Print Friendly and PDF

Meşayih-i Kiramdan


Mısır'da yetişen büyük velîlerden. İsmi, Ömer, babasınınki Ali'dir. Künyesi Ebû Hafs olup, Sultân-ül-âşikîn (âşıkların sultânı) ve Şerefüddîn lakabları vardır. İbn-i Fârid diye meşhur oldu. Resûlullah efendimizin süt annesi Halîme'nin mensup olduğu Benî-Sa'd kabîlesine mensuptur. 1180 (H.576) senesinde Mısır'da doğup, 1238 (H.636) senesinde yine burada vefât etti. Mısır'da Karâfe denilen yere defnedildi.

İbn-i Fârid, aslen Sûriye'nin Hama şehrindendir. Babası, buradan Mısır'a gelip yerleşmiştir. İbn-i Fârid'in babası, devlet kademelerinde, haksızlığa uğrayanların haklarını kazanmalarında yardımcı olduğu için kendisine Fârid denmiştir. Daha sonra, kâdılık işi ile meşgûl olmuştur. Fârid âilesi, ilim yanında, haramlardan ve şüphelilerden sakınma hususunda örnek olmaları ile tanınır. Bu âilenin mensupları dînin emir ve yasaklarına uymakta ziyâdesiyle gayret gösterirlerdi. İbn-i Fârid, böyle bir âilede yetişti. Biraz büyüyünce, Şâfiî fıkhı ile meşgûl oldu. İbn-i Asâkir'den hadîs-i şerîf ilmini aldı. Büyük hadîs âlimi Münzirî ve başkaları kendisinden hadîs-i şerîf rivayet etti. Sonra tasavvuf yoluna ve yalnızlığa meyletti. Dünyâ sevgisinden ve bağlarından sıyrılmaya çalıştı. Babasından izin alır, Mukattam Dağı taraflarına, vâdilere, Kâhire'deki Karafe harâbelerindeki terk edilmiş bir vaziyette bulunan mescidlerden birine gider, bir müddet oralarda kalırdı. Babasının hakkına riâyet edip gönlünü almak için, günde bir-iki kere yanına giderdi.
İbn-i Fârid, bundan sonrasını şöyle anlatır:
 Babam vefât edince, her şeyden uzaklaşıp, tamâmen kendimi bu yola verdim. Fakat bu şekilde bana hiçbir şey hâsıl olmadı. Nihâyet bir gün, Mısır medreselerinden birisine girmek istedim. Bu sırada medrese kapısında, bakkal olan yaşlı bir zâtın abdest aldığını gördüm. Fakat, din kitaplarında, bildirilen şekilde abdest almıyordu. Önce kollarını, sonra ayaklarını yıkayıp, sonra başını mesh edip, daha sonra yüzünü yıkamıştı. Gönlümden; "Bu ihtiyar ne acâyiptir. Bu yaşta, bir müslüman memleketinde, medrese kapısında, müslümanların âlimleri arasında bulunuyor da, şöyle usûlüne uygun bir abdest alamıyor." düşüncesi geçti. Bunun üzerine o yaşlı zât bana bakıp: "Ey Ömer! Sana Mısır'da perdeler açılmaz, istediğini burada bulamazsın. Senin perdelerinin açılması ve istediğin Hicâz'da, Mekke-i mükerremede olsa gerek. Oraya git! İstediğin şeyin hâsıl olması yakındır." dedi.
 Ben, onun evliyâullahtan olduğunu bilememiştim. Meğer o, böyle usûlüne uygun olmayan abdest almakla hâlini setredip gizlermiş. Bu durumları anlayınca, huzûrunda oturup: "Efendim, ben nerede, Mekke-i mükerreme nerede? Hac mevsimi değildir ki, bana arkadaş olacak birisini bulayım." dedim. Bunun üzerine eli ile işâret ederek; "İşte Mekke-i mükerreme önündedir." dedi. Baktığımda, Mekke-i mükerremeyi gördüm. Sonra o ihtiyardan ayrılıp, Mekke-i mükerremeye doğru yöneldim. Mekke-i mükerreme benim gözümün önünden kaybolmadı. Nihâyet Mekke-i mükerremeye vardım. Artık mânevî perdeler bir bir açılıyordu. Bundan sonra, Mekke-i mükerremenin dağlarında ve vâdilerinde dolaşmaya başladım. Öyle ki, kendimi hiç bilmediğim bir vâdide bulmuştum. Oradan Mekke-i mükerremenin uzaklığı, on günlük yoldu. Her gün Harem-i şerîfte beş vakit cemâatle namazda hazır bulunurdum. Bu yere gelip giderken, bir yırtıcı hayvan bana arkadaş olurdu. Deve gibi dizi üzerine çöküp: "Efendim! Bin, bin!" derdi. Her zaman binerdim. On beş yılım böyle geçti. Bir ara, ansızın o ihtiyar bakkalın sesi kulağıma geldi. "Ey Ömer! Kahire'ye gel. Vefâtımda hazır bulun." dedi. Bu söz üzerine Kâhire'ye gittim. O zâtın vefâtı yakın bir vaziyetteydi. Selâm verdim. Selâmımı aldı. Bana birkaç dînâr verdi. Bunlarla techiz ve tekfinimi yap. Bir dînâr daha verip, bunu da tâbutumu taşıyanlara ver. Karâfe'de falanca yere tabutumu koy, dedi. Sonra şunları söyledi: "Bu sırada dağdan aşağıya bir kimse iner. Onunla namazımı kıl. Sonra Allahü teâlânın dilediği şeyin olmasını bekle." Onun tavsiyesi üzerine hareket ettim. Tâbutunu dediği yere koydum. Dağdan bir kişinin aşağıya doğru indiğini gördüm. Kuş gibi süratliydi. Ayağının yere dokunduğunu görmedim. Fakat ben o şahsı tanıyordum. O, çarşıda dolaşır, herkes kendisiyle alay ederdi. Ensesine vururlardı. Yanıma gelince; "Ey Ömer, gel cenâze namazını birlikte kılalım." dedi. Biraz ileri varınca, yerle gök arasında, yeşil ve beyaz kuşların bizimle birlikte namaz kıldıklarını gördüm. Namazı bitirdikten sonra, büyük bir yeşil kuş, o kuşlar arasından aşağıya indi. Tabutun alt yanına kondu. O, tabutu tutup, diğer kuşların arasına karıştı. Hepsi tesbîh ederek uçtular ve gözlerimizin önünden kayboldular. Ben bu hâle çok hayret ettim. Sonra yanımdaki o zât bana; "Ey Ömer! İşitmedin mi ki, şehidlerin rûhları yeşil kuşların kursakları içindedir. Cennet'ten çıkıp, istedikleri yerde uçarlar. Bunlar kılıç şehidleridir. Muhabbet ve İlâhî sevgi şehidlerinin hem cesedleri ve hem de rûhları yeşil kuşların kursakları içindedir. Bu zât da onlardan birisidir." dedi.
