MİLLET OLMAK veya OLAMAMAK
Kenan
Erzurumlu/24 Ocak 2012
Aile, sosyalleşmenin
ilk adımı ve vazgeçilmez temelidir. Aile fertleri arasındaki birlik, bağlılık,
dayanışma ve koruma duyguları, tüm sosyal kurumların dayanağıdır. Aile,
kültürü yaşatan ve gelecek nesillere aktaran en önemli kurumdur. Dolayısıyla
aile, ferdi hayattan sosyal hayata (millet hayatına) geçişin başlangıç
noktasıdır.
Ülkemizde sosyolojinin
kurucusu olarak kabul edilen Ziya Gökalp, sosyalleşmeyi, “Aile”den “Ok”a kadar
sınıflandırarak, ailenin tekâmülü (gelişmesi) olarak adlandırmıştır. Aşiretten
millî devlete uzanan devre ise, cemiyetin Aşiret-İl-İlhanlık-Sultanlık ve
millî devlet aşamalarından oluşmaktadır.
O’na göre Türkler’de
ailenin gelişmesi: Yuva-Ocak-Soy-Boy-Oktur. Türk aile yapısını ise dört
bölüm hâlinde incelemektedir.
Törkün: Aileden oluşmaktadır.
Bark: Çocuklarının evlenerek yeni ev açmaları-aile kurmalarıdır.
Soy: Ailenin yanında ikinci derece akrabalarla oluşmaktadır.
Soy’da esas, “bağlılık” ve “sadakat”tır.
Boy: Soyların birleşmesi ile ortaya çıkar.
Boyların (oymakların)
birleşmesinden kabileler (ok) oluşur. Kabilelerin birleşmesiyle kabile
birlikleri; onlarında birleşmesinden de devletler oluşur.
Devletleşme,
milletleşmenin ön adımıdır. Gökalp devletleşmeden sonraki gelişimi kavim- ümmet- millet olarak 3 evre
halinde tanımlar.
Zaman zaman
bilinçsizce, millet yerine kullanılan “Halk” kelimesi, kesinlikle milletle eş
anlamlı değildir. Halk, belli bir dönemde aynı bölgede yaşayan insanların bütününü ve
genelde hayatta bulunan nesli ifade eder. Ki, bu terim, tarihte hiçbir zaman
devlet kuramamış, ortak dil, din, coğrafya, bayrak ve idealler oluşturamamış
feodal kabileler için geçerlidir. “Millet”te, kişileri birbirine bağlayan
kuvvetli bağların yerini, “halk”ta, aynı toplumda yaşamanın zorunlu kıldığı
maddî ve hukukî ilişkiler alır.
Sosyolojik açıdan, çok
sayıda millet tarifleri yapılmıştır. Bu tariflerin ortak noktası dil, kültür ve
duygularda birlikteliktir.
Alexandrovic Sorokin’e göre millet, “aynı
milliyet duygusunu taşıyan, vatan, dil ve devlet ortak paydalarında birleşen
topluluklar” olarak adlandırmaktadır. “Türk Sosyolojisinde Ana Sorunlar”
isimli kitabın yazarı Baykan Sezer, millet oluşumunda üç ortak noktayı
vurgulamaktadır:
“Devlet kurabilme
yatkınlığı, bünyesinde öbür halkları eritebilme özelliği, dış saldırı ve
işgallere dayanabilme gücü.”
Sadri Maksudi Arsal, “Milliyet
Duygusunun Sosyolojik Esasları” isimli kitabında “Nationalite”
(milliyet) için, “Aynı dili konuşan, aynı millî seciyeye, müşterek tarihe,
müşterek millî emellere malik olan kütledir” tarifini yapmaktadır.
Camille Jullian’ın 1913’te yaptığı
millet tarifi kabul edilebilir görülmektedir. “Millet, uzak bir mazide,
sıklıkla tarih öncesi devirde muayyen bir coğrafyada devlet kurmuş; uzun süre
bağımsız olarak yaşamış; fertlerin birbiriyle kaynaştığı; dil, örf ve adet
birlikteliği olan kişi ve ailelerden oluşan toplumdur.”
Türkdoğan’a göre:
“Her dili, kültürü
aynı olan toplulukları millet saymak büyük bir yanılgıdır. Millet sosyolojik
anlamda, tarihi ve toplumsal gelişimin bir sonucudur…….. Millet, öyle bir
tarihi süreçtir ki, en son kademede ticaret ve sanayin gelişmesi, toplum
yapılarının biçimlendirilmesi, ferdi hürriyetlerin kazanılması, sosyal devlet
anlayışının güçlenmesi ve demokratik hak ve özgürlüklerin tanınması gibi bir
seri sivil haklarla birlikte olur.”
Bu tariflerin hepsinin
haklı oldukları kadar, yetersiz kaldıkları durumlar da vardır. Şurası bir
gerçektir ki, Gökalp’in belirlediği millî kimliğin oluşma evreleri tüm
milletler için geçerlidir. Öte yandan, Gökalp, “millet”i, “Dili dilime, dînî
dînîme uyan bir millettir” şeklinde tarif etmektedir.
Kanaatimizce milliyet
duygusu, bir millete mensup fertlerin, geçmişe yönelik bağlılığın yanında;
geleceğe yönelik emellerini paylaşmalarıdır.
Kemalist sisteme göre
millet: “Aynı coğrafya üzerinde yaşayan, aynı kültür ve tarih bilincini
paylaşan insanların oluşturduğu yapıdır.” Bu görüşü, H. Nihal Atsız, Türk
Milleti, “Türk kökünden gelenlerle, Türk kökünden gelmiş olanlar kadar
Türkleşmiş kimselerden meydana gelen bir topluluktur.” sözleriyle ifade
etmiştir.
Bu açıklamalardan
sonra, dünyada bilinen milletlere sosyal antropoloji açısından göz
atalım:
-Kavim milletler: Türkler, Çinliler,
Japonlar gibi tek soydan gelen kişilerin oluşturduğu milletlerdir.
-Tarihî milletler: Tek bir ırkın meydana
getirdiği kültürün, hâkim kültür olarak kabûlü ile diğer milletlerin eritildiği
devlet yapılarıdır. Romalılar, Eski Yunanlılar, Fransızlar ve günümüz
İtalyanları gibi.
Etnolojik açıdan
millet: Ortak dile, millî seciyeye, tarihe millî ideallere sahip olan kütledir.
Aynı ırktan gelen toplumları kapsar.
Örnek vermek
gerekirse:
Slav ırkı: Ruslar,
Polonyalılar, Çekler, Sırplar.
