirlerdi. Ancak kimseye elini öptürmez, sâdece müsâfeha
ederdi. Bir mecliste hazır bulunduğu zaman, o meclise sükûn, vakar ve huzûr
hâkim olurdu. Elbisesi gâyet güzel olup, kokusu pek hoş idi. Zamanın önde gelen
âlimleri, devletin ileri gelenleri, vezîrler, kadılar, zenginler ve fakirler onun
meclisine koşarlardı. Yanında gâyet edeb ve terbiye üzere bulunurlardı.
Huzûrunda pâdişâhların yanında konuşurlarken gösterdikleri titizlik ve dikkati
gösterirlerdi. Kendisine gelenlere pekçok ikrâmda bulunurdu. Kimseden bir şey
kabûl etmezdi. Bir seferinde Melik Kâmil kendisine bin dînâr göndermişti. O
bunları almayıp, geri gönderdi.
İbn-i Fârid, orta boylu,
nûrânî yüzlü bir zâttı. Vecd hâlinde yüzü daha çok nûrânî olurdu. Vücûdundaki
terler, ayaklarının altından doğru yere inerdi. İbn-i Fârid'in heybetli
görünüşü vardı. Allahü teâlânın kendisine muhabbet ve ünsiyetini nasîb ettiği,
büyük ve mübârek bir zâttı.
Şems bin Umâre el-Mâlikî,
İbn-i Fârid'in hâllerini ve kerâmetlerini inkâr eder, kabûl etmezdi. Şems bin
Umâre, bir gün kardeşi Yûsuf'un ziyâretine gitmişti. Bu sırada çok susadı. O
civarda, İbn-i Fârid'in kabrinin yanında bulunan testideki sudan başka hiçbir
su bulamadı. Burada bulunan sudan içip susuzluğunu giderdi ve o günden sonra
İbn-i Fârid hakkındaki yanlış düşüncelerinden, onun hâllerini inkârdan
vazgeçti.
Tasavvuf büyüklerini, onların yüksek hâllerini
ve kerâmetlerini inkâr edenlerden birisi, rüyâsında, kıyâmetin koptuğunu, büyük
bir kabın içerisinde su kaynatıldığını, bu kabın bulunduğu yerden çıkan ateş
kıvılcımlarının etrâfta uçuştuğunu, bu sırada insanların bölük bölük getirilip,
bu suyun içerisinde, etleri, hattâ kemiklerine varıncaya kadar pişirildiklerini
gördü. Bunun üzerine, onların kimler olduğunu sorunca, kendisine; "İbn-i
Arabî ve İbn-i Fârid'in yüksek hâllerini ve kerâmetlerini inkâr eden kimseler
oldukları söylendi."
İbn-i Fârid, bâzan Ravda
denilen yerde Müştehâ diye bilinen mescide gider, akşam vakti buradan Nil
Nehrini seyretmeyi severdi. Yine bir gün oraya gidiyordu. Birisinin, kalbinin
parça parça olduğunu ifâde eden bir beyit okuduğunu duyunca, düşüp bayıldı.
Ayılınca, o şahıs yine bu beyti okuyordu. İbn-i Fârid tekrar bayıldı. O şahıs
oradan uzaklaşıncaya kadar, İbn-i Fârid'in bu durumu devâm etti.
İbn-i Fârid'in bir Dîvan'ı
vardır. Bu Dîvân çok derin mânâları ihtivâ etmektedir. İbn-i Fârid, şiirlerinin
çoğunu Mekke-i mükerreme vâdilerinde yazdı. Dîvân'daki kasîdelerden birisi de,
Kasîde-i Tâiyye'dir. 750 beyittir. Tasavvuf büyükleri ve diğer ulemâ arasında
pek meşhûrdur. Bu kasîdede; tasavvuf ile ilgili yüksek hâller, dîni ilimlerin
hakîkatleri, yakînî mârifetleri, tasavvuf yolunda bizzat kendisinin diğer
tasavvuf büyüklerinin kavuştuğu üstün hâlleri, pek yüksek bir ifâde ile şiir
şeklinde söylenmiştir.
İbn-i Fârid şöyle der:
Kasîde-i Tâiyye'yi tamamladıktan sonra, rüyâmda Resûlullah efendimizi gördüm.
Buyurdular ki: "Kasîdene ne isim koydun?" Ben de: "Yâ
Resûlallah! Levâîh-ül-Cinân (Revâîc-ül-cinân) ismini verdim." dedim. O
zaman Resûlullah; "Hayır, ona Nazm-üs-sülûk adını ver." buyurdu. Ben
de, Kasîde-i Tâiyye'ye bu adı verdim.
Rivâyet edilir ki: İbn-i Fârid, vefâtından
sonra rüyâda görülüp, niçin dîvanında Resûlullah efendimizi medh etmediği
kendisine sorulunca, şu mânâdaki beyti söylemiştir: "Medh edenler ne kadar
çok medh ederlerse etsinler, Resûlullah efendimiz hakkında her medhi eksik
görüyorum. Hem Allahü teâlâ, O'nu lâyık olduğu şekilde medh etti. Bu medh
karşısında, insanların medh etmesinin ne kıymeti olur?" demiştir.
İbn-i Fârid; "Resûlullah
efendimizi anlatmak isteyenler, O'nun güzelliğini ve üstünlüğünü anlatmaya
kalksalar, zaman biter, fakat, O'nun güzelliğini ve üstünlüğünü anlatmakla
bitiremezlerdi." buyurdu.
Bir
gece İbnu’l-Fârid,rüyasında Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellemi görür.
Rasûlüllah şaire nesebini sorar. O da cevaben dedesinden öğrendiği bilgilerle
ona cevap verir. Nesebinin Benî Sa’d kabilesinden RasûlüllahIn süt annesinin
mensup olduğu soya kadar uzandığını söyler. Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve
sellem
“Hayır
Sen neseb olarak o kabileye mensup olabilirsin fakat muhabbet olarak benim
soyumdansın”
diye iltifat eder. O, bu durumu aşağıda verilen beyitlerle ifade etmiştir:
نَسَبٌ فى شَرْعِ الهَوىَ بَيْننا
مِنْ نسبٍ منْ اَبَوَيْ
“Bizim aramızda gönül bağı
yolu ile gelen bir neseb anne babadan gelen bir nesebten daha yakındır.” Divan, Mısır, 1290, s.
11-12; Şerhu Divâni İbni’l-Fârid Marseilles, s. 9-10]
DÎVÂN-I İBN EL-FARID’IN,KASÎDE-İ TAİYYESİN’DEN BİR NUTK U
ŞERÎFİ.
Bu
nutk u şerîf <<Nazmu's-Sulûk>> diye isimlendirdiği kasideden
alınmıştır:
“Makamda kıldığım namâzlar (*) onadır.
Ve şahit oluyorum ki o da bana namâz kılıyor.
Her ikimiz de namâz kılan ‘bir’iz;
Secde etmekte kendi hakikati. Her secdede ‘bir’ olarak.
Bana namâz kılan, benden başkası değil.
Her secdede namâzım da, benden başkasına değil.
Ben O’yum, O da ben;
Ayrılık yok aramızda. Aksine zâtım, zâtımı sevdi.
Benden bana elçi olarak gönderildim.
Zâtım, âyetlerimle bana delâlet etti.”[1]
“Makamda kıldığım namâzlar (*) onadır.
Ve şahit oluyorum ki o da bana namâz kılıyor.
