MOLLA HÜSREV MEHMET EFENDİ (1400-1480)
Prof. Dr. Cihat TUNÇ
Fatih Sultan Mehmet devrenin pek
tanınmış bir Türk Fıkıh ve başka bir deyişle İslâm hukukçusu, Tefsir alimi olan
Molla Hüsrev'in asıl adı Mehmet'tir. Babasının adı Ferâmuz, dedesinin adı da
Ali olarak tesbit edilmiştir. Bir rivayete göre Varsak (Arsak şeklinde de
okuyanlar vardır) kabilesine mensûp Türkmen aslından olup Sivas ile Tokat
arasındaki Kargîn (Kırkın) köyünde doğmuştur.
" Osmanlı Müellifleri " adlı
eseri yazan Bursa'lı Mehmet Tahir ile ” Osmanlı Tarihi " adlı eseri
meydana getiren İsmail Hakkı Uzunçarşılı zikrettiğimiz eserinde bu görüşe yer
vermişler, Molla Hüsrev’in Varsak kabilesine mensub bir Türkmen çocuğu olduğu
görüşünü benimsemişlerdir. Babası olan Ferâmuz bey Bursa'da bir zaviye binası
yaptırmıştır. İlk ve büyük çocuğu olan kızını, Osmanlı emirlerinden Hüsrev
beyle evlendirmiştir. Mehmet efendi, yani Molla Hüsrev henüz çocuk yaşta iken
babasını kaybettiği için, eniştesi küçük Mehmet'i yanma almış, onun eğitim ve
öğretimiyle de bizzat meşgul olarak, onu büyütmüştür. Bu sebeple küçük Mehmet,
Hüsrev beyin kaynı, Hüsrev’in kayın biraderi, diye tanınıp tanıştırıldığı için
Hüsrev kaynı ismini almış ve zamanla da Mehmet ismini kullanmayıp Eniştesinin
ismi olan Hüsrev ismiyle meşhur olmuştur
Böylece meşhur olduğu bu ismin başına
ilave edilen Molla ismi Mevlâ veya Mevlânâ kelimelerinden gelip o zamanlar
büyük kâdı (Hâkim) 1. sınıf kâdılık görevini yürütmüş kişi, büyük âlim
manasında kullanılırdı. Fatih devri âlimlerinin hemen hepsinin isimleri başına
bu kelime, ünvan olarak ilave edilmiştir. Sonraları Molla kelimesi medrese
talebeleri için de kullanılmıştır. Mevlâ kelimesi, efendi, sahip, mâlik, şanlı,
şerefli adam mürebbi, terbiye eden mânalarında kullanılırken, mevlanâ kelimesi
de efendimiz, Hazret manalarında kullanılagelmiştir.
Eğitim ve Öğretim :
İlk tahsilini Eniştesinin yanında
tamamladıktan sonra meşhur âlim Saaduddîn Teftezânî' nin (Ö. 787 /1395)
müridlerinden olup Anadolu'ya gelmiş olan Burhaneddîn Haydar Herevî ' nin (Ö.
830 / 1426 -1427) derslerine devam etmiştir. Bu zâtla birlikte yine devrinin
büyük âlimlerinden Molla Yegan, Şeyh Hamza ve diğer bazı Osmanlı âlimlerinden
dersler aldıktan sonra icâzet almıştır.
Kısa zamanda kendisini muhitinde kabul
ettiren ve şöhreti bulunduğu çevrenin dışına da taşan Molla Hüsrev, Fatih
Sultan Mehmed’in babası II. Murat devrinden itibaren fazilet ve kemâliyle
dikkatleri çekince, Sultan II Murat tarafından Edirne'deki Şah Melek medresesi
uhdesine verildi. Bu sırada kardeşi Celâleddîn de Edirne'deki Halebî (Çelebi)
Medresesinde müderris (Profesör) idi. Onun vefatından sonra bu medrese de Molla
Hüsrev ’ everildi.
Molla Hüsrev Şah Melek Medresesinde
derslerine devam ederken Teftezânî'nin "Mutavvel"adlı eserin hâşiye
(açıklamalar) yazmaya başlamıştır. Zamanın âlimlerinden Seyyid Ahmet Kirimi,
Edirne'ye geldiği zaman, Molla Hüsrev hazırladığı bu Haşiyesini' Seyyid Ahmed'e
tetkik etmek üzere gönderdi. Seyyid Ahmet okuyup inceledikten sonra tenkid ve itirazlarını
yazıp eseri iade etti. Molla Hüsrev, Seyyid Ahmed'in tenkid ve itirazlarının
yerinde olmadığına inandığı için bu iddiaları çürütmek ve gerekli hususları
açıklığa kavuşturmak maksadıyla ilmi bir ziyafet vermeyi tasarladı. Bu ziyafete
Seyyid Ahmet ile birlikte devrin meşhur alimlerini de davet etti.
Ziyafette ilmi münakaşa ve tartışmalar
başladı. Molla Hüsrev hem kendi yaptığı açıklamaları hem de bunlara karşı olan
Seyyid Ahmed'in itirazlarını ayrı ayrı okuyup bu itirazlara cevaplar verdi.
Kendisinin yazdığı açıklamaları akli ve nakli delillerle izah ederek ziyafette
bulunan bütün alimlerle Seyyid Ahmed'in takdirlerini kazandı.
Molla Hüsrev 832/1. 428 yılında Yama
muharebesinden önce, evvela Edime kadılığına sonra da Rumeli Kazaskerliğine
getirilince, Osmanlı ordusunun şer'i mes'eleleri kendisinden sorulmaya
başlandı.
II. Murat, tahdı oğlu genç Fatih'e
bırakınca, Sultan Mehmet Han Molla Hüsrev'i memuriyetinde ibka etti (bıraktı).
Genç padişah ile Molla Hüsrev arasında samimi bir bağ meydana geldi.
848/1444 senesinde vuku bulan Varna
muharebesinde önce Fatih’ Sultan Mehmet saltanatı babasına iade edip Manisa'ya
gittiği zaman, Molla Hüsrev ondan ayrılmayıp onunla Manisa'ya gitti. Fatih
ikinci defa tahta geçince bu samimi bağlılığının mükafatını gördü.
848 / 1444 senesinde Molla Hüsrev,
Varna muharebesine katılmıştır. Bu savaş onun meslek hayatında pek büyük
tesirler icra etmiştir.
İstanbul'un muhasarasında da bulunan
Molla Hüsrev, Fetihle ilgili bir hadis-i şerifte zikrolunan "ne güzel
asker" olma şerefine erişmiş, İstanbul'un fethinden sonra da onun kadir ve
kıymeti pek yüceltilmiştir. İstanbul’un ilk kadısı Hızır Bey'den (0, 863/1459)
sonra Molla Hüsrev İstanbul kadılğına getirilmiş, daha sonra kendisine Eyüp,
Galata ve Üsküdar kadılıkları da verilmiştir.
Molla Hüsrev kâdılığı sırasında
adâletten ve tevâzudan - ayrılmamış, halka iyi niyetle ve büyük bir hoşgörü ile
muamele etmiş, tevazuyu elden bırakmamıştır.
İstanbul'un fethinden sonra, buranın
ilk medreselerinden olan Ayasofya medresesine ilk müderris olarak Molla Hüsrev
tayın edilmiştir. Bu medrese Fâtih külliyesi yapılana kadar onsekiz sene
boyunca İlmî mevkiini ve şerefli yerini muhafaza etmiştir. '
Molla Hüsrev, bu medresede pek çok
feyizli insanlar yetiştirmiştir. Meselâ; bunlardan biri Molla Hasen Samsûnî'dir
ki, önce Sahn medreselerinden birisine miidenis olur, daha sonra Fatih
Medresesinde vazife yapar. Müderrislikten sonrada İstanbul kadısı olmuştur.
Diğer bir talebesi de Muhiddin Mehmet Manisalıoğlu'dur ki, bu talebesi
diğerleri arasında zekası ve çalışkanlığıyla temayüz etmiştir. Ayasofya
Medresesindeki odasında sabahlara kadar çalışan Manisalıoğlu'nun odasından
sızan ışık, Fatih Sultan Mehmed'in dikkatini çekmiş ve bir gün Molla Hüsrev'e: "Ayasofya
medresesinin bir odasında sabaha kadar ışık yanıyor, saraydan görüyorum, o oda
kimin hücresidir? " diye sormasına müncer olmuştur.
Nitekim Mahmut Paşa Camiî yanında
yaptırılan medreseye Manisalıoğlu ilk müderris olarak tayin olunmuştur.
Fatih Medsesesi ve külliyesinin ders
program ve plânlarını Ali Kuşçu, Molla Hüsrev'le beraber hazırlamıştır.
Fatih Sultan Mehmed'in huzurunda
yapılan İlmî tartışmalarda çok kere Molla Hüsrev hakemlik ederdi,
hükümlerindeki tarafsızlığıyla şöhret bulmuştu.
Molla Hüsrev'in Ayasofya'daki dersine
gelmesi ve orada namaz kılması içtimâi bir heyecan uyandırırdı. Cuma günleri
talebeleriyle evinde toplanıp yemekler yendikten sonra, atı üzerinde talebeleri
ve müridleriyle Camiye gelmesi, namazdan sonra dersini vermesi daha sonra da
aynı şekilde evine uğurlanması pek muhteşem, pek büyük hürmet gösterilerine
vesile olurdu.
Sultan Fatih, Molla Hüsrev'e son
derece iltifat eder ve ona" zamanımızın Ebû Hanife'si" diye
teveecüh ve sevgisini gösterirdi, methederdi. Onu Sarayda, Medresede ve Camide
gördüğünde ayağa kalkardı.
Molla Hüsrev Fatih'in bu
iltifatlarına o kadar alışmıştı ki, Sarayda yapılan bir Sünnet düğününde
protokoldaki yeri düşünülmeden Padişahın sağında, Molla Gürânî‘nin solunda
kendisinin oturacağını öğrenince çok üzülmüştür. "Benim İlmî ve dinî
mertebem nazar-ı itibare alınmadan bana münasip görülen yerde oturarak bu
ziyafete iştirak etmek, gayret-i İlmiyemi rencide eder" diyerek bu
hadisenin vuku bulduğu 1462 yılında Fatih'e gücenerek Bursa'ya gitmiş ve orada
Emir Sultan’ın biraz ilerisinde bir yer satın alarak bir medrese yaptırmış ve
orada ders vermeye başlamıştır.
Bir müddet sonra Sultan Fatih, Molla
Hüsrev'in gönlünü aldı. İstanbul’a davet ederek Şeyhûl-İslâm Molla Fahreddin'in
vefatı üzerine onu Şeyhû- İslâmlığa getirdi.
Sultan Fatih Molla Hüsrev'i pek ziyade
takdir ederdi. Hüsrev'de hakîmâne tavırları, dindarâne hal ve hareketleriyle
hem Padişah'ın hem de halkın muhabbetini, sevgisini kazanmıştır.
Molla Hüsrev'in mâli durumu pek iyi
idi. Evinde hizmetkârları olmasına rağmen onları hususi işlerinde kullanmaz,
odasını kendisi temizler, mumlarını kendisi yakardı. Parasını hayır işlerine
sarfederdi. İstanbul'da kendi adına Şehzâdebaşı'na yakın bir yerde bir Cami
yaptırmıştır. Molla Hüsrev çok muntazam bir hayat sürmüş, ömrü okumak, yazmak,
öğrenmek, fikren yükselmek, etrafındakilere öğretmek ve iyi bir örnek olmakla
geçmiştir. Yazısı çok güzel olduğu için pek çok kitap istinsah etmiş, bu iş
için mutlaka zaman ayırarak her gün muntazam dört sahife yazı yazmıştır.
Molla Hüsrev 885/1480 yılı Şaban
ayının Cuma günü İstanbul'da vefat etmiştir. Namazı Fatih Camisinde kılınıp,
vasiyeti üzerine cenazesi Bursa'ya götürülerek Medresesinin yakınına
defnedilmiştir. Fatih devrinde fetva makamında yirmi seneden fazla kalmıştır.
Eserlerini Arapça, Farsça ve Türkçe
olarak yazmıştır, ayrıca şiirleri de vardır.
En kıymetli eseri İslâm Hukuku
sâhasında Durer adı ile bilinen Dureru'l-Hukkâm fi Şerh Gurari'l-Ahkâm, adlı
kitabıdır ki, Osmanlı Medreselerinde şerhleriyle birlikte ders kitabı olarak
uzun yıllar okutulmuştur.
Milâdî 1473-1477 yıllarında hazırlamış
olduğu bu yazma eser 1294-1305 Hicrî yıllarında Kahire’de basılmıştır.
Mirkâdu'l-Vusûl fî ilmi'l-Usûl adlı
eseri de Hicrî 1262 de Kahire’de, Hicrî 1304 de İstanbul'da basılmıştır.
İstanbul'un yazma eserleri ihtiva eden
kütüphanelerinde iki ayrı nüsha olarak bulunan, şimdi muhtevasını arzetmeye
çalışacağımız dikkate değer bir vasiyetnâmesi, "Vasiyet-i Mevlâna
Hüsrev Rahmetullahi aleyh" başlığını taşımaktadır. Ölüm ânından mezara
defnedilinceye kadar yapılması gereken dinî merasimlere sadece güzel ameller ve
sevablı işler açısından değer vererek büyük bir dikkatle ve titizlikle bunları
en ince noktalarıyla tasvir eden Molla Hüsrev'in, Dünya hayatında olduğu kadar,
ölümle birlikte başlayan Ahiret hayatında da pek dikkatli ve düzenli bir kimse
olduğu bu vasiyetnamesinden kolayca anlaşılmaktadır.
• „ Besmeleyle başlayan vasiyetnâme
" Bize nimetler
ihsan eden, bizi Islâm diniyle hidâyete ulaştıran ve Hz. Peygamber'e bizi ümmet
eden Cenab-ı Hakka hamd ve senâ ile Hz. Peygamber'e, ailesi fertlerine ve büyük
sahâbîlere salatu selâm ile devam etmektedir.
Yıkanıp kefenlenmesi gibi cenaze
teçhizinden hiç söz etmeden Sevgili Peygamberimizden rivayet olunan
"Celal ve ihsan sahibi olan yüce Rabbimizden yardım, bağışlanma dileyen
bir niyaz ile
(1) mealindeki ayet-i kerimeyi de
içine alan bir duadan bahsederek, "bu duayı üç taş üzerine okuyup
birini mevtanın baş tarafına, birini göğsü hizasına, birini de ayağı yanına
koysalar, Allahü Teâlâ umulur ki o mevtaya azab etmez ", Hadis-i
şerifine yer verdiğini görüyoruz. Bunları böylece yaptırın ve yapan salih
kişilere 20 akçe verin, demektedir.
Molla Hüsrev devamla
" Üzerime toprak dökülmeden önce
yine salih bir kişi gelip: Çoğu âyet-i kerimelerden meydana gelen
كُلُّ مَنْ عَلَيْهَا فَانٍ وَيَبْقَى وَجْهُ
رَبِّكَ ذُو الْجَلَالِ وَالْإِكْرَامِ مِنْهَا خَلَقْنَاكُمْ وَفِيهَا نُعِيدُكُمْ
وَمِنْهَا نُخْرِجُكُمْ تَارَةً أُخْرَى
" Mülk, kudret, rahmet
Allah'ındır, yeryüzünde bulunan her şey fânidir. Yüce ve cömert olan Rabbinin
varlığı bâkidir. (2) Sizi
yerden yarattık, oraya döndüreceğiz, sizi tekrar oradan çıkaracağız, (3)
"yaşatan ve öldüren yüce Allah'ı
tasdik ederim, ölümden sonraki şeylerin kötülüğünden de ona sığınırım. Ondan
başka her şey helâk olup yok olur, O'nun mülkü hariç hiç bir şey devam etmez.
