MİLLÎ KİMLİK- NATİONAL IDENTITY
Hzl. Anthony D. SMITH
trc: Bahadır Sina Şener
trc: Bahadır Sina Şener
İÖ.
429 tarihi, Atinalılar için bir dönüm noktası olmuştu. O yıl, Atina’nın önderi
olarak geçirdiği 30 yıldan sonra Perikles, Atinalıları kırıp geçiren bir
musibete yenik düştü. O tarihten itibaren de Atinalıların gücü gözle görülür
bir şekilde azalmaya başladı. Aynı yıl Sofokles pek çoklarınca en büyük
trajedisi olarak kabul edilen Oedipus Tyrannos’u (Kral Oedipus) sahneye
koymuştu.
Zaman
zaman bir oyun yazarının kibirin ve gücün yaratacağı tehlikeler hakkında ülkesi
insanlarına ikazı olarak değerlendirilmekle birlikte aslında oyunun ana tezini
kimlik sorunu oluşturmaktaydı.
Oyun,
Atinalıların değil de bu kez Teblilerin başına musallat olan bir belayla
başlar. Bir süre sonra bu belanın, tanrılar tarafından Teb kralı Laius’un uzun
zaman önce çözülmemiş bir cinayete kurban gitmesi üzerine gönderildiğini
öğreniriz. Kralın Delfi yolunda öldürülmesinin akabinde Oedipus Teb’e gelir ve
sorduğu bilmeceleri doğru yanıtlayarak kenti Sfenks’in gazabından kurtarır.
Oedipus kral olur, dul kraliçe Jocasta ile evlenir ve ondan iki erkek iki kız
dört çocuğu olur.
Oyunun
başında Oedipus bu belaya sebep olan ve yokedilmesi gereken müphemliği ortaya
çıkaracağına söz verir. Kör bir kahin olan Teiresias’ı çağırtır; ama
Teiresias’in cevabı esrar doludur; defedilmesi gereken müphemlik bizzat
Oedipus’tan kaynaklanmaktadır. Bunun üzerine Oedipus Teiresias’in, Jocasta’nın
dalaveracı kardeşi Creon ile bir olup böyle bir tertibe girdiğinden şüphelenir.
Ama Jocasta araya girerek Oedipus ile Creon arasındaki çekişmeyi yatıştırır ve
eski kocası Laius’un “bir üç yol ağzında” haydutlarca öldürüldüğünü söyler. Bu
sözler Oedipus’a bir kaç yabancıyı öldürdüğü günü hatırlatır. Ancak
yabancılardan biri sağ kalmış ve Teblilerin yanına geri dönmek yeri he bu vahşi
kırlara bırakılması için yalvarmış, Oedipus da ona yol vermiştir. Laius’a ne
olduğunu mutlaka bulmalıdır.
Korint’den
gelen bir haberci kentin kralı ve Oedipus’un babası Polybus’un öldüğü haberini
getirir. Bu haber üzerine Oedipus, Delfili bir kahinin babasını öldürerek
annesi ile evleneceğini söylemiş olduğu için uzun zaman önce Korint’i
terkettiğini ve bu yüzden bir daha oraya asla dönmediğini anlatır. Şimdi bile
annesi Merope ile evlenmek korkusu yüzünden Korint’e geri dönememektedir.
Ama
Korint’ten gelen habercinin Oedipus için bir müjdesi vardır. Oedipus Korint’in
kral ve kraliçesinin oğlu değildir; ortalıkta bulunmuş ve çocukları olmadığı
için kraliyet çiftine verilmiştir; hattâ Cithaeron Dağı’nda uzun zaman önce çobanlık
yaparken Oedipus’u bularak onlara veren habercinin bizzat kendisinden başkası
da değildir. Şayet kendisi gibi çoban olan bir Tebli onu evine almamış olsa,
yırtık pırtık ayakkabılarından fırlamış şişmiş küçük ayaklarıyla Oedipus’un
ölmesi işten bile değildir; adı da oradan gelmektedir zaten (şiş-ayak). Kimdi
bu Tebli çoban ve ayakları soğuktan donmuş bu çocuğu ne yapmıştı? Jocasta
korkunç hakikati anlar ve Oedipus’a bu işten vazgeçmesi için yalvarır. Ama
Oedipus reddeder; “kim” olduğunu öğrenmelidir. Jocasta dışarı çıkar ve kendini
asar. Oedupis haykırır;
İğrenç
de olsa bırak her şey açığa çıksın!
Değersiz
de olsa yaşamımın gizini çözmeliyim.
Kadınlar
arasında en haysiyetlisi olan o düşkün kökenimden utanıyor.
Kısmeti
dağıtan Kaderin oğluyum ben
utanmayacağım.
Doğa benim annem;
Mevsimler
kızkardeşlerimdir; onlarla doğar, onlarla batarım
Kendimden
başkası olmak istemiyorum, nasıl doğmuşsam öyle Kim olduğumu bulacağım.[1]
Bu
kez Tebli çoban huzura getirtilir ve Laius öldürüldüğü sırada sırra kadem basan
adamla aynı kişi olduğu, uzun zaman önce ölüme terketmek yerine bebeği
Cithaeron Dağı’nda Korintli haberciye verenin de aynı kişi olduğu ortaya çıkar.
Başlarda gönülsüz davranan Tebli çoban başına geleceği anlayınca hakikati
anlatır; Kendisi Laius ile Jocasta’nm güvenilir bir hizmetkârıydı. Bir kehanet
yüzünden bebeklerini Cithaeron Dağı’na bırakmak üzere ona yermişlerdi; bebek
Laius ilejocasta’nındı...
Oedipus
dışarı fırlar, havada asılı sallanan Jocasta’yı görür ve kendini kör eder.
Yaşamının geri kalanı Atina’nın dışındaki Colonus’da Eumenides’in koruluğunda,
tükeninceye ve bu ahdla Atinalıları sonsuza dek kutsayıncaya kadar önce Teb’de
sonra Antigone’da sürgünde, bu tuhaf kaderin anlamı üzerine uzun bir arayış
halinde geçer. Bu da, uzun süren yaşamının sonunda, l.Ö. 406’da, şairin son
sözü olur.[2]
Sophokles’in
oyunu tek bir kattan ibaret değildir ve pek çok motif içerir. Ama oyunun bütünü
üzerinde, bireysel olduğu kadar kollektif bir kimlik sorunu asılı durur. Oyunun
motoru ve eylemin deruni anlamı kendinin keşfidir: “Kim olduğumu bilmeliyim”. Fakat
Oedipus’un meydana çıkardığı her “kendi”, Oedipus için doğru olmadığı anlaşıldığında
bile aynı zamanda toplumsal bir kendi, bir kategori ve bir roldür. O yıkıcı
sırrın ifşasından sonradır ki Oedipus kaderinin anlamını kavramaya başlar. Ne
başarılı bir yönetici, normal bir koca ve baba, ne de kentinin kurtarıcısıdır.
Varlığı sırasıyla bir katil, alt tabakadan bir köle, bir yabancı ve kaderin
oyuncağı olmakla lekelenmiştir. Görülebilir olsa da kendisinin “görmek”ten aciz
olduğu, sadece kör kahin Teirsias’in görebildiği şeyi, iş işten geçtikten sonra
görür. Çektiği azaptan ve eşi menendi olmayan kaderinden süzülerek sağalmış ve
kurtulmuş olmanın kudretiyle başka bir Teiresias, başka bir kör kâhin olacaktır.[3]
Sofokles’in
dramında Oedipus bir dizi kategori ve rol içine girer çıkar. Bu rol ve
kategoriler aynı zamanda 5. yüzyıl Yunanlılarının çok iyi bildikleri kollektif
kimlikleri oluştururlar. Başlarından cinayet ve krallık geçmemiş bile olsa eski
Yunanlılar bu tür konuların sembolik ve mitik anlamlarına oldukça
aşinaydılar. Oedipus’un birbiri peşisıra “giyip çıkardığı” aşina ve kolaylıkla
anlaşılabilir görünen rolleri oturmamış kılan işte tam da Oedipus’un nihai
kaderindeki bu yabancılıktır.
Serüvenleri
Atinalı tragedya yazarlarınca oyunlaştırılmış olan öteki kahramanlar gibi Oedipus
da kendini alışılmadık durumlar içinde bulan, diğerlerinden eşsiz bir kaderle
ayrılmış normal birini temsil eder; kökenindeki giz ortaya çıkmadan önce işgal
ettiği rollerin, kollektif kimlik ve yerlemleri temsil ediyor olmaları
bakımından normaldir Oedipus. Ötekiler gibi onun da -baba, koca, kral, hattâ
kahraman gibibir dizi rolü/kimliği vardır. Bireysel kimliği büyük ölçüde bu
toplumsal rol ve kültürel kategorilerden oluşur, ya da hakikatin ortaya
çıkacağı ana kadar öyle görünecektir. Daha sonra dünyası tepetaklak döner ve
eski kimliklerinin boşaldığı görülür.
Kendi’nin
nasıl çoklu -ailevi, ülkesel, sınıfsal, etnik ve cinsel- kimlik ve rollerden
oluştuğunu gösteren Oedipus’un öyküsü, kimlik sorununu bütün keskinliği ile
ortaya koyduğu gibi, bu kimliklerden her birinin değiştirilebilir veya hattâ
ilga edilebilir toplumsal sınıflamalara nasıl dayandığım da ortaya sermektedir.
Oedipus’un doğumundaki gizin ifşası bize, başka, görülmeyen bir dünyanın maddî
dünyamızı nasıl etkisi altına aldığını, toplumsal kategorilerini tepetaklak
ettiğini ve bütün ailevi kimlikleri tahrip ettiğini öğretmektedir. Normal
olarak her bir bireysel Kendi’yi oluşturan bu kategori ve roller nelerdir?
En
kesin ve temel olanı cinsiyet kategorisidir. Cinsiyete dair sınıflamalar, değişmez
olmamakla birlikte, evrensel ve bütüne şamildir. Aynı zamanda öteki farklılık
ve tabiyetlerin kökeninde de bu tür cinsel sınıflamalar bulunmaktadır. Yaşamdaki
fırsat ve ödüllendirmelerden pek çoğunda olduğu gibi gizli ya da açık pek çok
biçimlerde cinsiyetimizle tanımlanırız. Cinsiyet farklılaşmasını, kollektif
ayniyet ve hareketlilik bakımından düşük tutunumlu ve nispeten zayıf kılan tam
da bu evrenselliği ve bütüne şamil doğasıdır. Belli bazı ülkelerde feminizmin
yükselişine rağmen modern dünyada cinsel kimlik yeryüzünün her köşesinde diğer
kollektif kimlik türleri karşısında kaçınılmaz olarak daha zayıf kalmakta ve
zaten olağan bir durum olarak kabul görmektedir. Coğrafî olarak ayrılmış,
sınıflara bölünmüş ve etnik olarak bölük pörçük edilmiş cinsel ayrımlaşmalar,
şayet kollektif bilinç ve eylemliliğe ilham kaynağı olacaklarsa yüksek
tutunumlu daha başka kimliklerle ittifak yapmak zorundadırlar.[4]
İkincisi,
mekân ya da ülke/toprak kategorisidir. Yerel ve bölgesel kimlik de özellikle
modern öncesi devirlerde aynı ölçüde yaygınlık gösterir. Yine yerelcilik ve
bölgecilik genelde cinsel farklılaşmanın yoksun olduğu tutunum sağlama niteliğine
sahip gibi görünür. Ama görüntü çok zaman yanıltıcıdır. Bölgeler kolaylıkla
yerel birimler halinde parçalanabilir, yerel birimler de farklı yerleşimlere
ayrışabilir. Fransız Devrimi döneminin Vendee’sinde olduğu gibi güçlü ve
asabiyesi yüksek bir bölgesel hareketle karşılaşılması nadir görülen bir durumdur;
bu olayda bile hareketin birliğini, ideolojiden ziyade ekolojiden temin etmiş
olması daha mümkündür. Başka pek çok olayda da “bölgecilik”, kendi sorun ve
dertleri yüzünden, halkın hareketliliğini taşımaktan acizdir. Ayrıca bölgeleri
coğrafî olarak tanımlamak da güçtür; çoğu durumda tek bir merkezden ve düzenli
sınırlardan yoksundurlar.[5]
Üçüncü
kollektif kimlik türü, sosyo-ekonomik toplumsal sınıf kategorisidir. Oedipus’un
“köle doğmuş” olduğunu anlayacağı korkusu, eski Yunanlıların kölelik ve
yoksulluğa karşı duydukları -hattâ köleliğin yerini serflik aldıktan sonra bile
çoğu zaman siyasî eylemin motorunu oluşturmuş olan-korkunun bir yansımasıdır.
Mark’ın sosyolojisinde sınıf yüce, ya da aslında yegane önemli kollektif kimlik
ve tarihin tek motorudur. Belli toplumsal sınıf türleri -muhtelif aristokrasiler,
burjuvaziler, prolateryalar- zaman zaman belirleyici mahiyette siyasî ve askerî
bir hareketin temelini oluşturmuşlardır; ama her zaman değil, hattâ sık sık da
değil, olsa olsa zaman zaman. Aristokrasinin tek bir “aristokrasi” halinde
harekete geçmesi, aristokrasi içindeki hizip çatışmalarından daha az rastlanır
bir durumdur. Bırakalım farklı milletlerin burjuvazileri arasındaki çatışmayı,
bizzat Fransız Devrimi’nden başlayarak bir millî burjuvazinin kesim ve
hizipleri arasında çatışmaların varlığı da sıradışı bir durum değildir. İşçi
sınıfına gelince, proletaryanın uluslararası kardeşliği miti yaygın bir kabul
görürken, işçiler farklı sanayi dallarına ve beceri düzeylerine göre bölünmüş
olduğu için belli bir ülkede işçilerin birliği de aynı oranda geçerli ve önemli
bir mittir. İşçi devrimleri neredeyse köylü devrimleri kadar nadirdir; her iki
halde de devrimlerin münferit ve yerel olmaları ise kuraldandır.[6]
Toplumsal
sınıfı sağlam bir kollektif kimliğin dayanağı olarak ele almanın güçlüğü,
çağrısının duygusal bakımdan sınırlı çekiciliğinden ve kültürel derinlikten
yoksun oluşundan kaynaklanmaktadır. “Sınıf”ı ister Marx gibi üretim araçlarıyla
ilişkisine göre, ister Weber gibi pazarda özdeş yaşam şanslarına sahip insanlar
topluluğu olarak tanımlayalım, sınıfı dayanak olarak kullanmaya yönelik her
çabanın, kimliğin ve topluluğun anlamı bakımından belli sınırları vardır.
Cinsel farklar gibi sınıflar da bölgesel olarak dağılmıştır. Bu arada büyük
ölçüde ekonomik çıkarla ilgili kategorilerdir, o yüzden gelir ve beceri
düzeylerindeki farklılıklara göre de alt bölümlere ayrılırlar. Üstelik ekonomik
etkenler zaman içinde hızlı ve kararsız değişimlere maruz kalırlar; o nedenle
farklı ekonomik grupları sınıfa dayalı bir topluluk içinde tutma şansı pek
fazla olmayacaktır. İstikrarlı kollektif kimliklerin hamurunda genellikle
ekonomik öz-çıkar bulunmaz.
Sınıf
kimliğinin, istikrarlı bir topluluğun oluşumunu hem lehte hem de aleyhte
etkileyen başka bir veçhesi daha vardır. “Sınıf” bir toplumsal ilişkiye işaret
eder. Verili bir toplumsal formasyonda her zaman, İngiltere’deki işçi sınıfı
kültürü hakkında yapılan çalışmaların gösterdiği gibi, sınıf farklılıklarının,
dolayısıyla kimlik farklarının keskinleşmesine hizmet eden, çatışma halinde iki
ya da daha fazla sayıda sınıf bulunur. Aynı anda, tanım gereği belli bir toprak
parçasıyla sınırlanmış bir halkın yalnızca bir kısmı bu sınıf kimliklerince
içerilecektir. Eğer o ülkedeki bütün halkı kuşatacak kadar kapsamlı bir
kollektif kimlik ortaya çıkacaksa bunun sınıf ve ekonomik çıkara dayalı bir
kimlikten tamamen farklı türden olması gerekir. Hattâ böyle geniş kollektif
kimlikler daha sınırlı sınıf kimliklerine meydan bile okuyabilir, tamamen
farklı bir kategorizasyon ölçütüne başvurarak sınıfsal kimliklerin temelini
oyabilir ya da bölebilirler.
En
sık olan da bu durumdur. Hem dinsel hem de etnik kimlikler, bu temeller
üzerinde kurulmuş olan topluluklara birden fazla sınıfı dahil etmeye gayret
etmişlerdir. Kilise olmayı arzulayan dinsel cemaatler belli bir halkın bütün
kesimlerine, hattâ etnik sınırları da aşacak şekilde seslenmişlerdir. Mesajları
ya millîdir ya da evrensel.
Din asla, hattâ
pratikte belli bir sınıfa tahsis edilmiş veya esas olarak belli bir sınıfı
amaçlamış olduğunda bile özel bir sınıfa seslenmez. 5.
yüzyılda Sasani İran’ındaki Mazdekçilik hiç şüphe yok ki alt sınıflar için
toplumsal adalet isteyen bir hareketti, ama mesajı ilke olarak evrenseldi. Aynı
şekilde 18. yüzyıl İngiltere’sindeki Anglikanizm, büyük oranda üst ve orta
sınıfa mahsusdu ama yine de ilke olarak her İngiliz’e açıktı. Weber’in
belirttiği gibi “sınıf dini”nin pek çok farklı biçiminin olması sınıfsal ve
dinsel kimlikler arasında yakın bağlar bulunduğunu ve birinden ötekine sürekli
bir “kayma”nın olduğunu düşündürtmektedir.[7]
Buna
rağmen “dinsel kimlik”, “toplumsal sınıf’ kimliklerinden oldukça farklı bir
ölçüte dayanır ve son derece farklı beşeri ihtiyaç ve eylem alanlarından doğar.
Sınıf kimlikleri üretim ve mübadele alanlarından doğarken dinsel kimlikler
iletişim ve toplumsallaşma alanlarından doğar, kültür ile kültürü oluşturan
unsurlar -gelenek ve ritüeller içinde kodlanmış değerler, semboller, mitler ve
görenekler- arasında bir hizalanışa dayanırlar. Bu nedenle, gayrişahsi olmanın
yanında ampirik olanın daha üstündeki bir gerçekliğe ve seyrek olsa bile
özelleşmiş kurumların nişanlarına atıflar da yaparak, belli sembolik kodları,
değer sistemlerini, inanç geleneklerini ve ritüelleri müştereken
paylaştıklarını düşünenleri, tek bir inananlar topluluğuna katma eğiliminde
olmuşlardır.[8]
Dinsel
topluluklar etnik kimliklerle de çoğu zaman yakından ilgilidir. “Dünya
dinleri”, etnik sınırları aşmaya ve kaldırmaya çalışırken, belli etnik gruplar
en dindar cemaatler haline gelirler. Ermeniler, Yahudiler ve Monofiziz[9]
Habeşliler, tıpkı Mısır’ın Araplar tarafından fethinden önce Kıptilerde olduğu
gibi, bu (etnik-dinî) çakışmanın klasik örneklerindendir. Hattâ bu ilişki daha
da yakın olabilir. Tümüyle din! bir cemaat olarak yola çıkmış olan bir topluluk
sonunda münhasıran etnik bir cemaate varabilir. Mısır’da Şii Müslüman bir
mezhep olarak ortaya çıkan ama burada eziyet ve zulümle karşılaşan Dürziler,
kale gibi korunaklı Lübnan Dağı’na gittiler ve burada 11. yüzyılın ilk
onyıllarında Araplar kadar Kürt ve İranlıları da aralarına aldılar. Ama son
büyük hocaları Baha’al Din’in ölümü (Î.S. 1031) üzerine mühtediliği bıraktılar.
Cemaate üyelik, daha çok dışardaki dinî hasımlann korkusundan, sabit bir hal
aldı. İnananlar cemaatine giriş çıkışlara artık izin verilmiyordu. Çok geçmeden
Dürziler soyu sopu olan, seceresi belli, toprak sahibi bir cemaat haline
geldiler. O nedenle bugün Dürzi olmak “etno-dinsel” bir topluluğa mensup olmak
demektir.[10]
Hattâ
bugün bile pek çok etnik azınlık güçlü dini bağ
ve simgelerini muhafaza etmektedir. Kuzey İrlanda’daki Katolik ve Protestanlar,
Lehler, Sırplar ve Hırvatlar, Maruniler, Sihler, Sri Lankalılar, Karenler ve
Iranlı Şiiler, kimlikleri dinsel farklılık ölçütüne dayanan sayısız etnik
topluluktan birkaçıdır. John Armstrong’un da işaret ettiği gibi burada da
kolayca bir kimlik tarzından diğerine “kayma”lar, sık sık da çakışmalar olur.