Her ikimiz de namâz kılan ‘bir’iz;
Secde etmekte kendi hakikati. Her secdede ‘bir’ olarak.
Bana namâz kılan, benden başkası değil.
Her secdede namâzım da, benden başkasına değil.
Ben O’yum, O da ben;
Ayrılık yok aramızda. Aksine zâtım, zâtımı sevdi.
Benden bana elçi olarak gönderildim.
Zâtım, âyetlerimle bana delâlet etti.”[1]
Notlar
1) Câmiu Kerâmât-il-Evliyâ; c.2, s.218
2) Nefehât-ül-Üns; s.615
3) El-Bidâye ven-Nihâye; c.13, s.143
4) Şezerât-üz-Zeheb; c.5, s.149
5) Miftâh-üs-Se'âde; c.1, s.100-201
6) El-A'lâm; c.5, s.55
7) Vefeyât-ül-A'yân; c.3, s.445
8) İslâm Âlimleri Ansiklopedisi; c.8,
s.340
(*) Arapça'da SALLÊ kelimesi hem namâz kılmak,
hem duâ etmek hem de rahmet etmek manasına geliyor.
Hzl:Mehmet KARAKUŞ
Fârâbî’nin Tanrı konusundaki
düşüncelerinin iyi anlaşılabilmesi için son olarak onun “Fârâbî’nin büyük
duası” adlı eserine bakmak gerekir. Filozofumuz, sanki Tanrı konusundaki
düşüncelerinin tamamını “Duâ’un Azîmun” adlı risalesine sıkıştırmak istemiş ve
yüce Allah'a şöyle seslenmiştir:
[Not: Allah Teâlâ’ya “et” “yap” vb türü ifade
kullanımının “kul makamı”na uygun düşmediği için duâ daki emir sigaları niyaz
makamına çevrilerek konulmuştur. Allah Teâlâ’nın yüce zatına karşı edep
dairesinde hareket etmeyi uygun görmekteyiz. İhramcızâde İsmail Hakkı]
“Rahman ve Rahim olan Allah’ın adıyla
başlıyorum!
Ey Zorunlu Var’ım!
Ey sebeplerin sebebi, ezelî ve ebedî olan
Allah’ım!
Beni hatalardan korumanı, bana senin hoşnut
olacağın eylemi emel yapmanı niyaz ediyorum!
Ey bütün Âlemlerin Rabbi olan Allah’ım!
Bana bütün iyi hasletleri bahşetmeni,
işlerimde güzel neticeler vermeni, gayelerimde ve isteklerimde beni başarılı
kılmanı diliyorum!
Evrende nehirlerin coşkun aktığı gibi akan
yedi yıldızın sahibi, aydınlatıcısı Rabb’im!
Yıldızlar, zât’ının iyilikleriyle, bütün
cevheri kuşatan iradenle işlerini yaparlar. Zuhal, Utarit ve Müşteri gibi
yıldızların bizzat kendilerinden bir şey beklemem, ben hayrı, her şeyi
senden beklerim!
Allah’ım!
Beni mutsuzluk ve yokluk âleminden
kurtarmanı istiyorum!
Beni kötülükten kaçınıp, sevgiyle Sana
bağlı olanlardan, dosdoğru kişiler ve şehitlerle birlikte gökte yaşayanlardan
eylemeni niyaz ediyorum!
Öyle yüce bir “var”sın ki, senden başka
ilah’da yoktur!
Varlıkların yegâne sebebi, yerin ve göğün
nuru Sensin. Allah’ım!
Bana Faal Akıldan bir feyiz bahşetmeni
istiyorum!
Ey ululuk ve iyilik sahibi Allah’ım!
Ruhumu hikmet nuruyla süslemeni!
Bağış olarak benim için takdir ettiğin
nimeti (şükrünü) bana ilham etmeni!
Bana hakkı hak olarak gösterip ve ona
uymanın yolunu ilham etmeni!
Bana batılı batıl olarak göstermeni, beni
batıla inanmaktan ve onu dinlemekten korumanı! Nefsimi ilk maddenin yapısından
temizlemeni!
Diliyorum.
Şüphesiz ki sen, ilk nedensin!
Ey bütün varlıkların sebebi olan Hakk’ım.
Bütün varlıkların feyzinden fışkırdığı
kaynaksın.
Kat kat göklerin Rabbi, onların ortasına
kara ve denizleri yerleştiren Rabb’imsin.
Sana sığınarak, bir günahkâr olarak, sana
yalvarıyorum!
Bu günahkâr ve ihmalkârın suçunu
bağışlamanı istiyorum!
Ey evrenin Rabbi!
Yüce katından bir feyiz ile Nefsimi, maddî
ve manevî kirlerden temizlemeni de, niyaz ediyorum!
Ey yüce kişilerin, yıldızlar âleminin,
gökyüzündeki ruhların sahibi Allah’ım!
Kuluna, şehevî şeylerin, aşağılık dünyanın
sevgisi baskın geldi. Himayeni, beni hatalara düşmekten koruyucu kılmanı!
Benim için takvanı, her türlü aşırılığa
karşı kalkan yap istiyorum!
Muhakkak sen her şeyin kuşatıcısısın.
Ey Allah’ım!
Beni dört unsurun esaretinden kurtarıp ve
beni geniş katına ve yüce huzuruna almanı istiyorum!
Allah’ım!
Bana vereceğin yeterliliği, gücü, topraksı
cisimler ve varlıkla ilgili olan düşünceler arasındaki yerilmiş ilişkilerimi
kesmeme bir sebep kılmanı; hikmeti ve ruhumu ilâhi âlemler ve yüce ruhlarla
birlikte olmaya vesile kılmanı da istiyorum.
Allah’ım!
Benim ruhumu Cebrail vasıtasıyla
aydınlatmanı!
Aklıma ve duyguma olgun hikmetle etki
etmeni!
Fizik âleminin yerine, melekleri bana
yoldaş eylemeni niyaz ediyorum!
Ey hal ve söz diliyle konuşan varlıkların
önünde olan Allah’ım!
Zât’ını tenzih ederim, şüphesiz ki Sen, o
varlıklardan her birine hikmetinle lâyık olduğu şeyi verensin, o varlıklara,
yokluğa nispetle varlığı bir nimet ve rahmet kılansın. Öz olsun, araz olsun tüm
varlıklar senin nimetlerine müstahaktırlar ve nimetlerinin güzelliklerine
şükrediyorlar. (Nitekim Sen;) “O’nu övgü ile tesbih etmeyen hiçbir şey
yoktur. Ne var ki siz, onların tesbihini anlamazsınız” (buyurursun).
Allah’ım seni tenzih ederim, sen yücesin,
tek olan Allah’sın, yegânesin,
“Birsin, teksin, doğurmayan, doğurulmayan
ve kendine hiçbir şey denk olmayan” eşsiz ve muhtaç olmayan Allah’ım!
Allah’ım!
Nefsimi (beni) ismetle yüceltir misin!
Zâtına yaraşan biçimde nefsime şefkat
eylemeni!
Senden gelen ve sana lâyık olan bir
asaletle nefsimi esirgemeni!
Gökteki yerine ulaştıracak bir tövbeyi
nefsime lütfetmeni!
Kutsal makamına geri dönüşünü (ulaşmasını)
çabuklaştırmanı diliyorum!
Nefsimin karanlıkları üzerine Faal Akıl
güneşini doğdurmanı!