وَاَنَّهُ تَعَالٰى جَدُّ رَبِّنَا مَا اتَّخَذَ
صَاحِبَةً وَلَا وَلَدا لَمْ
يَلِدْ وَلَمْ يُولَدْۙ وَلَمْ
يَكُنْ لَهُ كُفُواً اَحَدٌ
Bir tek olan, eşi ortağı bulunmayan,
hiç bir şeye muhtaç olmayan Allah'tan başka ilâh yoktur, o zevce ve çocuk
edinmemiştir. " (4) Doğmamış,
doğurmamıştır ve hiç bir şey o'na denk değildir. " (5) ,
anlamındaki duayı okusun, bundan sonra
üzerine toprak atılmaya başlanırken Fatiha, İhlas, Felâk ve Nâs sureleri
Ayetel-Kürsî, Nasr, Kâfirîûn ve Kadir sureleriyle Ali İmran Suresinin
شَهِدَ اللّهُ أَنَّهُ
لاَ إِلَهَ إِلاَّ هُوَ وَالْمَلاَئِكَةُ وَأُوْلُواْ الْعِلْمِ قَآئِمَاً بِالْقِسْطِ
لاَ إِلَهَ إِلاَّ هُوَ الْعَزِيزُ الْحَكِيمُ
إِنَّ الدِّينَ عِندَ
اللّهِ الإِسْلاَمُ
" yüce Allah, Melekler ve Adâleti
yerine getiren, ilim sahipleri Allah'tan başka ilâh olmadığına şahidlik
etmişlerdir. Ondan başka Tanrı yoktur, o güçlüdür, Hakîmdir. Allah Katında din
şüphesiz İslâmiyettir " meâlindeki 18.
ve 19. âyetlerinin okunmasını vasiyet ederek bunları okuyan kimseye 50 akçe
verilmesini istemiştir. Kabri tamamen örtüldükten sonra baş tarafından ayak
tarafına doğru bir testi su dökülmesini, kabrinin yakınında bir sığır kurban
edilip fakirlere taksim edilmesini vasiyet etmiştir. Molla Hüsrev bu
vasiyetnâmesinin örnek alınabileceğini de düşünerek şayet mevta mâlî açıdan
orta halli ise, mezarının yakınında bir koyun kurban edilip fakirlere
dağıtılmasını da ifâde etmiştir. "
Molla Hüsrev, ayrıca Kabrin yanından
halkın ayrılıp gitmesinden hemen sonra, yine salih bir kişinin mezarı başında
kalarak " Bismillahî ve alâ milleti Resulillah, sadakallahul - azim ve
sadaka rasûlühü'I - kerîm, ve mâ zâdehum illâ imânen ve teslimen, Esselâmu aleyke
yâ fulânubni fulân " diye başlayıp telkinde bulunmasını da vasiyet
etmiştir.
70 bin kelimey-i tevhidi vasiyetine
alırken, bahis konusu ettiğimiz vasiyetnâmeye, hadis âlimlerinden çoğunun sahîh
hadis olarak kabul edip Peygamber efendimize kadar ulaştığı hususunda ittifak,
ettikleri rivayeti de yazmıştır. Sevgili Peygamberimiz bu Hadiste : "
yetmiş bin kere " Lâ İlâhe illallah " diyen kimseyi yüce
Allah, Cehennem ehlinden bile olsa, Cennetine dahil eder" diye
buyurmuşlardır.
İşte bu sözleri kendine örnek alan
Molla Hüsrev ruhunu teslim ettikten sonra, 14 kişiye 20 şer akçe verilip 70 bin
kelimeyi tevhid okunarak ruhuna bağışlanmasını bu sebepten dolayı istemiştir.
Netice olarak diyebiliriz ki, Molla
Hüsrev gibi dünyada ulaşılabilecek en yüksek makamlara ulaşmış, Padişahların
hürmetini ve takdirini kazanmış; ilmini ispatlamış, düzenli bir hayat sürerek,
dünyada iken hayırsever bir kişi olarak tanınmış, pek çok hayırlar yapmış
kimseler dahi, öldükten sonra dünyada bıraktıklarının artık bir yararı olmayacağını
daha kabirde, buradan götürdükleri güzel amelleriyle başbaşa kalacaklarını ve
kabir hayatı ile âhiret âleminin başlayacağını iyice bildikleri için,
vasiyetnâmede de yakînen görüldüğü üzere yüce Allah' ın huzurunda verilecek
olan hesabın korkusu ve endişesi başlamıştır. İnsanoğlu ancak bu türlü dua ve
niyazlarla, hayır ve yardımsever olmakla elde edebileceği sevaplarla yüce
Rabbine sığınmaktadır.
O'nu doğrulayıp tasdîk ederek ondan
yardım dilemektedir; ve yine insanoğlu fakirlere dağıtılacak kurban eti ve
sâlih kişilere verilecek akçeler sebebiyle husule gelecek hayırlı duaları
beklemektedir. Umulur ki, bu kişiler kısa bir zaman için dahi olsa, ellerine
geçen bu yardımlar sebebiyle hem yüce Allah'a şükredecekler, hem de bu yardımı
yapanlar için Cenabı Hak'ka dua ve niyazda bulunacaklardır. Bu itibarla
mevtalarımızı hayır dua ile anmak, onlar için zaman zaman hayırlı işler yaparak
sevabını onların ruhlarına bağışlamak vasiyetnâmede de görüldüğü gibi yüce
dinimizin yerine getirilmesi gereken bir emridir.
Sözlerimize yine yüce Rabbimizin Kur'an-ı Keriminde bize
öğrettiği dua mahiyetinde olan âyetlerin meâliyle son vermek isteriz :
رَبَّنَا لاَ تُزِغْ قُلُوبَنَا بَعْدَ إِذْ
هَدَيْتَنَا وَهَبْ لَنَا مِن لَّدُنكَ رَحْمَةً إِنَّكَ أَنتَ الْوَهَّابُ
رَبَّنَا إِنَّكَ جَامِعُ
النَّاسِ لِيَوْمٍ لاَّ رَيْبَ فِيهِ إِنَّ اللّهَ لاَ يُخْلِفُ الْمِيعَادَ
" Rabbimiz bizi doğru yola
erdirdikten sonra kâlblerimizi eğriltme, katında bize rahmet bağışla, şüphesiz
sen, sonsuz bağışta bulunansın " (6)
Rabbimiz, Doğrusu geleceği şüphe
götürmeyen günde, insanları toplayacak olan sensin, zira Allah' u Teala verdiği
sözden caymaz " (7).
DİPNOTLAR
1- 21.
Enbîya Suresi / 89. âyet
2- 55.
Rahmân Suresi / 26 - 27. âyetler
3- 20.
Tâhâ Suresi / 55. âyet
4- 72.
Cin Suresi / 3. âyet
5- 112.
İhlas Suresi / 3 - 4. âyetler
6- 3.
Âli İmrân Suresi / 8. âyet
7- 3.
Âli İmrân Suresi / 9. âyet
FAYDALANILAN ESERLER
AYVERDİ, Ekrem Hakkı, Fâtih Devri
Mimarisi, İstanbul 1953 BROCKELMANN, Cari, Geschicte der Arabischen Literatür,
Leiden 1937-1949 BURSALI, Mehmet Tahir, Osmanlı Müellifleri, İstanbul 1339
EVLÎYA Çelebi, Seyahatname, İstanbul 1314-1316 ENZYKLOPEDlE DES İSLAM, '4.
Cilt, Leiden/Leipzig 1913-1934;
HOCA Saaded-dîn, Tâcü't-Tevârih,
İstanbul 1280.
ÎLMÎYYE Salnâmesi, Meşihât-ı âliye
mektupçuluğu marifetiyle hazırlanmıştır, Matbaa-i Amire, 1334. SS. 328-329 .
ISLÂM Ansiklopedisi, Molla Hüsrev
Maddesi.
KATIP Çelebi, Keşfu'z-Zunûn, İstanbul
1941-1943 .
MEŞHUR Adamlar Ansiklopedisi, Molla
Hüsrev Mehmet Efendi Maddesi. SÜREYYA, Mehmet, Sicilli Osmânî, İstanbul 1331 .
TAŞKÖPRÜLÜZADE, Şakayık-i Numâniyye,
Mehmet Mecdî Efendi tercümesi, İstanbul 1269 .
UZUNÇARŞILI, İsmail Hakkı, Osmanlı
Tarihi, Ankara 1949 .
ÜNVER, Ahmet Süheyl, Ressam Nakşî ve
Eserleri, İstanbul 1949 .
ÜNVER, Ahmet Süheyl, ilim ve Sanat
Bakımından Fatih Devri, İstanbul 1948 . ÜNVER, Ahmet Süheyl, Fatih Devri
Külliyesi ve ilim Hayatı, İstanbul 1946 . ÜNVER, Ahmet Süheyl, Molla Hüsrev'in
Mezarı, Milliyet Gazetesi 20. III. 1953. ÜNVER, Ahmet Süheyl, Molla Hüsrev'den
Alınacak Ders, Milliyet Gazetesi, 20. 1. 1952.
VASİYETNAME, Molla Hüsrev (Yazma),
Lâleli 918/2.
VASlYETNAME-i Molla Hüsrev (Yazma),
Lâleli 905/2.
**
Doç. Dr; Murtaza KORLAELÇİ
Büyük alimin İlmî çevresi ve
şahsiyetini, imkanlar ölçüsünde ve her türlü iddiadan uzak'olarak belirtmeye
çalışırsak, üç bölümde ele almanın uygun olacağı inancındayız. >
I. Molla Hüsrev 'i yetiştiren çevre
a) Hocaları
b) Padişahlar
II. Molla Hüsrev'in İlmî şahsiyeti
III. Molla Hüsrev'in yetiştirdiği
öğrenciler
a) Hocaları : Devrinin öğrencileri gibi şüphesiz Molla Hüsrev ' de,
birden çok hocadan ders almıştır. Bunlar arasında, Burhaneddin Haydar Herevî
(Heratî), (?- 830 - 1476) Molla Yegan (?- 1436) ve Şeyh Hamza sayılabilir. .
Alimimiz üzerinde en fazla etkisi
olduğu sanılan hocası Mevlânâ Burhaneddin Haydar Herevî (? - 830 /• 1476),
Saâdeddin Taftazânî' nin (1322 ? - 1394) öğrencisidir. Hocasının Keşşaf ' a
yazdığı şerhe bir haşiye yazıp, Seyyid Şerif Cürcâni' nin yaptığı itirazlara da
gerekli cevaplar vermiştir. (1)
Haydar Herevî, Çelebi Mehmet (1381 -
1421) devrinde bir isyana liderlik eden Şeyh Bedreddin ' i İlmî yönden susturup
hakettiği cezasını kendisine kabul ettiren oldukça âlim bir zat idi.
Nakledildiğine göre, Şeyh Bedreddin yakalanınca, Sultan Çelebi Mehmed ' in
bulunduğu S erez ' e gönderilir. " Kendisi Rumeli fâtihleri evlâdından ve
yüksek âlim ve mütefekkir bir şahsiyet olduğundan derhal öldürülmedi. Sultan
Çelebi Mehmed bu hususta ulemânın fetva vermesini emretti.
Bedreddin'in yapmış olduğu hareketin
islamiyete uygun olup olmadığını ve cezasının ne olması lazım geleceği
alimlerden müteşekkil bir heyetten soruldu. Suçlu olduğu tesbit olunarak
ulemâdan Heratlı Mevlânâ Haydar, bu mesele üzerinde Bedreddin ile İlmî münakaşa
yaptı ve nihayet cemiyet nizamını bozmağa çalışan Bedreddin ' i ilzâm etti ve
vermiş olduğu fetva üzerine - ki rivayete göre Bedreddin ' in kendisi de bunu
kabul etmişti - Bedreddin Serez pazarında bir dükkanın önünde asıldı ve malları
varislerine verildi. (823 H. / 1420
M. ) (. . . ) Çünkü Heratlı Fetvasında " şeran katli helal fakat malı
haramdır ", demişti. (2)
Görüldüğü gibi hukukî hükümleri
yetkili alimlerden isteyerek hareketi eden padişahlar, önde gelen ilim adamları
ile devamlı ilişki içindeydiler. Eğitim ve öğretim için de çok büyük yatırım
yapmaktaydılar. Bu bakımdan, devrinin en büyük âlimlerinden biri olan Molla
Hüsrev ' in çevresini belirtirken, beraber çalıştığı iki pâdişâhı konumuzla
ilişkisi oranında kısaca belirtmek zâit olmaz düşüncesindeyiz.
b) Pâdişahlar: Gerek II. Murad, (1404 -1451) gerekse Fatih Sultan Mehmed
(1432 - 1481) ilim ve ilim adamına son derece ehemmiyet veren padişahlardandı.
Oğlu küçük Sultan Mehmed ' in eğitim ve öğretimini temin için yetenekli hoca
arayan II. Murad, o yıl hac vazifesini ifa ederek müderris (Profesör) lerden
Molla Yegân kendisini ziyarete geldiği zaman, ona; " o diyârdan bana
hediye olarak ne getirdin ? " , diye sorar. Molla Yegân da; " Gürânî
ismi ile anılan büyük bir alim getirdim ", der. Dışarda bekleyen Molla
Gürânî' yi Padişah ' a takdim eder, ilim adamlarına gereken saygı ve alakayı
gösteren II. Murad, Gürânî ile detaylı olarak sohbet ettikten sonra, O 'nu
Bursa ' daki Kaplıca Medresesi' ne müderris tayin eder. Daha sonra, Molla
Gürânî ' deki İlmî otorite ve yetkiyi gören Padişah, O ' nu oğlu Sultan Mehmed
' in eğitimi ile görevlendirir.
Küçük şehzade, o ana kadar gönderilen
hocalardan hemen hiçbirinin disiplinine girmemiş, K. Kerim okumayı da ihmâl
etmişti. Bu durumu gayet iyi bilen II. Murad, Gürânî ' yi Manisa' ya
gönderirken eline bir değnek verip, gerekirse öğretim için bu değneği
kullanmasını emretmişti.
Molla Gürânî Manisa' ya vardığı zaman
küçük Sultan Mehmed, değneği niçin getirdiğini hocaya sorar. Gürânî 'de; "
bunu baban gönderdi; şayet okumamakta ısrar edersen dayak atacağım ", der.
Küçük şehzade istihzâ ile hocaya karşı güler. Bunun üzerine Gürânî II. Murad'
ın emrini yerine getirir. Kuvvetli bir dayak atar. Bu sefer işin ciddiyetini
anlayan Sultan Mehmed kısa zamanda K. Kerimi ve diğer dinî bilgileri öğrenir.