İbn-i Fârid, Mekke-i mükerremeden Mısır'a dönünce, Ezher'de hatiplikle meşgûl oldu. İbn-i Fârid yolda giderken, insanlar yol boyunca toplanır ondan duâ isterlerdi. Elini öpmek için gayret gösterirlerdi. Ancak kimseye elini öptürmez, sâdece müsâfeha ederdi. Bir mecliste hazır bulunduğu zaman, o meclise sükûn, vakar ve huzûr hâkim olurdu. Elbisesi gâyet güzel olup, kokusu pek hoş idi. Zamanın önde gelen âlimleri, devletin ileri gelenleri, vezîrler, kadılar, zenginler ve fakirler onun meclisine koşarlardı. Yanında gâyet edeb ve terbiye üzere bulunurlardı. Huzûrunda pâdişâhların yanında konuşurlarken gösterdikleri titizlik ve dikkati gösterirlerdi. Kendisine gelenlere pekçok ikrâmda bulunurdu. Kimseden bir şey kabûl etmezdi. Bir seferinde Melik Kâmil kendisine bin dînâr göndermişti. O bunları almayıp, geri gönderdi.
İbn-i Fârid, orta boylu, nûrânî yüzlü bir zâttı. Vecd hâlinde yüzü daha çok nûrânî olurdu. Vücûdundaki terler, ayaklarının altından doğru yere inerdi. İbn-i Fârid'in heybetli görünüşü vardı. Allahü teâlânın kendisine muhabbet ve ünsiyetini nasîb ettiği, büyük ve mübârek bir zâttı.
Şems bin Umâre el-Mâlikî, İbn-i Fârid'in hâllerini ve kerâmetlerini inkâr eder, kabûl etmezdi. Şems bin Umâre, bir gün kardeşi Yûsuf'un ziyâretine gitmişti. Bu sırada çok susadı. O civarda, İbn-i Fârid'in kabrinin yanında bulunan testideki sudan başka hiçbir su bulamadı. Burada bulunan sudan içip susuzluğunu giderdi ve o günden sonra İbn-i Fârid hakkındaki yanlış düşüncelerinden, onun hâllerini inkârdan vazgeçti.
 Tasavvuf büyüklerini, onların yüksek hâllerini ve kerâmetlerini inkâr edenlerden birisi, rüyâsında, kıyâmetin koptuğunu, büyük bir kabın içerisinde su kaynatıldığını, bu kabın bulunduğu yerden çıkan ateş kıvılcımlarının etrâfta uçuştuğunu, bu sırada insanların bölük bölük getirilip, bu suyun içerisinde, etleri, hattâ kemiklerine varıncaya kadar pişirildiklerini gördü. Bunun üzerine, onların kimler olduğunu sorunca, kendisine; "İbn-i Arabî ve İbn-i Fârid'in yüksek hâllerini ve kerâmetlerini inkâr eden kimseler oldukları söylendi."
İbn-i Fârid, bâzan Ravda denilen yerde Müştehâ diye bilinen mescide gider, akşam vakti buradan Nil Nehrini seyretmeyi severdi. Yine bir gün oraya gidiyordu. Birisinin, kalbinin parça parça olduğunu ifâde eden bir beyit okuduğunu duyunca, düşüp bayıldı. Ayılınca, o şahıs yine bu beyti okuyordu. İbn-i Fârid tekrar bayıldı. O şahıs oradan uzaklaşıncaya kadar, İbn-i Fârid'in bu durumu devâm etti.
İbn-i Fârid'in bir Dîvan'ı vardır. Bu Dîvân çok derin mânâları ihtivâ etmektedir. İbn-i Fârid, şiirlerinin çoğunu Mekke-i mükerreme vâdilerinde yazdı. Dîvân'daki kasîdelerden birisi de, Kasîde-i Tâiyye'dir. 750 beyittir. Tasavvuf büyükleri ve diğer ulemâ arasında pek meşhûrdur. Bu kasîdede; tasavvuf ile ilgili yüksek hâller, dîni ilimlerin hakîkatleri, yakînî mârifetleri, tasavvuf yolunda bizzat kendisinin diğer tasavvuf büyüklerinin kavuştuğu üstün hâlleri, pek yüksek bir ifâde ile şiir şeklinde söylenmiştir.
İbn-i Fârid şöyle der: Kasîde-i Tâiyye'yi tamamladıktan sonra, rüyâmda Resûlullah efendimizi gördüm. Buyurdular ki: "Kasîdene ne isim koydun?" Ben de: "Yâ Resûlallah! Levâîh-ül-Cinân (Revâîc-ül-cinân) ismini verdim." dedim. O zaman Resûlullah; "Hayır, ona Nazm-üs-sülûk adını ver." buyurdu. Ben de, Kasîde-i Tâiyye'ye bu adı verdim.
 Rivâyet edilir ki: İbn-i Fârid, vefâtından sonra rüyâda görülüp, niçin dîvanında Resûlullah efendimizi medh etmediği kendisine sorulunca, şu mânâdaki beyti söylemiştir: "Medh edenler ne kadar çok medh ederlerse etsinler, Resûlullah efendimiz hakkında her medhi eksik görüyorum. Hem Allahü teâlâ, O'nu lâyık olduğu şekilde medh etti. Bu medh karşısında, insanların medh etmesinin ne kıymeti olur?" demiştir.
İbn-i Fârid; "Resûlullah efendimizi anlatmak isteyenler, O'nun güzelliğini ve üstünlüğünü anlatmaya kalksalar, zaman biter, fakat, O'nun güzelliğini ve üstünlüğünü anlatmakla bitiremezlerdi." buyurdu.
Bir gece İbnu’l-Fârid,rüyasında Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellemi görür. Rasûlüllah şaire nesebini sorar. O da cevaben dedesinden öğrendiği bilgilerle ona cevap verir. Nesebinin Benî Sa’d kabilesinden RasûlüllahIn süt annesinin mensup olduğu soya kadar uzandığını söyler. Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem
“Hayır Sen neseb olarak o kabileye mensup olabilirsin fakat muhabbet olarak benim soyumdansın” diye iltifat eder. O, bu durumu aşağıda verilen beyitlerle ifade etmiştir:
نَسَبٌ فى شَرْعِ الهَوىَ   بَيْننا مِنْ نسبٍ منْ اَبَوَيْ
“Bizim aramızda gönül bağı yolu ile gelen bir neseb anne babadan gelen bir nesebten daha yakındır.” Divan, Mısır, 1290, s. 11-12; Şerhu Divâni İbni’l-Fârid Marseilles, s. 9-10]
DÎVÂN-I İBN EL-FARID’IN,KASÎDE-İ TAİYYESİN’DEN BİR NUTK U ŞERÎFİ.
Bu nutk u şerîf <<Nazmu's-Sulûk>> diye isimlendirdiği kasideden alınmıştır:

“Makamda kıldığım namâzlar (*) onadır.
Ve şahit oluyorum ki o da bana namâz kılıyor.
Her ikimiz de namâz kılan ‘bir’iz;
Secde etmekte kendi hakikati. Her secdede ‘bir’ olarak.
Bana namâz kılan, benden başkası değil.
Her secdede namâzım da, benden başkasına değil.
Ben O’yum, O da ben;
Ayrılık yok aramızda. Aksine zâtım, zâtımı sevdi.
Benden bana elçi olarak gönderildim.
Zâtım, âyetlerimle bana delâlet etti.”
[1]

Notlar

 1) Câmiu Kerâmât-il-Evliyâ; c.2, s.218
 2) Nefehât-ül-Üns; s.615
 3) El-Bidâye ven-Nihâye; c.13, s.143
 4) Şezerât-üz-Zeheb; c.5, s.149
 5) Miftâh-üs-Se'âde; c.1, s.100-201
 6) El-A'lâm; c.5, s.55
 7) Vefeyât-ül-A'yân; c.3, s.445
 8) İslâm Âlimleri Ansiklopedisi; c.8, s.340 
 (*) Arapça'da SALLÊ kelimesi hem namâz kılmak, hem duâ etmek hem de rahmet etmek manasına geliyor.