Cehalet ve sapkınlıkların karanlıklarını
ondan uzaklaştırmanı!
Ruhumda bil-kuvve bulunan güzellikleri
aktif hale getirmeni!
Ruhumu bilgisizliğin karanlıklarından
çıkarıp, hikmetin aydınlığına ve aklın ışığına iletmeni diliyorum. (Nitekim
sen;) “Allah inananların dostudur. Onları karanlıklardan aydınlığa çıkarır”
(diye buyuruyorsun).
Ey Allah’ım!
Bilinmeyenlerin gerçek suretlerini ruhuma
rüyada gösterip!
Ruhumu karma karışık kâbuslardan,
rüyalarında iyilikleri ve doğru müjdeyi görmeye dönüştürüp!
Ruhumu etkileyen duyuların ve kuruntuların
kirlerinden temizleyip!
Ruhumdan fizikî âlemin bulanıklığını
uzaklaştırıp!
Ruhlar âlemindeki yüce makama konuk
etmeni, çok arzu ediyorum!
Ya Rabbî!
Bana hidayeti nasip edensin
Bana her şeyde yeterli olan ve beni himaye
eden “en yüce var”sın!
Hamd yalnızca Allah’a mahsustur. Allah’ın
rahmeti ve selamı sonsuza dek kendisinden sonra hiçbir peygamber gelmeyecek
olana (Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve selleme) olsun. (Âmin).”
Kaynak: “Ebu Nasr El-Fârâbî’nin Büyük
Duası”, çev. İbrahim Hakkı Aydın, Atatürk Üniversitesi İlâhiyat Fakültesi
Dergisi, S. 22, Erzurum 2004, s.294–296; “Duâ’un Azîmun li Ebî Nasr
el-Fârâbî” başlıklı duasının Türkçe çevirisini veren İbrahim Hakkı Aydın,
bu risalenin müellif nüshasına ulaşamadığını ancak bir yazma nüshasının
Süleymaniye Şehit Ali Paşa kütüphanesi no. 537’de mevcut olduğunu, ayrıca bu
risalenin, İbn Ebî Usaybia’nın “Uyûnu'l-Enbâ fî Tabakâti'l-Etıbbâ”sında
Fârâbî’nin eserleri arasında gösterildiğini belirtmiştir.
Alıntı Kaynak: Mehmet KARAKUŞ, Fârâbî nin Tanrı
Anlayışı, Harran Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Felsefe Ve Din
Bilimleri Ana Bilim Dalı Din Felsefesi Bilim Dalı (Yüksek Lisans
Tezi)Şanlıurfa—2010
İBN MESERRE'NİN DUASI
KUTBÜ'L DEVRÂN ,KUDDİSE SIRRAHÜ'L
MENNÂN, CENÂB-I PÎR-İ MÜNÎR VE DESTGÎR, SULTÂN HACI BAYRÂM VELÎ HAZRETLERİNİN
MEKTÛBÂT-I İLÂHÎLERİ VE HALÎFELERİ BEYÂNINDADIR.
Mektûbât-ı
Hacı Bayrâm Kûddise Sırrahû’l Mennân Hazretleri Hacı Bayram-ı Veli’ye ait iki
mektûb’dan bahsedilmektedir 151.
Bu
iki mektûb’dan biri Süleymâniye Kütüphânesi/Hacı Mahmut Efendi, no: 2673'te
(vr. 169b-172a) yer alan şu mektûbdur:
Mektûb-ı
Hacı Bayram-ı Velî (Kaddesallâhu Sirrahu’l-Âlî Hazretleri)
Bismillâhi'r-Rahmâni'r-Rahîm
Hamd-i
bî-hadd ol Ehadd Hazretlerine ki cemi’i eşyada vahdetiyle hâzır ve
cümle
mazâhir-i ekvânda cemâliyle mütecellî ve zâhirîdir. Ve salât ü selâm ol mir’âti
Zât ve mazhar-ı esmâ’ ve sıfât olan Nebiyy-i Mükerrem Muhammed sallallahû teâlâ
aleyhi ve sellem hazretlerine ve Âl-i Güzîn ve Ashâb-ı pürtemkîn hazretlerine
olsun ebedü’l-âbâd.
Ba’de
zâlike şöyle bilmek gerekdir ki, Hakk Te’âlâ Gayb-ı Hüviyyet ve Hazret-i
Ehadiyyetde kendü zâtıyle mevcûd olub, kendü zâtını kendü zâtında müşâhede
iderdi.
Ve
cemi’-i hakayık-i imkâniyye sûver-i kevniyye ve esmâ’ ve sıfât-ı ilâhîyye ve
nisbet-i zâtiyye idi ve anları müstehleke müşâhede iderdi. Zirâ zâhirde zuhûr
idecek bunların a’yânı yoğ idi. Pes zâtında müstehleke olan esmâ’sının a’yânı
hasebiyle kendü zâtını ve aynını ve sıfât ve kemalâtını bir gûne câmi’de ki
cemî-i emr-i vücûdı hâzır ve câmi’dir, müşâhede eylemek diledi. Pes evvela
âlemi Rahmân sûretin üzerine halk eyledi yâni cemî-i esmâ’ ve sıfât ile âlemin
sûretinde zuhûr idüb suver-i âlemde ancak esmâ’sının a’yanını müşâhede eyledi.
Zirâ zât-ı ehadiyyete mazhar olmağa âlemde kuvvet ve isti’dâd yokdur. Andan
sonra, berzâh-ı kâmil olan insân-ı kâmili iki yüzlü halk eyledi; bir yüzü
zâhir, bir yüzü bâtındır. Bâtın yüzü zâta mazhar ve esmâ’ ve sıfâta masdardır
ve zâhir yüzü âlemdir ve suver-i âlemden zuhûr iden esmâ’-i ilâhiyye sûretidir.
Bâtını vahdet ve zâhiri kesretdir, bâtını Hakk ve zâhiri halkdır.
Pes
insân-ı kâmilin mazharı âyinesinde kandü zâtını ve aynını zâtında müstehleke
olan Esmâ-i Hüsnâ ayânını tafsîl üzerine müşâhede eyledi ve zuhûr ve ızhâr-ı
cemâl ve tecellî-i zât ve sıfât alâ vechi’l kemâl ânınla hâsıl oldu.
Zîrâ
her şeyin kendü nefsini kendü nefsinde görmesi şey-i âhâr gibi evvela şey’e
tecellî idüb anda kendü sûretini müşâhede idüb görmesi gibi değildir, âyine
gibidir. Meselâ,pes insân-ı kâmil mazharı zât-ı Hakk ve âyine-i vücûd-ı
mutlakdır esmâ’ ve sıfât-ı ilahiyye ve niseb ve şuûnât-ı zâtiyyeden bir şey
yokdur. Bâtınında mevcûd ve mestûr olmıya ve sâhife-i vücûddan hakâyık-ı
kevniyye ve hurûf-ı imkâniyyeden bir harf yokdur ki ânın zâhirinde meşhûd ve
mestûr olmıya ve zerrât-ı mevcûdâttan bir zerre yokdur ki ana ittisâli olmıya.