Oğlunun, istediği yönde yetişmeye başladığım gören II. Murâd, Molla Giirânî ’
ye bol ganimet verir. (3)
Bundan sonra, Sultan Mehmed hemen her
işinde hocası ile istişâre etmekte, ilim ve âlim sevgisi her geçen gün biraz daha
artmaktadır. . Artık Akşemseddin ' e, Molla Hüsrev ' e, Ali Kuşçu ve Hocazade
gibi alimlere içten bağlıdır. Ordu kurmayları ile ilim ordusu kurmaylarını
dâimâ bir arada bulunduran Sultan Mehmed bazı savaş kararlarını bunlarla
beraber vermeya başlar. İstanbul muhasarasında toplanan savaş meclisinde Vezir-
i Azam Çandarlı Halil Paşa geri çekilme fıkrindeyken, başta Fâtih Sultan Mehmed
olmak üzere " büyük ve kahraman veliyyullâh Akşemseddin ' le Molla Gürânî,
Molla Hüsrev ve Zağanos Mehmed Paşa gibi birçok mühim şahsiyetler Fâtih ' le
beraber " (4) muhasaranın fethe kadar devam etmesini isterler. Muhasaranın
ilânı üzerine Akbıyık Dede, mutasavvıf ve hekim Akşemseddin, Molla Gürânî ve
büyük alim Molla Hüsrev askerin içine dağılarak fetih propogandası yapmışlardır.
(5)
Fethi takibeden günlerde, Fatih Mehmed
' in patrike bazı imtiyazlar verip, Rum ricâline iltifat-göstermesi" Sadr
-ı Âzam ile erkân ve ulemâca hoş görülmüyordu. Vakit geçmeden bir netice almak
üzere ulemâ ve şüyûh bazı iltimaslara baş vurdular. Hatta Akşemseddin Efendi,
ayağına kadar gelen Fâtih ’ e ihtirâm etmemiş, iki bin al tun ihsanını da
reddeylemişti. Bundan dolayı gücenmiş olan Sultan Mehmed Han, hîn-i avdette
Veliyyü'd-din Zade Ahmed Paşa ile dertleşmiştir. (Bu olay üzerine) ulemânın
emsâl ve iğbirarının (kırgınlığının) esbabinı anladı. Yani Osmanlı erkân ve
ulemâsının, kayserliğe ve Rumi ara fazlaca meyl-i pâdişâhı olmasından dolayı
muber ve endîş nâk olmalarını öğrendi. Buna çok ehemmiyet vermiş olmalarıdır ki
teminât-ı fi'liyye olarak kayserlik erkânının kellelerini fedâ etti. Lâkin
öteden beri bu babta fesat başı bildiği Halil Paşa ' mn kellesini de onlara
kattı. " (6)
Devletin ve milletin geleceği için
gereken tavrı göstermekten hiç çekinmeyen ilim adamlarımızın Fatih üzerindeki
etkisi böylece hemen kendini göstermişti, denebilir.
Her gittiği yere ilim ve irfânı da
beraberinde götüren Osmanlı Devleti, İstanbul ' u alır almaz sekiz kiliseyi
medreseye, Âyasofya ' yı da camiye çevirmiş, " boşalan papaz odalarını da
medrese haline getirmişti. (7) İlk müderris olarak da Molla Hüsrev ' i tayin
etmişti. " (8) İlme ve ilim adamlarına son derece ehemmiyet veren Fâtih
kısa zamanda, Kendi adıyla anılan caminin etrafında büyük bir ilim yuvası olan
Sahn-i Semân Medreselerini yaptırdı. Sahn-ı Semân Medreselerinin programının,
dolayısıyla " Osmanlı İlmiye Teşkilatı" nın, yeniden tesis
edilmesinde, başta Fâtih ' in kendisi olmak üzere Vezir - i Azam Mahmud Paşa,
Molla Hüsrev ve Ali Kuşçu çok büyük rol oynamışlardır. (9) Ana dersleri,
program ve vakfiyesine koydurmuş olan Fâtih " yalnız konularını ve ilim
dallarını değil, hangi ilim dalında hangi kitabın okunması gerektiğini de
açıklamıştır. (10)
Fâtih ' in yaptırmış olduğu " bu
sekiz medresenin her birinin on dokuz odası vardır. Sekiz müderristen her birinin,
birer odası ve elli akçe yevmiyesi vardır; bundan başka beşer akçe yevmiye ile
bir oda ve ekmek ve çorba verilmek üzere medreseden her birine birer muîd
(müzakereci-asıstan) verilirdi. Her medresenin on beş odasına ikişer akçe
yevmiye ve imaretten ekmek ve çorba verilmek üzere birer danişmend konuldu,
geri kalan iki oda da kapıcılarla ferraş denilen süpürgeciye tahsis olundu.
Muîdler medrese talebelerinin
(danişmendlerin) hem inzibatı ile alakadar ve hem de müderrisin okuttuğu dersin
iadesi, yani müzakeresi ile meşgul olacaklardı. Muîdler danişmendlerin en
liyakatli olanları arasından seçilecekti (. . . ) Sekiz medresedeki odaların
mecmuu yüz elli iki idi. " (H)
Fransız tarihçi Robert Martrant' a
göre ise bu medreselerde " toplam 300 oda vardı. Her odada 4 veya 5 talebe
kalırdı. Her oda için bir odacı vardi. Ulemâya gelince onların yemeklerini
yedikleri ayrı binaları vardı. Ayrıca zenginlerin, fakirlerin, sefillerin ve
muhtâçların günde' iki defa yemek yemelerine yarayan 70 kubbeli bir de mutfak
vardı. Medresenin hemen yanında bir kervan sar ây bulunuyor, bu kervansarayın
da 3000 hayvanı barındıran bir ahırı vardı. " (12)
Asrının en güçlü eğitim teşkilatını
kurmuş olan Fatih ' in bu medreselerinden, çok sayıda ilim adamı yetişmiştir.
Bu devirde Padişah ' m büyüklüğüne yakışır hocalar, hocaların büyüklüğüne
yakışır öğrenciler görülmektedir. Bu devrin hoca talebe ilişkisini Molla Hüsrev
' e geçmeden önce padişahla hocası Molla Gürânî arasında da görmekteyiz.
Her gece sabaha kadar Kur'an-ı Kerimi
hatmeden (13) ve ağaran sakalını dâimâ siyaha boyayan (14)Molla Gürânî,
talebesi Fâtih Sultân Mehmed ' in vezirlik teklifini; " Bu benim şânıma
uygun değildir " (15) diyerek reddetmiştir. Rivayete göre Molla Gürânî
Pâdişâha ve vezirlere isimleriyle hitabederdi. Merhabaya el vermeyip, selam ve
kelamda bu taifeye baş eğmezdi. Hatta pâdişâhla karşılaştığında onun önünde
asla eğilmez, sadece musâfaha (elsıkma) ile yetinirdi. Bayram günlerinin
dışında, davet olunmadan padişahın yanına gitmezdi. (16)
Molla Hüsrev, yukarıda cüz ' î olarak
sergilemeye çalıştığımız, böyle bir çevrenin içinde yetişmiş bir alimdi. Bu
kısa bilgilerden sonra büyük âlim Molla Hüsrev ' in İlmî şahsiyetini belirtmeye
geçebiliriz, kanısındayız.
Asıl adı Mehmed b. Feramerz (Ferâmûrz)
b. Ali Molla Hüsrev Yozgat civarındaki Yerköy ' e bağlı Kargın köyünde bulunan
türkmenlerin Varsak kabilesindendir. (17) Yukarıda adı geçen büyük alimlerin
yetiştirdiği Hüsrev, ilk defa Edirne ' deki Şah Melik Medresesine tayin edilirdi.
Bu medresede tedrisâtı devam ettirirken Saâdeddin Taftâzânî' nin "
Mutavvel" isimli eserine hâşiyeler yazdı. Rivâyete göre tesadüfen
Anadoluya gelen meşhur âlim Ahmed Kırîmı, o devrin ilim merkezlerinden biri
olan başkent Edirne’ye de uğrar. Burada bulunan âlimlerle İlmî sohbetler yapar.
Bu arada Molla Hüsrev, " Mutavvele yazdığı hâşiyeleri incelemesi için
Mevlânâ Seydî Ahmed Kırîmî’ye sunar, Kırîmî eseri inceler, birçok yanlışların
olduğunu, İlmî sohbette bulunanların huzurunda söyleyerek eserin birçok yerlerini
karalar. Bu durum karşısında haddinden fazla mahcubiyet duyan Molla Hüsrev, son
derece nezaketli davranarak, müslümân Türk âlimine yakışan, şahsiyetine uygun,
örnek hareketlerden birini sergiler. Seydî Ahmed Kırîmî ile beraber, Edime
eşrafına ve burada bulunan seçkin ilim adamlarına büyük bir ziyafet verir. Bu
ziyafet esnasında, Kırîmî ' nin itirazlarının, kuvvetli İlmî delillerle, yanlış
olduğunu ; kendi yazdıklarının doğru olduğunu isbat eder. Bu durum karşısında
susmak mecburiyetinde kalan Mevlânâ Kırîmî de, yüksek ilim adamına, yakışır
hareketini gayet nazikâne ortaya koyarak, kendi yanlışlarını kabul ve itiraf
edip Molla Hüsrev ' den özür diler. (18)
İlmî sahadaki yeteneği gün geçtikçe
dahafazla beliren düşünürümüz, kardeşinin ölümünden sonra kendisine verilen
Edime 1 deki Halebî Medresesi ' nde eğitim ve öğretimi yürütürken II. Murad
tarafından Edirne kadılığına tayin edilir. (19) Varna muharebesinden evvel (847
/ 1443) yine Sultan II. Murad tarafından kazasker olarak atanır. Bundan sonra
Osmanlı ordusunun şer' î işleri, Molla Hüsrev tarafından hükme bağlanır. (20)
Makam ve mevkiin hiçbir önem
taşımadığını kabul ederek, tahtı oğlu Sultan II. Mehmed ' e bırakan II. Murad '
ın bu hareketi, Osmanlı Devletinin hasımlarının işine yaramıştı. Bazı komşu
beyliklerin ve haçlıların savaş hazırlığı karşısında yeniden tahta geçmeye
mecbur kalan (21) II. Murad ' ın idareyi ele almasıyla oğlu II. Mehmed Manisa
'ya gitti. Kendisini yalnız bırakmak istemeyen Molla Hüsrev ' de onunla beraber
Manisa 1 ya gitti. Sultan Mehmet Molla Hüsrev'e; " Şâir devlet erkanı gibi
senin de makâmından aynlmayıp yerinde kalman gerekir " , diye ısrar
ettikçe O, " Kalamazın zîrâ Cenâb-ı Şerifini zamân - ı uzlette de
terketmek hudûd-ı devâire-i mürüvvetten hariçtir " (kalamam çünkü yalnızlık
zamanında seni terkeylemek insanlık dairesi dışındadır) diyerek şahsiyetine
yakışır sadakati gösteriyordu.
Hoca Saadeddin Efendi'nin bildirdiğine
göre, ilim deryası Molla Hüsrev bu ayrılığın uzun sürmeyeceğini, yakında tekrar
tahta geçeceğini Sultan II. Mehmed'e bildirerek bazı nasihatlarda da bulunur.
(22) Fatih, ikinci kez tahta geçişinden sonra Molla Hüsrev 'e aylık bağladı.
(23)
Fetihten sonra ilk İstanbul kadısı
olarak Hızır Bey ' i tayin eden Fatih, onun ölümündfen sonra, ikinci İstanbul
kadısı olarak Molla Hüsrev ' i tayin etti (863 / 1458 - 59). Molla Hüsrev ' in
İlmî şahsiyetine hürmeten, fazla olarak Eyüp, Galata ve Üsküdar kadılıkları da
vazifesine ilâve edildi.
İlk İstanbul kadısı Hızır Bey hem
kadı, hem de müftü olmuştu. Molla Hüsrev de 877 / 1472 tarihine kadar İstanbul
kadılığı ile müftülüğünü beraber yürüttü. Sonra müftülük Sahn -1 Seman
müderrisi Alâüddin - i Arabî ' ye verildi. (24)
Büyük âlim Molla Hüsrev ' in kendisine
verilen bu kadılık görevlerini isteyerek almadığı görülmektedir. O bu hususu
şöyle belirtiyor : " Bu sırada isteksiz ve rızasız olarak, kadılık
belasına tutuldum. Kadılıkta geçen ömrümü oyalanmak halkın içine karışmayı,
müslüman olmayan kimselerle uğraşmayı da değersiz bir şey saydım. Hatta bunun
halime uygun olmadığı dâimâ zihnimde dolaşırdı. (25) Görüldüğü gibi
kendisini İlmî çalışmadan uzaklaştırdığı için, kadılık yapmayı ömrün boşa geçen
bir bölümü olarak kabul eden Hüsrev, ilimler içinde en yüksek payeyi fıkıh
ilmine veriyor. Ona göre fıkıh ilmi, ilimlerin uğraşmaya en uygunu ve gönül
vermeye en yaraşırıdır. Fıkıh ilminden bahsederken; " bu ilim temiz ve pak
olan ümmetin alimlerinin, haline itina gösterdikleri ve doğru dinin
büyüklerinin, esaslarını bağlayıp sağlamlaştırmakta çaba harcadıkları fıkıh
ilmidir " , (26) diyor.
Çeşitli meşguliyetleri arasında fırsat
buldukça kendini İlmî çalışmaya veren Hüsrev, Gurer isimli eserini bu
meşgaleleri arasında yazmaya başlamıştı. Eserinin son kısımlarına geldiği
zaman; " yüce Allah beni kadılık belasından kurtardı" (27), diyerek
şükretmektedir.
872 / 1467 yılında yakalandığı salgın
veba hastalığından kurtulması için yüce Mevla ' ya şöyle bir dilekte bulunur :
" Şanı yüce ve gücü büyük olan Allah (c. c. ) eğer beni ; O'nun maarif ve
ulûm çöllerinde, idrak ve fehm sahalarında mesafe katetmeye kadir olacağım
şeklinde bu afetten kurtarırsa, ihsan edilmiş ömrümün kalan kısmını, mendup
(şeriatçı yapılması uygun görülen) bir yol ile kalbimdeki şu şeyi ortaya
koymaya harcayacağım : fıkıh hakkında sağlam, tertibi hoş bir metni tasnif
etmeye ve muhkem, intizamı güzel, zayıf rivayetlerden salim metinlerin ıtlakatı
(iyice anlaşılması) için fetvalarda, şerhlerde zikredilmiş kayıtlarla ve
metinlerde vaki olan müsâmahalar, devşirip bağlama kabilinden şerif ve latif
işaretlerle donatılmış; meşhur metinlerde yazılı olmayan olayların hükümlerini
dürüp devşiren, fasih, edip, yani arapça ilminde mahir olup nazmı beğenilen ve
fakih erip, yâni âkil (aklî) olup mana ve hülasası temiz olan bir metin tertip
edeceğim diye azmettim.
Yüce Allah (c. c. ) bendeki hastalığı
gidermekle bana ihsânda bulununca ve bana şefkat ve merhamet hâzinelerinden
selamet elbisesini giydirince arzu ettiğim işe giriştim, kasdettiğim şeye
başladım. (28) Büyük fıkıh bilgini bu eserini tamamlayınca ona " Gureru ’
1 - Ahkâm " ismini verdiğini belirtmektedir. Bu eser bilginimizin ismini
ölümsüzleştirmeye yetmiştir. ,
Molla Hüsrev ' e göre fıkıh ilmi,
dünya nizamı, ahiret kurtuluşu ve kıyamet gününde kulların felah bulması için
bir sebeptir. Yaptığı kadılıklardan da bazı tecrübeler edindiğini belirten
Hüsrev halk ve talebeler arasında da son derece sevgi ve saygı görüyordu.
