Print Friendly and PDF

Mİ’RÂC KANDİLİ

Bunlarada Bakarsınız



Cenabı Allah Peygamber Efendimizin Mi’râcını Necm sûresindeki şu ayeti kerimelerle tamamladığını beyân etmektedir.
(Sümme denâ fetedellâ fe kâne kabe kavseyni evednâ) Bunların hepsi birer makam olup bu makamlarla Peygamber Efendimiz Mi’râcını tamamlamıştır. Şimdi bu Mi’râc hakkında biraz açıklamalar yapalım.
Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem Efendimiz Mi’râcını yapmış dönüşünde biz ümmetlerine namâzı getirmiş ve buyurmuşlardır. (Essalât ü Mi’râcül müminîn) “Namâz,   müminlerin Mi’râcıdır. ” Siz, namâzınızı kılınız ve Mi’râcınızı yapınız. Öyle ise mü’minin de Mi’râc edebilmesi için kılmış olduğu namâzda,   Mi’râcını tamamlaması lâzımdır. Bir mü’min nasıl bir namâz kılmalı ki,   namâzı Mi’râc olabilsin?
Mi’râctan gâye yükselmektir. Nereye yükselmek?  En son menzile. En son menzil neresidir?  İnsânın varabileceği en son menzil,   Rabbına kavuşmaktır. Öyle ise, bir mü’min namâzında Rabbına kavuşmuş olacaktır. Muhyiddin Arabî Hazretleri (Fezkürûni ezkürküm) âyeti kerîmesini tefsîr ediyor. Buradaki zikri namâza alıyor. Her ne kadar âyeti kerîmede siz beni zikrederseniz ben de sizi zikrederim buyruluyorsa da namâz’da bir zikirdir. Hatta  namâz,   zikirlerin en üstünüdür. Çünkü,   namâz bütün ibâdetleri kendisinde cem eden bir görevdir. Namâza en evvelâ zikirle girilmektedir. Bundan sonra okunan Fâtiha ve zammı sûreler de duâdır. İnsanın ayakta durması,   eğilmesi,   yatması ve oturması da ibâdettir. Bu i’tibârla namâz bütün ibâdetleri kendisinde toplayan bir görevdir.
Muhyiddin Arabî Hazretleri âyette geçen zikri, bu sebebten namâza almışlardır. Siz bana namâz kılarsanız, ben de size namâz kılarım. Fakat musallî olan bir kimse,   yâni namâz kılan bir kimse namâzında Rabbini görecektir. Eğer görmediyse o kimse namâz kılmamıştır.
Peki bir kimse namâzında Rabbini nasıl görebilir?
Bu görmek bilmektir, bilen kimse görüyor demektir. Yalnız bilmekte üç türlüdür. İnsânın Allah’a karşı üç türlü itminân olması lazımdır. İtminân:Mutmaîn olmak, gönül huzûrudur,   mânevîi doyumdur.
Bir kişi en evvela Allah’ı İlmel yakîn olarak idrâk eder. Bu vesîleyle yalnız ilim kâfi gelmiyor. İlmel yakîn olan bir kimsede ne gibi haller mevcûttur?  Herkes der ben de Rabbımı ilmel yakîn tanıyorum. İlmel yakînin alâmetleri vardır. Bu alâmetler ikidir. Bunların birisi teşbih, birisi de tenzihtir.
Nedir bu Tenzih ve Teşbih?
Tenzih:Hak Teala Hazretlerini hiçbir şeye benzetmemektir. Pekâlâ bir insânın Allah’ı hem tenzih, hem teşbih etmesi için her hangi bir delil mevcût mudur?
Cenabı Allah Kur’ânı Kerîm’inde (Leyse kemislihi Şey’ün vehüves semîü’l basîr) buyuruyor. “O öyle bir Allah’tır ki hiçbir şey ona benzemez” İşte bu tenzihtir. Fakat âyeti kerimenin devamı (Vehüvessemîul basîr) “O hiçbir şeye benzemeyen Allah duyar ve görür. ”İşte bu duyma ve görmeyle teşbih edilmiş, birşeye benzetilmemiş oluyor.
