Print Friendly and PDF

MİLLÎ KİMLİK- NATİONAL IDENTITY

Bunlarada Bakarsınız




Hzl. Anthony D. SMITH
trc: Bahadır Sina Şener

İÖ. 429 tarihi, Atinalılar için bir dönüm noktası olmuştu. O yıl, Atina’nın önderi olarak geçirdiği 30 yıldan sonra Perikles, Atinalıları kırıp geçiren bir musibete yenik düştü. O tarihten itibaren de Atinalıların gücü gözle görülür bir şekilde azalmaya başladı. Aynı yıl Sofokles pek çoklarınca en büyük trajedisi olarak kabul edilen Oedipus Tyrannos’u (Kral Oedipus) sahneye koymuştu.
Zaman zaman bir oyun yazarının kibirin ve gücün yaratacağı tehlikeler hakkında ülkesi insanlarına ikazı olarak değer­lendirilmekle birlikte aslında oyunun ana tezini kimlik sorunu oluşturmaktaydı.
Oyun, Atinalıların değil de bu kez Teblilerin başına musallat olan bir belayla başlar. Bir süre sonra bu belanın, tanrılar tarafından Teb kralı Laius’un uzun zaman önce çözülmemiş bir cinayete kurban gitmesi üzerine gönderildiğini öğreniriz. Kralın Delfi yolunda öldürülmesinin akabinde Oedipus Teb’e gelir ve sorduğu bilmeceleri doğru yanıtlayarak kenti Sfenks’in gazabından kurtarır. Oedipus kral olur, dul kraliçe Jocasta ile evlenir ve ondan iki erkek iki kız dört çocuğu olur.
Oyunun başında Oedipus bu belaya sebep olan ve yokedilmesi gereken müphemliği ortaya çıkaracağına söz verir. Kör bir kahin olan Teiresias’ı çağırtır; ama Teiresias’in cevabı esrar doludur; defedilmesi gereken müphemlik bizzat Oedipus’tan kaynaklanmaktadır. Bunun üzerine Oedipus Teiresias’in, Jocasta’nın dalaveracı kardeşi Creon ile bir olup böyle bir tertibe girdiğinden şüphelenir. Ama Jocasta araya girerek Oedipus ile Creon arasındaki çekişmeyi yatıştırır ve eski kocası Laius’un “bir üç yol ağzında” haydutlarca öldürüldüğünü söyler. Bu sözler Oedipus’a bir kaç yabancıyı öldürdüğü günü hatırlatır. Ancak yabancılardan biri sağ kalmış ve Teblilerin yanına geri dönmek yeri he bu vahşi kırlara bırakılması için yalvarmış, Oedipus da ona yol vermiştir. Laius’a ne olduğunu mutlaka bulmalıdır.
Korint’den gelen bir haberci kentin kralı ve Oedipus’un babası Polybus’un öldüğü haberini getirir. Bu haber üzerine Oedipus, Delfili bir kahinin babasını öldürerek annesi ile evleneceğini söylemiş olduğu için uzun zaman önce Korint’i terkettiğini ve bu yüzden bir daha oraya asla dönmediğini anlatır. Şimdi bile annesi Merope ile evlenmek korkusu yüzünden Korint’e geri dönememektedir.
Ama Korint’ten gelen habercinin Oedipus için bir müjdesi vardır. Oedipus Korint’in kral ve kraliçesinin oğlu değildir; ortalıkta bulunmuş ve çocukları olmadığı için kraliyet çiftine verilmiştir; hattâ Cithaeron Dağı’nda uzun zaman önce ço­banlık yaparken Oedipus’u bularak onlara veren habercinin bizzat kendisinden başkası da değildir. Şayet kendisi gibi çoban olan bir Tebli onu evine almamış olsa, yırtık pırtık ayakka­bılarından fırlamış şişmiş küçük ayaklarıyla Oedipus’un ölmesi işten bile değildir; adı da oradan gelmektedir zaten (şiş-ayak). Kimdi bu Tebli çoban ve ayakları soğuktan donmuş bu çocuğu ne yapmıştı? Jocasta korkunç hakikati anlar ve Oedipus’a bu işten vazgeçmesi için yalvarır. Ama Oedipus reddeder; “kim” olduğunu öğrenmelidir. Jocasta dışarı çıkar ve kendini asar. Oedupis haykırır;
İğrenç de olsa bırak her şey açığa çıksın!
Değersiz de olsa yaşamımın gizini çözmeliyim.
Kadınlar arasında en haysiyetlisi olan o düşkün kökenimden utanıyor.
Kısmeti dağıtan Kaderin oğluyum ben
utanmayacağım. Doğa benim annem;
Mevsimler kızkardeşlerimdir; onlarla doğar, onlarla batarım
Kendimden başkası olmak istemiyorum, nasıl doğmuşsam öyle Kim olduğumu bulacağım.[1]
Bu kez Tebli çoban huzura getirtilir ve Laius öldürüldüğü sırada sırra kadem basan adamla aynı kişi olduğu, uzun zaman önce ölüme terketmek yerine bebeği Cithaeron Dağı’nda Korintli haberciye verenin de aynı kişi olduğu ortaya çıkar. Başlarda gönülsüz davranan Tebli çoban başına geleceği anlayınca hakikati anlatır; Kendisi Laius ile Jocasta’nm gü­venilir bir hizmetkârıydı. Bir kehanet yüzünden bebeklerini Cithaeron Dağı’na bırakmak üzere ona yermişlerdi; bebek Laius ilejocasta’nındı...
Oedipus dışarı fırlar, havada asılı sallanan Jocasta’yı görür ve kendini kör eder. Yaşamının geri kalanı Atina’nın dışındaki Colonus’da Eumenides’in koruluğunda, tükeninceye ve bu ahdla Atinalıları sonsuza dek kutsayıncaya kadar önce Teb’de sonra Antigone’da sürgünde, bu tuhaf kaderin anlamı üzerine uzun bir arayış halinde geçer. Bu da, uzun süren yaşamının sonunda, l.Ö. 406’da, şairin son sözü olur.[2]
Sophokles’in oyunu tek bir kattan ibaret değildir ve pek çok motif içerir. Ama oyunun bütünü üzerinde, bireysel olduğu kadar kollektif bir kimlik sorunu asılı durur. Oyunun motoru ve eylemin deruni anlamı kendinin keşfidir: “Kim olduğumu bilmeliyim”. Fakat Oedipus’un meydana çıkardığı her “kendi”, Oedipus için doğru olmadığı anlaşıldığında bile aynı zamanda toplumsal bir kendi, bir kategori ve bir roldür. O yıkıcı sırrın ifşasından sonradır ki Oedipus kaderinin anlamını kavramaya başlar. Ne başarılı bir yönetici, normal bir koca ve baba, ne de kentinin kurtarıcısıdır. Varlığı sırasıyla bir katil, alt ta­bakadan bir köle, bir yabancı ve kaderin oyuncağı olmakla lekelenmiştir. Görülebilir olsa da kendisinin “görmek”ten aciz olduğu, sadece kör kahin Teirsias’in görebildiği şeyi, iş işten geçtikten sonra görür. Çektiği azaptan ve eşi menendi olmayan kaderinden süzülerek sağalmış ve kurtulmuş olmanın kudretiyle başka bir Teiresias, başka bir kör kâhin olacak­tır.[3]
Sofokles’in dramında Oedipus bir dizi kategori ve rol içine girer çıkar. Bu rol ve kategoriler aynı zamanda 5. yüzyıl Yu­nanlılarının çok iyi bildikleri kollektif kimlikleri oluştururlar. Başlarından cinayet ve krallık geçmemiş bile olsa eski Yu­nanlılar bu tür konuların sembolik ve mitik anlamlarına ol­dukça aşinaydılar. Oedipus’un birbiri peşisıra “giyip çıkardığı” aşina ve kolaylıkla anlaşılabilir görünen rolleri oturmamış kılan işte tam da Oedipus’un nihai kaderindeki bu yabancı­lıktır.
Serüvenleri Atinalı tragedya yazarlarınca oyunlaştırılmış olan öteki kahramanlar gibi Oedipus da kendini alışılmadık durumlar içinde bulan, diğerlerinden eşsiz bir kaderle ayrılmış normal birini temsil eder; kökenindeki giz ortaya çıkmadan önce işgal ettiği rollerin, kollektif kimlik ve yerlemleri temsil ediyor olmaları bakımından normaldir Oedipus. Ötekiler gibi onun da -baba, koca, kral, hattâ kahraman gibibir dizi ro­lü/kimliği vardır. Bireysel kimliği büyük ölçüde bu toplumsal rol ve kültürel kategorilerden oluşur, ya da hakikatin ortaya çıkacağı ana kadar öyle görünecektir. Daha sonra dünyası tepetaklak döner ve eski kimliklerinin boşaldığı görülür.
Kendi’nin nasıl çoklu -ailevi, ülkesel, sınıfsal, etnik ve cin­sel- kimlik ve rollerden oluştuğunu gösteren Oedipus’un öyküsü, kimlik sorununu bütün keskinliği ile ortaya koyduğu gibi, bu kimliklerden her birinin değiştirilebilir veya hattâ ilga edilebilir toplumsal sınıflamalara nasıl dayandığım da ortaya sermektedir. Oedipus’un doğumundaki gizin ifşası bize, başka, görülmeyen bir dünyanın maddî dünyamızı nasıl etkisi altına aldığını, toplumsal kategorilerini tepetaklak ettiğini ve bütün ailevi kimlikleri tahrip ettiğini öğretmektedir. Normal olarak her bir bireysel Kendi’yi oluşturan bu kategori ve roller ne­lerdir?
En kesin ve temel olanı cinsiyet kategorisidir. Cinsiyete dair sınıflamalar, değişmez olmamakla birlikte, evrensel ve bütüne şamildir. Aynı zamanda öteki farklılık ve tabiyetlerin kökeninde de bu tür cinsel sınıflamalar bulunmaktadır. Ya­şamdaki fırsat ve ödüllendirmelerden pek çoğunda olduğu gibi gizli ya da açık pek çok biçimlerde cinsiyetimizle ta­nımlanırız. Cinsiyet farklılaşmasını, kollektif ayniyet ve hareketlilik bakımından düşük tutunumlu ve nispeten zayıf kılan tam da bu evrenselliği ve bütüne şamil doğasıdır. Belli bazı ülkelerde feminizmin yükselişine rağmen modern dünyada cinsel kimlik yeryüzünün her köşesinde diğer kollektif kimlik türleri karşısında kaçınılmaz olarak daha zayıf kalmakta ve zaten olağan bir durum olarak kabul görmektedir. Coğrafî olarak ayrılmış, sınıflara bölünmüş ve etnik olarak bölük pörçük edilmiş cinsel ayrımlaşmalar, şayet kollektif bilinç ve eylemliliğe ilham kaynağı olacaklarsa yüksek tutunumlu daha başka kimliklerle ittifak yapmak zorundadır­lar.[4]
İkincisi, mekân ya da ülke/toprak kategorisidir. Yerel ve bölgesel kimlik de özellikle modern öncesi devirlerde aynı ölçüde yaygınlık gösterir. Yine yerelcilik ve bölgecilik genelde cinsel farklılaşmanın yoksun olduğu tutunum sağlama ni­teliğine sahip gibi görünür. Ama görüntü çok zaman yanıl­tıcıdır. Bölgeler kolaylıkla yerel birimler halinde parçalanabilir, yerel birimler de farklı yerleşimlere ayrışabilir. Fransız Devrimi döneminin Vendee’sinde olduğu gibi güçlü ve asabiyesi yüksek bir bölgesel hareketle karşılaşılması nadir görülen bir du­rumdur; bu olayda bile hareketin birliğini, ideolojiden ziyade ekolojiden temin etmiş olması daha mümkündür. Başka pek çok olayda da “bölgecilik”, kendi sorun ve dertleri yüzünden, halkın hareketliliğini taşımaktan acizdir. Ayrıca bölgeleri coğrafî olarak tanımlamak da güçtür; çoğu durumda tek bir merkezden ve düzenli sınırlardan yoksundurlar.[5]
Üçüncü kollektif kimlik türü, sosyo-ekonomik toplumsal sınıf kategorisidir. Oedipus’un “köle doğmuş” olduğunu anlayacağı korkusu, eski Yunanlıların kölelik ve yoksulluğa karşı duydukları -hattâ köleliğin yerini serflik aldıktan sonra bile çoğu zaman siyasî eylemin motorunu oluşturmuş olan-korkunun bir yansımasıdır. Mark’ın sosyolojisinde sınıf yüce, ya da aslında yegane önemli kollektif kimlik ve tarihin tek motorudur. Belli toplumsal sınıf türleri -muhtelif aris­tokrasiler, burjuvaziler, prolateryalar- zaman zaman belirleyici mahiyette siyasî ve askerî bir hareketin temelini oluşturmuşlardır; ama her zaman değil, hattâ sık sık da değil, olsa olsa zaman zaman. Aristokrasinin tek bir “aristokrasi” halinde harekete geçmesi, aristokrasi içindeki hizip çatışmalarından daha az rastlanır bir durumdur. Bırakalım farklı milletlerin burjuvazileri arasındaki çatışmayı, bizzat Fransız Devrimi’nden başlayarak bir millî burjuvazinin kesim ve hizipleri arasında çatışmaların varlığı da sıradışı bir durum değildir. İşçi sınıfına gelince, proletaryanın uluslararası kardeşliği miti yaygın bir kabul görürken, işçiler farklı sanayi dallarına ve beceri dü­zeylerine göre bölünmüş olduğu için belli bir ülkede işçilerin birliği de aynı oranda geçerli ve önemli bir mittir. İşçi devrimleri neredeyse köylü devrimleri kadar nadirdir; her iki halde de devrimlerin münferit ve yerel olmaları ise kural­dandır.[6]
Toplumsal sınıfı sağlam bir kollektif kimliğin dayanağı olarak ele almanın güçlüğü, çağrısının duygusal bakımdan sınırlı çekiciliğinden ve kültürel derinlikten yoksun oluşundan kaynaklanmaktadır. “Sınıf”ı ister Marx gibi üretim araçlarıyla ilişkisine göre, ister Weber gibi pazarda özdeş yaşam şanslarına sahip insanlar topluluğu olarak tanımlayalım, sınıfı dayanak olarak kullanmaya yönelik her çabanın, kimliğin ve topluluğun anlamı bakımından belli sınırları vardır. Cinsel farklar gibi sınıflar da bölgesel olarak dağılmıştır. Bu arada büyük ölçüde ekonomik çıkarla ilgili kategorilerdir, o yüzden gelir ve beceri düzeylerindeki farklılıklara göre de alt bölümlere ayrılırlar. Üstelik ekonomik etkenler zaman içinde hızlı ve kararsız değişimlere maruz kalırlar; o nedenle farklı ekonomik grupları sınıfa dayalı bir topluluk içinde tutma şansı pek fazla olma­yacaktır. İstikrarlı kollektif kimliklerin hamurunda genellikle ekonomik öz-çıkar bulunmaz.
Sınıf kimliğinin, istikrarlı bir topluluğun oluşumunu hem lehte hem de aleyhte etkileyen başka bir veçhesi daha vardır. “Sınıf” bir toplumsal ilişkiye işaret eder. Verili bir toplumsal formasyonda her zaman, İngiltere’deki işçi sınıfı kültürü hakkında yapılan çalışmaların gösterdiği gibi, sınıf farklı­lıklarının, dolayısıyla kimlik farklarının keskinleşmesine hizmet eden, çatışma halinde iki ya da daha fazla sayıda sınıf bulunur. Aynı anda, tanım gereği belli bir toprak parçasıyla sınırlanmış bir halkın yalnızca bir kısmı bu sınıf kimliklerince içerilecektir. Eğer o ülkedeki bütün halkı kuşatacak kadar kapsamlı bir kollektif kimlik ortaya çıkacaksa bunun sınıf ve ekonomik çıkara dayalı bir kimlikten tamamen farklı türden olması gerekir. Hattâ böyle geniş kollektif kimlikler daha sınırlı sınıf kimliklerine meydan bile okuyabilir, tamamen farklı bir kategorizasyon ölçütüne başvurarak sınıfsal kimliklerin te­melini oyabilir ya da bölebilirler.
En sık olan da bu durumdur. Hem dinsel hem de etnik kimlikler, bu temeller üzerinde kurulmuş olan topluluklara birden fazla sınıfı dahil etmeye gayret etmişlerdir. Kilise olmayı arzulayan dinsel cemaatler belli bir halkın bütün kesimlerine, hattâ etnik sınırları da aşacak şekilde seslenmişlerdir. Mesajları ya millîdir ya da evrensel.
Din asla, hattâ pratikte belli bir sınıfa tahsis edilmiş veya esas olarak belli bir sınıfı amaçlamış olduğunda bile özel bir sınıfa seslenmez. 5. yüzyılda Sasani İran’ındaki Mazdekçilik hiç şüphe yok ki alt sınıflar için toplumsal adalet isteyen bir hareketti, ama mesajı ilke olarak evrenseldi. Aynı şekilde 18. yüzyıl İngiltere’sindeki Anglikanizm, büyük oranda üst ve orta sınıfa mahsusdu ama yine de ilke olarak her İngiliz’e açıktı. Weber’in belirttiği gibi “sınıf dini”nin pek çok farklı biçiminin olması sınıfsal ve dinsel kimlikler arasında yakın bağlar bu­lunduğunu ve birinden ötekine sürekli bir “kayma”nın ol­duğunu düşündürtmektedir.[7]
Buna rağmen “dinsel kimlik”, “toplumsal sınıf’ kimlikle­rinden oldukça farklı bir ölçüte dayanır ve son derece farklı beşeri ihtiyaç ve eylem alanlarından doğar. Sınıf kimlikleri üretim ve mübadele alanlarından doğarken dinsel kimlikler iletişim ve toplumsallaşma alanlarından doğar, kültür ile kültürü oluşturan unsurlar -gelenek ve ritüeller içinde kodlanmış değerler, semboller, mitler ve görenekler- arasında bir hizalanışa dayanırlar. Bu nedenle, gayrişahsi olmanın yanında ampirik olanın daha üstündeki bir gerçekliğe ve seyrek olsa bile özelleşmiş kurumların nişanlarına atıflar da yaparak, belli sembolik kodları, değer sistemlerini, inanç geleneklerini ve ritüelleri müştereken paylaştıklarını düşünenleri, tek bir inananlar topluluğuna katma eğiliminde olmuşlardır.[8]
Dinsel topluluklar etnik kimliklerle de çoğu zaman yakından ilgilidir. “Dünya dinleri”, etnik sınırları aşmaya ve kaldırmaya çalışırken, belli etnik gruplar en dindar cemaatler haline gelirler. Ermeniler, Yahudiler ve Monofiziz[9] Habeşliler, tıpkı Mısır’ın Araplar tarafından fethinden önce Kıptilerde olduğu gibi, bu (etnik-dinî) çakışmanın klasik örneklerindendir. Hattâ bu ilişki daha da yakın olabilir. Tümüyle din! bir cemaat olarak yola çıkmış olan bir topluluk sonunda münhasıran etnik bir cemaate varabilir. Mısır’da Şii Müslüman bir mezhep olarak ortaya çıkan ama burada eziyet ve zulümle karşılaşan Dürziler, kale gibi korunaklı Lübnan Dağı’na gittiler ve burada 11. yüzyılın ilk onyıllarında Araplar kadar Kürt ve İranlıları da aralarına aldılar. Ama son büyük hocaları Baha’al Din’in ölümü (Î.S. 1031) üzerine mühtediliği bıraktılar. Cemaate üyelik, daha çok dışardaki dinî hasımlann korkusundan, sabit bir hal aldı. İnananlar cemaatine giriş çıkışlara artık izin verilmiyordu. Çok geçmeden Dürziler soyu sopu olan, seceresi belli, toprak sahibi bir cemaat haline geldiler. O nedenle bugün Dürzi olmak “etno-dinsel” bir topluluğa mensup olmak de­mektir.[10]
Hattâ bugün bile pek çok etnik azınlık güçlü dini bağ ve simgelerini muhafaza etmektedir. Kuzey İrlanda’daki Katolik ve Protestanlar, Lehler, Sırplar ve Hırvatlar, Maruniler, Sihler, Sri Lankalılar, Karenler ve Iranlı Şiiler, kimlikleri dinsel farklılık ölçütüne dayanan sayısız etnik topluluktan birkaçıdır. John Armstrong’un da işaret ettiği gibi burada da kolayca bir kimlik tarzından diğerine “kayma”lar, sık sık da çakışmalar olur. İnsanlık tarihinin büyük bölümünde bu dinî ve etnik çifte kimlik dairesi, özdeş olmasa bile birbirlerine son derece yakın durmuşlardır. Antikitede her halkın kendi tanrıları, kutsal metinleri, ayinleri, ruhbanları ve mabedleri vardı; azınlıklar ya da köylüler bile yöneticilerinin egemen dinî kültürlerini paylaşabilirlerdi. Hattâ erken Ortaçağ Avrupası’nda ve Orta Doğu’da İslâm ve Hıristiyan dünya dinleri, Ermeniler, Kiptiler ve daha sonra da İranlı Şiilerde olduğu gibi, zaman zaman etnik bakımdan sınırlanmış Kilise veya mezhepler halinde alt bölümlere ayrılmışlardır. Her ne kadar nihai bir etnik nedensellik savında bulunmak mümkün olmasa da dünya dinlerinde bile dinî kimlik biçimleri ile etnik ayrışmalar ve cemaatler arasında güçlü bağların mevcut olduğunu dü­şündürtecek yeterince somut örnek bulunmaktadır.[11]
Buna rağmen bu iki kollektif kültürel kimlik tarzının analitik olarak açık bir biçimde ayırdedilmeleri gerekir. Öncelikle dinî topluluk, İsveç veya Almanlar arasında ve Mısır’da olduğu gibi etno-linguistik bir nüfusa ayrılmalıdır. Dinî ayrılıklar uzunca bir zaman -milliyetçilik çağı topluluğu yeni, siyasî bir temel üzerinde biraraya getirmeyi başarıncaya kadar bu halklar arasında güçlü ve kalıcı bir etnik bilincin doğmasını önlemiştir. Aynı biçimde, Budizm ve Hıristiyanlık gibi dünya dinleri Sri Lanka ve Burma’da olduğu gibi sonradan kendilerini güçlendirecek mevcut etnik cemaatlere uyarlanmış da olabilir ama aynı ölçüde, Hıristiyanlığa geçip komşu halklarla kay­naştıklarında sayısız barbar halkın, örneğin İngiltere’de Jute’ler, Angle’lar ve Saksonların* başına geldiği gibi bu dinler etnik farklılıkların aşınmasına da hizmet edebilirler.[12]
Sonraki bölümde etnik kimliğin, onu dinî olan da dahil öteki kimliklerden ayırdeden özgül özelliklerini açıklayacağım. Şimdilik dinî ve etnik kimlik arasındaki benzerliklerin öne çıkartılması gerekmektedir. Her ikisi de benzer bir kültürel sınıflama ölçütünden gelirler; çoğu zaman çakışır ve birbir­lerini güçlendirirler; tek tek ya da birlikte güçlü cemaatleri harekete geçirebilir ve besleyebilirler.
