Print Friendly and PDF

MİLLET OLMAK veya OLAMAMAK





  Kenan Erzurumlu/24 Ocak 2012
Aile, sosyalleşmenin ilk adımı ve vazgeçilmez temelidir. Aile fertleri arasındaki birlik, bağlılık, dayanışma ve koruma duyguları, tüm sosyal kurumların dayanağıdır.  Aile, kültürü yaşatan ve gelecek nesillere aktaran en önemli kurumdur. Dolayısıyla aile, ferdi hayattan sosyal hayata (millet hayatına) geçişin başlangıç noktasıdır.
Ülkemizde sosyolojinin kurucusu olarak kabul edilen Ziya Gökalp, sosyalleşmeyi, “Aile”den “Ok”a kadar sınıflandırarak, ailenin tekâmülü (gelişmesi) olarak adlandırmıştır. Aşiretten millî devlete uzanan devre ise, cemiyetin Aşiret-İl-İlhanlık-Sultanlık ve millî devlet aşamalarından oluşmaktadır.
O’na göre Türkler’de ailenin gelişmesi: Yuva-Ocak-Soy-Boy-Oktur. Türk aile yapısını ise dört bölüm hâlinde incelemektedir.
 Törkün: Aileden oluşmaktadır.
Bark: Çocuklarının evlenerek yeni ev açmaları-aile kurmalarıdır.
Soy: Ailenin yanında ikinci derece akrabalarla oluşmaktadır.
Soy’da esas, “bağlılık” ve “sadakat”tır.
Boy: Soyların birleşmesi ile ortaya çıkar.

Boyların (oymakların) birleşmesinden kabileler (ok) oluşur. Kabilelerin birleşmesiyle kabile birlikleri; onlarında birleşmesinden de devletler oluşur.
Devletleşme, milletleşmenin ön adımıdır. Gökalp devletleşmeden sonraki gelişimi kavim- ümmet- millet olarak 3 evre halinde tanımlar.
Zaman zaman bilinçsizce, millet yerine kullanılan “Halk” kelimesi, kesinlikle milletle eş anlamlı değildir. Halk, belli bir dönemde aynı bölgede yaşayan insanların bütününü ve genelde hayatta bulunan nesli ifade eder. Ki, bu terim, tarihte hiçbir zaman devlet kuramamış, ortak dil, din, coğrafya, bayrak ve idealler oluşturamamış feodal kabileler için geçerlidir. “Millet”te, kişileri birbirine bağlayan kuvvetli bağların yerini, “halk”ta, aynı toplumda yaşamanın zorunlu kıldığı maddî ve hukukî ilişkiler alır.
Sosyolojik açıdan, çok sayıda millet tarifleri yapılmıştır. Bu tariflerin ortak noktası dil, kültür ve duygularda birlikteliktir.
Alexandrovic Sorokin’e göre millet, “aynı milliyet duygusunu taşıyan, vatan, dil ve devlet ortak paydalarında birleşen topluluklar” olarak adlandırmaktadır. “Türk Sosyolojisinde Ana Sorunlar” isimli kitabın yazarı Baykan Sezer, millet oluşumunda üç ortak noktayı vurgulamaktadır:
“Devlet kurabilme yatkınlığı, bünyesinde öbür halkları eritebilme özelliği, dış saldırı ve işgallere dayanabilme gücü.”
Sadri Maksudi Arsal, “Milliyet Duygusunun Sosyolojik Esasları” isimli kitabında “Nationalite” (milliyet) için, “Aynı dili konuşan, aynı millî seciyeye, müşterek tarihe, müşterek millî emellere malik olan kütledir” tarifini yapmaktadır.
Camille Jullian’ın 1913’te yaptığı millet tarifi kabul edilebilir görülmektedir. “Millet, uzak bir mazide, sıklıkla tarih öncesi devirde muayyen bir coğrafyada devlet kurmuş; uzun süre bağımsız olarak yaşamış; fertlerin birbiriyle kaynaştığı; dil, örf ve adet birlikteliği olan  kişi ve ailelerden oluşan toplumdur.”
Türkdoğan’a göre:
“Her dili, kültürü aynı olan toplulukları millet saymak büyük bir yanılgıdır. Millet sosyolojik anlamda, tarihi ve toplumsal gelişimin bir sonucudur…….. Millet, öyle bir tarihi süreçtir ki, en son kademede ticaret ve sanayin gelişmesi, toplum yapılarının biçimlendirilmesi, ferdi hürriyetlerin kazanılması, sosyal devlet anlayışının güçlenmesi ve demokratik hak ve özgürlüklerin tanınması gibi bir seri sivil haklarla birlikte olur.”
Bu tariflerin hepsinin haklı oldukları kadar, yetersiz kaldıkları durumlar da vardır. Şurası bir gerçektir ki, Gökalp’in belirlediği millî kimliğin oluşma evreleri tüm milletler için geçerlidir. Öte yandan, Gökalp, “millet”i, “Dili dilime, dînî dînîme uyan bir millettir” şeklinde tarif  etmektedir.
Kanaatimizce milliyet duygusu, bir millete mensup fertlerin, geçmişe yönelik bağlılığın yanında; geleceğe yönelik emellerini paylaşmalarıdır.
Kemalist sisteme göre millet: “Aynı coğrafya üzerinde yaşayan, aynı kültür ve tarih bilincini paylaşan insanların oluşturduğu yapıdır.” Bu görüşü, H. Nihal Atsız, Türk Milleti, “Türk kökünden gelenlerle, Türk kökünden gelmiş olanlar kadar Türkleşmiş kimselerden meydana gelen bir topluluktur.” sözleriyle ifade etmiştir.
Bu açıklamalardan sonra, dünyada bilinen milletlere sosyal antropoloji açısından göz atalım:
-Kavim milletler: Türkler, Çinliler, Japonlar gibi tek soydan gelen kişilerin oluşturduğu milletlerdir.
-Tarihî milletler: Tek bir ırkın meydana getirdiği kültürün, hâkim kültür olarak kabûlü ile diğer milletlerin eritildiği devlet yapılarıdır. Romalılar, Eski Yunanlılar, Fransızlar ve günümüz İtalyanları gibi.
Etnolojik açıdan millet: Ortak dile, millî seciyeye, tarihe millî ideallere sahip olan kütledir. Aynı ırktan gelen toplumları kapsar.