İnsanlık tarihinin büyük bölümünde bu dinî ve etnik çifte kimlik dairesi, özdeş
olmasa bile birbirlerine son derece yakın durmuşlardır. Antikitede her halkın
kendi tanrıları, kutsal metinleri, ayinleri, ruhbanları ve mabedleri vardı;
azınlıklar ya da köylüler bile yöneticilerinin egemen dinî kültürlerini
paylaşabilirlerdi. Hattâ erken Ortaçağ Avrupası’nda ve Orta Doğu’da İslâm ve
Hıristiyan dünya dinleri, Ermeniler, Kiptiler ve daha sonra da İranlı Şiilerde
olduğu gibi, zaman zaman etnik bakımdan sınırlanmış Kilise veya mezhepler
halinde alt bölümlere ayrılmışlardır. Her ne kadar nihai bir etnik nedensellik
savında bulunmak mümkün olmasa da dünya dinlerinde bile dinî kimlik biçimleri
ile etnik ayrışmalar ve cemaatler arasında güçlü bağların mevcut olduğunu düşündürtecek
yeterince somut örnek bulunmaktadır.[11]
Buna
rağmen bu iki kollektif kültürel kimlik tarzının analitik olarak açık bir
biçimde ayırdedilmeleri gerekir. Öncelikle dinî topluluk, İsveç veya Almanlar
arasında ve Mısır’da olduğu gibi etno-linguistik bir nüfusa ayrılmalıdır. Dinî
ayrılıklar uzunca bir zaman -milliyetçilik çağı topluluğu yeni, siyasî bir
temel üzerinde biraraya getirmeyi başarıncaya kadar bu halklar arasında güçlü
ve kalıcı bir etnik bilincin doğmasını önlemiştir. Aynı biçimde, Budizm ve
Hıristiyanlık gibi dünya dinleri Sri Lanka ve Burma’da olduğu gibi sonradan
kendilerini güçlendirecek mevcut etnik cemaatlere uyarlanmış da olabilir ama
aynı ölçüde, Hıristiyanlığa geçip komşu halklarla kaynaştıklarında sayısız
barbar halkın, örneğin İngiltere’de Jute’ler, Angle’lar ve Saksonların* başına
geldiği gibi bu dinler etnik farklılıkların aşınmasına da hizmet edebilirler.[12]
Sonraki
bölümde etnik kimliğin, onu dinî olan da dahil öteki kimliklerden ayırdeden
özgül özelliklerini açıklayacağım. Şimdilik dinî ve etnik kimlik arasındaki
benzerliklerin öne çıkartılması gerekmektedir. Her ikisi de benzer bir kültürel
sınıflama ölçütünden gelirler; çoğu zaman çakışır ve birbirlerini
güçlendirirler; tek tek ya da birlikte güçlü cemaatleri harekete geçirebilir ve
besleyebilirler.
Sophokles’in
Tebliler hakkındaki oyunlarında günümüzde son derece yaygın görülen ve büyük
önem taşıyan bir kollektif kimlik türünden hemen hiç söz edilmez. Bu oyunlar
kentler arasındaki çatışma ekseninde dönüp dururlar ama asla “millî” kimlik
meselesini ortaya atmazlar. Oedipus’un pek çok kimliği vardır fakat aralarında
“yabancı”lık (yani Yunan olmamak) yoktur. Kollektif çatışmalar eni konu Yunan
kent-devletleri ve onların yöneticileri arasındaki savaşlardır. Aslında bu
durum 5. yüzyılda eski Yunanistan’ın durumunu yansıtmıyor muydu? 1908’de
Friedrich Meinecke, genelde edilgen kültürel topluluk anlamında Kultumation
(kültürel millet) ile etkin, iradesini kendi belirleyen siyasî milleti ifade
eden Staatsnation’u (devletsel millet) birbirinden ayırmıştı.
Meinecke’nin bu kavramları kullanış tarzına, belki de bizzat bu kavramların
kendilerine itirazımız olabilir, ama ayrımın kendisi geçerli ve anlamlıdır.
Eski Yunan’da siyasî anlamda “millet” değil, her biri kendi egemenliğine
tutkuyla bağlı kent-devletlerinden oluşma bir topluluk vardı. Oysa, örneğin
Perikles’in siyaset alanında -genellikle Atina’nın amaçlarına bağlı olarak-müracaat
edebileceği kültürel anlamda bir eski Yunan cemaati, Hellas (Elen Ülkesi)
sözkonusuydu. Başka bir deyişle eski bir Yunan “millet”inden değil ama bir
Yunan etnik ve kültürel cemaatinden sözedebiliriz.[13]
Bu,
her şey bir yana, “millî” kimlikle kastettiğimiz şeyin, zayıf da olsa belli anlamda
bir siyasî topluluğu gerektirdiğini gösterir. Siyasî bir topluluk da,
topluluğun bütün fertleri için en azından belli ortak kurumların, hak ve
görevlere dair tek bir yasanın varlığını ima eder. Yine topluluk mensuplarının
kendilerini özdeşleyecekleri, aidiyet hissi duyacakları belli bir toplumsal
mekân, az çok hatları kesin ve sınırlanmış bir toprak parçasını da akla
getirmektedir. Milleti, belli bir ülkede aynı yasalara ve kurumlara boyun eğen
bir halk topluluğu olarak tanımlarken Filozofların da (Fransız
Aydmlanmacıları) akıllarında olan tam da buydu.[14]
Elbette
bu, milletin Batılı tarzda kavramsallaştırılmasıdır. Ama bu Batılı deneyimin
sonradan “millet” dediğimiz birliğe ilişkin düşüncemiz üzerinde güçlü, hattâ
yönlendirici bir etkisi olmuştur. Birbiriyle bağlantılı yeni bir tür siyasa
-rasyonel devlet- ve yeni bir topluluk türü -teritoryal millet-ilk kez Batı’da
ortaya çıktı. Bunlar, müteakip Batılı olmayan düşünceler üzerinde de, hattâ bu
düşünceler (Batılı) normların dışına çıktıklarında bile, iz bırakmışlardır.
Millete
dair bu Batılı ya da “sivil” model ayrıntılarıyla ele alınmayı haketmektedir.
Burada hâkim olan düşünce mekânsal ya da territoryal’dır. Bu mantığa göre
milletlerin iyi tanımlanmış ülkelere/topraklara sahip olmaları gerekir. Öyle
ki, örneğin ellerindeki toprağı bir demirci örsündeymiş gibi işleyerek temellük
eden, kendilerini yüksek denizlerin harcından gören eski Flamanlar gibi, halk
ile toprak adeta birbirlerine ait olmalıdırlar. Ama sözkonusu toprak
parçasının herhangi bir yer olması mümkün değildir; o herhangi bir toprak
parçası değil, “tarihî” bir toprak, “yurt”, halkın “beşiği” olmalıdır.
Türklerde olduğu gibi, o toprak soyun köklerini taşımasa bile bu böyledir.
“Tarihî toprak”, terrain (toprak) ile halkın, nesiller boyu birbirleri
üzerinde müşterek ve yararlı etkilerde bulunduğu bir topraktır. Tarihî bellek
ve çağrışımların mekânı haline gelir yurt; “bizim” bilgelerimizin,
azizlerimizin ve kahramanlarımızın yaşadıkları, çalıştıkları, dua edip
savaştıkları yerdir. Bütün bunlar yurdu yeryüzünde biricik kılar. Nehirleri,
denizleri, gölleri, dağları ve kentleriyle “kutsal” hale gelir yurt -derin ve
deruni anlamları sadece sırra matuf olanlar, yani milletin öz-bilinçli
evlatlarınca kavranabilecek mübarek ve yüce yerlerdir buralar. Topraktaki
doğal kaynaklar da sadece o halka aittir, “yabancılar”ın kullanımına ve
sömürüsüne kapalıdır. Millî ülke kendine yeterli olmak zorundadır. Otarşi,
ekonomik çıkarların olduğu kadar kutsal yurt topraklarının da savunulması
anlamına gelir.14
Millî
kimliğin ikinci bir unsuru patria (vatan) fikridir;
yasaları ve kurumlarıyla tek siyasî iradeye sahip bir topluluk. Bu durum, ortak
siyasî hissiyat ve maksatların ifadesi olan en azından bazı ortak düzenleyici
kurumlar gerektirir. Hattâ çeşitli bölgelerin 20. yüzyılın başlarına kadar
yerel kimliklerini korudukları Devrim sonrası Fransa’sında bile patria
büyük ölçüde merkezileşmiş ve üniter kurumlar eliyle ifade edilir. Öteki uçta,
ortak bir irade ve ortak siyasî duyarlılıkların bir ifadesi olmanın yanında yerel
ya da bölgesel özgürlükleri de korumak üzere tasarlanmış federal kurum ve
yasalara sahip ayrı sömürgeler, eyaletler ve kent-devletlerinden oluşan
birlikler görmekteyiz. Gerek Amerika Birleşik Devletleri gerekse Hollanda
Birleşik Krallığı, berat, senet, bildirgeleriyle bu tür millî birliklerin en
iyi örneklerini oluştururlar. 1579’daki Utrecht Birliği’nin[15] ve Hollanda Genel
Meclisi’nin esas amacı pek çok bakımdan, V. Charles ile II. Felipe döneminde
Habsburgların merkezîleştirme siyasetinin kaba tecavüzlerine karşı birleşik
eyaletlerin eski özgürlük ve ayrıcalıklarım korumaktı. Oysa İspanya’ya karşı
sürdürülen uzun ve amansız savaş, çok geçmeden eksik de olsa ifadesini yükselen
Flaman millî siyasî topluluğunda bulan (Kalvinist etkiden tamamen uzak) ortak
bir amaç ve kimlik duygusu yarattı.[16]
Bu
topluluğun fertleri arasında yasal ve siyasî topluluk fikrinin doğuşuyla aynı
zamana denk gelen bir yasal eşitlik fikrinin izlerini de görmek mümkün. Sivil
ve yasal haklar, siyasî haklar ve görevler ve sosyo-ekonomik haklar da dahil
sosyologların sayıp döktükleri muhtelif “yurttaşlık” türleri bunun tam
ifadesidir. Batı düşüncesi işte bu yasal ve siyasal hakları kendi millet
modelinin tamamlayıcısı olarak görür. Bu, topluluğun üyeleri arasında
karşılıklı asgari hak ve yükümlülüklere paralel olarak dışardakilerin bu hak
ve görevlerden hariç tutulduklarını da ima ettiği gibi, tatbikatlarını
sağlayan aygıtlar, yüksek mahkemeler vs. ile birlikte, yerel yasaların dışında
ve ötesinde ortak bir yasa kodunu ifade eder. Çünkü ilke olarak milletin bütün
fertlerinin yasal bakımdan eşit olduklarının, zengin ile güçlünün patria’nın
yasalarıyla mükellef kılındıklarının kabulü önemlidir.
Son
olarak sınırları belli bir yurttaki bir siyasî topluluğun fertleri arasındaki
yasal eşitliğin, halk arasında belli ortak değer ve gelenekleri ya da bir
şekilde “çekirdek” bir topluluğu varsaydığı düşünülüyordu.
Başka bir deyişle milletler, yurt içindeki halkı bir arada tutan ortak bir
anlayış, emel, hissiyat ve fikirlere, ortak bir sivil ideoloji ve kültürel
boyuta sahip olmalıydılar. Ortak bir kamuyu ve kitle kültürünü temin işi,
popüler toplumsallaştırma vasıtalarına, kamusal bir eğitim sistemi ve kitle
iletişim araçlarına havale edilmişti. Batılı millî kimlik modelinde milletler,
mensupları ortak tarihî anılar, mitler, simge ve geleneklerle bağlanmış, ama
türdeş kılınmamış kültür toplulukları olarak görülmekteydi. Devletin, kendi
tarihî kültürleriyle yüklü yeni göçmen topluluklarını buyur ettiği yerlerde
bile onların ahvadının, millî kitlesel toplumsallaştırma vasıtaları
aracılığıyla “millete” ve onun tarihî kültürel çevresine kabulleri (o da olduğu
kadarıyla) nesiller almıştır.[17]
Tarihî
ülke, yasal-siyasî topluluk, topluluk fertlerinin yasal-siyasî eşitliği ve
ortak sivil kültür ile ideoloji-bütün bunlar milletin Standard, Batılı
modelinin oluşturucularıdır ve Batı’nın modern dünyadaki etkisi nedeniyle bir
miktar biçimi değişmekle birlikte, Batılı olmayan millî kimlik tasavvurlarında
da canlı unsurlar olarak kalmışlardır. Aynı anda Batı dışından, Doğu Avrupa ile
Asya’dan tarihî olarak Batı modelinin üstünlüğüne meydan okuyan ve Batılı
olmayan toplulukların yörüngelerine onların, son derece farklı koşullarına daha
uygun, anlamlı yeni unsurlar ekleyen oldukça farklı bir millet modeli uç
vermeye başlamıştı.
Bu
Batılı olmayan modele “etnik” millet kavramı diyebiliriz. Ayırdedici özelliği
doğuştan, fıtri bir topluluk fikrini öne çıkartmasıdır. Batılı millet kavramı
bireyin, kendi seçebileceği belli bir millete ait olması gereğini şart koşarken
bu Batılı olmayan ya da etnik kavramlaştırma böyle bir müsamaha göstermiyordu.
Kendi topluluğunda kalsa da, başka bir yere göçse de birey kaçınılmaz biçimde,
organik olarak içinde doğduğu topluluğun mensubu olarak ve sonsuza dek onunla
damgalanmış olarak kalmaktaydı. Başka bir ifadeyle bir millet evvel emir
ortak soydan gelen bir topluluktu. Bu etnik modelin de sayısız yüzü vardır.
İlki, kesin biçimde, ülkeden çok soyu -ya da varsayılan soyu-öne çıkartmasıdır.
Millet, hayali bir “üst aile” olarak görülür ve özellikle Doğu Avrupa ve Orta
Doğu ülkelerindeki yerli entellektüellerce çetelesi tutulan soy ve seceresinin
kökeniyle gurur duyar. Buradaki mesele, bu düşüncede milletin köklerinin
isnat edilen ortak ecdada dek götürülebilmesi ve böylece milletin fertlerinin
birbirlerinden ancak dışardan gelen ailevi bağlarla farklılaşmış kız ve erkek
kardeşler veya en azından kuzenler olmalarıdır.
Varsayımsal
ailevi bağlara getirilen bu vurgu etnik millet kavramında mevcut bulunan güçlü
popüler veya demokratik unsurun da açıklanmasına yardım eder. Elbette “halk”
figürü Batılı modelde de vardır. Ama orada halk, ortak yasa ve kurumlara tâbi
siyasî bir topluluk olarak görülür. Etnik modelde ise halk, hattâ fiilen
eylemli bir siyasî seferberliğin olmadığı yerlerde bile, milliyetçi emellerin
nesnesini verir ve çağrının nihai retorik merciini oluşturur. Önderler ancak
“halkın iradesi”ne başvurmak suretiyle eylemlerini haklılaştırabilir ve ayrı
sınıf ve grupları biraraya getirebilirler. Entelijensiya kitleleri siyasî
arenaya toplamak gibi en ufak bir niyet beslemediğinde bile, etnik tasavvuru
daha aşikâr biçimde “sınıflar arası” ve “popülist” kılan budur. Bu nedenle
halkın seferber edilmesi, etnik millet kavramında fiilen değilse bile ahlâkî ve
retorik bakımdan önemli bir rol oynar.[18]
Aynı
şekilde Batılı sivil modeldeki hukukun yerini etnik modelde yerli kültür,
genellikle de dil ve adet almıştır. Lügatçilerin, dilbilimcilerin ve
halkbilimcilerin Doğu Avrupa ile Asya millîyetçiliklerinin ilk evrelerinde
merkezî bir rol oynamalarının nedeni budur. Bu insanların “halk”ın (folk)
geçmiş ve şimdiki kültürüyle ilgili yapmış oldukları linguistik ve etnografik
araştırmalar, dildeki canlanmaların hüsranla sonuçlandığı yerlerde bile,
“millet olmak” planına malzeme oluşturdular. Topluluğun mit, tarih ve dilsel
geleneklerine dair yaygın bir uyanıklık yaratmak suretiyle, İrlanda ve
Norveç’de olduğu gibi eski dillerin tavsadığı zamanlarda bile, mensuplarının
çoğunluğunun kafasında etnik bir millet fikri yaratmayı ve bu fikri
billurlaştırmayı başardılar.[19]
Şecerecilik
(jenealoji) ve varsayımsal soy bağlan, halkın seferber edilmesi, yerli dil,
âdet ve gelenekler -bütün bunlar, Doğu Avrupa ve Asya’daki sayısız topluluğun
izlediği son derece farklı bir “millî oluşum” rotasını yansıtan ve dinamik bir
siyasî meydan okuma olan alternatif bir etnik millet kavramının unsurlarıdır.
İlerde göreceğimiz gibi bugün de dünyanın pek çok yöresinde tekrarlanan bir
meydan okumadır bu ve her milliyetçiliğin canevindeki derin ikiliği yansıtır. Aslında
her milliyetçilik değişen derecelerde ve farklı biçimlerde sivil ve etnik
unsurlar barındırır içinde. Kimi zaman sivil ve teritoryal unsurlar hakimdir,
kimi zaman da etnik ve yerli unsurların öne çıktığı görülür. Örneğin Jakoben dönemdeki
Fransız milliyetçiliği temelde sivil ve teritoryaldı; siyasî-yasal bir topluluk
içindeki Fransız yurttaşlarının kardeşliğini ve cumhuriyetçi vatanseverlerin (patrie)
birliğini vaazetmişti. Ama aynı sıralarda Barere ile Abbe Gregoire’nin
vaazettiği hegemonik bir Fransız kültürünün saflığından duyulan gurur ile
uygarlaştırma misyonunu yansıtan dilsel bir milliyetçilik de ortaya çıkmıştı. 19.
yüzyıl başlarında Fransız kültürel milliyetçiliği, ister Frankçı ister Galci
olsun millete dair daha etnik nitelikli düşünceler yansıtmaya başlamıştı; daha
sonra bunlar, Fransa hakkında (Jakoben döneminkinden) son derece farklı
ideallere cevaz verir hale geldiler. Dinci-monarşist sağ, özellikle Dreyfus
Davası sırasında, cumhuriyetçi teritoryal ve sivil modelin aksine, jenealojik
ve yerli “organik” millet kavramlarıyla yatağa girdi.[20]
Buna
rağmen zıt millet modelleri arasında son derece ciddi çatışmalar olduğunda bile
belli temel varsayımlar savaşan tarafları ortak bir millî söylem yoluyla bir
araya getirmiştir. Örneğin Fransa’da yukarda zikredilen cumhuriyetçi ve
monarşistlerin her ikisi de Fransa’nın “doğal” ve (Alsace’ın da dahil olduğu)
tarihî toprakları fikrini kabul etmişlerdir. Aynı şekilde kitlesel bir kamu
eğitim sistemiyle millî ülkülerin ve millî tarihîn, belli bir kısmı dışında
(yani Katolik boyutu) öğretilmesi gereğine dair gerçek bir ihtilaf sözkonusu
değildi. Yine Fransız diline duyulan bağlılık da genel bir nitelik
arzetmekteydi. Aynı şekilde, kimse Fransa’nın ve Fransızların tekliğini
sözkonusu etmedi; farklılıklar yalnızca bu benzersizliğin tarihsel içeriği,
dolayısıyla bu deneyimden çıkartılacak dersler konusunda patlak verdi.
Bu
durum, rakip millet modellerinin ardında milleti, başka herhangi bir kollektif
kültürel kimlikle karşı karşıya getiren niteliğin ne olduğuna dair belli bazı
ortak inançlar bulunduğunu akla getirmektedir. Bu inançlar, milletlerin
teritoryal olarak sınırlanmış nüfus birimleri oldukları ve kendi yurtlarının
sahipleri olmaları gerektiği; mensuplarının ortak bir kitle kültürünü, ortak
tarihî mitleri ve anıları paylaştıkları; mensuplarının belli bir ortak yasal
sistem altında karşılıklı hak ve görevleri bulunduğu ve; milletlerin
fertlerinin bütün ülkede hareket imkânı ile bağlantılı ortak bir işbölümü ve
üretim sistemine sahip oldukları fikrini içerir. Bunlar, bütün milliyetçilerin
hattâ milletlerin varlığının yolaçtığı müteakip küresel bölünme ve
çatışmalardan sürekli olarak sızlanan eleştirmenlerinin bile büyük ölçüde kabul
ettikleri varsayım ve gereklerdir.
Bu
ortak varsayımların mevcudiyeti millî kimliğin temel özelliklerine dair
aşağıdaki listeyi yapmayı mümkün kılmaktadır;
1.Tarihî
bir toprak/ülke, ya da yurt
2.Ortak
mitler ve tarihî bellek
3.Ortak
bir kitlesel kamu kültürü
4.
topluluğun bütün fertleri için geçerli ortak yasal hak ve görevler
5.
Topluluk fertlerinin ülke üzerinde serbest hareket imkânına sahip oldukları
ortak bir ekonomi.
Demek ki bir millet, tarihî bir
toprağı/ülkeyi, ortak mitleri ve tarihî belleği, kitleyi bir kamu kültürünü,
ortak bir ekonomiyi, ortak yasal hak ve görevleri paylaşan bir insan topluluğunun
adı olarak tanımlanabilir.[21]
Koşullu
işlevsel bir geçerliliğe sahip bu tanım, millî kimliğin ne denli karmaşık ve
soyut bir doğada olduğunu göstermektedir. Aslında, millet, kollektif kimliğin
öteki türlerine ait unsurları bünyesinde toplar; millî kimliğin sadece
-sınıfsal, dinsel ya da etnik-başka kimlik tipleriyle kurabileceği terkip
biçiminin değil, ideoloji olarak milliyetçiliğin de liberalizm, faşizm ve
komünizm gibi diğer ideolojilerle girdiği bukalemun benzeri permütasyonların
(değişimlerin) izahatı burada aranmalıdır. Millî bir kimlik temelde çok
boyutludur; şu ya da bu milliyetçi hizip tarafından bile asla tek bir unsura
indirgenemeyeceği gibi bir halkın bünyesine yüzeysel yollardan kolay ve hızlı
bir şekilde zerkedilebilmesi de mümkün değildir.
Böyle
bir tanımlamanın millî kimliği aynı zamanda devlete ilişkin herhangi bir
kavramlaştırmadan da ayırdığı açıktır. Devletle ilgili bir kavramsallaştırmada,
münhasıran diğer toplumsal kurumlardan farklılaşmış ve onlardan özerk, belli
bir toprak parçasında baskı ve zor tekeli uygulayan kamu kurumlan kastedilir. Oysa
millet, bir tarihî kültür ile belli bir yurdu paylaşan herkesi tek bir siyasî
topluluk içinde birleştiren kültürel ve siyasî bir bağı gösterir. Her
ikisinin de tarihî toprağa/ülkeye atıfta bulunduğu ve (demokratik devletlerde)
halk egemenliğine başvurduğu düşünülürse, bu, iki kavram arasında kimi
çakışmalar bulunduğunu inkâr etmek anlamına gelmez şüphesiz. Ama, modern
devletler kendilerini, şu ya da bu milletin devleti olarak millî ve popüler tabirlerle
meşrulaştırmak zorunda kaldıklarında bile, içerikleri ve odakları son derece
farklıdır.[22]
Bugün
“çoğul” devletlerin varlığı, devlet ile millet arasındaki bu tekabüliyet
eksikliğini göstermektedir. Walker Connor’ın 1970’lerin başında yaptığı değerlendirme,
devlet sınırları ile millet sınırlarının çakışması ve devletin toplam nüfusunun
tek bir etnik kültürü paylaşıyor olması olguları gözönüne alındığında bugün
mevcut devletlerin sadece yüzde 10’unun hakiki anlamda “millî-devlet” olma
iddiasında bulunabileceklerini göstermiştir. Çoğu devlet, tevellüdü eski Batı
devletleri bile, bu anlamda birer millî devlet olmayı arzularken meşruiyet
iddialarını, kendi sınırlan içinde kalan etnik toplulukların başkaldırı
tehditlerine açık olan bir siyasî birlik ve halk egemenliği tesisi isteğiyle
sınırlama eğilimindedirler. Devlet ile millet kavramları arasında, kısaca
tartışılan bu tarihî malzemenin ortaya koyduğu derin ayrılığı ortaya serecek
daha pek çok benzeri örnek bulmak mümkündür.[23]
Özetleyelim.