Pes
ânın dâiresinden hâric bir şey müteayyin olmamağın zât-ı Hakk ânda zuhûr-ı
küllî ve tafsîlî ile zuhûr idüb tecellî eyledi ve ol yüzden zâtî güneşi işrâk
itdi ve esrâr-ı ilâhîyye-i gaybiyye ânınla aşikâre oldu ve ibâdet-i zâtiyye
ânınla kâmil ve ma’rifet-i ilâhîyye ânınla hâsıl oldı. Ve dahi insân-ı kâmil
Hakkın nûrudur, âleme anınla nazar idüb rahmet ider ve âlemin rûhudur, âlem bir
nefes onsuz olmaz, beden rûhsuz kaim olmadığı gibi. Ve dahi vücûd-i Hakka âyine
olan mezâhir-i kevniyyenin cilâsı ve nûrudur. Rahmet-i cemî-i eşyâya vâsıl,bil
ki esmâ’-i ilâhiyyeye dahi şâmildir. Zîrâ cemî-i eşyânın zuhûru ve kıyâmı
insân-ı kâmilin nûruyladır. Kezâlik,esmâ’-i ilâhîyyenin Zât-ı Ehadiyyete olan
istihlak-ı giryeden ıstırabdan teneffüs dahi anınla zuhûrlarından ve cümlesi
andan zâhir olduklarından, bu itibâr üzerine insân-ı kâmil Hakk’la halkın
kıblesidir.Zira cemî-i eşyânın teveccühü ânadır ve feyz andan gelür.
Ve esmâ’-i ilâhîyyenin bâtınından zuhûru
andandır. İmdi Hakk’ın kendü aynını müşâhede-i küllîyye-i tâfsîliyye ile
müşâhedesi; “Sûret-i Cem’iyye-i İlâhîyye-i Zâtiyye-i Ehadiyye” ile insân-ı
kâmilin ma’rifeti ilâhîyyeyi tahsîl itmesi ve Hakk’a vâsıl olub müşâhede
kılması dahi insân-ı kâmil mazharına kalb-i selîm ile teveccüh itmeye
mevkûfdur.Zîrâ Hakk, mevâd ve mezâhirden mücerred idrâk olunub müşâhede olunmaz
illâ mazharda zuhûr idüb ol mazharın cem’iyyeti ve ihâtası kadar müşâhede
olunur. İnsân-ı kâmil dahi mazhâr-ı etemm ve eşmel ve meclâ-yı ecma’ ve ekmel
olmağın anda olan zuhûr küllîdir ve anda olan müşâhede, müşahede-i zâtiyyedir.
Ânsız
Hakk bilinmez ve dahi müşâhede olunmaz. Pes âna vâsıl olan Hakk’a vâsıldır ve
ânı müşâhede iden Hakk’ı müşâhede ider. Ve âna muhabbet iden Hakk’a muhabbet
ider ve âna mutî’ olur ve ânın merdûdu olan Hakk’ın merdûdudur ve ânın makbûlu
olan Hakk’ın makbûludur ve âna âsî olan Hakk’a âsîdir ve ana münkîr olan Hakk’a
münkîr olur ve âna hâyin olan Hakk’a hâyin olur ve âna ezâ iden Hakk’â ezâ
ider. Zîrâ insân-ı kâmilin zâtı zât-ı Hakk’ın âyinesidir, belki zâtı, Hakk’ın
zâtı ve vücûdu, Hakk’ın vücûdu ve ilmi Hakk’ın ilmidir zîrâ Hakk’ın varlığından
gayri ânın ne zâtı vardır ve ne vücûdu ile ilmi vardır.
Ve
bu vahdet, ikilikten hâsıl olur ve vahdet değildir ve hulûl ittihâddan dahi
berîdir, belki kâmilin ma’dûma olan ayn-ı sâbitesi âyinesinden kemâliyle
Hakk’ın zuhûrudur ve sûret-i sâbitesi âyinesinde kemâliyle Hakk’ın zuhûrudur.
Sûret-i
İlâhîyye-i Ehadiyye ile ol mazhârdan işrâk ve bürûzudur. Ehadiyetde müşâhade olunan,
yine zât-ı ilâhîyyedir. Esmâ’-i ilâhîyye ânda müstehlekedir ve âlemde
müşâhede-i zât olunan suver-i esmâ’-i ilâhîyyedir. Amma insân-ı kâmilde olan
müşâhede zât ve sıfât,esmâ-i ilâhiyye cem’iyyetinin müşâhedesidir. Pes, anda
olan müşâhede ecma’ ve ekmel ve etemm ve eşmeldir.
İmdi
çünkü bu âlem-i şehâdet müşâhede âlemidir ve bunda müşâhede iden ahretde
müşâhede ider ve bunda a’mâ olan Âhiretde a’mâ olur. Pes Hakk’a tâlib olub
mazhar-ı küll olmağa râğıb olan ihvân-ı müstaîddîne lâzım olan budur ki mehbit-i
envâr-ı izzet ve mahall-i kûds-i ulûhiyyet olan dîl hânesini âlem-i imkân
kazûratından pâk ve musaffâ eyleye ve kalbi âyinesini ki Meclâ-yı Tecellîyyât-ı
Rabbânîdir ve Mir’ât-ı Cemâl-i Rahmanîdir. Alâyık-i bâtınî olan her mahbûbun
ibârından ve her matlûbun asârından mücellâ eyleye. Ba’dehû beyyine-i Hakk ve
mazhâr-ı vücûdı mutlak olan insân-ı kâmilin kalbine teveccüh idüb kalbini ânın
kalbine ulaşdıra. Tâ kim müstevâyı Hakk olan kâmilin kalbinde zuhûr iden
envâr-ı ilâhîyye ve şümusât-ı Rabbânîyye ol tâlibin kalbine işrâk idüb
bekâyâ-yı sıfâtını dahi ifnâ’ idüb bi’l-külliyye kalbini, ânın kalbinde zuhûr
iden zât-ı kûdse âyine idinüb zuhûr-ı küll ile kalbinde zuhûr idince,mahabbet-i
ilâhîyyeye teveccühünden hâlî olmaya, bir nefes ândan i’râz itmiye tâ kim
insân-ı kâmilin zâtı ânın zâtında ve sıfâtı ânın sıfâtında ve ef’âli ânın
ef’âlinde fâni’ olub mazhâr-ı küll ve insân-ı kâmil ile şey’i vâhid ola ve ânın
mazhârında Hakk’la vuslat bula.
Gören
ve işiden ve yapışan ve söyleyen Hakk ola ve Hakk’ın varlığından gayri bir
varlık kalmıya.Pes vahdet iklimine sefer itmeğe ve Hakk’la vuslat bulmağa
insân-ı kâmilin kalbinde,kalbin ittisâlinden ve muhabbet-i ilâhîyye ile âna
teveccüh idüb ol mazhar-ı feyz-i akdes, kalb-i mukaddesden münbasit olan nûr-i
ilâhiyyenin, kalbine inbisâtından ve kalbin cânib-i Hakk’a incizâbından gayri
tarîk yokdur ve insân-ı kâmilden gayri Hakk’a kapu yokdur ve kalbinden gayri
âna yol yokdur. Zirâ,zât sıfâtıyla ve cemî-i esmâsiyle Hakk Te’âlâ,kâmilin
kalbinde istivâ itmiştir. Hakk’ı isteyen kendü varlığından geçsün.Hakk’dan
gayri kalbinde olan hevâları ve Hakk’ı kalbinde hâzır müşâhede itsün veyâhud
kalbini kâmilin kalbine ulaşdırsın tâ kim cümle müşkilâtı âsân ola ve tuttuğu
işi kolay gele, bâki işi Allah onara.“Femen şâe felyü’min ve men şâe felyekfür
”152 “Vallâhü ganiyyun ani’l-âlemin”153 “Ve hüvellahü yegûlu’l-Hakka huve yehdi’s-sebîl”154. İnsân-ı kâmilden murâd Resûl-i Ekrem sallallâhu
aleyhi ve sellemdir. Zirâ ânın hakîkati câmi’-i cemi’-i hakâyıkdır,vücûd-ı
ekmel-i mevcûd ve câmi’-i cemi’-i zuhûrâtdır ve dahi vâris-i ekmel olan insân-ı
kâmildir ki her devirde bir merd-i müteayyindir.[152
Kehf (28),29: "İsteyen inansın, isteyen inkar etsin!"153 Âl-i İmrân (3), 97: "Allah âlemlerden
ganidir."154 Ahzâb (33), 4: "O, Allah
hakkı söyler, (yine) O, doğru yola hidayet eder."]