Hzl:Mehmet KARAKUŞ
Fârâbî’nin Tanrı konusundaki düşüncelerinin iyi anlaşılabilmesi için son olarak onun “Fârâbî’nin büyük duası” adlı eserine bakmak gerekir. Filozofumuz, sanki Tanrı konusundaki düşüncelerinin tamamını “Duâ’un Azîmun” adlı risalesine sıkıştırmak istemiş ve yüce Allah'a şöyle seslenmiştir:
 [Not: Allah Teâlâ’ya “et” “yap” vb türü ifade kullanımının “kul makamı”na uygun düşmediği için duâ daki emir sigaları niyaz makamına çevrilerek konulmuştur. Allah Teâlâ’nın yüce zatına karşı edep dairesinde hareket etmeyi uygun görmekteyiz. İhramcızâde İsmail Hakkı]
“Rahman ve Rahim olan Allah’ın adıyla başlıyorum!
Ey Zorunlu Var’ım!
Ey sebeplerin sebebi, ezelî ve ebedî olan Allah’ım!
Beni hatalardan korumanı, bana senin hoşnut olacağın eylemi emel yapmanı niyaz ediyorum!
Ey bütün Âlemlerin Rabbi olan Allah’ım!
Bana bütün iyi hasletleri bahşetmeni, işlerimde güzel neticeler vermeni, gayelerimde ve isteklerimde beni başarılı kılmanı diliyorum!
Evrende nehirlerin coşkun aktığı gibi akan yedi yıldızın sahibi, aydınlatıcısı Rabb’im!
Yıldızlar, zât’ının iyilikleriyle, bütün cevheri kuşatan iradenle işlerini yaparlar. Zuhal, Utarit ve Müşteri gibi yıldızların bizzat kendilerinden bir şey beklemem, ben hayrı, her şeyi senden beklerim!
Allah’ım!
Beni mutsuzluk ve yokluk âleminden kurtarmanı istiyorum!
Beni kötülükten kaçınıp, sevgiyle Sana bağlı olanlardan, dosdoğru kişiler ve şehitlerle birlikte gökte yaşayanlardan eylemeni niyaz ediyorum!
Öyle yüce bir “var”sın ki, senden başka ilah’da yoktur!
Varlıkların yegâne sebebi, yerin ve göğün nuru Sensin. Allah’ım!
Bana Faal Akıldan bir feyiz bahşetmeni istiyorum!
Ey ululuk ve iyilik sahibi Allah’ım!
Ruhumu hikmet nuruyla süslemeni!
Bağış olarak benim için takdir ettiğin nimeti (şükrünü) bana ilham etmeni!
Bana hakkı hak olarak gösterip ve ona uymanın yolunu ilham etmeni!
Bana batılı batıl olarak göstermeni, beni batıla inanmaktan ve onu dinlemekten korumanı! Nefsimi ilk maddenin yapısından temizlemeni!
Diliyorum.
Şüphesiz ki sen, ilk nedensin!
Ey bütün varlıkların sebebi olan Hakk’ım.
Bütün varlıkların feyzinden fışkırdığı kaynaksın.
Kat kat göklerin Rabbi, onların ortasına kara ve denizleri yerleştiren Rabb’imsin.
Sana sığınarak, bir günahkâr olarak, sana yalvarıyorum!
Bu günahkâr ve ihmalkârın suçunu bağışlamanı istiyorum!
Ey evrenin Rabbi!
Yüce katından bir feyiz ile Nefsimi, maddî ve manevî kirlerden temizlemeni de, niyaz ediyorum!
Ey yüce kişilerin, yıldızlar âleminin, gökyüzündeki ruhların sahibi Allah’ım!
Kuluna, şehevî şeylerin, aşağılık dünyanın sevgisi baskın geldi. Himayeni, beni hatalara düşmekten koruyucu kılmanı!
Benim için takvanı, her türlü aşırılığa karşı kalkan yap istiyorum!
Muhakkak sen her şeyin kuşatıcısısın.
Ey Allah’ım!
Beni dört unsurun esaretinden kurtarıp ve beni geniş katına ve yüce huzuruna almanı istiyorum!
Allah’ım!
Bana vereceğin yeterliliği, gücü, topraksı cisimler ve varlıkla ilgili olan düşünceler arasındaki yerilmiş ilişkilerimi kesmeme bir sebep kılmanı; hikmeti ve ruhumu ilâhi âlemler ve yüce ruhlarla birlikte olmaya vesile kılmanı da istiyorum.
Allah’ım!
Benim ruhumu Cebrail vasıtasıyla aydınlatmanı!
Aklıma ve duyguma olgun hikmetle etki etmeni!
Fizik âleminin yerine, melekleri bana yoldaş eylemeni niyaz ediyorum!
Ey hal ve söz diliyle konuşan varlıkların önünde olan Allah’ım!
Zât’ını tenzih ederim, şüphesiz ki Sen, o varlıklardan her birine hikmetinle lâyık olduğu şeyi verensin, o varlıklara, yokluğa nispetle varlığı bir nimet ve rahmet kılansın. Öz olsun, araz olsun tüm varlıklar senin nimetlerine müstahaktırlar ve nimetlerinin güzelliklerine şükrediyorlar. (Nitekim Sen;) “O’nu övgü ile tesbih etmeyen hiçbir şey yoktur. Ne var ki siz, onların tesbihini anlamazsınız” (buyurursun).
Allah’ım seni tenzih ederim, sen yücesin, tek olan Allah’sın, yegânesin,
“Birsin, teksin, doğurmayan, doğurulmayan ve kendine hiçbir şey denk olmayan” eşsiz ve muhtaç olmayan  Allah’ım!
Allah’ım!
Nefsimi (beni) ismetle yüceltir misin!
Zâtına yaraşan biçimde nefsime şefkat eylemeni!
Senden gelen ve sana lâyık olan bir asaletle nefsimi esirgemeni!
Gökteki yerine ulaştıracak bir tövbeyi nefsime lütfetmeni!
Kutsal makamına geri dönüşünü (ulaşmasını) çabuklaştırmanı diliyorum!
Nefsimin karanlıkları üzerine Faal Akıl güneşini doğdurmanı!
Cehalet ve sapkınlıkların karanlıklarını ondan uzaklaştırmanı!
Ruhumda bil-kuvve bulunan güzellikleri aktif hale getirmeni!
Ruhumu bilgisizliğin karanlıklarından çıkarıp, hikmetin aydınlığına ve aklın ışığına iletmeni diliyorum. (Nitekim sen;) “Allah inananların dostudur. Onları karanlıklardan aydınlığa çıkarır” (diye buyuruyorsun).
Ey Allah’ım!
Bilinmeyenlerin gerçek suretlerini ruhuma rüyada gösterip!
Ruhumu karma karışık kâbuslardan, rüyalarında iyilikleri ve doğru müjdeyi görmeye dönüştürüp!
Ruhumu etkileyen duyuların ve kuruntuların kirlerinden temizleyip!
Ruhumdan fizikî âlemin bulanıklığını uzaklaştırıp!
Ruhlar âlemindeki yüce makama konuk etmeni, çok arzu ediyorum!
Ya Rabbî!
Bana hidayeti nasip edensin
Bana her şeyde yeterli olan ve beni himaye eden “en yüce var”sın!
Hamd yalnızca Allah’a mahsustur. Allah’ın rahmeti ve selamı sonsuza dek kendisinden sonra hiçbir peygamber gelmeyecek olana (Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve selleme) olsun. (Âmin).”
Kaynak: “Ebu Nasr El-Fârâbî’nin Büyük Duası”, çev. İbrahim Hakkı Aydın, Atatürk Üniversitesi İlâhiyat Fakültesi Dergisi, S. 22, Erzurum 2004, s.294–296; “Duâ’un Azîmun li Ebî Nasr el-Fârâbî” başlıklı duasının Türkçe çevirisini veren İbrahim Hakkı Aydın, bu risalenin müellif nüshasına ulaşamadığını ancak bir yazma nüshasının Süleymaniye Şehit Ali Paşa kütüphanesi no. 537’de mevcut olduğunu, ayrıca bu risalenin, İbn Ebî Usaybia’nın “Uyûnu'l-Enbâ fî Tabakâti'l-Etıbbâ”sında Fârâbî’nin eserleri arasında gösterildiğini belirtmiştir.
Alıntı Kaynak: Mehmet KARAKUŞ, Fârâbî nin Tanrı Anlayışı, Harran Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Felsefe Ve Din Bilimleri Ana Bilim Dalı Din Felsefesi Bilim Dalı (Yüksek Lisans Tezi)Şanlıurfa—2010
İBN MESERRE'NİN DUASI

KUTBÜ'L DEVRÂN ,KUDDİSE SIRRAHÜ'L MENNÂN, CENÂB-I PÎR-İ MÜNÎR VE DESTGÎR, SULTÂN HACI BAYRÂM VELÎ HAZRETLERİNİN MEKTÛBÂT-I İLÂHÎLERİ VE HALÎFELERİ BEYÂNINDADIR.