Şu halde benzetme nasıl oluyor?
Duyma ve görme Allah’ta olduğu gibi insânlarda da mevcuttur. Bununla hadîs-i şerîfde buyuruluyor (Halakallahü Âdeme alâa sûretihî) “Allahû teâlâ Âdemi kendi sûureti üzere halk etti. ”Fakat sûret deyince biz ne anlayalım? Sûret, her ne kadar şekil gibi görünüyorsa da, sûret görünmez. O halde sûret nedir? Sûret sıfatlardır. Bu hadîs-i şerîfle Allahû Teâlâ Hazretleri Âdemi kendi sıfatları üzere halk etti demektir.
Demek ki Allahû Teâlâ Hazretlerinin belirtileri sıfatlarıymış. Bu sıfatların başında da Hayât gelir. Sonra sırasıyla İlim, İrâde, Duyma, Görme ve Kelâm gelir. Bu sıfatlar Allah’ın olduğu gibi, bunların birer misâlleri de insânlarda görünür. İşte bu cihetle Hakk Teâlâ Hazretleri Âdemi kendi sıfatları üzere halk etmiş oluyor. Bu i’tibârla bir insân ilmel yakîn mertebesine eriştiği zamân, Allah’ı hem teşbih, hem de tenzih etmiş olacaktır. Bu mertebeye erişebilmek, ancak insânın kendi sıfatlarını Hakk Teâlâ Hazretlerinin sıfatlarına delil yapmasıyla mümkün olacaktır.
Demek olyor ki bir insânın ilmel yakîn olabilmesi için evvelâ, Hakk Teâlâ Hazretlerini teşbih etmesi lazım gelecektir. Yani hem bir şeye benzetecek,   hem de benzetmeyecek. Zâtı cihetiyle Allah hiçbir şeye benzemez. Sıfatları itibariyle benzer. Bir insân da bu aşamayı aştıktan sonra, aynel yakîne vâsıl olur.
Yalnız, aynel yakinin üç alâmeti mevcûttur. Bu üç alâmete ehlullâh lisânında fenâ’fillâh denilmektedir. Peki bu Fenâ’fillâh nedir? Allah’ta yok olmaktır. Bir insân Allah’ta nasıl yok olabilir?
Ancak ilimle yok olabilir, ilimsiz mümkün değildir. Bu ilme Kur’ân diliyle Ledün İlmi, halk arasında da Tasavvuf veya Tevhîd ilmi denilmektedir. İşte bir kişi bu ilmi tahsil ederse fenâ’fillâh dediğimiz ilmel yakîn mertebesine erişir. Bir kişi bu mertebeye eriştikten sonra Hakkal yakîn mertebesi vardır. Bu mertebenin de dört hâli mevcûttur. Bir kişi Fenâ’fillâh olduktan sonra Bekâbillâh olacaktır. Bekâbillâh Allah’tan Allah’la beraber var olmaktır. Yani Allah’ın varlığıyla var olmaktır. Bu da, dört mertebedir. İşte bu dört mertebeyi de tahsil eden bir kişi Hakkal yakîn mertebesine erişmiş olur. Bizlere Mi’râcın getirdiği anlam budur.
Resûlullah Efendimizin yapmış olduğu Mi’râcın, zâhiri ve bâtını mevcûttur. Resûlullah Efendimiz zâhiren bu unsûrî vücûduyla, cismâniyetiyle bir defa Mi’râç etti. Bu Mi’râcı gerek Kur’ânı Kerîm, gerekse Mevlîd sâhibi Mevlîd-i Şerîf’inde açık açık beyân etmektedir.
Bundan başka Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem  Efendimizin otuz üç ma’nevî Mi’râcı olmuştur. Peygamber Efendimizin namâzdan bahsetmiş olduğu Mi’râc ruhânî olacaktır. Çünkü cismânî Mi’râc yalnız Peygamber Efendimizle,   Peygamberlerden Yûnus Aleyhisselâma nasîb olmuştur. Diğer Peygamberlerin hepsinin Mi’râcları ruhânî olmuştur. Resûlullah  Efendimiz Mi’râctan dönüşte, biz ümmetlerine hediye olarak getirmiş olduğu namâzın kılınması Mi’râctır. Mi’râcın yapılmasındaki hikmet, cismânî değil ruhânîdir. Peki bu ruhânî Mi’râc nasıl olabilir?