Örnek vermek gerekirse:
Slav ırkı: Ruslar, Polonyalılar, Çekler, Sırplar.
Cermenler: Almanlar, İsveçliler, Norveçliler, Danimarkalılar ve Hollandalılar
Türkler,
Latinler: İtalyan ve İspanyollar
Etnolojik kökene göre yapılan bu sınıflama, Avrupa ve Amerika’da bulunan milletler için sıhhatli görülmemektedir. Avrupa’da bulunan ve Slav, Cermen ve Latin olarak sınıflanan milletlerin kökenlerine bakılacak olursa şöyle bir durumla karşılaşırız:
a.    İberik yarımadasına gelen Vandal, Vizigot, Süev ve Alan kabileleri yerli halkla birleşerek bugünkü İspanyolların meydana gelmesini sağlamıştır.
b.    MÖ 8. yy dan itibaren Etrüsk yerleşimini izleyen Yunanların, Keltler’in, Pönler’in, İtalyotlar’ın, Vizigotlar’ın ve Lombardların göç veya istilâları sonucu yerli halk Latinlerle birleşerek bu günkü İtalyanların atalarını oluşturmuştur.
c.    Cermen kavimlerinin Avrupa’ya yayılarak yeni milletlerin oluşmasına yol açarken, Bu günkü Avrupa milletlerinin tarihinde Türk milletinin etkilerini de açıkça göstermektedirler. Anayurtlarında kalan Cermenler, daha sonra Alaman kabilesinin çevresinde yoğunlaşarak, bugünkü Almanya’nın temelini oluşturmuşlardır. Prof. Dr. László Rasonyi’ye göre bu günkü Almanya (Almanlar) altı ırkın karışmasından meydana gelmiştir.
d.    Eski Yunanistan’da ise, MÖ 2.000 başlarında, kuzeyden gelen Hint-Avrupalılar, yerli halkla karışarak Hellen’lerin atalarını oluşturmuştur. Ardından Mikenler’in, Dorlar’ın ve Akaların göç ve istilâları ile karışıma uğramıştır.
Bugünkü Avrupa’da Türk asıllı kavimler olarak Batı Hunlarının torunları olan millî kimliklerini kısmen hatırlayan Macarlar ve millî kimliklerini kaybetmiş Bulgarlar bulunmaktadır.
Kezâ, kuzeyden gelen başka arî kavimler ile yerli topluluklarla birleşmesiyle oluşan Hint topluluğu olmuştur. Hintlilerin devlet kurmaları ancak Gandi’nin önderliğinde olmuştur. Bu sebepledir ki, Hintlilerin milletleşme süreci halen tamamlanmamıştır.
Bu tespitlerden sonra, her iki sınıflamayı birleştiren üçüncü bir sınıflama daha yapmak mümkündür:
1. Bir kavmin veya akraba kavimlerin kaynaşıp gelişmesiyle ortaya çıkan kök milletler: (Türkler, Çinliler gibi.)
2. Değişik kavimler in kaynaşıp gelişmesiyle oluşan karışık milletler:
Fransızlar: Galyalılar, Franklar, Rurgondlar, Normanlar ve Vizigotlar.
İngilizler: Anglosaxon, Kelt, Norman Kavimleri.
Almanlar: Slav, Germen Kavimleri.
Bu sınıflamaya ek olarak Dr. Rıza Nur’un, Turanî kavimler için yaptığı sınıflamayı da vurgulamakta yarar vardır. Dr. Rıza Nur’a göre, Turan’da (Türk yurdunda) bulunan Türk dışı milletler ikiye ayrılmaktadır:
Turan neslinden olan, fakat dili bizden ayrılmış ve asıllarını unutmuş milletler (Kürtler, Lezgiler, Çeçenler, Dağıstanlılar, Çerkezler, Gürcüler, Hıristiyan Kazaklar, Bulgarlar, Ulaklar) ve tamamen yabancı milletler (Ermeniler, Rumlar, Acemler, Ruslar, Çinliler).
Arsal’a göre, milleti oluşturan sosyolojik unsurlar: devletin varlığı, nüfus, vatan (coğrafi saha), bağımsızlık, dil birliği, kültür birliği, din birliği, ırk ve soy birliğidir. Bu tespitte ülkü birliğinin olmaması önemli bir eksikliktir.
1. Buna göre, feodal yapıdan devlet olma merhalesine ulaşamamış toplumlarda ortak millî şuûrun oluşması beklenmemelidir. Kabileleri dahi bir araya gelememiş halklardan millet olarak bahsedilmesi, -art niyetli değilse-  sosyolojik saçmalıktır. Ortak dil, dîn ve millî  kimlik olmadan milliyetten bahsedilemez.
2. Yeterli nüfusa ulaşamamış toplulukların, devlet haline gelmesi mümkün değildir. Üçyüz-beşyüz binlik ve hatta, bir –iki milyonluk nüfuslarla milliyetten bahsetmek mümkün değildir. Özellikle son 150 yılda ortaya çıkan çok düşük nüfusa sahip devletçikler, varlıklarını uluslararası stratejilere borçludurlar. İki milyonlık Kırım Özerk Cumhuriyetinde, % 13-14 oranındaki Tatarla ve % 24 oranında bulunan Adigelerden ismini alan Adige Cumhuriyetinde milli devlet ve milli kimlikten bahsetmek zordur. Nüfuslarının % 50’den fazlası Rus olan bu ülkelerde, millî din-dil ve kültür hâkim unsur haline gelememiştir. Kırım tarihi geçmişine ve devletlerine rağmen halen Rus hegomanyası altında bulunduğundan milli kimliklerini ifadede sıkıntılar çekmektedir.
3. Toprak, kan-can ve zamanla vatan olur. Toprağı olmayan veya atayurduna ve dahi atalarının mezarlarına sahip çıkamayanların, devlet ve milletten bahsetmeleri abesle iştigaldir.
4. Bağımsızlık, millet olmanın vazgeçilmez kuralıdır. Hâlde veya tarihte, bağımsız bir devlet kuramamış hiçbir topluluğun milletleştiği görülmemiştir. Bağımsız ve hür yaşamak arzusu, devlet oluşturmanın ve milletleşmenin önemli bir faktörüdür. Bağımsız bir devlet kuran toplumlar, zaman içerisinde önce dinî sonra millî kimliklerini kazanmakta; daha sonra millî iradenin oluşmasıyla demokratik rejime geçmektedir. Bağımsız bir devlet olarak millî kimliğini kazanan toplumlar, daha sonra bağımsızlığını kaybetse dahi, millî kimliklerini kaybetmezler. Bağımsızlığın kaybedildiği esâret dönemlerinde, eskiden yaşanmış olan bağımsız devlet hatırası ve millî kimlik, yeni mücâdelelerin ilham kaynağını oluşturur.