Talebeler her gün kuşluk vakti Molla Hüsrev 1 in evi önünde toplanır, hoca
yemeğini yedikten sonra, atının önünde yaya yürüyerek medreseye kadar gelirdi.
Ders bittikten sonra da, aynı şekilde, evinin önüne kadar geri götürürlerdi.
Kaba sakallı, orta- boylu olan
bilginimiz çok vakarlı olup bol bağış yapardı. Her vakit resmî ve dinî kisve
giyer, İmâm - ı Azam ' ın tâcı gibi küçük sarık sannırdı. Cumâ namazlarını
Ayasofya camiinde eda ederdi. İç camiye girince " halk ta'zimkarâne saf
bağlayarak mihraba kadar aralarında yol açarlardı " (29) Fatih Sultan
Mehmed de bu hali görünce, vezirlere ; " zamanımızın Ebu Hanifesidir
", diyerek Molla Hüsrev ' i gösterip, her zaman onun zat -ı şerifi ile
iftihâr ederdi.
Molla Hüsrev söylendiğini tutan ve
ilmi ile amil bir kimse idi. " Geçmiş zamandakiler gibi hizmetçiler
kullanmayınız ", diye söylediği için birçok hademe ve cariyesi varken,
çalışma odasını kendisi temizler, çıra ve mumunu kendisi yakardı. Kadılık ve
ders verme meşgaleleri arasında, selefin önemli gördüğü kitabından birini
istinsâh edip her gün iki varak (dört sayfa) yazı yazmayı kendisi için zaruri
saymıştı. Böylece ilmin yayılmasına katkıda bulunmanın en güzel örneklerinden
birini ortaya koyjnuş oluyordu. Çünkü o zaman henüz matbaâ yoktu. Kitaplar
yazma olarak çoğaltılıyordu.
Vefat eylediği zaman, kendi güzel
hattı ile yazılmış muteber ve önemli kitaplardan birçok eser bırakmıştı. Ancak,
bunlar zayi olmuş, sadece iki tane "Şerh-i Mevâkif " kalmıştı.
Zamanın bazı uleması bu iki şerhi teberrüken altı bin akçeye satın almıştı.
(30)
Vakar, ciddiyet, çalışkanlık ve ilmi
ile temayüz eden Molla Hüsrev ' i, asrının seçkin alimleri de takdir
etmekteydiler. Bunlardan biri, yukarıda karakterini belirtmeye çalıştığımız
Fatih ' in hocası Molla Gürânî ' dir. Boş zamanlarının çoğunda Molla Hüsrev'in
sohbetlerine katılan Gürânî, bundan şeref duyardı. Gürânî, Şeyh İbn Vefa
hazretlerini tasvib eder onun doğruluğunun çehresini şöyle açıklardı. "
Mevlânâ Hüsrev, Şeyh İbn Vefâ gibi saâdet - i neşeteynine nail (iki dünyasının
saadetine ulaşmış) bir kâmil ve devlet -i ilmiye ve ameliyye vasıl bir
fâzıldır. Aynı meşrepte olan bir arada bulunur önermesi) anlamca ol iki fazıl
-1 refî' - i şanın ( Şanı yüce iki bilginin ) birbirlerine izafet ve inzimam -
ı mahzına ( sırf bir araya gelmelerine ) musâdif ve mahallinde vâkıftır. .
Velakin esatîn - i selâtîn - i zamane ile ihtilatımız ( Devlet işlerine
karışmamız) meşâyih - rızâm ile irtibâtımıza mânidir. (31)
Görüldüğü gibi asrın en ileri gelen
âlimleri tarafından da şeyh kabul edilen Molla Hüsrev, ciddi İlmî tartışmaların
hakemliğini de yapıyordu. Fikir hayatına dinamik bir unsur getirmeyi hiçbir
zaman ihmal etmeyen Fâtih, metafizik meselelerin münakaşasından haz duyar (32),
âlimlerle tartışmayı severdi. Rivayete göre bir gün Molla Zeyrek ( ? - 879 /
1474 ) padişahın meclisinde, kendisinin Seyyid Şerif Cürcanî ' den (33) daha
bilgili olduğunu iddia etti. Bu iiddiadan ruhu rencide olan Fâtih Sultan Mehmed
Molla Zeyrek' i susturdu. Bu mesele açık olarak ortaya çıksın diye, o zaman
Bursa ' daki Sultan Medresesinde müderris olan Hoca - Zâde' yi İstanbul' a
davet ederek, Molla Zeyrek ' le, bu konuda İlmî tartışma yapmasını emreyledi.
(34) Tartışma " Tevhid Delili, " üzerinde yapıldı. Önce soruyu
Hocazâde sordu. Molla Zeyrek sorunun cevabını verdi. Bu tartışma Pâdişâh ' ın
huzurunda vuku buluyor, Mahmud paşa ayakta durarak iştirak ederken, her iki
taraf da Molla Hüsrev ' i hakem olarak istiyorlardı. Bu heyet huzurunda, ilk
defa sözü açan Hocazâde " delilin inkârı, medlûlün inkârını gerektirmez
" dedi. Hemen arkasından da ilave ederek ; " Hocazâde tevhidi ( Allah
' ın birliğini) inkâr eyledi diye beni kafir kabul etmesinler ", diyerek
bu hususta vuku bulacak yanlış anlaşılmaları önceden sağlama bağlamak istedi.
Molla Zeyrek Hocazâde ' nin iddiasını kabul etmedi. Her iki taraf da kendi
fikrinin doğru olduğunu iddia eylediğinden iş uzadı. Tartışmanın altıncı günü
Fâtih Sultan Mehmed müdahale etti: " Bu kadar zamandan beri bu saha
konuşma ile aydınlanmadı. Bundan sonra da çözümlenmesi mümkün olmayacaktır.
İmdi iki taraf da bir birinin yazılarının suretini alsın, bu gece mülahaza ve
mütalaa eylesinler, ne gibi hata görürlerse ve ne gibi düşünceleri varsa yazıp
yann mecüse getirsinler ki ona göre hak ve batıl ortaya çıksın ve bu iki cins
cevherin (iki kişinin ) kıymeti bilinsin ", diye emreyledi. Bunun
üzerine Molla Zeyrek: " Benim yazımın elimde olandan gayrı nüshası yoktur.
Bu ise bana lazımdır, başka kimseye veremem ", dedi. Hocazâde ise:
"Benim risalemin nüshası ikidir. Bit nüshasını- size vereyim, biri de
bende kalsın. Sizin risalenizi de benim yanımda kalan nüshanın arkasına yazayım
", dedi. Mahmut Paşa (35) ayakta dururken kalem ve mürekkebi ( devatı )
belinden çıkarıp Hocazâde' nin önüne koydu. Hocazâde yazma işini bitirdi.
Ertesi güıl mecliste hazır bulunanlar, iki tarafın risalelerini inceden inceye
tetkik ettiler. Neticede Hocazâde ' nin risalesi tercih edildi. Molla Hüsrev
üstünlüğü Hocazâde ' ye verdi. Bu karardan sonra Fâtih, Hocazâde' ye hitaben :
" Molla Zeyrek' in tasarrufundaki medreseyi sâna verdim, senin baldandır
", dedi.
Molla Zeyrek medreseden azledilince
Bursa' ya gidip oraya yerleşti. Hoca Hasan isimli bir komşusu günlük
masraflarını karşılamayı taahhüt etti. Hoca Hasan, Molla Zeyrek ölünceye kadar
ahdini yerine getirdi. Daha sonra Pâdişâh'ın İstanbul' a davetini Molla Zeyrek
kabul etmedi. (36)
Bu tartışmadan sonra Molla Zeyrek' in
medresesine müderris tayin edilen Hocazâde, Fatih'in emri ile ünlü "
Tehâfüta'l - Falâsife " isimli kitabını yazdı. (37) Bu kitabın yazılışını,
" İmamı Gazâlî ile hukemâ arasında bir hüküm vermek için ", Fâtih' in
emrettiği belirtilmektedir. (38)
Yukarıda görüldüğü gibi en güç İlmî
münakaşaların çözümünde bile İlmî otoritesine baş vurulan Molla Hüsrev, İlmî
şahsiyetine zül getirecek hiçbir hareketi kabul, etmezdi. Rivayfete göre, Fâtih
bir sünnet düğünü nedeniyle (39) büyük bir velime ( ziyafet) verir. Bu velimede
ulemanın keyfiyete göre ( protokol) oturmasını ister. Kepdi makamının sağ
karafmı Molla Gürânî' ye, sol tarafını da Molla Hüsrev ’ e ayırır. Molla
Hüsrev, bu toplantıdaki ayrılan yerlerin, makamların gereğine uygun olmadığını,
İlmî şahsiyeti gereğince padişahın soluna oturamıyacağını belirterek şöyle der
; " Ol meclis - i Hümâyûna varamayışım gayret - i İlmiyemin gereğidir.
" (40)
Pâdişâhın solunda oturmayı İlmî
şahsiyetine yaklaştırmayan Molla Hüsrev 867 / 1463 de bir gemi ile Bursa ' ya
gitti. (41) Kendini ilme adamış olan büyük alim, burada kendi adı ile anılan
medresesini ( Hüsrev Medresesi) yaptırdı. Bu " medrese, Bursa ' da
Zeynîler ' de on hücreli ve kubbeli iken yıkılmıştır. (1235 ) Bunun üzerine,
sonradan ahşaptan yapılmıştı ( 1236) Bu de 1333 / 1914 - 15 tarihine kadar
ayakta idi. Daha sonra yıkılmıştır. (. . . . )
Pâye bakımından medrese, vakfiyesine
göre yirmili iken (1241) sonradan yükselerek 1000 / 1591 - 92 ' de kırklı ve
1004 / 1595 - 96 tarihinde elli payesine yükselmişti ". (42) Molla Hüsrev
bu medresede derslerine devam ederken, yaptığı hatayı tamir etmek isteyen Fatih
Sultan Mehmed O ' nu yeniden İstanbul' a davet ederek Şeyhülislâm tayin eyledi.
( 874 / 1469 ) (43) Molla Hüsrev ölümüne kadar bu makamda kaldı. Şeyhülislâm
olarak 885 / 1480 yılının Şaban ayında, bir Cuma günü vefat eyledi. Cenazesi
Bursa' ya götürülerek, kendi medresesinin bahçesine gömüldü. (44) Mezar taşında
; " Menba-ı ilm -i hüner, vâris-i ulûm-i hayru'l-beşer, fâzıl-ı hurşid -
eser, sahibu'l-Dürer ve'l-Gurer Mevlana Muhammed Hüsrev"kitabesi
yazılıdır. (45) Böylece İlmî şahsiyetini belirtmeye çalıştığımız Molla Hüsrev,
görüldüğü gibi devrinin en yüksek ilim adamlarından ders almış, Fıkıhta asrının
en büyük siması olmuştu. Bununla beraber, fıkhın dışında, diğer ilimlerle de
uğraşmış, değerli eserler vermiştir. Tefsirde, Tefsir-i Kâdî' ye şerh yazmış,
En'am suresine ait ayn bir risale kaleme, almıştır. Belagatta da son derece
mâhir olan Molla Hüsrev, Alaeddin Rumî'nin ( Tesmiye ), ( Ahbâru'n-Nübüvvet),
-( Fıkıh ), (Usûl), ( Belagat), (Mantık ) gibi altı ilimden bahseden risalesini
" Nakdü'l-Efkâr fi Reddi'l-Enzâr " adıyla şerhetmiştir. Bunlardan
başka çok sayıda ilim adamı yetiştirmiştir. Bunlar arasında, 24 yıl fetva
makamında kalan Zembilli Ali Cemali Efendi, (7-1526) Manisa-Zade Muhyiddin (
Muhiddin ) Mehmed Efendi ( 7-888 / 1489 ) ve Molla Hasan Samsunî ( 7-891 /
1486) şöhret kazanmışlardır. Dolayısıyla her âlim gibi Molla Hüsrev'in adı da
ölümsüz eserleri ve öğrencileri tarafından devam ettirilmiştir.
Konumuzun başında da belirttiğimiz
gibi Molla Hüsrev'in çevresini oluşturan unsurların önemli bir kısmını da
yetiştirdiği öğrencileri teşkil eder. Bunların hepsini tek tek ele almak
çalışmamızın hacminin dışındadır. Ancak konuya bütünlük sağlam bakımından bir
veya ikisinden-kısaca bahsetmenin yerinde olacağı inancındayız.
Bilindiği üzere Molla Hüsrev'den ders
almış öğrencilerden en şöhretlilerinden biri Zembilli Ali Cemâlî Efendi’dir
(7-1526). Ali Cemâli Efendi" XVI. yüzyılın ilk yansı içinde yetişmiş olan
âlimler arasında vakar ve ciddiyeti, serbest düşüncesi ve yüksek seciyesi ile
temayüz etmiştir. " (46) .
Ali Cemâlî Efendi Molla Hamza’dan
okuduktan sonra İstanbul'a geldi. Molla Hüsrev'den ders aldı. Dahâ sonra Molla
Hüsrev O'nu Bursa'da bulunan, müderris Hüsem-Zâde Muslihiddin Efendi'ye (7-893
/ 1488) gönderdi. Burada hocasına hem muîd, hem de damat oldu. (47)
Ali Cemâlî Efendi II.
Beyazid, Yavuz Sultan Selim ve Kanunî Sultan Süleyman'ın saltanatlarında
Şeyhülislamlık yapmıştır. Yavuz Sultan Selim gibi gazaplı ve şedit bir hükümdarın
bazı işlerine karışarak çekinmeden itirazlarda bulunup, padişahın karar
değiştirmesini sağlamıştır.
Yavuz Sultan Selim bir
gün hazine görevlilerinden, suistimâl yaptığı anlaşılan 150 kişinin katlini
emreder. Bunu öğrenen Şeyhülislam Ali Cemâlî Efendi, " usul ve kanuna
mugayir olarak derhal saray, Divân-ı Hümayuna gelmiş padişaha maruzatı olduğunu
söylemiş; gelmesine müsaade olunarak Sultan Selim'in huzuruna girmiş ve ziyaret
sebebini arz ederek " (48) kullarınızdan 150 günahsız kimsenin katlini
emreylemişsiniz, bu kararınız sünnet, din ve millet menfatına uygun değildir,
Bunların katli şer'an caiz değildir. Fetva ashabının vazifesi Allah'ın
halifesinin ahiretini korumaktır, sehven aniden bir hata yaparsa onu
düzeltmektir ", der. (49)
Bunun üzerine hiddet ve
gazaba gelen Sultan Selim;" sizin bu sözünüz saltanat umuruna müdahale ve
taarruz olup, padişahlarla bu hususlarda görüşmek edebe ve^ terbiyeye aykırı
harekettir" sözleri ile şeyhülislamı tekdir etti. (50) Ali Cemâli Efendi
buna karşı; " Filhakika pâdişâhların işlerinde müstakil olmaları ye
müdahaleden azade kalmaları lazımdır ; fakat işlerinde müdebbir, tecrübeli,
kemal ehli olanlarla müşavere etmeleri zaruridir; aksi ise memleketin
zararınadır, benim müracaatım saltanatınız işine müdahale değildir, belki
umûr-ı ahiretinize hizmet olup bunu böyle söylemek bana lâzımdır ve benim
vazifemdir; bunların kanından geçerseniz ( hatalarını affedersiniz ) ne âlâ,
geçmezseniz ( hatalarını affetmezseniz ) Allah indinde mes'ulsünüz cevabını
verdi.