Sophokles’in Tebliler hakkındaki oyunlarında günümüzde son derece yaygın görülen ve büyük önem taşıyan bir kollektif kimlik türünden hemen hiç söz edilmez. Bu oyunlar kentler arasındaki çatışma ekseninde dönüp dururlar ama asla “millî” kimlik meselesini ortaya atmazlar. Oedipus’un pek çok kimliği vardır fakat aralarında “yabancı”lık (yani Yunan olmamak) yoktur. Kollektif çatışmalar eni konu Yunan kent-devletleri ve onların yöneticileri arasındaki savaşlardır. Aslında bu durum 5. yüzyılda eski Yunanistan’ın durumunu yansıtmıyor muydu? 1908’de Friedrich Meinecke, genelde edilgen kültürel topluluk anlamında Kultumation (kültürel millet) ile etkin, iradesini kendi belirleyen siyasî milleti ifade eden Staatsnation’u (devletsel millet) birbirinden ayırmıştı. Meinecke’nin bu kavramları kullanış tarzına, belki de bizzat bu kavramların kendilerine itirazımız olabilir, ama ayrımın kendisi geçerli ve anlamlıdır. Eski Yunan’da siyasî anlamda “millet” değil, her biri kendi egemenliğine tutkuyla bağlı kent-devletlerinden oluşma bir topluluk vardı. Oysa, örneğin Perikles’in siyaset alanında -genellikle Atina’nın amaçlarına bağlı olarak-mü­racaat edebileceği kültürel anlamda bir eski Yunan cemaati, Hellas (Elen Ülkesi) sözkonusuydu. Başka bir deyişle eski bir Yunan “millet”inden değil ama bir Yunan etnik ve kültürel cemaatinden sözedebiliriz.[13]
Bu, her şey bir yana, “millî” kimlikle kastettiğimiz şeyin, zayıf da olsa belli anlamda bir siyasî topluluğu gerektirdiğini gösterir. Siyasî bir topluluk da, topluluğun bütün fertleri için en azından belli ortak kurumların, hak ve görevlere dair tek bir yasanın varlığını ima eder. Yine topluluk mensuplarının kendilerini özdeşleyecekleri, aidiyet hissi duyacakları belli bir toplumsal mekân, az çok hatları kesin ve sınırlanmış bir toprak parçasını da akla getirmektedir. Milleti, belli bir ülkede aynı yasalara ve kurumlara boyun eğen bir halk topluluğu olarak tanımlarken Filozofların da (Fransız Aydmlanmacıları) akıllarında olan tam da buydu.[14]
Elbette bu, milletin Batılı tarzda kavramsallaştırılmasıdır. Ama bu Batılı deneyimin sonradan “millet” dediğimiz birliğe ilişkin düşüncemiz üzerinde güçlü, hattâ yönlendirici bir etkisi olmuştur. Birbiriyle bağlantılı yeni bir tür siyasa -rasyonel devlet- ve yeni bir topluluk türü -teritoryal millet-ilk kez Batı’da ortaya çıktı. Bunlar, müteakip Batılı olmayan dü­şünceler üzerinde de, hattâ bu düşünceler (Batılı) normların dışına çıktıklarında bile, iz bırakmışlardır.
Millete dair bu Batılı ya da “sivil” model ayrıntılarıyla ele alınmayı haketmektedir. Burada hâkim olan düşünce me­kânsal ya da territoryal’dır. Bu mantığa göre milletlerin iyi tanımlanmış ülkelere/topraklara sahip olmaları gerekir. Öyle ki, örneğin ellerindeki toprağı bir demirci örsündeymiş gibi işleyerek temellük eden, kendilerini yüksek denizlerin har­cından gören eski Flamanlar gibi, halk ile toprak adeta bir­birlerine ait olmalıdırlar. Ama sözkonusu toprak parçasının herhangi bir yer olması mümkün değildir; o herhangi bir toprak parçası değil, “tarihî” bir toprak, “yurt”, halkın “beşiği” olmalıdır. Türklerde olduğu gibi, o toprak soyun köklerini taşımasa bile bu böyledir. “Tarihî toprak”, terrain (toprak) ile halkın, nesiller boyu birbirleri üzerinde müşterek ve yararlı etkilerde bulunduğu bir topraktır. Tarihî bellek ve çağrı­şımların mekânı haline gelir yurt; “bizim” bilgelerimizin, azizlerimizin ve kahramanlarımızın yaşadıkları, çalıştıkları, dua edip savaştıkları yerdir. Bütün bunlar yurdu yeryüzünde biricik kılar. Nehirleri, denizleri, gölleri, dağları ve kentleriyle “kutsal” hale gelir yurt -derin ve deruni anlamları sadece sırra matuf olanlar, yani milletin öz-bilinçli evlatlarınca kavra­nabilecek mübarek ve yüce yerlerdir buralar. Topraktaki doğal kaynaklar da sadece o halka aittir, “yabancılar”ın kullanımına ve sömürüsüne kapalıdır. Millî ülke kendine yeterli olmak zorundadır. Otarşi, ekonomik çıkarların olduğu kadar kutsal yurt topraklarının da savunulması anlamına gelir.14
Millî kimliğin ikinci bir unsuru patria (vatan) fikridir; yasaları ve kurumlarıyla tek siyasî iradeye sahip bir topluluk. Bu durum, ortak siyasî hissiyat ve maksatların ifadesi olan en azından bazı ortak düzenleyici kurumlar gerektirir. Hattâ çeşitli bölgelerin 20. yüzyılın başlarına kadar yerel kimliklerini korudukları Devrim sonrası Fransa’sında bile patria büyük ölçüde merkezileşmiş ve üniter kurumlar eliyle ifade edilir. Öteki uçta, ortak bir irade ve ortak siyasî duyarlılıkların bir ifadesi olmanın yanında yerel ya da bölgesel özgürlükleri de korumak üzere tasarlanmış federal kurum ve yasalara sahip ayrı sömürgeler, eyaletler ve kent-devletlerinden oluşan birlikler görmekteyiz. Gerek Amerika Birleşik Devletleri gerekse Hollanda Birleşik Krallığı, berat, senet, bildirgeleriyle bu tür millî birliklerin en iyi örneklerini oluştururlar. 1579’daki Utrecht Birliği’nin[15] ve Hollanda Genel Meclisi’nin esas amacı pek çok bakımdan, V. Charles ile II. Felipe döneminde Habsburgların merkezîleştirme siyasetinin kaba tecavüzlerine karşı birleşik eyaletlerin eski özgürlük ve ayrıcalıklarım korumaktı. Oysa İspanya’ya karşı sürdürülen uzun ve amansız savaş, çok geçmeden eksik de olsa ifadesini yükselen Flaman millî siyasî topluluğunda bulan (Kalvinist etkiden tamamen uzak) ortak bir amaç ve kimlik duygusu yarattı.[16]
Bu topluluğun fertleri arasında yasal ve siyasî topluluk fikrinin doğuşuyla aynı zamana denk gelen bir yasal eşitlik fikrinin izlerini de görmek mümkün. Sivil ve yasal haklar, siyasî haklar ve görevler ve sosyo-ekonomik haklar da dahil sosyologların sayıp döktükleri muhtelif “yurttaşlık” türleri bunun tam ifadesidir. Batı düşüncesi işte bu yasal ve siyasal hakları kendi millet modelinin tamamlayıcısı olarak görür. Bu, topluluğun üyeleri arasında karşılıklı asgari hak ve yü­kümlülüklere paralel olarak dışardakilerin bu hak ve gö­revlerden hariç tutulduklarını da ima ettiği gibi, tatbikatlarını sağlayan aygıtlar, yüksek mahkemeler vs. ile birlikte, yerel yasaların dışında ve ötesinde ortak bir yasa kodunu ifade eder. Çünkü ilke olarak milletin bütün fertlerinin yasal bakımdan eşit olduklarının, zengin ile güçlünün patria’nın yasalarıyla mükellef kılındıklarının kabulü önemlidir.
Son olarak sınırları belli bir yurttaki bir siyasî topluluğun fertleri arasındaki yasal eşitliğin, halk arasında belli ortak değer ve gelenekleri ya da bir şekilde “çekirdek” bir topluluğu varsaydığı düşünülüyordu. Başka bir deyişle milletler, yurt içindeki halkı bir arada tutan ortak bir anlayış, emel, hissiyat ve fikirlere, ortak bir sivil ideoloji ve kültürel boyuta sahip olmalıydılar. Ortak bir kamuyu ve kitle kültürünü temin işi, popüler toplumsallaştırma vasıtalarına, kamusal bir eğitim sistemi ve kitle iletişim araçlarına havale edilmişti. Batılı millî kimlik modelinde milletler, mensupları ortak tarihî anılar, mitler, simge ve geleneklerle bağlanmış, ama türdeş kılın­mamış kültür toplulukları olarak görülmekteydi. Devletin, kendi tarihî kültürleriyle yüklü yeni göçmen topluluklarını buyur ettiği yerlerde bile onların ahvadının, millî kitlesel toplumsallaştırma vasıtaları aracılığıyla “millete” ve onun tarihî kültürel çevresine kabulleri (o da olduğu kadarıyla) nesiller almıştır.[17]
Tarihî ülke, yasal-siyasî topluluk, topluluk fertlerinin yasal-siyasî eşitliği ve ortak sivil kültür ile ideoloji-bütün bunlar milletin Standard, Batılı modelinin oluşturucularıdır ve Batı’nın modern dünyadaki etkisi nedeniyle bir miktar biçimi değiş­mekle birlikte, Batılı olmayan millî kimlik tasavvurlarında da canlı unsurlar olarak kalmışlardır. Aynı anda Batı dışından, Doğu Avrupa ile Asya’dan tarihî olarak Batı modelinin üs­tünlüğüne meydan okuyan ve Batılı olmayan toplulukların yörüngelerine onların, son derece farklı koşullarına daha uygun, anlamlı yeni unsurlar ekleyen oldukça farklı bir millet modeli uç vermeye başlamıştı.
Bu Batılı olmayan modele “etnik” millet kavramı diyebiliriz. Ayırdedici özelliği doğuştan, fıtri bir topluluk fikrini öne çıkartmasıdır. Batılı millet kavramı bireyin, kendi seçebileceği belli bir millete ait olması gereğini şart koşarken bu Batılı olmayan ya da etnik kavramlaştırma böyle bir müsamaha göstermiyordu. Kendi topluluğunda kalsa da, başka bir yere göçse de birey kaçınılmaz biçimde, organik olarak içinde doğduğu topluluğun mensubu olarak ve sonsuza dek onunla damgalanmış olarak kalmaktaydı. Başka bir ifadeyle bir millet evvel emir ortak soydan gelen bir topluluktu. Bu etnik modelin de sayısız yüzü vardır. İlki, kesin biçimde, ülkeden çok soyu -ya da varsayılan soyu-öne çıkartmasıdır. Millet, hayali bir “üst aile” olarak görülür ve özellikle Doğu Avrupa ve Orta Doğu ülkelerindeki yerli entellektüellerce çetelesi tutulan soy ve seceresinin kökeniyle gurur duyar. Buradaki mesele, bu düşüncede milletin köklerinin isnat edilen ortak ecdada dek götürülebilmesi ve böylece milletin fertlerinin birbirlerinden ancak dışardan gelen ailevi bağlarla farklılaşmış kız ve erkek kardeşler veya en azından kuzenler olmalarıdır.
Varsayımsal ailevi bağlara getirilen bu vurgu etnik millet kavramında mevcut bulunan güçlü popüler veya demokratik unsurun da açıklanmasına yardım eder. Elbette “halk” figürü Batılı modelde de vardır. Ama orada halk, ortak yasa ve kurumlara tâbi siyasî bir topluluk olarak görülür. Etnik modelde ise halk, hattâ fiilen eylemli bir siyasî seferberliğin olmadığı yerlerde bile, milliyetçi emellerin nesnesini verir ve çağrının nihai retorik merciini oluşturur. Önderler ancak “halkın iradesi”ne başvurmak suretiyle eylemlerini haklılaştırabilir ve ayrı sınıf ve grupları biraraya getirebilirler. Entelijensiya kitleleri siyasî arenaya toplamak gibi en ufak bir niyet bes­lemediğinde bile, etnik tasavvuru daha aşikâr biçimde “sınıflar arası” ve “popülist” kılan budur. Bu nedenle halkın seferber edilmesi, etnik millet kavramında fiilen değilse bile ahlâkî ve retorik bakımdan önemli bir rol oynar.[18]
Aynı şekilde Batılı sivil modeldeki hukukun yerini etnik modelde yerli kültür, genellikle de dil ve adet almıştır. Lügatçilerin, dilbilimcilerin ve halkbilimcilerin Doğu Avrupa ile Asya millîyetçiliklerinin ilk evrelerinde merkezî bir rol oynamalarının nedeni budur. Bu insanların “halk”ın (folk) geçmiş ve şimdiki kültürüyle ilgili yapmış oldukları linguistik ve etnografik araştırmalar, dildeki canlanmaların hüsranla sonuçlandığı yerlerde bile, “millet olmak” planına malzeme oluşturdular. Topluluğun mit, tarih ve dilsel geleneklerine dair yaygın bir uyanıklık yaratmak suretiyle, İrlanda ve Norveç’de olduğu gibi eski dillerin tavsadığı zamanlarda bile, mensuplarının çoğunluğunun kafasında etnik bir millet fikri yaratmayı ve bu fikri billurlaştırmayı başardılar.[19]
Şecerecilik (jenealoji) ve varsayımsal soy bağlan, halkın seferber edilmesi, yerli dil, âdet ve gelenekler -bütün bunlar, Doğu Avrupa ve Asya’daki sayısız topluluğun izlediği son derece farklı bir “millî oluşum” rotasını yansıtan ve dinamik bir siyasî meydan okuma olan alternatif bir etnik millet kavramının unsurlarıdır. İlerde göreceğimiz gibi bugün de dünyanın pek çok yöresinde tekrarlanan bir meydan okumadır bu ve her milliyetçiliğin canevindeki derin ikiliği yansıtır. Aslında her milliyetçilik değişen derecelerde ve farklı bi­çimlerde sivil ve etnik unsurlar barındırır içinde. Kimi zaman sivil ve teritoryal unsurlar hakimdir, kimi zaman da etnik ve yerli unsurların öne çıktığı görülür. Örneğin Jakoben dö­nemdeki Fransız milliyetçiliği temelde sivil ve teritoryaldı; siyasî-yasal bir topluluk içindeki Fransız yurttaşlarının kardeşliğini ve cumhuriyetçi vatanseverlerin (patrie) birliğini vaazetmişti. Ama aynı sıralarda Barere ile Abbe Gregoire’nin vaazettiği hegemonik bir Fransız kültürünün saflığından duyulan gurur ile uygarlaştırma misyonunu yansıtan dilsel bir milliyetçilik de ortaya çıkmıştı. 19. yüzyıl başlarında Fransız kültürel milliyetçiliği, ister Frankçı ister Galci olsun millete dair daha etnik nitelikli düşünceler yansıtmaya baş­lamıştı; daha sonra bunlar, Fransa hakkında (Jakoben döneminkinden) son derece farklı ideallere cevaz verir hale geldiler. Dinci-monarşist sağ, özellikle Dreyfus Davası sıra­sında, cumhuriyetçi teritoryal ve sivil modelin aksine, jenealojik ve yerli “organik” millet kavramlarıyla yatağa girdi.[20]
Buna rağmen zıt millet modelleri arasında son derece ciddi çatışmalar olduğunda bile belli temel varsayımlar savaşan tarafları ortak bir millî söylem yoluyla bir araya getirmiştir. Örneğin Fransa’da yukarda zikredilen cumhuriyetçi ve monarşistlerin her ikisi de Fransa’nın “doğal” ve (Alsace’ın da dahil olduğu) tarihî toprakları fikrini kabul etmişlerdir. Aynı şekilde kitlesel bir kamu eğitim sistemiyle millî ülkülerin ve millî tarihîn, belli bir kısmı dışında (yani Katolik boyutu) öğretilmesi gereğine dair gerçek bir ihtilaf sözkonusu değildi. Yine Fransız diline duyulan bağlılık da genel bir nitelik arzetmekteydi. Aynı şekilde, kimse Fransa’nın ve Fransızların tekliğini sözkonusu etmedi; farklılıklar yalnızca bu benzer­sizliğin tarihsel içeriği, dolayısıyla bu deneyimden çıkartılacak dersler konusunda patlak verdi.
Bu durum, rakip millet modellerinin ardında milleti, başka herhangi bir kollektif kültürel kimlikle karşı karşıya getiren niteliğin ne olduğuna dair belli bazı ortak inançlar bulun­duğunu akla getirmektedir. Bu inançlar, milletlerin teritoryal olarak sınırlanmış nüfus birimleri oldukları ve kendi yurt­larının sahipleri olmaları gerektiği; mensuplarının ortak bir kitle kültürünü, ortak tarihî mitleri ve anıları paylaştıkları; mensuplarının belli bir ortak yasal sistem altında karşılıklı hak ve görevleri bulunduğu ve; milletlerin fertlerinin bütün ülkede hareket imkânı ile bağlantılı ortak bir işbölümü ve üretim sistemine sahip oldukları fikrini içerir. Bunlar, bütün milliyetçilerin hattâ milletlerin varlığının yolaçtığı müteakip küresel bölünme ve çatışmalardan sürekli olarak sızlanan eleştirmenlerinin bile büyük ölçüde kabul ettikleri varsayım ve gereklerdir.
Bu ortak varsayımların mevcudiyeti millî kimliğin temel özelliklerine dair aşağıdaki listeyi yapmayı mümkün kıl­maktadır;
1.Tarihî bir toprak/ülke, ya da yurt
2.Ortak mitler ve tarihî bellek
3.Ortak bir kitlesel kamu kültürü
4. topluluğun bütün fertleri için geçerli ortak yasal hak ve görevler
5. Topluluk fertlerinin ülke üzerinde serbest hareket im­kânına sahip oldukları ortak bir ekonomi.
Demek ki bir millet, tarihî bir toprağı/ülkeyi, ortak mitleri ve tarihî belleği, kitleyi bir kamu kültürünü, ortak bir ekonomiyi, ortak yasal hak ve görevleri paylaşan bir insan topluluğunun adı olarak tanımlanabilir.[21]
Koşullu işlevsel bir geçerliliğe sahip bu tanım, millî kimliğin ne denli karmaşık ve soyut bir doğada olduğunu göster­mektedir. Aslında, millet, kollektif kimliğin öteki türlerine ait unsurları bünyesinde toplar; millî kimliğin sadece -sınıfsal, dinsel ya da etnik-başka kimlik tipleriyle kurabileceği terkip biçiminin değil, ideoloji olarak milliyetçiliğin de liberalizm, faşizm ve komünizm gibi diğer ideolojilerle girdiği bukalemun benzeri permütasyonların (değişimlerin) izahatı burada aranmalıdır. Millî bir kimlik temelde çok boyutludur; şu ya da bu milliyetçi hizip tarafından bile asla tek bir unsura indirgenemeyeceği gibi bir halkın bünyesine yüzeysel yollardan kolay ve hızlı bir şekilde zerkedilebilmesi de mümkün değil­dir.
Böyle bir tanımlamanın millî kimliği aynı zamanda devlete ilişkin herhangi bir kavramlaştırmadan da ayırdığı açıktır. Devletle ilgili bir kavramsallaştırmada, münhasıran diğer toplumsal kurumlardan farklılaşmış ve onlardan özerk, belli bir toprak parçasında baskı ve zor tekeli uygulayan kamu kurumlan kastedilir. Oysa millet, bir tarihî kültür ile belli bir yurdu paylaşan herkesi tek bir siyasî topluluk içinde birleştiren kültürel ve siyasî bir bağı gösterir. Her ikisinin de tarihî toprağa/ülkeye atıfta bulunduğu ve (demokratik devletlerde) halk egemenliğine başvurduğu düşünülürse, bu, iki kavram arasında kimi çakışmalar bulunduğunu inkâr etmek anlamına gelmez şüphesiz. Ama, modern devletler kendilerini, şu ya da bu milletin devleti olarak millî ve popüler tabirlerle meşrulaştırmak zorunda kaldıklarında bile, içerikleri ve odakları son derece farklıdır.[22]
Bugün “çoğul” devletlerin varlığı, devlet ile millet arasındaki bu tekabüliyet eksikliğini göstermektedir. Walker Connor’ın 1970’lerin başında yaptığı değerlendirme, devlet sınırları ile millet sınırlarının çakışması ve devletin toplam nüfusunun tek bir etnik kültürü paylaşıyor olması olguları gözönüne alındığında bugün mevcut devletlerin sadece yüzde 10’unun hakiki anlamda “millî-devlet” olma iddiasında bulunabile­ceklerini göstermiştir. Çoğu devlet, tevellüdü eski Batı dev­letleri bile, bu anlamda birer millî devlet olmayı arzularken meşruiyet iddialarını, kendi sınırlan içinde kalan etnik toplulukların başkaldırı tehditlerine açık olan bir siyasî birlik ve halk egemenliği tesisi isteğiyle sınırlama eğilimindedirler. Devlet ile millet kavramları arasında, kısaca tartışılan bu tarihî malzemenin ortaya koyduğu derin ayrılığı ortaya serecek daha pek çok benzeri örnek bulmak mümkündür.[23]
Özetleyelim. Millî kimlik ve millet, birbirleriyle ilişkili etnik, kültürel, teritoryal, ekonomik ve yasal-siyasî pek çok unsurdan oluşan karmaşık yapılardır. Kendi devletlerinde ifadesini bulsun ya da bulmasın, müştereken paylaşılan anılar, mitler ve geleneklerin bir araya getirdiği topluluk fertleri arasındaki dayanışma bağlarım gösteren bu kavramlar, devletin tamamen yasal ve bürokratik nitelikli bağlarından tümüyle farklıdır. Kavramsal olarak millet, her özgül durumda değişik oranlarda biri sivil ve teritoryal öteki etnik ve jenealojik olan iki boyutu birbirleriyle harmanlamıştır. Millî kimliği modern yaşam ve siyasada böylesine esnek ve daimi bir güç haline getiren ve kendi özelliğini yitirmeksizin diğer güçlü ideoloji ve hare­ketlerle etkili birleşimlere girmesini sağlayan tam da bu çok boyutluluğudur.