Cermenler: Almanlar,
İsveçliler, Norveçliler, Danimarkalılar ve Hollandalılar
Türkler,
Latinler: İtalyan ve
İspanyollar
Etnolojik kökene göre
yapılan bu sınıflama, Avrupa ve Amerika’da bulunan milletler için sıhhatli
görülmemektedir. Avrupa’da bulunan ve Slav, Cermen ve Latin olarak sınıflanan
milletlerin kökenlerine bakılacak olursa şöyle bir durumla karşılaşırız:
a.
İberik yarımadasına gelen Vandal, Vizigot, Süev ve Alan kabileleri yerli
halkla birleşerek bugünkü İspanyolların meydana gelmesini sağlamıştır.
b.
MÖ 8. yy dan itibaren Etrüsk yerleşimini izleyen Yunanların, Keltler’in,
Pönler’in, İtalyotlar’ın, Vizigotlar’ın ve Lombardların göç veya istilâları
sonucu yerli halk Latinlerle birleşerek bu günkü İtalyanların atalarını
oluşturmuştur.
c.
Cermen kavimlerinin Avrupa’ya yayılarak yeni milletlerin oluşmasına yol
açarken, Bu günkü Avrupa milletlerinin tarihinde Türk milletinin etkilerini de
açıkça göstermektedirler. Anayurtlarında kalan Cermenler, daha sonra Alaman
kabilesinin çevresinde yoğunlaşarak, bugünkü Almanya’nın temelini
oluşturmuşlardır. Prof. Dr. László Rasonyi’ye göre bu günkü Almanya (Almanlar)
altı ırkın karışmasından meydana gelmiştir.
d. Eski
Yunanistan’da ise, MÖ 2.000 başlarında, kuzeyden gelen Hint-Avrupalılar, yerli
halkla karışarak Hellen’lerin atalarını oluşturmuştur. Ardından Mikenler’in,
Dorlar’ın ve Akaların göç ve istilâları ile karışıma uğramıştır.
Bugünkü Avrupa’da Türk
asıllı kavimler olarak Batı Hunlarının torunları olan millî kimliklerini kısmen
hatırlayan Macarlar ve millî kimliklerini kaybetmiş Bulgarlar bulunmaktadır.
Kezâ, kuzeyden gelen
başka arî kavimler ile yerli topluluklarla birleşmesiyle oluşan Hint topluluğu
olmuştur. Hintlilerin devlet kurmaları ancak Gandi’nin önderliğinde
olmuştur. Bu sebepledir ki, Hintlilerin milletleşme süreci halen
tamamlanmamıştır.
Bu tespitlerden sonra,
her iki sınıflamayı birleştiren üçüncü bir sınıflama daha yapmak mümkündür:
1. Bir kavmin veya
akraba kavimlerin kaynaşıp gelişmesiyle ortaya çıkan kök milletler: (Türkler, Çinliler
gibi.)
2. Değişik kavimler in
kaynaşıp gelişmesiyle oluşan karışık milletler:
Fransızlar:
Galyalılar, Franklar, Rurgondlar, Normanlar ve Vizigotlar.
İngilizler: Anglosaxon,
Kelt, Norman Kavimleri.
Almanlar: Slav, Germen
Kavimleri.
Bu sınıflamaya ek
olarak Dr. Rıza Nur’un, Turanî kavimler için yaptığı sınıflamayı da
vurgulamakta yarar vardır. Dr. Rıza Nur’a göre, Turan’da (Türk yurdunda)
bulunan Türk dışı milletler ikiye ayrılmaktadır:
Turan neslinden olan,
fakat dili bizden ayrılmış ve asıllarını unutmuş milletler (Kürtler,
Lezgiler, Çeçenler, Dağıstanlılar, Çerkezler, Gürcüler, Hıristiyan Kazaklar,
Bulgarlar, Ulaklar) ve tamamen yabancı milletler (Ermeniler, Rumlar,
Acemler, Ruslar, Çinliler).
Arsal’a göre, milleti
oluşturan sosyolojik unsurlar: devletin varlığı, nüfus, vatan (coğrafi saha),
bağımsızlık, dil birliği, kültür birliği, din birliği, ırk ve soy birliğidir.
Bu tespitte ülkü birliğinin olmaması önemli bir eksikliktir.
1. Buna göre, feodal
yapıdan devlet olma merhalesine ulaşamamış toplumlarda ortak millî şuûrun
oluşması beklenmemelidir. Kabileleri dahi bir araya gelememiş halklardan millet
olarak bahsedilmesi, -art niyetli değilse- sosyolojik saçmalıktır. Ortak
dil, dîn ve millî kimlik olmadan milliyetten bahsedilemez.
2. Yeterli nüfusa
ulaşamamış toplulukların, devlet haline gelmesi mümkün değildir. Üçyüz-beşyüz
binlik ve hatta, bir –iki milyonluk nüfuslarla milliyetten bahsetmek mümkün
değildir. Özellikle son 150 yılda ortaya çıkan çok düşük nüfusa sahip
devletçikler, varlıklarını uluslararası stratejilere borçludurlar. İki
milyonlık Kırım Özerk Cumhuriyetinde, % 13-14 oranındaki Tatarla ve % 24
oranında bulunan Adigelerden ismini alan Adige Cumhuriyetinde milli devlet ve
milli kimlikten bahsetmek zordur. Nüfuslarının % 50’den fazlası Rus olan bu
ülkelerde, millî din-dil ve kültür hâkim unsur haline gelememiştir. Kırım
tarihi geçmişine ve devletlerine rağmen halen Rus hegomanyası altında
bulunduğundan milli kimliklerini ifadede sıkıntılar çekmektedir.
3. Toprak, kan-can ve
zamanla vatan olur. Toprağı olmayan veya atayurduna ve dahi atalarının
mezarlarına sahip çıkamayanların, devlet ve milletten bahsetmeleri abesle
iştigaldir.
4. Bağımsızlık,
millet olmanın vazgeçilmez kuralıdır. Hâlde veya tarihte, bağımsız bir devlet
kuramamış hiçbir topluluğun milletleştiği görülmemiştir. Bağımsız ve
hür yaşamak arzusu, devlet oluşturmanın ve milletleşmenin önemli bir
faktörüdür. Bağımsız bir devlet kuran toplumlar, zaman içerisinde önce dinî
sonra millî kimliklerini kazanmakta; daha sonra millî iradenin oluşmasıyla
demokratik rejime geçmektedir. Bağımsız bir devlet olarak millî kimliğini
kazanan toplumlar, daha sonra bağımsızlığını kaybetse dahi, millî kimliklerini
kaybetmezler. Bağımsızlığın kaybedildiği esâret dönemlerinde, eskiden yaşanmış
olan bağımsız devlet hatırası ve millî kimlik, yeni mücâdelelerin ilham
kaynağını oluşturur.