Şedit bir hükümdar
olmakla beraber ismi gibi aklı selimi olan Yavuz bu doğru sözü kabul etti ve
" affettim ", dedi.
Ali Cemâli Efendi, buna teşekkür
ettikten sonra veda edeceği sırada vazifesi harici olarak zarif bir imâ ile ;
(51)" Bunların günahını ahiretiniz için bizim sebebimizle " ( O takva
sahipleri ) Bollukta ve darlıkta harcayıp yedirenler öfkelerini yutanlar,
insanların kusurlarını bağışlayanlardır. " ayeti gereğince bu zatları
görevlerine tayin edip, aynı yerlerinde bırakasınız. Zira bunlar görevlerinden
uzaklaştırıldıkları zaman birçok hakir düşürücü sorularla karşılaşırlar. Rızık
için çalışacakları zaman halkın onlardan uzak durmalarına bakmak lazım gelir
" (. . . . . ), dedi
Bunun üzerine Yavuz Sultan Selim :
" Ben seni bu meramda şefaatini
kabul eyledim, fakat hizmetlerinde taksir ettikleri için tazir ederim deyince,
Ali Cemâli Efendi:
" Orasını siz bilirsiniz. Affedip
görevlerine iade etmeniz bize yeter, deyip teşekkür ederek Sultan Selim'in
yanından ayrıldı. (52)
Yine, bu cümleden olarak, Ali Cemâli
Efendi Edirne'ye giden padişahı, devamlı adeti olduğu üzere ulema zümresi ile
uğurlayıp şehre doğru geri dönerken yolda, 400 kişinin ellerinin iple bağlanmış
olduğunu görür. Bunların katledileceğini öğrenince olayın sebebini sorar.
Zabıtlardan biri ; " Bunlar padişahın ipek ticaretini yasaklayan emrine
muhalif hareket ettikleri için bu cezaya çarptırıldılar ", der. Ali Cemâli
Efendi o anda, hemen geri dönüp pâdişâhın huzuruna çıkarak :
" Elleri bağlı 400 kişinin katli
şer'an helal değildir. Bu hususta mesul olursun. Sakın bunları katletme ",
der. Bu söz üzerine şiddetle kızan Padişah :
" Halkın üçte birinin intizamı
için üçte ikisini katleylemek caiziken, bundan çok az birkaç zelilin bir avuç
kanını akıtmak gerçekten de çoktur deyince, Ali Cemâli Efendi:
" Ulu nimetlere büyük zarar
vermeye sebep olursa hal bu minval üzeredir, fakat . ipek alıp satmakta alemin
intizamına ne zarar vardır ki bu insanları katleder, onların günahlarını
yüklenirsin, " diye cevap verir. (53) Bunun üzerine padişah:
" Benim emrime muhalefetten daha
büyük zarar mı olur ? " deyince, Ali Cemâli Efendi tekrar cevap vererek :
Bunlar senin emrine muhalefet
etmemişlerdir, zira senin ipek emini tayin etmen, onun alınıp satılmasına
ruhsattır, belki de açık bir icazettir, deyince, Pâdişâh:
- Saltanat
işleri ile ilgili hususlarda bu şekilde söylemek senin vazifen değildir,
deyince Ali Cemâli Efendi:
— Bu
husus senin ahiret işlerindir. Buna karışmak benim görevimdir, diyerek
selamlamadan Pâdişah'ın yanından ayrıldı. (54)
" Bu mukabeleye canı sıkılan
Yavuz Sultan Selim, bir müddet at üzerinde düşünmüş ve sonra canı sıkkın bir
halde yoluna devam etmiştir. Bu vaziyet üzerine vezirler hayret ve korku içinde
kalıp şaşırmışlar, bu hal ile Edirne'ye gelinmiş, , yolda vicdanıyla epey
mücadele eden Sultan Selim Edirne'ye gelince 400 kişinin affını emreylemiştir.
" (55)
Görüldüğü gibi, Molla Hüsrev’in
yetiştirmiş olduğu Zembilli, Ali Cemâli Efendi, Osmanlı devletinin en sert
mizaçlı pâdişâhına karşı hakikati bildirmekte hiç çekinmemiştir. Yavuz Sultan
Selim de verdiği kararın gerçekten isabetsiz olduğuna inanınca dönmekten
çekinmiyor. Sadakatine inandığı Ali Cemâli Efendi'ye, Anadolu ve Rumeli
kazaskerliklerini birleştirerek vermek istiyor. Ali Cemâli Efendi bunu kesin
olarak reddederek, müftülük ve müderrislikle kanaat eyleyeceğini söylüyor. Bu
mütalaası pâdişâhın çok hoşuna gittiği için O'na 500 flori ( altun )
gönderiyor. (56)
Molla Hüsrev'in yetiştirdiği
öğrencilerden bir diğeri de Manisa-Zade Muhiddin Mehmed Efendi'dir . ( ? - 888
/ 1483 ) Ayasofya medresesinin en üst katında, geceleri sabaha kadar ders
çalıştığı için, ışığının devamlı yanması ile Fâtih'in dikkatini çekmiştir.
Mahmud Paşa Medrese'sini inşa ettirdiği zaman, pâdişâhın emri ile, buraya ilk
defa Manisa-Zade atanmıştır. " İlk dersinde başta Hocası Molla Hüsrev
olmak üzere bütün ulemâ hazır bulunmuştu. Molla Hüsrev dersten sonra : "
Diyar-ı Rum'da iki ders dinledim. Birisi Sultan müderrisi Fenârî Mehmed Şah'ın
dersi, biri de hâzır bulunduğumuz derstir. " (57) dedi. Bu şekilde,
çalışkanlığı ve İlmî yeteneği ile daha ilk yıllarda dikkati çeken Manisa-Zade
Sahn Müderrisliği ve vezirlik de yapmıştır. .
Buraya kadar vermeye çalıştığımız
açıklamalara istinaden şöyle bir sonuçlamaya gidebiliriz. Molla Hüsrev'in
çevresini meydana, getiren müderrislerin hemen hepsi de sağlam ahlaklı, hiçbir
kuvvet karşısında İlmî hakîkatlerdan fedakarlık etmeyen ve ilmi her şeyin
üstünde tutan kimselerdir. Osmanlı alimlerindeki bu dikkate değer tutum
Yıldırım Beyazıt devrinde de görülüyor. Bir gün. Yıldınm Beyazıt bir davada
şahitlik etmek ister; Osmanlı Devletinin ilk Şeyhülislâmı Molla Fenârî ( 1350 -
1431), " sen tarik-i cemâatsin şehâdetin makbûl değildir. "(58),
diyerek reddeder.
„ Konumuzun baş kısımlarında
belirttiğimiz gibi Akşemseddin, yanlış hareketini düzeltmesi için, ziyaretine
gelen Fatih Sultan Mehmed'e ihtiram göstermediği gibi hediyesinide kabul
etmiyor. Molla Hüsrev, ilmin haysiyetini korumak için en ufak bir taviz
vermeyip, görevinden ayrılarak İstanbul'u terkediyor. Bursa kadısı olarak görev
yaparken Molla Gürânî, Fatih'in gönderdiği fermanı" şerîata uygun
görmediği için, getiren çavuşun önünde yırtarak " (59) çavuşu reddediyor.
Bu gibi âlimlerin yetiştirdiği öğrencilerin de aynı karaktere sahib olduklannı
görüyoruz.
Bu devri inceleyen Hammer görüşünü
şöyle sergiliyor : " Hademe-i cevâmi " ; müezzinler, imamlar ile
vâizlerin nüfuzu Türkiye'de her şeyden azdır. Ulemânın ise, Çin'den başka
hiçbir hükümetde Devlet-i Osmaniye'de olduğu kadar kudreti yoktur. " (60)
İlmiye teşkilatı yönünden bu devri,
Osmanlı Devletinin önceki devrelere ve aynı çağın batı dünyası ile mukayese
edersek, bu döneme " altınçağ " demek hakkını kendimizde bulacağımız
düşüncesindeyiz. İlk Osmanlı medresesi başkent İznik'te 1330'da Orhan Bey
tarafından kurulur. Bu medrese önemini, Bursa medreselerinin açılışına kadar
devam ettirir. 1326'da Bursa alınarak başkent yapılır. Bunun üzerine Bursa'daki
medreseler önem kazanırlar. Nevar ki ilmiye Teşkilatı üzerinde çok farklı bir
değişiklik olmaz. Ancak Yıldırım Beyazıt kadıların alacakları rüsûm miktarını
tâyin eder. 1363'de Edirne'nin alınmasıyla, burası başkent yapılır. Böylece
Edirne'de kurulan medreseler ön planda yer almaya başlar. İstanbul'un fethinden
sonra, Sahn-ı Seman Medreseleri kuruluncaya kadar Edirne medreseleri önemini
korur. Medrese sayısının artması ile, II. Murad bir teşkilat kurmaya çalışırsa
da bu yeterli olmuyor. Sahn-ı Seman Medreselerinin kuruluşu ile ilmiye
teşkilatı en üstün zirvesine ulaşıyor. Bugün bile emsâli nadir görülen, Osmanlı
ilmiye Teşkilatı tam anlamı ile gerçekleşiyor.
Fatih Sultan Mehmed'in bu teşkilatı
kurmasından, yaklaşık bir buçuk asir sonra, batık ılım adamlarından- Galilei
(1564-1642) " dünya dönüyor " dediği için, 1633 de engizisyona
gidiyor ve mahkum ediliyor. (61) Batı bu kadar dogmatik bir tutum içindeyken,
bizim ilim adamlarımız fizik ve metafizik sahada dünyaya ışık saçıyor. 860 /
1456 yılları civarında (62) metafizik sahada Tehafütü’l-Felasife " adıyla
yeni bir felsefi eser yazan Flocazade, 20 bin akçe ile taltif ediliyor. (63)
Galilei’in mahkum edilişinden yaklaşık 177 yıl önce vuku bulan bu olay, o
zamanki ilim ve medeniyet seviyemizin üstünlüğünü göstermeye yeter
inancındayız. Bu zirvenin en üstünde yer alan Molla Hüsrev'i saygı ile anmanın,
her Türk aydını için zaruri bir görev olacağı düşüncesindeyiz.
1- Mecdî
Efendi, Şekaik-i Numaniye Tercümesi, İst. 1269, s. 83.
2- OrdProf.
îsmail Hakkı Uzunçarşılı, Osmanlı Tarihi, C. II, Ank. l982, s. 365.
3- Mecdi
Efendi, a. g. e. , s. 102-104.
4- İsmail
Hami Danişmend, Osmanlı Tarihi Kronolojisi, C. I, lst. "t. y. " s.
250.
5- İsmail
Hami Danişmend, a. g. e. , s. 238.
6- Taha
Zade Ömer Faruk, Tarih-i Ebu'l-Faruk, C. II, Ist. l328, s. 24.
7- Ord.
Prof. İsmail HakkıUzunçarşıIı, Osmanlı Devletinin îlmiy£ Teşkilatı, Ank. l965,
s. 5
8- Dr.
Cahit Baltacı, Osmanlı Medreseleri, İst. 1976, s. 474.
9- A.
g. e. , s. 46-47.
10- Prof.
Dr. Hüseyin Atay, OsmanlIlarda Yüksek Din Eğitimi, İst. 1983, s. 77.
11- Ord.
Prof. lsmail Hakkı Uzunçarşılı, a. g. e. , s, 7-8.
12- Robert
Martrant. La vie Quotidien a Constantinople au temps de Soliment le Magnifique
et de Successeur, Pari 1965, p. 228.
13- Mecdî
Efendi, a. g. e. , s. 106.
14- A.
g. e. , s. 107.
15- A.
g. e. , s. 104.
16- A.
g. e. , s. 107.
17- Molla
Hüsrev'in. müslümanlığı kabul etmiş bir Fransız asilzadesinin oğlu olduğu
rivayet edilmektedir. Ancak kaynaklarımıza baktığımız zaman bunun çelişkili bir
haber olduğu anlaşılıyor. Babadan dedesinin isminin Ali oluşu da Türk olduğunu
vurguluyor. Bu hususta şu eserlere bakınız: Molla Hüsrev, Dürerü'l-Hukkâm fi
Şerh-i Gureru'l- Ahkâm, C. II, Ist. 1319, s. 453; Molla Hüsrev, Gurer ve Dürer
Tercümesi, çev. Arif Erkan, C. IV, İst. 1980, s. 415; OrdJProf. Ismail Hakkı
Uzunçarşılı, Osmanlı Tarihi, C. II, Ank. 1975, s. 656; Mecdî Efendi, Şekâik-i
Numaniye Tercümesi, s. 135; Bursalı Mehmet Tahir Efendi, Osmanlı Müellifleri,
Hazırlayanlar: Fikri Yavuz, İsmail Özen, C. I, Ist. "t. y. ", s. 339;
Ömer Nasuhi Bilmen, Büyük Tefsir Tarih, C. II, İst. 197 s. 605; Ömer Nasuhi
Bilmen, Hukuku Islâmiyye ve Istılahatı Fıkhiyye Kamusu, C. I, İst. l967, s.
434; Islâm Ansiklopedisi, C. V. /l, s. 606; Mehmet Süreyya Sicilli Osmani, C.
ÎI, Ist. l311, s. 271; Hammer, Devlet-i Osmaniye Tarihi, C. III, çev. Mehmet
Ata, İst. 1330, s. 237.
18- Mecdî
Efendi, a. g. e. , s. 136.
19- A.
g. e. , s. 138.
20- ilmiye
Salnamesi, İst. 1334, s. 329; Mecdi Efendi, a. g. e. , s. 136.
21- Ord.
Prof. lsmail Hakkı Uzunçarşılı, Osmanlı Tarihi, C. I, Ank. 1982, s. 430-435.
22- Hoca
Saadettin Efendi, Tacüt-Tevarih, sadeleştire:I. Parmaksızoğlu, C. II, Ank.
l975, s. 228.
23- Ord.
Prof. Ismail Hakkı Uzunçarşılı, Osmanlı Tarihi, C. II, Ank. 175, s. 657.
24- Ord.
Prof. Ismail Hakkı Uzunçarşılı, Osmanlı Devletinin ilmiye Teşkilatı, Ank. 1965,
s. 176.
25- Molla
Hüsrev, Gurer ve Dürer Tercümesi, çev. Arif Erkan, C. I, İst. 1979, s. 3.
26- A.
g. e. , s. 2.
27- A.
g. e. , s. 3.
28- A.
g. e. , s. 10.
29- Hammer,
Devlet-i Osmaniye Tarihi, Çev. Mehmet Ata, C. III, İst. 1330. s. 238.
30- Mecdî
Efendi, a. g. e. , s. 137.
31- A.
g. e. , s, 108.
32- Abdülhak
Adnan Adıvar, Osmanlı Türklerinde ilim, îst. 1943, s. 26.
33- Seyyid
Şerif Cürcanî: Islâm alimi (Tacu, 1340-Şiraz, 1413), Mısır'da Ekmelüddin Mahmut
el-Bâbertî'nin derslerine devam etti. 1374'de Anadolu'ya geldi Karaman'a
uğradı. Molla Fenari ile birlikte Mısır'a ilim tahsiline gittiler. Sonra
Şiraz'a dönerek Şah Şüca'nın himayesine girip Şiraz'da müderrislik yaptı.