Millî kimliğin bu çok yüzlü gücünü, grup ve bireyler açı­sından yerine getirdiği işlevlerden bazılarını izleyerek görmek mümkündür.
Yukarda belirtilen boyutlara uygun olarak bu işlevleri “dışsal” ve “içsel” nesnel sonuçlar şeklinde bölümleyebili­riz.
Teritoryal, ekonomik ve siyasî olanlar, dışsal işlevlerdir. Milletler öncelikle mensuplarının içinde yaşamak ve çalışmak zorunda oldukları kesin bir toplumsal mekân tanımlar ve bir topluluğu zaman ve mekâna konumlandıran bir tarihî topra­ğın/ülkenin sınırlarını çizerler. Yine bireyleri, milletin “moral coğrafyası”nm eşsizliğini gösteren “kutsal merkezler”le, ruhani ve tarihî hac yerleriyle teçhiz ederler.
Milletler ekonomik bakımdan, insan gücü de dahil teritoryal kaynaklar üzerinde denetim kurarlar. Ayrıntılı bir işbölümü oluşturur, yurt içinde topluluk fertleri arasında kaynak da­ğılımının yanısıra emek ve meta dolaşımını da teşvik ederler. Mensubiyetin, sınırların ve kaynakların tanımlanması suretiyle millî kimlik, millî otarşi idealine bir rasyonellik verir.[24]
Millî kimlik siyaseten, devlet ve organlarına ya da devletleri olmayan milletlerde devletin siyaset öncesi muadillerine payandalarını verir. Siyasî personelin seçimi, siyasî davranışın düzenlenişi ve hükümetlerin seçimi, halka şamil bir millî kimlik ve millî iradeyi yansıttığı varsayılan millî çıkar ölçütüne göre temellendirilir.
Ama millî kimliğin siyaseten belki de en belirgin işlevi, millete özgü kişilik ve değerleri tanımlayan ve halkın kadim gelenek ve âdetlerini yansıtan, ortak yasal hakların ve yasal kurumların görevlerinin meşrulaştırıcısı olmasıdır. Millî kimlik, bugün toplumsal düzen ve dayanışmanın meşruiyeti bakımından temel müracaat noktası haline gelmiştir. Millî kimlikler, topluluk içindeki bireyler için daha samimi, içsel işlevler de yerine getirirler. En bariz olanı fertlerin “uyruklar” ve yurttaşlar” olarak toplumsallaştırılmalarıdır. Bugün bu çoğu rejimin milliyetçi kültürel sahicilik ve birlik ideallerinin etkisi altında büyük bir gayretkeşlikle takipçisi oldukları, bu sayede devlet otoritelerinin millî hars ile ayırdedici, türdeş bir kültürü aşılamayı umdukları zorunlu, Standard kamu eğitim sis­temleriyle sağlanmaktadır.[25] Müşterek değer, sembol ve geleneklerden bir repertuvar oluşturmak suretiyle bireylerle sınıflar arasında toplumsal bir bağ kurmak için de yine millete müracaat edilir. Bayrak, para, marş, üniforma, anıt ve kutlama gibi sembollerle topluluk fertlerine ortak mirasları, kültürel yakınlıkları hatırlatılır, ortak kimlik ve aidiyet duyguları güçlendirilir. Millet, engelleri aşmaya, meşakkatleri göğüs­lemeye muktedir “iman-teknesi” bir grup haline gelir.[26]
Son olarak millî kimlik duygusu, kollektif kişilik prizması ile onun ayırdedici kültürü içinden tanımladığı bireysel kendilere dünya üzerinde bir yer veren güçlü bir araçtır.
Çağdaş dünyada “kim” olduğumuzu müştereken paylaşılan eşsiz bir kültür aracılığıyla bilebiliriz. Bu kültürü keşfederek kendimizi, “otantik kendi”yi keşfederiz, ya da modern dünyanın devasa değişiklik ve belirsizlikleriyle cebelleşmek zorunda kalmış, bölünmüş ve yolunu yitirmiş pek çok kişiye öyle gelir.
Sözkonusu kendini tanıma, dünya üzerinde bir yer bulma, pek çok açıdan millî kimlik için anahtar olma vasfı taşımakla birlikte, aynı zamanda üzerine en fazla kuşkuyu toplayan da bu özelliğidir. Zaten insani tutum ve algıların büyük çeşitliliği gözönüne alındığında, milliyetçilerin, onları eleştirenlerin ve geri kalanlarımızın millî öz-tanımın ve dünyada yerini bulmanın ölçütü konusunda fikir birliğine varamamamız hiç de şaşırtıcı değildir. Millî ben/kendi ve bireyin bu ben’le ilişkisinin ne olduğu sorusu milliyetçi projenin en esrarlı yanı olmayı sürdürür.
Bu kuşkular hem felsefî hem de siyasîdir. Milletin çok yüzlü bir doğaya sahip olması neticesinde kendim pratikte ortaya koyan çok sayıda millî ben/kendi türü olduğu için, milliyetçi doktrin mantıken tutarsız ve çelişkili olmakla suçlanmıştır. Millîlik ölçütünün belirlenemezliği ile milliyetçilerin yazı­larındaki bulanıklık, değişkenlik ve keyfi karakter, kültürel farklılık fikri gibi tekil milliyetçi önermelere saygıyla yakla­şıldığı yerlerde bile, ideolojinin inanılırlığını aşındırmıştır. Millet fikri en iyi halde kaypak ve üstün körü, en kötü halde de saçma ve çelişkili görülmüştür.[27]
Bu entellektüel kuşkuculuğa ahlâkî suçlamalar da eşlik eder. Denilir ki halk, “millî kimlik” adına kendi özgürlüklerinden vazgeçmeyi ve başkalarının özgürlüklerini de kısmayı iste­mektedir; yutamadığı etnik, ırksal ve dinsel azınlıkların sivil ve dinsel haklarım çiğnemeye amadedir. Uluslararası, daha doğru bir ifadeyle devletlerarası ilişkiler de aynı gadre uğ­ramışlardır. Batı’daki anayurdundan bütün dünyaya yayılan millet ideali özellikle de etnik ve dinî bakımdan karışıklar arzeden bölgelere nifak, istikrarsızlık, kavga ve terör getir­miştir. Milleti her siyasî teşebbüsün nesnesi ve millî kimliği de her insani değerin ölçütü yapan bir doktrin olarak milli­yetçilik, Fransız Devrimi’nden bu yana, tek bir insanlık, tek bir dünya topluluğu ve ahlâkî birlik fikrine bütünüyle kafa tutmuştur. Milliyetçiliğin siyasî topluluğa kazandırdığının aksine, kültür topluluklarını kaçınılmaz şekilde birbirlerine düşüren ve sadece kültürel farklılıkların miktar ve çeşitliliği düşünüldüğünde olsa olsa insanlığı siyasî bir girdaba sü­rükleyecek olan meşruiyet, dair ve çelişkilerle yüklü bir meşruiyettir.[28]
Bu tanıdık bir ithamdır ve bu ithamın sahası ile yoğunluğu, suçladığı idealin duygusal ve siyasî gücünü ortaya koyar. Ama gerek kollektif gerekse bireysel bakımdan bunca işlevi yerine getirebilen bir ideal ve bir kimlik, milliyetçilerin faaliyet gösterdikleri koşulların çeşitliliği gözönüne alındığında, son derece değişken toplumsal ve siyasî neticeler yaratmaya mahkûmdur. Aynı şekilde milliyetçiliğin mülayim etkilerinden de sözedebilirdik; azınlıkların kültürlerini savunuyor oluşu; “kayıp” Târih ve edebiyatların kurtarıcısı olması; kültürel yenilenmelere ilham vermesi; “kimlik krizi”ne getirdiği çözüm; topluluğu ve toplumsal dayanışmayı meşrulaştırması; tirana karşı direnişin ilham kaynağı olması; halk egemenliği ve kollektif seferberlik ideali; hattâ kendi gücüne dayalı bir ekonomik gelişmeye kaynaklık etmesi gibi.
Eleştirmenlerinin sayıp döktüğü habis sonuçlar kadar bu etkiler de aynı mantıkilik ölçülerinde milliyetçi ideolojilere isnat edilebilirler. Bugün artık dünyanın dört bir köşesindeki sayısız halk için, millî kimlik ile milliyetçiliğin veya bunlar arasındaki derin ilginin kuşkulu niteliğini gözler önüne serecek ya da ifşa edecek hiçbir beyanda bulunulamaz, kanıt göste­rilemez. Şimdi bunun neden böyle olduğu ve bugün millî kimliklerin sergilediği gücün daha derindeki kökenlerinin neler olduğu üzerinde durmalıyız.
Sh: 13-39
Bugün insanoğlunun paylaştığı bütün kollektif kimlikler arasında milli kimlik, belki de en temelli ve kapsamlı olanıdır. İdeolojik bir hareket olarak milliyetçilik şadece yerkürenin her köşesine nüfuz etmiş olmakla kalmıyor; dünya evvela “millî-devletler” (millet olduğu iddiasındaki devletler) halinde bölünmüştür ve millî kimlik her yerde, zaman zaman pek özel bir tiranlık biçimine sebep olmanın yanında, halk ege­menliği ve demokrasi yönündeki sürekli yinelenen güdüye de payandalarını veriyor. Diğer -sınıf, cins, ırk, din gibi kollektif kimlik türleri millî kimlikle örtüşebilir veya terkibe girebilirler ama yönünü etkileyebilmiş olsalar da, altını oy­makta nadiren başarılı olmuşlardır.
Hükümetler ve devletler belli bir süre millî emellerin ifade edilmelerini önleyebilirler, ama muhtemelen yüksek maliyetli ve nihai bakımdan etkisiz bir tedbir olacaktır bu. Zira millî bağlılık hislerini besleyen güçler mukabil her eğilimden çok daha güçlü olduğunu göstermişlerdir ve büyük bir olasılıkla da göstermeye devam edeceklerdir.
Neden millî kimlik ve milliyetçilik, modern dünyada böylesi temel bir konuma oturdu? Birincisi, her yerde hazır ve nazır oluşundan. Eğer gerçekten küresel bir görüngü varsa bu millet ve milliyetçilik olmalı. Yeryüzünde, etnik ve millî çatışmaların damgasını vurmadığı, seçilmiş halkı için millî bağımsızlık isteyen hareketlerin doğuşuna tanık olunmadığı hemen hiçbir yer yoktur. Gerçekleşmekten çok uzak bile olsa her biri türdeş, birleşmiş ve özgür olan milletlerden oluşan bir dünyaya ilişkin milliyetçi hayal, dünyanın dört bir yanındaki halklarca devralınmış ve halk direnişlerine, çabalara ve çatışmalara ilham kaynağı olmuştur. Milletin türdeşliği değilse bile milliyetçiliğin küreselleşmesi, kültürel manzaramızı ve siyasî çabalarımızı koşullayan güçlü bir gerçekliktir.[29]
Ama bugün millî kimlik sadece küresel değil aynı zamanda kaplayıcıdır da. Daha önemli olduğu düşünülen belli bazı durumlar varsa da, faaliyetlerinin pek çok noktasında bi­reylerin ve toplulukların yaşamını kapladığı söylenebilir. Dil, hukuk, kurumlar ve seremonilerde olduğu kadar, gurur verici olaylardan ve mitlerden değer ve anılara dek bütün bir kültür sahasında boy gösterir millî kimlik. Toplumsal bakımdan millî bağ en şümullu topluluğu, toplumsal iletişimin normail olarak içinde geçtiği genel olarak kabul görmüş sınırları ve “dışardakı”ni ayırdetmenin sınırını oluşturur. Aynı zamanda millet, gerek ülke gerekse kaynak ve beceriler itibariyle temel bir moral ekonomi birimi olarak da görülebilir.
Millî kimlik bugün siyaseten sadece rejimin personelinin bileşimini belirlemekle kalmaz aynı zamanda her yurttaşın gündelik yaşamını düzenleyen siyasî hedefleri ve İdarî uy­gulamaları da etkiler. Son olarak millet ve millî kimlik, yurttaşlara temel bir siyasî bağlılık buyurarak, “milletler-arası” meşruiyetin, her bir bölge ve kıtada, nihayetinde bütün olarak dünyada, bir devletler sisteminin geçerliliğinin yegâne kabul görmüş kaynağı haline gelmiştir. Devletler topluluğunda böyle bir düzenin kurulabilmesi, millet normunun siyasal sadakat ve eylemin biricik kaynağını oluşturması halinde mümkün­dür.
Üçüncüsü, “millet” ile “millî kimlik”in arzettiği derin karmaşıklık ve çeşitliliktir. Birinci bölümde gördüğümüz gibi millî kimlik, yaşamın hemen her alanına temas eden ve sayısız bileşim ve alışverişlilik sergileyen, soyut ve çok boyutlu bir yapıdır. Bugünkü tarihçiler, eski nesil bilim adamlarının kavramı şişirme eğilimlerine tepki olarak “milliyetçilik”in alanını daraltma temayülündedirler. Ama millet ve milliyetçilik ne “tembel tarihçi”nin kavramsal sığınağı olarak görülmeli ne de biz bu kavramların bukalemunvari doğaları ile başka mesele ve ideolojilerle terkibe girme ve hattâ ekseriyetle onları kendine dahil etmedeki ustalıklarını hafife almalıyız. Çin komünizmi ilk bakışta Batı Marksizminin sahici bir çeşidi olarak görülmüştü, ta ki Mao’nun hareketinin Çin mil­liyetçiliğine gerek doktriner gerekse uygulama bakımından ne kadar çok şey borçlu olduğu anlaşılmcaya dek. Bugün öne çıkartılan, Maoizmin milliyetçi bileşeni ile Mao’nun Marksizmini 1937’deki Japon istilasına karşı direnişinde Çin köylülüğünün millî görünümüyle telif etme tarzıdır. Ya da tersine, 1989’da Doğu Avrupa’daki anti-komünist hareketler başlangıçta Batılıvari siyasî ve ekonomik hareketler gibi gö­rüldüler, ta ki halk seferberliğindeki milliyetçi boyutların ne denli güçlü olduğu anlaşılmcaya kadar.[30]
Sıklıkla gözden kaçırılan mesele millî emellerin, öteki gayrı millî ekonomik, toplumsal veya siyasî meselelerle terkibe girme eğiliminde oldukları ve sözkonusu hareketin gücünü çoğunlukla bu terkipten devşirdiğidir. Bu, kimi zaman sanıldığı gibi, milliyetçiliğin başka “rasyonel” meseleleri ve çıkarları beslemediği anlamına gelmez. İşin doğrusu şudur; ihmale uğramış, baskı altına alınmış ya da marjinalleştirilmiş etnik topluluk veya kategoriler millî şikayet ve emellerini, diğer millî olmayan emel ve şikayetlerle kaynaştırırlar; öyle ki çoğu zaman, zaman içinde belli bir anda, belli bir nüfusun takipçisi olduğu, bizim tahlili amaçlarla, “millî etkeni” diğerlerinden soyutlamak üzere “millî” ve “gayri millî” diye ayırdığımız tek bir çıkar dizisi sözkonusudur.[31]
Üst-milliyetçilik: federal ve bölgesel kimlikler?
Her yerde hazır ve nazır, kaplayıcı ve karmaşık bir yapı arzeden millî kimlik ve milliyetçilik, üçüncü bin yıla yakla­şırken güçlü ve tahripkâr küresel güçleri içinde barındırmayı sürdürmektedir. Ama giderek artan küresel karşılıklı bağımlılık eğilimleriyle başedebilecek durumda mıdır?
19. yüzyıl başlarından günümüze dek liberaller ile sosya­listlerin umut ve beklentisi hiç kuşkusuz bu yöndeydi. Comte ve Mill’den modernleşme kuramcılarına kadar evrimci bakış, kaynaklara doğru ilerledikçe hem millet olma konumuna erişileceğini hem de bu konumun aşılacağım vaat etmekteydi. Aileviliğin, yerelliğin ve dinin erozyona uğraması devletin, insanlığın küresel bir toplum ve kültüre doğru ilerlemekte olduğunu görmesini sağlayacaktı. Aynı şekilde Marksistler de devletin “söneceğini” ve milletler ile milliyetçiliğin “aşı­lacağını” düşünüyorlardı; millî kültürler varlıklarım sürdü­recek bile olsalar, prolateryanın değerleriyle, sadece millî biçimin alıkoyduğu bir birleşime gireceklerdi.[32]
Bu yöndeki umutlarını desteklemek üzere aralarında pek çok bilimadamanın da bulunduğu liberaller ile sosyalistler iki kanıt dizisine işaret etmekteydiler. Kanıtlardan ampirik olanı, muhtelif federasyon türlerinin yanında, çokuluslu devletlerde yaşanan çeşitli deneyimlerden çıkartılmaktadır. Teorik dayanak ise, “millet sonrası” (post-millet) bir dünyanın tohumlarını eken yeni ulusaşırı güçlerin ve teknolojilerin doğurgularmda aranmaktadır. Şimdi bu iki sav ve kanıt türünü sırasıyla ele alalım.
İşe, sıklıkla vurgulanan, çoğu devletin bugün etnik olarak heterojen ve çoklu olduğu meselesinden başlayabiliriz. Ba­zılarının gözünde bu, yeni bir millet türünün, “çokuluslu millet”in inşa edilmekte olduğu anlamına gelmektedir; başkaları için ise milletin (başka bir şeyle) ikame edilmekte olduğu anlamını taşır. Takınılan tavrın, büyük ölçüde be­nimsenmiş olan millet tanımına ya da her halükârda milletin “türdeşliği” öncülüne bağlı olacağı açıktır. Millet kavramının münhasıran milliyetçilerin bir imalatı olduğu varsayılsa bile (ben de milliyetçilerin parcalı etno-tarihlerle kayıtlı olduklarını ileri sürmüştüm), “türdeş millet” talebinin bütün milliyetçiler için aynı anlama sahip olacağı kesin değildir. Bütün milli­yetçiler, özerklik, birlik ve kimlik talep etmişlerdir; ama (toplumsal, teritoryal ve siyasî birlik anlamında) ne birlik, ne de (farklılık ve tarihsel bireylik anlamında) kimlik, tam bir kültürel türdeşlik gerektirir. İsveç sadece siyasî bir birliğe ulaşmakla kalmadı, aynı zamanda dilsel, bölgesel ve kantonal bölünmelere rağmen sarih bir tarihsel zatiyet duygusunu da muhafaza etmeyi başardı. (Ama) İsveç, silahlı tarafsızlığa varan güçlü bir mili! kimlik duygusuna rağmen kültürel türdeş­leşmeye direnmiştir. İsveç bu konuda yegâne örnek de değildir. Gerek Almanya gerekse İtalya’da ekseriyetle güçlü yerel kurumlarla bölgeciliğin serpilmesine imkân tanınmıştır, ancak her iki durumda da millî kimlik duygusunda ve dönem dönem millî hissiyatın kabarışında en ufak bir azalma vaki değil­di.[33]
Bu, bazı romantik milliyetçilerin tam bir kültürel türdeşlik çağrısında bulunurken başka pek çoklarının da, ifadesini ortak bir yurdun yanısıra ortak âdetlerde ve kuramlarda bulan çekirdek değerler, mitler, semboller ve gelenekler etrafında birleşme ve özdeşleşmeyle yetindikleri anlamına gelir. Daha önce de gördüğümüz gibi, Üçüncü Dünya’nın millî seçkin­lerinin çok etnili nüfuslardan “teritoryal milletler” inşa etmeye girişmelerini mümkün kılan da budur.