Süleymaniye
Kütüphanesi/Pertev Paşa, no: 619'da (vr. 205b-206a) bulunan mektûb
da
şu şekildedir:
Hacı
Bayram Kuddise Sirrahû’l Azîz Hazretleri’nin Bir Halîfesine Gönderdiği Mektûb
Sûretidir:
Elhamdü
lillâhillezî cezebe kulûbe evliyâihî ilâ bâbi hadratihî. Ve emeddehâ
bi-imdâdi
ğaybetihî. Fetehakkakû bi-şühudi ezeliyyetihî ve ebediyyetihî. Ve ehaze
vücûdehum
'anhum bi-ifnâihim fî vücûdihî. Feferrakû fî bahri hüviyyetihî. Ve
sallallâhü
'alâ ekmeli mezâhirihî Muhammedini’l-Mustafâ min halîkatihî. Ellezî
şehide
lehû a'lâmul-vücûdi bi-kemâli husûsiyyetihî ve ekmeliyyetihî ve 'alâ âlihî ve
ashâbihî
ve ihvânihi’l-kâmilîne min veresetihî.
Ve
ol ah-ı ilâhî(bu kısım okunamadı)*
üzerine dahi ittihâz-ı zâtî münbais olan duâ-yı sâlih ihdâ
olındıkdan
sonra i’lâm olunur ki mukaddemâ bu cânibe irsâl buyurulan mektûb-ı şerîfinizle
karındaşımız Muhammed Efendi’nin rahmetullahi 'aleyh bu menzil-i kesretden
âlem-i vahdete ve dâr-ı ağyardan Seray-ı dildâra intikal itdikleri i’lâm olunmuş
el-hükmü lillah ve’l-emru biyedillah.Hakk Te’alâ Hazretleri kemâl-i
lütûflarından ibâdullâhi’s-sâlihîn ve ervâh-ı mukarrabîn zümresinden idüb
haşrde hâzire-i kûds ve âlem-i ünsde şarâb-ı vuslat sîr-âb ve vech-i izzetden
ref’i nikâb ve keşf-i hicâb idüb cemâliyle ber hurdar itmiş ola.
“Vemâ
ce’alnâ li-beşerin min kablike’l-huld”155 bu
dâr-ı mihnet dâr-ı huld değilir. Belki tahsîl-i kemâlât ve maârifi ilâhîyye ve
tekmîl-i merâtib-i imkâniyye-i vücûbiyyeden sonra abdin sıfât-ı zâtiyyesi olan
fakr-ı küllî ile Hakk’a ibâdet ve müşâhede-i vech-i hakikat ve muâyene-i
cemâl-i hazret-i ulûhiyyet mahallidir:
“Ve
men kâne fî hâzihî a’mâ fehüve fi’l-âhireti a’mâ”156
Beyt:*
Eğer
görmezse kişi bunda yârin,
O
gözsüz kande görür yârı yarın
Bilişen
dost ile bunda bilişür
Göremez
yâd olan yârın nigârın
O
gördü dahi buldu bunda yârı
Fedâ
kıla yoluna cümle vârın
“Ve
tera’l-cibâle tahsebüha câmideten vehiye temurru mera’s-sehâb”157 “Bel hum fî lebsin min halkın cedîd”158 Bu âlem, mahall-i tebeddül ve tağayyürdür. Dâima halk-ı
cedîd içinde nihâyet-i i’dâm, icâdından tağayyürü müşâhid değildir. Öyle
olsa,ân-ı vâhide, i’dâm ile îcâd beyninde olan vücûdun ne mikdar bekâsı olsa
gerekdir.
Tâ
kim miskîn ibn-i âdem âna i’timâd eyleye. İmdi dîde-i basarı kahl-i tevfîk-i
ilâhî ile mükâhhal ve mir’ât-ı kalbi nûr-ı îman ve îkan ihsân ile musaykal olan
ihvân-ı muvahhidîne lâzım olan budur ki mevhûm olan vücûdun bakiyye-i ömrin
dergâh-ı izzetin ibâdetinde ifnâ’ idüb; Arş-ı İlâhî ve Beyt-i Rahmâni ve
Mahzen-i İlm-i Leddünî ve Maskat-ı Envâr-ı Sübhanî ve Âyine-i Cemâl-i Samedanî
olan kalbi müşâhede-î Hakk’dan halî tutmayub dâima Hakk’ın zikir ve fikrinde ve
murâkebe ve huzûrunda olalar. “Mâvesi’anî ardî velâ semâî ve lâkin vesi’anî
kalbu’l-mü’min” mûcibince kalblerinde Hakk’ı hâzır bileler. Zîrâ insânın kalbi
esmâ’-i mütekâbile tasarrufunda olmağın dâima tekallübdedir. Cemi’-i eşyânın
suver-i in’ikâsına kabilliyyeti vardır.
Pes
her kangı sûret kalbin içinden mün’akis olursa ol insânın sıfâtıyla muttasıf
olur.
Eğer
ol hînde intikâl iderse “ve’alâ mâ temûtûne tuhşerûn” âna göre haşr olur.