5. Dil birliği; millet
olmanın en belirgin göstergesidir. Milliyetler ortak dil etrafında oluşurlar.
Dilini kaybeden milletler, kimliğini de kaybetmeye mahkûmdur. Türkçe, Türk
Milleti’nin, İngilizce İngiliz Milleti’nin, Fransızca Fransız Milleti’nin millî
mizacının tercümanıdır. Dil, ninnidir. Dil, ağıttır. Dil, destandır. Dil,
türküdür. Dil, kültürdür. Dil milleti millet yapan değerlerin göstergesi; ses
bayrağıdır; gönül sesidir.
Çarpıcı bir örnek
olarak, Farslar yüzyıllar boyu başka kavimlerin himayesi altında kalmışlar
ancak Firdevsî’nin gayretleriyle millî şuûra ulaşmışlardır. Burada, “Şehname”deki
sözlerini tekrar hatırlamakta yarar vardır. “Bu otuz yıl içinde çok sıkıntı
çektim. Ama bu Farisî ile Acem’i de dirilttim”. Fridevsî’nin bahsettiği “otuz
yıl”, Şehname’nin yazılış süresidir. Tarih boyunca farklı kabilelerde
kullanılan farklı dillerin, ortak bir dil haline gelmedikleri sürece, millî
şuurdan bahsetmek mümkün değildir.
6. Din birliği;
Milletlerin oluşmasında önemli bir role sahiptir. Gökalp’in belirlediği devlet-ümmet-
millet oluşum seyri, milletleşmede dînî inançların önemini vurgulamaktadır.
Tarihte millî dinlere sahip toplumların, millî değerlerini ve varlıklarını daha
iyi muhafaza ettikleri görülmektedir.
Şintoizmi millî din
olarak kabul eden Japonya ile Museviliği millî din olarak kabul eden
Yahudilerin millî kimliklerini korumakta gösterdikleri hassasiyete hayran
olmamak elde değildir. Milletimizde ise, -İslâm öncesi- millî din hâlindeki Göktanrı inancı,
Türklüğe ayrıcalık ve üstünlük psikolojisini sağlarken, millî kimliğin
oluşmasında önemli rol oynamıştır. İslâmiyet’in Türk yorumunun millî inanç
haline geldiği MS 10.-16. asırlar arası, tarihimizin en şaşalı dönemlerinden
birisidir.
7. Irk ve soy birliği,
dilin, kültürün ve birlikte yaşama ülküsünün ana kaynağıdır. Irk olmadan,
soy-boy- ok- kabile oluşması mümkün değildir. Çekirdek ailelerden başlayan ırk
gelişerek, milleti oluşturan kurumları hazırlayan en önemli olgudur. Günümüzde
giderek değişen dünya şartlarında, aynı ırktan gelmiş; ancak farklı adlarda
milletler oluşturmuş toplumlar yeniden birleşme eğilimindedir. Soya aidiyet
şuuru birliktelik, büyümenin ve güçlü olmanın ilk ve en önemli adımıdır.
Konuyu destan şairimiz
rahmetli Niyazi Yıldırım Gençosmanoğlu’nun dizeleri ile bağlayalım:
“Ben Türk’üm! de, dur sözünde,
Yürü Bozkurt’un izinde
Kalmasın şu yer yüzünde
Şerirlere şer meydanı.
Tanrı Kut Mete Çağı’ndan,
Son Peygamber kucağından,
Hacı Bektaş ocağından,
Açık bize sır meydanı.
Hayaller kalınca güdük
Açıldı surlarda gedik…
Mehter sustu, öttü düdük,
Rezil oldu er meydanı!”
Tarih boyunca insan toplulukları, çeşitli “ırk”lardan,
çeşitli etnik kökenlerden gelirler, ama bu tür “ırki” ve etnik kimlikler birbiri
ile etkileşerek, birbirini eriterek, birbirini yok ederek, birbiriyle
birleşerek daha büyük halk topluluklarına dönüşür ki, çağdaş milletler böyle
meydana gelir. Millet aşaması, etnik, “ırki”, kökenlerin tarihsel olarak
silindiği bir aşamadır. O nedenle çağdaş milletler bir bütün oluşturur,
milletin bütünlüğü ya da tekliği kavramı da buradan türer.
Türkiye açısından
baktığımızda ise, binlerce yıldır Türkiye coğrafyasında biraraya gelen çeşitli
etnik kavimler, binlerce yıl içinde birleşerek, birbirinin içinde eriyerek tek
bir millet oluşturmuştur ki, bunun da adı Türk milletidir. Türk, bir etnik ya
da “ırki” kavram değil, bu yörede yaşayan milletin adıdır. Bu ad, binlerce
yıldır kullanılmaktadır ve binlerce yıldır da aynı anlama gelmektedir.
Türkiye Cumhuriyeti, bu çağdaş gerçekler
temelinde kurulmuş bir ulus devlettir. Ulus devlet, milletin bölünmezliği ve
mutlak hakimiyeti üzerine inşa edilir. O nedenle “Egemenlik kayıtsız şartsız
milletindir”. Millet bu egemenliğini kullanırken, kendi içinde bir bütün
olarak kullanır.
Türkiye Cumhuriyeti’ni, ABD türü bir etnik
federasyondan ya da Avrupa türü prenslikler federasyonundan ayıran gerçeklik
budur. ABD’de ve Avrupa’da hiçbir zaman bizdeki gibi bir bütün millet
oluşamamıştır. Oluşmadğı için de, çeşitli etnik gruplar ya da bunların
idari adı olan prenslikler biraraya gelerek federasyon kurarlar. Bu nedenle
çoğu Avrupa devleti ve ABD, ulus devlet değildir. Bu nedenle de içlerinde
farklı dilleri barındırırlar.
Avrupa ve ABD’nin
dışında kalan dünyada ise tarihsel gelişme farklıdır. Örneğin Türkler, bu tür
federasyon aşamalarını çoktan geçmiştir. Selçuklu ve Osmanlı’daki sistem
çözülmüş, bu çözülme ile birlikte ulus devlet oluşmuştur. Ulus devlet bir
Ulusal Kurtuluş Savaşı ve devrimle kurulmuştur, ama bu da bu kuruluşun bir
dışarıdan müdahale ile olduğu anlamına gelmez, tam tersine içsel gelişim bu tür
bir devrime yol açmıştır.