Ama eğer milletin kültürel bakımdan türdeş olması ge­rekmiyorsa, bir çok milleti içererek bünyesine alan, millet gibisinden bir şey nasıl mümkün olabilmektedir? Millet kavramı, bilhassa ortak kültür ve tarih gibi temel özelliklerini yitirmeksizin nasıl bu kadar esnek olabilmektedir? Burada akla Yugoslavya örneği geliyor. Yugoslavya iki kavram etrafında inşa edilmiştir; bir milletler federasyonu ile ortak bir kültürel-tarihsel deneyim. Bu İkincisi zaman zaman “llliryacılık”[34] olarak adlandırılır; ama ideologlann bile kanaati odur ki Güney Slavlarını birarada tutan siyasî tarihten çok dillerinin aynı kökten oluşları ve coğrafî yakınlıktır, belki biraz da (farklı güçlerce de olsa) yabancı işgal. Öte yandan dinsel farklılıkların yanısıra bir de Slovenlerin, Hırvatların, Sırpların, Makedonyalıların ve Karadağlıların ayrı tarihlere sahip oluşları düşünüldüğünde, bir milletler federasyonu şeklinde bir “aşkın millet” modeli oluşturan Yugoslavya’nın, başka bir yerde ve daha geniş bir ölçekte de tekrarlanabilmesi akla yatkın ge­liyordu.[35]
Ne yazık ki bugüne kadarki Yugoslavya tarihi, o ve başka federasyonlar için beslenen hayalleri boşa çıkarmıştır. Ko­münist Parti’nin millî partilere bölünmesi, anayasal düzen­lemeler, ekonomik bölüşümde milletlerin sahip olduğu merkezî konum ve özellikle II. Dünya Savaşı sırasındaki millî antogonizmalar tarihi, tümü de, önce Tito sonra da halefleri döneminde Yugoslav devletinin kırılgan birliğinin temelini oydu. Hırvat Baharı, Kosova’daki çatışmalar ve Slovenya ile olan ihtilaf; millet-üstü kurumlar ya da Yugoslavlık hissiya­tından ziyade, federasyon bileşkesini oluşturan millî bile­şenlerin harç görevi gördüğünü düşündürtmektedir.[36]
Daha geniş bir çerçevede olmakla birlikte buna benzer bileşim ve deneyimler Sovyetler Birliği tarihine de damgasını vurmuştur. Selefi olan Çar imparatorluğunun yıkıntıları üzerine ama neredeyse aynı sınırlarla kurulan devrimci ko­münist devlet, gerek Parti örgütünde gerekse Anayasa’da kendini milliyet ilkesine önemli tavizler vermek zorunda hissediyordu. Lenin’in pratikte değilse bile hak olarak mil­letlerin kendi kaderini tayinini ve ayrılmayı tanıma kararının ardından Sovyet önderliği, nüfusun bütün kategorilerini kabul edilebilir etniler halinde örgütleyerek, uygun diller seçerek, kaynaştırarak hattâ icat ederek ve onları bir etno-millî cesamet ve stratejik önem hiyerarşisi içinde rütbelendirerek, Sovyet devletini her biri kendi dil ve kültürüne dayanan millî cumhuriyetlerden müteşekkil bir federasyon olarak kurmaya yöneldi. Böylelikle Gürcü veya Özbek gibi daha büyük ve daha gelişmiş topluluklara kendi hükümran teritoryal cumhuri­yetlerine, idari aygıtlarına, parti örgütlerine, dil ve kültürlerine sahip milletler muamelesi yapılırken, Udmurt veya Evenki gibi daha küçük gruplar sınıflamaya halk olarak dahil edildiler. Bu yolla ekonomik karar alma siyasî merkezin yerine geçerken, etnikliğin de kültürel ve teritoryal temelleri alıkonmuş ve anayasal güvenceye kavuşturulmuş oldu.[37]
Bu nedenle Sovyetler Birliği perestroika çağına dek iki dü­zeyde işledi. Askeri, siyasî ve ekonomik düzeyde, Moskova’daki Parti nin cumhuriyetler ve Parti organları üzerinde güç ma­nivelasını elinde bulundurduğu, son derece yüksek bir merkezîleşme derecesi sözkonusuydu. Ama tek tek cumhu­riyetler kültür, eğitim ve toplumsal refah alanında dikkate değer bir özerklik sergiliyorlardı. Her bir cumhuriyet için, 1920’lerde ortaya çıkan ama perestroika ve glasnost çağında ağır bir yıkıma uğrayan egemen etnik topluluktan (korenisatzia) idari üyeler devşirme politikası da bu durumu pe­kiştirmekteydi. Sonuç, millî ve Sovyetik sadakati güçlendirmek için, birbirleriyle ilgili olan hattâ müşterek alanları ikiye ayırmak suretiyle potansiyel çatışmaları müstakilleştirmek oldu. Ancak sıkı Parti denetimini kaldırmadan önce bile, zaman zaman patlak veren kargaşalar ve izleyen baskıcı önlemlerle kendini gösteren, her yere Rusların yerleştirilmesi ve Rusçanın lingua franca mertebesine yükseltilmesi gibi politikalara se­bebiyet veren milliyetler sorununu zapturapt altına almak hemen hiç mümkün olamadı. Rus olmayan nüfusun artışı, ki güney sınırlarında Müslümanların potansiyel istikrarsızlık kaynağı olmaları anlamına geliyordu, cumhuriyetler ile merkez arasında kaynak ve mevki dağılımı, ihtilafın milliyetçi boyudan ile eğitimin ikircikli etnik entelijensiyayı etkin hale getir­medeki etkileri, her şeyden önce millî kaynaşma fikrinin (sliyanie) [belirsiz bir zamana] ertelenişi ve mevcut millî işbirliği (sblizhenie) evresinin sorunlu niteliği, bütün bu gelişmeler, Stalin’in ölümünden sonraki onyıllarda “millî sorun”un bölücü potansiyeli konusunda derin bir gerilim yaşanmakta olduğunu göstermekteydi.[38]
Gorbaçov dönemindeki glasnost ve perestoika çağında, derinde saklanan etnik bölünmeler günyüzüne çıktılar. Etno-milliyetçilik Baltlk devletlerinde, Kafkasya ve Orta Asya’da kitle desteğini seferber etti ve Rus yeni-milliyetçiliği de, ahlâkî ve estetik ilhamının çoğunu ve etno-tarihinin bir kısmını ondan çıkardığı ve aldığı Ortodoks dinî uyanışıyla daha ya­kından hiza almaya başladı. Genel boyutuyla bu durum Sovyet devlet yapısı ve Parti örgütünden ve Lenin’in, onca mahkûm ettiği Büyük Rus çeşitinin de dâhil olduğu Doğu Avrupa’da yükselen etno-milliyetçilik dalgasıyla girdiği tarihsel uzlaş­madan ileri gelmektedir. Federal ilke, millî hissiyat ve kül­türleri kurumsallaştırmakla birlikte, aynı zamanda bu hissiyat ve kültürlerin, mensuplarına, komşularınca veya merkezce tehdit ediliyormuş gibi geldiği hemen her yerde etkin mil­liyetçiliğin canlanmasının da temellerini atmıştı. Halkın sahici sesinin Parti örgütünden çok uzun bir süre dışlanmış olduğu veriliyken, gerçek bir katılım yönündeki emellerle ifade edilmemiş, kıstırılmış küskünlüklerin hasadının millet veya etnik topluluk tarafından toplanması son derece muhtemeldi.
Bunun sonucu olarak daha açık bir siyasî katılımı teşvik etme girişimi beraberinde, insanların kendilerini demokratik olduğu kadar da millî de olan bir içerikle ifade etmelerini getirdi. Bu bir kere daha, diğer komünist devletlerde olduğu gibi etnik bağ ile milliyetçi emellerin Marksist ideoloji ve partilerden daha dayanıklı ve esnek olduğunu ortaya koydu.[39] Sovyet deneyimi şunu göstermektedir ki, devrimci bile olsalar “icat edilmiş gelenekler” şayet halkın derinde yatan köklerinden filiz bulacaksa, millî kültür ile siyasî kimliği işe koşmak veya oluşturmak (ekseriyetle de her ikisini birden yapmak) zo­rundadır.
Bu açıdan Amerikan deneyimi ile bir karşılaştırma yapmak öğretici olacaktır. Bu kıtada da millî emeller varolmuştur, ama bunlar çok etnili bir çevrede iş görmek durumundaydılar. Ancak Birleşik Devletler’de, pek de hayatî olmamakla birlikte, ekseriyetle “yeni-etniklik” denen şey sembolik ve örgütsel bir anlamda kaldi (ya da bu anlamı ifade eder oldu). Sovyet muadillerinden farklı olarak Amerikan etnik topluluk ve kategorileri herhangi bir teritoryal boyuttan büyük oranda kopmuş ve onun yerine Amerikan siyasî sisteminde yeralan en güçlü baskı gruplarından bazılarına ve kitle seferberliğinin en etkili araçlarına dönüşmüştü. Etnikemeller pek az bir is­tisnayla, olsa olsa kentlerde ve beldelerde etnilerin seslerinin denetlenmesi ihtiyacı anlamında “komünal”dır. Siyahlar, Chicanolar[40] ve Yerli Amerikalılar bir yana, “millî” amaç ve semboller münhasıran tüm-Amerikan siyasî topluluğu ve kültürü için tahsis edilmiştir.[41]
Bu topluluk ile bu kültür nedir ve Sovyet insanı ile toplumunun soyunduğu milleti ve milliyetçiliği aşma işinin altından kalkabilmiş midir? Tüm-Amerikan kimlik ve kül­türünün içeriği, ilk göçmenlerin Anglo-Amerikan Protestan geleneklerinde yatan etnik köklerini açık bir biçimde ortaya koymaktadır. 18. yüzyıl sonlarında sömürgelerde egemen olan mit ve kültürü; bakışlarını geriye, “şerir Britanyalı üveyana”ya karşı Amerikanlaşmış ilk atalara çevirmiş ve bu Yeni Kudüs’te yeni “seçilmiş halk” için benzersiz bir kaderi ilan eden “yerli bir cedcilik” olarak tanımlayabiliriz.12
Bu Anglo-Amerikan Püriten seçilmişlik miti, Devrimi Romalılaştıran laik mitler, Anayasa ve Kurucu Babalar’ın [42] kahramanlık çağıyla tahkim edildi. Avrupalı göçmenlerin kıtaya akışı ancak, yeni milletin kültürel kimliğinin içeriği evreler halinde oluştuktan sonra başladı ve bu insanlar kendilerini bütünleştirme gereğini hissedecekleri Anglo-Amerikan dil ve kültürünün üstünlüğü üzerine kurulmuş olan bu temel ama esnek kültür kalıbına dahil oldular. Ama bu “etniklik ikamesi” milletin aşılmasını gerektirmedi. Tam tersine: Birleşik Devletler, siyasî topluluğun teritoryal millî tipinin ve teritoryal milliyetçiliğin gücünün başlıca timsali haline geldi. Bu bakımlardan, şimdiye dek, “teritoryal bir millet” kurma çabası tam da aşmayı arzuladığı Büyük Rus milliyetçiliğini arka kapıdan içeri alacağı in extremis (uç noktalara) savrulmak durumunda kalmış Sovyetler Birliği’nden daha başarılı olmuştur. Bundan da önce İç Savaş ve “tek ülkede sosyalizmi inşa etme” döneminde, milliyetçi dil ve sembolizm Lenin ve Stalin tarafından yeni bir sosyalist ve millet-üstü toplum yaratmak için zorunlu fedakârlıklarda bulunmak üzere “kitleleri” seferber etmek amacıyla kullanıldı. Böylelikle Sovyet deneyiminin mili! kimlik ve milliyetçi güçlerle tarihsel uzlaşımla malul olduğu noktada Birleşik Devletler, biraz da mütereddit bir şekilde, Anglo-Amerikan bir kültür. İlâhî Takdir miti ve teritoryal siyasî topluluk temelinde tam bir akültürasyona girişmişti.[43]
Ne Sovyetler Birliği’nin ne de Birleşik Devletler’in, farklı nedenlerle bile olsa milleti aşmış veya milliyetçiliği ikame etmiş olduğu söylenebilir. Bunun sonucu olarak kozmopolitenler yakın zamanlarda umutlarını başka bir yöne, daha “bölgesel” bir noktaya, -İskandinav işbirliği deneyiminden, Afrika ülkeleri arasındaki, Arap ülkeleri arasındaki ve Latin Amerika’daki bölgesel bloklara dek-devletlerarasındaki grup­laşmalara kaydırdılar.
Bu bölgesel işbirliği deneyimleri arasında belki de en vaadkâr olanı, başarılı ama daha sınırlı kalan bir işbirliği deneyimi olan 1950 tarihli Avrupa Kömür ve Çelik Birliği’nden sonra ilk olarak 1956 yılında 6 Batı Avrupalı devletin imzaladığı Roma Antlaşması’na dayanan bir Avrupa Topluluğu oluşturma yönündeki hareketti. Sıkça işaret edildiği gibi bu kökenler, çıkar çatışmaları üzerine dönem dönem patlak veren buna­lımların kesintiye uğrattığı Avrupa birliğinin yavaş yavaş gelişen kurumsal tarzını ve Avrupa’da devletlerarası işbirliğinin işlevsel temellerini ortaya koymaktadır.
Topluluğun temelini ekonomik içeriğin oluşturduğu sık sık vurgulanmış ve “gümrük birliği” ile “siyasî topluluk” arasına keskin bir çizgi çekilmiştir. Ancak millî birliğe yolaçan önceki Zollverein’in[44] hatırası böylesi sınırlar konusunda şüphe yaratmaktadır; bu sınırlar gösterdiklerinden daha fazlasını gizliyor olabilirler mi?[45]
Pek çokları için Avrupa birliğine yönelik ana saik işin ba­şında, siyasî hattâ askerîydi; devlet politikasının bir aracı olarak savaşın reddi, ve yakın dönem Avrupa tarihinin, Nazizmin soykırımında doruk noktasına varan gem vurulmamış mil­liyetçiliğin kör güçlerinin dizginlerinden boşalttığı iç savaşlara yol açılan abes bir kıyım şeklinde reddedilmesi. Bu okumada Avrupa Topluluğu millî tutkular ve bencil çıkarlar üzerinde siyasî aklın zaferini temsil edecekti; işin ekonomik boyutu içerik ya da amaçtan ziyade araç olarak görülmekteydi. De Gaulle’ün (Brötanya hariç) Urallar’dan Atlantik’e Europe des Patries (Anayurtların Avrupası) düşüncesinde ayak diremesi ve 1948’de Lahey’de kurulmuş olan Avrupa hareketinin, Avrupa Parlamentosu’nda, Avrupa Komisyonu’nda ve popüler hissiyatta teşvik görmeye başlaması tam da bu okumadan ötürüydü.[46]
Doğu Avrupa’nın Sovyet perestroika’sının etkisiyle kapı­larının açılmasından sonra da belki de tam bu yüzden bu iki siyasî akım, “Avrupa” hakkmdaki tartışmanın canevini işgal etmeyi sürdürmektedir. Avrupa Topluluğu düşüncesini benzer dost millî-devletlerin gümrük birliği olarak savunanlar açı­sından millî kimlik, modern siyasî ve kültürel topluluğun doğal biçimi; millî-devlet, en yararlı ve tutunumlu siyasî birlik tipi; ve ılımlı, “sağlıklı” bir milliyetçilik de, dayanışmanın ve kollektif refahın yegâne aracı olmayı sürdürür. Avrupa patrie’lerinin ekonomik işbirliği herbirine bu amaçları gerçek­leştirme imkanını sunacaktır, aksi halde hiçbir anlamı yoktur. Avrupa devletleri arasında siyasî bir birlikten yana bastıranlar için ise millî kollektif kimlik tipi, yaşayabilir ve arzulanabilir olmaktan çıkmıştır. Millî devlet hızla devre dışı kalmaktadır ve insanlığı nihai bir felaketin eşiğine getirmiş olan milli­yetçiliğin insanın bilincinden sökülüp atılması ya da hiç ol­mazsa ebediyen zararsız bir hale sokulması gerekir, Doğu’daki istikrarsızlık Avrupa’nın siyasî birliğini olsa olsa daha zorunlu ve acil bir hale getirmiştir.
Ancak Avrupa projesinden gerçekleştirmesi beklenen topluluk biçimi ve kültür tarzı nedir? Topluluğun sorunlarıyla içiçe geçmiş olmakla birlikte Avrupa kültürü sorusuna ileride geri döneceğim. Avrupa siyasî topluluğunu nasıl tasavvur etmeliyiz? Bir “süper-devlet” olarak mı? Ya da tamamen farklı sui generis (nev’i şahsına münhasır) bir şey olarak mı? Şimdi sırasıyla bunları ele alalım.
1. Her Avrupa devleti kendi askerî güçleri ve cephanelikleri üzerindeki denetiminden ve kendi toprağında şiddet tekeli uygulamaya hakkı olduğu iddiasından feragat edinceye ve nefsinden feragat popüler olarak kabul görünceye kadar bir Avrupa “süper-devlet”ine pek bel bağlanamaz. Öte yandan şimdiye dek kıtanın iki yakasındaki meşru güç kullanımını sınırlayan NATO ile Varşova Paktı oldu, Avrupa Topluluğu değil. Bu İkincisine ait kurumlar her tür askerî organı ve yargılama yetkisini bilhassa dışarda bırakmaktadır. Üstelik, varoluşsal bakımdan her Avrupa devletinin hükümranlığı nihai olarak ancak, dış tedbirlere karşı çıkmak için ya da hattâ (Avrupa Topluluğu’ndan) siyasî geri çekilme gibi bir tehdidi dayandıracağı askerî araçlara sahip olduğu sürece varoluşsal bakımdan hükümranlığı nihai olarak sağlam kazığa bağlı demektir. Bu koşullarda bir Avrupa “süper-devlet”i siyâseten olanaksızdır.
2. Aynı şekilde her Avrupalı devletin nüfusunun çoğunluğu gerçek anlamda bir Avrupalı bilinci ile kaynaşmış hale gelinceye kadar da Avrupalı bir “şüper-devlet” beklentisi pek ümitvar değildir. (Bu, süregelmekte olan millî duygularla ve bilinçle de bağdaşabilir ama mevcut millî bağlara başka, daha geniş bir bağlılık ve aidiyet halkasının eklenmesi gerekir.)
Ama zaten ikilem de burada yatmaktadır. Sakın bu yoldan Avrupa’da yeni bir “süper-devlet”in ortaya çıkışma şahit ol­mayalım? Ve tabiî, kimilerinin beklentisi kimilerinin de korkusu olan, yeni ve daha güçlü bir milliyetçiliğin de. .[47]
Şimdiye dek milliyetçiliğin ve tek tek Avrupa milletlerinin millî kimliklerinin zevaline dair ya da üyelerinin daha etkili bir Avrupa parlamentosu özlemlerine rağmen gerçek anlamda Avrupalı bir siyasî milliyetçiliğin doğuşuna dair en ufak bir emare yoktur. Ama kültürel düzeyde daha geniş bir pan-Avrupa hissiyatının işaretleri alınmaktadır; daha sonra bu konuya geleceğim.
3. Eğer ne bir “süper-devlet” ne de bir “süper-millet” Avrupa projesinden murat edilen kalıp değilse, sui generis bir yeni siyasî birlik biçimi midir sözkonusu olan? Belki de güçlerin “kondominyom”undan (ortak yönetiminden), belirli güçlerin, yargı yetkileri örtüşecek şekilde, dikkatle belirlenmiş alanlar dahilinde kalan herkes için bağlayıcı kararlar alma yetkisi tanınmış bir dizi merkezî kuruma bırakılması yolunda gönüllü bir anlaşmadan sözedebiliriz. Bu sorulara belli bir güvenle yanıtlar vermek güçtür. Bu tarz bir kondominyum, yeni doğmakta olan bir Avrupa’nın siyasî kalıbım tarif ediyorsa, Avrupa’daki tekil millî kimliklerle birarada yaşıyabiliyor olacaktır. Hattâ bunların güçlenmelerine de yardım edebilir, zira bir kondominyumun çözmesi gereken ama muhtemelen hiç bir zaman ortadan kaldıramayacağı çatışmalar, büyük bir olasılıkla mevcut millî emelleri ve bilinci vurgulayacaktır -tıpkı kültürel çapraz döllemenin, millî kültür ile millî kimliği dinç bir yenilenmeye itmesinde olduğu gibi. Öte yandan kondominyumdaki önderlik türüne bağlı olarak, çok merkezli bölgesel kuruluşlar ve güç blokları dünyasına yeni Avrupa’ya sadakat duygusu ve özlemi halkasının eklendiğini görebiliriz. Ama bu da belli bir “Avrupa” mirası duygusunun doğmasına ve kabul görmüş bir “Avrupa mitolojisi”nin ortaya çıkışma bağlı olacaktır. Başka bir sorun daha var. Avrupa deneyimi başka bölgeler ve birleşmeler için bir örnek oluşturabilir mi? Yeni “Avrupa”ya ilişkin özel kurumsal ayarlamaların, talihsiz “Westminster modeli” tarzında başka kıtalara aşılanmasının mümkün olamayacağı kesindir. Ancak Avrupa Topluluğu pekâla, başka yerlerdeki koşullar olgunlaşırsa veya olgun­laştığında türsel bir örnek olarak işlev görebilir; ve ileride ileri süreceğim gibi bu olgunluk da, paradoksal olarak, belli kültürel koşulların, özellikle de belli milliyetçilik türlerinin ilerlemesine bağlı olabilir.
Eğer şimdiye dek Avrupa projesine ilişkin kestirimler ile daha geniş çaplı çok etnili devletler ile bölgesel gruplaşmaların nasıl kök salacakları hakkında belirsizlikler sürüyorsa, millî sınırları aşacak kozmopolit bir kültüre dayanak teşkil ede­bilecek küresel karşılıklı bağımlılık için başka nereye baka­biliriz? Bu noktada, II. Dünya Savaşı’ndan itibaren son derece belirgin hale gelmiş olan yeni ulusaşırı güçleri anmak âdettendir; bunlar, bölgesel güç blokları, ulusaşırı ekonomik şirketler ve küresel telekomünikasyon sistemleridir. Şimdi bunlara sırasıyla bakalım.