Bu ruhânî  Mi’râc, ilimle olacaktır. İlimsiz olmaz. Bir kişinin namâzda Mi’râc edebilmesi için evvelâ, namâzın ne olduğunu bilmesi lâzımdır. Namâz, kullarla Allah arasında müştereken kılınır. Bunun için Muhyiddin Arabî Hazretleri (Fezkürûni Ezkürküm) Âyet-i kerîmesinin tefsîrini yaparken “siz bana namâz kılarsanız, bende size kılarım buyuruyor. ” Fâtiha-yı Şerîf,   kullarla Allah arasında müşterektir. Mâliki yevmiddin’e kadar olan Allah’a aittir. Mâliki yevmiddin’den sonrası kullara âittir.
(İyyâke na’büdü) diyoruz. Bu ne demektir?  “Ancak sana ibâdet ederiz” demektir. Kimdir bu ibâdeti yapan? Kuldur. Bunun için İyyâke na’büdü’den Fâtiha-yı Şerif’in sonuna kadar hep kula âittir. Kulun lisânıyla Cenâbı Allah konuşmuştur. İşte bu böyle ortak olduğu gibi namâz da Allah’la kul arasında ortak kılınır. Bir rekâtına kul Rabbına kıldımı, ikinci rekâtı da Rab kuluna kılar. Ancak bunun anlaşılabilmesi için, kul namâzında Rabbını görecektir, eğer görmediyse namâz kılmamıştır,   namâzın sûretini icrâ etmiştir.
Şu halde namâzımızın Mi’râc olabilmesi için, nasıl namâz kılmamız icâb eder ki, namâzımız Mi’râc olsun? Kişinin namâzının Mi’râc olabilmesi için, en evvelâ Rabbını bilmesi gerekir. Bunun için Resûlullah  Efendimiz (Men arâfe nefsehû fekad arâfe Rabbehû) Buyurmuşlardır. Yâni “nefsini bilen Rabbını bilir” Rabbını bilen nefsini bilir. Nefsimizi bilmemiz için de, nefsin sıfatlarını,   mertebelerini bilmemiz icâb eder.  
 Nefsin sıfatları ve mertebeleri dendiğinde:Emmâre, levvâme, mülhime, mutmaine.
Bunlar yedidir denir. Yalnız bu sıfatlardan birini bilmekle kişi Rabbını bilmiş sayılamaz. Öyleyse, bu nasıl bir nefistir ki, biz onu bilmeyle Rabbımızı bilmiş olalım?
Nefis nedir?  Rûh nedir? Aralarında fark var mıdır? Hatt-ı zâtında bunların ikisi de birdir. Nefis ulvîleştiği zamân Rûh, süflîleştiği zamân nefis ismini alır. Yani rûhun alçak olmasına süflileşmesine nefis, ulvîleşmesine de Rûh deniliyor. Bu nefsin ulvîleşmesi Rabbini bilmesiyle mümkün olacaktır. Zâten insanların da yaratılmasındaki hikmet budur.
Kur’ân-ı Kerîm de(Vemâ halaktul cinne vel inse illâ liya’budûn) “Biz insanları ve cinleri başı boş dolaşsınlar diye halketmedik, ancak bize ibâdet etsinler diye halkettik. ”Her ne kadar Kur’ân-ı Kerîm kendi lisânları üzere inmiş ise de Ashâb-ı Kirâm bazı anlayamadıkları meseleleri,   Resûlullah Efendimize soruyorlardı. Bir gün, bu mesele hakkında sordular. İbâdet, nedir Ya Resulallah? İbâdet, Allah’ı tevhîd etmek ve Allah’ı bilmektir buyurdular. İşte bütün bu kâinatın yaratılmasında ki hikmet Rabbımızı tevhîd etmek ve Rabbımızı bilmek içindir. Rabbımızı tevhîd edip bilmemiz için de bir öğreticiye ihtiyâcımız vardır. Eğer kişi bir öğretici olmadan bir ömür boyu,   kendi kendine bunu öğrenmeye ve anlamaya çalışsa hatta yaşadığı ömür kadar daha ömür verilse yine anlayamaz. Zîrâ anlaşılması mümkün olsaydı Cenâb-ı Allah bu âleme bunca Peygamber, bunca Velî göndermezdi.