Ânın
içün mübtedî olan ehl-i sülûk kulûbünde nakş iderler veyâhud suver-i eşyâyı
mezâhir-i esmâ’-i ilâhîyye bilüb cümlesinden vech-i Hakkı mülâhaza iderler. Bu
hâl üzerine intikal iderlerse gaflet-i küllî intikal itmezler ve mütevassıtîn
olanlar, kulûbün beyt-i ilâhî bilüb müşâhedededir, bir ân münfek değillerdir.Ve
müntehî olanlar Hakk’dan gayri nesne “lâ havfun aleyhim velâ hüm yahzenun”159 benim rûhum zâhiren ve bâtınen, kavlen ve fi’len,
hâlen ve ilmen, keşfen ve zevkan Hazret-i Resulullah aleyhi ve selleme imtisâl
idüb tarîkine sülûk itmek gerek.Tâkim Velâyet-i Hassa-i Muhammedîyye’ye dühûl
ve vüsûl müyesser ola. Zirâ herkesin kurb-ı rûhânîsi nice ise verâset-i
Muhammediyye’den ol kadar vârisdir. “Ricâlün sadekû mâ’âhedullahe aleyhi”160 Bu âyet-i kerîme evliyâ-yı Muhammedînin
beyânındadır, yâni Hakk’dan gayri bir zerreye meyl ve mahabbet olunmaya deyü
ânlardan âlem-i ervâhda ve âlemi ulviyyede me’hûz olan ahd üzerine bu âlem-i
şehâdetde sâbit olub sâdık olalar, yâni arzan tahte’s-serâya varınca,olan
mükevvenâtdan bir zerreye gönül virmeyüb,Hakk’dan gayri bir şeye muhabbet
itmeyenlerdir.Hadd-i racûliyyete dâhil olub hakîkat-ı Muhammedîyyînden olanlar
âna göre fursat elde iken sa’y-i belîğ ve hadd-i bi dirîg gerekdir.Şöyle ola,
benim rûhum, mektub icmâl olundıkda bî-huzûrlığa haml itmeyesin. Râbıta-ı
kalbîyye ile ma’lûm “el-Mü’minü yanzûru binûrillah”. Amma,ba’zı ahyânda mevâni’
zuhûr eyler icmâl olındıkda lütfunuzdan makdur dutasın,kelime-i vâhide kâfiyedir
inşâallahü Te’âlâ mümkin oldıkça tafsîl olınur.Bâkî selâmullahi’ aleyküm ve
berakâtüh.161
Hacı
Bayram-ı Veli Hazretleri’nin halîfelerinin sayısı konusunda çeşitli kaynaklarda
farklı bilgiler verilmektedir. Semerât'ta Hacı Bayram Hazretleri’nin
halîfe sayısı 6 olarak kaydedilirken162, Sâdık
Vicdânî’nin (ö. 1939) Melâmîlik adlı eserinde 14 halifeden bahsedilir163. Şakâik'ta ise bu sayı daha da artarak 28’i
bulur164. Yaptığımız tespitler neticesinde Hacı
Bayram-ı Velî Hazretleri’nin halîfelikleri kesin olan halîfeleri şunlardır:
1.
Akşemseddîn Muhammed b.Hamza (Akşeyh ö. 863/1459)165
2.
Yazıcıoğlu Muhammed b. Salih (Muhammed ibnu'l-Kâtib, Gelibolulu
YazıcızâdeMehmed ö. 855/1451)166
3.
Yazıcıoğlu Ahmed Bîcân (Ahmed ibnu'l-Kâtib, Gelibolulu Yazıcı-zâde
Ahmed
ö. 870/1466’dan sonra)167
4.
Salâhaddîn Bôluvî (Bolulu Şeyh Salâhaddîn, Salâhaddîn Tavîl, Uzun
Salâhaddîn)168
5.
Germiyanoğlu Şeyhî (Şeyhî Germiyânî, Molla Şeyhî Germiyânî, Yusuf
Sinâneddîn, Şeyhî Sinân, Hekîm Yusuf Sinân Kütahyavî ö. 855/1451) 169
6.
Molla Mehmed Zeyrek (ö. 859/1455) 170
7.
Eşrefoğlu Rûmî (Abdullah b. Eşref b. Muhammed el-Mısrî er-Rûmî ö.1469)171 Hacı Bayram tarafından icâze almış ve halîfesi
olarak İznik'e gönderilmiş ise de sonra daha yüksek kemâle ulaşması için yine
onun tarafından Hama'da bulunan Hüseyin el-Kâdirî el-Hamevî'ye gönderilmiş ve
ondan eğitim alarak mezun olmuş, böylece Kâdirîliğin Eşrefîlik kolunun piri
olarak
irşâd faaliyetlerini yürütmüştür.172
8.
Baba Nahhâs Ankaravî (Ankaralı Baba Nahhâs175, Bedreddîn Baba Nahhâsî ö.
1451'den sonra) 173
9.
Akbıyık Meczûb Sultan (Akbıyık Abdullah Dede Burûsevi ö.859/1455) 174
10.
Emir Sikkînî Ömer Dede (Emir Dede, Bıçakçı Ömer Dede, Ömer Dede
Burûsevî,
Bursalı Ömer Dede ö. 880/1475) 175
11.
Şeyh Lütfullah İsfendiyârî (ö. 895/1490)176
12.
YUSUF HAKİKÎ (Baba Yûsuf, Baba Yûsuf Hakîkî, Hakîkî Baba, Yûsuf Hakîkî Baba,
Şeyh Hakîkî, Gül Baba (Şeyh Hâmideddîn'in oğlu) ö. 893/1487)177
13.
İnce Bedreddîn (Bedreddîn Dakîk)178
14.
Kızılca Bedreddîn (Bedreddîn Ahmer ö. 857/1453)179
15.
Şeyh Ulvân Şîrâzî (Mahmûd-ı Şebüsterî‘nin (ö. 720/1320) tasavvufî aşkı
mecazlarla
anlattığı ünlü mesnevîsi Gülşen-i Râz'ın mütercimi)180
16.
Kemal Halvetî (ö. 880/1475)
17.
Abdulkadir Isfehânî
18.
Ahmed Baba (Hacı Bayram'ın oğlu)
19.
Şeyh oğlu Edhem Baba (ö. 860/)
20.
Şeyh oğlu Edhem Baba'nın kardeşi Ferruh Dede181
21.
Şeyh Muslihiddîn Halîfe182 (Kocailli
Muslihiddîn Mustafa183, Muslihiddîn
Burûsevî ö.1456)184
22.
İzzeddîn Aksarayî 185
23.
Şeyh Ramazan Edirnevî (Ramazan Halife)186
Hacı
Bayram'ın halîfesi olarak bazı kaynaklarca zikredilse de halîfelikleri kesin
olmayan veyâ bir başkasının halîfesi olanlar ise şunlardır:
1.
Abdurrahîm Karahisârî (İbnu'l-Mısrî, Mısrîoğlu, Mısırlızâde, Mısırlıoğlu
Abdurrahîm
Çelebî ö. 900/1494'den sonra)187
2.
Şeyh Şâmî ( Hamza Şâmî, Şamlı Hamza)188
3.
Baba Yusuf Seferîhisarî (ö.917/1511)189
4.
Bünyamin Ayaşî (926/ö.1520)190
5.
Muk’ad Hızır Dede (ö. 913/1507) (ö.1512)191
6.
Abdal Murad 192
7.
Alâaddîn Arabî (Molla Alâaddîn-i Arabî Halebî ö. 901/1495)193
8.
Bardaklı Baba 194
9.
Sünbüllü Baba 195
NOTLAR
151 Bayramoğlu, a.g.e. c. II, s. 233, s. 238-241.
155 Enbiya (21), 34: "Senden önce hiç
kimseyi ölümsüz kılmadık." 156 İsra (17),
72: "Burada kör olan kişi ahirette de kördür." 157 Neml (27), 88: "Dağları yerlerinde donmuş
sanırsın, oysa onlar bulutlar gibi gelip geçerler!"
158 Kaf (50), 15: "Onlar yeniden
yaratılmaktan şüphe içindedirler."
159 Yûnus (10), 62:"Onlara korku yoktur,
onlar üzülmeyeceklerdir."
160 Ahzâb (33), 23:"İnananlardan Allah’a
verdiği sözü yerine getiren adamlar vardır."
161 Bayramoğlu, a.g.e. c.II, s. 237-241.
*
Doç Dr.Hayri Kaplan’ın (okunamayan kısım
hakkındaki açıklaması:
sevgili
M.G.T., öncelikle geç cevap verdiğim için özür dilerim, ne kadar yoğunum bir
bilsen!