II.        Dünya Savaşı’nda, daha önce emsali görülmemiş boyutta askerî zıtlaşmaların yarattığı devasa güç bloklarına tanık olunmuştu, ilk etapta, yörüngelerine çeşitli müvekkil devletler ile bölgeleri de katan komünist ve kapitalist iki büyük blok Avrupa’da ve başka yerlerde karşı karşıya geldiler. Bu zıt­laşmaya bağlı olarak Latin Amerika, Afrika ve Güneydoğu Asya’da da daha gevşek ve zayıf yapılı bölgesel bloklar mantar gibi bitmeye başladı, ama bunlar askerî ve ekonomik bakımdan bu iki aslı sanayileşmiş güç blokuna bağımlılıklarını sür­dürdüler. 1970’ler ve 80’lerde bu kutupluluk, önce iki blok mensuplarının (Batı Almanya, Japonya ve Çin) ekonomik ve siyasî sıkletlerinden, daha sonra da Avrupa ekonomik birliği yönündeki adımların sıklaşması ile perestroika’nın gerek Sovyetler Birliği gerekse Doğu Avrupa üzerindeki etkisinden ötürü gevşemeye başladı. Bu güç blokları hâlâ devam et­mektedir ama tu Umumlarını sağlayan bağlayıcı ideolojileri, millî bakımdan çeşitlilik arzeder hale gelmiş ve bazı du­rumlarda da bir zamanlar sahip oldukları harekete geçirici güçlerini yitirmişlerdir. Jeopolitik katmanlardaki yer değiş­tirmelerle ve “millî-devletler”in kendi kaderlerini tayin haklarının bir kere daha boy gösterişinden doğan çok merkezlilik nedeniyle, iki kutupluluktan yüzgeri ettiğimiz ke­sindir.[48]
Ulusaşırı şirketlerin gücü de aynı ölçüde tanıdık ve yakın zamana ait bir olgu. Devasa bütçeleri, teferruatlı teknolojileri ve birkaç kıtada uzun vadeli stratejiler planlama yetenekleriyle bu şirketler, oldukça esnek birikim ve denetim aygıtları ol­duklarım göstermişlerdir. Çoğu durumda, bütçeleri ve teknik düzeyleri karşılarındaki şirketlerden ekseriyetle daha düşük olan hükümetleri sollayabilmekte ya da üzerlerinden atlayabilmektedirler. Aynı zamanda çoğu Üçüncü Dünya ülkesinde kendi vasıflı personeline ek olarak yerli işçiler ve iç işleyiş mekanizmaları kullanabilmektedirler; bu mekanizmalar kültürel farklılıkları ihmal edebilmelerini ve çalıştıkları pa­zarları sağlama almalarını mümkün kılmaktadır. Sonuç olarak, çoğunlukla bu ulusaşırı şirketlerin işleyişleri eliyle, farklı gelişme düzeylerindeki devletlerin kapsamlı bir ekonomik hiyerarşi arzeden dünya kapitalist ekonomisine sokuldukları uluslararası bir işbölümü ortaya çıkmaktadır.
Son olarak ve belki de en şumullü olanı, kitle telekomü­nikasyon sistemlerinin güçlerinde ve etkinlik sahalarında hızlı bir gelişmenin ortaya çıkması ve bilgisayarlı haberleşme şebekelerinin genişleyerek devasa boyutlara varmış olmasıdır. Bu sistemlerin nüfuz alanı ile karmaşıklığı, haberleşme ağ­larının en geniş millî birimlerle bile sınırlanabilmesini imkânsız kılmaktadır; aynı zamanda bu sistemler millî kültürlerin bölgesel kültürlere karışması ve hattâ küresel bir kültürün ortaya çıkışma maddî temel sağlamaktadırlar. Şimdi, daha yerel haberleşme ağları ile bunların neşrettiği millî mesajları bastırabilecek küresel bir haberleşme ve tahayyül imali ve paketlenmesi mümkün hale gelmiştir. Devasa güç blokları ile ulusaşırı şirketler, ellerindeki bu telekomünikasyon sis­temleri ve bilgisayarlı haberleşme ağları ile, yeni bir kültür emperyalizminin güçlü aygıtları olarak işlev görebilirler.
Kitlesel nüfus hareketleri, çevre kirliliğinin artan önemi ve bölgesel veya küresel boyuttaki marazlara eklenebilecek bu yeni ulusaşırı güçler, iki koşut sav çerçevesinde tasvir edilirler. Birinci sav, gelişmiş sanayi kapitalizminin, “millî devlet”i devreden çıkartacak dev ekonomik ve siyasî birimler ortaya çıkardığı iddiasındadır. “Millî-devlet”i ıskartaya çı­kartanın esas olarak, esnek ama etkili bir tarzda uzmanlaşmış bilgisayarlı karmaşık şebekeler kurabileni incelmiş teknolojiler ve son derece çeşitlilik arzeden sermaye-yoğun işleyişleri ile, devasa ulusaşırı şirketler olduğu ileri sürülmektedir. İkinci sav ise milletin ikame edilmesini “post-endüstriyel” (sanayi sonrası) bir topluma doğru gidişin bir parçası olarak gör­mektedir. Milletler, sınai bir dünya için işlevseldi, onun teknolojisi ve pazarına ihtiyaç duyulmaktaydı, oysa bilgisayarlı bilgi ve iletişim sistemlerine dayanan “hizmet toplumu”nun gelişmesi millî sınırların üzerinden atlar ve yerkürenin her köşesine nüfuz ederler. Post-endüstriyel bir bilgi toplumunun gereklerini sadece kıtasal kültürler, nihai olarak da tek bir küresel kültür karşılayabilir.[49]
Bu iddiaların ve dayandırıldıkları gözlemlerin her biri için standart bir karşılık vardır. En güçlü askerî ve siyasî blokların bile ani ve kesin bir şekilde un-ufak olduğuna tanık olmaktayız. Hattâ ideolojilerinin çöküşünden, gerileyişinden önce, gerek Batı’da gerekse Doğu’da hızlı değişimler ve feminist, etnik ve ekolojik hareketlerinki gibi yeni talepler karşısında sesleri kısıldı, kemikleştiler ve değiştiler. Ekolojik hareket, kapitalizm ve komünizmin sloganlarının artık bir anlam ifade etmediği çok sayıda insanın ruhsal ve siyasî enerjilerini emen yeni kollektif eylem ve örgütlenme türleri yaratmıştı. O nedenle bu blokların canlılıkları, hayatiyetleri zaten içten içe tü­kenmişti.[50]
Sadece yeni hareketler değil aynı zamanda ele aldığımız “yeni-milliyetçilikler”de olduğu gibi, eski hareketlerin yeni formülasyonları da ortaya çıktı. Bu canlanış Richmond’un; post-endüstriyel devirde küçük ölçekli iletişim şebekelerinin yoğunluğu arttıkça dilsel ve etnik milliyetçiliklerin de üremesinin kolaylaşacağı tezine son derece uygun düşmektedir. Azınlıkların veya “çevresel” etnik mil­liyetçiliklerin bu dirilişi belli bir devlette egemen durumda bulunan (aralarında Sırplar, Çekler, Almanlar, Polonyalılar ve Rusların da bulunduğu) etnilerin çoğunluk milliyetçi­liklerinin de ekseriyetle tepkisel ve serbestleştirici bir süreçle canlanmasını da pekala tahrik edebilir. Nihai sonuç tam da modası geçtiği düşünülen “devletsel milletler”in güçlenerek, yeni ve daha güçlü bir solukla yola devam etmeleri olabi­lir.[51]
Aynı durum uluslararası ekonomik ilişkiler alanında da pekala geçerlidir. Üçüncü Dünya’daki “devletsel milletler” ile, eğer böyle bir şeyden sözedilebilirse, onlar ve Batılı devletsel milletler arasındaki ekonomik rekabet tamamen bir yana, gerek demografik gerekse ekonomik gelişmeler millî arzuları ve bölünmeleri artırmıştır. Nüfus patlamaları ve göçler nedeniyle savaşların kitle kıyımlarına veya mülteci akınlarına yolaçması yüzünden, göçmen politikaları, yurttaşlık yasaları ve nüfus patlaması konusunda çalan felaket çanları, milletlerin arasına yeni engeller koymaktadır. Aynı şekilde ulusaşırı şirketlerin yarattığı etki de çelişkili olmuştur. Ticaret, yatı­rımlar ve faaliyetleriyle dünyayı sarıp sarmalamış olabilirler ama hükümetlerin pazarlık edecek veya şartlar ileri sürecek kadar güçlü olduğu yerlerde millî muhalefeti (veya millî şirket ortaklarını) harekete geçirmektedirler. Warren’in, siyasî bağımsızlığın Üçüncü Dünya ülkelerine büyük kapitalist şirketler karşısında gerçek bir siyasî manivela verdiği yo­lundaki kanaatine tümüyle katılmasak da, siyasî bağımsızlık daha uyanık ve becerikli Üçüncü Dünya önderliklerine süper güçleri ve ulusaşırı şirketleri birbirlerine düşürme ve böylelikle şans ibresini kendilerinden yana döndürme ihtimallerini yükseltme imkânı vermektedir. Ama, bizim amaçlarımız bakımından daha da önemlisi, siyasî bağımsızlık dış baskılar karşısında millî kimlik ve hedef duygusunun güçlenmesine ve benzer bir uluslararası siyasî “imal halindeki topluluklar” hiyerarşisi içinde yeni bir “devletsel millet”in yer bulmasına yardımcı olmaktadır. O nedenle, paradoksal olarak, bu ulusaşırı ekonomik güçler, yerlerini alması beklenen milletler ile milliyetçiliklerin tahkim edilmesine yolaçabilecektir.[52]
Ne var ki gelişmiş kapitalizm veya post-endüstriyelizm kuramcılarının iddialarının en sorunlu olduğu yer kültürel alandır. Karmaşıklığı ve kitleselliği kuşku götürmeyen tele­komünikasyon ve bilgisayarlı haberleşme sistemleri, millî kültürlerle karışmakta veya en azından bunları yeni bir kozmopoliten kültürle örtmekte midir? Ve bu küresel kültür içeriği bakımından tam olarak nasıl bir şey olacaktır?
Bu sorulara verilecek yanıtlar büyük ölçüde spekülatif olacaktır ama Batılı post-modern kültür deneyimleri bize önemli ipuçları sağlayabilir. Genel konuşursak Batı’daki son kültürel gelişmeler, mecrasında akan modernizmin cilasını, post-modern motif, konu ve üsluplardan oluşma bir pastişle terkibe sokmaktadır. Bu özünde eklektik bir kültürdür. Bir yandan, kitlesel tüketim için eş biçimli olarak ambalajlanmış bir örnek kitle mallarının yağmur gibi hücumuna uğra­maktayız; öte yandan -mobilyadan ve meskenden TV filmlerine ve reklamlara dek bu mallar içeriklerini, özgün bağlamla­rından kopartılarak, narkozlanarak veya acayip ya da hicivci bir tarzda işlenerek yeniden canlandırılmış eski folklorik veya mili! motif ve üsluplardan almaktadırlar. 1920’lerin Stravinsky ve Poulenc’inden günümüzün Hockney ve Kitaj’ına dek, bu parodik üslup ve temalar pastişi, post-modern, hattâ güya klasik bir kitle kültürü imkânını ifade etmeye başladı.[53]
Bu nedenle küresel bir kültür, hepsi de yeni iletişim ve telekomünikasyon sistemleri ile bunların bilgisayarlı tek­nolojilerinden destek bulan, analitik olarak farklı sayısız unsurdan oluşturulacaktır; yoğun reklama tabi kitle malları, bağlamlarından soyulmuş folklorik veya etnik üslup ve motiflerden oluşma bir yamalı bohça, “insan hak ve değerleri” hakkında kimi genel ideolojik söylemler ve standartlaşmış nicel ve “bilimsel” iletişim ve takdir dili.
Bu post-modern küresel kültür sadece dünya çapındaki yaygınlığından ötürü değil, aynı zamanda öz-bilinci ve kendinin-parodisi olma derecesi bakımından da şimdiye kadarki bütün kültürlerden farklı olacaktır. Aslında “kendi” için hiçbir insanoğlunun öksesinden kaçamadığı bu özgül söylem ve dil teamülleri dışında bir yerin olmadığı, bu tea­müllerin ötesinde atıf yapılacak üstün noktaların, “merkez”in bulunmadığına inanan yeni kozmopolitanizm kaçınılmaz olarak eklektiktir ve devinim halindedir. Kalıbı aralıksız olarak değişmektedir. O nedenle sadece çok genel terimlerle tarif edilebilir.
Köklerini etnik bir zamandan ve kök yerinden alan şimdiye kadarki kültür emperyalizminden farklı olarak bu yeni küresel kültür, evrensel ve zamansızdır. Eklektik olmakla zamana ve yere karşı kayıtsızdır. Akışkandır ve kalıptan yoksundur. Bugün her yerden daha fazla Batı’da gelişme göstermiş olmakla birlikte, kitle iletişim araçları ve telekomünikasyon sistemleri eliyle post-modern bir kozmopolitan kültür dünyanın her köşesine taşınmaktadır. Burada, şimdide ve her yerdedir. Tarihi ya da tarihleri olmamakla övünür; kullandığı folklorik motifler, şimdi ve gelecek yönelimli “bilimsel” ve teknik bir kültürün yüzey dekorasyonu için kuyudan çekip çıkartılmış­tır.
Aynı zamanda temelleri bakımdan yapay bir kültürdür. Pastişi kaprisli ve ironiktir; etkileri özenle hesaplanmıştır ve delalet ettiği şey hakkında herhangi bir duygusal bağ­lanmadan yoksundur. Zanaatkârca ve sığ olan bu yeni kozmopolitanizm, daha çok araçlar ve değer ikilemlerini, çö­zümleri saf teknolojik olan teknolojik sorunlar halinde yeniden formüle etmekle ilgilidir. Bu noktada bu teknolojinin karekterinin, kesişen iletişim ve haberleşme sistemlerinin; ifadesini evrensel niceliksel ve bilimsel bir söylemde bulan karşılıklı bağımlı şebekeler yarattığı, ve teknik söylem kül­türleriyle, eskinin hümanist entellektüellerinin safiyane eleştirel söylemlerinin yerini alan teknik bir entelijensiya tarafından işletildiği doğrudur.[54]
Bugün gezegenin her köşesine epeyce eşitsiz bir şekilde yayılmış olmakla birlikte bu teknik küresel kültürün ayırdedici hatları farkedilmeyecek gibi değildir. Ama böylebir kozmo­politan kültürün yaşama ve serpilme şansı nedir? Dünya halkları arasında kök salabilir mi?
Bu kez de geçmişte bize yol gösterebilecek hemen hiçbir şey bulmak mümkün değildir. Geçmişte asla kültür yoktu; canlı ve tarihsel bakımdan özgül, tekil kültürler vardı. Hattâ en emperyal ve yayılma eğilimi gösterenleri bile -Roma olsun, Bizans olsun, Mekke olsun-çıktıkları yer ve zamanla kayıt­lıydılar; bu kültürlerin tahayyülleri ve kimlik duyguları, Roma ve Rusya’da Sezar ile Çar’ın tahayyülü gibi, çok uzun zaman popüler bir titreşim yaratmış somut tarihsel geleneklere da­yanmaktaydı. Gelenekler imal etmek ve tahayyül paketlemek belki de mümkündür ama imgeler ve gelenekler eğer belli bir popüler titreşimleri varsa kalımlı olacaklardır ve titreşime de, şayet idrak edilmiş kollektif bir geçmişle ahenk kurabilir ve bunu sürdürebilirlerse sahip olacaklardır. Yıkılmış ama şimdiki biçimiyle yeni bir şekilde yaratılmış bütün bu anıtlar -yad seremonileri, kahramanların büstleri ve yıldönümü kutlamaları-, anlamlarını ve duygusal güçlerini varsayılmış ve hissedilen kollektif bir geçmişten alırlar.[55]
Bugün, modern dünyada, bu hissedilen ve algılanan kollektif geçmiş hâlâ etnik ve millîdir. Kimlikler, imgeler ve kültürler de aynı şekilde ve inatla çokludurlar ve etnik ya da millî va­sıflarını sürdürmektedirler. Kimlik ve kültür oluşturmada belleğin tuttuğu merkezî yer ortadayken, post-modern kozmopolitanizmin temel motif, fikir ve üsluplarının köken bakımından folklorik veya millî olmaları beklenilebilir bir durumdur. Bugüne dek bundan başka, (seyrek de olsa antik atalara dek uzanan) sentetik bir yeni-klasisizm haricinde bir şey görülmedi. Küresel bir “inşa halindeki kimlik” sözkonusu değildir; küresel bir kültür sadece bellek-siz bir yapı olabilirdi ya da kendisini oluşturan millî unsurlara bölünerek ufala­nabilir, dağılabilirdi. Ama bellek-siz bir kültür bir çelişkidir; böyle bir küresel kültür yaratmaya dönük her teşebbüs, bu dev bricolage [56]atmak için olsa olsa talan edilmiş folklorik anıların ve kimliklerin çoğulluğunu öne çıkarabilir ancak.
Küresel bir kültür projesinin ardında, “metin”ini “okumak” ve varsayımlarının yapı sökümünü gerçekleştirmek durumunda olduğumuz insan tahayyülünün bir yapısı (construct) ve bir sanat olarak kültür öncülü yattığı için, sonunda insanlığın “yapması” (construction) ile “sökmesi”nin (deconstruction) sınırlarında tökezler hale gelmekteyiz. Nasıl bizzat milletin, egemenler ile entelijensiyanın ortaya çıkardığı bir yapı olan “muhayyel bir topluluk” olarak kabulü sözkonusuysa; pa­yandalarını bilim ile telekomünikasyon sistemlerinden alan geçmişin bir pastişi olarak küresel bir kültür de insanlığın en cüretkâr, her şeyi kavrayan bir tahayyül eylemidir. Ne var ki ancak bu kozmopolitanizmi oluşturan, bu yamalı bohçanın hicivleştirilmiş bileşenleri olan metinler, tek tek ve her milletin ve etnik topluluğun kültür ves öylemlerinden alınma mitler, anılar, değerler, semboller ve geleneklerdir. Söylemlerimize tarihsel sınırlar koyan, bu milletler ve etnilerdir. Onların etno-millî biçimlerine nüfuz etmek ve varsayımlarına meydan okumak, kendi başına, milletlerin/etnilerin gücünü aşındırır veya millî söylemlerin tutamaklarını tahrip eder. Oldukları şekliyle, devlet gücü ve kültürel iletişim gerçeklikleri ile kayıtlı olan etnik ve millî söylemler ve bunların metinleri, İnsanî muhayyilenin yapısına (construction) sınırlar koyar; zira kollektif ve bireysel “kendiler” ve onların söylemleri insanlık hallerini birleştirmek ve ayırmak için oluşturulduğu dil ve kültürleri teçhiz eden, tam da etno-tarihlerin uzun süreliliğidir (longue duree).
Küresel bir topluluğu tahayyül etmek yetmez; önce yeni ve daha geniş siyasî birlik (assosicaion) biçimleri ve farklı kültürel topluluk türlerinin ortaya çıkması gerekmektedir. Bu da muhtemelen düzensiz ve büyük ölçüde planlanmamış mevzi bir hareket olacaktır. [57]
Şimdiye kadar milletler ile milliyetçiliği ortadan kaldır­madaki başarısızlığa ve bunların ikamesinin imkânsızlığına ilişkin; küresel bir kültürün, hattâ “post-modernizm” gibi bize yeni “post-millî” üsluplar ve diller vaat eden son derece eklektik ve teknik bir kültür oluşturma, kurma projesinin bile, inanırlıktan uzak bir tabiatta olduğuna dair bir dizi neden ileri sürdüm.
Ama bu başarısızlığın çok daha etkili bir başka nedeni vardır; bizzat etnik üslup ve millî söylemlerin, gezegende yaşayan insanların ezici bir çoğunluğu üzerinde hükmünü sürdürmekte oluşu. Bunu bir temele oturtmak son derece kolaydır. Millî emeller ile bilincin ifadesi olmadıkları hallerde bile, siyasî çatışmaların, popüler protestoların ve devlet projelerinin çoğunun güçlü bir milliyetçi boyutu vardır. Hattâ cins, sınıf, ırk ve din gibi öteki meselelerle bağlantılı olduğunda bile, milliyetçilik, bu tür çatışma ve protestoların en acı/sert ve denetlenemez olanlarının hâkim figürüdür.
Soru şudur; bu bölümün başında da dediğimiz gibi millî kimlik neden böylesine her yerde hazır ve nazır, çok yüzlü ve yaygın olmaya devam edebilmektedir? Milletler ile milli­yetçiliğin nasıl ortaya çıktığı ve yerkürenin her köşesine yayıldığını gördük. Şimdi soru şudur; Diğer kimlik tiplerinin yerine getirmediği ya da daha ziyade uygunsuz kaldığı, millî kimliğin devamına hizmet eden işlevler nelerdir?
