MUHAMMED İKBAL DÜŞÜNCESİNDE MERKEZİ TEMALARIN ANALİZİ (EGO-AŞK-TANRI)
Felsefî,
psikolojik bir tanımlama olarak “Ben” (İng. ego; Fr. l’ego), akıl sahibi bilinçli öznenin kendisini başka
varlıklardan ayırt edebilmesini sağlayan güç olarak tanımlanmaktadır.
Çoğunlukla “Bilinç”, “Zihin”, “Bellek” gibi tanımlamalar her türlü değişim
karşısında kendi ferdiyetini muhafaza eden ve kendinin de farkında olan bu özü
tanımlamak için kullanıla gelmiştir.
Söz
konusu disiplinlerde farklı ben tanımlamaları yapılmıştır. Zihinsel bir arka
planda varlığı içsel olarak bilinemeyen, madde ötesi, değişmez bir ruh olan
öze, “saf ben” denilirken içsel farkındalığı olan, özneyi diğer varlıklardan
ayırt etme imkanını taşıyan tecrübî
bene “deneysel” ya da “emprik ben”
adı verilmiştir. Bir bilinç birliğince varsayılan öze “transendental ben”,
bilinç halinin duyumsanabilir birliğine ise “içebakış
beni” denilmekteyken, bilinç sahibinin
farkındalık ve duygulanımları ile tüm duyumsama hallerinin şuurunda olması, bu
farkındalıklarını bir bilgi konusu
yapabilmesi, kendi varlık durumunu dış dünyadan algılandığınca nesnel olarak
değerlendirebilmesi haline de “ben
bilinci” denilmektedir.[1]
İnsan
davranışlarının içinde saklı olan temel nedenleri arayan bir bilim olan
psikoloji,[2]
söz konusu olan özne ve aynı zamanda onun yönelimlerinin alanıdır. Kişilik
kavramı ve onun üzerinde ortaya konulmuş olan “kişilik
kuramları”[3],
“benlik yaklaşımı” ve “benlik kuramları” [4]
gibi tüm tanımlama ve anlama gayretleri hep bu temelin varlık sahasına aittir.
Benin
doğasından bahsettiğimizde, ben dediğimiz şeyin insan aklı ve vücudundan ayrı
bir şey olup olmadığı konusunda da psikoloji sahasında farklı teoriler öne
sürülmüştür. S. Ataur Rahim’e göre bu
teorilerden başlıca üç tanesi şöyledir:
1-
Basit tecrübelerimizin
tamamıyla nötr olduğunu söyleyen “Sahipsiz Ben Teorisi” (The no-ownership theory of the self).
2-
Benin insan
vücudundan farklı olduğunu, ruhani, tarifi zor bir öz olduğunu söyleyen “Tanımsız
Ruhani Ben Teorisi” (The inner-elusive
the self).
3-
Tüm hareketi yapanın biyolojik ve zihinsel
bir algılamadan ziyade bir şahıs olduğuna vurgu yapan “Kişi Olarak Ben Teorisi”
(The Self as a person).[5]
Psikoloji
alanında görülen bu farklı teorilerden de anlaşıldığına göre benin fiziki ve
metafiziki boyutlarla ilişkileri, hangi mahiyette olduğu meselesi ve ontolojisi
sorgulanmaktadır. İslâm kültür dünyasına baktığımızda ise genel anlamda İslâm
felsefesinde bu öz, nefs olarak tanımlanmıştır.[6]
İslâm filozoflarınca bununla ifade edilmek istenilen şey, bedenin yani fiziksel
olanın ötesinde bağımsız bir varlığa sahip olan, bedenle geçici beraberliğinin
ardından da varlığını sürdürecek olan tinsel bir varlıktır.[7]
Kur’an-ı Kerîm’de nefs kelimesi ise
sekiz ayrı anlamda kullanılmıştır.[8]
Tasavvuf düşüncesinde can, benlik, ruh manalarıyla beraber diğer anlamda kötü
huyların merkezi olan ve terbiye edilmesi gereken bir cism-i latîf olarak tanımlanmıştır. Nefs-i emmareden
nefs-i kâmileye doğru hayvâni tabiattan en yüksek makama yedi ayrı mertebesi
vardır.[9]
Ego
kavramı üzerinde durduğumuz bu bölümün ardından İkbal’in ben ve benlik
felsefesi üzerinde durulacaktır.