Demek ki insânın kendi aklıyla, kendi okumasıyla bu hikmetten haberdâr olması mümkün olmadığından, bu âleme Peygamberler gönderdi. Fakat şimdi Peygamberlik devri geçti. Bu âlem ne olacak? Evet Peygamberlik devri geçti, ama, velîlik devri geçmedi. Velîler, Peygamberlerin vârisleridir. Bu sebepten dolayıdır ki, bu ilmi öğrenebilmemiz için, Peygamberlerin vârisi olan bir velî bulmamız lâzımdır. fakat Cenâbı Allah'’a böyle olan velîleri gizlemiş, kudsî hadîsin de buyuruyor. (Evliyâ-i tahte kubâbî lâya’rîfuhüm ğayrî) “Kubbelerimin altında benim Velîlerim vardır. Onları benden başka kimse bilmez. ” Cenabı Allah, onları benden başka kimse bilmez derse, biz âciz kullar bu velîleri nasıl bulabiliriz?
Böyle velî kulları bulabilmek için ancak Rabbimize sığınıp ona teslîm olacağız. Peki, bizler Rabbımızı gördük mü ki, ona teslim olalım? Rabbımızı görmedik, ama, vermiş olduğu emirleri yerine getireceğiz.
Kitapların ve âlimlerin buyurduklarına tâbi olacağız. Onların buyurduklarına ve yasaklarına sımsıkı sarıldığımız zamân, onun emirlerine teslim olmuş oluruz. Fakat yalnız bu teslimiyet kâfi gelir mi? Bu teslimiyetin yanında duâda lazımdır. Duâ:Allah’a yalvarmak ve ricâda bulunmaktır. Bunun için kıldığımız her namâzda, okuduğumuz
Fâtihayı Şerîf’te geçiyor. (İhdinassırâtalmüstakîym)Bunun anlamı nedir? 
“Yâ Rabbi bizleri doğru yoluna hidâyet et, doğru yoluna sevk et. ” Eğer duâlarımızı böyle hâlisâne yaparsak, Allah’u Zülcelâl Hazretleri de, gök kubbesinin altında gizlemiş olduğu velîlerini bizlere buldurur.
Şâyet Allah’u Teâlâ Hazretleri bu hidâyet kapılarını açmazsa, bir insân nasıl o velîleri bulabilir? Biraz evvel üstüne basa basa söylediğimiz gibi, bizlere bu kapıların açılabilmesi için kulluğumuzu sadâkatla yapacağız. Bununla berâber, duâ edip yalvaracağız. Böyle kulluk edenler için, Cenâb-ı Allah şunu va’dediyor. Allah va’dinden dönmez.
Kudsî hadîsde şöyle buyuruluyor. (Men talebenî vecedenî) “Beni arayan beni bulur. ”Yeterki bizden istek olsun. Eğer biz Rabbımızı bulmak istiyorsak, Rabbımıza kavuşmak istiyorsak, onun emirlerine tam teslîm olalım, teslîmiyyetimiz tam olduktan sonra o bize kolaylığını gösterecektir.
Şu beyitler buna ne güzel bir örnektir.
Hakk tecellî eyleyince
Her işi asân eder
Halk eder esbâbını
Bir lahzâda ihsân eder
Cenâbı Allah ne zamân murâd edecek, senin duân kabûl olacak, sana sebebini halk edecektir. Bu, sebebsiz mümkün değildir.