Bu işlevlerden belki de en önemlisi şahsen unutulma so­rununa tatminkâr bir cevap vermekte oluşudur. Laik evrede “millet”le özdeşleşme ölümle gelen sonluluğa galebe çalmanın ve kişisel bir ölümsüzlük boyutunu sağlama almanın en emin yoludur. Parti bile böylesine sarih bir vaadde bulunamaz; o bile nihayetinde millete geri çekilmek zorundadır. Zira Parti’nin sadece kendi kısa, devrimci bir tarihi vardır; oysa millet, çoğu kez yeniden inşa edilmiş veya imal edilmiş bile olsa, uzak bir geçmişe sahip olmakla gurur duyar. Daha da önemlisi, heroik geçmişine benzer azamette bir gelecek su­nabilir. Bu yolla halkı, sonraki nesillerce gerçekleştirilecek olan ortak bir kaderi izlemek üzere harekete geçirebilir. Çünkü onlar “bizim” çocuklarımızın neslidir; herhangi bir sınıf ya da Partinin vaat edebileceğinden daha fazla bir şeydir, ruhsal olduğu kadar biyolojik olarak da “bizim”dir onlar. Böylelikle ebedî yaşam vaadi kendi dölümüzde genetik olarak korunmuş olmaktadır. Zürriyetimizin belleğinde teselli bulamaz mıyız ve bunlar bizim, laik kuşkunun yo ketmiş gibi göründüğü, öteki hayatımızı garantilemez mi? Öyleyse millî kimliğin asıl işlevi, insanları şahsen unutulmaktan kurtarmak ve kollektif imanı ihya etmek için “tarihi ve kaderi olan güçlü bir topluluk” duygusu oluşturmaktır.[58]
Milletle özdeşleşmek bir dava veya bir kollektifle özdeş­leşmekten daha fazlasını ifade eder. Böyle bir özdeşleşme millî yenilenme içinde ve onun aracılığıyla şahsi bir yenilenme ve itibar sağlayacaktır. Bu kendisini oluşturan ama şimdi güçten yoksun ve horlanmakta olan ailelerin her birine do­ğuştan gelen haklarını ve eski soylu statülerini teslim edecek siyasî bir “süper-aile”nin bir parçası haline gelmek demektir. Milliyetçilik, ayağın baş olacağı ve dünyanın seçilmiş halkı ve onun kutsal değerlerini tanıyıp kabul edeceği “statüsel bir tersyüz oluş” vaat eder. Etno-tarihin son derece hayatî olduğu nokta burasıdır. Millet sadece ebediyet vaadinin dayandırı­lacağı uzak bir geçmişle övünmekle kalmaz; restorasyon ve itibar vaadine anlam vermek için muhteşem bir geçmiş, azizler ve kahramanlarla dolu altın bir çağı da serimleyebilmek durumundadır. Bu etno-tarih ne denli dolu ve zengin olursa iddiası da o denli ikna edici olur; ve bastığı akor, milletin fertlerinin yüreğine bir o kadar derinden oturur. Milliyetçilerin uzunca bir zamandır anlamış oldukları gibi, millî itibarın ölçütü ve millî restorasyon çağrılarını oturtmak zorunda oldukları çizgi, içerdiği hakikat ne olursa olsun, topluluğun etno-tarihinin antikliğine dair hissiyattır. Lonnröt ve Snellman, Gallen-Kallela ve Sibelius gibi Finli entellektüeller, Karelyalı köylülerin baladlarından Finlandiya’nın kayıp geçmişini, kahramanlar diyarındaki altın çağını, Kalevala’yı yeniden yaratmak ve bütün Finlandiyalıların, topluluklarının yaşayan geçmişine yeniden girebilmeleri ve böylelikle kollektif iti­barlarını ihya edip kendilerini ebediyete intikal ettirebilecek yegâne şey olan nesiller zincirine katabilmeleri için onu otantik bir tarih şeklinde sunma gereği duyuyorlardı. Soyut “Fin­landiya” yapısı altında kendilerini yenileyebilirlerdi ama bu yapı anlamını ve popüler titreşimini, çoğu Finlinin özdeşle­şebileceği ve unutulmaktan kurtulma vaadi taşır gibi görünen çok daha uzun bir geçmişe sahip varsayılmış bir etno-tarihle idrak olunan bir yakınlıktan almıştır.[59]
Millî kimliğin bir üçüncü işlevi de kardeşlik idealini ger­çekleştirmeye verdiği önemdir. Bu idealin kendisi, en azından ideolojik planda, aile, etnik topluluk ve millet arasında yakın bir ilişki olduğunu öne sürer. Etni ile millet basitçe büyük aile ilamları, birbirleriyle karşılıklı ilişkileri olan bütün aileler, erkek ve kız kardeşlerin oluşturduğu bir toplam olarak görülür.
Ama milliyetçiler aynı zamanda bu idealin talimini yapmak ve pekiştirmek için ritüeller ve seremoniler hazırlarlar. Nü­mayişler, anma seremonileri, yıldönümü kutlamaları, şehit anıları, andlar, özel günlerde çıkartılan paralar, bayraklar, kahramanlara ilişkin kasideler ve tarih! olaylar hakkındaki yadirgârlarla kimlik ve birliğin yeniden olumlanması suretiyle yurttaşlara aralarındaki kültürel bağ ve siyasî hısımlık ha­tırlatılır.
Pek çok bakımdan millî kimliğin başarısı ve kalımlılığı açısından en belirleyici olanı bu seremonik ve sembolik veçhedir -bireysel kimliğin kollektif kimlikle en yakından bağlı olduğu alan burasıdır. Bu yakınlığın birden çok nedeni vardır. Estetik değerlerin -sanatların milletin ayırdedici “ruhu”nu kalkındırmasını sağlayan, biçim, kütle, ses ve ritmin ustaca düzenlenmesinden doğan güzellik, varyete, itibar ve pathos (tarik) duyguları önemini küçümsemememiz gere­kir.
Bunun, onca şair, besteci, ressam, heykeltraş ve başka türden sanatçının, millî kimlik fikrini, kendileri ve sanatları için neden bu denli tesirli ve davetkâr bulduklarını açıklamaya yardımcı olacağına şüphe yok. Ama milliyetçiliğin sembolik ve ritüel yanlarının bugün bireysel kimlik duygusuna bu kadar dolaysız bir şekilde hitap etmesinin başlıca nedeni, etnik bağların ve etnik aidiyetin canlanışında ve özellikle topluluğun bütün nesilleri boyunca şehit düşmüş olanları ve “ataları” yad ediyor oluşunda yatmaktadır.
Bu noktada milliyetçilik Şintoizm gibi, cemaatin ölüme ve atalara tapınmaya çok büyük önem verdiği dinsel inançları andırmaktadır. Bu tür dinler gibi milletler ve onların anma seremonileri de, savaşlarda ve başka millî felaketlerde ya­kınlarını yitirmiş bütün aileleri ve ortak ataları anımsayanları, şehitler örneğinden yola çıkarak onlarda benzer bir heroizmi ilham edecek bir fedakârlık ruhu ile amaca kuvvet kazandırmak üzere biraraya getirir.[60] Kayıtsızlığın, unutuşun zürriyetle aşılması; altın bir çağa başvurmak suretiyle kollektif itibarın ihyası; yaşamakta olanı, ölmüş olana, topluluğun şehitlerine bağlayan semboller, ayinler ve seremoniler eliyle kardeşliğin gerçekleşmesi; bütün bunlar modern dünyada millî kimliğin ve milliyetçiliğin temel işlevlerini oluşturur ve milliyetçiliğin bütün tarih gailesi içinde nasıl bu denli kalıcı, çok yönlü ve esnek olabildiğinin temel nedenlerini verir.
Başka tarihsel ve jeo-politik nedenler de vardır. Tarihsel açıdan millî-devlet, savaşta ve barışta Fransa ve İngiltere’nin hegemonyalarının etkililiğini gözler önüne serdiğinden beri, değerini kanıtlamıştır. Ekseriyetle ruhundan ziyade dışsal yanları taklit ediliyor olmasına karşın evrensel bir model haline gelmiştir. Aynı şekilde Almanya ile Japonya’nın başarılan etnik milliyetçilik ile millî kimliğin “etnik” tipinin ne denli güçlü ve etkili olabileceğini göstermiştir. Herderci ve Fichteci kavramların yaygınlığı, Alman modelinin büyük etkisine kanıt teşkil etmektedir. Pek çok etninin demotik doğası malumken, bu etnik millet modelinin çok daha başarılı olduğu görül­müştür; dünyada, ekseriyetle şiddete yatkın bir özellik gösteren etnik milliyetçiliklerden azade olan ancak bir iki bölge var­dır.
Birkaç nedeni bulunmakla birlikte, etnik şiddet aynı za­manda etno-tarihin eşitsiz dağılmış olmasının da bir işlevidir. Her topluluğun tarihsel belleği; doğası, derinliği ve zenginliği bakımından dikkate değer farklılıklar gösterir. Bazı topluluklar, uzun, az çok belgelenmiş, çağırıcı gücü olan bir etno-tarihe sahip olduklan iddiasındadırlar; bazıları da çoğu yakın zamana ait birkaç yazılı toplumsal sergüzeşt örneği bulabilmişlerdir; Çoğunlukla da etnik kategoriler olan başkaları için, kollektif kullanıma sunulabilecek sadece yakın döneme ait bir baskı ve mücadele tarihi mevcuttur ve belki de bu arada o top­raklarda daha önce yaşamış eski kültürlerin anılarından belli parçaların da bu tarihe katılmış olması mümkündür. Örneğin modern çağların başlarında Doğu Avrupa’da, uzun ve zengin tarihleriyle gurur duyan, kendi tarihsel devletleri olan Polonyalı, Macar ve Hırvatlar gibi belirgin etniler; Ortaçağ’daki tarihleri yeniden keşfedilmiş ve Osmanlı baskısı altında oluşmuş yakın dönem belleklerine hizalanmış Sırp, Romanyalı (Eflak ve Moldavyalı) ve Bulgarlar gibi (kimliği) örtülü etnik topluluklar; ve belleklerinin büyükçe bir bölümü epeyce yakın bir döneme ait, jenealojik bir soy ve müphem kahraman atalar bulmak için tarihi didik didik etmek zorunda kalmış, Slovaklarla birlikte Makedonyalı ve Rutenyalılar gibi etnik ba­kımdan karışık bölge ve kategoriler görmemiz mümkündür.[61]
Bugün zengin bir etno-tarih, kültürel güç için önemli bir kaynak olabilir ve kültürel siyasallaşmanın odağı durumuna gelebilir. Tarihleriyle övünç duyabilecek toplulukların, ta­rihleri kıt veya şüphe götürür olanlar üzerinde rekabetçi bir üstünlükleri vardır. Bu ikinci durumda entellektüelleri çifte bir görev beklemektedir; mensuplarını anlı şanlı bir geçmişe sahip oldukları konusunda ikna etmek için yeterince geniş bir toplumsal tarih keşfetmek ve geçmişin meziyetlerine kuşkuyla bakan hariçtekileri bu geçmişin meziyetleri ko­nusunda ikna edebilmek için (tarihi) yeterince belgelendirmek zorundadırlar. Milliyetçi entellektüeller, haklı olarak, daha çok birinci görevle meşgul oldular. Kültürel ve siyasî açılardan bakıldığında, gün ışığına çıkarılmış anıların içerdiği hakikat; bereketinden, çeşitliliğinden ve dramasından (estetik vasıflar) veya imrendiren ve şimdiki nesili “anlı şanlı ölüler”e bağlayan sadakat, soyluluk ve özveri (ahlâkî vasıflar) örneklerinden daha az önem taşır.
Genel konuşursak, uzun, zengin, devamlılık arzeden bir etno-tarihin eksikliğini, filoloji, arkeoloji, antropoloji ve diğer “bilimsel” disiplinlerden, belirsiz şecerelerin ardına düşmek, nüfusun doğduğu topraklardaki köklerini bulmak, ayırdedici hususiyet ve kültürlerini belgelemek ve eskinin uygarlıklarını ilhak etmek üzere yararlanıldığı “kültür savaşları” yoluyla dengelemek durumunda kalanlar, daha küçük, (kimliği) örtülü topluluk ve kategorilerdir. Bu anlamda Iraklılar, Mezopo­tamya’da serpilip geliştikleri için Sümer ve Babil gibi çok eski uygarlıkları kendilerine maletmişlerdir. Türkler de, l.Ö. 2. bin yılda varolmuş Hitit İmparatorluğu üzerinde hak iddiasında bulunmuşlardır. Yunanlılar ile Bulgarlar, antik Makedonya’nın kral mezarlarının millî menşei konusunda ihtilaf halindedirler. Yahudi ve Filistinliler Nablus ve Samiriye bölgesi üzerine, Macarlarla Romanyalılar da Transilvanya’nın karışık toprakları üzerinde savaş halindedirler.[62]
Daha genel olarak, etno-tarihin eşitsiz dağılımından beslenen kültürel rekabet, önceki bölümlerde ele alman geniş bir alanda gözlenen yerliliğin seferberliği ve kültürel siyasallaşma sü­reçlerinde itici bir güç olmuştur. Başarılı etno-milliyetçilik örnekleri, kültürel bakımdan daha gelişmiş komşuların ta­hakkümü altına girme korkusunun da yardımıyla, etnik hareketlere esin kaynağı olmayı sürdürmekte ve Fiji ve Sri Lanka’dan, Afrika Boynuzu ve Karayipler’e kadar yerkürenin her köşesinde etnik çatışmaları tahrik etmektedir. Ayırdedilmeleri mümkün olmayan etno-tarihlerin yeniden keşfiyle seferber edilebilecek sayısız etnik topluluk ve kategori or­tadayken, etniler ve milletler arasındaki kültürel savaşlara son verme ve milliyetçiliği ikame etme ihtimali uzak gö­rünmektedir.
Millî kimliğin kaplayıcı ve her yerde hazır ve nazır doğasıyla ilgili bu kültürel ve psikolojik nedenlere, birleşik etkileriyle mevcut etnik ve millî farklılıkları şiddetlendiren ve tesirlerini küreselleştiren eşit oranda kudretli ekonomik ve jeo-politik temeller eklenmelidir. Sık sık gelişmiş kapitalizmin milli­yetçiliği eskittiği ve millî sınırların üzerinden atlamak suretiyle karşılıklı bağımlılığa dayalı tek bir dünya yarattığı yolunda bazı iddialar duyarız. Buna zaman zaman, milletlerin ve milliyetçiliğin erken dönem kapitalizmin ürünleri (ve araçları) olduğu yolundaki Marksist iddia da eklenir. Ne var ki milletler ve milliyetçilik, ulusaşırı şirketler dünyasında ve uluslararası işbölümünde gelişmesini sürdürmektedir. Milletler ile mil­liyetçiliği, kapitalist üretim tarzındaki değişikliklere bağlı bir görüngü olarak görmeye devam etmenin özenli bir tahlile faydasının olmayacağı açıktır.
Özgül tarihsel durum ve örneklerde sık sık birbirlerinin yoluna çıktıkları vakiyse de, aslında sermayenin doğuşu ile milletin ortaya çıkışı şeklinde iki yörünge ayırdetmek daha uygundur. Kuzey İtalya ve Flander’deki (Flaman Ülkesi) ilk tefecilik evresinden sonra kapitalizm, 15. yüzyıl sonlarından itibaren Kuzeybatı Avrupa’da birkaç “çekirdek” devletin rekabetinde oynadığı rolle yavaş yavaş egemen bir konuma yükseldi ve çok geçmeden ticaret sermayesi haline geldi. Sanayi Devrimi 19. yüzyıl sonu ile 20. yüzyılda ona dünya hege­monyasını kazandırmadan önce bile, 18. yüzyılda Asya, Afrika ve Latin Amerika’nın sahil bölgeleri ile ceplerin yanında, Batı ve Orta Avrupa’nın önemli bölgelerini de kendi periferisine kattı. Bu sırada 14 ve 15. yüzyıllarda Kuzeybatı Avrupa’nın aynı bölgesinde, daha önce gördüğümüz gibi, Fransa, İngiltere, İspanya, Hollanda ve İsveç’in merkezlerinde önceden mevcut etnik topluluklar temelinde (rasyonalleşmiş, profesyonel bürokratik) ilk modern devletler ortaya çıktı. Çok geçmeden, 18. yüzyıl sonlarından itibaren Avrupa’nın değişik yerlerine ve yerküreye yayılacak, 19. yüzyıl sonu 20. yüzyıl başlarında siyasî bir biçim haline gelecek olan ilk modern milletler, bu bölgelerde, (ancak asla türdeş olmayan) bu “etnik devletler” temelinde ortaya çıktılar.
Aslına bakılırsa hem milletin hem de sermayenin dünya hegemonyasına yükselişlerinin dönemleştirilmesinde, raslantı olmayan, oldukça yakın bir koşutluk sözkonusudur. Burjuva kapitalizminin yeni güçlerinin, aralarındaki ilişkiler sık sık savaş ve rekabet durumu arzeden etnik toplulukların ve devletlerin oluşturduğu, önceden mevcut bir çerçevede faaliyet gösterdikleri bir gerçektir. Önce ticaret daha sonra da sanayi kapitalizminin zuhuru bu rekabeti şiddetlendirdi ve genişletti. Savaş da gerek devleti gerekse onun egemen etnik nüfusunu, tümleşik, teritoryal ve yasal bakımdan birleşmiş bir millet halinde birbirine kenetledi. Böylelikle sonraları kapitalizmin genişlemesinin, Avrupa’da mevcut devletler arasındaki sistemi güçlendirmek ve bu sistemdeki savaşlar ve rekabetler eliyle de millî hissiyatın devletin egemen etnisinde billurlaşma sürecine yardım etmek gibi bir etkisi oldu.[63]
Aslında zaman zaman sermayenin faaliyetleri ile özgül milletlerin ortaya çıkışları arasında yakın bağlantılar olmuştur. Ticaretteki rekabetin millî farklılık duygusunu keskinleş­tirmesinin yanında, aynı oranda, burjuvazinin yükselen millî hissiyatı da denizaşırı rekabetçi güdülerine yeni bir iştah verdi.
Eğer sermaye modern devletin ekonomik aygıtlarım teçhiz etmişse, aynı şekilde etnik temelli devletler ile bu devletlere duyulan bağlılık da tüccarlar ve (daha sonra da) sanayiciler arasındaki rekabetin ve ticaretin yönünü dikte etmiştir.
Sermayenin millete asıl katkısı, devleti yeni sınıflarla, özellikle burjuvazi, işçi sınıfı ve profesyoneller gibi önderlik yapabilecek ve rakip devletler ile milletler karşısında kendi devletlerini ilerletebilecek sınıflarla teçhiz etmek olmuştur. Ancak bu da önceden mevcut etnik topluluklar ile devlet sistemlerinin sınırları dahilinde olmuştur.
Kapitalizm, çoğu kez, doğmakta olan milleti zorunlu meslekî becerilerle ve ayrışmış ekonomilerle teçhiz eden, eski tarımsal yapıların üzerine gelen yeni bir sınıf yapısı yaratır. Ama millet yeni sınıfların “ürünü” olarak görülmemelidir. Daha ziyade, farklı sınıflar, önceden mevcut yatay veya dikey etnilerden ortaya çıkan milletlerin oluşumunun amilleri haline gelirler; ya da etnik kategoriler içinde entelijensiyanın bulunması durumunda, komşu etnilerin gözünde yeni bir etnik toplu­luğun teşvikçisi olurlar.
Eski etnik topluluğun modern bir millet haline dönüşmesi sırasında ardarda gelen tarihsel dönemler içerisinde farklı sınıflar ve tabakalar başı çekmişlerdir. Batı’da modern çağın başlarında monark ve aristokrasi, sonra da orta sınıf, alt sı­nıfların ve sınır boylarındaki toplulukların, Kiliseyle birlikte ortaya çıkışına yardımcı oldukları “millî devlet”e bürokratik olarak dahil edilmelerinin asıl amilleri oldular. Bu, İngiltere ve Fransa’da 12 ve 13. yüzyıldan itibaren izlenebilecek uzun, yavaş ve kesintili bir süreçti. Daha sonra -Katalanlar, Almanlar, Ermeniler, Yahudiler gibidiaspora etnik topluluklarının başlangıç evrelerinde ticarî kapitalizmin yayılmasına yardımcı olmaları gibi, Fransa, İspanya, İngiltere, Hollanda ve İsveç’teki yerli tüccarlar ve ticaretle iştigal eden sınıflar, ekseriyetle aristokrasinin ve ruhbanın çıkarlarıyla çatışma halinde, bü­rokratik yoldan dâhil edilme görevini sürdürmesinde Taht’a yardımcı oldular.
Öte yandan Doğu Avrupa’da, Polonya ve Macaristan dışında, aristokrasi ve orta sınıfın rolünü, zaman zaman Yunanistan ve Sırbistan’da bir tüccar sınıfı ile birlikte ama cılız durumdaki ticarî tabakalardan genellikle pek az bir destek alarak, küçük bir profesyonel ve entellektüel tabaka üstlendi. Çoğu durumda, ücretlilerin halkın son derece ufak bir bölümünü oluşturduğu bir sırada, kapitalizmin nüfuzundan sözetmek acelecilik olacaktır. Avrupa dışında Hindistan ve Güney Afrika gibi birkaç istisna dışında, kıyı ticareti çoğu zaman bir katalizör gibi işlemiş ve 19. yüzyıl sonları ile 20. yüzyıl başlarında eğitimli bir kentli sınıfın doğuşunu kolaylaştırmışsa da, gerek teritoryal gerekse etnik milliyetçilikler kapitalist üretim ilişkilerinin nüfuzunu öncelemişlerdir. Ama burada da ka­pitalist etkinin parametrelerini, Avrupa sömürgeciliğinin siyasî ve idari çerçevesi ile strateji ve saygınlık gereklerinin tayin ettiği teritoryal sınırlar oluşturmaktaydı.[64]
Per se (bu sıfatla) kapitalizme, milletler ile milliyetçiliğin doğuşunda sadece güçlü bir katkı rolü biçmek mümkünse de, bürokratik devletlerin ve bölgesel devletlerarası sistemlerin üstlendikleri rol için aynı şeyi söylemek olanaksızdır. Bü­rokratik devlet ile devletlerarası sistem, kapitalizmin doğu­şunda belirleyici olmanın yanında, gerek yolaçtığı savaşlar ve gerekse değişik etnik nüfuslar ve sınıflar üzerindeki tesiri aracılığıyla millî kimlik ile milliyetçiliğin yayılmasında da aynı oranda hayatî bir unsur oldular. Bu etki, merkezîleştirici devletlerin protestolara, muhalefete, zaman zaman da devrimlere yolaçmış olmaları yüzünden ekseriyetle çatışmalarla doluydu. Yabancılaşmış entellektüellerin rolü burada hayatî bir öneme haizdi. Seçkin despotizminin ve devletin mutlakiyetçiliğinin yerini alabilecek “sahici” bir millî kimliğe dair fikirleri sadece onlar formüle edebilirlerdi. Aynı zamanda, orta sınıflar arasında bulunan eğitimli “kamu”dan, özellikle de devletin ihtiyaç duyduğu, devşirdiği ve kendi amaçları için eğittiği profesyonellerden destek toplayabilecek olanlar da onlardı.[65]
Sonuç olarak hükümran bürokratik devlet, giderek eko­nomik ve askerî güçlerin olduğu kadar teritoryal ve siyasî birimlerin sınırlarını da çizmeye yöneldi. 20. yüzyıl başlarında, milliyetçi ilkelerin kalkanı altında, dünyanın çoğu bölgesinde siyasî birliğin kabul görmüş kaidesi haline geldi. Millî kimliğin bekçisi olarak devlet, meşruiyetini, cisimleştirmeye ve temsil etmeye uğraştığı milletten türetti; böylece sadece kendi devletlerine sahip milletler, “millî devletler”den müteşekkil bir dünyada kendilerini güvenlik ve özerklik içersinde his­sedebilir oldular. Bu yolla devlet ile millet birbirlerine karışarak aynı yastığa baş koydular.