Hanefi mezhebindendir. Timur Şirâz’ı zaptettiği zaman (1384) Cürcânî'yi
Semerkat'a yollandı. Timur'un ölümünden sonra tekrar Şirâz'a döndü. Bakara
suresinin beşinci ayetindeki (Arapça ) "İşte böyle kimseler, Rablarından
olan hidayet ve doğru yol üzeredirler, ve bunlar azaptan kurtuluş sevaba
erenlerdir. "deki alâ kelimesinin yorumu konusunda bir tartışma yüzünden
Islâm bilginleri bir süre Saadettin Taftazanî ve Seyyit Şerif Cürcânî
taraftarları olarak ikiye ayrıldılar. Bu suretle Osmanlı ulemasının bir kısmı
Saadettin . Taftazzanî'ye, bir kısmı da Cürcanî aracılığı ile Râzî'ye
bağlanmışlardır. (Meydan Larus ; Ömer Nasuhi Bilmen, Büyük Tefsir Tarihi, C.
II, s. 584. )
34- Taşköprüzâde
Âhmed Efendi, eş-Şekâyıkun-Nu'mâniye fi Ulemâi'd-Devleti’l-Osmâniye
(Vefeyâtü'l-a'yân ve Ebnâü Ebnâi'z-Zaman, C. I, s. 133 kenarında)
35- Mecdi
Efendi, a. g. e. , s. 143. .
36- Taşköprüzâde
Ahmed Efendi, a. g. e. , s. 133-134; Mecdi Efendi, a. g. e. , s. 144. .
37- Mecdi
Efendi, a. g. e. , s. 149.
38- Dr.
Mubahat Türker, Üç Tehafüt Bakımından Felsefe ve Din, Ankara 1956, • s. 53.
39- Hammer,
a. g. e. , s. 138.
40- Mecdi
Efendi, a. g. e. , s. 138.
41- Ord.
Prof. îsmail Hakkı Uzunçarşılı, Osmanlı Tarihi, C. II, Ankara 1975, s. 657.
42- Dr.
Cahit Baltacı, a. g. e. , s. 314.
43- Mehmet
Süreyya, Sicilli Osmanî, C. II, İst. 1311, s. 271.
44- Mecdi
Efendi, a. g. e. , s. 138.
45- Avukat
Dr. Abdülkadir Altunsu, Osmanlı Şeyhülislamları, Ankara 1972, s. 7.
46- Ord.
Prof. îsmail Hakkı Uzunçarşılı, Osmanlı Tarihi, C. II, Ankara 1975, s. 665.
47- Mecdi
Efendi, a. g. e„ s. 302.
48- Ord.
Prof. Ismail Hakkı Uzunçarşılı, a. g. e. , s. 657.
49- Mecdi
Efendi, a. g. e. , s. 305
50- Ord.
Prof. Ismail Hakkı Uzunçarşılı, a. g. e. , s. 667.
51- A.
g. e. , s. 667.
52- Mecdi
Efendi, a. g. e. , s. 306.
53- Mecdi
Efendi, a. g. e. , s. 306; Ord. Prof. îsmail Hakkı Uzunçarşılı, a. g. e. , s.
667.
54- A.
g. e. , s. 307.
55- Ord.
Prof. îsmail Hakkı Uzunçarşılı, a. g. e. , s. 668.
56- A.
g. e. , s. 668.
57- Dr.
Cahit Baltacı, a. g. e. , s. 380.
58- Ahmet
Refik, Büyük Tarih-i Umûmî, C. IV, İst. (t. y. ), s. 440.
59- •
İslâm Ansiklopedisi, Cilt 8y s. 407.
60- Hammer,
a. g. e. , s. 231.
61- Meydan
Larousse, Cilt 4, s. 924.
62- Dr.
Mubahat Türker, a. g. e. , s. 54.
63- Ord.
Prof. îsmail Hakkı Uzunçarşılı, Osmanlı Tarihi, C. II, Ankara 1975, s. 655.
Doç. Dr. M. Zeki Duman
Erciyes Üniversitesi llahiyât Fakültesi Öğretim Üyesi
Erciyes Üniversitesi llahiyât Fakültesi Öğretim Üyesi
Fâtih Sultan Mehmed'in hocalarından
olan Molla Hüsrev (885 / 1480) âlim, fâdıl ve mütedeyyin bir zat idi. Bilhassa
fıkıh ilminde temâyüz etmiş, hadis ve tefsir ilimleriyle de meşgul olmuş, çok
sayıda talebeye hadis ve tefsir dersi vermiştir.
Molla Hüsrev müstakil bir Kur'an
tefsiri yazmamış fakat, ders kitabı olarak okuttuğu Kadî Beydâvî'nin (791 /
1286) Envâru't-Tenzîl ve Esrâru't-Te'vîl adlı tefsirine şerh ve hâşiyeler
yapmıştır. Ömer Nasûhî Bilmen, bu hâşiyenin Bakara. Sûresi'nin 142. âyetine
kadar olduğunu söylerse de (1) bizim elimizde Fâtiha, Bakara, (2) En'am, Hûd ve
Yusuf sûrelerine yaptığı hâşiyeler, yazma nüshalar olarak mevcuttur. (3)
Araştırmalarımız neticesinde O'nun bunlardan başka tefsirle ilgili
çalışmalarına rastlayamadık.
Molla Hüsrev'in, aslı İstanbul
Süleymâniye Kütüphânesinde bulunan Kadî Beydâvî'nin tefsiri üzerine yaptığı bu
hâşiyelerinden Yusuf Sûresi'nin 55. âyeti üzerinde yaptığı hâşiyesini İslam
Dini'nin görev ahlâkı ile ilgili bulunduğumuz için tebliğimize konu olarak
seçmiş bulunuyoruz.
Bu âyet:"Yusuf (aleyhisselâm)
melike, beni Mısır'ın hazîneleri üzerine emîr tâyin et. Çünkü ben hazîneleri
korumayı, mahsûlü değerlendirmeyi ve muhâsebe işlerini iyi bilirim dedi. "
(4) meâlindedir.
Kur'an-ı Kerîm'in ibret alınması
maksadıyla kıssa olarak kaydetmiş olduğu bu olay şöyle cereyân etmiştir :"
Bir gün Mısır Melîki dedi ki, " ben rüyâmda yedi arık (zayıf) ineğin yedi
semiz (besili, yağlı) ineği yemekte olduğunu; yedi yeşil başak ve bir o kadar
da kurumuş başak görüyorum. Ey ileri gelenler, eğer rüyâ yorumlamayı
biliyorsanız, benim bu rüyamı da yorumlayınız. " (5)
" Onlar da dediler ki, bunlar
karma karışık ve yalancı düşlerdir, biz böylesi rüyâlann ta'birini bilemeyiz. "
(6)
" Zindandaki iki arkadaştan
kurtulanı, nice zaman sonra Yusufu hatırlayarak dedi ki, ben, size onun
tabirini haber verecek birini biliyorum, beni hemen ona götürün. " (7)
Zindana gidip " Yusuf, ey çok doğru sözlü arkadaşım, kendisini yedi arık
inek yemekte olan yedi semiz inekle, yedi yeşil ve kuru başak hakkında bize
bilgi ver, Ümit ederim ki insanlara isâbetli cevabınızla dönerim. Belki bu
sebeple onlar senin yüce kadrini bilirler dedi. " (8)
" Yusuf, yedi sene âdetiniz
veçhile ziraat yapın. Yiyeceğiniz az bir miktar hâriç olmak üzere
biçtiklerinizi başağında bırakın. " (9)" Sonra bunun ardından yedi
kıtlık yılı gelecek. Tohumluk için saklayacağınızdan az bir miktarı hâriç,
önceden biriktirdiklerinizi yiyip tüketecek. " (10)" Sonra bunun
ardından da bir dönem gelecek ki, insanlar o zamanda yağmura kavuşturulacaklar
ve sıkıp sağacaklar. " (11)
Melik'e gelen bu haber üzerine O,
derhal Yusuf (aleyhisselâm) ı yanına çağırttı ve etraflıca konuştular. Yusuf'la
konuşmaları sonunda Melik (12) O'nun görüşünü sormuş, Yusuf (aleyhisselâm) da,
" benim kanaatim, bu bolİuk yıllarında ziraata önem ver . ve bolca ekin
ektir. Ambarlar inşa ettir, mahsûlü depo ettir. Kıtlık yılı gelince fazla
sıkıntıya düşmezsiniz " dedi. Melik, " peki, bana bu işleri gerektiği
şekilde kim yapabilir ? deyince de Hz. Yusuf, kendini katdîm ederek : "
Beni Mısırın hazîneleri üzerine emir tâyin et. Çünki ben, korumasını ve
işlerini iyi bilirim" dedi. (13)
Birincisi: Nebî (salla’llâhu aleyhi ve
sellem ), Abdurrahman b. Semüre'ye (51 / 671) : " Ya Abdurrahman, görev
isteme " demesine rağmen, Yusuf (aleyhisselâm) ın melikten görev istemesini
nasıl îzah edebiliriz ?
İkincisi: Yusuf (aleyhisselâm) ın bir
kâfirden görev istemeye gönlü nasıl râzı oldu ? (bir müslüman, kâfirden görev
isteyebilir mi ? )
Üçüncüsü : ( Zindandan çıktıktan sonra
) bir süre beklemesi gerekirken, derhal görev istemesi niye ? (Aceleciliği,
göreve karşı hırsına delâlet etmez mi ?)
Dördüncüsü: (Azîz'in karısıyla
suçlanmış), henüz töhmetten kurtulamamışken, (yânî, güvenirliğini isbat
etmemişken) özellikle de hâzinelerin korunması görevini istemesinin anlamı
nedir?
Beşincisi: Allah teâlâ'nın,
"kendi kendinizi temize çıkartıp övmeyiniz" (13) âyetiyle, insanın
kendisini övüp temize çıkarması şiddetle yasaklandığı halde"innî hâfızun
alîm" sözüyle Yusuf (aleyhisselâm) kendi kendini nasıl tezkiye edebilir?
Altıncısı: "İnnî hâfizun
alîm" sözüyle Hz. Yusuf neyi ifade etmek istemiş olabilir?
Y e d i n c i s i: Allah (cc) Nebîsi
Hz. Muhammed'e : Sözünü Allah'ın dilemesine bağlamadan, yani " İnşallah
" demeden hiçbir şey hakkında " ben yarın bunu mutlaka yaparım, deme
" (15) emrine ; akıl ve nassların da gaypla ilgili işlerin sonuçlan
hakkında kesin söz kullanmayıp " İnşallah " demeyi gerektirmesine
rağmen, bunu neden terk etti ve kesin bir ifâde kullanarak " innî hafîzun
alîm " dedi. (16)
Molla Hüsrev, cevaplandmlması îcap
eden bu sorularını, ilgili âyetin hâşiyesinde, yukarıda arz ettiğimiz şekilde
sıralamış fakat, bu sorulara aynı yerde bir çözüm getirmediği gibi;
Dürerü'l-Hukkâm adlı eserinde de bu mes'elelere geniş yer vermiştir. Sâdece
fıkıhla alâkası ölçüsünde, oldukça kısa olarak temas etmiş ve :"
Zâlimden kadılık görevi almak câizdir. Çünkü sahabe (Hz. Rasûlu'llâh
salla’llâhu aleyhi ve sellem) Mu'âviyeden görev kabul etmiştir. "
sözüyle, " Zulmedeceğinden korkan birinin görev alması mekruhtur . Eğer
âdil davranacağından emîn olursa görev alması mekruh olmaz. " (17)
görüşleri bulunmaktadır. Hâşiyesinde sözkonusu ettiği mes'elelerine çözüm
getirdiğine başka eserlerinde de rastlanılmamıştır.
Bu mes’eleler, kanaatimizce Yusuf
(aleyhisselâm) dan ziyâde İslâm dini geldikten sonra müslümanlann mes'elesi
olmuş, yalnız Molla Hüsrev'i değil birçok İslâm âlimini ilgilendirmiş ve konuya
çözüm yolları araştırmaya sevk etmiştir. (18)
Biz, Molla Hüsrev'in, ondan önce de
Fahruddin Razî'nin tefsirinde ortaya attığı bu yedi mes'eleyi inceleyip İslâm
Ahlâkı açısından değerlendirmeye çalıştık. Yapmış olduğumuz bu çalışmamızı
sizîere şöyle arz edebiliriz : (19) Göreve tâlip olma mes'elesi : Yusuf
(aleyhisselâm)'m, " Beni Mısır'ın hâzinelerine emîr. tâyin et. Çünkü ben
bu işleri iyi bilir ve koruyabilirim. " (20) sözü mes'ele edilmiş ve Hz.
Peygamberin nakledeceğimiz şu hadîsi ile tezat teşkil ettiği ifâde edilmiştir:
Buhârî (v. 256 / 870)'nin nakl
ettiğine göre, Abdurrahman b. Semürey'e Rasulüllah :" idâri ve hukukî
sorumluluğu olan bir görev (imâret) isteme şâyet böyle bir görev, istediğin
için sana verilirse görevinle başbaşa terkedilirsin. Yok, istemediğin halde
(ehil gördüğün için) verilmişse, görevinde muvaffak olabilmen için, mutlaka
(Allah'ın) yardımını görürsün, " dedi. (21)
Aynı konuda başka bir hadîsi de Müslim
(261/874) nakletmiştir. Bu hadiste de Ebbû Zerr'in (32 / 654) anlattığına göre
şöyle demiştir : " dedim ki, ya Rasulallah, bana da bir görev vermezmisin
? eliyle omuzuma dokundu ve ' ya Ebâ Zerr, sen zayıfsın (bu görevi gerektiği
şekilde ifâ etmekten âcizsin), görev ise bir emânettir. Kıyâmet gününde
(üstesinden gelmediği veya görevini adaletle icra edemediği için) sâhibine
pişmanlık ve utanç vesilesi olur. Fakat dikkat edin, kim ehil olur ve aldığı
görevi adâletle ifâ ederse, bu bir fazilettir. " demiştir.
Yusuf (aleyhisselâm) ve diğer
müslümanlar için, görev istemeye engel olarak kabul edilen birinci hadis,
Müslim'den nakletmiş olduğumuz ikinci hadis, sebepleriyle birlikte
açıklamaktadır. Bu açıklamaya göre, görev istemeye mâni teşkil eden sebeplerden
birisi, bilgisizlik ve dirayetsizlik nedenleriyle göreve ehliyetli
olmamaktadır. Şu halde bu durumda olanların adaletle îfâ edemiyecekleri bir
görevi istemeleri doğru değildir.
Aynca Allah Teâla da Kur'an'da :
" Allah, emânetleri ehline vermenizi emrediyor. "(23) âyetiyle emîr
ve vâli durumunda olanlara da işaretle : "ey halkın işleriyle görevli olan
velîler, sizlere emânet olarak verilmiş olan görevlerinizi hak sâhiplerini
gözeterek ve adâletle yapınız. İşleri ehliyetli olanlara ve hak edenlere
(verilecek görevi yapmayı bilenlere ve üstesinden gelebilecek durumda olanlara)
veriniz. "(24) emr-i İlâhîsiyle, kamuya âit işlerin bilen ve hak edenlere
verilmesini emretmiştir.