İkbal,
düşüncesinin merkezinde yer alan ben kavramı için Farsça yazılarında “Hodi”,
İngilizce yazılarında “Self ve Ego” Arapça karşılık olarak da “Ene” kelimelerini
kullanmıştır. Hodi kelimesinin çok olumlu manalara gelmediğinin farkındadır.
Ama onun bu kelimeyle anlatmak istediği insanın kendi varlığını bilmesi,
kendisinde varolan potansiyel ve olanakları gerçekleştirmesi, kâinatın bir
parçası ve seçilmişi olduğunun şuuruna varmasıdır. Yoksa onun kastı bu
kelimenin çağrıştırdığı olumsuz, egoist, ben merkezci[10] bir
kavramı tanımlamak değildir. Bunu şöyle açıklamıştır:
“Bu
kelime istenerek seçilmiş değildir, kelimenin edebi açıdan bir çok zayıf
noktası bulunmaktadır. Ahlâki açıdan ise, Farsça ve Urduca’da genellikle menfi
anlamda kullanıla gelmiştir. Bildiğim kadarıyla bu iki dilde hodi kelimesinin
çağrışımlarını ortadan kaldıran eşanlamlı bir kelime de yoktur. Ben söz konusu
kelimeyle insanın kendi varlığını tanımasını, kendi imkan ve kabiliyetlerini
ortaya koymasını, bütün bunların insan için, hayat için son derece önemli
olduğunu anlatmak istiyorum. Benim kullandığım anlamda hodi kelimesiyle
tezahürü bencillik, gurur, öfke vs. olan enâniyet duygusunun hiçbir ilgisi
yoktur.”[11]
İkbal’in
açık bir şekilde ifade ettiği gibi buradaki ben, şahsiyet sahibi olmaya vurgu
yapan bir bendir ki İkbal’in bilhassa Doğu toplumlarının genel davranışsal tabiatları şekline dönüştüğünü
düşündüğü durağanlık, taklit ve Batı dünyası karşısındaki kaybetmeye razı bir
kadercilik ve tasavvufun yanlış yorumlanması hali karşısında onlara güç
verecek, inşası ile Müslüman karakterinin kurulabileceğine inandığı bir anlamı
ifade etmektedir.
Yine
aynı noktadan devam edersek, Dr. Seyyid Abdullah Sehl, “İkbal” isimli kitabında İkbal’in benlik
anlayışı için şöyle demiştir: “Kolay sözcüklerle bunun anlamı kendini, yani
kendi zatını, varlığını veya vücudunu hissetme ya da salahiyetlerini bilme
vs.dir. Bundan murâd bir kişinin kimin evladı olduğunu veya hangi şehirden
geldiğini bilmesi değildir. Burada maksat kişinin Allah’ın kendisine ne gibi
kabiliyetler ihsan ettiğini ve bu kabiliyetlerden nasıl yararlanabileceğini ve
bunlar yardımıyla kendi ve kendi milleti belki bütün insanlığın gelişimi ve
refahı için neler yapılabileceğini bilmesidir. Bütün bunlar insanın kendisini
tanıması ve kendisine güvenmesiyle gerçekleşebilir. Allâme İkbal, işte buna
benlik demektedir”.[12]
Benliğin
yok edilmesini, onun ilahi ummanda kaybolmasını amaçlayan bir geleneğe karşın İkbal,
her ne kadar olumlu bir gaye ile benliğe vurgu yapmış ve onu ön plana çıkarmış
olsa da kendi benlik felsefesini ortaya koyduğunda Müslüman entellektüeller
arasında kıyametler kopmuştur. Nasıl olur da ego gibi imhası gereken negatif
bir temayül yüceltilebilir? İkbal, Nietzsche’nin (d.1844-ö.1900) zararlı
fikirlerinden etkilenmekle suçlanmıştır.[13]
Doğu
ve Batı dünyasının düşünce ve entellektüel birikimine vakıf olan düşünür bütün
fikirlerinde olduğu gibi benlik hususunda da bir sentez yapmış, kavramı kendi
İslamî düşünce sistemine uygun bir hale getirmiştir. Onun benlik felsefesi
İslâm tefekküründe büyük bir aşama olarak kabul edilmektedir.[14]
İkbal’i
böyle bir felsefe geliştirmeye iten ana sebep, kendi ülkesi Hindistan başta
olmak üzere tüm İslâm dünyasında varolduğunu düşündüğü uyuşukluk halidir. O,
şiiri bir vasıta olarak kullanarak beş asırdır uykuda olduğunu söylediği İslâm
dünyasını uyandırmak istemiştir.