………
Bir ulus devlette, azınlık olabilir.
Azınlıklar ulus devlet içerisinde belirli ve sınırlı haklara sahip olurlar. Bu
tür yasal düzenlemeler ulus devlet otoritesini ve milli egemenliği zedelemez.
Ancak bir ulus devlette, alt kimlik olamaz, ikinci bir asli unsur olamaz,
ikinci bir kurucu öğe olamaz. Çünkü ulus devlet tek bir ulus tanımı üzerinde
yükselir.
Bu açıdan baktığımızda, Türkiye’de etnik
sorun olarak görülebilecek aslında bir azınlık sorunu olan, Rum, Ermeni ve
Yahudi sorunundan bahsedilebilir. Bu tür azınlıkların, kendini ait
hissettikleri ulusla birlikte Türk devletine karşı hareketleri olabilir. Nitekim
Osmanlı’nın yıkılış dönemi böyledir. Bu tür sorunların çözüm noktası,
azınlıkların dışlanması değil, azınlıkların azınlık bölücülüğü yapacakları
zeminin Türklükle doldurularak, onlara bölücülük zemini bırakılmamasıdır. Zeminsiz
kalan azınlıklar, kendilerini ait hissetmeseler, hissetmek zorunda olmasalar
bile, yaşadıkları devletin ve ülkenin mutluluğunu düşünmek zorunda
kalacaklardır.
M. Hilmi Yıldırım
/14 Şubat 2013
/14 Şubat 2013
İslâm devletlerinden hiçbiri tek başına
büyük devlet olamaz ve büyüyemez. Ancak birlik olurlarsa, birlikte
büyüyebilirler. Birlik oluşturamazlarsa, küçüklüklerini dahi koruyamazlar.
Müslümanları geçmişte İngilizler küçük devletçiklere ayırmıştı. Günümüzde aynı
rolü ABD oynuyor. ABD yetkilileri, İslâm devletçiklerinin biraz olsun
büyüdüklerini ve İsrail için tehdit olmaya başladıklarını, o nedenle yeniden
bölünmeleri gerektiğini açık açık ifade ediyorlar. Görülen o ki, Batılı güçler,
Müslümanların devlet gibi devlet sahibi olmasını istemiyorlar. Osmanlı
Devleti’ni yıkmak için seferber olmalarının sebebi de bu idi. Amaçları,
Müslümanları güçsüz ve bağımlı devletlerin idaresinde sömürüden kurtulmadan
yaşatmaktır.
Esasen İslâm
devletlerinin çoğu tam devlet değil, yarı devlettirler. Birleşip büyük bir güç
olmaları gerekirken, eğer yeniden bölünürlerse, ne zaman biteceği belli olmayan
bir esarete birlikte düşmeleri kaçınılmazdır. Ay büyümezse küçülür.
Devletler ve milletler de böyledir. Büyümezlerse veya büyüme emelleri yoksa
mutlaka küçülürler. Nihad Sami Banarlı der ki:
“Şu nokta
bir hakikattir ki, büyümek emelinde olmayan milletler küçülmeye mahkûmdurlar.
Fakat milletlerin büyüme emelleri hiçbir zaman mevsimsiz ve olmayacak
hayallerle birleştirilemez. Hele böyle hayaller, devlet siyaseti haline
getirilemez. Nitekim 1914-1918 yıllarında Türkiye’yi idare edenler devlet
siyasetini Turancılık ideali ile birleştirdikleri için, biz, Birinci Dünya
Harbi sonunda, vatanımıza yeni topraklar ilâve etmek şöyle dursun, vatanımızın
dokuzda sekizini kaybettik.”
Demek ki, büyüme emeli olmalı, fakat sosyal
gerçeklere dayanmalıdır. Aksi hâlde “büyüyeyim” derken, küçülmek ve yok
olmak söz konusudur. Müslümanların büyüme emellerinin sosyal zemini her zaman
vardır ve sağlamdır. O sağlam zemin İslâm’dır. Bunu deyince birileri hemen
gocunur, sözü başka tarafa çekerler. Bu kişilere şu gerçeği hatırlatmak
gerekir. İslâm’ı bir devlet düzeni olarak kabul etmek başkadır, sosyolojik
önemini bilmek ve ona göre politika üretmek başkadır. Müslüman için mühim olan
devletin, adaletle hükmetmesi, müşavereye başvurması ve halkın refahını temin
etmeye çalışmasıdır. Bunu sağlayan bir devletin idaresinde, Müslümanlar çok
rahat yaşar ve hiçbir şikâyette bulunmazlar.
Maalesef, Atatürk’ten
sonra iktidara gelenler, İslâm’ın sosyolojik gerçekliliğini hiç dikkate
almadılar. Hâlbuki Atatürk, Türkiye Cumhuriyeti’ni bu gerçek üzerine kurdu
ve Anadolu’da birliği bununla sağladı. En bariz
örnek, onun yaptığı nüfus mübadelesidir. Nüfus mübadelesinde, Türkiye’ye göçmek
isteyen Gagavuz Türklerinin göçüne, Hıristiyan oldukları için izin vermedi.
Fakat Türk olmayan ve Türkçe bilmeyen Balkanlı Müslümanların hepsini kabul
etti. Dahası, Anadolu’da yaşayıp
Hıristiyan olan Türkleri de Rumlarla birlikte göç ettirdi. Bu uygulama,
Müslümanların nasıl birlik olacaklarını ve nasıl büyüyeceklerini göstermesi
bakımından çok önemlidir.
Tarih boyunca kurulmuş büyük devletlerin
hepsi, bir inanç temelinde bir araya gelmiş ve çeşitli ırklardan oluşmuştur.
Irkı, esas alan devletlerin hiçbiri büyük olamaz ve büyümezler. Bu gerçeği
unutan Araplar, İngilizlerin “Büyük Arabistan” yalanına aldandılar.
Bugün de Kürtlerden bazıları ABD’nin “Büyük Kürdistan” tuzağına
koşuyorlar. Büyük devlet olmanın yolu birlikten
geçer. Bölünerek, parçalanarak büyük olunmaz.