Millî kimlik ve millet, birbirleriyle ilişkili etnik, kültürel, teritoryal,
ekonomik ve yasal-siyasî pek çok unsurdan oluşan karmaşık yapılardır. Kendi
devletlerinde ifadesini bulsun ya da bulmasın, müştereken paylaşılan anılar, mitler
ve geleneklerin bir araya getirdiği topluluk fertleri arasındaki dayanışma
bağlarım gösteren bu kavramlar, devletin tamamen yasal ve bürokratik nitelikli
bağlarından tümüyle farklıdır. Kavramsal olarak millet, her özgül durumda
değişik oranlarda biri sivil ve teritoryal öteki etnik ve jenealojik olan iki
boyutu birbirleriyle harmanlamıştır. Millî kimliği modern yaşam ve siyasada
böylesine esnek ve daimi bir güç haline getiren ve kendi özelliğini
yitirmeksizin diğer güçlü ideoloji ve hareketlerle etkili birleşimlere
girmesini sağlayan tam da bu çok boyutluluğudur.
Millî
kimliğin bu çok yüzlü gücünü, grup ve bireyler açısından yerine getirdiği
işlevlerden bazılarını izleyerek görmek mümkündür.
Yukarda
belirtilen boyutlara uygun olarak bu işlevleri “dışsal” ve “içsel” nesnel
sonuçlar şeklinde bölümleyebiliriz.
Teritoryal,
ekonomik ve siyasî olanlar, dışsal işlevlerdir. Milletler öncelikle
mensuplarının içinde yaşamak ve çalışmak zorunda oldukları kesin bir toplumsal
mekân tanımlar ve bir topluluğu zaman ve mekâna konumlandıran bir tarihî toprağın/ülkenin
sınırlarını çizerler. Yine bireyleri, milletin “moral coğrafyası”nm eşsizliğini
gösteren “kutsal merkezler”le, ruhani ve tarihî hac yerleriyle teçhiz ederler.
Milletler
ekonomik bakımdan, insan gücü de dahil teritoryal kaynaklar üzerinde denetim
kurarlar. Ayrıntılı bir işbölümü oluşturur, yurt içinde topluluk fertleri
arasında kaynak dağılımının yanısıra emek ve meta dolaşımını da teşvik
ederler. Mensubiyetin, sınırların ve kaynakların tanımlanması suretiyle millî
kimlik, millî otarşi idealine bir rasyonellik verir.[24]
Millî
kimlik siyaseten, devlet ve organlarına ya da devletleri olmayan milletlerde
devletin siyaset öncesi muadillerine payandalarını verir. Siyasî personelin
seçimi, siyasî davranışın düzenlenişi ve hükümetlerin seçimi, halka şamil bir
millî kimlik ve millî iradeyi yansıttığı varsayılan millî çıkar ölçütüne göre
temellendirilir.
Ama
millî kimliğin siyaseten belki de en belirgin işlevi, millete özgü kişilik ve
değerleri tanımlayan ve halkın kadim gelenek ve âdetlerini yansıtan, ortak
yasal hakların ve yasal kurumların görevlerinin meşrulaştırıcısı olmasıdır.
Millî kimlik, bugün toplumsal düzen ve dayanışmanın meşruiyeti bakımından temel
müracaat noktası haline gelmiştir. Millî kimlikler, topluluk içindeki bireyler
için daha samimi, içsel işlevler de yerine getirirler. En bariz olanı fertlerin
“uyruklar” ve yurttaşlar” olarak toplumsallaştırılmalarıdır. Bugün bu çoğu
rejimin milliyetçi kültürel sahicilik ve birlik ideallerinin etkisi altında büyük
bir gayretkeşlikle takipçisi oldukları, bu sayede devlet otoritelerinin millî
hars ile ayırdedici, türdeş bir kültürü aşılamayı umdukları zorunlu, Standard
kamu eğitim sistemleriyle sağlanmaktadır.[25] Müşterek
değer, sembol ve geleneklerden bir repertuvar oluşturmak suretiyle bireylerle
sınıflar arasında toplumsal bir bağ kurmak için de yine millete müracaat
edilir. Bayrak, para, marş, üniforma, anıt ve kutlama gibi sembollerle topluluk
fertlerine ortak mirasları, kültürel yakınlıkları hatırlatılır, ortak kimlik ve
aidiyet duyguları güçlendirilir. Millet, engelleri aşmaya, meşakkatleri göğüslemeye
muktedir “iman-teknesi” bir grup haline gelir.[26]
Son
olarak millî kimlik duygusu, kollektif kişilik prizması ile onun ayırdedici
kültürü içinden tanımladığı bireysel kendilere dünya üzerinde bir yer veren
güçlü bir araçtır.
Çağdaş
dünyada “kim” olduğumuzu müştereken paylaşılan eşsiz bir kültür aracılığıyla
bilebiliriz. Bu kültürü keşfederek kendimizi, “otantik kendi”yi keşfederiz, ya
da modern dünyanın devasa değişiklik ve belirsizlikleriyle cebelleşmek zorunda
kalmış, bölünmüş ve yolunu yitirmiş pek çok kişiye öyle gelir.
Sözkonusu
kendini tanıma, dünya üzerinde bir yer bulma, pek çok açıdan millî kimlik için
anahtar olma vasfı taşımakla birlikte, aynı zamanda üzerine en fazla kuşkuyu
toplayan da bu özelliğidir. Zaten insani tutum ve algıların büyük çeşitliliği
gözönüne alındığında, milliyetçilerin, onları eleştirenlerin ve geri
kalanlarımızın millî öz-tanımın ve dünyada yerini bulmanın ölçütü konusunda
fikir birliğine varamamamız hiç de şaşırtıcı değildir. Millî ben/kendi ve
bireyin bu ben’le ilişkisinin ne olduğu sorusu milliyetçi projenin en esrarlı
yanı olmayı sürdürür.
Bu
kuşkular hem felsefî hem de siyasîdir. Milletin çok yüzlü bir doğaya sahip
olması neticesinde kendim pratikte ortaya koyan çok sayıda millî ben/kendi türü
olduğu için, milliyetçi doktrin mantıken tutarsız ve çelişkili olmakla
suçlanmıştır. Millîlik ölçütünün belirlenemezliği ile milliyetçilerin yazılarındaki
bulanıklık, değişkenlik ve keyfi karakter, kültürel farklılık fikri gibi tekil
milliyetçi önermelere saygıyla yaklaşıldığı yerlerde bile, ideolojinin
inanılırlığını aşındırmıştır. Millet fikri en iyi halde kaypak ve üstün körü,
en kötü halde de saçma ve çelişkili görülmüştür.[27]
Bu
entellektüel kuşkuculuğa ahlâkî suçlamalar da eşlik eder. Denilir ki halk,
“millî kimlik” adına kendi özgürlüklerinden vazgeçmeyi ve başkalarının
özgürlüklerini de kısmayı istemektedir; yutamadığı etnik, ırksal ve dinsel
azınlıkların sivil ve dinsel haklarım çiğnemeye amadedir. Uluslararası, daha
doğru bir ifadeyle devletlerarası ilişkiler de aynı gadre uğramışlardır.
Batı’daki anayurdundan bütün dünyaya yayılan millet ideali özellikle de etnik
ve dinî bakımdan karışıklar arzeden bölgelere nifak, istikrarsızlık, kavga ve
terör getirmiştir. Milleti her siyasî teşebbüsün nesnesi ve millî kimliği de
her insani değerin ölçütü yapan bir doktrin olarak milliyetçilik, Fransız
Devrimi’nden bu yana, tek bir insanlık, tek bir dünya topluluğu ve ahlâkî
birlik fikrine bütünüyle kafa tutmuştur. Milliyetçiliğin siyasî topluluğa
kazandırdığının aksine, kültür topluluklarını kaçınılmaz şekilde birbirlerine
düşüren ve sadece kültürel farklılıkların miktar ve çeşitliliği düşünüldüğünde
olsa olsa insanlığı siyasî bir girdaba sürükleyecek olan meşruiyet, dair ve
çelişkilerle yüklü bir meşruiyettir.[28]
Bu
tanıdık bir ithamdır ve bu ithamın sahası ile yoğunluğu, suçladığı idealin
duygusal ve siyasî gücünü ortaya koyar. Ama gerek kollektif gerekse bireysel
bakımdan bunca işlevi yerine getirebilen bir ideal ve bir kimlik,
milliyetçilerin faaliyet gösterdikleri koşulların çeşitliliği gözönüne
alındığında, son derece değişken toplumsal ve siyasî neticeler yaratmaya
mahkûmdur. Aynı şekilde milliyetçiliğin mülayim etkilerinden de
sözedebilirdik; azınlıkların kültürlerini savunuyor oluşu; “kayıp” Târih ve
edebiyatların kurtarıcısı olması; kültürel yenilenmelere ilham vermesi; “kimlik
krizi”ne getirdiği çözüm; topluluğu ve toplumsal dayanışmayı meşrulaştırması;
tirana karşı direnişin ilham kaynağı olması; halk egemenliği ve kollektif
seferberlik ideali; hattâ kendi gücüne dayalı bir ekonomik gelişmeye kaynaklık
etmesi gibi.
Eleştirmenlerinin
sayıp döktüğü habis sonuçlar kadar bu etkiler de aynı mantıkilik ölçülerinde
milliyetçi ideolojilere isnat edilebilirler. Bugün artık dünyanın dört bir
köşesindeki sayısız halk için, millî kimlik ile milliyetçiliğin veya bunlar
arasındaki derin ilginin kuşkulu niteliğini gözler önüne serecek ya da ifşa
edecek hiçbir beyanda bulunulamaz, kanıt gösterilemez. Şimdi bunun neden böyle
olduğu ve bugün millî kimliklerin sergilediği gücün daha derindeki kökenlerinin
neler olduğu üzerinde durmalıyız.
Sh:
13-39
Bugün
insanoğlunun paylaştığı bütün kollektif kimlikler arasında milli kimlik, belki
de en temelli ve kapsamlı olanıdır. İdeolojik bir hareket olarak milliyetçilik
şadece yerkürenin her köşesine nüfuz etmiş olmakla kalmıyor; dünya evvela
“millî-devletler” (millet olduğu iddiasındaki devletler) halinde bölünmüştür ve
millî kimlik her yerde, zaman zaman pek özel bir tiranlık biçimine sebep
olmanın yanında, halk egemenliği ve demokrasi yönündeki sürekli yinelenen
güdüye de payandalarını veriyor. Diğer -sınıf, cins, ırk, din gibi kollektif
kimlik türleri millî kimlikle örtüşebilir veya terkibe girebilirler ama yönünü
etkileyebilmiş olsalar da, altını oymakta nadiren başarılı olmuşlardır.
Hükümetler
ve devletler belli bir süre millî emellerin ifade edilmelerini önleyebilirler,
ama muhtemelen yüksek maliyetli ve nihai bakımdan etkisiz bir tedbir olacaktır
bu. Zira millî bağlılık hislerini besleyen güçler mukabil her eğilimden çok
daha güçlü olduğunu göstermişlerdir ve büyük bir olasılıkla da göstermeye devam
edeceklerdir.
Neden
millî kimlik ve milliyetçilik, modern dünyada böylesi temel bir konuma oturdu?
Birincisi, her yerde hazır ve nazır oluşundan. Eğer gerçekten küresel bir
görüngü varsa bu millet ve milliyetçilik olmalı. Yeryüzünde, etnik ve millî
çatışmaların damgasını vurmadığı, seçilmiş halkı için millî bağımsızlık isteyen
hareketlerin doğuşuna tanık olunmadığı hemen hiçbir yer yoktur. Gerçekleşmekten
çok uzak bile olsa her biri türdeş, birleşmiş ve özgür olan milletlerden oluşan
bir dünyaya ilişkin milliyetçi hayal, dünyanın dört bir yanındaki halklarca
devralınmış ve halk direnişlerine, çabalara ve çatışmalara ilham kaynağı
olmuştur. Milletin türdeşliği değilse bile milliyetçiliğin küreselleşmesi,
kültürel manzaramızı ve siyasî çabalarımızı koşullayan güçlü bir gerçekliktir.[29]
Ama
bugün millî kimlik sadece küresel değil aynı zamanda kaplayıcıdır da. Daha
önemli olduğu düşünülen belli bazı durumlar varsa da, faaliyetlerinin pek çok
noktasında bireylerin ve toplulukların yaşamını kapladığı söylenebilir. Dil,
hukuk, kurumlar ve seremonilerde olduğu kadar, gurur verici olaylardan ve
mitlerden değer ve anılara dek bütün bir kültür sahasında boy gösterir millî
kimlik. Toplumsal bakımdan millî bağ en şümullu topluluğu, toplumsal iletişimin
normail olarak içinde geçtiği genel olarak kabul görmüş sınırları ve
“dışardakı”ni ayırdetmenin sınırını oluşturur. Aynı zamanda millet, gerek ülke
gerekse kaynak ve beceriler itibariyle temel bir moral ekonomi birimi olarak da
görülebilir.
Millî
kimlik bugün siyaseten sadece rejimin personelinin bileşimini belirlemekle
kalmaz aynı zamanda her yurttaşın gündelik yaşamını düzenleyen siyasî hedefleri
ve İdarî uygulamaları da etkiler. Son olarak millet ve millî kimlik,
yurttaşlara temel bir siyasî bağlılık buyurarak, “milletler-arası” meşruiyetin,
her bir bölge ve kıtada, nihayetinde bütün olarak dünyada, bir devletler sisteminin
geçerliliğinin yegâne kabul görmüş kaynağı haline gelmiştir. Devletler
topluluğunda böyle bir düzenin kurulabilmesi, millet normunun siyasal sadakat
ve eylemin biricik kaynağını oluşturması halinde mümkündür.
Üçüncüsü,
“millet” ile “millî kimlik”in arzettiği derin karmaşıklık ve çeşitliliktir.
Birinci bölümde gördüğümüz gibi millî kimlik, yaşamın hemen her alanına temas
eden ve sayısız bileşim ve alışverişlilik sergileyen, soyut ve çok boyutlu bir
yapıdır. Bugünkü tarihçiler, eski nesil bilim adamlarının kavramı şişirme
eğilimlerine tepki olarak “milliyetçilik”in alanını daraltma temayülündedirler.
Ama millet ve milliyetçilik ne “tembel tarihçi”nin kavramsal sığınağı olarak
görülmeli ne de biz bu kavramların bukalemunvari doğaları ile başka mesele ve
ideolojilerle terkibe girme ve hattâ ekseriyetle onları kendine dahil etmedeki
ustalıklarını hafife almalıyız. Çin komünizmi ilk bakışta Batı Marksizminin
sahici bir çeşidi olarak görülmüştü, ta ki Mao’nun hareketinin Çin milliyetçiliğine
gerek doktriner gerekse uygulama bakımından ne kadar çok şey borçlu olduğu
anlaşılmcaya dek. Bugün öne çıkartılan, Maoizmin milliyetçi bileşeni ile
Mao’nun Marksizmini 1937’deki Japon istilasına karşı direnişinde Çin
köylülüğünün millî görünümüyle telif etme tarzıdır. Ya da tersine, 1989’da Doğu
Avrupa’daki anti-komünist hareketler başlangıçta Batılıvari siyasî ve ekonomik
hareketler gibi görüldüler, ta ki halk seferberliğindeki milliyetçi boyutların
ne denli güçlü olduğu anlaşılmcaya kadar.[30]
Sıklıkla
gözden kaçırılan mesele millî emellerin, öteki gayrı millî ekonomik, toplumsal
veya siyasî meselelerle terkibe girme eğiliminde oldukları ve sözkonusu
hareketin gücünü çoğunlukla bu terkipten devşirdiğidir. Bu, kimi zaman
sanıldığı gibi, milliyetçiliğin başka “rasyonel” meseleleri ve çıkarları
beslemediği anlamına gelmez. İşin doğrusu şudur; ihmale uğramış, baskı altına
alınmış ya da marjinalleştirilmiş etnik topluluk veya kategoriler millî şikayet
ve emellerini, diğer millî olmayan emel ve şikayetlerle kaynaştırırlar; öyle ki
çoğu zaman, zaman içinde belli bir anda, belli bir nüfusun takipçisi olduğu,
bizim tahlili amaçlarla, “millî etkeni” diğerlerinden soyutlamak üzere “millî”
ve “gayri millî” diye ayırdığımız tek bir çıkar dizisi sözkonusudur.[31]
Üst-milliyetçilik:
federal ve bölgesel kimlikler?
Her
yerde hazır ve nazır, kaplayıcı ve karmaşık bir yapı arzeden millî kimlik ve
milliyetçilik, üçüncü bin yıla yaklaşırken güçlü ve tahripkâr küresel güçleri
içinde barındırmayı sürdürmektedir. Ama giderek artan küresel karşılıklı
bağımlılık eğilimleriyle başedebilecek durumda mıdır?
19.
yüzyıl başlarından günümüze dek liberaller ile sosyalistlerin umut ve
beklentisi hiç kuşkusuz bu yöndeydi. Comte ve Mill’den modernleşme
kuramcılarına kadar evrimci bakış, kaynaklara doğru ilerledikçe hem millet olma
konumuna erişileceğini hem de bu konumun aşılacağım vaat etmekteydi.
Aileviliğin, yerelliğin ve dinin erozyona uğraması devletin, insanlığın küresel
bir toplum ve kültüre doğru ilerlemekte olduğunu görmesini sağlayacaktı. Aynı
şekilde Marksistler de devletin “söneceğini” ve milletler ile milliyetçiliğin
“aşılacağını” düşünüyorlardı; millî kültürler varlıklarım sürdürecek bile
olsalar, prolateryanın değerleriyle, sadece millî biçimin alıkoyduğu bir
birleşime gireceklerdi.[32]
Bu
yöndeki umutlarını desteklemek üzere aralarında pek çok bilimadamanın da
bulunduğu liberaller ile sosyalistler iki kanıt dizisine işaret etmekteydiler.
Kanıtlardan ampirik olanı, muhtelif federasyon türlerinin yanında, çokuluslu
devletlerde yaşanan çeşitli deneyimlerden çıkartılmaktadır. Teorik dayanak ise,
“millet sonrası” (post-millet) bir dünyanın tohumlarını eken yeni ulusaşırı
güçlerin ve teknolojilerin doğurgularmda aranmaktadır. Şimdi bu iki sav ve
kanıt türünü sırasıyla ele alalım.
İşe,
sıklıkla vurgulanan, çoğu devletin bugün etnik olarak heterojen ve çoklu olduğu
meselesinden başlayabiliriz. Bazılarının gözünde bu, yeni bir millet türünün,
“çokuluslu millet”in inşa edilmekte olduğu anlamına gelmektedir; başkaları için
ise milletin (başka bir şeyle) ikame edilmekte olduğu anlamını taşır. Takınılan
tavrın, büyük ölçüde benimsenmiş olan millet tanımına ya da her halükârda
milletin “türdeşliği” öncülüne bağlı olacağı açıktır. Millet kavramının
münhasıran milliyetçilerin bir imalatı olduğu varsayılsa bile (ben de
milliyetçilerin parcalı etno-tarihlerle kayıtlı olduklarını ileri sürmüştüm),
“türdeş millet” talebinin bütün milliyetçiler için aynı anlama sahip olacağı
kesin değildir. Bütün milliyetçiler, özerklik, birlik ve kimlik talep
etmişlerdir; ama (toplumsal, teritoryal ve siyasî birlik anlamında) ne birlik,
ne de (farklılık ve tarihsel bireylik anlamında) kimlik, tam bir kültürel
türdeşlik gerektirir. İsveç sadece siyasî bir birliğe ulaşmakla kalmadı,
aynı zamanda dilsel, bölgesel ve kantonal bölünmelere rağmen sarih bir tarihsel
zatiyet duygusunu da muhafaza etmeyi başardı. (Ama) İsveç, silahlı tarafsızlığa
varan güçlü bir mili! kimlik duygusuna rağmen kültürel türdeşleşmeye
direnmiştir. İsveç bu konuda yegâne örnek de değildir. Gerek Almanya gerekse
İtalya’da ekseriyetle güçlü yerel kurumlarla bölgeciliğin serpilmesine imkân
tanınmıştır, ancak her iki durumda da millî kimlik duygusunda ve dönem dönem
millî hissiyatın kabarışında en ufak bir azalma vaki değildi.[33]
Bu,
bazı romantik milliyetçilerin tam bir kültürel türdeşlik çağrısında bulunurken
başka pek çoklarının da, ifadesini ortak bir yurdun yanısıra ortak âdetlerde ve
kuramlarda bulan çekirdek değerler, mitler, semboller ve gelenekler etrafında
birleşme ve özdeşleşmeyle yetindikleri anlamına gelir. Daha önce de gördüğümüz
gibi, Üçüncü Dünya’nın millî seçkinlerinin çok etnili nüfuslardan “teritoryal
milletler” inşa etmeye girişmelerini mümkün kılan da budur.
Ama
eğer milletin kültürel bakımdan türdeş olması gerekmiyorsa, bir çok milleti
içererek bünyesine alan, millet gibisinden bir şey nasıl mümkün olabilmektedir?