5. Dil birliği; millet olmanın en belirgin göstergesidir. Milliyetler ortak dil etrafında oluşurlar. Dilini kaybeden milletler, kimliğini de kaybetmeye mahkûmdur. Türkçe, Türk Milleti’nin, İngilizce İngiliz Milleti’nin, Fransızca Fransız Milleti’nin millî mizacının tercümanıdır. Dil, ninnidir. Dil, ağıttır. Dil, destandır. Dil, türküdür. Dil, kültürdür. Dil milleti millet yapan değerlerin göstergesi; ses bayrağıdır; gönül sesidir.
Çarpıcı bir örnek olarak, Farslar yüzyıllar boyu başka kavimlerin himayesi altında kalmışlar ancak Firdevsî’nin gayretleriyle millî şuûra ulaşmışlardır. Burada, “Şehname”deki sözlerini tekrar hatırlamakta yarar vardır. “Bu otuz yıl içinde çok sıkıntı çektim. Ama bu Farisî ile Acem’i de dirilttim”. Fridevsî’nin bahsettiği “otuz yıl”, Şehname’nin yazılış süresidir. Tarih boyunca farklı kabilelerde kullanılan farklı dillerin, ortak bir dil haline gelmedikleri sürece, millî şuurdan bahsetmek mümkün değildir.
6. Din birliği; Milletlerin oluşmasında önemli bir role sahiptir. Gökalp’in belirlediği devlet-ümmet- millet oluşum seyri, milletleşmede dînî inançların önemini vurgulamaktadır. Tarihte millî dinlere sahip toplumların, millî değerlerini ve varlıklarını daha iyi muhafaza ettikleri görülmektedir.
Şintoizmi millî din olarak kabul eden Japonya ile Museviliği millî din olarak kabul eden Yahudilerin millî kimliklerini korumakta gösterdikleri hassasiyete hayran olmamak elde değildir. Milletimizde ise, -İslâm öncesi- millî din hâlindeki Göktanrı inancı, Türklüğe ayrıcalık ve üstünlük psikolojisini sağlarken, millî kimliğin oluşmasında önemli rol oynamıştır. İslâmiyet’in Türk yorumunun millî inanç haline geldiği MS 10.-16. asırlar arası, tarihimizin en şaşalı dönemlerinden birisidir.
7. Irk ve soy birliği, dilin, kültürün ve birlikte yaşama ülküsünün ana kaynağıdır. Irk olmadan, soy-boy- ok- kabile oluşması mümkün değildir. Çekirdek ailelerden başlayan ırk gelişerek, milleti oluşturan kurumları hazırlayan en önemli olgudur. Günümüzde giderek değişen dünya şartlarında, aynı ırktan gelmiş; ancak farklı adlarda milletler oluşturmuş toplumlar yeniden birleşme eğilimindedir. Soya aidiyet şuuru birliktelik, büyümenin ve güçlü olmanın ilk ve en önemli adımıdır.
Konuyu destan şairimiz rahmetli Niyazi Yıldırım Gençosmanoğlu’nun dizeleri ile bağlayalım:
“Ben Türk’üm! de, dur sözünde,
Yürü Bozkurt’un izinde
Kalmasın şu yer yüzünde
Şerirlere şer meydanı.
Tanrı Kut Mete Çağı’ndan,
Son Peygamber kucağından,
Hacı Bektaş ocağından,
Açık bize sır meydanı.
Hayaller kalınca güdük
Açıldı surlarda gedik…
Mehter sustu, öttü düdük,
Rezil oldu er meydanı!”

TARİHİ VE SOSYOLOJİK AÇIDAN IRK, ETNİK GRUP, MİLLET
Tarih boyunca insan toplulukları, çeşitli “ırk”lardan, çeşitli etnik kökenlerden gelirler, ama bu tür “ırki” ve etnik kimlikler birbiri ile etkileşerek, birbirini eriterek, birbirini yok ederek, birbiriyle birleşerek daha büyük halk topluluklarına dönüşür ki, çağdaş milletler böyle meydana gelir. Millet aşaması, etnik, “ırki”, kökenlerin tarihsel olarak silindiği bir aşamadır. O nedenle çağdaş milletler bir bütün oluşturur, milletin bütünlüğü ya da tekliği kavramı da buradan türer.
Türkiye açısından baktığımızda ise, binlerce yıldır Türkiye coğrafyasında biraraya gelen çeşitli etnik kavimler, binlerce yıl içinde birleşerek, birbirinin içinde eriyerek tek bir millet oluşturmuştur ki, bunun da adı Türk milletidir. Türk, bir etnik ya da “ırki” kavram değil, bu yörede yaşayan milletin adıdır. Bu ad, binlerce yıldır kullanılmaktadır ve binlerce yıldır da aynı anlama gelmektedir.
Türkiye Cumhuriyeti, bu çağdaş gerçekler temelinde kurulmuş bir ulus devlettir. Ulus devlet, milletin bölünmezliği ve mutlak hakimiyeti üzerine inşa edilir. O nedenle “Egemenlik kayıtsız şartsız milletindir”. Millet bu egemenliğini kullanırken, kendi içinde bir bütün olarak kullanır.
Türkiye Cumhuriyeti’ni, ABD türü bir etnik federasyondan ya da Avrupa türü prenslikler federasyonundan ayıran gerçeklik budur. ABD’de ve Avrupa’da hiçbir zaman bizdeki gibi bir bütün millet oluşamamıştır. Oluşmadğı için de, çeşitli etnik gruplar ya da bunların idari adı olan prenslikler biraraya gelerek federasyon kurarlar. Bu nedenle çoğu Avrupa devleti ve ABD, ulus devlet değildir. Bu nedenle de içlerinde farklı dilleri barındırırlar.
Avrupa ve ABD’nin dışında kalan dünyada ise tarihsel gelişme farklıdır. Örneğin Türkler, bu tür federasyon aşamalarını çoktan geçmiştir. Selçuklu ve Osmanlı’daki sistem çözülmüş, bu çözülme ile birlikte ulus devlet oluşmuştur. Ulus devlet bir Ulusal Kurtuluş Savaşı ve devrimle kurulmuştur, ama bu da bu kuruluşun bir dışarıdan müdahale ile olduğu anlamına gelmez, tam tersine içsel gelişim bu tür bir devrime yol açmıştır.