Yine Cenâbı Allah Kur’ân-ı Kerîminde inânan kimselere şöyle hitâp etmektedir. ( Yâ eyyuhâllezîne âmenûttekûllâhe vebtegû ileyhil vesîlete ve câhidû fî sebîlihi leallekum tuflihûn(tuflihûne). )
“Ey imân edenler Allah’tan korkunuz ve ona, bir vesîle arayınız ve bu vesîleyi aramakta çok cehd ediniz, mücâdele ediniz. Umulur ki felâha erersiniz. ” Fakat bu vesîle olacak kimselerin, doğruları, iyileri ve eğrileri de mevcûttur. Allah muhafaza,   doğrusuna değil de bir eğrisine rastgelirsen senin yolunu sarpa uğratır. Niyâzî Hazretlerinin buyurduğu gibi;
Her mürşide dîl verme kim
Yolunu sarpa uğratır
Mürşidi Kâmil olanın
Gâyet yolu âsân imiş
Hakikaten, gerçek mürşidin yolu pek kolaydır. Çünkü, bu yol herkesin bildiği gibi şeriâtle kâimdir. Bir insân şeriâtı ihmâl eder, şeriâte tâbi olmazsa o kimsenin yolu zorlaşır. Bunun için evvelâ Allah’ın emir ve yasaklarına tâbi olacağız. Daha sonra kâmil mürşidi bulacağız, o zamân yolumuz kolaylaşacak.
Burada neden yol deniliyor? Bu yol nedir?
Yol, insânları bir yerden bir yere götüren vâsıtadır. Peki bizim ulaşacağımız yer, aradığımız yer bizden ayrı bir yerde mi ki yol arıyoruz? Kur’ân-ı Kerîm’de(Ve nahnü akrabü ileyhi min hablil verîd) “Ona şah damarından daha yakınız”buyuruluyor. Allah bize bu kadar yakın iken, yola hâcet nedir? Hakikatte, burada yol denilen ilimdir. İlim yoluyla biz kendimizde mevcûd olan varlığı bulacağız.
Resûlullah  Efendimiz, bize Allah’a giden yolları beyân etmiştir. (Etturuku ilallâhi biadedi enfâsil halâyık) “Allah’a giden yollar halkın nefesleri sayısınca demiştir. ”Öyle ise bir insân kendi soluğuna, nefesine dikkat etsin,   nefesimizi her alış verişimizde nefes ne diyor. İşte bunu öğrenebilmemiz için bir öğreticiye ihtiyâcımız var. Bulacağımız bu öğretici nefesimizin bizlere ne söylediğini bizlere öğretecektir. Bunun için Kur’ân-ı Kerîminde(Hel yeste villezine ya’lemune vellezine lâya’lemûn) “Hiç bilenle bilmeyenler bir olur mu? ”buyuruluyor.
Bunun için bir insân kendisinde aradığını bulduğu zamân Mi’râcını yapmış olacaktır.
Hadd-i zâtında Resûlullah Efendimizin Mi’râcı anlatılırken yedi kat semâyı aştı, yeri göğü olmayan bir boşlukta Rabbı’na mülâki oldu. Vaktâki geri döndü, yatağını soğumamış vaziyette sımsıcak buldu. Demek ki o kadar âni bir şey olmuş ki yatağı soğumadan, yedi kat gökleri dolaşmış, geldiğinde yatak daha hâlâ sıcaklığını muhâfaza etmiş.
Allah her şeye kadirdir. Bir ânda her yeri gezdirip, tekrâr aynı yerine getirebilir.
Biz bu Mi’râcı mânâ cihetiyle düşünecek olursak,   Resûlullah  Efendimizin Mi’râcını kendi vücûdunda tamamladığını idrâk ederiz. Mi’râc yükselmektir dedik, nereye yükselmek? İlim ve irfâniyete yükselmek, ilim ve irfâniyetle kendisinde mevcûd olan varlığı anlamış olmaktır. Mısrî Niyâzî Hazretlerinin bir sözü vardır.
Sağu solu gözler idim
Dost yüzünü görsem deyû
Ben taşrada arar idim
Ol cân içinde cân imiş
Öyle sanırdım ayrıyam
Dost gayrıdır ben gayrıyam
Benden görüp işiteni
Bildim ki ol cânân imiş
İşte Mi’rac böylece tamamlandı.