Millet kavramı, bilhassa ortak kültür ve tarih gibi temel özelliklerini
yitirmeksizin nasıl bu kadar esnek olabilmektedir? Burada akla Yugoslavya
örneği geliyor. Yugoslavya iki kavram etrafında inşa edilmiştir; bir milletler
federasyonu ile ortak bir kültürel-tarihsel deneyim. Bu İkincisi zaman zaman
“llliryacılık”[34]
olarak adlandırılır; ama ideologlann bile kanaati odur ki Güney Slavlarını
birarada tutan siyasî tarihten çok dillerinin aynı kökten oluşları ve coğrafî
yakınlıktır, belki biraz da (farklı güçlerce de olsa) yabancı işgal. Öte yandan
dinsel farklılıkların yanısıra bir de Slovenlerin, Hırvatların, Sırpların,
Makedonyalıların ve Karadağlıların ayrı tarihlere sahip oluşları düşünüldüğünde,
bir milletler federasyonu şeklinde bir “aşkın millet” modeli oluşturan
Yugoslavya’nın, başka bir yerde ve daha geniş bir ölçekte de tekrarlanabilmesi
akla yatkın geliyordu.[35]
Ne
yazık ki bugüne kadarki Yugoslavya tarihi, o ve başka federasyonlar için beslenen
hayalleri boşa çıkarmıştır. Komünist Parti’nin millî partilere bölünmesi,
anayasal düzenlemeler, ekonomik bölüşümde milletlerin sahip olduğu merkezî
konum ve özellikle II. Dünya Savaşı sırasındaki millî antogonizmalar tarihi,
tümü de, önce Tito sonra da halefleri döneminde Yugoslav devletinin kırılgan
birliğinin temelini oydu. Hırvat Baharı, Kosova’daki çatışmalar ve Slovenya ile
olan ihtilaf; millet-üstü kurumlar ya da Yugoslavlık hissiyatından ziyade,
federasyon bileşkesini oluşturan millî bileşenlerin harç görevi gördüğünü
düşündürtmektedir.[36]
Daha
geniş bir çerçevede olmakla birlikte buna benzer bileşim ve deneyimler
Sovyetler Birliği tarihine de damgasını vurmuştur. Selefi olan Çar
imparatorluğunun yıkıntıları üzerine ama neredeyse aynı sınırlarla kurulan
devrimci komünist devlet, gerek Parti örgütünde gerekse Anayasa’da kendini
milliyet ilkesine önemli tavizler vermek zorunda hissediyordu. Lenin’in
pratikte değilse bile hak olarak milletlerin kendi kaderini tayinini ve
ayrılmayı tanıma kararının ardından Sovyet önderliği, nüfusun bütün
kategorilerini kabul edilebilir etniler halinde örgütleyerek, uygun diller
seçerek, kaynaştırarak hattâ icat ederek ve onları bir etno-millî cesamet ve
stratejik önem hiyerarşisi içinde rütbelendirerek, Sovyet devletini her biri
kendi dil ve kültürüne dayanan millî cumhuriyetlerden müteşekkil bir federasyon
olarak kurmaya yöneldi. Böylelikle Gürcü veya Özbek gibi daha büyük ve daha
gelişmiş topluluklara kendi hükümran teritoryal cumhuriyetlerine, idari aygıtlarına,
parti örgütlerine, dil ve kültürlerine sahip milletler muamelesi yapılırken,
Udmurt veya Evenki gibi daha küçük gruplar sınıflamaya halk olarak dahil
edildiler. Bu yolla ekonomik karar alma siyasî merkezin yerine geçerken,
etnikliğin de kültürel ve teritoryal temelleri alıkonmuş ve anayasal güvenceye
kavuşturulmuş oldu.[37]
Bu
nedenle Sovyetler Birliği perestroika çağına dek iki düzeyde işledi.
Askeri, siyasî ve ekonomik düzeyde, Moskova’daki Parti nin cumhuriyetler ve
Parti organları üzerinde güç manivelasını elinde bulundurduğu, son derece
yüksek bir merkezîleşme derecesi sözkonusuydu. Ama tek tek cumhuriyetler
kültür, eğitim ve toplumsal refah alanında dikkate değer bir özerklik
sergiliyorlardı. Her bir cumhuriyet için, 1920’lerde ortaya çıkan ama perestroika
ve glasnost çağında ağır bir yıkıma uğrayan egemen etnik topluluktan (korenisatzia)
idari üyeler devşirme politikası da bu durumu pekiştirmekteydi. Sonuç, millî
ve Sovyetik sadakati güçlendirmek için, birbirleriyle ilgili olan hattâ
müşterek alanları ikiye ayırmak suretiyle potansiyel çatışmaları
müstakilleştirmek oldu. Ancak sıkı Parti denetimini kaldırmadan önce bile,
zaman zaman patlak veren kargaşalar ve izleyen baskıcı önlemlerle kendini
gösteren, her yere Rusların yerleştirilmesi ve Rusçanın lingua franca
mertebesine yükseltilmesi gibi politikalara sebebiyet veren milliyetler
sorununu zapturapt altına almak hemen hiç mümkün olamadı. Rus olmayan nüfusun
artışı, ki güney sınırlarında Müslümanların potansiyel istikrarsızlık kaynağı
olmaları anlamına geliyordu, cumhuriyetler ile merkez arasında kaynak ve mevki
dağılımı, ihtilafın milliyetçi boyudan ile eğitimin ikircikli etnik
entelijensiyayı etkin hale getirmedeki etkileri, her şeyden önce millî
kaynaşma fikrinin (sliyanie) [belirsiz bir zamana] ertelenişi ve mevcut
millî işbirliği (sblizhenie) evresinin sorunlu niteliği, bütün bu
gelişmeler, Stalin’in ölümünden sonraki onyıllarda “millî sorun”un bölücü
potansiyeli konusunda derin bir gerilim yaşanmakta olduğunu göstermekteydi.[38]
Gorbaçov
dönemindeki glasnost ve perestoika çağında, derinde saklanan etnik bölünmeler
günyüzüne çıktılar. Etno-milliyetçilik Baltlk devletlerinde, Kafkasya ve Orta
Asya’da kitle desteğini seferber etti ve Rus yeni-milliyetçiliği de, ahlâkî ve
estetik ilhamının çoğunu ve etno-tarihinin bir kısmını ondan çıkardığı ve
aldığı Ortodoks dinî uyanışıyla daha yakından hiza almaya başladı. Genel
boyutuyla bu durum Sovyet devlet yapısı ve Parti örgütünden ve Lenin’in, onca
mahkûm ettiği Büyük Rus çeşitinin de dâhil olduğu Doğu Avrupa’da yükselen
etno-milliyetçilik dalgasıyla girdiği tarihsel uzlaşmadan ileri gelmektedir.
Federal ilke, millî hissiyat ve kültürleri kurumsallaştırmakla birlikte, aynı
zamanda bu hissiyat ve kültürlerin, mensuplarına, komşularınca veya merkezce
tehdit ediliyormuş gibi geldiği hemen her yerde etkin milliyetçiliğin
canlanmasının da temellerini atmıştı. Halkın sahici sesinin Parti örgütünden
çok uzun bir süre dışlanmış olduğu veriliyken, gerçek bir katılım yönündeki
emellerle ifade edilmemiş, kıstırılmış küskünlüklerin hasadının millet veya
etnik topluluk tarafından toplanması son derece muhtemeldi.
Bunun
sonucu olarak daha açık bir siyasî katılımı teşvik etme girişimi beraberinde,
insanların kendilerini demokratik olduğu kadar da millî de olan bir içerikle
ifade etmelerini getirdi. Bu bir kere daha, diğer komünist devletlerde
olduğu gibi etnik bağ ile milliyetçi emellerin Marksist ideoloji ve partilerden
daha dayanıklı ve esnek olduğunu ortaya koydu.[39] Sovyet
deneyimi şunu göstermektedir ki, devrimci bile olsalar “icat edilmiş
gelenekler” şayet halkın derinde yatan köklerinden filiz bulacaksa, millî
kültür ile siyasî kimliği işe koşmak veya oluşturmak (ekseriyetle de her
ikisini birden yapmak) zorundadır.
Bu
açıdan Amerikan deneyimi ile bir karşılaştırma yapmak öğretici olacaktır. Bu
kıtada da millî emeller varolmuştur, ama bunlar çok etnili bir çevrede iş
görmek durumundaydılar. Ancak Birleşik Devletler’de, pek de hayatî olmamakla
birlikte, ekseriyetle “yeni-etniklik” denen şey sembolik ve örgütsel bir anlamda
kaldi (ya da bu anlamı ifade eder oldu). Sovyet muadillerinden farklı olarak
Amerikan etnik topluluk ve kategorileri herhangi bir teritoryal boyuttan büyük
oranda kopmuş ve onun yerine Amerikan siyasî sisteminde yeralan en güçlü baskı
gruplarından bazılarına ve kitle seferberliğinin en etkili araçlarına
dönüşmüştü. Etnikemeller pek az bir istisnayla, olsa olsa kentlerde ve
beldelerde etnilerin seslerinin denetlenmesi ihtiyacı anlamında “komünal”dır.
Siyahlar, Chicanolar[40]
ve Yerli Amerikalılar bir yana, “millî” amaç ve semboller münhasıran
tüm-Amerikan siyasî topluluğu ve kültürü için tahsis edilmiştir.[41]
Bu
topluluk ile bu kültür nedir ve Sovyet insanı ile toplumunun soyunduğu milleti
ve milliyetçiliği aşma işinin altından kalkabilmiş midir? Tüm-Amerikan kimlik
ve kültürünün içeriği, ilk göçmenlerin Anglo-Amerikan Protestan geleneklerinde
yatan etnik köklerini açık bir biçimde ortaya koymaktadır. 18. yüzyıl
sonlarında sömürgelerde egemen olan mit ve kültürü; bakışlarını geriye, “şerir
Britanyalı üveyana”ya karşı Amerikanlaşmış ilk atalara çevirmiş ve bu Yeni
Kudüs’te yeni “seçilmiş halk” için benzersiz bir kaderi ilan eden “yerli bir
cedcilik” olarak tanımlayabiliriz.12
Bu
Anglo-Amerikan Püriten seçilmişlik miti, Devrimi Romalılaştıran laik mitler, Anayasa
ve Kurucu Babalar’ın [42] kahramanlık
çağıyla tahkim edildi. Avrupalı göçmenlerin kıtaya akışı ancak,
yeni milletin kültürel kimliğinin içeriği evreler halinde oluştuktan sonra
başladı ve bu insanlar kendilerini bütünleştirme gereğini hissedecekleri Anglo-Amerikan
dil ve kültürünün üstünlüğü üzerine kurulmuş olan bu temel ama esnek kültür
kalıbına dahil oldular. Ama bu “etniklik ikamesi” milletin aşılmasını
gerektirmedi. Tam tersine: Birleşik Devletler, siyasî topluluğun teritoryal
millî tipinin ve teritoryal milliyetçiliğin gücünün başlıca timsali haline
geldi. Bu bakımlardan, şimdiye dek, “teritoryal bir millet” kurma çabası tam
da aşmayı arzuladığı Büyük Rus milliyetçiliğini arka kapıdan içeri alacağı in
extremis (uç noktalara) savrulmak durumunda kalmış Sovyetler Birliği’nden daha
başarılı olmuştur. Bundan da önce İç Savaş ve “tek ülkede sosyalizmi inşa etme”
döneminde, milliyetçi dil ve sembolizm Lenin ve Stalin tarafından yeni bir
sosyalist ve millet-üstü toplum yaratmak için zorunlu fedakârlıklarda bulunmak
üzere “kitleleri” seferber etmek amacıyla kullanıldı. Böylelikle Sovyet
deneyiminin mili! kimlik ve milliyetçi güçlerle tarihsel uzlaşımla malul olduğu
noktada Birleşik Devletler, biraz da mütereddit bir şekilde, Anglo-Amerikan bir
kültür. İlâhî Takdir miti ve teritoryal siyasî topluluk temelinde tam bir
akültürasyona girişmişti.[43]
Ne
Sovyetler Birliği’nin ne de Birleşik Devletler’in, farklı nedenlerle bile olsa
milleti aşmış veya milliyetçiliği ikame etmiş olduğu söylenebilir.
Bunun sonucu olarak kozmopolitenler yakın zamanlarda umutlarını başka bir yöne,
daha “bölgesel” bir noktaya, -İskandinav işbirliği deneyiminden, Afrika
ülkeleri arasındaki, Arap ülkeleri arasındaki ve Latin Amerika’daki bölgesel
bloklara dek-devletlerarasındaki gruplaşmalara kaydırdılar.
Bu
bölgesel işbirliği deneyimleri arasında belki de en vaadkâr olanı, başarılı ama
daha sınırlı kalan bir işbirliği deneyimi olan 1950 tarihli Avrupa Kömür ve
Çelik Birliği’nden sonra ilk olarak 1956 yılında 6 Batı Avrupalı devletin
imzaladığı Roma Antlaşması’na dayanan bir Avrupa Topluluğu oluşturma yönündeki
hareketti. Sıkça işaret edildiği gibi bu kökenler, çıkar çatışmaları
üzerine dönem dönem patlak veren bunalımların kesintiye uğrattığı Avrupa
birliğinin yavaş yavaş gelişen kurumsal tarzını ve Avrupa’da devletlerarası
işbirliğinin işlevsel temellerini ortaya koymaktadır.
Topluluğun
temelini ekonomik içeriğin oluşturduğu sık sık vurgulanmış ve “gümrük birliği”
ile “siyasî topluluk” arasına keskin bir çizgi çekilmiştir. Ancak millî birliğe
yolaçan önceki Zollverein’in[44] hatırası
böylesi sınırlar konusunda şüphe yaratmaktadır; bu sınırlar gösterdiklerinden
daha fazlasını gizliyor olabilirler mi?[45]
Pek
çokları için Avrupa birliğine yönelik ana saik işin başında, siyasî hattâ
askerîydi; devlet politikasının bir aracı olarak savaşın reddi, ve yakın dönem
Avrupa tarihinin, Nazizmin soykırımında doruk noktasına varan gem vurulmamış
milliyetçiliğin kör güçlerinin dizginlerinden boşalttığı iç savaşlara yol
açılan abes bir kıyım şeklinde reddedilmesi. Bu okumada Avrupa Topluluğu millî
tutkular ve bencil çıkarlar üzerinde siyasî aklın zaferini temsil edecekti;
işin ekonomik boyutu içerik ya da amaçtan ziyade araç olarak görülmekteydi. De
Gaulle’ün (Brötanya hariç) Urallar’dan Atlantik’e Europe des Patries (Anayurtların Avrupası) düşüncesinde ayak diremesi
ve 1948’de Lahey’de kurulmuş olan Avrupa hareketinin, Avrupa Parlamentosu’nda,
Avrupa Komisyonu’nda ve popüler hissiyatta teşvik görmeye başlaması tam da bu
okumadan ötürüydü.[46]
Doğu
Avrupa’nın Sovyet perestroika’sının
etkisiyle kapılarının açılmasından sonra da belki de tam bu yüzden bu iki
siyasî akım, “Avrupa” hakkmdaki tartışmanın canevini işgal etmeyi
sürdürmektedir. Avrupa Topluluğu düşüncesini benzer dost millî-devletlerin
gümrük birliği olarak savunanlar açısından millî kimlik, modern siyasî ve
kültürel topluluğun doğal biçimi; millî-devlet, en yararlı ve tutunumlu siyasî
birlik tipi; ve ılımlı, “sağlıklı” bir milliyetçilik de, dayanışmanın ve
kollektif refahın yegâne aracı olmayı sürdürür. Avrupa patrie’lerinin ekonomik işbirliği herbirine bu
amaçları gerçekleştirme imkanını sunacaktır, aksi halde hiçbir anlamı yoktur.
Avrupa devletleri arasında siyasî bir birlikten yana bastıranlar için ise millî
kollektif kimlik tipi, yaşayabilir ve arzulanabilir olmaktan çıkmıştır. Millî
devlet hızla devre dışı kalmaktadır ve insanlığı nihai bir felaketin eşiğine
getirmiş olan milliyetçiliğin insanın bilincinden sökülüp atılması ya da hiç
olmazsa ebediyen zararsız bir hale sokulması gerekir, Doğu’daki istikrarsızlık
Avrupa’nın siyasî birliğini olsa olsa daha zorunlu ve acil bir hale
getirmiştir.
Ancak
Avrupa projesinden gerçekleştirmesi beklenen topluluk biçimi ve kültür tarzı
nedir? Topluluğun sorunlarıyla içiçe geçmiş olmakla birlikte Avrupa kültürü
sorusuna ileride geri döneceğim. Avrupa siyasî topluluğunu nasıl tasavvur
etmeliyiz? Bir “süper-devlet” olarak mı? Ya da tamamen farklı sui
generis (nev’i şahsına
münhasır) bir şey olarak mı? Şimdi sırasıyla bunları ele alalım.
1.
Her Avrupa devleti kendi askerî güçleri ve cephanelikleri üzerindeki
denetiminden ve kendi toprağında şiddet tekeli uygulamaya hakkı olduğu
iddiasından feragat edinceye ve nefsinden feragat popüler olarak kabul
görünceye kadar bir Avrupa “süper-devlet”ine pek bel bağlanamaz. Öte yandan şimdiye
dek kıtanın iki yakasındaki meşru güç kullanımını sınırlayan NATO ile Varşova
Paktı oldu, Avrupa Topluluğu değil. Bu İkincisine ait kurumlar her tür askerî
organı ve yargılama yetkisini bilhassa dışarda bırakmaktadır. Üstelik,
varoluşsal bakımdan her Avrupa devletinin hükümranlığı nihai olarak ancak, dış
tedbirlere karşı çıkmak için ya da hattâ (Avrupa Topluluğu’ndan) siyasî geri
çekilme gibi bir tehdidi dayandıracağı askerî araçlara sahip olduğu sürece
varoluşsal bakımdan hükümranlığı nihai olarak sağlam kazığa bağlı demektir. Bu
koşullarda bir Avrupa “süper-devlet”i siyâseten olanaksızdır.
2.
Aynı şekilde her Avrupalı devletin nüfusunun çoğunluğu gerçek anlamda bir
Avrupalı bilinci ile kaynaşmış hale gelinceye kadar da Avrupalı bir
“şüper-devlet” beklentisi pek ümitvar değildir. (Bu, süregelmekte olan millî
duygularla ve bilinçle de bağdaşabilir ama mevcut millî bağlara başka, daha
geniş bir bağlılık ve aidiyet halkasının eklenmesi gerekir.)
Ama
zaten ikilem de burada yatmaktadır. Sakın bu yoldan Avrupa’da yeni bir
“süper-devlet”in ortaya çıkışma şahit olmayalım? Ve tabiî, kimilerinin
beklentisi kimilerinin de korkusu olan, yeni ve daha güçlü bir milliyetçiliğin
de. .[47]
Şimdiye
dek milliyetçiliğin ve tek tek Avrupa milletlerinin millî kimliklerinin zevaline
dair ya da üyelerinin daha etkili bir Avrupa parlamentosu özlemlerine rağmen
gerçek anlamda Avrupalı bir siyasî milliyetçiliğin doğuşuna dair en ufak bir
emare yoktur. Ama kültürel düzeyde daha geniş bir pan-Avrupa hissiyatının
işaretleri alınmaktadır; daha sonra bu konuya geleceğim.
3.
Eğer ne bir “süper-devlet” ne de bir “süper-millet” Avrupa projesinden murat
edilen kalıp değilse, sui generis
bir yeni siyasî birlik biçimi midir sözkonusu olan? Belki de güçlerin
“kondominyom”undan (ortak yönetiminden), belirli güçlerin, yargı yetkileri
örtüşecek şekilde, dikkatle belirlenmiş alanlar dahilinde kalan herkes için
bağlayıcı kararlar alma yetkisi tanınmış bir dizi merkezî kuruma bırakılması
yolunda gönüllü bir anlaşmadan sözedebiliriz. Bu sorulara belli bir güvenle
yanıtlar vermek güçtür. Bu tarz bir kondominyum, yeni doğmakta olan bir
Avrupa’nın siyasî kalıbım tarif ediyorsa, Avrupa’daki tekil millî kimliklerle
birarada yaşıyabiliyor olacaktır. Hattâ bunların güçlenmelerine de yardım
edebilir, zira bir kondominyumun çözmesi gereken ama muhtemelen hiç bir zaman
ortadan kaldıramayacağı çatışmalar, büyük bir olasılıkla mevcut millî emelleri
ve bilinci vurgulayacaktır -tıpkı kültürel çapraz döllemenin, millî kültür ile
millî kimliği dinç bir yenilenmeye itmesinde olduğu gibi. Öte yandan
kondominyumdaki önderlik türüne bağlı olarak, çok merkezli bölgesel kuruluşlar
ve güç blokları dünyasına yeni Avrupa’ya sadakat duygusu ve özlemi halkasının
eklendiğini görebiliriz. Ama bu da belli bir “Avrupa” mirası duygusunun
doğmasına ve kabul görmüş bir “Avrupa mitolojisi”nin ortaya çıkışma bağlı
olacaktır. Başka bir sorun daha var. Avrupa deneyimi başka bölgeler ve
birleşmeler için bir örnek oluşturabilir mi? Yeni “Avrupa”ya ilişkin özel
kurumsal ayarlamaların, talihsiz “Westminster modeli” tarzında başka kıtalara
aşılanmasının mümkün olamayacağı kesindir. Ancak Avrupa Topluluğu pekâla, başka
yerlerdeki koşullar olgunlaşırsa veya olgunlaştığında türsel bir örnek olarak
işlev görebilir; ve ileride ileri süreceğim gibi bu olgunluk da, paradoksal
olarak, belli kültürel koşulların, özellikle de belli milliyetçilik türlerinin
ilerlemesine bağlı olabilir.
Eğer
şimdiye dek Avrupa projesine ilişkin kestirimler ile daha geniş çaplı çok
etnili devletler ile bölgesel gruplaşmaların nasıl kök salacakları hakkında
belirsizlikler sürüyorsa, millî sınırları aşacak kozmopolit bir kültüre dayanak
teşkil edebilecek küresel karşılıklı bağımlılık için başka nereye bakabiliriz?