………
Bir ulus devlette, azınlık olabilir. Azınlıklar ulus devlet içerisinde belirli ve sınırlı haklara sahip olurlar. Bu tür yasal düzenlemeler ulus devlet otoritesini ve milli egemenliği zedelemez. Ancak bir ulus devlette, alt kimlik olamaz, ikinci bir asli unsur olamaz, ikinci bir kurucu öğe olamaz. Çünkü ulus devlet tek bir ulus tanımı üzerinde yükselir.
Bu açıdan baktığımızda, Türkiye’de etnik sorun olarak görülebilecek aslında bir azınlık sorunu olan, Rum, Ermeni ve Yahudi sorunundan bahsedilebilir. Bu tür azınlıkların, kendini ait hissettikleri ulusla birlikte Türk devletine karşı hareketleri olabilir. Nitekim Osmanlı’nın yıkılış dönemi böyledir. Bu tür sorunların çözüm noktası, azınlıkların dışlanması değil, azınlıkların azınlık bölücülüğü yapacakları zeminin Türklükle doldurularak, onlara bölücülük zemini bırakılmamasıdır. Zeminsiz kalan azınlıklar, kendilerini ait hissetmeseler, hissetmek zorunda olmasalar bile, yaşadıkları devletin ve ülkenin mutluluğunu düşünmek zorunda kalacaklardır.

M. Hilmi Yıldırım
/14 Şubat 2013
İslâm devletlerinden hiçbiri tek başına büyük devlet olamaz ve büyüyemez. Ancak birlik olurlarsa, birlikte büyüyebilirler. Birlik oluşturamazlarsa, küçüklüklerini dahi koruyamazlar. Müslümanları geçmişte İngilizler küçük devletçiklere ayırmıştı. Günümüzde aynı rolü ABD oynuyor. ABD yetkilileri, İslâm devletçiklerinin biraz olsun büyüdüklerini ve İsrail için tehdit olmaya başladıklarını, o nedenle yeniden bölünmeleri gerektiğini açık açık ifade ediyorlar. Görülen o ki, Batılı güçler, Müslümanların devlet gibi devlet sahibi olmasını istemiyorlar. Osmanlı Devleti’ni yıkmak için seferber olmalarının sebebi de bu idi. Amaçları, Müslümanları güçsüz ve bağımlı devletlerin idaresinde sömürüden kurtulmadan yaşatmaktır.
Esasen İslâm devletlerinin çoğu tam devlet değil, yarı devlettirler. Birleşip büyük bir güç olmaları gerekirken, eğer yeniden bölünürlerse, ne zaman biteceği belli olmayan bir esarete birlikte düşmeleri kaçınılmazdır. Ay büyümezse küçülür. Devletler ve milletler de böyledir. Büyümezlerse veya büyüme emelleri yoksa mutlaka küçülürler. Nihad Sami Banarlı der ki:
“Şu nokta bir hakikattir ki, büyümek emelinde olmayan milletler küçülmeye mahkûmdurlar. Fakat milletlerin büyüme emelleri hiçbir zaman mevsimsiz ve olmayacak hayallerle birleştirilemez. Hele böyle hayaller, devlet siyaseti haline getirilemez. Nitekim 1914-1918 yıllarında Türkiye’yi idare edenler devlet siyasetini Turancılık ideali ile birleştirdikleri için, biz, Birinci Dünya Harbi sonunda, vatanımıza yeni topraklar ilâve etmek şöyle dursun, vatanımızın dokuzda sekizini kaybettik.”
Demek ki, büyüme emeli olmalı, fakat sosyal gerçeklere dayanmalıdır. Aksi hâlde “büyüyeyim” derken, küçülmek ve yok olmak söz konusudur. Müslümanların büyüme emellerinin sosyal zemini her zaman vardır ve sağlamdır. O sağlam zemin İslâm’dır. Bunu deyince birileri hemen gocunur, sözü başka tarafa çekerler. Bu kişilere şu gerçeği hatırlatmak gerekir. İslâm’ı bir devlet düzeni olarak kabul etmek başkadır, sosyolojik önemini bilmek ve ona göre politika üretmek başkadır. Müslüman için mühim olan devletin, adaletle hükmetmesi, müşavereye başvurması ve halkın refahını temin etmeye çalışmasıdır. Bunu sağlayan bir devletin idaresinde, Müslümanlar çok rahat yaşar ve hiçbir şikâyette bulunmazlar.
Maalesef, Atatürk’ten sonra iktidara gelenler, İslâm’ın sosyolojik gerçekliliğini hiç dikkate almadılar. Hâlbuki Atatürk, Türkiye Cumhuriyeti’ni bu gerçek üzerine kurdu ve Anadolu’da birliği bununla sağladı. En bariz örnek, onun yaptığı nüfus mübadelesidir. Nüfus mübadelesinde, Türkiye’ye göçmek isteyen Gagavuz Türklerinin göçüne, Hıristiyan oldukları için izin vermedi. Fakat Türk olmayan ve Türkçe bilmeyen Balkanlı Müslümanların hepsini kabul etti. Dahası, Anadolu’da yaşayıp Hıristiyan olan Türkleri de Rumlarla birlikte göç ettirdi. Bu uygulama, Müslümanların nasıl birlik olacaklarını ve nasıl büyüyeceklerini göstermesi bakımından çok önemlidir.
Tarih boyunca kurulmuş büyük devletlerin hepsi, bir inanç temelinde bir araya gelmiş ve çeşitli ırklardan oluşmuştur. Irkı, esas alan devletlerin hiçbiri büyük olamaz ve büyümezler. Bu gerçeği unutan Araplar, İngilizlerin “Büyük Arabistan” yalanına aldandılar. Bugün de Kürtlerden bazıları ABD’nin “Büyük Kürdistan” tuzağına koşuyorlar. Büyük devlet olmanın yolu birlikten geçer. Bölünerek, parçalanarak büyük olunmaz.