Bir
devletin büyük olarak tanımlanabilmesi için dünyadaki büyük devletlerle
mukayese edilmesi gerekir. Böyle bir mukayese yaptığımızda İslâm devletlerinin
hiçbiri büyük sayılmaz. Müslümanlar, büyük ve adaletli bir devletinin vatandaşı
olmayı, yarı ve bağımlı bir devletin başkanı olmaya tercih etmeden büyük devlet
kuramazlar. Ne yazık ki, ayrılığın ve işbirlikçiliğin bir sebebi de içimizden
iktidar hırsı taşıyanların makam-mevki, mal-mülk rüşvetiyle satın alınmasıdır. Bunu
önlersek ve birlik olursak, işte o zaman büyük devlet kurarız, sömürü ve
zilletten kurtuluruz.
Kaynak:
Röportaj: Mesud Zîlan
İsmail Beşikçi Hoca, 38
yıllık aradan sonra 11 Eylül 2012 tarihinde Diyarbekır’i ziyaret ettiğinde
çeşitli basın kuruluşları yoğun bir ilgi gösterdiler, röportajlar yaptılar.
Bunlardan, Sayın Mesud Zilan’ın KNN televizyonu için kendisiyle yaptığı
röportajın kaset çözümünü Hebun, Kurmancca Kürtçesine çevirisi ve dublajını da
kendim yaptım. Röportaj metinini www.zazaki.net sitesi okurları için
yayınlıyoruz.
Roşan Lezgîn
***
Mesud Zilan: Hocam hoş
geldiniz.
İsmail Beşikçi: Sağ olun. Memnun
oldum.
Mesud Zilan: Şunu sormak
istiyorum. Kürtlerin hükümran olarak tarih sahnesine çıkmaları, Kürtlerin
siyasi ve diplomatik olarak yeni performansları mevcut. Yani kısaca Kürtler şu
an nerede durmaktalar? Bir halk olarak tarih sahnesine çıkmaları ve
performanslarını nasıl değerlendiriyorsunuz, nasıl görüyorsunuz?
İsmail Beşikçi: Şöyle
diyebilirim. Bir kere Kürdistan dediğiniz zaman bunu Orta Doğu’da Kürdistan
olarak kavramak gerekir. Kürtler 1. Dünya Savaşı sonunda, Milletler Cemiyeti
döneminde bölündü, parçalandı ve paylaşıldı. Bu, Kürtlerin başına getirilen çok
büyük bir felakettir. Bu, bir insanın iskeletinin parçalanması gibidir.
Beyninin dağılması gibidir. Kürt toplumu üzerinde böylesine sindirici, yok
edici etkiler yaratmıştır. Bir kere, bunun bilincine varmak gerekir. Kürdistan
dediğimiz zaman, Orta Doğu’da Kürdistan dediğimiz zaman bunun bilincine varmak
gerekir.
Bazı temel sorular sorulabilir. 1. Dünya
Savaşı sonunda, 1919 Paris Kongresinde, Milletler Cemiyeti kuruluyor. Paris
Kongresinin önemli bir kararı olan bu cemiyet kuruluyor. Milletler Cemiyeti
döneminde ulusların kendi geleceğini tayin etme hakkı ki en çok konuşulan bir
konudur bu. Milletler Cemiyetinin, Sovyetler Birliği yöneticilerinin ve hatta
Amerika başkanı Wilson’ın bile çok konuştuğu bir konudur bu. Ama biz fiili
olarak şunu görüyoruz ki, böyle bir dönemde Kürdistan bölündü, parçalandı ve
paylaşıldı. 1. Dünya Savaşında ittifak içinden olmuş olan Osmanlı Devleti,
Almanlar ve Bulgaristan yenildi. 1. Dünya Savaşı’nı yenenler, İngiltere,
Fransa, İtalya yenilen ülkelerin sömürgelerini paylaştılar. Osmanlı Sömürgeleri
şöyle paylaşıldı: İngiltere’ye bağlı Irak, Filistin, Ürdün gibi manda devletler
kuruldu. Sömürge olarak kavrayabiliriz bu manda devletleri. Fransa’ya bağlı
olan Suriye ve Lübnan kuruldu. İşte burada temel bir soru sormamız gerekir:
Neden bir Kürdistan
mandası kurulmadı?
Neden bir Kürdistan
sömürgesi kurulmadı?
Kaldı ki 1919-1922 yılları arasında Güney
Kürdistan’da Şeyh Mahmut Berzenci’nin mücadelesi vardı. Şeyh Mahmut Berzenci “Ben
Kürdistan kralıyım” diyordu. İngiltere’den tanınmasını istiyordu. Dönemin
emperyal güçleri olan İngiltere ve Fransa, değil bağımsız bir Kürdistan’ı
sömürge bir Kürdistan’ı bile düşünmediler. Bu, bizim sormamız gereken önemli
bir sorudur, bu soruya cevap aramamız gerekir.
Ulusların kendi geleceğini tayin etme
hakkının en çok konuşulduğu bu dönemde, Kürdistan nasıl bölündü, parçalandı ve
paylaşıldı?
Başına nasıl böyle çok büyük bir felaket
getirildi?
Lanetli bir çorap nasıl Kürtlerin başına
sarıldı?
Ayrıca şöyle düşünmemiz gerekir: Uluslar
arası barış olsun diye, devletler arasındaki ihtilaflar barışçıl yollarla
çözülsün diye Milletler Cemiyeti kuruldu. Ama Milletler Cemiyeti bu amacı gerçekleştiremedi.
2. Dünya Savaşının patlak vermesine engel olamadı. 2. Dünya savaşı 1. Dünya
savaşına göre çok daha kapsamlı ve yıkıcı oldu. 2. Dünya savaşından sonra da
uluslararası ihtilaflar, devletlerarası ihtilaflar, bunların çözülmesi yine
barış yoluyla olsun savaş varmadan çözülsün diye uluslar arası bir örgüt
ihtiyacı yeniden ortaya çıktı. Ve 1945 yılında Birleşmiş Milletler kuruldu. Birleşmiş Milletler kuruldu ama
Kürtlerin statüsünde hiçbir şey değişmedi. 1920 yılında kurulan statüko,
Kürtlere hiçbir siyasal statü vermeyen bir statükodur. Bu statüko Birleşmiş
Milletler döneminde de aynen kuruldu. Bu da çok dikkate değer bir olaydır.
Şunu görüyoruz ki 1920 yıllarında da
Kürtler ayaktaydı. Siyasal istemleri vardı. 1945 yıllarında da Mahabad’da
ulusal bir filiz verme oldu. 1945’te Mahabad Kürt Cumhuriyeti kuruldu.
Kürtler 2. Dünya savaşı döneminde de ayaktaydılar. Fakat, Birleşmiş
Milletleri kuranlara kendi düşüncelerini, beklentilerini iletemediler. Veya
Birleşmiş Milletleri kuranlar Kürtleri dinlemediler, dinlemek istemediler.