Bu noktada, II. Dünya Savaşı’ndan itibaren son derece belirgin hale gelmiş olan
yeni ulusaşırı güçleri anmak âdettendir; bunlar, bölgesel güç blokları,
ulusaşırı ekonomik şirketler ve küresel telekomünikasyon sistemleridir. Şimdi
bunlara sırasıyla bakalım.
II.
Dünya Savaşı’nda, daha önce
emsali görülmemiş boyutta askerî zıtlaşmaların yarattığı devasa güç bloklarına
tanık olunmuştu, ilk etapta, yörüngelerine çeşitli müvekkil devletler ile
bölgeleri de katan komünist ve kapitalist iki büyük blok Avrupa’da ve başka
yerlerde karşı karşıya geldiler. Bu zıtlaşmaya bağlı olarak Latin Amerika,
Afrika ve Güneydoğu Asya’da da daha gevşek ve zayıf yapılı bölgesel bloklar
mantar gibi bitmeye başladı, ama bunlar askerî ve ekonomik bakımdan bu iki aslı
sanayileşmiş güç blokuna bağımlılıklarını sürdürdüler. 1970’ler ve 80’lerde bu
kutupluluk, önce iki blok mensuplarının (Batı Almanya, Japonya ve Çin) ekonomik
ve siyasî sıkletlerinden, daha sonra da Avrupa ekonomik birliği yönündeki
adımların sıklaşması ile perestroika’nın
gerek Sovyetler Birliği gerekse Doğu Avrupa üzerindeki etkisinden ötürü
gevşemeye başladı. Bu güç blokları hâlâ devam etmektedir ama tu Umumlarını
sağlayan bağlayıcı ideolojileri, millî bakımdan çeşitlilik arzeder hale gelmiş
ve bazı durumlarda da bir zamanlar sahip oldukları harekete geçirici güçlerini
yitirmişlerdir. Jeopolitik katmanlardaki yer değiştirmelerle ve
“millî-devletler”in kendi kaderlerini tayin haklarının bir kere daha boy
gösterişinden doğan çok merkezlilik nedeniyle, iki kutupluluktan yüzgeri
ettiğimiz kesindir.[48]
Ulusaşırı
şirketlerin gücü de aynı ölçüde tanıdık ve yakın zamana ait bir olgu. Devasa
bütçeleri, teferruatlı teknolojileri ve birkaç kıtada uzun vadeli stratejiler
planlama yetenekleriyle bu şirketler, oldukça esnek birikim ve denetim
aygıtları olduklarım göstermişlerdir. Çoğu durumda, bütçeleri ve teknik
düzeyleri karşılarındaki şirketlerden ekseriyetle daha düşük olan hükümetleri
sollayabilmekte ya da üzerlerinden atlayabilmektedirler. Aynı zamanda çoğu
Üçüncü Dünya ülkesinde kendi vasıflı personeline ek olarak yerli işçiler ve iç
işleyiş mekanizmaları kullanabilmektedirler; bu mekanizmalar kültürel
farklılıkları ihmal edebilmelerini ve çalıştıkları pazarları sağlama
almalarını mümkün kılmaktadır. Sonuç olarak, çoğunlukla bu ulusaşırı
şirketlerin işleyişleri eliyle, farklı gelişme düzeylerindeki devletlerin
kapsamlı bir ekonomik hiyerarşi arzeden dünya kapitalist ekonomisine
sokuldukları uluslararası bir işbölümü ortaya çıkmaktadır.
Son
olarak ve belki de en şumullü olanı, kitle telekomünikasyon sistemlerinin
güçlerinde ve etkinlik sahalarında hızlı bir gelişmenin ortaya çıkması ve
bilgisayarlı haberleşme şebekelerinin genişleyerek devasa boyutlara varmış
olmasıdır. Bu sistemlerin nüfuz alanı ile karmaşıklığı, haberleşme ağlarının
en geniş millî birimlerle bile sınırlanabilmesini imkânsız kılmaktadır; aynı
zamanda bu sistemler millî kültürlerin bölgesel kültürlere karışması ve hattâ
küresel bir kültürün ortaya çıkışma maddî temel sağlamaktadırlar. Şimdi, daha
yerel haberleşme ağları ile bunların neşrettiği millî mesajları bastırabilecek
küresel bir haberleşme ve tahayyül imali ve paketlenmesi mümkün hale gelmiştir.
Devasa güç blokları ile ulusaşırı şirketler, ellerindeki bu telekomünikasyon
sistemleri ve bilgisayarlı haberleşme ağları ile, yeni bir kültür
emperyalizminin güçlü aygıtları olarak işlev görebilirler.
Kitlesel
nüfus hareketleri, çevre kirliliğinin artan önemi ve bölgesel veya küresel
boyuttaki marazlara eklenebilecek bu yeni ulusaşırı güçler, iki koşut sav
çerçevesinde tasvir edilirler. Birinci sav, gelişmiş sanayi kapitalizminin,
“millî devlet”i devreden çıkartacak dev ekonomik ve siyasî birimler ortaya
çıkardığı iddiasındadır. “Millî-devlet”i ıskartaya çıkartanın esas
olarak, esnek ama etkili bir tarzda uzmanlaşmış bilgisayarlı karmaşık şebekeler
kurabileni incelmiş teknolojiler ve son derece çeşitlilik arzeden sermaye-yoğun
işleyişleri ile, devasa ulusaşırı şirketler olduğu ileri sürülmektedir. İkinci
sav ise milletin ikame edilmesini “post-endüstriyel” (sanayi sonrası) bir
topluma doğru gidişin bir parçası olarak görmektedir. Milletler, sınai bir
dünya için işlevseldi, onun teknolojisi ve pazarına ihtiyaç duyulmaktaydı, oysa
bilgisayarlı bilgi ve iletişim sistemlerine dayanan “hizmet toplumu”nun
gelişmesi millî sınırların üzerinden atlar ve yerkürenin her köşesine nüfuz
ederler. Post-endüstriyel bir bilgi toplumunun gereklerini sadece kıtasal
kültürler, nihai olarak da tek bir küresel kültür karşılayabilir.[49]
Bu
iddiaların ve dayandırıldıkları gözlemlerin her biri için standart bir karşılık
vardır. En güçlü askerî ve siyasî blokların bile ani ve kesin bir şekilde
un-ufak olduğuna tanık olmaktayız. Hattâ ideolojilerinin çöküşünden,
gerileyişinden önce, gerek Batı’da gerekse Doğu’da hızlı değişimler ve
feminist, etnik ve ekolojik hareketlerinki gibi yeni talepler karşısında
sesleri kısıldı, kemikleştiler ve değiştiler. Ekolojik hareket, kapitalizm ve
komünizmin sloganlarının artık bir anlam ifade etmediği çok sayıda insanın
ruhsal ve siyasî enerjilerini emen yeni kollektif eylem ve örgütlenme türleri
yaratmıştı. O nedenle bu blokların canlılıkları, hayatiyetleri zaten içten içe
tükenmişti.[50]
Sadece
yeni hareketler değil aynı zamanda ele aldığımız “yeni-milliyetçilikler”de
olduğu gibi, eski hareketlerin yeni formülasyonları da ortaya çıktı. Bu
canlanış Richmond’un; post-endüstriyel devirde küçük ölçekli iletişim
şebekelerinin yoğunluğu arttıkça dilsel ve etnik milliyetçiliklerin de
üremesinin kolaylaşacağı tezine son derece uygun düşmektedir. Azınlıkların veya
“çevresel” etnik milliyetçiliklerin bu dirilişi belli bir devlette egemen
durumda bulunan (aralarında Sırplar, Çekler, Almanlar, Polonyalılar ve Rusların
da bulunduğu) etnilerin çoğunluk milliyetçiliklerinin de ekseriyetle tepkisel
ve serbestleştirici bir süreçle canlanmasını da pekala tahrik edebilir. Nihai
sonuç tam da modası geçtiği düşünülen “devletsel milletler”in güçlenerek, yeni
ve daha güçlü bir solukla yola devam etmeleri olabilir.[51]
Aynı
durum uluslararası ekonomik ilişkiler alanında da pekala geçerlidir. Üçüncü
Dünya’daki “devletsel milletler” ile, eğer böyle bir şeyden sözedilebilirse,
onlar ve Batılı devletsel milletler arasındaki ekonomik rekabet tamamen bir
yana, gerek demografik gerekse ekonomik gelişmeler millî arzuları ve
bölünmeleri artırmıştır. Nüfus patlamaları ve göçler nedeniyle savaşların kitle
kıyımlarına veya mülteci akınlarına yolaçması yüzünden, göçmen politikaları,
yurttaşlık yasaları ve nüfus patlaması konusunda çalan felaket çanları,
milletlerin arasına yeni engeller koymaktadır. Aynı şekilde ulusaşırı
şirketlerin yarattığı etki de çelişkili olmuştur. Ticaret, yatırımlar ve
faaliyetleriyle dünyayı sarıp sarmalamış olabilirler ama hükümetlerin pazarlık
edecek veya şartlar ileri sürecek kadar güçlü olduğu yerlerde millî muhalefeti
(veya millî şirket ortaklarını) harekete geçirmektedirler. Warren’in, siyasî
bağımsızlığın Üçüncü Dünya ülkelerine büyük kapitalist şirketler karşısında
gerçek bir siyasî manivela verdiği yolundaki kanaatine tümüyle katılmasak da,
siyasî bağımsızlık daha uyanık ve becerikli Üçüncü Dünya önderliklerine süper güçleri
ve ulusaşırı şirketleri birbirlerine düşürme ve böylelikle şans ibresini
kendilerinden yana döndürme ihtimallerini yükseltme imkânı vermektedir. Ama,
bizim amaçlarımız bakımından daha da önemlisi, siyasî bağımsızlık dış baskılar
karşısında millî kimlik ve hedef duygusunun güçlenmesine ve benzer bir
uluslararası siyasî “imal halindeki topluluklar” hiyerarşisi içinde yeni bir
“devletsel millet”in yer bulmasına yardımcı olmaktadır. O nedenle, paradoksal
olarak, bu ulusaşırı ekonomik güçler, yerlerini alması beklenen milletler ile
milliyetçiliklerin tahkim edilmesine yolaçabilecektir.[52]
Ne
var ki gelişmiş kapitalizm veya post-endüstriyelizm kuramcılarının iddialarının
en sorunlu olduğu yer kültürel alandır. Karmaşıklığı ve kitleselliği kuşku
götürmeyen telekomünikasyon ve bilgisayarlı haberleşme sistemleri, millî
kültürlerle karışmakta veya en azından bunları yeni bir kozmopoliten kültürle
örtmekte midir? Ve bu küresel kültür içeriği bakımından tam olarak nasıl bir
şey olacaktır?
Bu
sorulara verilecek yanıtlar büyük ölçüde spekülatif olacaktır ama Batılı
post-modern kültür deneyimleri bize önemli ipuçları sağlayabilir. Genel
konuşursak Batı’daki son kültürel gelişmeler, mecrasında akan modernizmin
cilasını, post-modern motif, konu ve üsluplardan oluşma bir pastişle terkibe
sokmaktadır. Bu özünde eklektik bir kültürdür. Bir yandan, kitlesel tüketim
için eş biçimli olarak ambalajlanmış bir örnek kitle mallarının yağmur gibi
hücumuna uğramaktayız; öte yandan -mobilyadan ve meskenden TV filmlerine ve
reklamlara dek bu mallar içeriklerini, özgün bağlamlarından kopartılarak,
narkozlanarak veya acayip ya da hicivci bir tarzda işlenerek yeniden
canlandırılmış eski folklorik veya mili! motif ve üsluplardan almaktadırlar. 1920’lerin
Stravinsky ve Poulenc’inden günümüzün Hockney ve Kitaj’ına dek, bu parodik
üslup ve temalar pastişi, post-modern, hattâ güya klasik bir kitle kültürü
imkânını ifade etmeye başladı.[53]
Bu
nedenle küresel bir kültür, hepsi de yeni iletişim ve telekomünikasyon
sistemleri ile bunların bilgisayarlı teknolojilerinden destek bulan, analitik
olarak farklı sayısız unsurdan oluşturulacaktır; yoğun reklama tabi kitle
malları, bağlamlarından soyulmuş folklorik veya etnik üslup ve motiflerden
oluşma bir yamalı bohça, “insan hak ve değerleri” hakkında kimi genel ideolojik
söylemler ve standartlaşmış nicel ve “bilimsel” iletişim ve takdir dili.
Bu
post-modern küresel kültür sadece dünya çapındaki yaygınlığından ötürü değil,
aynı zamanda öz-bilinci ve kendinin-parodisi olma derecesi bakımından da
şimdiye kadarki bütün kültürlerden farklı olacaktır. Aslında “kendi” için
hiçbir insanoğlunun öksesinden kaçamadığı bu özgül söylem ve dil teamülleri
dışında bir yerin olmadığı, bu teamüllerin ötesinde atıf yapılacak üstün
noktaların, “merkez”in bulunmadığına inanan yeni kozmopolitanizm kaçınılmaz
olarak eklektiktir ve devinim halindedir. Kalıbı aralıksız olarak
değişmektedir. O nedenle sadece çok genel terimlerle tarif edilebilir.
Köklerini
etnik bir zamandan ve kök yerinden alan şimdiye kadarki kültür emperyalizminden
farklı olarak bu yeni küresel kültür, evrensel ve zamansızdır. Eklektik olmakla
zamana ve yere karşı kayıtsızdır. Akışkandır ve kalıptan yoksundur. Bugün her
yerden daha fazla Batı’da gelişme göstermiş olmakla birlikte, kitle iletişim
araçları ve telekomünikasyon sistemleri eliyle post-modern bir kozmopolitan
kültür dünyanın her köşesine taşınmaktadır. Burada, şimdide ve her yerdedir.
Tarihi ya da tarihleri olmamakla övünür; kullandığı folklorik motifler, şimdi
ve gelecek yönelimli “bilimsel” ve teknik bir kültürün yüzey dekorasyonu için
kuyudan çekip çıkartılmıştır.
Aynı
zamanda temelleri bakımdan yapay bir kültürdür. Pastişi kaprisli ve ironiktir;
etkileri özenle hesaplanmıştır ve delalet ettiği şey hakkında herhangi bir
duygusal bağlanmadan yoksundur. Zanaatkârca ve sığ olan bu yeni
kozmopolitanizm, daha çok araçlar ve değer ikilemlerini, çözümleri saf
teknolojik olan teknolojik sorunlar halinde yeniden formüle etmekle ilgilidir.
Bu noktada bu teknolojinin karekterinin, kesişen iletişim ve haberleşme
sistemlerinin; ifadesini evrensel niceliksel ve bilimsel bir söylemde bulan
karşılıklı bağımlı şebekeler yarattığı, ve teknik söylem kültürleriyle,
eskinin hümanist entellektüellerinin safiyane eleştirel söylemlerinin yerini
alan teknik bir entelijensiya tarafından işletildiği doğrudur.[54]
Bugün
gezegenin her köşesine epeyce eşitsiz bir şekilde yayılmış olmakla birlikte bu
teknik küresel kültürün ayırdedici hatları farkedilmeyecek gibi değildir. Ama
böylebir kozmopolitan kültürün yaşama ve serpilme şansı nedir? Dünya halkları
arasında kök salabilir mi?
Bu
kez de geçmişte bize yol gösterebilecek hemen hiçbir şey bulmak mümkün
değildir. Geçmişte asla kültür yoktu; canlı ve tarihsel bakımdan özgül, tekil
kültürler vardı. Hattâ en emperyal ve yayılma eğilimi gösterenleri bile -Roma
olsun, Bizans olsun, Mekke olsun-çıktıkları yer ve zamanla kayıtlıydılar; bu
kültürlerin tahayyülleri ve kimlik duyguları, Roma ve Rusya’da Sezar ile Çar’ın
tahayyülü gibi, çok uzun zaman popüler bir titreşim yaratmış somut tarihsel
geleneklere dayanmaktaydı. Gelenekler imal etmek ve tahayyül paketlemek belki
de mümkündür ama imgeler ve gelenekler eğer belli bir popüler titreşimleri
varsa kalımlı olacaklardır ve titreşime de, şayet idrak edilmiş kollektif bir
geçmişle ahenk kurabilir ve bunu sürdürebilirlerse sahip olacaklardır. Yıkılmış
ama şimdiki biçimiyle yeni bir şekilde yaratılmış bütün bu anıtlar -yad
seremonileri, kahramanların büstleri ve yıldönümü kutlamaları-, anlamlarını ve
duygusal güçlerini varsayılmış ve hissedilen kollektif bir geçmişten alırlar.[55]
Bugün,
modern dünyada, bu hissedilen ve algılanan kollektif geçmiş hâlâ etnik ve
millîdir. Kimlikler, imgeler ve kültürler de aynı şekilde ve inatla çokludurlar
ve etnik ya da millî vasıflarını sürdürmektedirler. Kimlik ve kültür
oluşturmada belleğin tuttuğu merkezî yer ortadayken, post-modern
kozmopolitanizmin temel motif, fikir ve üsluplarının köken bakımından folklorik
veya millî olmaları beklenilebilir bir durumdur. Bugüne dek bundan başka,
(seyrek de olsa antik atalara dek uzanan) sentetik bir yeni-klasisizm haricinde
bir şey görülmedi. Küresel bir “inşa halindeki kimlik” sözkonusu değildir;
küresel bir kültür sadece bellek-siz bir yapı olabilirdi ya da kendisini
oluşturan millî unsurlara bölünerek ufalanabilir, dağılabilirdi. Ama
bellek-siz bir kültür bir çelişkidir; böyle bir küresel kültür yaratmaya dönük
her teşebbüs, bu dev bricolage [56]atmak
için olsa olsa talan edilmiş folklorik anıların ve kimliklerin çoğulluğunu öne
çıkarabilir ancak.
Küresel
bir kültür projesinin ardında, “metin”ini “okumak” ve varsayımlarının yapı
sökümünü gerçekleştirmek durumunda olduğumuz insan tahayyülünün bir yapısı
(construct) ve bir sanat olarak kültür öncülü yattığı için, sonunda insanlığın
“yapması” (construction) ile “sökmesi”nin (deconstruction) sınırlarında
tökezler hale gelmekteyiz. Nasıl bizzat milletin, egemenler ile
entelijensiyanın ortaya çıkardığı bir yapı olan “muhayyel bir topluluk” olarak
kabulü sözkonusuysa; payandalarını bilim ile telekomünikasyon sistemlerinden
alan geçmişin bir pastişi olarak küresel bir kültür de insanlığın en cüretkâr,
her şeyi kavrayan bir tahayyül eylemidir. Ne var ki ancak bu kozmopolitanizmi
oluşturan, bu yamalı bohçanın hicivleştirilmiş bileşenleri olan metinler, tek
tek ve her milletin ve etnik topluluğun kültür ves öylemlerinden alınma mitler,
anılar, değerler, semboller ve geleneklerdir. Söylemlerimize tarihsel sınırlar
koyan, bu milletler ve etnilerdir. Onların etno-millî biçimlerine nüfuz etmek
ve varsayımlarına meydan okumak, kendi başına, milletlerin/etnilerin gücünü
aşındırır veya millî söylemlerin tutamaklarını tahrip eder. Oldukları şekliyle,
devlet gücü ve kültürel iletişim gerçeklikleri ile kayıtlı olan etnik ve millî
söylemler ve bunların metinleri, İnsanî muhayyilenin yapısına (construction)
sınırlar koyar; zira kollektif ve bireysel “kendiler” ve onların söylemleri
insanlık hallerini birleştirmek ve ayırmak için oluşturulduğu dil ve kültürleri
teçhiz eden, tam da etno-tarihlerin uzun süreliliğidir (longue duree).
Küresel
bir topluluğu tahayyül etmek yetmez; önce yeni ve daha geniş siyasî birlik
(assosicaion) biçimleri ve farklı kültürel topluluk türlerinin ortaya çıkması
gerekmektedir. Bu da muhtemelen düzensiz ve büyük ölçüde planlanmamış mevzi bir
hareket olacaktır. [57]
Şimdiye
kadar milletler ile milliyetçiliği ortadan kaldırmadaki başarısızlığa ve
bunların ikamesinin imkânsızlığına ilişkin; küresel bir kültürün, hattâ
“post-modernizm” gibi bize yeni “post-millî” üsluplar ve diller vaat eden son
derece eklektik ve teknik bir kültür oluşturma, kurma projesinin bile,
inanırlıktan uzak bir tabiatta olduğuna dair bir dizi neden ileri sürdüm.
Ama
bu başarısızlığın çok daha etkili bir başka nedeni vardır; bizzat etnik üslup ve
millî söylemlerin, gezegende yaşayan insanların ezici bir çoğunluğu üzerinde
hükmünü sürdürmekte oluşu. Bunu bir temele oturtmak son derece kolaydır. Millî
emeller ile bilincin ifadesi olmadıkları hallerde bile, siyasî çatışmaların,
popüler protestoların ve devlet projelerinin çoğunun güçlü bir milliyetçi
boyutu vardır. Hattâ cins, sınıf, ırk ve din gibi öteki meselelerle bağlantılı
olduğunda bile, milliyetçilik, bu tür çatışma ve protestoların en acı/sert ve
denetlenemez olanlarının hâkim figürüdür.
Soru
şudur; bu bölümün başında da dediğimiz gibi millî kimlik neden böylesine her
yerde hazır ve nazır, çok yüzlü ve yaygın olmaya devam edebilmektedir?
Milletler ile milliyetçiliğin nasıl ortaya çıktığı ve yerkürenin her köşesine
yayıldığını gördük. Şimdi soru şudur; Diğer kimlik tiplerinin yerine
getirmediği ya da daha ziyade uygunsuz kaldığı, millî kimliğin devamına hizmet
eden işlevler nelerdir?