 Bir devletin büyük olarak tanımlanabilmesi için dünyadaki büyük devletlerle mukayese edilmesi gerekir. Böyle bir mukayese yaptığımızda İslâm devletlerinin hiçbiri büyük sayılmaz. Müslümanlar, büyük ve adaletli bir devletinin vatandaşı olmayı, yarı ve bağımlı bir devletin başkanı olmaya tercih etmeden büyük devlet kuramazlar. Ne yazık ki, ayrılığın ve işbirlikçiliğin bir sebebi de içimizden iktidar hırsı taşıyanların makam-mevki, mal-mülk rüşvetiyle satın alınmasıdır. Bunu önlersek ve birlik olursak, işte o zaman büyük devlet kurarız, sömürü ve zilletten kurtuluruz.
Kaynak:
Röportaj: Mesud Zîlan
İsmail Beşikçi Hoca, 38 yıllık aradan sonra 11 Eylül 2012 tarihinde Diyarbekır’i ziyaret ettiğinde çeşitli basın kuruluşları yoğun bir ilgi gösterdiler, röportajlar yaptılar. Bunlardan, Sayın Mesud Zilan’ın KNN televizyonu için kendisiyle yaptığı röportajın kaset çözümünü Hebun, Kurmancca Kürtçesine çevirisi ve dublajını da kendim yaptım. Röportaj metinini www.zazaki.net sitesi okurları için yayınlıyoruz.
Roşan Lezgîn
***
Mesud Zilan: Hocam hoş geldiniz.
İsmail Beşikçi: Sağ olun. Memnun oldum.
Mesud Zilan: Şunu sormak istiyorum. Kürtlerin hükümran olarak tarih sahnesine çıkmaları, Kürtlerin siyasi ve diplomatik olarak yeni performansları mevcut. Yani kısaca Kürtler şu an nerede durmaktalar? Bir halk olarak tarih sahnesine çıkmaları ve performanslarını nasıl değerlendiriyorsunuz, nasıl görüyorsunuz?
İsmail Beşikçi:  Şöyle diyebilirim. Bir kere Kürdistan dediğiniz zaman bunu Orta Doğu’da Kürdistan olarak kavramak gerekir. Kürtler 1. Dünya Savaşı sonunda, Milletler Cemiyeti döneminde bölündü, parçalandı ve paylaşıldı. Bu, Kürtlerin başına getirilen çok büyük bir felakettir. Bu, bir insanın iskeletinin parçalanması gibidir. Beyninin dağılması gibidir. Kürt toplumu üzerinde böylesine sindirici, yok edici etkiler yaratmıştır. Bir kere, bunun bilincine varmak gerekir. Kürdistan dediğimiz zaman, Orta Doğu’da Kürdistan dediğimiz zaman bunun bilincine varmak gerekir.
Bazı temel sorular sorulabilir. 1. Dünya Savaşı sonunda, 1919 Paris Kongresinde, Milletler Cemiyeti kuruluyor. Paris Kongresinin önemli bir kararı olan bu cemiyet kuruluyor. Milletler Cemiyeti döneminde ulusların kendi geleceğini tayin etme hakkı ki en çok konuşulan bir konudur bu. Milletler Cemiyetinin, Sovyetler Birliği yöneticilerinin ve hatta Amerika başkanı Wilson’ın bile çok konuştuğu bir konudur bu. Ama biz fiili olarak şunu görüyoruz ki, böyle bir dönemde Kürdistan bölündü, parçalandı ve paylaşıldı. 1. Dünya Savaşında ittifak içinden olmuş olan Osmanlı Devleti, Almanlar ve Bulgaristan yenildi. 1. Dünya Savaşı’nı yenenler, İngiltere, Fransa, İtalya yenilen ülkelerin sömürgelerini paylaştılar. Osmanlı Sömürgeleri şöyle paylaşıldı: İngiltere’ye bağlı Irak, Filistin, Ürdün gibi manda devletler kuruldu. Sömürge olarak kavrayabiliriz bu manda devletleri. Fransa’ya bağlı olan Suriye ve Lübnan kuruldu. İşte burada temel bir soru sormamız gerekir:
Neden bir Kürdistan mandası kurulmadı?
Neden bir Kürdistan sömürgesi kurulmadı?
Kaldı ki 1919-1922 yılları arasında Güney Kürdistan’da Şeyh Mahmut Berzenci’nin mücadelesi vardı. Şeyh Mahmut Berzenci “Ben Kürdistan kralıyım” diyordu. İngiltere’den tanınmasını istiyordu. Dönemin emperyal güçleri olan İngiltere ve Fransa, değil bağımsız bir Kürdistan’ı sömürge bir Kürdistan’ı bile düşünmediler. Bu, bizim sormamız gereken önemli bir sorudur, bu soruya cevap aramamız gerekir.
Ulusların kendi geleceğini tayin etme hakkının en çok konuşulduğu bu dönemde, Kürdistan nasıl bölündü, parçalandı ve paylaşıldı?
Başına nasıl böyle çok büyük bir felaket getirildi?
Lanetli bir çorap nasıl Kürtlerin başına sarıldı?
Ayrıca şöyle düşünmemiz gerekir: Uluslar arası barış olsun diye, devletler arasındaki ihtilaflar barışçıl yollarla çözülsün diye Milletler Cemiyeti kuruldu. Ama Milletler Cemiyeti bu amacı gerçekleştiremedi. 2. Dünya Savaşının patlak vermesine engel olamadı. 2. Dünya savaşı 1. Dünya savaşına göre çok daha kapsamlı ve yıkıcı oldu. 2. Dünya savaşından sonra da uluslararası ihtilaflar, devletlerarası ihtilaflar, bunların çözülmesi yine barış yoluyla olsun savaş varmadan çözülsün diye uluslar arası bir örgüt ihtiyacı yeniden ortaya çıktı. Ve 1945 yılında Birleşmiş Milletler kuruldu. Birleşmiş Milletler kuruldu ama Kürtlerin statüsünde hiçbir şey değişmedi. 1920 yılında kurulan statüko, Kürtlere hiçbir siyasal statü vermeyen bir statükodur. Bu statüko Birleşmiş Milletler döneminde de aynen kuruldu. Bu da çok dikkate değer bir olaydır.
Şunu görüyoruz ki 1920 yıllarında da Kürtler ayaktaydı. Siyasal istemleri vardı. 1945 yıllarında da Mahabad’da ulusal bir filiz verme oldu. 1945’te Mahabad Kürt Cumhuriyeti kuruldu. Kürtler 2. Dünya savaşı döneminde de ayaktaydılar. Fakat, Birleşmiş Milletleri kuranlara kendi düşüncelerini, beklentilerini iletemediler. Veya Birleşmiş Milletleri kuranlar Kürtleri dinlemediler, dinlemek istemediler.