Bu âyet ve hadislerden başka, Ebu
Hureyre'nin (58 / 678) nakl ettiği bir hadis-i şerifte de Hz. Peygamber :
" siz, görev almaya aşırı istek gösteriyorsunuz. Fakat bunu hakkıyla
yerine getiremezsiniz, kıyâmet gününde bu görevin; pişmanlık sebebi olacağını
da biliniz. Emziren ne iyi, sütten kesen de ne kötüdür. '(25)
Sahîh-i Buhârî'nin meşhur
şârihlerinden olan el-Aynî'nin (885 / 1451) kaydettiğine göre Kirmânî, "
burada emzirenden maksad, mal, makam, hırs ve hayalî lezzetleriyle görevin
evveli ne güzeldir, (insana, dünyâ nimetlerini • kazandırmasıyla gurur verir,
şan, şöhret kazandırır). Sütten kesenden maksat da, bilhassa hilâfet veya
vâlilik gibi yüksek pâyeli) görevlerin sonu ölüm, görevden azledilme veya
tebaanın aşın istekleri gibi (insanı zelîl ve perişan eden) kötülükleri ile
görevin sonu ne kötüdür, anlamınadır" demiştir. (26)
Buhârî'nin nakletmiş olduğu başka bir
hadiste de Hz. Peygamber, " biz bu görevi isteyene veya muhteris olanlara
vermeyiz. " (27) buyurmuş, göreve karşı hırslı olup bâzı kötü emelleri
bulunan kimselere idârî ve hukukî sorumluluğu olan işleri veremeyeceğini açıkça
ifâde buyurmuştur.
Aynı konuya Kasas Sûresinde işâret
eden Yüce Allah : " İşte âhiret yurdu (cennet), biz onu yeryüzünde
teğallüb (üstünlüğünü ortaya koymaya) ve fesad arzusunda olmayanlara veririz.
îyi sonuç Allah'tan sakınanlarındır. " (28) âyetinde, üstünlük duygusu ve
insanlara zulmetmek amacıyla görev isteyenlere cennetini nasip etmiyeceğini
ifâde etmiştir. (29) Bu âyet ve hadislerde, görevi şâhsî emel ve gâyelerle
kötüye kullanmak, başkalarına, özellikle de emri altındakilere zulüm ve işkence
yapmak ve yeryüzünde fesat çıkarmak için göreve tâlip olmak reddedilmiş,
böylelerine vazifenin verilmeyeceği belirtilmiştir.
O halde Hz. Peygamberin, " görev
isteme ", " biz bu görevi isteyene vermeyiz " gibi hadis-i
şeriflerinden görevin :
1-ehli olmayan ve adâletle görev
yapamayacak durumda olanlara; 2-görevi, menfaat sağlamak için, büyüklüğünü
isbat etmek ve bazılarından intikam almak maksadıyla kullanacak olanlara
verilemeyeceği anlaşılmaktadır. Yoksa, " dinimizde görev istenmez,
verilir. " gibi bir anlam çıkarmamak gerekir.
Özellikle Yusuf (aleyhisselâm) bir
peygamber olarak, hem adâletle muâmele bakımından, hem de hazîneyi koruma ve
muhafaza etme bakımından, o toplum içerisinde, böyle bir göreve en lâyık ve ehliyetli
bir kişi idi. Ondan daha lâyık birisi yoktu. (30)
Hz. Yusuf un Melîk'e : " beni
hazînelerin başına emîr tâyin et" demesi de emir olmaya hırslı olduğu,
dünyâ menfaat ve saltanatını sevdiği içindi diyemeyiz. (31) Çünki o, Allah
tarafından, içinde bulunduğu topluma gönderilmiş gerçek bir peygamber idi. Bu
görev, peygamberlik vazifesini ifâya imkân hazırlamak, Allah'ın hükümlerini
yürürlüğe koyabilmek (imdâ), toplumun İktisâdi işlerini islâh etmek için
istemiş olabileceği gibi, kendisine vahiy yoluyla bildirilen yedi yıl bolluktan
sonra gelecek olan yedi yıl kıtlık felâketine hazırlık yapmak ve ümmetini bu
felâketten en az zararla kurtarabilmek için de istemiş olabilir. Özellikle
toplumun felâketlere mâruz kaldığı dönemlerde, güçlü fakat zâlim ve gaddar kimselerin
zayıflan ezmesi ve onların haklarını gasp etmeleri düşünülemeyecek şeylerden
değildir. Gelecek olan böyle bir dönemde güçsüz insanları zâlimlere ezdirmemek,
hakkı sâhiplerine ulaştırmak, bilhasa idârî ve hukukî işlerde adaleti etkin
kılmak onun yegâne gayesi olabilirdi. Bu gâyeyle görev istemiş olması Yusuf
(aleyhisselâm) için ma'kul ve ahlâka uygun bir harekettir. Bilhassa öyle bir
dönemde bundan daha doğru bir davranış olmazdı da . . . (32).
Aslında melikin müslüman mı, yoksa
kâfir mi olduğu Kur'an'da belirtilmemiştir. Onun kâfir bir melik olduğunu kabul
ederek Molla Hüsrev, " bir peygamber olarak Hz. Yusuf’un, kâfir bir
melikten görev istemeye gönlü nasıl razı oldu ?" demiştir.
Hz. Peygamberden nakledilen bir
hadiste o, şöyle demiştir : " Allah, kardeşim Yusuf a merhamet etsin, eğer
bu görevi istemeseydi derhal verilecekti. Fakat melikten istediği için bir yıl
geciktirildikten sonra verildi. " (33)
Bazı müfessirler, Yusuf (aleyhisselâm)
ın zindandan çıktıktan sonra tam bir yıl melikin yanında kaldığını, birçok
işlerinde melikin, Hz. Yusuf'la istişâre ettiğini, O'nun fikirlerini ve ileriye
dönük düşüncelerini; özellikle de ahlâkını çok beğendiğini eserlerinde
kaydetmişlerdir. (34)
Bir yıl süren beraberlikleri esnâsında
Hz. Yusuf un meliki imâna dâvet etmiş olabileceği ve onun da İslâmî kabul etmiş
olacağı tabiî olarak düşünülebilir. Kaldı ki, tabiunun ileri gelen
müfessirîerinden biri okta Mücâid'den (103 / 721), melikin müslüman olduğuna
dâir bilgilere kaynaklarda rastlanılmaktadır. (35)
Bu durumda şâyet o, müslüman bir melik
idiyse, " Hz. Yusuf un kafir bir melikten görev istemeye gönlü nasıl razı
oldu " ? şeklinde bir soruya gerek kalmıyor. Velevki melikin gayr-i müslim
olduğunu varsayım olarak kabul etsek bile, İslâm âlimlerine göre : " hakkı
tebliğ etmek, Allah'ın emirleriyle hükmetmek ve halk arasında zulmü kaldırıp
adâleti yaymak için başka bir yol yoksa, adâletin ve liasslann gerektirdiği
şartlar ve ölçüler çerçevesi içerisinde kalmak şartıyla, sâlih bir insanın
zâlim biriyle berâber çalışması câîz olduğu gibi, ondan görev istemesi de
câizdir. (36) Yeter ki görev isteyen adâleti tatbike ve kanunları uygulamaya
muktedir biri olsun. " (37) Hatta, toplumdan zarar ve zulmü kaldırmak için
başka bir yol bulunmazsa, fâsık ve kâfir birinden yardım dahî talep edilebilir.
" (38)
el-Vâhidî'nin (468 / 1075) Hz.
Peyğamber'in biraz önce naklettiğimiz hadisini delil göstererek, " Yusuf
(aleyhisselâm) melikten görev istemekle hata etmiştir. " (39) sözünü
tenkid eden en-Nisaburî ( 325 / 937) halkın işlerini islâh etmek, bir nebî
olarak ona vâcip idi. Kaldı ki, kendisine vahiy yoluyla kıtlık döneminin
geleceğine dâir bilgi de verilmişti. Böyle bir durumda Hz. Yusufuri derhal
harekete geçip, peygamber olarak gönderildiği toplumun hayrına olan şeyi
yapması gerekiyordu. O da bunu yapmıştır ve görev istemekle hata etmemiştir.
" (40) sözleriyle Vâhidî'nin görüşüne katılmadığını belirtmiştir.
Kanaatimizce böyle bir şüphe tamamen
yersizdir. Çünki zindandan çıkacağı haberi kendisine gelince Yusuf
(aleyhisselâm), bir süre çıkmayı kabul etmedi. Önce Aziz'in karısının
konuşturulmasını ve kendinin zindana atılmasında suçlu olup olmadığının
açıklığa kavuşturulmasını istedi. Bu konu Kur'anda aynen şöyle zikredilmektedir
: Rüyasının tâbirini dinleyen melik dedi ki:" Önu, (Yusufu) bana getirin.
Bu emir üzerine Hz. Yusufa gelen elçi yanma gelince O, efendine dön de ellerini
kesen o kadınların zoru neymiş ? kendisine sor. Şüphe yok ki benim Rabbım
olnlann hilesini hakkıyla bilendir, " dedi. " Melik o kadınları
toplayıp, " Yusuf un nefsinden kâm almak istediğiniz zaman ne haldeydiniz
?" dedi. Kadınlar, " hâşâ dediler, Allah için doğru söylemek
gerekirse, biz O'nda bir fenalık görmedik. " Aziz'in karısı da: şimdi hak
açığa çıktı. Ben ondan murad almak cinsel ilişkide bulunmak istemiştim. Ö
muhakkak doğruyu söylüyor " dedi. (41)
Bazı kaynaklara göre Yusuf
(aleyhisselâm), kendisini suçlayan kadın tarafından suçsuz ve temiz bir insan
olduğunun açıklanmasından tam bir yıl sonra bu görevi istemişti. Bu süre
içerisinde diğer insanların da ona itimadı hâsıl olmuş ve her göreve lâyık
olduğu kanaati yaygınlaşmıştı. (42) Bu sebeple, O’na " görev isterken hâlâ
töhmet altındaydı " demenin doğru olabileceğini sanmıyoruz.
Allah Teâla’nın " kendinizi
temize çıkartmayınız " (43) âyeti ile, insanın kendi kendini tezkiye
etmesi yasaklanmış olduğu halde, Yusuf (aleyhisselâm) ın, " İnnî
Hâfîzun Alîm " sözünün anlamı nedir ? denilmektedİr. Nefsi tezkiye
etmek, ve insanın kendini övmesi, bir yerde, lâyık olmadığı şeyleri elde etmek
için sahte bir görünüme bürünmek ve karşıdakini kandırmak anlamına gelebilir.
Bunun, ahlâken hoş karşılanmayacağı muhakkaktır. Fakat bu âyette, Yusuf
(aleyhisselâm) ın " ben iyibilir ve korur " sözüyle kendini medh
etmek istediğini kesinlikle söyleyemeyiz. O sâdece kendini tanıtmak icâp ettiği
için bu sözü söylemiştir. Fahruddin er-Râzî, Allah Teâla, " Felâ tüzekkû enfüsekum
" âyetiyle temiz olmadığını kesinlikle bildiğiniz nefislerinizi temize
çıkartmaya çalışmayınız " manasını kast etmiştir. Çünki kimin muttaki
olduğunu O (Allah) çok iyi bilir. " (44) âyeti bunun delilidir. "
sözleriyle Hz. Yusuf un kendini övmediğini belirtirken (45); Kurtubî de : Yusuf
(aleyhisselâm) : " ben çok iyi bir muhâsibim ", " iyi bir
insanım ". . . gibi sözler söylemiş olsaydı, kendini övmüş kabul
edilebilir. Lâkin O, " ben muhâsebe işlerini iyi bilir ve korurum "
demiştir ki, bunda övünme ve kendini temize çıkartma diye birşey yoktur. "
(46) açıklamasıyla bu sözünün Hz.
Yusuf için " nefsi tezkiye " olmadığını belirtmiştir.
Ayrıca, Yusuf (aleyhisselâm) m
vazifeyi istemesinden maksadı, nefsini tezkiye veya övme değil, bunun aksine
yalnız, halkına adaletle muamele etmek, hak sahiplerinin haklarım güzel bir
şekilde taksimle, hiç bir kimseyi haksızlığa uğratmamaktı. (47) Hatta nefsi
tezkiye etmek ve övmek, şahsî menfaat temin etmek ve helâl olmayan şeylere
ulaşmak maksadıyla olmayıp, tamamen kamu yararına vesile olacaksa, böylesi bir
istek ne mekruh, ne de haramdır. Bilâkis Yusuf (aleyhisselâm) ve benzeri âlim
ve faziletli insanlar için bir vazifedir, " diyen meşhur müfessirlerden
Hâzin, sebebini de şöyle izah eder nice kimseler var ki, âlimdir, işinin ehli
ve birçok konularda insanlara oldukça yararlı faaliyetlerde bulunabilir.
Kendilerini, istekli olarak göstermedikleri ve durumlarını açıklamadıkları için
çoğu zaman bilinmezler. Bir çok görevler de bu sebeple ehil olmayanlara
verilir. Halbuki, böylesi kimselerin kendilerim tanıtmalan-layık olmayan ve
üstesinden gelemeyecek durumda olanlara görev verilmemesi bakımından-çok
faydalı olur. Yusuf (aleyhisselâm), ben muhâsebe işlerinden de anlarım
demeseydi, melik O'nu sâdece din işlerinden anlar, başka şeyleri bilemez kabul
edecek ve bu görevi belki de lâyık olmayan birine verecekti. " (48)
demiştir.
İnnî hâfîzun alîm (Ben muhafaza eder
ve bilirim) sözüyle, müfessirler hemen hemen tamamının bu konudaki kanaati,
muhâsebe işlerin, mahsûlü değerlendirmeyi ve korunmasını, adâletle tanzimini,
bir de çevre illerin lisanını çok iyi bilirim manasını kast etmiştir. (49)
Maksadı bundan başka olmaz.
Neden " İnşallah " demedi ?
Herhangi bir şeyin meydana gelmesi için insanların, sâdece azim ve iradesi kâfi
değildir. Allah'ın dilemesini _kale almadan " muhakkak şunu yapacağım
" demek (49) irâde-i cüz ıyye sınırlarını zorlama anlamına gelebilir.
Halbuki insan tek başına, sonsuz güç sahibi değildir. Her şey ancak Allah'ın
dilemesiyle meydana gelir.
Nakl edildiğine göre yahudîlerden bir
gurup Hz. Peygambere gelerek geçmiş kavimlere âit bazı şeyler sormuşlar. Hz.
Rasûlu'llâh salla’llâhu aleyhi ve sellem de bu sordukları konularda, henüz âyet
inmediği için bir açıklamada bulunmamış, vahiy . gelir ümidiyle, " yarın
gelin, bu konuda size bilgi verebilirim ' demişti. Ertesı gün gelmişler bilgi
yok, ertesi gün, daha ertesi gün . . . derken konuyla ilgili âyetlerin gelmesi
bir hayli gecikmiş. Müşrikler de bu gecikmeyi bahane ederek, zaman zaman Hz. Peygambere
sataşıyorlar ve alay konusu ediyorlardı. O da bu durumdan dolayı üzülüyordu.
Nihâyet konu ile ilgili âyetler uzun bir süre sonra geldi, yahudîlerin
sordukları sorular Allah tarafından cevaplandırıldı. Hz. Peygamber de : "
sakın hiç bir şey için, İnşallah demeden, ben yarın mutlaka bunu yaparım deme
" (50) ikazı yapılmış oldu.
Molla Hüsrev, bu hususa işâretle,
" Hz. Yusuf, neden inşallah demedi de kesin bir ifâde kullandı ? demiştir.