Bu
işlevlerden belki de en önemlisi şahsen unutulma sorununa tatminkâr bir cevap
vermekte oluşudur. Laik evrede “millet”le özdeşleşme ölümle gelen sonluluğa
galebe çalmanın ve kişisel bir ölümsüzlük boyutunu sağlama almanın en emin
yoludur. Parti bile böylesine sarih bir vaadde bulunamaz; o bile nihayetinde
millete geri çekilmek zorundadır. Zira Parti’nin sadece kendi kısa, devrimci
bir tarihi vardır; oysa millet, çoğu kez yeniden inşa edilmiş veya imal edilmiş
bile olsa, uzak bir geçmişe sahip olmakla gurur duyar. Daha da önemlisi, heroik
geçmişine benzer azamette bir gelecek sunabilir. Bu yolla halkı, sonraki nesillerce
gerçekleştirilecek olan ortak bir kaderi izlemek üzere harekete geçirebilir.
Çünkü onlar “bizim” çocuklarımızın neslidir; herhangi bir sınıf ya da Partinin
vaat edebileceğinden daha fazla bir şeydir, ruhsal olduğu kadar biyolojik
olarak da “bizim”dir onlar. Böylelikle ebedî yaşam vaadi kendi dölümüzde
genetik olarak korunmuş olmaktadır. Zürriyetimizin belleğinde teselli bulamaz
mıyız ve bunlar bizim, laik kuşkunun yo ketmiş gibi göründüğü, öteki hayatımızı
garantilemez mi? Öyleyse millî kimliğin asıl işlevi, insanları şahsen
unutulmaktan kurtarmak ve kollektif imanı ihya etmek için “tarihi ve kaderi
olan güçlü bir topluluk” duygusu oluşturmaktır.[58]
Milletle
özdeşleşmek bir dava veya bir kollektifle özdeşleşmekten daha fazlasını ifade
eder. Böyle bir özdeşleşme millî yenilenme içinde ve onun aracılığıyla şahsi
bir yenilenme ve itibar sağlayacaktır. Bu kendisini oluşturan ama şimdi güçten
yoksun ve horlanmakta olan ailelerin her birine doğuştan gelen haklarını ve
eski soylu statülerini teslim edecek siyasî bir “süper-aile”nin bir parçası
haline gelmek demektir. Milliyetçilik, ayağın baş olacağı ve dünyanın seçilmiş
halkı ve onun kutsal değerlerini tanıyıp kabul edeceği “statüsel bir tersyüz
oluş” vaat eder. Etno-tarihin son derece hayatî olduğu nokta burasıdır. Millet
sadece ebediyet vaadinin dayandırılacağı uzak bir geçmişle övünmekle kalmaz;
restorasyon ve itibar vaadine anlam vermek için muhteşem bir geçmiş, azizler ve
kahramanlarla dolu altın bir çağı da serimleyebilmek durumundadır. Bu
etno-tarih ne denli dolu ve zengin olursa iddiası da o denli ikna edici olur;
ve bastığı akor, milletin fertlerinin yüreğine bir o kadar derinden oturur.
Milliyetçilerin uzunca bir zamandır anlamış oldukları gibi, millî itibarın
ölçütü ve millî restorasyon çağrılarını oturtmak zorunda oldukları çizgi,
içerdiği hakikat ne olursa olsun, topluluğun etno-tarihinin antikliğine dair
hissiyattır. Lonnröt ve Snellman, Gallen-Kallela ve Sibelius gibi Finli
entellektüeller, Karelyalı köylülerin baladlarından Finlandiya’nın kayıp
geçmişini, kahramanlar diyarındaki altın çağını, Kalevala’yı yeniden yaratmak ve bütün Finlandiyalıların,
topluluklarının yaşayan geçmişine yeniden girebilmeleri ve böylelikle kollektif
itibarlarını ihya edip kendilerini ebediyete intikal ettirebilecek yegâne şey
olan nesiller zincirine katabilmeleri için onu otantik bir tarih şeklinde sunma
gereği duyuyorlardı. Soyut “Finlandiya” yapısı altında kendilerini
yenileyebilirlerdi ama bu yapı anlamını ve popüler titreşimini, çoğu Finlinin
özdeşleşebileceği ve unutulmaktan kurtulma vaadi taşır gibi görünen çok daha
uzun bir geçmişe sahip varsayılmış bir etno-tarihle idrak olunan bir
yakınlıktan almıştır.[59]
Millî
kimliğin bir üçüncü işlevi de kardeşlik idealini gerçekleştirmeye verdiği
önemdir. Bu idealin kendisi, en azından ideolojik planda, aile, etnik topluluk
ve millet arasında yakın bir ilişki olduğunu öne sürer. Etni ile millet basitçe
büyük aile ilamları, birbirleriyle karşılıklı ilişkileri olan bütün aileler,
erkek ve kız kardeşlerin oluşturduğu bir toplam olarak görülür.
Ama
milliyetçiler aynı zamanda bu idealin talimini yapmak ve pekiştirmek için
ritüeller ve seremoniler hazırlarlar. Nümayişler, anma seremonileri, yıldönümü
kutlamaları, şehit anıları, andlar, özel günlerde çıkartılan paralar, bayraklar,
kahramanlara ilişkin kasideler ve tarih! olaylar hakkındaki yadirgârlarla
kimlik ve birliğin yeniden olumlanması suretiyle yurttaşlara aralarındaki
kültürel bağ ve siyasî hısımlık hatırlatılır.
Pek
çok bakımdan millî kimliğin başarısı ve kalımlılığı açısından en belirleyici
olanı bu seremonik ve sembolik veçhedir -bireysel kimliğin kollektif kimlikle
en yakından bağlı olduğu alan burasıdır. Bu yakınlığın birden çok nedeni
vardır. Estetik değerlerin -sanatların milletin ayırdedici “ruhu”nu
kalkındırmasını sağlayan, biçim, kütle, ses ve ritmin ustaca düzenlenmesinden
doğan güzellik, varyete, itibar ve pathos (tarik) duyguları önemini
küçümsemememiz gerekir.
Bunun,
onca şair, besteci, ressam, heykeltraş ve başka türden sanatçının, millî kimlik
fikrini, kendileri ve sanatları için neden bu denli tesirli ve davetkâr
bulduklarını açıklamaya yardımcı olacağına şüphe yok. Ama milliyetçiliğin
sembolik ve ritüel yanlarının bugün bireysel kimlik duygusuna bu kadar dolaysız
bir şekilde hitap etmesinin başlıca nedeni, etnik bağların ve etnik aidiyetin
canlanışında ve özellikle topluluğun bütün nesilleri boyunca şehit düşmüş
olanları ve “ataları” yad ediyor oluşunda yatmaktadır.
Bu
noktada milliyetçilik Şintoizm gibi, cemaatin ölüme ve atalara tapınmaya çok
büyük önem verdiği dinsel inançları andırmaktadır. Bu
tür dinler gibi milletler ve onların anma seremonileri de, savaşlarda ve başka
millî felaketlerde yakınlarını yitirmiş bütün aileleri ve ortak ataları
anımsayanları, şehitler örneğinden yola çıkarak onlarda benzer bir heroizmi
ilham edecek bir fedakârlık ruhu ile amaca kuvvet kazandırmak üzere biraraya
getirir.[60]
Kayıtsızlığın, unutuşun zürriyetle aşılması; altın bir çağa başvurmak suretiyle
kollektif itibarın ihyası; yaşamakta olanı, ölmüş olana, topluluğun şehitlerine
bağlayan semboller, ayinler ve seremoniler eliyle kardeşliğin gerçekleşmesi;
bütün bunlar modern dünyada millî kimliğin ve milliyetçiliğin temel işlevlerini
oluşturur ve milliyetçiliğin bütün tarih gailesi içinde nasıl bu denli kalıcı,
çok yönlü ve esnek olabildiğinin temel nedenlerini verir.
Başka
tarihsel ve jeo-politik nedenler de vardır. Tarihsel açıdan millî-devlet,
savaşta ve barışta Fransa ve İngiltere’nin hegemonyalarının etkililiğini gözler
önüne serdiğinden beri, değerini kanıtlamıştır. Ekseriyetle ruhundan ziyade
dışsal yanları taklit ediliyor olmasına karşın evrensel bir model haline
gelmiştir. Aynı şekilde Almanya ile Japonya’nın başarılan etnik milliyetçilik
ile millî kimliğin “etnik” tipinin ne denli güçlü ve etkili olabileceğini
göstermiştir. Herderci ve Fichteci kavramların yaygınlığı, Alman modelinin
büyük etkisine kanıt teşkil etmektedir. Pek çok etninin demotik doğası
malumken, bu etnik millet modelinin çok daha başarılı olduğu görülmüştür;
dünyada, ekseriyetle şiddete yatkın bir özellik gösteren etnik
milliyetçiliklerden azade olan ancak bir iki bölge vardır.
Birkaç
nedeni bulunmakla birlikte, etnik şiddet aynı zamanda etno-tarihin eşitsiz
dağılmış olmasının da bir işlevidir. Her topluluğun tarihsel belleği; doğası,
derinliği ve zenginliği bakımından dikkate değer farklılıklar gösterir. Bazı
topluluklar, uzun, az çok belgelenmiş, çağırıcı gücü olan bir etno-tarihe sahip
olduklan iddiasındadırlar; bazıları da çoğu yakın zamana ait birkaç yazılı
toplumsal sergüzeşt örneği bulabilmişlerdir; Çoğunlukla da etnik kategoriler
olan başkaları için, kollektif kullanıma sunulabilecek sadece yakın döneme ait
bir baskı ve mücadele tarihi mevcuttur ve belki de bu arada o topraklarda daha
önce yaşamış eski kültürlerin anılarından belli parçaların da bu tarihe
katılmış olması mümkündür. Örneğin modern çağların başlarında Doğu Avrupa’da,
uzun ve zengin tarihleriyle gurur duyan, kendi tarihsel devletleri olan
Polonyalı, Macar ve Hırvatlar gibi belirgin etniler; Ortaçağ’daki tarihleri
yeniden keşfedilmiş ve Osmanlı baskısı altında oluşmuş yakın dönem belleklerine
hizalanmış Sırp, Romanyalı (Eflak ve Moldavyalı) ve Bulgarlar gibi (kimliği)
örtülü etnik topluluklar; ve belleklerinin büyükçe bir bölümü epeyce yakın bir
döneme ait, jenealojik bir soy ve müphem kahraman atalar bulmak için tarihi
didik didik etmek zorunda kalmış, Slovaklarla birlikte Makedonyalı ve
Rutenyalılar gibi etnik bakımdan karışık bölge ve kategoriler görmemiz
mümkündür.[61]
Bugün
zengin bir etno-tarih, kültürel güç için önemli bir kaynak olabilir ve kültürel
siyasallaşmanın odağı durumuna gelebilir. Tarihleriyle övünç duyabilecek
toplulukların, tarihleri kıt veya şüphe götürür olanlar üzerinde rekabetçi bir
üstünlükleri vardır. Bu ikinci durumda entellektüelleri çifte bir görev
beklemektedir; mensuplarını anlı şanlı bir geçmişe sahip oldukları konusunda
ikna etmek için yeterince geniş bir toplumsal tarih keşfetmek ve geçmişin
meziyetlerine kuşkuyla bakan hariçtekileri bu geçmişin meziyetleri konusunda
ikna edebilmek için (tarihi) yeterince belgelendirmek zorundadırlar. Milliyetçi
entellektüeller, haklı olarak, daha çok birinci görevle meşgul oldular.
Kültürel ve siyasî açılardan bakıldığında, gün ışığına çıkarılmış anıların
içerdiği hakikat; bereketinden, çeşitliliğinden ve dramasından (estetik
vasıflar) veya imrendiren ve şimdiki nesili “anlı şanlı ölüler”e bağlayan
sadakat, soyluluk ve özveri (ahlâkî vasıflar) örneklerinden daha az önem taşır.
Genel
konuşursak, uzun, zengin, devamlılık arzeden bir etno-tarihin eksikliğini,
filoloji, arkeoloji, antropoloji ve diğer “bilimsel” disiplinlerden, belirsiz
şecerelerin ardına düşmek, nüfusun doğduğu topraklardaki köklerini bulmak,
ayırdedici hususiyet ve kültürlerini belgelemek ve eskinin uygarlıklarını ilhak
etmek üzere yararlanıldığı “kültür savaşları” yoluyla dengelemek durumunda
kalanlar, daha küçük, (kimliği) örtülü topluluk ve kategorilerdir. Bu anlamda
Iraklılar, Mezopotamya’da serpilip geliştikleri için Sümer ve Babil gibi çok
eski uygarlıkları kendilerine maletmişlerdir. Türkler de, l.Ö. 2. bin yılda
varolmuş Hitit İmparatorluğu üzerinde hak iddiasında bulunmuşlardır.
Yunanlılar ile Bulgarlar, antik Makedonya’nın kral mezarlarının millî menşei
konusunda ihtilaf halindedirler. Yahudi ve Filistinliler Nablus ve Samiriye
bölgesi üzerine, Macarlarla Romanyalılar da Transilvanya’nın karışık toprakları
üzerinde savaş halindedirler.[62]
Daha
genel olarak, etno-tarihin eşitsiz dağılımından beslenen kültürel rekabet,
önceki bölümlerde ele alman geniş bir alanda gözlenen yerliliğin seferberliği
ve kültürel siyasallaşma süreçlerinde itici bir güç olmuştur. Başarılı
etno-milliyetçilik örnekleri, kültürel bakımdan daha gelişmiş komşuların tahakkümü
altına girme korkusunun da yardımıyla, etnik hareketlere esin kaynağı olmayı
sürdürmekte ve Fiji ve Sri Lanka’dan, Afrika Boynuzu ve Karayipler’e kadar
yerkürenin her köşesinde etnik çatışmaları tahrik etmektedir. Ayırdedilmeleri
mümkün olmayan etno-tarihlerin yeniden keşfiyle seferber edilebilecek sayısız
etnik topluluk ve kategori ortadayken, etniler ve milletler arasındaki
kültürel savaşlara son verme ve milliyetçiliği ikame etme ihtimali uzak görünmektedir.
Millî
kimliğin kaplayıcı ve her yerde hazır ve nazır doğasıyla ilgili bu kültürel ve
psikolojik nedenlere, birleşik etkileriyle mevcut etnik ve millî farklılıkları
şiddetlendiren ve tesirlerini küreselleştiren eşit oranda kudretli ekonomik ve
jeo-politik temeller eklenmelidir. Sık sık gelişmiş kapitalizmin milliyetçiliği
eskittiği ve millî sınırların üzerinden atlamak suretiyle karşılıklı
bağımlılığa dayalı tek bir dünya yarattığı yolunda bazı iddialar duyarız. Buna
zaman zaman, milletlerin ve milliyetçiliğin erken dönem kapitalizmin ürünleri
(ve araçları) olduğu yolundaki Marksist iddia da eklenir. Ne var ki milletler ve
milliyetçilik, ulusaşırı şirketler dünyasında ve uluslararası işbölümünde
gelişmesini sürdürmektedir. Milletler ile milliyetçiliği, kapitalist üretim
tarzındaki değişikliklere bağlı bir görüngü olarak görmeye devam etmenin özenli
bir tahlile faydasının olmayacağı açıktır.
Özgül
tarihsel durum ve örneklerde sık sık birbirlerinin yoluna çıktıkları vakiyse
de, aslında sermayenin doğuşu ile milletin ortaya çıkışı şeklinde iki yörünge
ayırdetmek daha uygundur. Kuzey İtalya ve Flander’deki (Flaman Ülkesi) ilk tefecilik
evresinden sonra kapitalizm, 15. yüzyıl sonlarından itibaren Kuzeybatı
Avrupa’da birkaç “çekirdek” devletin rekabetinde oynadığı rolle yavaş yavaş
egemen bir konuma yükseldi ve çok geçmeden ticaret sermayesi haline geldi.
Sanayi Devrimi 19. yüzyıl sonu ile 20. yüzyılda ona dünya hegemonyasını
kazandırmadan önce bile, 18. yüzyılda Asya, Afrika ve Latin Amerika’nın sahil
bölgeleri ile ceplerin yanında, Batı ve Orta Avrupa’nın önemli bölgelerini de
kendi periferisine kattı. Bu sırada 14 ve 15. yüzyıllarda Kuzeybatı Avrupa’nın
aynı bölgesinde, daha önce gördüğümüz gibi, Fransa, İngiltere, İspanya,
Hollanda ve İsveç’in merkezlerinde önceden mevcut etnik topluluklar temelinde
(rasyonalleşmiş, profesyonel bürokratik) ilk modern devletler ortaya çıktı. Çok
geçmeden, 18. yüzyıl sonlarından itibaren Avrupa’nın değişik yerlerine ve
yerküreye yayılacak, 19. yüzyıl sonu 20. yüzyıl başlarında siyasî bir biçim
haline gelecek olan ilk modern milletler, bu bölgelerde, (ancak asla türdeş
olmayan) bu “etnik devletler” temelinde ortaya çıktılar.
Aslına
bakılırsa hem milletin hem de sermayenin dünya hegemonyasına yükselişlerinin
dönemleştirilmesinde, raslantı olmayan, oldukça yakın bir koşutluk
sözkonusudur. Burjuva kapitalizminin yeni güçlerinin, aralarındaki ilişkiler sık
sık savaş ve rekabet durumu arzeden etnik toplulukların ve devletlerin
oluşturduğu, önceden mevcut bir çerçevede faaliyet gösterdikleri bir gerçektir.
Önce ticaret daha sonra da sanayi kapitalizminin zuhuru bu rekabeti
şiddetlendirdi ve genişletti. Savaş da gerek devleti gerekse onun egemen etnik
nüfusunu, tümleşik, teritoryal ve yasal bakımdan birleşmiş bir millet halinde
birbirine kenetledi. Böylelikle sonraları kapitalizmin genişlemesinin,
Avrupa’da mevcut devletler arasındaki sistemi güçlendirmek ve bu sistemdeki
savaşlar ve rekabetler eliyle de millî hissiyatın devletin egemen etnisinde
billurlaşma sürecine yardım etmek gibi bir etkisi oldu.[63]
Aslında
zaman zaman sermayenin faaliyetleri ile özgül milletlerin ortaya çıkışları
arasında yakın bağlantılar olmuştur. Ticaretteki rekabetin millî farklılık
duygusunu keskinleştirmesinin yanında, aynı oranda, burjuvazinin yükselen
millî hissiyatı da denizaşırı rekabetçi güdülerine yeni bir iştah verdi.
Eğer
sermaye modern devletin ekonomik aygıtlarım teçhiz etmişse, aynı şekilde etnik
temelli devletler ile bu devletlere duyulan bağlılık da tüccarlar ve (daha
sonra da) sanayiciler arasındaki rekabetin ve ticaretin yönünü dikte etmiştir.
Sermayenin
millete asıl katkısı, devleti yeni sınıflarla, özellikle burjuvazi, işçi sınıfı
ve profesyoneller gibi önderlik yapabilecek ve rakip devletler ile milletler
karşısında kendi devletlerini ilerletebilecek sınıflarla teçhiz etmek olmuştur.
Ancak bu da önceden mevcut etnik topluluklar ile devlet sistemlerinin sınırları
dahilinde olmuştur.
Kapitalizm,
çoğu kez, doğmakta olan milleti zorunlu meslekî becerilerle ve ayrışmış
ekonomilerle teçhiz eden, eski tarımsal yapıların üzerine gelen yeni bir sınıf
yapısı yaratır. Ama millet yeni sınıfların “ürünü” olarak görülmemelidir. Daha
ziyade, farklı sınıflar, önceden mevcut yatay veya dikey etnilerden ortaya
çıkan milletlerin oluşumunun amilleri haline gelirler; ya da etnik kategoriler
içinde entelijensiyanın bulunması durumunda, komşu etnilerin gözünde yeni bir
etnik topluluğun teşvikçisi olurlar.
Eski
etnik topluluğun modern bir millet haline dönüşmesi sırasında ardarda gelen
tarihsel dönemler içerisinde farklı sınıflar ve tabakalar başı çekmişlerdir.
Batı’da modern çağın başlarında monark ve aristokrasi, sonra da orta sınıf, alt
sınıfların ve sınır boylarındaki toplulukların, Kiliseyle birlikte ortaya
çıkışına yardımcı oldukları “millî devlet”e bürokratik olarak dahil
edilmelerinin asıl amilleri oldular. Bu, İngiltere ve Fransa’da 12 ve 13.
yüzyıldan itibaren izlenebilecek uzun, yavaş ve kesintili bir süreçti. Daha
sonra -Katalanlar, Almanlar, Ermeniler, Yahudiler gibidiaspora etnik
topluluklarının başlangıç evrelerinde ticarî kapitalizmin yayılmasına yardımcı
olmaları gibi, Fransa, İspanya, İngiltere, Hollanda ve İsveç’teki yerli tüccarlar
ve ticaretle iştigal eden sınıflar, ekseriyetle aristokrasinin ve ruhbanın
çıkarlarıyla çatışma halinde, bürokratik yoldan dâhil edilme görevini
sürdürmesinde Taht’a yardımcı oldular.
Öte
yandan Doğu Avrupa’da, Polonya ve Macaristan dışında, aristokrasi ve orta
sınıfın rolünü, zaman zaman Yunanistan ve Sırbistan’da bir tüccar sınıfı ile
birlikte ama cılız durumdaki ticarî tabakalardan genellikle pek az bir destek
alarak, küçük bir profesyonel ve entellektüel tabaka üstlendi. Çoğu durumda,
ücretlilerin halkın son derece ufak bir bölümünü oluşturduğu bir sırada,
kapitalizmin nüfuzundan sözetmek acelecilik olacaktır. Avrupa dışında Hindistan
ve Güney Afrika gibi birkaç istisna dışında, kıyı ticareti çoğu zaman bir
katalizör gibi işlemiş ve 19. yüzyıl sonları ile 20. yüzyıl başlarında eğitimli
bir kentli sınıfın doğuşunu kolaylaştırmışsa da, gerek teritoryal gerekse etnik
milliyetçilikler kapitalist üretim ilişkilerinin nüfuzunu öncelemişlerdir. Ama
burada da kapitalist etkinin parametrelerini, Avrupa sömürgeciliğinin siyasî
ve idari çerçevesi ile strateji ve saygınlık gereklerinin tayin ettiği
teritoryal sınırlar oluşturmaktaydı.[64]
Per se (bu sıfatla) kapitalizme, milletler ile
milliyetçiliğin doğuşunda sadece güçlü bir katkı rolü biçmek mümkünse de, bürokratik
devletlerin ve bölgesel devletlerarası sistemlerin üstlendikleri rol için aynı
şeyi söylemek olanaksızdır. Bürokratik devlet ile devletlerarası sistem,
kapitalizmin doğuşunda belirleyici olmanın yanında, gerek yolaçtığı savaşlar
ve gerekse değişik etnik nüfuslar ve sınıflar üzerindeki tesiri aracılığıyla
millî kimlik ile milliyetçiliğin yayılmasında da aynı oranda hayatî bir unsur
oldular. Bu etki, merkezîleştirici devletlerin protestolara, muhalefete, zaman
zaman da devrimlere yolaçmış olmaları yüzünden ekseriyetle çatışmalarla
doluydu. Yabancılaşmış entellektüellerin rolü burada hayatî bir öneme haizdi.