Kürtlerin başına böyle bir felaket getirilmiş ve bu felaket Kürt toplumunda çok büyük yaralara açmış. Bu durum düzeltilmek istenmiyor. Bu Kürtlerdeki statüsüzlük aynen devam ettirilmek isteniyor. Bunun bilincinde olmak gerekir öncelikle. Kürtlerde bölünme, parçalanma ne demek?
İç dinamiklerin yok edilmesi demektir. Etkisiz bırakılması demektir. Bölünmenin, parçalanmanın ve paylaşılmanın böyle bir sonucu vardır.
Bugün dünyada 208 civarında devlet var. Nüfusu bir milyonun altında olan 40’tan fazla devlet vardır. Örneğin 20 üyeli Avrupa Birliği’nde bulunan Lüksemburg, Kıbrıs, Malta yarım milyon nüfuslu devletlerdir.  Bu devletler Avrupa Birliği’nin, Avrupa Birliği Konseyi’nin, Birleşmiş Milletlerin üyesidirler. Ama Kürtler bu kadar büyük nüfusuna rağmen bir statü sahibi olamamışlardır. 47 üyeli Avrupa Konseyi’nde bulunan, bu konseyin üyesi olan nüfusu, 30 ila 35 bin civarında olan Andoralli, San Mariyo, Manaco gibi devletlerde mevcuttur. Ama Kürtler Orta Doğu’da 40 milyondan fazla bir nüfusa sahip olmalarına rağmen, bir statüye sahip olamamışlardır. Bir kere bunun bilincine varmamız gerekiyor. Kürtler ve Kürdistan olayında dış dinamikler daha belirleyicidir. Şimdi şöyle bir farazide bulunalım. Örneğin 1995 ve 1996 yılında, siz bir gazeteci olarak, bana Irak’ın geleceği ile ilgili birkaç tane senaryo yazın dediğiniz zaman, ben bu senaryoların hiçbirinde, 10-15 sene içerinde Kürdistan Yurtseverler Partisi başkanı Celal Talabani’nin Irak’a Cumhurbaşkanı olacağı gibi bir şey asla düşünemezdim. Aklımın kıyısında bile geçemezdi. Olguları değerlendirdiğimiz zaman, uluslararası politikayı değerlendirdiğimiz zaman, Celal Talabani 15 sene içerisinde Irak’a Cumhurbaşkanı olacak gibi bir şey asla mümkün olamazdı. Bu mümkün değil. Anlatabiliyor muyum?
Mesud Zilan: Neden peki Hocam?
İsmail Beşikçi: İsmail abi başka senaryolarda yaz desen bile bu yine mümkün olmazdı, benim düşünceme göre. Ama ne oldu 2003te Amerika Irak’a silahlı müdahalede bulundu. Bu müdahale sonucunda Baas partisi dağıtıldı. Saddam Hüseyin rejimi yıkıldı. El muhaberat dağıtıldı. Kitle imha silahları yok edildi. Bunlar Kürtleri tehdit eden en önemli kurumlardı. İşte bu tehditlerde ortadan kaldırılınca da Kürdistan Bölgesel Yönetimi diye siyasal bir birim ortaya çıktı. Kürtler Irak’ın siyasal hayatında yoğun bir şekilde katıldılar. Ve bu süreç içerisinde de Celal Talabani Irak’a cumhurbaşkanı oldu. Bu, dış dinamiklerin daha belirgin ve belirleyici olduğunu gösteriyor. Amerika’nın müdahalesinin olmadığını düşünürsek, ne kadar cengâver, savaşçı ve cesur olursan ol, Saddam Hüseyin rejimini karşısında bulunman ve yıkman mümkün değil. Ama işte Amerika’nın müdahalesi sonucunda böyle bir durum ortaya çıktı. Tabi Amerika’nın şimdiye dek eza cefa çeken şu Kürtleri kurtarayım gibi bir müdahale gerekçesi yoktu. Petrol konusundaki düşünceleri deha belirgindi. Batıya sürekli petrol akışının sağlanması daha belirleyici bir olaydı. Tabi bu süreçte, Baas Partisinin, Ordunun, El Muhaberatın dağıtılması, Saddam Hüseyin rejiminin yıkılması Kürtlerin önünü açtı ve Kürtlerde böyle bir birim oluşturdular. Dış dinamiklerin daha belirleyici olduğunu söylemeye çalışıyorum tabi.
Suriye içinde durum böyledir.  Orta Doğu’da, İran’da, Irak’ta, Türkiye’de, Suriye’de Kürtler konuşulduğu zaman, Kürtlerin kurtulmaları konusunda da Suriye en son dikkate alınırdı, onlara en sonra sıra gelirdi. 1 buçuk yıldır Suriye’de Beşar Esad yönetimine karşı bir mücadele var. Ordudan ayrılmış olan bazı subay ve generallerin oluşturmuş olduğu Suriye Ulusal Konseyi de Baasçı. Aynı zamanda Müslüman kardeşlerde var. Onlarda Beşar Esad yönetimine karşı yeni bir birim oluşturdular. Esad yönetimini yıkmaya çalışıyorlar. Kürtler kanımca bu konuda sağlıklı bir politika yürüttüler. Ne Esad yönetimine doğrudan doğruya bağlı olan ne de ulusal kongreye, ulusal muhalefete bağlı olan bir durum yürüttüler. Yani ortada her iki tarafta olup bitenleri daha sağlıklı bir şekilde izliyorlar. Mücadelenin belli bir aşamasında Esad Kürtlerin bulunduğu şehirlerde askerlerini geri çekti. Koverni, Derik, Kamışlo, Ahrin, Amude gibi Kürt şehirlerinden askerler çekildi. Ve oraları Kürtler yönetmeye başladı.
Kişi olarak ben şöyle düşünüyorum: İster Beşar Esad yönetimi devam etsin, ister Suriye ulusal konseyi Esad’ı devirsin, bu özerk yapı daha da güçlenir, gittikçe ete kemiğe bürünür. Ve oradaki özerk yapı kendisini korur. İşte bu da dış dinamiklerle ilgili bir olaydır. Suriye’nin Türkiye ile ilişkileri sürecinde ordunun sınırdaki bölgelerden geri çekilmesi, böyle bir durumu ortaya çıkarmıştır.