Öğrencim
Ayşe Yıldırım'a ben de ulaşamıyorum. Tez çalışması esnasında sizin
bahsettiğiniz mektubun yazma nüshasını birlikte kontrol etme imkanımız
olmamıştı ve öğrencim de büyük ihtimalle Ethem Cebecioğlu hocamın tez
çalışmasından (Hacı Bayram Veli, Kültür Bakanlığı yay., Ankara 1991, s.
111) veya Fuat Bayramoğlu'nun eserinden (Hacı Bayram-ı Veli: Yaşamı-Soyu-Vakfı,
TTK yay., Ankara 1989, c. 2, s. 238) tashih etmek suretiyle metne yer vermişti
(o sıralarda öğretmenliği Ankara'da olduğundan çok sık bir araya gelme
imkanından yoksun idik). Bu iki kaynakta da "...
ol ah-ı ilahi üzerine dahi ittihaz-ı zati münbais olan dua-yı salih ihda
olunduktan sonra..." diye belirtilen ifade -cümlenin sibak ve
siyakından anlaşılacağı üzere- "o ah-i ilahi (Allah yolundaki veya Allah
için o kardeşe (malumunuz Arp. da ah kardeş anlamında) dahi gönül
birliğini doğuran salih dua hediye edildikten sonra (ittihaz değil dorusu
ittihad olmalı, zât kelimesi çok anlamlı kelimelerden biri olup bir anlamı da
gönül, varlık, ruh, kişi vs.dir)" şeklinde anlaşılmalıdır. Acizane kanaatim
budur.
Sevgi
ve muhabbetlerimle.
162 Sarı, a.g.e., s. 144–145.
163 Vicdânî, Ebû Rıdvan Sadık, Tumâr-ı Turuk-ı
Aliyyeden Melâmîlik, İstanbul 1338/1922-1340/1924,
s.
35.
164 Şeyhî’nin Şakayık Zeyli
165 Mecdî, a.g.e., s. 138-142.
166 Hoca Sadettin Efendi, Tacü't-Tevârih
(Haz.İsmet Parmaksızoğlu), Kültür Bakanlığı Yay., Ankara 1999, c. V, s.
177-178; Taşköprüzâde, a.g.e., 27a; Küçükkaya, M. Askeri, Evliya
Çelebî'ninSeyahatnâme'sinde Tasavvufî Kültür (Doktora tezi, Harran
Üniversitesi/Temel İslamBilimleri/Tasavvuf), Şanlıurfa 2002, s. 268; Bayrâmî,
Molla Derviş, Silsile-nâme, Milli Ktp./Yazma Eserler, no: 06 Mil Yz A
5310/3, vr. 68a; Müstakîmzâde, a.g.e., vr. 110b, 161b; Harîrîzâde, a.g.e., c.
I,
vr.
173a; Vassâf, a.g.e., c. II, s. 262, 264.
167 Hoca Sadettin Efendi, a.g.e., c. V, s. 98;
Taşköprüzâde, a.g.e., vr. 42a; Küçükkaya, a.g.e., s. 270;
Bayrâmî,
a.g.e., vr. 69a; Müstakîmzâde, a.g.e., vr. 287b; Süreyya, Mehmed, Sicill-i
Osmânî (Haz.
Nuri
Akbayar), Tarih Vakfı Yurt Yay., İstanbul 1996, c. III, 1025; Vassâf, a.g.e.,
c. II, s. 262, 270.
168 Hoca Sadettin Efendi, a.g.e., c.
V, s. 99; Taşköprüzâde, a.g.e., vr. 42b; Küçükkaya, a.g.e., s. 270;
Bayrâmî,
a.g.e., vr. 69a; Müstakîmzâde, a.g.e., vr. 287b; Vassâf, a.g.e., c. II, s. 274;
Süreyya, a.g.e., c.
III,
1025.
169 Taşköprüzâde, a.g.e., vr. 29b; Bayrâmî,
a.g.e., vr. 69b; Vassâf, a.g.e., c. II, s. 263-264.
170 Hoca Sadettin Efendi, a.g.e., c.
V, s. 108; Taşköprüzâde, a.g.e., vr. 47a; Vassâf, a.g.e., c. II, s. 262,276.
171 Müstakîmzâde, a.g.e., vr. 10b, 95b;
Harîrîzâde, a.g.e., c. I, vr. 173a; Vassâf, a.g.e., c. II, s. 262.
172 Harîrîzâde, a.g.e., c. I, vr. 76a-77a.
173 Taşköprüzâde, a.g.e., vr. 29b;
Bayrâmî, a.g.e., vr. 69b; Vassâf, a.g.e., c. II, s. 262.
174 Süreyya, a.g.e., c. II, s. 360.
175 Hoca Sadettin Efendi, a.g.e., c. V, s. 97,
161; Taşköprüzâde, a.g.e., vr. 42a; Bayrâmî, a.g.e., vr.71a; Müstakîmzâde,
a.g.e., vr. 110a; Harîrîzâde, a.g.e., c. I, vr. 244b; Vassâf, a.g.e., c. II, s.
262, 275.
176 Taşköprüzâde, a.g.e., vr. 29b; Bayrâmî,
a.g.e., vr. 70a; Müstakîmzâde, a.g.e., vr. 256b; Harîrîzâde,
a.g.e.,
c. I, vr. 173a; Vassâf, a.g.e., c. II, s. 278-279.
177 Hoca Sadettin Efendi, a.g.e., c. V, s. 65;
Taşköprüzâde, a.g.e., vr. 29b; Bayrâmî, a.g.e., vr. 69b..
178 Küçükkaya, a.g.e., s. 269; Vassâf, a.g.e., c.
II, s. 262, 276.
179 Taşköprüzâde, a.g.e., vr. 29b; Bayrâmî,
a.g.e., vr. 69b; Vassâf, a.g.e., c. II, s. 262, 264.
180 Taşköprüzâde, a.g.e., vr. 29b;
Bayrâmî, a.g.e., vr. 69b; Vassâf, a.g.e., c. II, s. 262, 264.
181 Vassâf, a.g.e., c. II, s. 262, 264. Şeyh oğlu
Edhem Baba diye anılan zatın Hacı Bayram'ın
oğullarından
Edhem Baba ile aynı kişi olup olmadığı hakkında kaynaklarımızda açıklayıcı bir
bilgiye rastlanmamaktadır.
182 Vassâf, a.g.e., c. II, s. 262.
183 Taşköprüzâde, a.g.e., vr. 29b.
184 Bayrâmî, a.g.e., vr. 69a.
185 Bayrâmî, a.g.e., vr. 69b.
186 Bayrâmî, a.g.e., vr. 69b; Vassâf, a.g.e., c.
II, s. 263, 276. Diğer kaynaklardaki ifade Hacı
Bayram'ınizinde
yetiştiği, Bayrâmî olduğu şeklindedir (Hoca Sadettin Efendi, a.g.e., c. V, s.
280;Mecdî, a.g.e, s.375).
187 Akşemseddîn'in halifesidir. Bkz. Hoca
Sadettin Efendi, a.g.e., c. V, s. 183; Bayrâmî, a.g.e., vr. 68a;Müstakîmzâde,
a.g.e., vr. 397b; Vassâf, a.g.e., c. II, s. 270. Bu zatın vefat tarihinin bu
tarihler arasında olduğu tahmin edilmektedir. Ayrıca kendisinin mesnevî
tarzında yazdığı ve 865/1461'de tamamladığı
Vahdet-nâme
eserinde
Akşemseddîn'in müridi ve halifesi olduğunu vurgular. Bkz. Ayşe Gülay
Keskin,
Abdurrahim Karahisâri'nin Hayatı, Eserleri ve Vahdetnâme Mesnevisinin
Tenkitli Metni
(Doktora
tezi, Gazi Üniversitesi/Eski Türk Edebiyatı), Ankara 2001, s. 7, 10, 111-112.