Mektûbât-ı Hacı Bayrâm Kûddise Sırrahû’l Mennân Hazretleri Hacı Bayram-ı Veli’ye ait iki mektûb’dan bahsedilmektedir 151.
Bu iki mektûb’dan biri Süleymâniye Kütüphânesi/Hacı Mahmut Efendi, no: 2673'te (vr. 169b-172a) yer alan şu mektûbdur:

Mektûb-ı Hacı Bayram-ı Velî (Kaddesallâhu Sirrahu’l-Âlî Hazretleri)
Bismillâhi'r-Rahmâni'r-Rahîm
Hamd-i bî-hadd ol Ehadd Hazretlerine ki cemi’i eşyada vahdetiyle hâzır ve
cümle mazâhir-i ekvânda cemâliyle mütecellî ve zâhirîdir. Ve salât ü selâm ol mir’âti Zât ve mazhar-ı esmâ’ ve sıfât olan Nebiyy-i Mükerrem Muhammed sallallahû teâlâ aleyhi ve sellem hazretlerine ve Âl-i Güzîn ve Ashâb-ı pürtemkîn hazretlerine olsun ebedü’l-âbâd.
Ba’de zâlike şöyle bilmek gerekdir ki, Hakk Te’âlâ Gayb-ı Hüviyyet ve Hazret-i Ehadiyyetde kendü zâtıyle mevcûd olub, kendü zâtını kendü zâtında müşâhede iderdi.
Ve cemi’-i hakayık-i imkâniyye sûver-i kevniyye ve esmâ’ ve sıfât-ı ilâhîyye ve nisbet-i zâtiyye idi ve anları müstehleke müşâhede iderdi. Zirâ zâhirde zuhûr idecek bunların a’yânı yoğ idi. Pes zâtında müstehleke olan esmâ’sının a’yânı hasebiyle kendü zâtını ve aynını ve sıfât ve kemalâtını bir gûne câmi’de ki cemî-i emr-i vücûdı hâzır ve câmi’dir, müşâhede eylemek diledi. Pes evvela âlemi Rahmân sûretin üzerine halk eyledi yâni cemî-i esmâ’ ve sıfât ile âlemin sûretinde zuhûr idüb suver-i âlemde ancak esmâ’sının a’yanını müşâhede eyledi. Zirâ zât-ı ehadiyyete mazhar olmağa âlemde kuvvet ve isti’dâd yokdur. Andan sonra, berzâh-ı kâmil olan insân-ı kâmili iki yüzlü halk eyledi; bir yüzü zâhir, bir yüzü bâtındır. Bâtın yüzü zâta mazhar ve esmâ’ ve sıfâta masdardır ve zâhir yüzü âlemdir ve suver-i âlemden zuhûr iden esmâ’-i ilâhiyye sûretidir. Bâtını vahdet ve zâhiri kesretdir, bâtını Hakk ve zâhiri halkdır.
Pes insân-ı kâmilin mazharı âyinesinde kandü zâtını ve aynını zâtında müstehleke olan Esmâ-i Hüsnâ ayânını tafsîl üzerine müşâhede eyledi ve zuhûr ve ızhâr-ı cemâl ve tecellî-i zât ve sıfât alâ vechi’l kemâl ânınla hâsıl oldu.
Zîrâ her şeyin kendü nefsini kendü nefsinde görmesi şey-i âhâr gibi evvela şey’e tecellî idüb anda kendü sûretini müşâhede idüb görmesi gibi değildir, âyine gibidir. Meselâ,pes insân-ı kâmil mazharı zât-ı Hakk ve âyine-i vücûd-ı mutlakdır esmâ’ ve sıfât-ı ilahiyye ve niseb ve şuûnât-ı zâtiyyeden bir şey yokdur. Bâtınında mevcûd ve mestûr olmıya ve sâhife-i vücûddan hakâyık-ı kevniyye ve hurûf-ı imkâniyyeden bir harf yokdur ki ânın zâhirinde meşhûd ve mestûr olmıya ve zerrât-ı mevcûdâttan bir zerre yokdur ki ana ittisâli olmıya.
Pes ânın dâiresinden hâric bir şey müteayyin olmamağın zât-ı Hakk ânda zuhûr-ı küllî ve tafsîlî ile zuhûr idüb tecellî eyledi ve ol yüzden zâtî güneşi işrâk itdi ve esrâr-ı ilâhîyye-i gaybiyye ânınla aşikâre oldu ve ibâdet-i zâtiyye ânınla kâmil ve ma’rifet-i ilâhîyye ânınla hâsıl oldı. Ve dahi insân-ı kâmil Hakkın nûrudur, âleme anınla nazar idüb rahmet ider ve âlemin rûhudur, âlem bir nefes onsuz olmaz, beden rûhsuz kaim olmadığı gibi. Ve dahi vücûd-i Hakka âyine olan mezâhir-i kevniyyenin cilâsı ve nûrudur. Rahmet-i cemî-i eşyâya vâsıl,bil ki  esmâ’-i ilâhiyyeye dahi şâmildir. Zîrâ cemî-i eşyânın zuhûru ve kıyâmı insân-ı kâmilin nûruyladır. Kezâlik,esmâ’-i ilâhîyyenin Zât-ı Ehadiyyete olan istihlak-ı giryeden ıstırabdan teneffüs dahi anınla zuhûrlarından ve cümlesi andan zâhir olduklarından, bu itibâr üzerine insân-ı kâmil Hakk’la halkın kıblesidir.Zira cemî-i eşyânın teveccühü ânadır ve feyz andan gelür.        Ve esmâ’-i ilâhîyyenin bâtınından zuhûru andandır. İmdi Hakk’ın kendü aynını müşâhede-i küllîyye-i tâfsîliyye ile müşâhedesi; “Sûret-i Cem’iyye-i İlâhîyye-i Zâtiyye-i Ehadiyye” ile insân-ı kâmilin ma’rifeti ilâhîyyeyi tahsîl itmesi ve Hakk’a vâsıl olub müşâhede kılması dahi insân-ı kâmil mazharına kalb-i selîm ile teveccüh itmeye mevkûfdur.Zîrâ Hakk, mevâd ve mezâhirden mücerred idrâk olunub müşâhede olunmaz illâ mazharda zuhûr idüb ol mazharın cem’iyyeti ve ihâtası kadar müşâhede olunur. İnsân-ı kâmil dahi mazhâr-ı etemm ve eşmel ve meclâ-yı ecma’ ve ekmel olmağın anda olan zuhûr küllîdir ve anda olan müşâhede, müşahede-i zâtiyyedir.
Ânsız Hakk bilinmez ve dahi müşâhede olunmaz. Pes âna vâsıl olan Hakk’a vâsıldır ve ânı müşâhede iden Hakk’ı müşâhede ider. Ve âna muhabbet iden Hakk’a muhabbet ider ve âna mutî’ olur ve ânın merdûdu olan Hakk’ın merdûdudur ve ânın makbûlu olan Hakk’ın makbûludur ve âna âsî olan Hakk’a âsîdir ve ana münkîr olan Hakk’a münkîr olur ve âna hâyin olan Hakk’a hâyin olur ve âna ezâ iden Hakk’â ezâ ider. Zîrâ insân-ı kâmilin zâtı zât-ı Hakk’ın âyinesidir, belki zâtı, Hakk’ın zâtı ve vücûdu, Hakk’ın vücûdu ve ilmi Hakk’ın ilmidir zîrâ Hakk’ın varlığından gayri ânın ne zâtı vardır ve ne vücûdu ile ilmi vardır.
Ve bu vahdet, ikilikten hâsıl olur ve vahdet değildir ve hulûl ittihâddan dahi berîdir, belki kâmilin ma’dûma olan ayn-ı sâbitesi âyinesinden kemâliyle Hakk’ın zuhûrudur ve sûret-i sâbitesi âyinesinde kemâliyle Hakk’ın zuhûrudur.
 Sûret-i İlâhîyye-i Ehadiyye ile ol mazhârdan işrâk ve bürûzudur. Ehadiyetde müşâhade olunan, yine zât-ı ilâhîyyedir. Esmâ’-i ilâhîyye ânda müstehlekedir ve âlemde müşâhede-i zât olunan suver-i esmâ’-i ilâhîyyedir. Amma insân-ı kâmilde olan müşâhede zât ve sıfât,esmâ-i ilâhiyye cem’iyyetinin müşâhedesidir. Pes, anda olan müşâhede ecma’ ve  ekmel ve etemm ve eşmeldir.
İmdi çünkü bu âlem-i şehâdet müşâhede âlemidir ve bunda müşâhede iden ahretde müşâhede ider ve bunda a’mâ olan Âhiretde a’mâ olur. Pes Hakk’a tâlib olub mazhar-ı küll olmağa râğıb olan ihvân-ı müstaîddîne lâzım olan budur ki mehbit-i envâr-ı izzet ve mahall-i kûds-i ulûhiyyet olan dîl hânesini âlem-i imkân kazûratından pâk ve musaffâ eyleye ve kalbi âyinesini ki Meclâ-yı Tecellîyyât-ı Rabbânîdir ve Mir’ât-ı Cemâl-i Rahmanîdir. Alâyık-i bâtınî olan her mahbûbun ibârından ve her matlûbun asârından mücellâ eyleye. Ba’dehû beyyine-i Hakk ve mazhâr-ı vücûdı mutlak olan insân-ı kâmilin kalbine teveccüh idüb kalbini ânın kalbine ulaşdıra. Tâ kim müstevâyı Hakk olan kâmilin kalbinde zuhûr iden envâr-ı ilâhîyye ve şümusât-ı Rabbânîyye ol tâlibin kalbine işrâk idüb bekâyâ-yı sıfâtını dahi ifnâ’ idüb bi’l-külliyye kalbini, ânın kalbinde zuhûr iden zât-ı kûdse âyine idinüb zuhûr-ı küll ile kalbinde zuhûr idince,mahabbet-i ilâhîyyeye teveccühünden hâlî olmaya, bir nefes ândan i’râz itmiye tâ kim insân-ı kâmilin zâtı ânın zâtında ve sıfâtı ânın sıfâtında ve ef’âli ânın ef’âlinde fâni’ olub mazhâr-ı küll ve insân-ı kâmil ile şey’i vâhid ola ve ânın mazhârında Hakk’la vuslat bula.
Gören ve işiden ve yapışan ve söyleyen Hakk ola ve Hakk’ın varlığından gayri bir varlık kalmıya.Pes vahdet iklimine sefer itmeğe ve Hakk’la vuslat bulmağa insân-ı kâmilin kalbinde,kalbin ittisâlinden ve muhabbet-i ilâhîyye ile âna teveccüh idüb ol mazhar-ı feyz-i akdes, kalb-i mukaddesden münbasit olan nûr-i ilâhiyyenin, kalbine inbisâtından ve kalbin cânib-i Hakk’a incizâbından gayri tarîk yokdur ve insân-ı kâmilden gayri Hakk’a kapu yokdur ve kalbinden gayri âna yol yokdur. Zirâ,zât sıfâtıyla ve cemî-i esmâsiyle Hakk Te’âlâ,kâmilin kalbinde istivâ itmiştir. Hakk’ı isteyen kendü varlığından geçsün.Hakk’dan gayri kalbinde olan hevâları ve Hakk’ı kalbinde hâzır müşâhede itsün veyâhud kalbini kâmilin kalbine ulaşdırsın tâ kim cümle müşkilâtı âsân ola ve tuttuğu işi kolay gele, bâki işi Allah onara.“Femen şâe felyü’min ve men şâe felyekfür ”152 “Vallâhü ganiyyun ani’l-âlemin”153 “Ve hüvellahü yegûlu’l-Hakka huve yehdi’s-sebîl”154. İnsân-ı kâmilden murâd Resûl-i Ekrem sallallâhu aleyhi ve sellemdir. Zirâ ânın hakîkati câmi’-i cemi’-i hakâyıkdır,vücûd-ı ekmel-i mevcûd ve câmi’-i cemi’-i zuhûrâtdır ve dahi vâris-i ekmel olan insân-ı kâmildir ki her devirde bir merd-i müteayyindir.[152 Kehf (28),29: "İsteyen inansın, isteyen inkar etsin!"153 Âl-i İmrân (3), 97: "Allah âlemlerden ganidir."154 Ahzâb (33), 4: "O, Allah hakkı söyler, (yine) O, doğru yola hidayet eder."]