Kürtlerin başına böyle bir felaket
getirilmiş ve bu felaket Kürt toplumunda çok büyük yaralara açmış. Bu durum
düzeltilmek istenmiyor. Bu Kürtlerdeki statüsüzlük aynen devam ettirilmek
isteniyor. Bunun bilincinde olmak gerekir öncelikle. Kürtlerde bölünme,
parçalanma ne demek?
İç dinamiklerin yok edilmesi demektir.
Etkisiz bırakılması demektir. Bölünmenin, parçalanmanın ve paylaşılmanın böyle
bir sonucu vardır.
Bugün dünyada 208 civarında devlet var.
Nüfusu bir milyonun altında olan 40’tan fazla devlet vardır. Örneğin 20 üyeli
Avrupa Birliği’nde bulunan Lüksemburg, Kıbrıs, Malta yarım milyon nüfuslu
devletlerdir. Bu devletler Avrupa Birliği’nin, Avrupa Birliği
Konseyi’nin, Birleşmiş Milletlerin üyesidirler. Ama Kürtler bu kadar büyük
nüfusuna rağmen bir statü sahibi olamamışlardır. 47 üyeli Avrupa
Konseyi’nde bulunan, bu konseyin üyesi olan nüfusu, 30 ila 35 bin civarında
olan Andoralli, San Mariyo, Manaco gibi devletlerde mevcuttur. Ama Kürtler Orta
Doğu’da 40 milyondan fazla bir nüfusa sahip olmalarına rağmen, bir statüye
sahip olamamışlardır. Bir kere bunun bilincine varmamız gerekiyor. Kürtler ve Kürdistan
olayında dış dinamikler daha belirleyicidir. Şimdi şöyle bir farazide bulunalım.
Örneğin 1995 ve 1996 yılında, siz bir gazeteci olarak, bana Irak’ın geleceği
ile ilgili birkaç tane senaryo yazın dediğiniz zaman, ben bu senaryoların
hiçbirinde, 10-15 sene içerinde Kürdistan Yurtseverler Partisi başkanı Celal
Talabani’nin Irak’a Cumhurbaşkanı olacağı gibi bir şey asla düşünemezdim.
Aklımın kıyısında bile geçemezdi. Olguları değerlendirdiğimiz zaman,
uluslararası politikayı değerlendirdiğimiz zaman, Celal Talabani 15 sene
içerisinde Irak’a Cumhurbaşkanı olacak gibi bir şey asla mümkün olamazdı. Bu
mümkün değil. Anlatabiliyor muyum?
Mesud Zilan: Neden peki
Hocam?
İsmail Beşikçi: İsmail abi başka
senaryolarda yaz desen bile bu yine mümkün olmazdı, benim düşünceme göre. Ama
ne oldu 2003te Amerika Irak’a silahlı müdahalede bulundu. Bu müdahale sonucunda
Baas partisi dağıtıldı. Saddam Hüseyin rejimi yıkıldı. El muhaberat dağıtıldı.
Kitle imha silahları yok edildi. Bunlar Kürtleri tehdit eden en önemli
kurumlardı. İşte bu tehditlerde ortadan kaldırılınca da Kürdistan Bölgesel
Yönetimi diye siyasal bir birim ortaya çıktı. Kürtler Irak’ın siyasal hayatında
yoğun bir şekilde katıldılar. Ve bu süreç içerisinde de Celal Talabani Irak’a
cumhurbaşkanı oldu. Bu, dış dinamiklerin daha belirgin ve belirleyici olduğunu
gösteriyor. Amerika’nın müdahalesinin olmadığını düşünürsek, ne kadar cengâver,
savaşçı ve cesur olursan ol, Saddam Hüseyin rejimini karşısında bulunman ve
yıkman mümkün değil. Ama işte Amerika’nın müdahalesi sonucunda böyle bir durum
ortaya çıktı. Tabi Amerika’nın şimdiye dek eza cefa çeken şu Kürtleri
kurtarayım gibi bir müdahale gerekçesi yoktu. Petrol konusundaki düşünceleri
deha belirgindi. Batıya sürekli petrol akışının sağlanması daha belirleyici bir
olaydı. Tabi bu süreçte, Baas Partisinin, Ordunun, El Muhaberatın dağıtılması,
Saddam Hüseyin rejiminin yıkılması Kürtlerin önünü açtı ve Kürtlerde böyle bir
birim oluşturdular. Dış dinamiklerin daha belirleyici olduğunu söylemeye
çalışıyorum tabi.
Suriye içinde durum
böyledir. Orta Doğu’da, İran’da, Irak’ta, Türkiye’de, Suriye’de
Kürtler konuşulduğu zaman, Kürtlerin kurtulmaları konusunda da Suriye en son
dikkate alınırdı, onlara en sonra sıra gelirdi. 1 buçuk yıldır Suriye’de Beşar
Esad yönetimine karşı bir mücadele var. Ordudan ayrılmış olan bazı subay ve
generallerin oluşturmuş olduğu Suriye Ulusal Konseyi de Baasçı. Aynı zamanda Müslüman
kardeşlerde var. Onlarda Beşar Esad yönetimine karşı yeni bir birim
oluşturdular. Esad yönetimini yıkmaya çalışıyorlar. Kürtler kanımca bu konuda
sağlıklı bir politika yürüttüler. Ne Esad yönetimine doğrudan doğruya bağlı
olan ne de ulusal kongreye, ulusal muhalefete bağlı olan bir durum yürüttüler.
Yani ortada her iki tarafta olup bitenleri daha sağlıklı bir şekilde
izliyorlar. Mücadelenin belli bir aşamasında Esad Kürtlerin bulunduğu
şehirlerde askerlerini geri çekti. Koverni, Derik, Kamışlo, Ahrin, Amude gibi
Kürt şehirlerinden askerler çekildi. Ve oraları Kürtler yönetmeye başladı.
Kişi olarak ben şöyle düşünüyorum: İster
Beşar Esad yönetimi devam etsin, ister Suriye ulusal konseyi Esad’ı devirsin,
bu özerk yapı daha da güçlenir, gittikçe ete kemiğe bürünür. Ve oradaki özerk
yapı kendisini korur. İşte bu da dış dinamiklerle ilgili bir olaydır.
Suriye’nin Türkiye ile ilişkileri sürecinde ordunun sınırdaki bölgelerden geri
çekilmesi, böyle bir durumu ortaya çıkarmıştır.