Şimdi gelelim bir insân namâz kılarken, namâzda Rabbini nasıl görebilir? Bu görmek, aynı zamânda bilmektir. Bir insân evvelâ kendisini bilecektir. Biraz evvel dedik, namâz kullarla Allah arasında müştereken kılınır. Burada kul ile Allah’ın ne olduğunu bilmemiz gerekir. Mısrî Niyâzî Efendi Hazretlerinin Bursevî İsmâil Hakkı Hazretlerine bir sorusu vardır.
Çün Hakk teâlâ’dan insâna daha yakın bir nesne yoktur.
Liyk bildir bana kimdir Allah, kimdir ibâd.
Demek istiyor ki, insânlara Allah’tan daha yakın bir nesne yok. Bu kadar yakınlığıyla kime kul, kime Allah diyeceğiz. Karıştı, ikisi bir vücûd oldu. İşte bu görünene mazhâr diyoruz. Mazhâr nedir? Âlettir.
İnsânlar bir iş yapacakları zamân nasıl bir âletle işlerini işliyorlarsa, Cenâb-ı Allah da insânları kendisine bir âlet olarak yaratmış olup, insân âletiyle bütün işlerini işlemiş oluyor.
Bizler de namâz kılarken kendimiz bir âlet olduğunu bilip, Cenâb-ı Hakk’ı bütün varlığıyla mevcûd olarak idrâk etmemiz, namâzda ayakta durmamız,   eğilmemiz, yatmamız ve kalkmamız, nereye isnâd eder neye dayanır? Evvela kuvvete dayanır, bir insanda kuvvet olmazsa ayakta duramaz, eğilip yatıp kalkamaz. Kuvvetin, Cenâb-ı Hakk’a âit olduğu, gerek âyet-i kerîmelerle, gerekse hadîs-i şeriflerde beyân edilmektedir. İnsânlar ne zamân bir dara düşse: (La havle vela kuvvete illa billah)derler.
Bunun anlamı nedir?
Yâ Rabbi,   benim gücüm kuvvetim yok, kuvvet senindir. Kuvvet Allah’ın ise, o, kendi kuvvetiyle bizleri ayakta tutmuş oluyor. Rükûya eğiltiyor, yatırıyor kaldırıyor yâni bizim mazhâriyetimizle Allah’ın kuvveti müştereken bir iş yapmış olduklarından kul namâzı Allah’la berâber kılmış olur.
Demek ki, biz kendimizin ancak bir mazhârdan ibâret olduğumuzu Allah’ın ef’âliyle sıfâtıyla ve zâtıyla tecellî ettiğini anladığımız zamân mi’râç etmiş oluruz. İşte, bu bilgiye görmek denir. Yoksa Hakk Teâlâ Hazretleri iki varlık yaratmadı ki, biri birini görsün. <Lâ yerallahe illallah> “Allah’ı Allah’tan başka gören yoktur. ”Bir insân Allah’ın mazhârı olmasıyla,   nasıl olurda Rabbını görebilir?
Ancak kendisi bir mazhâr olup, onun mazhârında Cenâb-ı Hakk’ın tecellîsini anladığı zamân Rabbını görmüş olacaktır. İşte, namâz da böyle kılınırsa o zamân Mi’râc olur.
Şu halde Mi’râc nedir? Kişinin ilim ve irfâniyetle yükselmesidir, çünkü öyle olan kişileri herkes el üstünde tutar. Zirâ ilme çok kıymet verilmiştir. İlim olsunda ne türlü ilim olursa olsun. İlim sâhiplerine dâimâ hürmet edilir. Neden? Çünkü Allah’ın ilmi, bir kişide tecellî etmesi ile bu kişiyi yükseltmiştir.
Buhari ile Müslim’de zikredilmiştir ki Ebu Katade (Radıyallahû anh)'dan rivâyet ettiklerine göre;
Resûlullah (Sallallâhû Aleyhi ve Sellem) 'in yanından bir cenaze geçti. Resûlullah (Sallallâhû Aleyhi ve Sellem)
«Bu müsterîh veya müsterâh'ün'minh'tir. » buyurdu.
Bunun üzerine:
«Yâ Resûlallah,   müsterîh nedir,   müsterâh nedir? » dediler.