Felsefe
tarihinde benlik ve kişilik tahlilinden hareketle felsefe yapmaya çalışan ilk
filozof İkbal değildir.[15]
Hele söz konusu olan insandan yola çıkmak onu merkeze almaksa Sokrates’ten Sofistler’e[16], Renaissance Hümanizminden[17]
Yirminci yy.da insanla alakalı
sorunların Avrupa ve Amerika’da tekrar gündeme geldiği Varoluşçuluk[18]
gibi akımlara kadar düşünce tarihinde pek çok örneklerini görmek mümkündür.
Özellikle Varoloşçuluğun temsilcileri, S. Kierkegaard[19]
(d.1813- ö.1855),
M. Heidegger (d.1886-ö.1976), C. Jaspers (d.1883-ö.1969), G.
Marcel (d.1889-ö.1973) ve J.P. Sartre
(d.1905-ö.1980)
gibi düşünürler ile İkbal arasında insan varoluşuna, onun problemlerine
yaklaşım arasında önemli benzerlikler bulunması ayrıca incelemeye değerdir.[20]
İkbal,
benlik felsefesini şöyle betimlemiştir: “İnsani hayal, istek ve arzularının
aydınlığa kavuştuğu vicdanî birlik veya parlak noktadır. Bu, insan fıtratının
dağınık ve sayısız gücünü bir araya getiren gizemli şeydir. Bu, çabayla ortaya
çıkan şuur veya egodur. Ancak bütün müşâhedâtın yaratıcısı olmakla birlikte
hakikati itibariyle saklı kalmıştır.”[21]
İkbal’in derin anlamlar yüklediği ben
kavramı, Hint mistisizmindeki -her varlığın içindeki ona karakterini veren öz
olarak tanımlanan- “Atman” kavramına benzemektedir. Atman, her şeyin iç kuvveti
ve esas varlığıdır. Hintli bir düşünür olan İkbal, ego felsefesini
geliştirirken tüm farklılıklarına rağmen bu düşünceden de bazı açılardan
faydalanmış olabilir.[22]
İkbal’e göre ben dediğimiz şey, sezgisel olarak
algıladığımız her türlü faaliyetimizin kaynağıdır.[23]
Bu noktada akla modern felsefenin kurucusu olarak kabul edilen Descartes’ın ünlü (d.1591-ö.1650) “cogito” argümanı gelmektedir. Meşhur
kuşkuculuğuyla filozof, doğruluğundan emin olunamayan hiçbir şeyi bilgi olarak
kabul etmezken her şeyden kuşku duyan özne, ona göre bir tek kendi varlığından
kuşku duyamaz. Zira kuşku duyduğu müddetçe kuşku duyan bir şey de var demektir.
Bunun bir neticesi olarak “düşünüyorum, öyleyse varım” (cogito, ergo sum)
sonucu çıkar. Sezgisel olarak algılanan, açık seçik olarak düşünen bir özdür
(res cogitans)
İkbal’in
düşünce sisteminde ontolojik ve metafiziksel
olarak tanımlanabilecek iki tür benlik anlayışından bahsedebiliriz. İlki,
ontolojik olarak en küçük atomlardan âleme, mikrodan makroya her şeyin bir ben
olarak küllî sistemde yerini aldığı,
insanın her şeyin yaratıcısı Mutlak Ben tarafından seçilmiş ve hür bir ben
olarak varolduğu bir sistemin felsefî anlamdaki benidir. İkincisi ise
metafiziksel olarak bâtın boyutuyla İkbal felsefesinin çıkış noktası olarak
kabul edilen “Kendini bilen Rabbini bilir” sözünden çıkarılan tasavvufî benliktir.[24]
Bu benlik, tasavvuf düşüncesindeki insân-ı
kâmil[25]
kavramına çok benzer.[26]
Bu noktada İkbal düşüncesindeki bu bâtıni benliği daha iyi anlayabilmek için,
ego psikolojisi ve tasavvuf arasındaki benzerliklere de değinebiliriz.
Psikiyatrist
Kemal Sayar, “Geçmişin Bilgeliği Bugünün Psikoterapisiyle Buluşabilir
mi? Suf Psikolojisi Örneği” isimli
makalesinde söz konusu benzerlikleri şöyle sıralar;
“-Her
ikisinin de bir insan gelişimi kuramı vardır.
-Daha
fazla kişilik bütünleşmesi için pratik yöntemler önerirler.
-Bilinç,
bilinçötesi ve bilinçdışı kavramlarına sahiptirler.