Bu karışma, pek çok yerde çatışmaya ve sefalete sebebiyet vermiş olmakla birlikte, devletin de milletin de güçlenmesine hizmet etmiştir. Bu simbiyoz, feshedilemezliğini kanıtlamış; millî kimliğin dayanağını ve milliyetçi fikirleri, her milli­yetçinin isteyebileceği, her kozmopolitanın da yerinmesi gereken bir kararlılıkla tahkim etmiştir. Ancak bu arada devletin ve bürokratik aygıtlarının meşruiyetini de güçlen­dirmiştir; milliyetçilik (kartını) etkili bir şekilde kullanmayı becerebilen rejimler, popülariteleri azalsa bile, uzunca bir dönem ayakta kalabilmektedirler. Devlet ile millet (hatalı bir adlandırma ile “millî-devlet” namıyla), aynı ölçüde hatalı bir adlandırma olan “milletler-arası” topluluğun kabul görmüş yegâne oluşturucuları olarak, muzafferane yürüyüşlerini omuz omuza kesintisiz sürdürmektedirler.[66]
Bugün dünya, bölgesel devletler-arası sistemler halinde gevşek biçimde biraraya gelmiş “millî-devletler”e ayrılmış durumdadır. Bu sistemler ile onları oluşturan devletler, yurttaşları arasında dayanışmaya ve siyasî bağlılığa ve millî-devletin kendi sınırları içinde hükümran yargılama yetkisine rağbet etmektedirler. İhlaller olmakla birlikte (Çekoslovakya’da, Grenada’da, Panama’da), uluslararası topluluk genel olarak egemen devletlerin iç meselelerine dışardan müdahaleleri, bu tür sorunlar yurttaşların selahiyetinde olup “halk”ın millî “iradesi”ne tâbî oldukları ge­rekçesiyle, reddetmektedir. Bu bakımdan etatisme'i (devlet­çilik) millet ile onun ahlâkî sınırlarını pekiştirmektedir. Çeşitli bölgesel devletler-arası sistemlerde de giderek olan budur. Bu sistemler açısından yegâne kollektif aktörler, meşruiyet­lerini millî irade ile millî kimliğin açık ifadesinden alan millî devletlerdir. Bu şartlarda meşru olacak bir millî-devlet’in, yurttaşlarının “yabancılar”dan keskin hatlarla farklılık taşı­dığını ama aynı oranda da içsel bakımdan birbirlerinden farklılık arzetmediklerini göstermesi -mümkün olduğunca-zorunludur. Başka bir deyişle “millî devletler”den müteşekkil bir dünyada meşruiyet bir içsel türdeşleşme boyutu gerektirir; jeo-politik sınırlamalar bu noktada öteki farklılıkların önüne geçer.
Ancak, jeo-politik gereklerin etnik bakımdan görece türdeş devletleri takviye ederken, etnik bakımdan çoğul devletlerin tutunumunu aşındırmaları son derece muhtemeldir. Dev­letlerarası sistemin sergilediği dayanışma, bağlılık ve türdeşlik gerekleri sık sık tam da, sistemin istikran pahasına sindirilmiş olan bu etnik direnişi tahrik eder. Pek çok yerde etnilerin ve etnik kategorilerin önceden mevcutluğu veriliyken, hayati­yetlerini sürdürmekte olan etnik mozaiklerin ve yamalı bohçaların üzerine, tümleşik, rasyonel, bürokratik devlet­lerden oluşan bir sistemin bindirilmesi; bu devletlerin önceden mevcut etnik haritaya uymadığı her yerde, ciddi istikrar­sızlıklara ve derin etnik çatışmalara sebep olmak duru­mundadır. Müdahaleci bürokratik devlet, bir biçimde sin­dirilmiş sınıflar ile bölgelerin, ekseriyetle yabancılaşmış entellektüellerin öncülük ettiği protestolarına yol açma eğilimi gösterdiği için, bu sindirilmiş etnik topluluklar ile katego­rilerin yeni devlet tipinin ve devletlerarası-sistemin türdeş­leştirme gereklerine nasıl karşı çıkacaklarını görmek zor değildir. Ve merkezleştirici teritoryal “millî-devletler” ile etnik topluluklar arasındaki çatışma bir kere patlak verdiğinde, modern devletin jeo-politiği ancak iki (veya daha fazla) milliyetçiliğin -bazen örtük de olsa-hak iddialarını, daha içinden çıkılmaz ve kalıcı bir çatışma konusu haline getirmeye yarar.[67]
O nedenle bugünkü düşüncelerin çoğunun aksine, her yerde milletin gücünü takviyeye ve milliyetçilik ateşini alevlen­dirmeye yardımcı olan, tam da devletlerin daha geniş bölgesel sistemler halinde siyasî gruplaşmalarıdır. O nedenle, mil­letlerin veya milliyetçiliğin ikamesi için bakmamız gereken yerler, yeni bir bölgesel hizalanış veya “millî-devletler”den oluşan “üst-millî” bloklar değildir; zira, birlikler, topluluklar veya örgütler şeklindeki bu devletler-arası gruplaşmalar, uluslararası kapitalizmin yeni sınıflarının yaptığı gibi alev­lendirmese bile, sadece millî kimliklerin ve milliyetçi emellerin dayanaklarını kabalaştırmaya yarar.
Bugün kollektif ayniyetin asıl biçimi millî kimliktir. Bi­reylerin duyguları ne olursa olsun, kültür ve kimliğin egemen ölçütünü, hükümetin yegâne ilkesini veren millî kimlik, toplumsal ve ekonomik faaliyetin esas odağını oluşturur. Millet ile milliyetçiliğin çağrısı evrenseldir; etnik protestolar ve milliyetçi başkaldırılardan azade hiçbir bölge yoktur. İster övülsün ister yerilsin, millet, aşılmakta olduğuna dair hiçbir emare göstermemektedir ve milliyetçilik popüler tahrip gücünden ve öneminden bir şey kaybedecek gibi görünmü­yor.
Meselelerin bu duruma gelişi ne tesadüfidir ne de yakın döneme ait bir olgu. Kökleri, modern dünyamızın doğu­mundan çok daha gerilere uzanan ama modern bürokratik devlet sistemlerinin, kapitalist sınıf yapılarının ve laik çağda tarih ve kader (ortaklığına) dayanan bir toplulukta ebediyet ve itibar arayışlarının hiç beklenmedik bir şekilde ve güçte yeniden canlandırdığı etnik bağ ve hissiyatlann uzun tarihînde yatmaktadır. Etnik bir geçmişin yeniden keşfi ile eskinin altın çağının kollektif bir şekilde ihyasının vaat edilmesi aracılığıyla, millî kimlik ve milliyetçilik, etnik toplulukları ve bütün sınıf, din, cins ve bölgelerden insanları, özgür ve eşit milletler dünyasında “millet” olma, kültürel ve tarihsel olarak aynı kökten gelen yurttaşlardan müteşekkil teritoryal topluluklar olma haklarını yükseltmelerini sağlamış ve onlara esin kaynağı olmayı başarmıştır. En güçlü devletlerin bile uyuşmak zorunda kaldıkları, dünyamıza kalıbını veren ve öngörülebilir bir gelecekte de muhtemelen dünyamızı biçimlendirmeyi sür­dürecek bir kimlik ve bir kuvvet sözkonusudur burada.
Pek çokları için bu kasvetli bir sonuçtur. Milliyetçilik dünyasından hiç bir çıkış yolu, milleti aşma ve milliyetçiliğin doğmasına katkıda bulunduğu sayısız sert çatışmadan kur­tulma olanağı bırakmamaktadır. Millî-devletlerarasındaki ve devletlerle etnik bileşenleri arasındaki çatışmalar, muh­temelen bugün uyumakta olan etnik topluluk ve kategorileri yarın harekete geçirmeyi sürdüreceği gibi belki (yenilerini) de ortaya çıkaracaktır. Küresel güvenlik ve küresel bir kültür bakış açısından bu sonuç, marazi bölünmeler, güvensizlik ve savaş kör döngüsünden hiç bir çıkış yolu sunmamakta­dır.
Ancak böylesine kesin bir hükümde bulunmakta haklı mıyız? Yeni küresel güçlerin (ulusaşırı şirketler, telekomü­nikasyon sistemleri vs.) önemi hakkındaki önceki sözlerimiz çok farklı bir yöne işaret etmiyor muydu? Bazı devletlerde yakın geçmişte uygulanan federal sistemlere ve Avrupa projesine ilişkin değerlendirmelerimiz gerçekten de bu denli olumsuz muydu? Kozmopolitanların çılgınca hayallerinin hesaptan düşülmesi gerekiyorsa, hafıza-sız bir küresel kültür ikna edicilikten yoksunsa, o zaman geriye kollektif kimlik­lerimizi bölgesel düzeyde yavaş yavaş yeniden oluşturmak adına da mı hiç makul, ölçülü beklentiler kalmıyor? Sanı­yorum, siyasetten ziyade kültürel alanda ve biraz paradoksal yollarda, daha sınırlı ümiüer beslemek için nedenler var­dır.
Kitabın başından itibaren ileri sürdüğüm savların anafikrini, sadece modern kollektif kimlikleri, özellikle de etnik bağlar ve etno-tarihi değil aynı zamanda devletler ile sınıfları da şekillendiren güçler ile, insanların, genellikle de milliyetçi entelijensiyanın, miraslarım “eski-yeni” millî kimlikler halinde yeniden kurmaya ve yeniden kalıba dökmeye çalışırkenki yolları arasındaki karşılıklı etkileşim oluşturmaktadır. Bu ikilik, millî kimlikleri “millet ötesi” bir şey halinde yeniden tanzime yönelik, yakın zamanlardaki görüş ve çabalara da şekil vermeye devam etmektedir.
Milletin ilkeleri, milliyetçiliğin de ilkeleridir. O nedenle milleti aşmak, paradoksal olarak, ancak genellikle bu giri­şimlerin nesnesini oluşturan tümleşik milletten daha geniş bir milliyetçilik biçimiyle mümkün olabilir. Büyüklük ve saha olarak “normal” bir tümleşik milletten daha geniş bir milli­yetçilik biçimi de vardır. “Pan-milliyetçilikler”i kastediyorum. Bunlar, birkaç genellikle sınırdaş devleti, paylaşılan kültürel özellikler veya bir “kültürler ailesi” temelinde tek bir kültürel ve siyasî topluluk içinde birleştiren hareketler olarak ta­nımlanabilir. Yugoslavizm, en eski Pan-milliyetçilik örnek­lerinden biriydi ve çok geçmeden onu, genellikle başka devletlere ait, etnik bakımdan benzerlik taşıyan bölgeleri topraklarına katmayı gaye edinen çeşitli irredentist hareketler (Pan-Cermenizm, Pan-Bulgarizm, Pan-ltalyanizm vs) ile; siyasî birleşme yönünde ciddi teşebbüslerden, ortak sömürgesel deneyim ve kültür temelinde daha gevşek birliklere dek çe­şitlilik arzeden Pan-Türkizm, Arabizm, Afrikanizm, Latin Amerikanizm gibi daha geniş ölçekli “Pan” hareketler izledi. Bu hareketlerden hiçbiri (daha küçük çaplı irredentist ha­reketlerin çeşitli derecelerde gösterdikleri haricinde) siyaseten başarılı olamadılar. Ama önemleri başka bir noktada yat­maktadır. Pan-Slavizm, bırakın tek bir territoryal devlet kurmayı, Slavları tek bir siyasî topluluk halinde birleştirmenin yanına bile yaklaşamadı. Ancak Slav dilleri konuşanlar arasında kültürel bir rönesansın esin kaynağını oluşturarak, yazar ve sanatçıların biraraya gelmelerini sağlamanın yanında geniş bir kültürel alanda çeşitli ortak düşünce ve duyguların ortaya çıkışını tahrik etti.[68]
Pan-Arabizm, bütün Araplar nezdinde siyasî bir topluluk duygusunun ifadesi olmak bir yana, Araplar arasındaki kıyıcı savaşları bile önleyecek güçte olamadı hiç bir zaman. Ancak Araplar arasında daha geniş kültür ve filantrofik bağlantılar kurmanın yanında belli projelerin de ilham kaynağı oldu. Aynı şekilde, feci bir askerî sonla neticelenmiş olmakla birlikte Pan-Türkizm de gerek Türkiye’de gerekse dışardaki Türkler arasında bir kültürel rönesansın boy atmasına, Türki dillere ve Türk tarihine yeniden bir ilginin doğmasına, Türkçe ko­nuşan halklar arasında çeşitli bağlar kurulmasına önayak oldu.[69]
Pan-milliyetçiliklerin önemi, prolifer etnik milliyetçiliklerin bölünerek çoğalma eğilimlerine karşı koyabilme veya en azından ona bir seçenek oluşturabilme yeteneklerinde yat­maktadır. Pan-Afrikanizm, azınlık etnik milliyetçiliklerin birbiri ardına yeni sömürge-sonrası devletler içinde hak id­dialarında bulunmalarını önleyemezken, onlara Afrika’nın geçmiş başarıları karşısında yeni bir gurur duygusu ve bütün Afrikalıların paylaştıkları daha geniş bir topluluk duygusu kazandırdı. Pan-Afrikanizmin önemi, yaratılmasına yardımcı olduğu Afrika Birliği Örgütü’nden çok, sömürgeci efendilerin her fırsatta aşağıladıkları Siyah Afrikalılara (sağladığı) ortak bir Afrika geçmişi ve “kültürler ailesi”nin yeniden keşfiyle ufuklarını genişletmesinde ve itibarlarını yeniden kazan­dırmasında yatmaktadır.[70]
“Kültürler ailesi” kavramı burada önemlidir. Bugün ar­zulanan ve oluşturulan siyasî ve ekonomik bir birleşme iken, birbirleriyle ilişkili kültür ailelerini kapsayan kurumsal bir “kültür alanı” genellikle uzun vadeli süreçlerin bir ürünü sayılmakta ve çoğunlukla da öngörülmemekle, amaçlanmamakta, yönelenilecek bir hedef olarak görülmemektedir. Siyasî ve ekonomik birlikler planlanır ve örgütlenirken, kültür aileleri ve kültür alanları henüz olgunlaşmamış ve kurum­sallaşmamış bir görüntü arzetmekle birlikte, onun yörüngesine girmiş olanlar için daha az gerçek ve daha tesirsiz değildir. İslâmî, Amerikan ve Sovyet Rusya kimliklerinin ve kültür­lerinin mensupları açısından, bunların sözcüleri resmî olan siyasî ve toplumsal kurumların fersah fersah ötesinde bir çekiciliğe sahiptirler.
Bu cazibenin bir nedeni lingua franca’nın yeniden doğmakta olmasıdır. Yüksek Ortaçağlar’da Latince ve Arapça gerçek bir ülkeler-aşırı ve kültürler-aşırı bir nüfuza sahiptiler. Ama onlarda ancak bir lingua franca'nın hizmet edebileceği ülkeler-aşırı bir işleve sahip toplu bir kimlik -Ortaçağ ruhbanı ve uleması-sözkonusuydu. Bugün ise kitleler için edebî bir “yüksek” kültüre dönüşmüş olan çok sayıda şifahi “aşağı” kültür ile bir örnek kamu eğitimi ve millî diller, bu eskinin lingua franca'sının yerini almıştır. Ama tamamen değil saygınlığı olan belli dillerin geniş bölgelerde iletişimi ve mübadeleyi kolaylaştıracak şekilde yayılmaları, zaman zaman kendi bölgeleri dışında kalan kültüral anlarında bile gevşek bir kültürel yakınlık duygusunun ortaya çıkmasını teşvik etmişlerdir. İngilizce’nin Kuzey Amerika’da, Ispanyolcanın Latin Amerika’da, Arapçanın Orta Doğu’da ve Rusça’nın Sovyetler Birliği’nde taşıdığı önem; meydan okumalarla karşılaşmıyor veya hiçbir sorunluluk arzetmiyor değilse de, eğer başka koşullar da uygun olursa ve olduğunda, mevcut tümleşik millî kimliklerden daha geniş ölçekte kimlikler oluşturma yönünde yeni araçlar sunmaktadır.[71]
Bir başka neden de, özellikle ekolojik sahada, ortak bölgesel sorunlar hakkında yeni bir idrakin doğmakta oluşudur. Kitle iletişim araçlarının görünür hale getirdiği jeo-politik konum ve yakınlık, millî sınırların ötesinde olmakla birlikte o bölgede ve kültür alanında yer alan bütün milletler için ortak tehlikeler hakkında yeni bir uyanışın doğmasına yardımcı olmaktadır. Çoğu kez ekolojik bir felaketin etkisi geniş olmaktadır; bir Çernobil, Sahra’daki kıtlık veya Brezilya yağmur ormanla­rındaki katliam, insanın bilinci üzerinde, dolaysız tesir alanları içinde kalan kültür bölgelerinin çok ötesinde etkide bulun­maktadır. Bölgesel mahiyette başka sorunlar da vardır (Ak­deniz’deki kirlenme, Kaliforniya’daki depremler, Bengladeş’deki su baskınları vs.) ve bunlar bölgenin ortak ihtiyaçları konusunda kültürel bir bilincin uyanışına yardımcı olmak­tadırlar.
Ancak kültür bölgelerinin ve kültür ailelerinin cazibesinin artmasındaki üçüncü nedenin, sahip oldukları temel siyasî değerler de dahil, toplumsal ve siyasî örf ve kuramlarla çoğu zaman bir yakınlığı vardır. Sivil haklar ve siyasî özgürlükler konusunda düşük bir seviyede bulunan askerî diktatörlükler belli yerlerde bir kural halini almıştır ve bu durum, sadece ekonomik gelişme düzeyini değil aynı zamanda bir siyasî değerler ailesine dayanan kökdeş siyasî kültürü de yansıt­maktadır. Yine başka bir takım bölgelerde de (toplumsal seferberlik) ve demokratikleşme süreçleri bir yana atılabilmektedir; bu noktada ekonomik bir takım açıklamalar ya­pılabilirse de tarihsel deneyimler ile siyasî kültürlerin taşı­dıkları önem hafife alınamaz.
Avrupa’nın batı yakasında, Avrupa projesine uygun bağlamı ortaya çıkartan belirli tarihsel süreçler vardır. Her ne kadar Avrupa işbirliği yönündeki irade içerik bakımından esas olarak ekonomik biçim olarak da siyasî olsa da, hiç kuşku yok ki daha geniş kültürel ön varsayım ve gelenekleri de öncül olarak taşımaktadır. Tek bir lingua franca’dan yoksun olunabilir (Fransa ile Ingiltere bu işlevi pekâlâ yerine getirebilecekse de), ama gerek ortak tehlikeler konusundaki ekolojik bilinç gerekse siyasî örf ve kuramların hısımlığı, ayırdedici bir kültürel alanda birbirlerine yakın Avrupa kültürleri duygusunu takviye etmektedir. Bu bölgenin sınırlarını belirlemenin güçlüğü dillere destandır; başlangıçta Soğuk Savaş’ın yarattığı bölünmelerle negatif bir şekilde tanımlanmış olan bu sınırlar, bütün Doğu Avrupa’yı kasıp kavuran siyasî değişikliklerden sonra daha akışkan ve açık bir hale gelmiştir. Birlik yönündeki güdü de, bir parça, Pan-Avrupalılar’ın yeğlediği bir siyasî federasyona doğru kaymıştır. Ancak sabit kalmayı hep sür­düren şey, bir Avrupa örüntüsünün veya kültür örüntülerinin (varlığına) dair kanaattir.
Ortak bir Avrupa kültür mirasını yaratan ve millî sınırların ayağını yere bastıran; onların farklı millî kültürlerini ortak motif ve gelenekler yoluyla birbirine bağlayan eşsiz bir kültür alanı oluşturan Avrupa kültürünün -çeşitli zamanlarda ve kıtanın çeşitli yerlerinde ortaya çıkmış Roma hukuku mirası, Yahudi-Hıristiyan etiği, Rönesans ve bireycilik, Aydınlanma rasyonalizmi ve bilim, sanatsal klasizm ve romantizm ve hepsinden çok sivil haklar ve demokrasi gibiörüntüleridir. Sayısız kırılma ve kopmalara rağmen, örtüşen bir kültürler ailesi yüzyıllar içersinde yavaş yavaş bu yolla oluşmuştur. Resmî Avrupacılığın her şeyden aziz tuttuğu planlanmış bir “farklılık içinde birlik” değil ama kültürel varsayımlar, biçimler ve geleneklerden oluşan zengin, tamamlanmamış bir melange (karışım) Avrupa halkları arasında yakınlık duyguları yaratan bir kültür mirasıdır. Paradoksal olarak bizi milletin ötesine taşıyabilecek olan bir kültürel Pan-Avrupa milliyetçiliğinin temelini aramamız gereken yer, (bugünkü ökümenik te­şebbüsler doğrultusunda) Ortaçağ Hıristiyanlığının mitolo­jisinden veya (Strasbourg konumu doğrultusunda) Ren kaynaklı bir Kutsal Roma imparatorluğundan ziyade, bu­radadır.[72]
Zira açıktır ki Avrupalı bir Pan-milliyetçilik neyin yaratımına yardımcı olursa olsun bu asla bir Avrupa süper-milleti, yani diğer bütün milletlere benzer ama geniş ilamlı bir millet ol­mayacaktır. Ne etnik toplulukları müstakil tarihsel yurtlardan yoksun bulunan Amerika Birleşik Devletleri’ne, ne millî cumhuriyetler ile toplulukların yakın zamana ait ortak bir Sovyet siyasî deneyiminin ötesinde birbirleriyle hemen hiç bir kültürel yakınlık hissedemediği bir Sovyetler Birliği’ne benzeyecektir. Hattâ bu yeni Avrupa’nın, daha büyük bir kültürel ve tarihî yakınlık sözkonusu olsa bile, tek bir etni veya milletin ötekilerine egemen olduğu İngiliz ya da Belçika modelleriyle de en ufak bir yakınlığı olmayacaktır. Şayet popüler bir titreşime sahip bir Avrupa siyasî topluluğu ya­ratılacaksa, bunun, hâlâ güçlü ve dinç millî kültürlerle rekabete girmeksizin ortak bir Avrupa kültür mirası temelinde, bu ortak mirastan Avrupalı ortak mitler, semboller, değerler ve anılar oluşturmaya yetenekli bir Pan-Avrupa milliyetçi hareketi tarafından kurulacağına emin olabiliriz. Pan-milliyetçilik, tek tek milletleri aşan ama onları ilga etmeyen yeni tip bir kollektif kimliği yalnızca bu yoldan yaratabilir.