Biz orta doğuda
Kürtleri bir bütün olarak kavramamız gerekir. Ve bunu sağlıklı bir şekilde
anlamamız gerekir. Bunun bilincine varmamız gerekir. Kürtlerin bunun bilincine
varması gerekir. Bu kadar büyük bir nüfusa rağmen Kürtler neden bir siyasal
statüye elde edememiş?
Yaklaşık 10 gün kadar önce okuduğum bir
yazıda yazar şöyle diyordu:
“Şimdiye kadar hep
Kürtlerin 10 senedir 40 milyon nüfuslu olduğunu söylüyoruz. Hâlbuki Kürtler bu
sürede çoğaldılar. 50 milyonu geçtiler.” Kanımca bu doğrudur. Türkiye’de de,
Irak’ta da, Suriye’de de Kürtlerin büyük bir yoğunluğu mevcuttur. Örneğin
sadece Almanya da 1,buçuk milyondan fazla Kürt vardır. Nasıl ki Türkiye de
Kürtler tanınmıyorsa Almanya’da da Kürtler tanınmıyor. Demin Avrupa birliği
konseyine üye olup nüfusu çok az olan birkaç devlet saydım. Bu devletlerin
nüfusunu bir araya getirdiğimizde 140 bin gibi bir sayı çıkacaktır karşımıza.
Bu sayı daha Almanya’da ki Kürtlerin 5te 1i etmemektedir. Ama Almanya Kürtlerin
kimliğini hala tanımıyor. Bugün Kürtler, Türkiye’de içinde x, w, q gibi harfler
bulunan isimleri çocuklarına verememektedir. Türkiye de hala böyle bir sorun
var. Bu bir yerde kürdün kimliğini tanımamak demektir. Hala böyle bir
tanımama vardır. Bu durum Almanya’da da, Fransa’da da, İngiltere’de de böyle.
Bu kadar büyük bir nüfusa sahipsin ama hala ufak bir statü sahibi değilsin.
Avrupa atlasını açarsak o küçük devletleri bulmakta zorluk çekeriz. Cizre’nin
bir köyü kadar, bir beldesi kadar ülke toprağı var çünkü. Kürtlerin bu durumu
anlaması gerekir. Bu bölünme, parçalanman nasıl olduğunun, bu lanetli çorabın
başlarına nasıl geçirildiğinin bilincine varması gerekir.
İnsan hakları konusunda,
özgürlükler konusunda bu kadar hassas olan Avrupa neden Kürtlerin böylesine
statüsüzlüğünün hala devam etmesine göz yumuyor?
Neden bu kadar büyük bir nüfusa sahip olan
Kürtlerin talepleri hep terör kavramı çerçevesinde değerlendiriliyor? İşte
bunun bilincine varmamız gerekir. Bu bilince sahip olduğumuz zaman Kürtlerin
birbirlerini karşı olan tutumları daha bir değişik olur. Birbirlerini anlamaya
çalışırlar, birbirlerini kavramaya çalışırlar. Ve birbirlerine daha az zarar
vermeye çalışırlar. Bu bakımdan Kürtler ve Kürdistan konusunda yapılacak
araştırma ve inceleme çok önemlidir. Bu araştırma ve incelemenin gelişmesi aynı
zamanda tarih bilincinin, toplum bilincinin gelişmesini sağlayacaktır. Kürtler
arasında anlayış sağlar, birliğin oluşmasını sağlar. Bu bilinç daha ilerle
olacak muhtemel ulusal kongre için daha elverişli bir zemin hazırlar.
Mesud Zilan: Hocam,
konuşmanız içerisinde tarihi bir süreçte başta Avrupalıların ve daha dünyanın
farklı güçlerinin Kürdistanı istemediklerini, ulusların kendi kadrlerini tayin
etme hakkının en çok konuşulduğu bir dönemde Kürtlerin haklarından
bahsedilmediği ve asıl Kürtlerin de bunu yeterince konuşmadıklarını söylediniz.
Ama şu anda 1991, 1992 yıllarından bu yana başlamış olan bir süreç
bulunmaktadır. 2003 yılından bu yana da bu durum daha da güçlendi. Artık
Kürtler tarih sahnesine en azından üç vilayetlerinde hükümran durumdalar.
Kürtlerin bu performansını nasıl değerlendiriyorsunuz? Irak’ı, bölgeyi, ve daha
geniş olarak dünyayı göz önünde bulundurursak Kürtlerin konumlarını nasıl
değerlendiyorsunuz? Kürtler, dünyanın gidişatını düzgün okuyabildiler mi,
yorumlayabildiler mi?
İsmail Beşikçi: 1920li yılları
düşünürsek büyük devletlerin Kürdistan’ı istememeleri, daha sonraki yıllarda da
büyük devletlerin Kürdistan’a karşı olmaları, Türkiye’nin, İran’ın, Suriye’nin
hatta Irak’ın Kürdistan’ı istememesi önemli değil, Kürtlerin istemesi önemli.
Bu konuda Kürtleri eleştirmek gerekir. Kürtler sağlıklı bir şekilde Kürdistan’la
ilgili bir tarih, toplum bilinci geliştiremediği için durum böyle oldu. Bir şeyi istediğinde
onu elde etmek için plan program hazırlarsın. Çünkü istemek senin görevin. Bir
şey isteyeceksin. Ama Kürtler bunu istemedi. Kürtler sağlıklı bir
şekilde isteseydi ve bilinç geliştirseydi bu gerçekleşebilirdi. Büyük
devletlerin istememesi, Orta Doğuda Kürtleri müşterek olarak denetleyen
devletlerin istememesi önemli değil, Kürtlerin istemesi önemli bu noktada.
İstedikleri zaman bunu yaşama gerçekleştirebilirler. Veya bunun mücadelesini
yapabilirler. Bu mücadelede zaman içerisinde başarıya ulaşacaktır.
Mesud Zilan:
Dört parçaya bölünmüş
Kürdistan’da bildiğimiz kadarıyla tek bir örgütün programında hedeflerinde veya
pratikiğinde Kürdistan, Bağımsız Kürt devleti herhangi bir adım görememekteyiz.
Herkesin kendi içerisinde bunu talep ettiği, istediği söyleniyor. Yani bunun
için yapılmış herhangi bir plan ve program, bir zemin hazırlama veya diplomasi
yapma çalışması söz konusu değil. Bu durumda herhangi bir partinin veya örgütün
üyeleri, liderleri, bir statu sahibi olan veya olmayan Kürtlerin, Kürdistanın
kurulmasını istemek ve mevcut durumlarını nasıl
değerlendiriyorsunuz?