-Bilinçdışını
keşfetmeye değer bulurlar.
-İnsan
gelişiminin entelektüel yönünden çok yaşantı yönü üzerinde dururlar.
-Bütünleşme yolunda farklı evreler olduğu varsayılır”[27]
Görülmektedir
ki, insani benlik üzerine yoğunlaşmış iki farklı alan olan tasavvuf ve
psikolojide ego ya da nefs kavramları büyük önem arz etmektedir. İkbal de
zamanındaki psikoloji ilmini ilgiyle takip eden, tasavvufi eğilimleri olan bir
düşünür olarak söz konusu kavrama iki alanın da bakış açılarını taşımıştır.
İkbal’e
göre insan, Allah’ın şahsiyet sahibi kıldığı bir bendir. Onu yaratan ise Mutlak
Ben’dir. Bu çalışmamızın “Tanrı Kavramı” bölümünde ayrıntılarıyla İkbal’in
Tanrı anlayışı üzerinde durulacaktır.[28]
İkbal
düşüncesinde en küçük varlıktan Allah’a kadar her şey bir ego sahibidir. Her
zerrede egonun kudreti bulunur. Şahsiyetini kemâle erdiren insanın Yüce
Yaratıcı Allah karşısında ben diyebilmesi her ne kadar mutasavvıflarca mümkün
görülmese de, İkbal bunu mümkün görür.[29]
İnsan, Yüce Yaratıcıya benzemeye, Onun kemalâtından hisse almaya bakmalı ve
ferdiyetini de asla kaybetmemelidir. Bunu şöyle ifade etmiştir: “Benlik Hak
varlığından bir varlıktır. Benlik, Hak tecellîlerinden bir tecellîdir.
Bilmiyorum, eğer deniz olmasa idi bu parlak inci nerede bulunurdu.”[30]
Ego ve Allah tecrübesi dua ve münacatta kendisini gösterir. Allah’ın kendisine
dua edenlere icabet etmesi Onun bir ego oluşunun göstergesidir. Dua ile kader
ve takdir değişir, insan ve yaratıcı arasında faal, etkileşimli bir münasebet
kurulur.[31]
İkbal
için ego, Mutlak Ego olan Allah’a yaklaşabildiği ölçüde hürriyete kavuşur.[32]
Ego yeterince kuvvet bulunca Mutlak Ego’yu idrak edebilir ve ölümsüzlüğe
kavuşur.[33]
En küçük varlıktan Allah’a kadar her şey bir ego sahibidir. Her zerrede egonun
kudreti bulunur.
Dünyanın
her seviyesinde en küçük atomlardan başlayarak birbirinden bağımsız egolar
mevcuttur. Egolar kendilerinden daha yüksek bir varlık formuna yükselme
azmindedirler. İkbal’in mürşidi Mevlana’nın da söylediği gibi; “Cemâdâttan
öldüm ve nebat oldum, nebattan öldüm ve hayvanlığa geldim, hayvanlıktan öldüm
ve insan oldum-şimdi ne diye
korkuyorum? Çünkü ölmekten dolayı hiç eksilmem..
,”[34]
Bu yukarıya doğru olan mücadele dâimîdir ve en değerlinin zaferiyle sonuçlanır.
Alçak olan madde ise yerinde kalır. İkbal’in fikirlerini önemsediği filozof
Nietzsche’nin de dediği gibi “Alçak potentsler tahrip edilir, hiçbir şey
öğrenmemiş olan madde tekrar alttan başlamalıdır.”[35]
Mevlana
ve Nietzsche gibi çok farklı dünyaların insanlarının değişik boyutlarda ifade
ettiği, varlık âleminin bir üstte bulunana doğru olan yükselme azmi, güç istemi
kavramının felsefesinde önemli olduğu Nietzsche için tüm insani yönelişlerde de
temel dürtü olan güç ve iktidar elde etme arzusuyla alakalı gibi gözükmektedir.[36]
İkbal’e
dönersek, her ego ferdîleşme ufkunda yol alır. Bu, insana tehlikelerle dolu ama
engin bir vizyon verir. Allah’ın dağlara, yer ve göğe teklif edilmiş ama sadece
insan tarafından üstlenilmiş emanetidir bu. Nihayetinde o insan, ölümsüz bir
varoluşun mevki sahibidir.