188 Evliya Çelebî onun Hacı Bayram'ın
halifesi olduğunu belirtir (Küçükkaya, a.g.e., s. 269) ise de diğer kaynaklara
göre Akşemseddîn'in halifelerindendir. Hoca Sadettin Efendi, a.g.e., c. V, s.
186.
189 Bayrâmî olduğu belirtilir. Bkz. Süreyya,
a.g.e., c. V, s. 1688.
190 Emir Sikkînî'nin halifesidir. Bkz.
Bayrâmî, a.g.e., vr. 70a; Müstakîmzâde, a.g.e., vr. 125a.
191 Süreyya, a.g.e., c. II, s. 669;
Vassâf, a.g.e., c. II, s. 262, 278, 361. Akbıyık'ın halîfesidir.
Bayrâmî,a.g.e., vr. 71a; Harîrîzâde Tibyânü'l-Vesâil'de (c. I, vr. 244b)
her ne kadar icâzetlerde yer alan silsilede ve İsmail Hakkı Bursevî'nin
eserlerinde Hacı Bayram'ın halifesi gösterilse de sahih olanın Şeyh Akbıyık'ın
halîfesi olduğunu belirtir.
192 Vassâf, a.g.e., c. II, s. 277
(tarihen pek güvenilir bir bilgi olmadığını belirterek)
193 Vassâf, a.g.e., c. II, s. 276. Şeyh Alâaddîn
Halvetî'nin bağlılarındandır (Hoca Sadettin Efendi,a.g.e., c. V, s. 130).
194 Evliya Çelebî bu zatın Hacı
Bayram'ın halîfelerinden olduğunu söyler (Küçükkaya, a.g.e., s. 268),fakat bunu
destekleyecek başka bir kaynak tespit edemedik.
195 Evliya Çelebî bu zatın Hacı
Bayram'ın halîfesi olduğunu ve Tokat'ta yaşamış olduğunu belirtmekle beraber,
Bektâşî dervişi diye nitelediği bir Sünbüllü Baba'dan daha bahseder ve bu zatın
da Tokat'ta yaşadığını kaydeder (Küçükkaya, a.g.e., s. 268).
ALİ ULVİ BABA (Mehmed Ali Çerkeşî ) Kaddesellâhû Sırrahû’l
Azîz
Ali Ulvi Baba unvanlı
Mehmed Ali Çerkeşî son dönem Bektaşi postnişinlerindendir. Kesin olmamakla
birlikte 1864‟te Çankırı'nın Çerkeş ilçesinde doğdu, 1951 veya 1954'te İzmir'de
öldü. Gençlik döneminde askeriyeye girdi ve tabur imamlığı göreviyle İstiklâl
Savaşı'na katıldı. Süvari Yüzbaşılığından emekli oldu. Bektaşiliğe askerliği
döneminde, Şahkulu Sultan Dergâhı‟nda Mehmed Ali Hilmi Dedebaba (1842-1909)‟dan
el alarak intisap etti. Önce Ali Nutkî Baba (1869-1936)'dan, daha sonra Nafi
Baba (1833-1912) ve Salih Niyazi Dedebaba (ö. 1941)'dan Babalık icazeti aldı.
Bir adı da Mızraklı Dergâhı olan İzmir Balpınarı Tekkesinde postnişinlik yaptı.
Târîh-i Şâh-ı Velâyet, Mevlûd-i Hazret-i İmâm Ali, Şecere-i Hacı Bektaş-ı Velî
ve Bektaşilik Makâlâtı adlı eserleri vardır.(Kasap-Günaydın: 2006, 7-12)
Hüseyni Nefes
Beste: Cüneyt Koşal el-Cerrahi
Güfte: Ali Ulvi Baba
İcra: Ahmet Özhan
Bak vech-i yâre yâ Hay
Gelmiş kemâle yâ Hay
Bâki vü lâyezaldir
Ermez zevâle yâ Hay
Kim secde eylemezse
Böyle cemâle yâ Hay
Dünyâda Âhirette
Ermez visâle yâ Hay
Dîdâr-ı Hakk´tır işte
Sıdk ile gel niyâz et
Divâra secde etme
Girme vebâle yâ Hay
Gelmiş kemâle yâ Hay
Bâki vü lâyezaldir
Ermez zevâle yâ Hay
Kim secde eylemezse
Böyle cemâle yâ Hay
Dünyâda Âhirette
Ermez visâle yâ Hay
Dîdâr-ı Hakk´tır işte
Sıdk ile gel niyâz et
Divâra secde etme
Girme vebâle yâ Hay
Allah kabul eder mi
Riyâ ile namâzı
Bîhudedir kapılma
Böyle hayâle yâ Hay
Geç küfr ile imândan
Ahret ile cihândan
Uğraşmayıp nihâyet
Bu kîl-u kaâle yâ Hay
Vâsıl olur mu Hakk’a
Ehl-i riyâ olanlar
Ey sôfi hiç sığar mı
Mızrak çuvale yâ Hay
Medheylemişken Allah
Kur´ân da bu şarabı
Niçün haram diyorsun
Böyle helâle yâ Hay
Ulvi Baba bu nutku
Hakk’ın diliyle söyler
Sâkî inâyet eyle
Doldur piyâle yâ Hay
Riyâ ile namâzı
Bîhudedir kapılma
Böyle hayâle yâ Hay
Geç küfr ile imândan
Ahret ile cihândan
Uğraşmayıp nihâyet
Bu kîl-u kaâle yâ Hay
Vâsıl olur mu Hakk’a
Ehl-i riyâ olanlar
Ey sôfi hiç sığar mı
Mızrak çuvale yâ Hay
Medheylemişken Allah
Kur´ân da bu şarabı
Niçün haram diyorsun
Böyle helâle yâ Hay
Ulvi Baba bu nutku
Hakk’ın diliyle söyler
Sâkî inâyet eyle
Doldur piyâle yâ Hay
[1]Tasavvuf dünyasında,
İbnü’l-Fârız’ın İlâhî aşk ve muhabbet üzerine söylediği beyitler önemli bir yer
teşkil etmektedir. Arap mutasavvıflarından İbnü’l-Fârız’ın divanından “Yâiyye”,
“Mîmiyye (Hamriyye)” ve “Râiyye” kasidelerini şerh eden Mehmed Nâzım Paşa’nın
“İbn Fâriz Tercümesi” adlı eseridir.Matbû bir eser olan şerh İstanbul’da Şems
Matbaasında h.1328/m.1910 yılında basılmıştır. Nâzım Paşa eserini, üç bölüme
ayırmıştır. Kısa bir girişten sonra, önce Arapça metni kaydettikten sonra,
burada geçen kelimeleri mânâlandırmakta, kelimelerin köklerini incelenmektedir.
Bunu müteakip “Mahsûl-i Beyt” başlıklı kısımda beyitleri Türkçeye çevirmiştir. Şerhe
imza atan Nâzım Paşa, günümüzde tartışmalara konu olan, şâir Nâzım Hikmet Ran’ın
dedesidir.
Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.
Yorumlar