Resûlullah ( Sallâllhû Aleyhi ve Sellem) :
«Müsterîh,   mümin kuldur,   Dünyânın yorgunluk ve eziyetinden kurtulup Allah'ın rahmetine kavuşur,   istirahât eder. Müsterâh’ün’minh ise günahkârdır ki memleket,   insan,   bitki ve hayvanlar ondan kur­tulup istirahât ederler» buyurdu.
Vallâhu yekûlul hakka ve huve yehdîs sebîl.
 HAZRET-İ HÜDÂYÎ’NİN Mİ’RÂC-I NEBÎ SALLALLÂHU ALEYHİ VE SELLEM HAKKINDA SULTÂN I. AHMED HÂN’A MEKTUBUDUR
 “Receb-i şerifin 27. gecesi Mi’râc-ı Muhammedî ile’l-makâmi’l Mahmûdi’l ahadîdir. Ta’zîm ve tefhim lâzımdır. Harâmeyn ehli kemâl mertebede ri’âyet ederler.”
Ma’lûm ola ki Receb-i Şerifin on ikinci gecesi ehl-i Medine Hz. Seyyidinâ Hamza (radiyallâhü anh)’nın (‘amm-i Resûldür-Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve selemin Amcası) Medîne-i Münevvere’ye bir buçuk sâ’at mesâfede Cebel-i Uhud kurbunda müstakil bir türbe-i şerifleri civârında çadırlar kurarlar, şenlikler ederler. Hz. Hamza’yı ziyâret ederler. Receb’in 23’ünde Mekke-i Mükerreme’den Recebeyn kâfilesi de gelir. Ve etrâftan gürûh gürûh urbân cem olur. Medîne-i Münevvere’de üç gün üç gece bir cem’iyyet olur ki Hac vaktindeki kalabalıkdan ziyâdedir.
Medîne-i Münevvere inil inil inler. Hecinler ile evlat ve ıyâli beraberinde Yemen’den, Tâ’if’ten, şarktan, Yanbu’dan daha nice kabâ’il [kabileler] gelir. Her birinin gözlerinden yağmur gibi yaş akarak ve kasâ’id okuyarak ve “es-Salâtu ve’s-selâmu ‘aleyke yâ şefi’a’l- muznibîn yâ Resûlallâh el-emân. (Salât ve selâm üzerine olsun ey günahkârların şefaatçisi, ey Allah’ın Resûlü emân ver.)” diye feryâd ve figân ederek Harem-i Şerife dâhil olup yüzlerini sürerek huzûra varır. Ve atebe-i sa’âdete sarılıp bir mertebe bükâ ederler ki insân mütehammil değildir. Bir adamın kalbi taş gibi olsa yağ gibi erir. Bu üslûb üzere üç gün üç gece Harem-i Şerifin içinde halka halka huzûra karşı otururlar, içlerinden birisi elhân-ı ‘Arabî [Arabî Lâhnlar, nağmeler, besteler, ezgiler.] ile medh-i Resûle başlayıp bir miktâr okuyarak yine başlarlar. Cümlesi bir ağızdan bükâ ederek
“Merhaben bike yâ Muhammed! Merhaba,
merhabâ fi merhabâ,
yâ hilâl hel min vâdi’l-kubbâ
yâ men ezhara’d-dîne ve nebâ”
diye niyâz ve tazarru’ ve istirhâma başlarlar. Harem-i Şerifin içinde hâzır olanların vücûdları bilâ-ihtiyâr lerze-nâk [titreyerek sallanarak] olup her bir mûyu [saç ve tüyleri] ok gibi libâsından dışarı çıkacak gibi olur. Gözlerinden akan yaş ta’bîr olunamaz ve kimse tâkat getiremez. Herkes mehbüt olur. Üç gün üç gece bu hâl üzere geçer. Dördüncü gün akşamı ki mi’râc gecesidir. Ba’dehu salâtü’l-‘asr (bâbu’r-rahme) o günde huzûra karşı bir kürsî konulup, mu’cize-i Nebeviyye ve mi’râc-ı Muhammedîyi mübeyyin manzûmeler kırâ’at olunur. Cümle eşrâf-ı belde hâzır olurlar. Harem-i Şerifin içi dışı ve meydân bir dolar ki iğne atsan yere düşmez. Güneş gurûb edinceye dek salât ve selâm ile ve bu sûretle vakit geçirilir.