Süleymaniye Kütüphanesi/Pertev Paşa, no: 619'da (vr. 205b-206a) bulunan mektûb
da şu şekildedir:
Hacı Bayram Kuddise Sirrahû’l Azîz Hazretleri’nin Bir Halîfesine Gönderdiği Mektûb
Sûretidir:

Elhamdü lillâhillezî cezebe kulûbe evliyâihî ilâ bâbi hadratihî. Ve emeddehâ
bi-imdâdi ğaybetihî. Fetehakkakû bi-şühudi ezeliyyetihî ve ebediyyetihî. Ve ehaze
vücûdehum 'anhum bi-ifnâihim fî vücûdihî. Feferrakû fî bahri hüviyyetihî. Ve
sallallâhü 'alâ ekmeli mezâhirihî Muhammedini’l-Mustafâ min halîkatihî. Ellezî
şehide lehû a'lâmul-vücûdi bi-kemâli husûsiyyetihî ve ekmeliyyetihî ve 'alâ âlihî ve
ashâbihî ve ihvânihi’l-kâmilîne min veresetihî.
Ve ol ah-ı ilâhî(bu kısım okunamadı)* üzerine dahi ittihâz-ı zâtî münbais olan duâ-yı sâlih ihdâ
olındıkdan sonra i’lâm olunur ki mukaddemâ bu cânibe irsâl buyurulan mektûb-ı şerîfinizle karındaşımız Muhammed Efendi’nin rahmetullahi 'aleyh bu menzil-i kesretden âlem-i vahdete ve dâr-ı ağyardan Seray-ı dildâra intikal itdikleri i’lâm olunmuş el-hükmü lillah ve’l-emru biyedillah.Hakk Te’alâ Hazretleri kemâl-i lütûflarından ibâdullâhi’s-sâlihîn ve ervâh-ı mukarrabîn zümresinden idüb haşrde hâzire-i kûds ve âlem-i ünsde şarâb-ı vuslat sîr-âb ve vech-i izzetden ref’i nikâb ve keşf-i hicâb idüb cemâliyle ber hurdar itmiş ola.
 “Vemâ ce’alnâ li-beşerin min kablike’l-huld”155 bu dâr-ı mihnet dâr-ı huld değilir. Belki tahsîl-i kemâlât ve maârifi ilâhîyye ve tekmîl-i merâtib-i imkâniyye-i vücûbiyyeden sonra abdin sıfât-ı zâtiyyesi olan fakr-ı küllî ile Hakk’a ibâdet ve müşâhede-i vech-i hakikat ve muâyene-i cemâl-i hazret-i ulûhiyyet mahallidir:
“Ve men kâne fî hâzihî a’mâ fehüve fi’l-âhireti a’mâ”156
Beyt:*
Eğer görmezse kişi bunda yârin,
O gözsüz kande görür yârı yarın
Bilişen dost ile bunda bilişür
Göremez yâd olan yârın nigârın
O gördü dahi buldu bunda yârı
Fedâ kıla yoluna cümle vârın
“Ve tera’l-cibâle tahsebüha câmideten vehiye temurru mera’s-sehâb”157 “Bel hum fî lebsin min halkın cedîd”158 Bu âlem, mahall-i tebeddül ve tağayyürdür. Dâima halk-ı cedîd içinde nihâyet-i i’dâm, icâdından tağayyürü müşâhid değildir. Öyle olsa,ân-ı vâhide, i’dâm ile îcâd beyninde olan vücûdun ne mikdar bekâsı olsa gerekdir.
Tâ kim miskîn ibn-i âdem âna i’timâd eyleye. İmdi dîde-i basarı kahl-i tevfîk-i ilâhî ile mükâhhal ve mir’ât-ı kalbi nûr-ı îman ve îkan ihsân ile musaykal olan ihvân-ı muvahhidîne lâzım olan budur ki mevhûm olan vücûdun bakiyye-i ömrin dergâh-ı izzetin ibâdetinde ifnâ’ idüb; Arş-ı İlâhî ve Beyt-i Rahmâni ve Mahzen-i İlm-i Leddünî ve Maskat-ı Envâr-ı Sübhanî ve Âyine-i Cemâl-i Samedanî olan kalbi müşâhede-î Hakk’dan halî tutmayub dâima Hakk’ın zikir ve fikrinde ve murâkebe ve huzûrunda olalar. “Mâvesi’anî ardî velâ semâî ve lâkin vesi’anî kalbu’l-mü’min” mûcibince kalblerinde Hakk’ı hâzır bileler. Zîrâ insânın kalbi esmâ’-i mütekâbile tasarrufunda olmağın dâima tekallübdedir. Cemi’-i eşyânın suver-i in’ikâsına kabilliyyeti vardır.
Pes her kangı sûret kalbin içinden mün’akis olursa ol insânın sıfâtıyla muttasıf olur.
Eğer ol hînde intikâl iderse “ve’alâ mâ temûtûne tuhşerûn” âna göre haşr olur.
 Ânın içün mübtedî olan ehl-i sülûk kulûbünde nakş iderler veyâhud suver-i eşyâyı mezâhir-i esmâ’-i ilâhîyye bilüb cümlesinden vech-i Hakkı mülâhaza iderler. Bu hâl üzerine intikal iderlerse gaflet-i küllî intikal itmezler ve mütevassıtîn olanlar, kulûbün beyt-i ilâhî bilüb müşâhedededir, bir ân münfek değillerdir.Ve müntehî olanlar Hakk’dan gayri nesne “lâ havfun aleyhim velâ hüm yahzenun”159 benim rûhum zâhiren ve bâtınen, kavlen ve fi’len, hâlen ve ilmen, keşfen ve zevkan Hazret-i Resulullah aleyhi ve selleme imtisâl idüb tarîkine sülûk itmek gerek.Tâkim Velâyet-i Hassa-i Muhammedîyye’ye dühûl ve vüsûl müyesser ola. Zirâ herkesin kurb-ı rûhânîsi nice ise verâset-i Muhammediyye’den ol kadar vârisdir. “Ricâlün sadekû mâ’âhedullahe aleyhi”160 Bu âyet-i kerîme evliyâ-yı Muhammedînin beyânındadır, yâni Hakk’dan gayri bir zerreye meyl ve mahabbet olunmaya deyü ânlardan âlem-i ervâhda ve âlemi ulviyyede me’hûz olan ahd üzerine bu âlem-i şehâdetde sâbit olub sâdık olalar, yâni arzan tahte’s-serâya varınca,olan mükevvenâtdan bir zerreye gönül virmeyüb,Hakk’dan gayri bir şeye muhabbet itmeyenlerdir.Hadd-i racûliyyete dâhil olub hakîkat-ı Muhammedîyyînden olanlar âna göre fursat elde iken sa’y-i belîğ ve hadd-i bi dirîg gerekdir.Şöyle ola, benim rûhum, mektub icmâl olundıkda bî-huzûrlığa haml itmeyesin. Râbıta-ı kalbîyye ile ma’lûm “el-Mü’minü yanzûru binûrillah”. Amma,ba’zı ahyânda mevâni’ zuhûr eyler icmâl olındıkda lütfunuzdan makdur dutasın,kelime-i vâhide kâfiyedir inşâallahü Te’âlâ mümkin oldıkça tafsîl olınur.Bâkî selâmullahi’ aleyküm ve berakâtüh.161