Sh: 221-267

Şu ana dek (söylenenlerden) milletleri aşma ve milliyetçiliği ikame etme şansının pamuk ipliğine bağlı olduğu, açık olmalı. Ne bugün işbaşında bulunan yeni ekonomik, siyasî ve kültürel güçlerin ulus-aşırı tesirlerine, ne de hiç şüphesiz onların eseri olan muhtelif küresel karşılıklı bağımlılık durumlarına da işaret etmek yeterlidir.
Kozmopolitanizmde görülen gelişme kendi başına milli­yetçiliğin gerilemesini gerektirmez; bölgesel kültürel anlarının doğması millî kimliklerin dayanaklarını ortadan kaldırmaz. Başlangıçta da söylediğim gibi, insan, sahası ve yoğunluğu zamana ve yere göre değişkenlik arzeden çoklu kollektif ayniyetlere sahiptir. Bireyleri, aynı anda Flander’le, Belçika’yla ve Avrupa’yla özdeşleşmekten ve her birine sadakat duygu­larını kendine mahsus, bağlamlarında sergilemekten alıko­yacak hiç bir şey yoktur; bu, aynı şekilde ortak merkezli (içiçe) sadakat ve aidiyet halkaları içinde Yoruba, Nijeryalı ve Afrikalı olanların duyguları için de geçerlidir. Aslında bu-son derece amiyane, sıradan bir şeydir; çök kimlikli ve karmaşık bir dünyada en fazla beklenecek şey de budur.
Bu, sözkonusu bağ ve kimliklerin tamamıyla seçime dayalı ve durumsal oldukları anlamına gelmediği gibi, aralarından bazılarının daha büyük bir nüfuza sahip olmadığı ve diğer­lerinden daha güçlü bir etki yaratmadığı anlamını da taşımaz. Millî kimlik olarak tanımladığım şeyin bugün aslında diğer kollektif kültürel kimliklerden daha tesirli ve kalıcı bir etkiye sahip olduğu; ve sıraladığım nedenlerden dolayı -kollektif ebediyet ve itibar ihtiyacı, etno-tarihin gücü, yeni sınıf ya­pılarının rolü ve modern dünyada devletler-arası sistemin sahip olduğu tahakküm-bu kollektif kimlik tipinin muhte­melen daha uzun bir süre; hattâ millî olanının yanında daha geniş çaplı ama daha gevşek başka kollektif kimlik biçimleri ortaya çıktığında bile, insanlığa sadakat buyurmaya devam edeceği (savı) bu kitabın tezini oluşturmaktadır. O yüzden Avrupa örneğinin gösterdiği gibi, geniş ölçekli kıtasal kimlikler ortaya çıkartacak kültürel bir Pan-milliyetçi hareket; bir “kültürler ailesi”nin bireysel mensupları hısımlık bağlarından güç alıyorlarmış gibi, fiilen sınırları belli bir kültürel alanda yeralan etnilerin ve milletlerin özgül milliyetçiliklerine yeniden zindelik katabilir. Hattâ eskiden daha türdeş olan kültürlerin göç, konuk işçiler ve mülteci dalgaları nedeniyle karışması, yerli halk ve kültürlerin güçlü etnik tepkilerde bulunmalarına da yolaçabilir.
İnsanlığın milletler halinde bölünmesinde ve dünyanın her köşesinde millî kimliğin gücünü sebatla devam ettirişinde hem bir tehlike hem de bir umut vardır. Tehlikeler yeterince açıktır; etnik çatışmaların her yere yayılması ve kızışması, daha büyük bir millî türdeşlik hamlesi esnasında “sindirilemeyen” azınlıklara zulmün reva görülmesi, eski çağlar için bile anlaşılmaz boyutlara varan terörün, etnik kırımın ve soykırımın haklı gösterilmesi.
İçinde bulunduğumuz yüzyılın marazi istikrarsızlığından, çatışmalarından ve teröründen milliyetçilik tek başına sorumlu olmamış olabilir, ama asıl nedenler arasındaki yeri olduğu veya bunlara eşlik ettiği de sık sık gözden kaçırılmakta ya da mazur gösterilmektedir.
Ama milletler ile millî kimlikler dünyası umuttan da yoksun değildir. Milliyetçilik, reform olaylarının çoğundan ve tiranlık rejimlerinin demokratikleştirilmesinden de sorumlu olma­yabilir, ama sık sık, aşağılanmış halklar için bir gurur kaynağı, eşlikçi bir motif ve “demokrasi” ile “uygarlık”a katılmanın ya da kavuşmanın kabul edilmiş tarzı olmuştur. Milliyetçilik aynı zamanda bugün popüler rızaya sahip ve popüler bir coşku sağlayan siyasî dayanışmanın yegâne tahayyülünü ve ras­yonelini verir. Diğer bütün tahayyüller, bütün rasyoneller onunla karşılaştırıldığında soluk ve bulanık kalır. Onlar bir seçilmişlik duygusu vermezler, biricik (nitelikte) bir tarihleri ve özel kaderleri yoktur. Büyük bölümüyle milliyetçiliğin yerine getirdiği vaadlerdir bunlar ve bunca insanın kendinî milletle özdeşleştirmeyi sürdürmesinin gerçek nedenleridir. Bu ihtiyaçlar başka ayniyet türlerince karşılanıncaya dek, ister inkâr edilmiş ister tanınmış olsun, ister baskı altında ister özgür olsun, kendine ait ayırdedici tarihine, altın çağlarına ve kutsal peysajlarına sahip milliyetçiliği ile millet, pekâla önümüzdeki yüzyılda da insanlığa temel kültürel ve siyasî kimliklerini sağlamayı sürdürecektir.
Sh: 269-271
Kaynak: Anthony D. SMITH, Millî Kimlik; National Identity, trc: Bahadır Sina Şener lletişim Yayıncılık1. BASKI, Şubat 1994, İstanbul


[1]           Sophocles (1947, 55)
[2]          Sophocles (1947, 71-124)
[3]          Sophocles (1947, 66, 74, 79, 117-121)
[4]    Bunlar da alışılageldiği üzere, feminist hareketlerin sosyalist ve/ya da milliyetçi hareketlerle ittifak ettiği sınıf veya millet kimlikleri olmaktadır.
[5]     Vendee’deki ayaklanma için bakınız, Tilly (1963); modern Batı’daki etno-dinî hareketler hakkında bakınız; Hechter ve Lcvi (1979).
[6] Tiers Etat’yı (Üçüncü Zümre) oluşturan kesimler Cobban’da (1965) ele alın¬maktadır; milliyetçi olmayan sosyalist işçi devrimlerinin seyrekliği konusu Kautsky'de (1962, giriş yazısı) İncelenmektedir; ama daha ayrıntılı bir bakış için Breuilly (1982, bölüm 15) ile karşılaştırın.
[7]          Devrimci Mazdek mezhep hareketi için Frye’ye (1966, 249-50) bakın. Weber’in tabaka ve sınıflar ile farklı dinî deneyim/yaşantı türleri arasındaki ilişkiye dair çözümlemesi için bakınız Weber (1965, bölüm 8).
[8]  Bakınız M.Spiro: “Din: tanım ve açıklama sorunları", Banton'da (1966).
[9]             Monofiziz: İsa’da tanrı ile insanın birliğini gören bir Hıristiyan tarikatı, -ç.n.
[10]         Dürziler hakkında bakınız Hitti (1928, özellikle 12) ve H.Z. (JW.) Hirschberg: “Dürziler”, Arberry’de (1969).
[11]           Bu savla ilgili olarak Armstrong’un (1982) ufuk açıcı çalışmasına bakın (özellikle 3. ve 7.bölümler).
(*) Jüte, Angle, Şakson 5. yüzyılda İngiltere'yi istila eden Cermen kavimleri. Bu üç kavime birden Anglosaksonlar denmektedir, -ç.n.
[12]         Dinin etnikliği tahkim ettiği en bariz örnek Burma Budizmidir. Bunun için Sarkisyanz’a (1964) bakın ve aynı zamanda Sinhali örneğiyle ilgili olarak Silva ile (1981) karşılaştırın. Anglo-Sakson kaynaşması için P.Wormald’ın, L. Smith (1984) içinde yeralan “Anglo-Sakson Krallıklarının Doğuşu” yazısında ilgiye değer savlar bulunmaktadır.
[13]         Finley’in (1986, bölüm 7) Meinecke’nin görüşlerinden hareketle oluşturduğu sava bakın; Fondation Hardt’la (1962) karşılaştırın.
[14]          Milletin ilk Batılı tanımları için Kemilainen’e (1964) bakın.
[15]         Utrecht Birliği: İspanya Kralı 11. Felipe’ye ve Ispanya’nın otoritesini kabul eden Hollanda'nın Katolik güney eyaletlerinin oluşturduğu Arras Birliği’ne karşı, kuzeydeki 7 Protestan (Kalvinci) eyaletin (Hollanda, Zeeland, Utrecht, Gelderland, Overijobel, Friesland ve Groningen) kurduğu ve Hollanda Birleşik Krallığı’nın çekirdeğini oluşturan birlik. Utrecht Birliği dönemin tek anayasal metniydi. Buna göre Flollanda Genel Meclisi, beledî/idarî/yargısal özgürlüklerini muhafaza eden “bölünmüş eyaletler”den gelen yedişer temsilcinin oluşturduğu ve kararları yine eyalet meclislerince onaylanması gereken, Lahey’de toplanan bir “yüksek organ”dı.
[16]         Schama (1987, bölüm 2); ve 19. yüzyıl Fransa'sında bölgeciliğin sürmekte oluşu hakkında E.Weber’e (1979) bakm.
[17]         Bu “siyasî kültürler” hakkımla örneğin Almoııd ile Pye’ye (1965) bakın. 28
[18]           Nairn (1977, 2 ve 9. bölümler) bu "sınıflar-arasılık", popülist rolü öne çıkartır. Aynı zamanda Gellner ve İoneşcu ile de (1970) karşılaştırın.
[19]         Bu dilsel uyanışlar hakkında Fishman’a (1968); aralarında İrlanda ve Noveç’in de bulunduğu bazı Kuzey ülkelerindeki uyanışlar konusunda Mitchison’a (1980) bakın.
[20]           Devrini sırasındaki Fransız dilsel milliyetçiliği konusunda Lartichaux’a (1977); Fransız rakip soy mitleri hakkında Poliakov’a (1974, bölüm 2) bakın.
[21]         Millet ile milliyetçiliğin tanımlanışıyla ilgili sorunlar etrafında meydana gelen pek çok tartışmadan birkaçı için Deutsch (1966, bölüm 1), Rustow (1967, bölüm 1), A.D.Smith (1971, bölüm 7) ve Connor’a (1978) bakın.
[22]          Örneğin Tivey’e (1980) bakm.
[23]          Bu sonuç hakkında Connor’a (1972) bakm; yine Wiberg’e (1983) bakın.
[24]         Milliyetçiliğin ekonomik veçheleri hakkında Johnson’a (1968) ve Mayall’a (1984) bakın.
[25]          Gellner’in öne çıkardığı bir yan (1983).
[26]          Klausner (1960) bu sonucun ilgi çekici bir örneğini vermektedir.
[27]            Kedourie’nin (1960) malum eleştirisine bakın. Modem Afrika’da milli ‘kendilerin ampirik çokluğuna dair tanıtlama Neuberger’de (1986, bölüm 3) yeralmaktadır.
[28]               Kedourie (1960) ve (1971, giriş yazısı).
[29]         Sibirya, Papua Yeni Ginesi ve Malezya gibi görünüşte hiç beklenmedik yerlerde bile millî hareketler ortaya çıkmıştır. Örneğin Sibirya ve Orta Asya için Kolarz’a (1954) ve Papua Yeni Ginesi için May’e (1982) bakın.
[30]            Milliyetçilik enflasyonuna dair bir eleştiri için Breuilly’e (1982, 8-11) bakın. Komünist Çin örneği için Johnson’a (1969) bakın.
[31]         Daniel Bell de etnik seferberlikte “hısımlık” ile “çıkar”ın birleşmesi konusuna işaret etmiştir (1975).
[32]         Liberal sosyolojideki bu evrimci perspektif için Parsons’a (1966) ve Smelser’e (1968); Marksist siyaset ile Marksizmde ise Cummins’e (1980) ve Connor’a (1984b) bakın.
[33]            Bugün için, İtalyan irredentizmine ve Almanya’nın yeniden birleşme hayaline rağmen İtalyan bölgelerinin ve Alman aender'inin (eyaletler) sahip olduğu güç bunun açık bir kanıtıdır. İsviçre hakkında Steinberg’e bakın (1976).
[34]         “İllirya”, Arnavutların ataları olduğu ileri sürülen eski bir Güney Avrupa ırkının ülkesidir. Coğrafî hatlarını, Roma İmparatorluğu’nun Güney Balkanlar’a “lllirya illeri” adını vermesiyle kazandı. Daha sonra Napoleon bu bölgeyi “lllirya Krallığı’ adıyla kurumsallaştırmaya çalıştı. Napoleon’dan sonra Habsburglar da bu coğ­rafyayı “lllirya” olarak kabul ettiler. 19. yüzyılın milliyetçi kabarışı sırasında Hırvatlar “lllirya”ya (Hırvatistan ve Dalmaçya’nın önemli bir bölümü, Slovenya ve Bosna’nın bir kısmı) Pan-Slav ülküsünün çekirdek ülkesi ve tarihsel kaynağı anlamını yüklediler, -ç.n.
[35]         llliyarcılık ve Yugoslavya’nın bağımsızlık mücadelesi için Stavrianos’a (1961, özellikle 9. bölüme) ve Singleton’a (1985, bölüm 5) bakm.
[36]         Schöpflin’e (1980) ve Djilas’a (1984) bakın.
[37]         Fedoseyev’e (1977) ve Bennigsen’e (1979) bakın.
[38]       Bu soruların tahlili Goldhagen’de (1968) ve G.E. Smith’de (1985) bulunmaktadır.
[39]       Rus yeni-milliyetçiliği hakkında Dunlop’a (1985) ve daha genel bir bilgi için Ramet’deki (1989) sözkonusu yazıya bakın.
[40]         Chicano: ABD’de Meksika kökenli kişilere verilen ad. -ç.n.
[41]         Beyazlar arasındaki “yeni etniklik” için Kilson’a (1975) ve bunun daha geniş sembolik doğası hakkında bilgi için Gans’a (1979) bakın.
[42]         Amerika’nın “kurucuları”... 1607-1733 yıllan arasında Amerika kıtasında, sonraları krallık sömürgesine dönüşecek olan ama başlangıçta şirketleri temsilen valilerce yönetilen 13 İngiliz sömürgesinden biri de Plymouth şirketinin kurduğu Massachusetts idi. Bölgeyi sömürgeleştiren ilk kişiler de, Anglikan Kilisesi’nin baskısı sonucu “Mayflover” gemisiyle İngiltere’den ayrılmak zorunda kalan bir gurup dinî sapkındı (Pilgrim Fathers Kurucu Babalar), -ç.n.
[43]           Amerika’da Püriten Takdir mitinin sahip olduğu merkezi rol hakkında Tuveson’a (1968) ve O’Brien’a (1988) bakın.
[44]         Prusya’nın baskısıyla 1 Ocak 1834’te yürürlüğe giren Alman Devletleri Gümrük Birliği, -ç.n.
[45]       19,'yüzyılda Alman örneği için Kahan’a (1968) bakın. Avrupa Topluluğu’na ilişkin nispeten daha eski bir “işlevsel” analiz için Haas’a (1964) bakın.
[46]         İngiltere’de yeniden duyulmaya başlanan bu Avrupa tartışması için Camps’a (1965) bakın. 1960’larda Avrupa’nın her yanında millî hissiyat ve politikaların gücünü devam ettirmekte olduğunun en iyi kanıtı, Benthen van den Berghe’nin (1966) gösterdiği gibi pekâla De Gaulle olabilir. Bugünkü yeni kuşak öncekilerden daha “Avrupalı”dır. Peki ama, daha mı az milliyetçidir?

[47]       Özellikle Galtung’un Norveçlilere, genişletilmiş Topluluk’# katılmamaları ko­nusundaki çağrısı (1973). Aıııa Avrupa’nın bir “süper devlet” haline gelmesinden yana veya karşı olan savlar, onu bir “süper millet” olarak tarif edenlerin savlarıyla karıştırılmamalıdır. Bu, hükümranlık kaybıyla kimlik kaybını birbirine karıştırmak demektir. [Siyasî 1 hükümranlıktan yoksunken de etnik bekanın mümkün ol­duğunu gösteren tarih, bunlar arasında zorunlu bir ilişki bulunmadığının kanıtıdır; A.D. Smith’e (1988b) bakın. Tamamen siyasî bir Avrupa milliyetçiliği, şimdiye dek derin popüler dayanaktan yoksun, sadece her Avrupalı ülkenin siyasî, ekonomik ve kültürel seçkin kesimleri ile sınırlı kalmıştır.
[48]  II. Dünya Savaşı’nın hasadı ve dev güç bloklarının doğuşu konusunda Barraclough’a (1967) ve Hinsley’e (1973) bakın.
[49]         Bu "hizmet toplumu” konusunda Bell (1973) ile Kumar’a (1978) bakın.
[50]         Feminizm, ekoloji, öğrenci hareketleri ve etno-millî hareketler gibi yeni hareketlere ilişkin bir tahlil için Melucci’ye (1989, 3-4. bölümler) bakın.
[51]         Richmond’a (1984) bakın ve Melucci (1989, 89-92) ile karşılaştırın. 240
[52]         Warren’e (1980, bölüm 7) bakın ve Enloe (1989) ile de karşılaştırın.
[53]         Modernist Amerikan medya mamullerine verilen popüler karşılıkların oluşumunda etnikliğin ve sınıfın rolünü ele alan medya eleştirileriyle (Mattelaart, Morley, Hail) ilgili bir değerlendirme için Schlesinger’e (1987) bakın.
[54]    Hümanist entellektüeller ile onların teknik eşlikçilerinin “eleştirel söylem kül­türlerine dair Gouldner’a (1979) bakın.
[55]          Bu anıt ve seremoniler için Hobsbawm ve Ranger’a (1983, özellikle Hobsbawm’ın yazısına) ve Horne’a (1984) bakın. Eskinin emperyal tahayyülü konusunda Armstrong'a (1982, bölüm 5) bakın.
[56]         Tertip, hile anlamında düzen; veya beklenmedik bir hamle -ç.n.
[57]         Milletin, metinleri yapı-çözüme tâbî tutulup öyle okunması gereken muhayyile ürünü bir topluluk olduğu fikri konusunda Anderson’a (1983); İngiliz örneğinde yapılmış bir uygulama için Samuel’e (1989, özellikle III. Cilt) bakın.
[58]         Buna paralel bir görüş için Anderson’a (1983, bölüm 1); bu bellek hakkında Rosenblum’a (1967, bölüm 2) bakm.
[59]          Fin millî tarihi için Branch’a (1985) ve Honko’ya (1985) bakın. 248
[60]         Milliyetçiliğin ritüelleri hakkında Mosse’e (1976) ve Horne’a (1984); sanat ve milliyetçilik konusunda Rosenblum’a (1967) bakın.

[61] Slovak tarihi hakkında Brock’a (1976); Doğu Avrupa mozayiği hakkında Pearson’a (1983) bakın.

[62]                   Irak ve Türkiye’nin “kökleri” konusunda Zeine’e (1958); eski Makedonya’daki kral mezarları için Yalouris’e (1980); Transilvanya hakkında Giurescu’ya (1967) bakın.
[63]       Bu süreçler hakkında Wallerstein’a (1974, bölüm 3) ve Tilly’e (1975) bakın. 254
[64]               Balkan milliyetçiliği konusunda Stavrianos’a (1957); Afrika’da kapitalizm ve milliyetçilik konusunda Markovitz’e (1977) ve A.D. Smith’e (1983, 3 ve 5. bö­lümler) bakın.
[65]         Bu süreçle ilgili olarak A D. Smith’e (1981a, 6. Bölüm) bakın.
[66]         Bu karışıklık hakkında Connor’a (1978) ve Tivey’e (1980) bakın. 258
[67]         Devlet sistemi ve müdahalesizlik konusunda Beitz’e (1979, Kısım II) bakın.
[68]         Bu konuda Kohn’a (1981) bakın.
[69]         Bu konuyla ilgili yakın dönem taıilıî için Landau’ya (1981) bakın.
[70]         Bu konuda Geiss’e (1974) bakın.
[71]         Ortaçağ’ın kutsal dilleri için Armstrong’a (1982, bölüm 2); bugünkü dil ve milliyetçilik üzerine Edwards’a (1985, 2. bölüm) bakın.
[72]          Bu mitoloji hakkında örneğin de Rougemont’a (1965) bakın.



Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.

Benzer Yazılar

Yorumlar