Bir mehâbetli meclis olur ki vasfa gelmez. O gece tâbe- sabah ‘ibâdet ile imrâr-ı vakt edilir. Şafak vakti salât-ı fecri edâ ederler. Hecîn [hızlı yürüyen develer] ile gelenler yine hecinlerine süvâr olup “el-vedâ ya Muhammed el-vedâ'” diyerek tazarru’ ve niyâz ederek kasideler okuyarak giderler. Kâfile kâfile herkes dağılır. Memleketlerine azîmet ederler. Ertesi gün Medîne-i Münevvere tenhalaşır. Elsine-i Arab’da [arap lisanında] buna “Hacc-ı Nebî” ta’bir ederler.
Cenâb-ı Hak kalbimizde ‘aşk-ı Resûlu’llâhı ânen-fe-ânen müzdâd [Ziyâdeleştirilmiş] buyursun. Âmîn.
“O gece ibâdet yüz senelik ibâdet yerinedir.” diye hadîs-i şerif vardır.
O gece bir kimse on iki rekat namâz kılsa, her iki rek’atde bir ku’ûd ve teşehhüd edip hamide ve mecîde varıp, selâm vermeksizin kalkarak sübhâneke ve e’ûzu-besmele ve Fâtiha ve sûre kıraat edip, nihâyet on ikinci rek’atde selâm verirse ba’dehû [sonra] yüz kerre
“Subhâne’llâhi ve’l-hamdu li’llâhi velâ ilâhe illa’llâhu va’llâhu ekber velâ havle velâ kuvvete illâ bi’llâhi’l-‘aliyyi’l-‘azîm.”
deyip, yüz defa da estâğfirullâh dedikten sonra salavât-ı şerife getirse ve ertesi gün sâ’im olsa ne hâceti varsa revâ ola. Meğer murâdı ma’siyyet ola revâ olmaya, hadîs-i şerif vardır.
Bu on iki rek’at namâzın mi’râc gecesinde bir selâm edâ olunmasının sırrı şudur ki:
Mi’râc, zât-ı Ahadiyyete vuslat makâmıdır. O vuslat on iki dâire ile olur. On iki rek’at olmasına sebeb budur. Cümlesinin bir selâm ile olmasının sebebi cümle merâtibi kat’ edip Hakka vuslat eden kimse cem’ü’l-cem makâmındadır. Cem’u l-cem’ makâmı vahdet makâmıdır. Cümle kesret bir olmuştur. Onun için bir selâm oldu.
Ve ertesi günü savmın sırrı budur ki: Ol makâm cemi-i mâsivâdan imsâk makâmıdır. Duanın kabûlünün sırrı: Makâm-ı Ahadiyyete kadem basan kimse gavs-ı a’zam-ı Hakk’ın harem [ü] hâricinde merhûm ve muhterem olup bir du’âsı red olmasa gerek. Recebin 27. gecesi bu namâzı kılan ve bâ’dehû sâ’im olan kimsenin duâsı makbul olmak lâzım gelir.
Gel alem-i manâya
Mi’râc edegör mi’râc
‘Azm eyle ev ednâya
Mi’râc edegör mi’râc
Var ol ulu dergâha
Er kurb-ı şehenşâha
Her demde sen Allah’a
Mi’râc edegör mi’râc
Hak cezbesin aşıklar
Bu yolda Burâk eyler
Buldunsa o hâli ger
Mi’râc edegör mi’râc
Bu alem-i ferşi ko
Ol ‘âlem-i ‘arşı ko
Bas ayağını yâhû
Mi’râc edegör mi’râc
Tut da’vet-i Rahmânı
Gir yoluna bul anı
Ko Hakkı ten ü cânı
Mi’râc edegör mi’râc




Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.

Benzer Yazılar

Yorumlar