Hacı Bayram-ı Veli Hazretleri’nin halîfelerinin sayısı konusunda çeşitli kaynaklarda farklı bilgiler verilmektedir. Semerât'ta Hacı Bayram Hazretleri’nin halîfe sayısı 6 olarak kaydedilirken162, Sâdık Vicdânî’nin (ö. 1939) Melâmîlik adlı eserinde 14 halifeden bahsedilir163. Şakâik'ta ise bu sayı daha da artarak 28’i bulur164. Yaptığımız tespitler neticesinde Hacı Bayram-ı Velî Hazretleri’nin halîfelikleri kesin olan halîfeleri şunlardır:
1. Akşemseddîn Muhammed b.Hamza (Akşeyh ö. 863/1459)165
2. Yazıcıoğlu Muhammed b. Salih (Muhammed ibnu'l-Kâtib, Gelibolulu YazıcızâdeMehmed ö. 855/1451)166
3. Yazıcıoğlu Ahmed Bîcân (Ahmed ibnu'l-Kâtib, Gelibolulu Yazıcı-zâde
Ahmed ö. 870/1466’dan sonra)167
4. Salâhaddîn Bôluvî (Bolulu Şeyh Salâhaddîn, Salâhaddîn Tavîl, Uzun Salâhaddîn)168
5. Germiyanoğlu Şeyhî (Şeyhî Germiyânî, Molla Şeyhî Germiyânî, Yusuf Sinâneddîn, Şeyhî Sinân, Hekîm Yusuf Sinân Kütahyavî ö. 855/1451) 169
6. Molla Mehmed Zeyrek (ö. 859/1455) 170
7. Eşrefoğlu Rûmî (Abdullah b. Eşref b. Muhammed el-Mısrî er-Rûmî ö.1469)171 Hacı Bayram tarafından icâze almış ve halîfesi olarak İznik'e gönderilmiş ise de sonra daha yüksek kemâle ulaşması için yine onun tarafından Hama'da bulunan Hüseyin el-Kâdirî el-Hamevî'ye gönderilmiş ve ondan eğitim alarak mezun olmuş, böylece Kâdirîliğin Eşrefîlik kolunun piri
olarak irşâd faaliyetlerini yürütmüştür.172
8. Baba Nahhâs Ankaravî (Ankaralı Baba Nahhâs175, Bedreddîn Baba Nahhâsî ö. 1451'den sonra) 173
9. Akbıyık Meczûb Sultan (Akbıyık Abdullah Dede Burûsevi ö.859/1455) 174
10. Emir Sikkînî Ömer Dede (Emir Dede, Bıçakçı Ömer Dede, Ömer Dede
Burûsevî, Bursalı Ömer Dede ö. 880/1475) 175
11. Şeyh Lütfullah İsfendiyârî (ö. 895/1490)176
12. YUSUF HAKİKÎ (Baba Yûsuf, Baba Yûsuf Hakîkî, Hakîkî Baba, Yûsuf Hakîkî Baba, Şeyh Hakîkî, Gül Baba (Şeyh Hâmideddîn'in oğlu) ö. 893/1487)177
13. İnce Bedreddîn (Bedreddîn Dakîk)178
14. Kızılca Bedreddîn (Bedreddîn Ahmer ö. 857/1453)179
15. Şeyh Ulvân Şîrâzî (Mahmûd-ı Şebüsterî‘nin (ö. 720/1320) tasavvufî aşkı
mecazlarla anlattığı ünlü mesnevîsi Gülşen-i Râz'ın mütercimi)180
16. Kemal Halvetî (ö. 880/1475)
17. Abdulkadir Isfehânî
18. Ahmed Baba (Hacı Bayram'ın oğlu)
19. Şeyh oğlu Edhem Baba (ö. 860/)
20. Şeyh oğlu Edhem Baba'nın kardeşi Ferruh Dede181
21. Şeyh Muslihiddîn Halîfe182 (Kocailli Muslihiddîn Mustafa183, Muslihiddîn Burûsevî ö.1456)184
22. İzzeddîn Aksarayî 185
23. Şeyh Ramazan Edirnevî (Ramazan Halife)186
Hacı Bayram'ın halîfesi olarak bazı kaynaklarca zikredilse de halîfelikleri kesin olmayan veyâ bir başkasının halîfesi olanlar ise şunlardır:
1. Abdurrahîm Karahisârî (İbnu'l-Mısrî, Mısrîoğlu, Mısırlızâde, Mısırlıoğlu
Abdurrahîm Çelebî ö. 900/1494'den sonra)187
2. Şeyh Şâmî ( Hamza Şâmî, Şamlı Hamza)188
3. Baba Yusuf Seferîhisarî (ö.917/1511)189
4. Bünyamin Ayaşî (926/ö.1520)190
5. Muk’ad Hızır Dede (ö. 913/1507) (ö.1512)191
6. Abdal Murad 192
7. Alâaddîn Arabî (Molla Alâaddîn-i Arabî Halebî ö. 901/1495)193
8. Bardaklı Baba 194
9. Sünbüllü Baba 195
 NOTLAR
 151 Bayramoğlu, a.g.e. c. II, s. 233, s. 238-241.
155 Enbiya (21), 34: "Senden önce hiç kimseyi ölümsüz kılmadık." 156 İsra (17), 72: "Burada kör olan kişi ahirette de kördür." 157 Neml (27), 88: "Dağları yerlerinde donmuş sanırsın, oysa onlar bulutlar gibi gelip geçerler!"
158 Kaf (50), 15: "Onlar yeniden yaratılmaktan şüphe içindedirler."
159 Yûnus (10), 62:"Onlara korku yoktur, onlar üzülmeyeceklerdir."
160 Ahzâb (33), 23:"İnananlardan Allah’a verdiği sözü yerine getiren adamlar vardır."
161 Bayramoğlu, a.g.e. c.II, s. 237-241.
 * Doç Dr.Hayri Kaplan’ın (okunamayan kısım hakkındaki açıklaması:
sevgili M.G.T., öncelikle geç cevap verdiğim için özür dilerim, ne kadar yoğunum bir bilsen!
Öğrencim Ayşe Yıldırım'a ben de ulaşamıyorum. Tez çalışması esnasında sizin bahsettiğiniz mektubun yazma nüshasını birlikte kontrol etme imkanımız olmamıştı ve öğrencim de büyük ihtimalle Ethem Cebecioğlu hocamın tez çalışmasından (Hacı Bayram Veli, Kültür Bakanlığı yay., Ankara 1991, s. 111) veya Fuat Bayramoğlu'nun eserinden (Hacı Bayram-ı Veli: Yaşamı-Soyu-Vakfı, TTK yay., Ankara 1989, c. 2, s. 238) tashih etmek suretiyle metne yer vermişti (o sıralarda öğretmenliği Ankara'da olduğundan çok sık bir araya gelme imkanından yoksun idik). Bu iki kaynakta da "... ol ah-ı ilahi üzerine dahi ittihaz-ı zati münbais olan dua-yı salih ihda olunduktan sonra..." diye belirtilen ifade -cümlenin sibak ve siyakından anlaşılacağı üzere- "o ah-i ilahi (Allah yolundaki veya Allah için o kardeşe (malumunuz Arp. da ah kardeş anlamında) dahi gönül birliğini doğuran salih dua hediye edildikten sonra (ittihaz değil dorusu ittihad olmalı, zât kelimesi çok anlamlı kelimelerden biri olup bir anlamı da gönül, varlık, ruh, kişi vs.dir)" şeklinde anlaşılmalıdır. Acizane kanaatim budur.
Sevgi ve muhabbetlerimle.
162 Sarı, a.g.e., s. 144–145.
163 Vicdânî, Ebû Rıdvan Sadık, Tumâr-ı Turuk-ı Aliyyeden Melâmîlik, İstanbul 1338/1922-1340/1924,
s. 35.
164 Şeyhî’nin Şakayık Zeyli
165 Mecdî, a.g.e., s. 138-142.
166 Hoca Sadettin Efendi, Tacü't-Tevârih (Haz.İsmet Parmaksızoğlu), Kültür Bakanlığı Yay., Ankara 1999, c. V, s. 177-178; Taşköprüzâde, a.g.e., 27a; Küçükkaya, M. Askeri, Evliya Çelebî'ninSeyahatnâme'sinde Tasavvufî Kültür (Doktora tezi, Harran Üniversitesi/Temel İslamBilimleri/Tasavvuf), Şanlıurfa 2002, s. 268; Bayrâmî, Molla Derviş, Silsile-nâme, Milli Ktp./Yazma Eserler, no: 06 Mil Yz A 5310/3, vr. 68a; Müstakîmzâde, a.g.e., vr. 110b, 161b; Harîrîzâde, a.g.e., c. I,
vr. 173a; Vassâf, a.g.e., c. II, s. 262, 264.
167 Hoca Sadettin Efendi, a.g.e., c. V, s. 98; Taşköprüzâde, a.g.e., vr. 42a; Küçükkaya, a.g.e., s. 270;
Bayrâmî, a.g.e., vr. 69a; Müstakîmzâde, a.g.e., vr. 287b; Süreyya, Mehmed, Sicill-i Osmânî (Haz.
Nuri Akbayar), Tarih Vakfı Yurt Yay., İstanbul 1996, c. III, 1025; Vassâf, a.g.e., c. II, s. 262, 270.
168 Hoca Sadettin Efendi, a.g.e., c. V, s. 99; Taşköprüzâde, a.g.e., vr. 42b; Küçükkaya, a.g.e., s. 270;
Bayrâmî, a.g.e., vr. 69a; Müstakîmzâde, a.g.e., vr. 287b; Vassâf, a.g.e., c. II, s. 274; Süreyya, a.g.e., c.
III, 1025.
169 Taşköprüzâde, a.g.e., vr. 29b; Bayrâmî, a.g.e., vr. 69b; Vassâf, a.g.e., c. II, s. 263-264.
170 Hoca Sadettin Efendi, a.g.e., c. V, s. 108; Taşköprüzâde, a.g.e., vr. 47a; Vassâf, a.g.e., c. II, s. 262,276.
171 Müstakîmzâde, a.g.e., vr. 10b, 95b; Harîrîzâde, a.g.e., c. I, vr. 173a; Vassâf, a.g.e., c. II, s. 262.
172 Harîrîzâde, a.g.e., c. I, vr. 76a-77a.
173 Taşköprüzâde, a.g.e., vr. 29b; Bayrâmî, a.g.e., vr. 69b; Vassâf, a.g.e., c. II, s. 262.
174 Süreyya, a.g.e., c. II, s. 360.
175 Hoca Sadettin Efendi, a.g.e., c. V, s. 97, 161; Taşköprüzâde, a.g.e., vr. 42a; Bayrâmî, a.g.e., vr.71a; Müstakîmzâde, a.g.e., vr. 110a; Harîrîzâde, a.g.e., c. I, vr. 244b; Vassâf, a.g.e., c. II, s. 262, 275.
176 Taşköprüzâde, a.g.e., vr. 29b; Bayrâmî, a.g.e., vr. 70a; Müstakîmzâde, a.g.e., vr. 256b; Harîrîzâde,
a.g.e., c. I, vr. 173a; Vassâf, a.g.e., c. II, s. 278-279.
177 Hoca Sadettin Efendi, a.g.e., c. V, s. 65; Taşköprüzâde, a.g.e., vr. 29b; Bayrâmî, a.g.e., vr. 69b..
178 Küçükkaya, a.g.e., s. 269; Vassâf, a.g.e., c. II, s. 262, 276.
179 Taşköprüzâde, a.g.e., vr. 29b; Bayrâmî, a.g.e., vr. 69b; Vassâf, a.g.e., c. II, s. 262, 264.
180 Taşköprüzâde, a.g.e., vr. 29b; Bayrâmî, a.g.e., vr. 69b; Vassâf, a.g.e., c. II, s. 262, 264.