Biz orta doğuda Kürtleri bir bütün olarak kavramamız gerekir. Ve bunu sağlıklı bir şekilde anlamamız gerekir. Bunun bilincine varmamız gerekir. Kürtlerin bunun bilincine varması gerekir. Bu kadar büyük bir nüfusa rağmen Kürtler neden bir siyasal statüye elde edememiş?
Yaklaşık 10 gün kadar önce okuduğum bir yazıda yazar şöyle diyordu:
“Şimdiye kadar hep Kürtlerin 10 senedir 40 milyon nüfuslu olduğunu söylüyoruz. Hâlbuki Kürtler bu sürede çoğaldılar. 50 milyonu geçtiler.” Kanımca bu doğrudur. Türkiye’de de, Irak’ta da, Suriye’de de Kürtlerin büyük bir yoğunluğu mevcuttur. Örneğin sadece Almanya da 1,buçuk milyondan fazla Kürt vardır. Nasıl ki Türkiye de Kürtler tanınmıyorsa Almanya’da da Kürtler tanınmıyor. Demin Avrupa birliği konseyine üye olup nüfusu çok az olan birkaç devlet saydım. Bu devletlerin nüfusunu bir araya getirdiğimizde 140 bin gibi bir sayı çıkacaktır karşımıza. Bu sayı daha Almanya’da ki Kürtlerin 5te 1i etmemektedir. Ama Almanya Kürtlerin kimliğini hala tanımıyor. Bugün Kürtler, Türkiye’de içinde x, w, q gibi harfler bulunan isimleri çocuklarına verememektedir. Türkiye de hala böyle bir sorun var. Bu bir yerde kürdün kimliğini tanımamak demektir. Hala böyle bir tanımama vardır. Bu durum Almanya’da da, Fransa’da da, İngiltere’de de böyle. Bu kadar büyük bir nüfusa sahipsin ama hala ufak bir statü sahibi değilsin. Avrupa atlasını açarsak o küçük devletleri bulmakta zorluk çekeriz. Cizre’nin bir köyü kadar, bir beldesi kadar ülke toprağı var çünkü. Kürtlerin bu durumu anlaması gerekir. Bu bölünme, parçalanman nasıl olduğunun, bu lanetli çorabın başlarına nasıl geçirildiğinin bilincine varması gerekir.
İnsan hakları konusunda, özgürlükler konusunda bu kadar hassas olan Avrupa neden Kürtlerin böylesine statüsüzlüğünün hala devam etmesine göz yumuyor?
Neden bu kadar büyük bir nüfusa sahip olan Kürtlerin talepleri hep terör kavramı çerçevesinde değerlendiriliyor? İşte bunun bilincine varmamız gerekir. Bu bilince sahip olduğumuz zaman Kürtlerin birbirlerini karşı olan tutumları daha bir değişik olur. Birbirlerini anlamaya çalışırlar, birbirlerini kavramaya çalışırlar. Ve birbirlerine daha az zarar vermeye çalışırlar. Bu bakımdan Kürtler ve Kürdistan konusunda yapılacak araştırma ve inceleme çok önemlidir. Bu araştırma ve incelemenin gelişmesi aynı zamanda tarih bilincinin, toplum bilincinin gelişmesini sağlayacaktır. Kürtler arasında anlayış sağlar, birliğin oluşmasını sağlar. Bu bilinç daha ilerle olacak muhtemel ulusal kongre için daha elverişli bir zemin hazırlar.
Mesud Zilan: Hocam, konuşmanız içerisinde tarihi bir süreçte başta Avrupalıların ve daha dünyanın farklı güçlerinin Kürdistanı istemediklerini, ulusların kendi kadrlerini tayin etme hakkının en çok konuşulduğu bir dönemde Kürtlerin haklarından bahsedilmediği ve asıl Kürtlerin de bunu yeterince konuşmadıklarını söylediniz. Ama şu anda 1991, 1992 yıllarından bu yana başlamış olan bir süreç bulunmaktadır. 2003 yılından bu yana da bu durum daha da güçlendi. Artık Kürtler tarih sahnesine en azından üç vilayetlerinde hükümran durumdalar. Kürtlerin bu performansını nasıl değerlendiriyorsunuz? Irak’ı, bölgeyi, ve daha geniş olarak dünyayı göz önünde bulundurursak Kürtlerin konumlarını nasıl değerlendiyorsunuz? Kürtler, dünyanın gidişatını düzgün okuyabildiler mi, yorumlayabildiler mi?  
İsmail Beşikçi: 1920li yılları düşünürsek büyük devletlerin Kürdistan’ı istememeleri, daha sonraki yıllarda da büyük devletlerin Kürdistan’a karşı olmaları, Türkiye’nin, İran’ın, Suriye’nin hatta Irak’ın Kürdistan’ı istememesi önemli değil, Kürtlerin istemesi önemli. Bu konuda Kürtleri eleştirmek gerekir. Kürtler sağlıklı bir şekilde Kürdistan’la ilgili bir tarih, toplum bilinci geliştiremediği için durum böyle oldu. Bir şeyi istediğinde onu elde etmek için plan program hazırlarsın. Çünkü istemek senin görevin. Bir şey isteyeceksin. Ama Kürtler bunu istemedi. Kürtler sağlıklı bir şekilde isteseydi ve bilinç geliştirseydi bu gerçekleşebilirdi. Büyük devletlerin istememesi, Orta Doğuda Kürtleri müşterek olarak denetleyen devletlerin istememesi önemli değil, Kürtlerin istemesi önemli bu noktada. İstedikleri zaman bunu yaşama gerçekleştirebilirler. Veya bunun mücadelesini yapabilirler. Bu mücadelede zaman içerisinde başarıya ulaşacaktır.
Mesud Zilan: 
Dört parçaya bölünmüş Kürdistan’da bildiğimiz kadarıyla tek bir örgütün programında hedeflerinde veya pratikiğinde Kürdistan, Bağımsız Kürt devleti herhangi bir adım görememekteyiz. Herkesin kendi içerisinde bunu talep ettiği, istediği söyleniyor. Yani bunun için yapılmış herhangi bir plan ve program, bir zemin hazırlama veya diplomasi yapma çalışması söz konusu değil. Bu durumda herhangi bir partinin veya örgütün üyeleri, liderleri, bir statu sahibi olan veya olmayan Kürtlerin, Kürdistanın kurulmasını istemek ve mevcut durumlarını nasıl değerlendiriyorsunuz?  