ıt İbnu 1-Cevzî, (597 / 1201) Yusuf
(aleyhisselâm) " içinden inşallah demiş olabilir (52) derken, F. Râzî de :
Hz. Yusuf, şâyet " inşallah iyi bilir ve korurum " deseydi, meliki
şüpheye sevk edip, " ha, bu benden görev istiyor ama, gerektiği şekilde
işi yürütebileceğine aklı tam ermiyor " tarzında güvensizliğe sevk etmiş
olabileceği düşüncesiyle " inşallah " sözünü açıktan söylememiş
olabileceğini tahmin etmektedir. (53) Biz de bu tür açıklamaları, bu konuda
gayet tamınkâr buluyör ve peygamberin yapacağı işlerde Allah'ın irâdesini kaale
almayacağına yani, "Allah dilemese de ben istediğim her şeyi yapabilirim
" diyeceğine asla ihtimal vermiyoruz.
Aynca şunu da kaydetmeliyiz ki,
âyette, Yusuf (aleyhisselâm) ın " inşallah " demediği şekilde açık
bir ifade mevcut degildir. Bu mes'eleyi ortaya atanlar, Hz. Yusuf un inşallah
" demediğini, âyette bu yönde bir açıklamanın olmayışından
çıkarmaktadırlar. Halbuki hakkında açıklama bulunmayan (meskutun anh) bir husus
tartışma konusu yapmak, faraziye üzerine hüküm binâ etmek olacağından, böyle
bir durum kanaatimizce doğru değildir. Zira tartışma konusu yapılabilmesi için
bu husus Hz. Peygamberle ilgili âyette olduğu gibi Yusuf (aleyhisselâm) la
ilgili olarak ta Kur'an'da zikredilmesi gerekirdi. Ayetlerde böyle bir şey söz
konusu edilmediğine göre, Yusuf (aleyhisselâm) m " inşallah "
demediğini varsayım olarak kabul edip sonra da münakaşasını yapmak da gerekmez.
Îsîâm târihinde, özellikle de Hulefâ-i
Râşidîn döneminden îtibâren devlet kademelerinde göreve tâlip olmak önemli bir
mes'ele olarak değerlendirilmiş ye husûsiyetle dünyâ ve âhirette hukûkî
sorumluluğu gerektiren ve her insanın, hakkıyle ifâya muktedir olmayacağı ağır
bir vük olarak telakki edilmiştir. (54) .
Toplumda bazı şahıslar bu sorumluluğu
düşünerek " altından kalkamayız ", bizden daha lâyık olanları vardır,
onlara verilmelidir " . . . kanaati arıyla göreve tâlip olmazlarken ; bir
kısım insanlar da şahsî hırs ve arzularına ulaşabilmek maksadıyla bu durumu
fırsat bilmişler, ehil olmadıkları ve hak etmedikleri yerlere getirilmişlerdir.
Netîcede toplumun âhenk ve düzeninin sağlanması için elzem olan adâletin yerine
zulüm, hukukun yerine de keyfî idareler söz sahibi olmuşlardır . Güç süz ve
mâsum insanlar zorbaların ayaklan altında ezilmeye böyle mahkûm edilmişlerdir.
Gayesi, insanların hem dünyâda, hem de
âhirette refah ve saadet içerisinde yaşamalarını temin etmek olan Yüce Dinimiz
İslâm, lâyık olmayan, bilgisizlik ve dirayetsizliği sebebiyle aldığı görevi
yapamayacak durumda olanlara, isteseler de görevin verilmeyeceğini âyet ve
hadislerle beyan etmiştir. îdârî ve hukukî sorumluluğu olan herhangi bir görev
içinde kendinden daha lâyık ve becerikli başka bir insan varsa, bu durumda
şahsın ortaya atılıp kendini övmesi, nefsini tezkiyeye çalışması ve buna
istinâden görev . istemesi tslâm ahlâkınca hoş bir şey değildir. Ancak İlmî güç
ve yeteneğinden dolayı bir müslümana, kamuya âit bir görev teklif edilirse,
onun bu görevi kabul etmesi o kişi için şahsî bir vazîfedir. (55) Özellikle de
Hz. Yusuf gibi, içerisinde bulunduğu toplumda kendisinden daha lâyık bin yoksa,
bilen ve becerebilecek durumda olan şahıs kendini tanıtmalı, bilgi ve
kabiliyetinden bahsederek göreve tâlip olduğunu asıl merciine duyurmalıdır.
(56) Çünki içtimâi hayatta böylelerine pek çok ihtiyaç vardır. Bilhassa
kalabalık olan toplumlar içerisindeki bu gibilerinin kendilerim tanıtmadıkları
sürece keşf edilmeleri ihtimâli çok azdır. Bu münâsebetle müslüman, ehil
olduğu, özellikle de kendinden daha lâyık birinin bulunmadığı bir durumda
görevi ifâ edebilecek durumda olduğunu bildirmelidir. Çünkü böylesi, kamuya ait
önemli bir konuda bilgililerin ilgisizliği bilgisizlerin iştahını daha çok
kamçılayabilir. Olan masum insanlara olur.
Tebliğimize konu edindiğimiz ve Molla
Hüsrev in mes ele olarak ortaya koyduğu yedi mes'elenin, bugün anlaşılması
gereken durumu, kanaatimizce açıklamaya çalıştığımız şekildedir. Tartışma Yusuf
(aleyhisselâm) m şahsında açılmış ama, asıl itibâriyle biz müslümanlar için
dikkatlerin çekilmesi ve olur olmaz her işe atılınmaması gerektiğinin
belirtilmesine sebep olmuştur. Ki Islâm Âlimlerinin çoğunluğu eserlerinde
mes'eleleıi bu açıd^ değerlendirmişlerdir, Yusuf (aleyhisselâm) için Mısır
Melikinden görev istemesinin İslâm ahlâkı bakımından hiçbir sakınca teşkil
etmediği kanaatinde birleşmişlerdir.
(1) Bilmen.
Ömer Nasûhî, (v. 1971) Büyük Tefsir, Târihi, İst. 1974, II / 605
(2) Kayseri
Râşid Efendi Kütüphanesi, Numara 41 de kayıtlı.
(3) Hâşiyetün
alâ Envârı’t-Tenzîl ve Esrân't-Te'vîl, Süleymâniye, Kılıç Ali No: 150-
Hâşiyetün alâ Sureti Hûd ve Yusuf alâ'l-Beydâvî, Süleymâniye, Şehid Ali Pasa
No: 322 / 2 ; Hâşiyetün alâ Sûreti'l-En'am, aynı yerde Yusuf, (12), 55.
(4) Yusuf,
(12), 43.
(5) Yusuf,
(12), 44.
(6) Yusuf,
(12), 45.
(7) Yusuf,
(12), 46.
(8) Yusuf,
(12), 47.
(9) Yusuf,
(12), 48.
(10) Yusuf,
(12), 49. (Ayetlerin meâlleri kaydedilirken H. B. Çantay’ın Kur'an-ı Hakim ve
Meâl-i Kerîm’inden istifâde edilmiştir. )
(11) Bu
kıssada bahis konusu olan Melik, bazı târihî kaynaklara göre Amerikalılardan
idi. Mısır Târihinde HÎKSÜSLER namı verilen, Arabistan tarafından geçip
Firavunlara gâlıp gelerek 400 sene kadar Mısır’da icra-i hükümet ettikleri
söylenilmişte Hz. Yûsuf un muhâtabı olan REY YAN adındaki bu melik bu
toplumdandı Bkz Elmalılı, M. H. Yazır, Hak Dini, Kur'an Dili, IV / 2876
(12) Ebû
Hayyan Abdillah Muhammed b. Yusuf b. Hayyan el-Endülüsî (v 745 / T 344 )
el-Bahru’l-Muhîyt, Riyad, 526 h. V / 319; er-Razî, EbÛ Abdillah Muhammed b’
Ömer b. Huseyn el-Kureşî, (v. 605 / 1208) Mefâtihu’l-Ğayb, Tahran, (ofset baskı
İst, 1980) XVIII / 161; Bursavî, İsmail Hakkı, (v. 1137 / 1724) Ruhu'l-Beyân,
İst! 1389, IV/ 278. ; Elmalılı, Muhammed Haldi Yazır, Hak Dini Kur’an Dili,
İst, 1960, IV / 2877.
(14) en-Necm,
(53), 32.
(15) el-Kehf,
(18), 23, 24.
(16) Molla
Hüsrev, Hâşiyetün alâ’l-Beydâvî, Ist. Süleymâniye, Şehid Ali Paşa, No: 322 /
(17) Molla
Hüsrev, Dürerü’l-Hukkâm, İst. 1315, 11/405.
(18) Yusuf
(aleyhisselâm) ı ilgilendirmesinin sebebi, O’nun bir peygamber olmasıdır. O,
Allah’ın emir ve yasaklarını tebliğ etmekle gönderilmişti. Bu görevi ifâ
edilebilmesi için her fırsattan istifâde etmesi, insanların yararına olan
işlerde çalışması gerekiyordu. Diğer bu husus da : şâyet Yusuf (aleyhisselâm)
hakkında tasvip edilmeyecek, ahlâk dışı bir davranış olsaydı Allah Teâla
Kur’an’da ya buna yer vermez veya hoşnutsuzluğunu da âyetle, açıkça ifâde
ederdi. Kur’an’da böyle bir şey olmadığına göre Hz. Yusuf un mes’elesi olmaması
gerekir.
(19) Bu
iki tefsirden başka bir tefsirde bu konuya, yedi mes’ele olarak
rastlanmamıştır. Bazı tefsirlerde sadece birkaç maddesine yer verilmiştir
(20) Yusuf
(12), 55.
(21) Buhâri,
Ebu Abdillah Muhammed b. Ismâil, es-Sahih, lst. 1315, bab : 5, VIII / 106.
(22) Müslim,
Ebû’l-Huseyn Müslim b. el-Haccac el-Kuşeyri, (v. 261 / 874), es-Sahîh Kahire,
1955, Hadis Nö : 1825. (Nevevî şerhiyle birlikte)
(23) en-Nisâ,
(4), 58.
(24) el-Hazin,
Ali b. Muhammed b. İbrahim el-Bağdadî, (v. 741 / 1341), Lübâbu't-Te’vîl fi
Maani’t-Tenzil, Beyrût, 1/371; Elmalılı, a. g. e. , II / 1372.
(25) Buharî,
a. g. e. , K. Ahkâm, bab: 7, VIII / 107.
(26) el-Ayni,
Ebû Muhammed b. Muhammed b. Ahmed, (v. 885 / 1480), Umdetii 1-Karı fî Şerhi
Sahîhi'l-Buhari, îst. 1308, XXIV / 326, 327.
(27) Buhârî,
a. g. e. , K. Âhkâm, bab: 7, VIII / 107.
(28) el-Kasas,
(28), 83.
(29) Elmalılı
(30) îbn
el-Cevzi, Ebu'l-Ferec Cemâluddin Abdirrahman b. Ali b. Muhammed. (v. 597 / 1201)Zâdu'l
Mesir. fî Îlmi't-Tefsir, Beyrut, 1965, IV/ 243 ; Ebû Hayyân, a. g. e. , V/ 319.
(31) Zemahşerî,
Ebu'l-Kasım Carullah Muhammed b. Ömer el-Harzemî, (c. 583 / 1143), el-Keşşaf an
Hakaik't-Tenzîl, Beyrût, III / 328.
(32) ez-Zemahşerî,
a. g. e. , III / 328; er-Razî, a. g. e. , XVIII / 160; Ebû Hayyan, a. g. e. V /
319; Şevkânî, Muhammed b. Ali b. Muhammed (1250 / 1834), Fethu'l-Kadîr Beyne
Fenni Rivaye ve'd-Dikânî, min 'Ilmi't-Tefsîr, Suriye, 1964, III / 34; el-
Kurtııbî, Ebû Abdillah Muhammed b. Ahmed el-Ensarî, (v. 671 / 1272), el- Câmi'
Li Ahkâmi'l-Kur’ani’l-Azîm, Mısır, IX / 216; îbn el-Arabî, Ebû Bekr Muhammed b.
Abdillah (v. 548 / 1153), Ahkâmu'l-Kur'an, Beyrût, III / 1091.
(33) el-Kurtubı,
a. g. e. , IX / 213.
(34) ez-Zemahşerî,
a. g. e. , III / 328; es-Sâvî, Ahmed, es-Savî alâ'l-Celâleyn, Mısır, II / 210.
(35) ez-Zemahşerî,
a. g. e. , III/328;Ebu Hayyan, a. g. e. , V / 318; Elmalılı, a. g. e. , IV /
2877.
(36) Cassas,
Ebû Bekr b. Ahmed b. Ali er-Razî, Ahkâmu'l-Kur'ân, Beyrût, II / 174; en- Nesefî,
Ebu'l- Berekât Abdullah b. Ahmed b. Muhammed, (v. 710 / 1310) Medâriku't-Terzîl
ve Hakaiku't-Te'yîl, Mısır, 1967, II / 227; Ebû Hayyan, a. g. e„ V / 319;
Bursavî, a. g. e. , IV / 279; Elmalılı, a. g. e. , IV / 2877.
(37) Ebu's-Suud,
Muhammed b. Muhammed el-Amidî, (v. 982 / 1574), irşâdu Akli's- Selîm ilâ Mezâya
1-Kur'ani'l-Kerîm, Beyrut, IV / 286.
(38) en-Nisâburî,
Nizamuddin el-Haren b. Muhammed, huseyn el-Kanuni (v. 525 / 937)
Garâibu'l-Kur'an ve Rağaibü'l-Furkan
(Taberî'nin kenannda) XII / 19. ; Ebu Hayyan, a. g. e. , V / 318.
(39) en-Nisâburî,
a. g. e. , XII/19.
(40) A.
g. e. , a. yer.
(41) Yusuf,
(12), 50-52.
(42) Sâvi,
a. g. e. , 2 / 210.
(43) en-Necm,
(53), 32.
(44) en-Necm,
(53), 32.
(45) er-Razî,
a. g. e, 18 / 161.
(46) Kurtubî,
a. g. e, 9 / 217 ; es-Sabunî Muhammed Ali, Safvetü't-Tefâsir, 2 / 57.
(47) es-Sabunî,
a. g. e, 2 / 57.
(48) Hazin,
a. g. e, 3 / 26 ; Cemel, Hâşiye, 2 / 462.
(49) Taberî,
Ebü Cafer Muhammed b. Cerir, (v. 310 / 922), Camiu’l-Beyân an Tevîlı'l- Kur’an
Mısır, 1945, XII / 5 ; îbn el-Cevzî, a. g. e. , IV / 243.
(50) el-Kehf,
(18), 33.
(51) Taberî,
a. g. e. , 15/151.
(52) İbnu’l-Cevzî,
a. g. e. , 4 / 244.
(53) er-Razî,
a. g. e. , 18 / 161. .
(54) Bursavi,
Ruhu’l-Beyan, 4 / 279.
(55) Şevkânî,
Fethu'l-Kadîr, 3 / 34, 35 ; Îbnu’l-Arabî, Ahkâmu'l-Kur'an, 3 / 1091; Elmalılı,
a. g. e. , 4 /4878.
(56) Bkz,
Bir önceki dipnot ve diğer tefsir kitapları.
Kaynak:
Molla Hüsrev Mehmet Efendi (1400-1480), Erciyes Üniversitesi Gevher Nesibe Tıp
Tarihi Enstitüsü Yayın No: 1114 Mart 1985-Kayseri
Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.
Yorumlar