181 Vassâf, a.g.e., c. II, s. 262, 264. Şeyh oğlu Edhem Baba diye anılan zatın Hacı Bayram'ın
oğullarından Edhem Baba ile aynı kişi olup olmadığı hakkında kaynaklarımızda açıklayıcı bir bilgiye rastlanmamaktadır.
182 Vassâf, a.g.e., c. II, s. 262.
183 Taşköprüzâde, a.g.e., vr. 29b.
184 Bayrâmî, a.g.e., vr. 69a.
185 Bayrâmî, a.g.e., vr. 69b.
186 Bayrâmî, a.g.e., vr. 69b; Vassâf, a.g.e., c. II, s. 263, 276. Diğer kaynaklardaki ifade Hacı
Bayram'ınizinde yetiştiği, Bayrâmî olduğu şeklindedir (Hoca Sadettin Efendi, a.g.e., c. V, s. 280;Mecdî, a.g.e, s.375).
187 Akşemseddîn'in halifesidir. Bkz. Hoca Sadettin Efendi, a.g.e., c. V, s. 183; Bayrâmî, a.g.e., vr. 68a;Müstakîmzâde, a.g.e., vr. 397b; Vassâf, a.g.e., c. II, s. 270. Bu zatın vefat tarihinin bu tarihler arasında olduğu tahmin edilmektedir. Ayrıca kendisinin mesnevî tarzında yazdığı ve 865/1461'de tamamladığı
Vahdet-nâme eserinde Akşemseddîn'in müridi ve halifesi olduğunu vurgular. Bkz. Ayşe Gülay
Keskin, Abdurrahim Karahisâri'nin Hayatı, Eserleri ve Vahdetnâme Mesnevisinin Tenkitli Metni
(Doktora tezi, Gazi Üniversitesi/Eski Türk Edebiyatı), Ankara 2001, s. 7, 10, 111-112.
188 Evliya Çelebî onun Hacı Bayram'ın halifesi olduğunu belirtir (Küçükkaya, a.g.e., s. 269) ise de diğer kaynaklara göre Akşemseddîn'in halifelerindendir. Hoca Sadettin Efendi, a.g.e., c. V, s. 186.
189 Bayrâmî olduğu belirtilir. Bkz. Süreyya, a.g.e., c. V, s. 1688.
190 Emir Sikkînî'nin halifesidir. Bkz. Bayrâmî, a.g.e., vr. 70a; Müstakîmzâde, a.g.e., vr. 125a.
191 Süreyya, a.g.e., c. II, s. 669; Vassâf, a.g.e., c. II, s. 262, 278, 361. Akbıyık'ın halîfesidir. Bayrâmî,a.g.e., vr. 71a; Harîrîzâde Tibyânü'l-Vesâil'de (c. I, vr. 244b) her ne kadar icâzetlerde yer alan silsilede ve İsmail Hakkı Bursevî'nin eserlerinde Hacı Bayram'ın halifesi gösterilse de sahih olanın Şeyh Akbıyık'ın halîfesi olduğunu belirtir.
192 Vassâf, a.g.e., c. II, s. 277 (tarihen pek güvenilir bir bilgi olmadığını belirterek)
193 Vassâf, a.g.e., c. II, s. 276. Şeyh Alâaddîn Halvetî'nin bağlılarındandır (Hoca Sadettin Efendi,a.g.e., c. V, s. 130).
194 Evliya Çelebî bu zatın Hacı Bayram'ın halîfelerinden olduğunu söyler (Küçükkaya, a.g.e., s. 268),fakat bunu destekleyecek başka bir kaynak tespit edemedik.
195 Evliya Çelebî bu zatın Hacı Bayram'ın halîfesi olduğunu ve Tokat'ta yaşamış olduğunu belirtmekle beraber, Bektâşî dervişi diye nitelediği bir Sünbüllü Baba'dan daha bahseder ve bu zatın da Tokat'ta yaşadığını kaydeder (Küçükkaya, a.g.e., s. 268).


ALİ ULVİ BABA (Mehmed Ali Çerkeşî ) Kaddesellâhû Sırrahû’l Azîz

Ali Ulvi Baba unvanlı Mehmed Ali Çerkeşî son dönem Bektaşi postnişinlerindendir. Kesin olmamakla birlikte 1864‟te Çankırı'nın Çerkeş ilçesinde doğdu, 1951 veya 1954'te İzmir'de öldü. Gençlik döneminde askeriyeye girdi ve tabur imamlığı göreviyle İstiklâl Savaşı'na katıldı. Süvari Yüzbaşılığından emekli oldu. Bektaşiliğe askerliği döneminde, Şahkulu Sultan Dergâhı‟nda Mehmed Ali Hilmi Dedebaba (1842-1909)‟dan el alarak intisap etti. Önce Ali Nutkî Baba (1869-1936)'dan, daha sonra Nafi Baba (1833-1912) ve Salih Niyazi Dedebaba (ö. 1941)'dan Babalık icazeti aldı. Bir adı da Mızraklı Dergâhı olan İzmir Balpınarı Tekkesinde postnişinlik yaptı. Târîh-i Şâh-ı Velâyet, Mevlûd-i Hazret-i İmâm Ali, Şecere-i Hacı Bektaş-ı Velî ve Bektaşilik Makâlâtı adlı eserleri vardır.(Kasap-Günaydın: 2006, 7-12)


Hüseyni Nefes
Beste: Cüneyt Koşal el-Cerrahi
Güfte: Ali Ulvi Baba
İcra: Ahmet Özhan
Bak vech-i yâre yâ Hay
Gelmiş kemâle yâ Hay
Bâki vü lâyezaldir
Ermez zevâle yâ Hay

Kim secde eylemezse
Böyle cemâle yâ Hay
Dünyâda Âhirette
Ermez visâle yâ Hay

Dîdâr-ı Hakk´tır işte
Sıdk ile gel niyâz et
Divâra secde etme
Girme vebâle yâ Hay


Allah kabul eder mi
Riyâ ile namâzı
Bîhudedir kapılma
Böyle hayâle yâ Hay

Geç küfr ile imândan
Ahret ile cihândan
Uğraşmayıp nihâyet
Bu kîl-u kaâle yâ Hay

Vâsıl olur mu Hakk’a
Ehl-i riyâ olanlar
Ey sôfi hiç sığar mı
Mızrak çuvale yâ Hay

Medheylemişken Allah
Kur´ân da bu şarabı
Niçün haram diyorsun
Böyle helâle yâ Hay

Ulvi Baba bu nutku
Hakk’ın diliyle söyler
Sâkî inâyet eyle
Doldur piyâle yâ Hay




[1]Tasavvuf dünyasında, İbnü’l-Fârız’ın İlâhî aşk ve muhabbet üzerine söylediği beyitler önemli bir yer teşkil etmektedir. Arap mutasavvıflarından İbnü’l-Fârız’ın divanından “Yâiyye”, “Mîmiyye (Hamriyye)” ve “Râiyye” kasidelerini şerh eden Mehmed Nâzım Paşa’nın “İbn Fâriz Tercümesi” adlı eseridir.Matbû bir eser olan şerh İstanbul’da Şems Matbaasında h.1328/m.1910 yılında basılmıştır. Nâzım Paşa eserini, üç bölüme ayırmıştır. Kısa bir girişten sonra, önce Arapça metni kaydettikten sonra, burada geçen kelimeleri mânâlandırmakta, kelimelerin köklerini incelenmektedir. Bunu müteakip “Mahsûl-i Beyt” başlıklı kısımda beyitleri Türkçeye çevirmiştir. Şerhe imza atan Nâzım Paşa, günümüzde tartışmalara konu olan, şâir Nâzım Hikmet Ran’ın dedesidir.


Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.

Benzer Yazılar

Yorumlar