İsmail Beşikçi:
1920lerin 1945lerin
bilincine varmak önemli. Yani 1920lerde Milletler Cemiyeti kurulduğu zaman
Kürtler neden kendi geleceklerini tayin edemediler?
Büyük devletler bunu neden engelledi?
1945te bu statüsüzlük nasıl ve neden
korundu, bu konuda çok yoğun bir araştırma ve incelemenin gelişmesi gerekir. Bu
olayların bilincine varmak gerekir. Bugün dünyayı kavramak önemli. 208 devlet
var dünyada. Nüfusu 1 milyonun altında olan 40 devlet varken, Kürtler bu kadar
büyük nüfusa sahip olmalarına rağmen neden küçücük bir siyasal statünün sahibi
olamamışlar? Afrika düşünmemiz gerekir. Afrika da 2. Dünya savaşından önce
sadece 2 bağımsız devlet vardı. Habeşistan ve Liberia. Geriye kalan bütün
Afrika İngiltere’nin, Fransa’nın, İtalya’nın, İspanya’nın, Portekiz’in,
Hollanda’nın ve Belçika’nın sömürgesiydi. 1885te emperyal devletler tarafında
paylaşılmıştı Afrika. 2. Dünya savaşından sonra hızlı bir sömürgecilikten
kurtulma söz konusu oldu. Sadece Cezair, Angola, Ginebisauda(?) ve Mozambik
silahlı mücadele sürecinde bağımsız olurken, geriye kalan bütün sömürgeler
sömürgeci devletlerle anayasal görüşmeler sürecinde bağımsızlık kazandı.
Bugün 57 devlet var Afrika da. 2. Dünya
savaşından sonra bütün dünyada değişiklik olurken Kürdistan hiçbir değişimin
olmamasına dikkat çekmek istiyorum. Kürdistan 1920 yıllarında bu kadar büyük
nüfusa rağmen hiçbir statü alamamış, 1945ten sonra dünya değişirken Kürtler ve
Kürdistan konusunda hiçbir değişim söz konusu olmadı. Sömürge yaptılar. Kaldı ki Kürdistan
sömürge bir devlet bile değildi. Sömürge olsaydı bile bir sınırı olurdu.
Parçalandı, bölündü, paylaşıldı. Irak İngiltere’nin sömürgesi oldu. Suriye Fransa’nın sömürgesi oldu. Fiili olarak şu var:
Orta Doğu’nun 2 köklü devleti olan Osmanlı İmparatorluğunun devamı olarak
Türkiye Cumhuriyeti ve İran İmparatorluğunun devamı olarak Yeni İran Şahlığı
kuruldu. Ve dönemin 2 emperyal devleti Büyük Britanya ve Fransa, bu
toplam 4 güç birlikte Kürtlerin üstüne çullandılar. Kürtler
hiçbir şeyin sahibi olamaz. Kürtlerin sesi soluğu kesilmeli gibi bir süreç
yaşandı. Böyle bir bölünme, parçalanman ve paylaşılmanın bilincine
varmamız gerekiyor. Çok zengin ve olgusal dayanaklarla bu ilişkileri anlamamız
ve kavramamız gerekiyor. Bu konuda tarih ve toplum bilinci geliştiği zaman
Kürtler arasında daha iyi bir anlayış gelişir, birbirlerine daha az zarar
verirler.
Bir ulus tarihin bir döneminde bölünmeye,
parçalanmaya paylaşılmaya uğradığı zaman, yani böylesine bir operasyonun hedefi
olduğu zaman o ulus bir daha kendini toparlayamıyor. İşte Kürtlerin durumu
budur. 17. Yüzyılda İran ve Osmanlı imparatorlukları arasında bölünmüş olan
Kürdistan, 19. Yüzyılın ilk yarısında İran Kürdistanı denilen alanın kuzey
kısmı Rus imparatorluğunun denetimine girmiş. 1920lerde de Osmanlı Kürdistanı
öylesine bölünmüş ki, bölünme ve parçalanma kendisini üretiyor, çoğaltıyor. AİLELERİN, AŞİRETLERİN
BÖLÜNDÜĞÜNÜ GÖRÜYORUZ. SON 20-30 YILLIK BU MÜCADELEDE AİLENİN BİR ÇOCUĞU DAĞDA
GERİLLA DİĞERİ KORUCU OLUYOR. KÜRTLER ARASINDA BU DURUM ÇOK YAŞANIYOR. BU
BÖLÜNMENİN, PARÇALANMANIN PAYLAŞILMANIN GETİRDİĞİ BİR ŞEYDİR. Bunun bilincine varmak
ancak toplumsal, tarihsel incelemelerle mümkündür. Bunlar geliştiği zaman
Kürtler birbirlerini daha iyi anlayamaya çalışırlar ve birbirlerine daha az
zarar vermeye çalışırlar. Bunun yanında örneğin Ermenilerinde böyle bir sorunu
vardır. Rus Ermenistanı, Osmanlı Ermenistanı ve İran Ermenistanı. Gücü
yıkılmış, parçalanmış ve birlik olamamış bir Ermenistan 1915 yılında büyük bir
felaketle karşılaştı. Parçalanmanın, bölünmenin uluslar üzerinde böylesine
yıkıcı, sindirici, yok edici etkileri var. Bunu bilincinde olmamız gerekir.
Mesud Zilan: Hocam sizden
birkaç cümle daha alabilir miyiz? Kürtlerin bu gidişatına bakarak geleceklerini
nasıl görüyorsunuz?
İsmail Beşikçi: Kişi olarak ben,
çok olumlu görüyorum. Örneğin bugün Kürtler 20-30 yıl öncesine nazaran çok
olumlu bir konumdalar. 2012den sonra diyelim ki 2032de Kürtler nasıl bir
siyasal ortamda ve toplumsal ilişki de olacak? Eminim bugün ki durumdan çok
daha iyi durumda olacaktır. Çok olumlu görüyorum. 21. Yüzyıl Kürtlerin yüzyılı
olacaktır.
Mesud Zilan: Hocam sizi
Güney Kürdistanda ne zaman görebiliriz?
İsmail Beşikçi: Ekimde
düşünüyorum. Ekimin ilk yarısında Güney Kürdistana geliriz.
Mesud Zilan: Çok sağolunuz
Hocam. Teşekkür ediyorum.
Kaynak:
Not: Bu yazıları
okuyunca millet olmak veya olamamanın sosyolojik sebeplerini ve sonuçlarının
sentezini yapmak size düşüyor.
Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.
Yorumlar