Seçkin despotizminin ve devletin mutlakiyetçiliğinin yerini alabilecek “sahici”
bir millî kimliğe dair fikirleri sadece onlar formüle edebilirlerdi. Aynı
zamanda, orta sınıflar arasında bulunan eğitimli “kamu”dan, özellikle de
devletin ihtiyaç duyduğu, devşirdiği ve kendi amaçları için eğittiği
profesyonellerden destek toplayabilecek olanlar da onlardı.[65]
Sonuç
olarak hükümran bürokratik devlet, giderek ekonomik ve askerî güçlerin olduğu
kadar teritoryal ve siyasî birimlerin sınırlarını da çizmeye yöneldi. 20.
yüzyıl başlarında, milliyetçi ilkelerin kalkanı altında, dünyanın çoğu
bölgesinde siyasî birliğin kabul görmüş kaidesi haline geldi. Millî kimliğin
bekçisi olarak devlet, meşruiyetini, cisimleştirmeye ve temsil etmeye uğraştığı
milletten türetti; böylece sadece kendi devletlerine sahip milletler, “millî
devletler”den müteşekkil bir dünyada kendilerini güvenlik ve özerklik içersinde
hissedebilir oldular. Bu yolla devlet ile millet birbirlerine karışarak aynı
yastığa baş koydular.
Bu
karışma, pek çok yerde çatışmaya ve sefalete sebebiyet vermiş olmakla birlikte,
devletin de milletin de güçlenmesine hizmet etmiştir. Bu simbiyoz,
feshedilemezliğini kanıtlamış; millî kimliğin dayanağını ve milliyetçi
fikirleri, her milliyetçinin isteyebileceği, her kozmopolitanın da yerinmesi
gereken bir kararlılıkla tahkim etmiştir. Ancak bu arada devletin ve bürokratik
aygıtlarının meşruiyetini de güçlendirmiştir; milliyetçilik (kartını) etkili
bir şekilde kullanmayı becerebilen rejimler, popülariteleri azalsa bile, uzunca
bir dönem ayakta kalabilmektedirler. Devlet ile millet (hatalı bir adlandırma
ile “millî-devlet” namıyla), aynı ölçüde hatalı bir adlandırma olan
“milletler-arası” topluluğun kabul görmüş yegâne oluşturucuları olarak,
muzafferane yürüyüşlerini omuz omuza kesintisiz sürdürmektedirler.[66]
Bugün
dünya, bölgesel devletler-arası sistemler halinde gevşek biçimde biraraya
gelmiş “millî-devletler”e ayrılmış durumdadır. Bu sistemler ile onları
oluşturan devletler, yurttaşları arasında dayanışmaya ve siyasî bağlılığa ve
millî-devletin kendi sınırları içinde hükümran yargılama yetkisine rağbet
etmektedirler. İhlaller olmakla birlikte (Çekoslovakya’da, Grenada’da,
Panama’da), uluslararası topluluk genel olarak egemen devletlerin iç
meselelerine dışardan müdahaleleri, bu tür sorunlar yurttaşların selahiyetinde
olup “halk”ın millî “iradesi”ne tâbî oldukları gerekçesiyle, reddetmektedir.
Bu bakımdan etatisme'i
(devletçilik) millet ile onun ahlâkî sınırlarını pekiştirmektedir. Çeşitli
bölgesel devletler-arası sistemlerde de giderek olan budur. Bu sistemler
açısından yegâne kollektif aktörler, meşruiyetlerini millî irade ile millî
kimliğin açık ifadesinden alan millî devletlerdir. Bu şartlarda meşru olacak
bir millî-devlet’in, yurttaşlarının “yabancılar”dan keskin hatlarla farklılık
taşıdığını ama aynı oranda da içsel bakımdan birbirlerinden farklılık
arzetmediklerini göstermesi -mümkün olduğunca-zorunludur. Başka bir deyişle
“millî devletler”den müteşekkil bir dünyada meşruiyet bir içsel türdeşleşme
boyutu gerektirir; jeo-politik sınırlamalar bu noktada öteki farklılıkların
önüne geçer.
Ancak,
jeo-politik gereklerin etnik bakımdan görece türdeş devletleri takviye ederken,
etnik bakımdan çoğul devletlerin tutunumunu aşındırmaları son derece
muhtemeldir. Devletlerarası sistemin sergilediği dayanışma, bağlılık ve
türdeşlik gerekleri sık sık tam da, sistemin istikran pahasına sindirilmiş olan
bu etnik direnişi tahrik eder. Pek çok yerde etnilerin ve etnik kategorilerin
önceden mevcutluğu veriliyken, hayatiyetlerini sürdürmekte olan etnik
mozaiklerin ve yamalı bohçaların üzerine, tümleşik, rasyonel, bürokratik devletlerden
oluşan bir sistemin bindirilmesi; bu devletlerin önceden mevcut etnik haritaya
uymadığı her yerde, ciddi istikrarsızlıklara ve derin etnik çatışmalara sebep
olmak durumundadır. Müdahaleci bürokratik devlet, bir biçimde sindirilmiş
sınıflar ile bölgelerin, ekseriyetle yabancılaşmış entellektüellerin öncülük
ettiği protestolarına yol açma eğilimi gösterdiği için, bu sindirilmiş etnik
topluluklar ile kategorilerin yeni devlet tipinin ve devletlerarası-sistemin
türdeşleştirme gereklerine nasıl karşı çıkacaklarını görmek zor değildir. Ve
merkezleştirici teritoryal “millî-devletler” ile etnik topluluklar arasındaki
çatışma bir kere patlak verdiğinde, modern devletin jeo-politiği ancak iki
(veya daha fazla) milliyetçiliğin -bazen örtük de olsa-hak iddialarını, daha
içinden çıkılmaz ve kalıcı bir çatışma konusu haline getirmeye yarar.[67]
O
nedenle bugünkü düşüncelerin çoğunun aksine, her yerde milletin gücünü
takviyeye ve milliyetçilik ateşini alevlendirmeye yardımcı olan, tam da
devletlerin daha geniş bölgesel sistemler halinde siyasî gruplaşmalarıdır. O nedenle,
milletlerin veya milliyetçiliğin ikamesi için bakmamız gereken yerler, yeni
bir bölgesel hizalanış veya “millî-devletler”den oluşan “üst-millî” bloklar
değildir; zira, birlikler, topluluklar veya örgütler şeklindeki bu
devletler-arası gruplaşmalar, uluslararası kapitalizmin yeni sınıflarının
yaptığı gibi alevlendirmese bile, sadece millî kimliklerin ve milliyetçi
emellerin dayanaklarını kabalaştırmaya yarar.
Bugün
kollektif ayniyetin asıl biçimi millî kimliktir. Bireylerin duyguları ne
olursa olsun, kültür ve kimliğin egemen ölçütünü, hükümetin yegâne ilkesini
veren millî kimlik, toplumsal ve ekonomik faaliyetin esas odağını oluşturur.
Millet ile milliyetçiliğin çağrısı evrenseldir; etnik protestolar ve milliyetçi
başkaldırılardan azade hiçbir bölge yoktur. İster övülsün ister yerilsin,
millet, aşılmakta olduğuna dair hiçbir emare göstermemektedir ve milliyetçilik
popüler tahrip gücünden ve öneminden bir şey kaybedecek gibi görünmüyor.
Meselelerin
bu duruma gelişi ne tesadüfidir ne de yakın döneme ait bir olgu. Kökleri,
modern dünyamızın doğumundan çok daha gerilere uzanan ama modern bürokratik
devlet sistemlerinin, kapitalist sınıf yapılarının ve laik çağda tarih ve kader
(ortaklığına) dayanan bir toplulukta ebediyet ve itibar arayışlarının hiç
beklenmedik bir şekilde ve güçte yeniden canlandırdığı etnik bağ ve
hissiyatlann uzun tarihînde yatmaktadır. Etnik bir geçmişin yeniden keşfi ile
eskinin altın çağının kollektif bir şekilde ihyasının vaat edilmesi aracılığıyla,
millî kimlik ve milliyetçilik, etnik toplulukları ve bütün sınıf, din, cins ve
bölgelerden insanları, özgür ve eşit milletler dünyasında “millet” olma,
kültürel ve tarihsel olarak aynı kökten gelen yurttaşlardan müteşekkil
teritoryal topluluklar olma haklarını yükseltmelerini sağlamış ve onlara esin
kaynağı olmayı başarmıştır. En güçlü devletlerin bile uyuşmak zorunda
kaldıkları, dünyamıza kalıbını veren ve öngörülebilir bir gelecekte de
muhtemelen dünyamızı biçimlendirmeyi sürdürecek bir kimlik ve bir kuvvet
sözkonusudur burada.
Pek
çokları için bu kasvetli bir sonuçtur. Milliyetçilik dünyasından hiç bir çıkış
yolu, milleti aşma ve milliyetçiliğin doğmasına katkıda bulunduğu sayısız sert
çatışmadan kurtulma olanağı bırakmamaktadır. Millî-devletlerarasındaki ve
devletlerle etnik bileşenleri arasındaki çatışmalar, muhtemelen bugün uyumakta
olan etnik topluluk ve kategorileri yarın harekete geçirmeyi sürdüreceği gibi
belki (yenilerini) de ortaya çıkaracaktır. Küresel güvenlik ve küresel bir kültür
bakış açısından bu sonuç, marazi bölünmeler, güvensizlik ve savaş kör
döngüsünden hiç bir çıkış yolu sunmamaktadır.
Ancak
böylesine kesin bir hükümde bulunmakta haklı mıyız? Yeni küresel güçlerin
(ulusaşırı şirketler, telekomünikasyon sistemleri vs.) önemi hakkındaki önceki
sözlerimiz çok farklı bir yöne işaret etmiyor muydu? Bazı devletlerde yakın
geçmişte uygulanan federal sistemlere ve Avrupa projesine ilişkin
değerlendirmelerimiz gerçekten de bu denli olumsuz muydu? Kozmopolitanların
çılgınca hayallerinin hesaptan düşülmesi gerekiyorsa, hafıza-sız bir küresel
kültür ikna edicilikten yoksunsa, o zaman geriye kollektif kimliklerimizi
bölgesel düzeyde yavaş yavaş yeniden oluşturmak adına da mı hiç makul, ölçülü
beklentiler kalmıyor? Sanıyorum, siyasetten ziyade kültürel alanda ve biraz
paradoksal yollarda, daha sınırlı ümiüer beslemek için nedenler vardır.
Kitabın
başından itibaren ileri sürdüğüm savların anafikrini, sadece modern kollektif
kimlikleri, özellikle de etnik bağlar ve etno-tarihi değil aynı zamanda
devletler ile sınıfları da şekillendiren güçler ile, insanların, genellikle de
milliyetçi entelijensiyanın, miraslarım “eski-yeni” millî kimlikler halinde
yeniden kurmaya ve yeniden kalıba dökmeye çalışırkenki yolları arasındaki
karşılıklı etkileşim oluşturmaktadır. Bu ikilik, millî kimlikleri “millet
ötesi” bir şey halinde yeniden tanzime yönelik, yakın zamanlardaki görüş ve
çabalara da şekil vermeye devam etmektedir.
Milletin
ilkeleri, milliyetçiliğin de ilkeleridir. O nedenle milleti aşmak, paradoksal
olarak, ancak genellikle bu girişimlerin nesnesini oluşturan tümleşik
milletten daha geniş bir milliyetçilik biçimiyle mümkün olabilir. Büyüklük ve
saha olarak “normal” bir tümleşik milletten daha geniş bir milliyetçilik
biçimi de vardır. “Pan-milliyetçilikler”i kastediyorum. Bunlar, birkaç
genellikle sınırdaş devleti, paylaşılan kültürel özellikler veya bir “kültürler
ailesi” temelinde tek bir kültürel ve siyasî topluluk içinde birleştiren
hareketler olarak tanımlanabilir. Yugoslavizm, en eski Pan-milliyetçilik örneklerinden
biriydi ve çok geçmeden onu, genellikle başka devletlere ait, etnik bakımdan
benzerlik taşıyan bölgeleri topraklarına katmayı gaye edinen çeşitli
irredentist hareketler (Pan-Cermenizm, Pan-Bulgarizm, Pan-ltalyanizm vs) ile;
siyasî birleşme yönünde ciddi teşebbüslerden, ortak sömürgesel deneyim ve
kültür temelinde daha gevşek birliklere dek çeşitlilik arzeden Pan-Türkizm,
Arabizm, Afrikanizm, Latin Amerikanizm gibi daha geniş ölçekli “Pan” hareketler
izledi. Bu hareketlerden hiçbiri (daha küçük çaplı irredentist hareketlerin
çeşitli derecelerde gösterdikleri haricinde) siyaseten başarılı olamadılar. Ama
önemleri başka bir noktada yatmaktadır. Pan-Slavizm, bırakın tek bir
territoryal devlet kurmayı, Slavları tek bir siyasî topluluk halinde
birleştirmenin yanına bile yaklaşamadı. Ancak Slav dilleri konuşanlar arasında
kültürel bir rönesansın esin kaynağını oluşturarak, yazar ve sanatçıların
biraraya gelmelerini sağlamanın yanında geniş bir kültürel alanda çeşitli ortak
düşünce ve duyguların ortaya çıkışını tahrik etti.[68]
Pan-Arabizm,
bütün Araplar nezdinde siyasî bir topluluk duygusunun ifadesi olmak bir yana,
Araplar arasındaki kıyıcı savaşları bile önleyecek güçte olamadı hiç bir zaman.
Ancak Araplar arasında daha geniş kültür ve filantrofik bağlantılar kurmanın
yanında belli projelerin de ilham kaynağı oldu. Aynı şekilde, feci bir askerî
sonla neticelenmiş olmakla birlikte Pan-Türkizm de gerek Türkiye’de gerekse
dışardaki Türkler arasında bir kültürel rönesansın boy atmasına, Türki dillere
ve Türk tarihine yeniden bir ilginin doğmasına, Türkçe konuşan halklar
arasında çeşitli bağlar kurulmasına önayak oldu.[69]
Pan-milliyetçiliklerin
önemi, prolifer etnik milliyetçiliklerin bölünerek çoğalma eğilimlerine karşı
koyabilme veya en azından ona bir seçenek oluşturabilme yeteneklerinde yatmaktadır.
Pan-Afrikanizm, azınlık etnik milliyetçiliklerin birbiri ardına yeni
sömürge-sonrası devletler içinde hak iddialarında bulunmalarını önleyemezken,
onlara Afrika’nın geçmiş başarıları karşısında yeni bir gurur duygusu ve bütün
Afrikalıların paylaştıkları daha geniş bir topluluk duygusu kazandırdı.
Pan-Afrikanizmin önemi, yaratılmasına yardımcı olduğu Afrika Birliği
Örgütü’nden çok, sömürgeci efendilerin her fırsatta aşağıladıkları Siyah Afrikalılara
(sağladığı) ortak bir Afrika geçmişi ve “kültürler ailesi”nin yeniden keşfiyle
ufuklarını genişletmesinde ve itibarlarını yeniden kazandırmasında
yatmaktadır.[70]
“Kültürler
ailesi” kavramı burada önemlidir. Bugün arzulanan ve oluşturulan siyasî ve
ekonomik bir birleşme iken, birbirleriyle ilişkili kültür ailelerini kapsayan
kurumsal bir “kültür alanı” genellikle uzun vadeli süreçlerin bir ürünü
sayılmakta ve çoğunlukla da öngörülmemekle, amaçlanmamakta, yönelenilecek bir
hedef olarak görülmemektedir. Siyasî ve ekonomik birlikler planlanır ve
örgütlenirken, kültür aileleri ve kültür alanları henüz olgunlaşmamış ve kurumsallaşmamış
bir görüntü arzetmekle birlikte, onun yörüngesine girmiş olanlar için daha az
gerçek ve daha tesirsiz değildir. İslâmî, Amerikan ve Sovyet Rusya
kimliklerinin ve kültürlerinin mensupları açısından, bunların sözcüleri resmî
olan siyasî ve toplumsal kurumların fersah fersah ötesinde bir çekiciliğe
sahiptirler.
Bu
cazibenin bir nedeni lingua franca’nın
yeniden doğmakta olmasıdır. Yüksek Ortaçağlar’da Latince ve Arapça gerçek bir
ülkeler-aşırı ve kültürler-aşırı bir nüfuza sahiptiler. Ama onlarda ancak bir lingua franca'nın hizmet edebileceği
ülkeler-aşırı bir işleve sahip toplu bir kimlik -Ortaçağ ruhbanı ve
uleması-sözkonusuydu. Bugün ise kitleler için edebî bir “yüksek” kültüre
dönüşmüş olan çok sayıda şifahi “aşağı” kültür ile bir örnek kamu eğitimi ve
millî diller, bu eskinin lingua franca'sının
yerini almıştır. Ama tamamen değil saygınlığı olan belli dillerin geniş
bölgelerde iletişimi ve mübadeleyi kolaylaştıracak şekilde yayılmaları, zaman
zaman kendi bölgeleri dışında kalan kültüral anlarında bile gevşek bir kültürel
yakınlık duygusunun ortaya çıkmasını teşvik etmişlerdir. İngilizce’nin Kuzey
Amerika’da, Ispanyolcanın Latin Amerika’da, Arapçanın Orta Doğu’da ve Rusça’nın
Sovyetler Birliği’nde taşıdığı önem; meydan okumalarla karşılaşmıyor veya
hiçbir sorunluluk arzetmiyor değilse de, eğer başka koşullar da uygun olursa ve
olduğunda, mevcut tümleşik millî kimliklerden daha geniş ölçekte kimlikler
oluşturma yönünde yeni araçlar sunmaktadır.[71]
Bir
başka neden de, özellikle ekolojik sahada, ortak bölgesel sorunlar hakkında
yeni bir idrakin doğmakta oluşudur. Kitle iletişim araçlarının görünür hale
getirdiği jeo-politik konum ve yakınlık, millî sınırların ötesinde olmakla
birlikte o bölgede ve kültür alanında yer alan bütün milletler için ortak
tehlikeler hakkında yeni bir uyanışın doğmasına yardımcı olmaktadır. Çoğu kez
ekolojik bir felaketin etkisi geniş olmaktadır; bir Çernobil, Sahra’daki kıtlık
veya Brezilya yağmur ormanlarındaki katliam, insanın bilinci üzerinde,
dolaysız tesir alanları içinde kalan kültür bölgelerinin çok ötesinde etkide
bulunmaktadır. Bölgesel mahiyette başka sorunlar da vardır (Akdeniz’deki
kirlenme, Kaliforniya’daki depremler, Bengladeş’deki su baskınları vs.) ve
bunlar bölgenin ortak ihtiyaçları konusunda kültürel bir bilincin uyanışına
yardımcı olmaktadırlar.
Ancak
kültür bölgelerinin ve kültür ailelerinin cazibesinin artmasındaki üçüncü
nedenin, sahip oldukları temel siyasî değerler de dahil, toplumsal ve siyasî
örf ve kuramlarla çoğu zaman bir yakınlığı vardır. Sivil haklar ve siyasî
özgürlükler konusunda düşük bir seviyede bulunan askerî diktatörlükler belli
yerlerde bir kural halini almıştır ve bu durum, sadece ekonomik gelişme
düzeyini değil aynı zamanda bir siyasî değerler ailesine dayanan kökdeş siyasî
kültürü de yansıtmaktadır. Yine başka bir takım bölgelerde de (toplumsal
seferberlik) ve demokratikleşme süreçleri bir yana atılabilmektedir; bu noktada
ekonomik bir takım açıklamalar yapılabilirse de tarihsel deneyimler ile siyasî
kültürlerin taşıdıkları önem hafife alınamaz.
Avrupa’nın
batı yakasında, Avrupa projesine uygun bağlamı ortaya çıkartan belirli tarihsel
süreçler vardır. Her ne kadar Avrupa işbirliği yönündeki irade içerik
bakımından esas olarak ekonomik biçim olarak da siyasî olsa da, hiç kuşku yok
ki daha geniş kültürel ön varsayım ve gelenekleri de öncül olarak taşımaktadır.
Tek bir lingua franca’dan
yoksun olunabilir (Fransa ile Ingiltere bu işlevi pekâlâ yerine getirebilecekse
de), ama gerek ortak tehlikeler konusundaki ekolojik bilinç gerekse siyasî örf
ve kuramların hısımlığı, ayırdedici bir kültürel alanda birbirlerine yakın
Avrupa kültürleri duygusunu takviye etmektedir. Bu bölgenin sınırlarını
belirlemenin güçlüğü dillere destandır; başlangıçta Soğuk Savaş’ın yarattığı
bölünmelerle negatif bir şekilde tanımlanmış olan bu sınırlar, bütün Doğu
Avrupa’yı kasıp kavuran siyasî değişikliklerden sonra daha akışkan ve açık bir
hale gelmiştir. Birlik yönündeki güdü de, bir parça, Pan-Avrupalılar’ın
yeğlediği bir siyasî federasyona doğru kaymıştır. Ancak sabit kalmayı hep sürdüren
şey, bir Avrupa örüntüsünün veya kültür örüntülerinin (varlığına) dair
kanaattir.