İsmail Beşikçi: 
1920lerin 1945lerin bilincine varmak önemli. Yani 1920lerde Milletler Cemiyeti kurulduğu zaman Kürtler neden kendi geleceklerini tayin edemediler?
Büyük devletler bunu neden engelledi?
1945te bu statüsüzlük nasıl ve neden korundu, bu konuda çok yoğun bir araştırma ve incelemenin gelişmesi gerekir. Bu olayların bilincine varmak gerekir. Bugün dünyayı kavramak önemli. 208 devlet var dünyada. Nüfusu 1 milyonun altında olan 40 devlet varken, Kürtler bu kadar büyük nüfusa sahip olmalarına rağmen neden küçücük bir siyasal statünün sahibi olamamışlar? Afrika düşünmemiz gerekir. Afrika da 2. Dünya savaşından önce sadece 2 bağımsız devlet vardı. Habeşistan ve Liberia. Geriye kalan bütün Afrika İngiltere’nin, Fransa’nın, İtalya’nın, İspanya’nın, Portekiz’in, Hollanda’nın ve Belçika’nın sömürgesiydi. 1885te emperyal devletler tarafında paylaşılmıştı Afrika. 2. Dünya savaşından sonra hızlı bir sömürgecilikten kurtulma söz konusu oldu. Sadece Cezair, Angola, Ginebisauda(?) ve Mozambik silahlı mücadele sürecinde bağımsız olurken, geriye kalan bütün sömürgeler sömürgeci devletlerle anayasal görüşmeler sürecinde bağımsızlık kazandı.
Bugün 57 devlet var Afrika da. 2. Dünya savaşından sonra bütün dünyada değişiklik olurken Kürdistan hiçbir değişimin olmamasına dikkat çekmek istiyorum. Kürdistan 1920 yıllarında bu kadar büyük nüfusa rağmen hiçbir statü alamamış, 1945ten sonra dünya değişirken Kürtler ve Kürdistan konusunda hiçbir değişim söz konusu olmadı. Sömürge yaptılar. Kaldı ki Kürdistan sömürge bir devlet bile değildi. Sömürge olsaydı bile bir sınırı olurdu. Parçalandı, bölündü, paylaşıldı. Irak İngiltere’nin sömürgesi oldu. Suriye Fransa’nın sömürgesi oldu. Fiili olarak şu var: Orta Doğu’nun 2 köklü devleti olan Osmanlı İmparatorluğunun devamı olarak Türkiye Cumhuriyeti ve İran İmparatorluğunun devamı olarak Yeni İran Şahlığı kuruldu. Ve dönemin 2 emperyal devleti Büyük Britanya ve Fransa, bu toplam 4 güç birlikte Kürtlerin üstüne çullandılar. Kürtler hiçbir şeyin sahibi olamaz. Kürtlerin sesi soluğu kesilmeli gibi bir süreç yaşandı. Böyle bir bölünme, parçalanman ve paylaşılmanın bilincine varmamız gerekiyor. Çok zengin ve olgusal dayanaklarla bu ilişkileri anlamamız ve kavramamız gerekiyor. Bu konuda tarih ve toplum bilinci geliştiği zaman Kürtler arasında daha iyi bir anlayış gelişir, birbirlerine daha az zarar verirler.
Bir ulus tarihin bir döneminde bölünmeye, parçalanmaya paylaşılmaya uğradığı zaman, yani böylesine bir operasyonun hedefi olduğu zaman o ulus bir daha kendini toparlayamıyor. İşte Kürtlerin durumu budur. 17. Yüzyılda İran ve Osmanlı imparatorlukları arasında bölünmüş olan Kürdistan, 19. Yüzyılın ilk yarısında İran Kürdistanı denilen alanın kuzey kısmı Rus imparatorluğunun denetimine girmiş. 1920lerde de Osmanlı Kürdistanı öylesine bölünmüş ki, bölünme ve parçalanma kendisini üretiyor, çoğaltıyor. AİLELERİN, AŞİRETLERİN BÖLÜNDÜĞÜNÜ GÖRÜYORUZ. SON 20-30 YILLIK BU MÜCADELEDE AİLENİN BİR ÇOCUĞU DAĞDA GERİLLA DİĞERİ KORUCU OLUYOR. KÜRTLER ARASINDA BU DURUM ÇOK YAŞANIYOR. BU BÖLÜNMENİN, PARÇALANMANIN PAYLAŞILMANIN GETİRDİĞİ BİR ŞEYDİR. Bunun bilincine varmak ancak toplumsal, tarihsel incelemelerle mümkündür. Bunlar geliştiği zaman Kürtler birbirlerini daha iyi anlayamaya çalışırlar ve birbirlerine daha az zarar vermeye çalışırlar. Bunun yanında örneğin Ermenilerinde böyle bir sorunu vardır. Rus Ermenistanı, Osmanlı Ermenistanı ve İran Ermenistanı. Gücü yıkılmış, parçalanmış ve birlik olamamış bir Ermenistan 1915 yılında büyük bir felaketle karşılaştı. Parçalanmanın, bölünmenin uluslar üzerinde böylesine yıkıcı, sindirici, yok edici etkileri var. Bunu bilincinde olmamız gerekir.
Mesud Zilan: Hocam sizden birkaç cümle daha alabilir miyiz? Kürtlerin bu gidişatına bakarak geleceklerini nasıl görüyorsunuz?
İsmail Beşikçi: Kişi olarak ben, çok olumlu görüyorum. Örneğin bugün Kürtler 20-30 yıl öncesine nazaran çok olumlu bir konumdalar. 2012den sonra diyelim ki 2032de Kürtler nasıl bir siyasal ortamda ve toplumsal ilişki de olacak? Eminim bugün ki durumdan çok daha iyi durumda olacaktır. Çok olumlu görüyorum. 21. Yüzyıl Kürtlerin yüzyılı olacaktır.
Mesud Zilan: Hocam sizi Güney Kürdistanda ne zaman görebiliriz?
İsmail Beşikçi: Ekimde düşünüyorum. Ekimin ilk yarısında Güney Kürdistana geliriz.
Mesud Zilan: Çok sağolunuz Hocam. Teşekkür ediyorum.
Kaynak:
Not: Bu yazıları okuyunca millet olmak veya olamamanın sosyolojik sebeplerini ve sonuçlarının sentezini yapmak size düşüyor.

Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.

Benzer Yazılar

Yorumlar