Ortak
bir Avrupa kültür mirasını yaratan ve millî sınırların ayağını yere bastıran;
onların farklı millî kültürlerini ortak motif ve gelenekler yoluyla birbirine
bağlayan eşsiz bir kültür alanı oluşturan Avrupa kültürünün -çeşitli zamanlarda
ve kıtanın çeşitli yerlerinde ortaya çıkmış Roma hukuku mirası,
Yahudi-Hıristiyan etiği, Rönesans ve bireycilik, Aydınlanma rasyonalizmi ve
bilim, sanatsal klasizm ve romantizm ve hepsinden çok sivil haklar ve demokrasi
gibiörüntüleridir. Sayısız kırılma ve kopmalara rağmen, örtüşen bir kültürler
ailesi yüzyıllar içersinde yavaş yavaş bu yolla oluşmuştur. Resmî Avrupacılığın
her şeyden aziz tuttuğu planlanmış bir “farklılık içinde birlik” değil
ama kültürel varsayımlar, biçimler ve geleneklerden oluşan zengin,
tamamlanmamış bir melange (karışım)
Avrupa halkları arasında yakınlık duyguları yaratan bir kültür mirasıdır.
Paradoksal olarak bizi milletin ötesine taşıyabilecek olan bir kültürel
Pan-Avrupa milliyetçiliğinin temelini aramamız gereken yer, (bugünkü ökümenik
teşebbüsler doğrultusunda) Ortaçağ Hıristiyanlığının mitolojisinden veya
(Strasbourg konumu doğrultusunda) Ren kaynaklı bir Kutsal Roma
imparatorluğundan ziyade, buradadır.[72]
Zira
açıktır ki Avrupalı bir Pan-milliyetçilik neyin yaratımına yardımcı olursa
olsun bu asla bir Avrupa süper-milleti, yani diğer bütün milletlere benzer ama
geniş ilamlı bir millet olmayacaktır. Ne etnik toplulukları müstakil tarihsel
yurtlardan yoksun bulunan Amerika Birleşik Devletleri’ne, ne millî
cumhuriyetler ile toplulukların yakın zamana ait ortak bir Sovyet siyasî
deneyiminin ötesinde birbirleriyle hemen hiç bir kültürel yakınlık
hissedemediği bir Sovyetler Birliği’ne benzeyecektir. Hattâ bu yeni Avrupa’nın,
daha büyük bir kültürel ve tarihî yakınlık sözkonusu olsa bile, tek bir etni
veya milletin ötekilerine egemen olduğu İngiliz ya da Belçika modelleriyle de
en ufak bir yakınlığı olmayacaktır. Şayet popüler bir titreşime sahip bir Avrupa siyasî topluluğu yaratılacaksa,
bunun, hâlâ güçlü ve dinç millî kültürlerle rekabete girmeksizin ortak bir
Avrupa kültür mirası temelinde, bu ortak mirastan Avrupalı ortak mitler,
semboller, değerler ve anılar oluşturmaya yetenekli bir Pan-Avrupa milliyetçi
hareketi tarafından kurulacağına emin olabiliriz. Pan-milliyetçilik, tek tek
milletleri aşan ama onları ilga etmeyen yeni tip bir kollektif kimliği yalnızca
bu yoldan yaratabilir.
Sh:
221-267
Şu
ana dek (söylenenlerden) milletleri aşma ve milliyetçiliği ikame etme şansının
pamuk ipliğine bağlı olduğu, açık olmalı. Ne bugün işbaşında bulunan yeni
ekonomik, siyasî ve kültürel güçlerin ulus-aşırı tesirlerine, ne de hiç
şüphesiz onların eseri olan muhtelif küresel karşılıklı bağımlılık durumlarına
da işaret etmek yeterlidir.
Kozmopolitanizmde
görülen gelişme kendi başına milliyetçiliğin gerilemesini gerektirmez;
bölgesel kültürel anlarının doğması millî kimliklerin dayanaklarını ortadan
kaldırmaz. Başlangıçta da söylediğim gibi, insan, sahası ve yoğunluğu zamana ve
yere göre değişkenlik arzeden çoklu kollektif ayniyetlere sahiptir. Bireyleri,
aynı anda Flander’le, Belçika’yla ve Avrupa’yla özdeşleşmekten ve her birine
sadakat duygularını kendine mahsus, bağlamlarında sergilemekten alıkoyacak
hiç bir şey yoktur; bu, aynı şekilde ortak merkezli (içiçe) sadakat ve aidiyet
halkaları içinde Yoruba, Nijeryalı ve Afrikalı olanların duyguları için de
geçerlidir. Aslında bu-son derece amiyane, sıradan bir şeydir; çök kimlikli ve
karmaşık bir dünyada en fazla beklenecek şey de budur.
Bu,
sözkonusu bağ ve kimliklerin tamamıyla seçime dayalı ve durumsal oldukları
anlamına gelmediği gibi, aralarından bazılarının daha büyük bir nüfuza sahip
olmadığı ve diğerlerinden daha güçlü bir etki yaratmadığı anlamını da taşımaz.
Millî kimlik olarak tanımladığım şeyin bugün aslında diğer kollektif kültürel
kimliklerden daha tesirli ve kalıcı bir etkiye sahip olduğu; ve sıraladığım
nedenlerden dolayı -kollektif ebediyet ve itibar ihtiyacı, etno-tarihin gücü,
yeni sınıf yapılarının rolü ve modern dünyada devletler-arası sistemin sahip
olduğu tahakküm-bu kollektif kimlik tipinin muhtemelen daha uzun bir süre;
hattâ millî olanının yanında daha geniş çaplı ama daha gevşek başka kollektif
kimlik biçimleri ortaya çıktığında bile, insanlığa sadakat buyurmaya devam
edeceği (savı) bu kitabın tezini oluşturmaktadır. O yüzden Avrupa örneğinin
gösterdiği gibi, geniş ölçekli kıtasal kimlikler ortaya çıkartacak kültürel bir
Pan-milliyetçi hareket; bir “kültürler ailesi”nin bireysel mensupları hısımlık
bağlarından güç alıyorlarmış gibi, fiilen sınırları belli bir kültürel alanda
yeralan etnilerin ve milletlerin özgül milliyetçiliklerine yeniden zindelik
katabilir. Hattâ eskiden daha türdeş olan kültürlerin göç, konuk işçiler ve
mülteci dalgaları nedeniyle karışması, yerli halk ve kültürlerin güçlü etnik
tepkilerde bulunmalarına da yolaçabilir.
İnsanlığın
milletler halinde bölünmesinde ve dünyanın her köşesinde millî kimliğin gücünü
sebatla devam ettirişinde hem bir tehlike hem de bir umut vardır. Tehlikeler
yeterince açıktır; etnik çatışmaların her yere yayılması ve kızışması, daha
büyük bir millî türdeşlik hamlesi esnasında “sindirilemeyen” azınlıklara zulmün
reva görülmesi, eski çağlar için bile anlaşılmaz boyutlara varan terörün, etnik
kırımın ve soykırımın haklı gösterilmesi.
İçinde
bulunduğumuz yüzyılın marazi istikrarsızlığından, çatışmalarından ve teröründen
milliyetçilik tek başına sorumlu olmamış olabilir, ama asıl nedenler arasındaki
yeri olduğu veya bunlara eşlik ettiği de sık sık gözden kaçırılmakta ya da
mazur gösterilmektedir.
Ama
milletler ile millî kimlikler dünyası umuttan da yoksun değildir. Milliyetçilik,
reform olaylarının çoğundan ve tiranlık rejimlerinin demokratikleştirilmesinden
de sorumlu olmayabilir, ama sık sık, aşağılanmış halklar için bir gurur
kaynağı, eşlikçi bir motif ve “demokrasi” ile “uygarlık”a katılmanın ya da
kavuşmanın kabul edilmiş tarzı olmuştur. Milliyetçilik aynı zamanda bugün
popüler rızaya sahip ve popüler bir coşku sağlayan siyasî dayanışmanın yegâne
tahayyülünü ve rasyonelini verir. Diğer bütün tahayyüller, bütün rasyoneller
onunla karşılaştırıldığında soluk ve bulanık kalır. Onlar bir seçilmişlik
duygusu vermezler, biricik (nitelikte) bir tarihleri ve özel kaderleri yoktur.
Büyük bölümüyle milliyetçiliğin yerine getirdiği vaadlerdir bunlar ve bunca
insanın kendinî milletle özdeşleştirmeyi sürdürmesinin gerçek nedenleridir. Bu
ihtiyaçlar başka ayniyet türlerince karşılanıncaya dek, ister inkâr edilmiş
ister tanınmış olsun, ister baskı altında ister özgür olsun, kendine ait
ayırdedici tarihine, altın çağlarına ve kutsal peysajlarına sahip
milliyetçiliği ile millet, pekâla önümüzdeki yüzyılda da insanlığa temel
kültürel ve siyasî kimliklerini sağlamayı sürdürecektir.
Sh:
269-271
Kaynak: Anthony D. SMITH, Millî Kimlik;
National Identity, trc: Bahadır
Sina Şener lletişim Yayıncılık1. BASKI, Şubat 1994, İstanbul
[2] Sophocles (1947, 71-124)
[3] Sophocles (1947, 66, 74, 79, 117-121)
[4] Bunlar da alışılageldiği üzere, feminist
hareketlerin sosyalist ve/ya da milliyetçi hareketlerle ittifak ettiği sınıf
veya millet kimlikleri olmaktadır.
[5] Vendee’deki ayaklanma için bakınız, Tilly
(1963); modern Batı’daki etno-dinî hareketler hakkında bakınız; Hechter ve Lcvi
(1979).
[6] Tiers
Etat’yı (Üçüncü Zümre) oluşturan kesimler Cobban’da (1965) ele alın¬maktadır;
milliyetçi olmayan sosyalist işçi devrimlerinin seyrekliği konusu Kautsky'de
(1962, giriş yazısı) İncelenmektedir; ama daha ayrıntılı bir bakış için
Breuilly (1982, bölüm 15) ile karşılaştırın.
[7] Devrimci Mazdek mezhep hareketi için
Frye’ye (1966, 249-50) bakın. Weber’in tabaka ve sınıflar ile farklı dinî
deneyim/yaşantı türleri arasındaki ilişkiye dair çözümlemesi için bakınız Weber
(1965, bölüm 8).
[8] Bakınız M.Spiro: “Din: tanım ve açıklama
sorunları", Banton'da (1966).
[10] Dürziler hakkında bakınız Hitti (1928,
özellikle 12) ve H.Z. (JW.) Hirschberg: “Dürziler”, Arberry’de (1969).
[11] Bu savla ilgili olarak Armstrong’un (1982)
ufuk açıcı çalışmasına bakın (özellikle 3. ve 7.bölümler).
(*)
Jüte, Angle, Şakson 5. yüzyılda İngiltere'yi istila eden Cermen kavimleri. Bu
üç kavime birden Anglosaksonlar denmektedir, -ç.n.
[12] Dinin etnikliği tahkim ettiği en bariz
örnek Burma Budizmidir. Bunun için Sarkisyanz’a (1964) bakın ve aynı zamanda
Sinhali örneğiyle ilgili olarak Silva ile (1981) karşılaştırın. Anglo-Sakson
kaynaşması için P.Wormald’ın, L. Smith (1984) içinde yeralan “Anglo-Sakson
Krallıklarının Doğuşu” yazısında ilgiye değer savlar bulunmaktadır.
[13] Finley’in (1986, bölüm 7) Meinecke’nin
görüşlerinden hareketle oluşturduğu sava bakın; Fondation Hardt’la (1962)
karşılaştırın.
[14] Milletin
ilk Batılı tanımları için Kemilainen’e (1964) bakın.
[15]
Utrecht Birliği: İspanya Kralı 11.
Felipe’ye ve Ispanya’nın otoritesini kabul eden Hollanda'nın Katolik güney
eyaletlerinin oluşturduğu Arras Birliği’ne karşı, kuzeydeki 7 Protestan
(Kalvinci) eyaletin (Hollanda, Zeeland, Utrecht, Gelderland, Overijobel,
Friesland ve Groningen) kurduğu ve Hollanda Birleşik Krallığı’nın çekirdeğini
oluşturan birlik. Utrecht Birliği dönemin tek anayasal metniydi. Buna göre
Flollanda Genel Meclisi, beledî/idarî/yargısal özgürlüklerini muhafaza eden
“bölünmüş eyaletler”den gelen yedişer temsilcinin oluşturduğu ve kararları yine
eyalet meclislerince onaylanması gereken, Lahey’de toplanan bir “yüksek
organ”dı.
[16] Schama (1987, bölüm 2); ve 19. yüzyıl
Fransa'sında bölgeciliğin sürmekte oluşu hakkında E.Weber’e (1979) bakm.
[18] Nairn (1977, 2 ve 9. bölümler) bu
"sınıflar-arasılık", popülist rolü öne çıkartır. Aynı zamanda Gellner
ve İoneşcu ile de (1970) karşılaştırın.
[19] Bu
dilsel uyanışlar hakkında Fishman’a (1968); aralarında İrlanda ve Noveç’in de
bulunduğu bazı Kuzey ülkelerindeki uyanışlar konusunda Mitchison’a (1980)
bakın.
[20] Devrini sırasındaki Fransız dilsel
milliyetçiliği konusunda Lartichaux’a (1977); Fransız rakip soy mitleri
hakkında Poliakov’a (1974, bölüm 2) bakın.
[21] Millet
ile milliyetçiliğin tanımlanışıyla ilgili sorunlar etrafında meydana gelen pek
çok tartışmadan birkaçı için Deutsch (1966, bölüm 1), Rustow (1967, bölüm 1),
A.D.Smith (1971, bölüm 7) ve Connor’a (1978) bakın.
[22] Örneğin
Tivey’e (1980) bakm.
[23] Bu
sonuç hakkında Connor’a (1972) bakm; yine Wiberg’e (1983) bakın.
[24] Milliyetçiliğin
ekonomik veçheleri hakkında Johnson’a (1968) ve Mayall’a (1984) bakın.
[25] Gellner’in
öne çıkardığı bir yan (1983).
[26] Klausner
(1960) bu sonucun ilgi çekici bir örneğini vermektedir.
[27] Kedourie’nin (1960) malum eleştirisine
bakın. Modem Afrika’da milli ‘kendilerin ampirik çokluğuna dair tanıtlama
Neuberger’de (1986, bölüm 3) yeralmaktadır.
[29] Sibirya,
Papua Yeni Ginesi ve Malezya gibi görünüşte hiç beklenmedik yerlerde bile millî
hareketler ortaya çıkmıştır. Örneğin Sibirya ve Orta Asya için Kolarz’a (1954)
ve Papua Yeni Ginesi için May’e (1982) bakın.
[30] Milliyetçilik enflasyonuna dair bir
eleştiri için Breuilly’e (1982, 8-11) bakın. Komünist Çin örneği için Johnson’a
(1969) bakın.
[31] Daniel Bell de etnik seferberlikte
“hısımlık” ile “çıkar”ın birleşmesi konusuna işaret etmiştir (1975).
[32] Liberal
sosyolojideki bu evrimci perspektif için Parsons’a (1966) ve Smelser’e (1968);
Marksist siyaset ile Marksizmde ise Cummins’e (1980) ve Connor’a (1984b) bakın.
[33] Bugün için, İtalyan irredentizmine ve
Almanya’nın yeniden birleşme hayaline rağmen İtalyan bölgelerinin ve Alman aender'inin
(eyaletler) sahip olduğu güç bunun açık bir kanıtıdır. İsviçre hakkında
Steinberg’e bakın (1976).
[34] “İllirya”, Arnavutların ataları olduğu
ileri sürülen eski bir Güney Avrupa ırkının ülkesidir. Coğrafî hatlarını, Roma
İmparatorluğu’nun Güney Balkanlar’a “lllirya illeri” adını vermesiyle kazandı.
Daha sonra Napoleon bu bölgeyi “lllirya Krallığı’ adıyla kurumsallaştırmaya
çalıştı. Napoleon’dan sonra Habsburglar da bu coğrafyayı “lllirya” olarak
kabul ettiler. 19. yüzyılın milliyetçi kabarışı sırasında Hırvatlar “lllirya”ya
(Hırvatistan ve Dalmaçya’nın önemli bir bölümü, Slovenya ve Bosna’nın bir
kısmı) Pan-Slav ülküsünün çekirdek ülkesi ve tarihsel kaynağı anlamını
yüklediler, -ç.n.
[35] llliyarcılık ve Yugoslavya’nın
bağımsızlık mücadelesi için Stavrianos’a (1961, özellikle 9. bölüme) ve
Singleton’a (1985, bölüm 5) bakm.
[36] Schöpflin’e
(1980) ve Djilas’a (1984) bakın.
[37] Fedoseyev’e (1977) ve Bennigsen’e
(1979) bakın.
[38] Bu soruların tahlili Goldhagen’de (1968)
ve G.E. Smith’de (1985) bulunmaktadır.
[39] Rus yeni-milliyetçiliği hakkında Dunlop’a
(1985) ve daha genel bir bilgi için Ramet’deki (1989) sözkonusu yazıya bakın.
[40] Chicano: ABD’de Meksika kökenli kişilere
verilen ad. -ç.n.
[41] Beyazlar arasındaki “yeni etniklik”
için Kilson’a (1975) ve bunun daha geniş sembolik doğası hakkında bilgi için
Gans’a (1979) bakın.
[42] Amerika’nın “kurucuları”... 1607-1733
yıllan arasında Amerika kıtasında, sonraları krallık sömürgesine dönüşecek olan
ama başlangıçta şirketleri temsilen valilerce yönetilen 13 İngiliz
sömürgesinden biri de Plymouth şirketinin kurduğu Massachusetts idi. Bölgeyi
sömürgeleştiren ilk kişiler de, Anglikan Kilisesi’nin baskısı sonucu
“Mayflover” gemisiyle İngiltere’den ayrılmak zorunda kalan bir gurup dinî
sapkındı (Pilgrim Fathers Kurucu Babalar), -ç.n.
[43] Amerika’da
Püriten Takdir mitinin sahip olduğu merkezi rol hakkında Tuveson’a (1968) ve
O’Brien’a (1988) bakın.
[45]
19,'yüzyılda Alman örneği için Kahan’a (1968) bakın. Avrupa
Topluluğu’na ilişkin nispeten daha eski bir “işlevsel” analiz için Haas’a
(1964) bakın.
[46]
İngiltere’de yeniden duyulmaya başlanan
bu Avrupa tartışması için Camps’a (1965) bakın. 1960’larda Avrupa’nın her
yanında millî hissiyat ve politikaların gücünü devam ettirmekte olduğunun en
iyi kanıtı, Benthen van den Berghe’nin (1966) gösterdiği gibi pekâla De Gaulle
olabilir. Bugünkü yeni kuşak öncekilerden daha “Avrupalı”dır. Peki ama, daha mı
az milliyetçidir?
[47] Özellikle
Galtung’un Norveçlilere, genişletilmiş Topluluk’# katılmamaları konusundaki
çağrısı (1973). Aıııa Avrupa’nın bir “süper devlet” haline gelmesinden yana
veya karşı olan savlar, onu bir “süper millet” olarak tarif edenlerin
savlarıyla karıştırılmamalıdır. Bu, hükümranlık kaybıyla kimlik kaybını
birbirine karıştırmak demektir. [Siyasî 1 hükümranlıktan yoksunken de etnik
bekanın mümkün olduğunu gösteren tarih, bunlar arasında zorunlu bir ilişki
bulunmadığının kanıtıdır; A.D. Smith’e (1988b) bakın. Tamamen siyasî bir Avrupa milliyetçiliği, şimdiye dek
derin popüler dayanaktan yoksun, sadece her Avrupalı ülkenin siyasî, ekonomik
ve kültürel seçkin kesimleri ile sınırlı kalmıştır.
[48] II.
Dünya Savaşı’nın hasadı ve dev güç bloklarının doğuşu konusunda Barraclough’a
(1967) ve Hinsley’e (1973) bakın.
[50] Feminizm,
ekoloji, öğrenci hareketleri ve etno-millî hareketler gibi yeni hareketlere
ilişkin bir tahlil için Melucci’ye (1989, 3-4. bölümler) bakın.
[53] Modernist
Amerikan medya mamullerine verilen popüler karşılıkların oluşumunda etnikliğin
ve sınıfın rolünü ele alan medya eleştirileriyle (Mattelaart, Morley, Hail)
ilgili bir değerlendirme için Schlesinger’e (1987) bakın.
[54] Hümanist
entellektüeller ile onların teknik eşlikçilerinin “eleştirel söylem kültürlerine
dair Gouldner’a (1979) bakın.
[55]
Bu anıt ve seremoniler için Hobsbawm ve Ranger’a (1983, özellikle Hobsbawm’ın
yazısına) ve Horne’a (1984) bakın. Eskinin emperyal tahayyülü konusunda
Armstrong'a (1982, bölüm 5) bakın.
[57] Milletin,
metinleri yapı-çözüme tâbî tutulup öyle okunması gereken muhayyile ürünü bir
topluluk olduğu fikri konusunda Anderson’a (1983); İngiliz örneğinde yapılmış
bir uygulama için Samuel’e (1989, özellikle III. Cilt) bakın.
[58] Buna
paralel bir görüş için Anderson’a (1983, bölüm 1); bu bellek hakkında
Rosenblum’a (1967, bölüm 2) bakm.
[60]
Milliyetçiliğin ritüelleri hakkında
Mosse’e (1976) ve Horne’a (1984); sanat ve milliyetçilik konusunda Rosenblum’a
(1967) bakın.
[62] Irak
ve Türkiye’nin “kökleri” konusunda Zeine’e (1958); eski Makedonya’daki kral
mezarları için Yalouris’e (1980); Transilvanya hakkında Giurescu’ya (1967)
bakın.
[64] Balkan milliyetçiliği konusunda
Stavrianos’a (1957); Afrika’da kapitalizm ve milliyetçilik konusunda
Markovitz’e (1977) ve A.D. Smith’e (1983, 3 ve 5. bölümler) bakın.
[67] Devlet sistemi ve müdahalesizlik
konusunda Beitz’e (1979, Kısım II) bakın.
[71] Ortaçağ’ın
kutsal dilleri için Armstrong’a (1982, bölüm 2); bugünkü dil ve milliyetçilik
üzerine Edwards’a (1985, 2. bölüm) bakın.
Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.
Yorumlar