Egonun
hakiki gayesi Allah’tır. Onunla ilişki kurma isteği egoyu Allah’ın
sıfatlarından hisse almaya ve onunla olmaya sevk eder. Tasavvuf ehlinin;
Allah’ın arz ve semaya sığmasa da
mümin’in kalbine sığacağını düşünmesi de yine bu bağlantıyı ifade eder. Peyam-ı Maşrıkta
geçen “Ne Kâbe’ye sığarsın ne puthaneye gelirsin. Lakin seni yana yana
isteyenlere yana yana koşarsın”[37]
beyti de ego ile Allah arasındaki derin bağı ifade eder.[38]
İkbal’e göre insan, Allah’a kendi benini inkâr ederek değil, geliştirerek ulaşabilir.
Hallac’ın söylediği gibi “Ey maksadını fenâda arayan, yokluk hiçbir zaman
mevcut olanı bulamaz.[39]
Ego
yeteri kadar kuvvetlendirildiği zaman insan, Allah’ı müşahede edebilir ve o,
artık ölümü de yaşamayacaktır.[40]
Kelime-i Tevhid nice sırlara sahiptir.
Varoluşun en önemli farkındalıklarından
birisi de gerçek anlamda Allah’tan gayrısının var olmayışıdır:
“Lâ ilâhe illallah’ı
benliğine katan insan, ölünün toprağından görüş ve nazar yetiştirir. Böyle
insanın eteğini bırakma. Zira güneşi ve ayı onun kemendi içinde gördüm.
Sen ey cahil, uyanık gönül ara, bul.
Dedelerin gibi kendine bir yol bul. Müminin gizli sırrı nasıl ifşa ettiğini, ‘Lâ mevcûde illâllah (Allahtan başka var olan
yoktur) ’ sözünden anla.”91
İkbal’in
burada ifade ettiği gibi, imansız bir hayat, varoluşsal dayanağından yoksun
olmaktır. Benliğe istikamet veren Yaratıcıya olan katıksız bir imanî tasdiktir.
İnsana kendisine bu yolu gösterecek bir arayış içinde bulunma çağrısı
yapmıştır.
İkbal,
hemen tüm eserlerinde benlik düşüncesine değişik boyutlarıyla değinmiş ya da
atıfta bulunmuştur. Ben üzerinde en kapsamlı olarak “Esrar-ı Hodi” (Benliğin Sırları) isimli
eserinde durmuştur. Yine “İslam
’da Dini Düşüncenin Yeniden Teşekkülü”
ismiyle kitaplaştırılan konferanslarından birinin konusu “İnsani Benliğin (Ene)
Hürriyeti ve Ölmezliği”dir. Bu noktada söz konusu konferansta geçen İkbal’in
ben üzerindeki vurguları aşağıda incelenecektir.
İnsani Benliğin (Ene)
Hürriyeti ve Ölmezliği
İkbal,
bu konferansta felsefesinin temelini oluşturan benlik kavramını tartışmaya ve
temellendirmeye çalışır. İnançlı bir Müslüman olan İkbal, insani benliğin çıkış
noktası olarak onun Allah’ın yarattığı seçkin, seçilmiş ve hür irade sahibi
oluşu noktalarını tesbit etmiştir. Ona göre Kur’an-ı Kerîm’de bu üç nokta çok açık olarak ifade edilmiştir:
1-
İnsan, Allah’ın
seçtiği varlıktır. “Sonra Rabbi onu seçti, tövbesini kabul etti ve ona doğru
yolu gösterdi.”[41]
2-
İnsan, bütün
kusurlarına rağmen Allah’ın yeryüzündeki
temsilcisidir. “Hani, Rabbin meleklere, -Ben yeryüzünde bir halife yaratacağım-
demişti. Onlar, -Orada bozgunculuk yapacak, kan dökecek birini mi yaratacaksın?
Oysa biz sana hamdederek daima seni tesbih ve takdis ediyoruz- demişler. Allah
da, -Ben sizin bilmediğinizi bilirim- demişti.”[42]
3-
İnsan hayatını riske atarak hür bir varlık
olmayı üstlenmiştir. “Şüphesiz biz emaneti göklere, yere ve dağlara teklif
ettik de onlar onu yüklenmek istemediler, ondan çekindiler. Onu insan yüklendi.
Çünkü o çok zalimdir, çok cahildir.”[43]
İkbal,
tüm bu ayetleri sıraladıktan sonra hayretle İslam tefekkür tarihinde Kur’an’ın
vurguladığı bu insani, hür şahsiyete layıkıyla değer verilmediğini söyler. Ruh
hakikatinin değeri, indirgemeci bir tutumla alçaltılmıştır. Kur’an’ın bizlere
haber verdiği üç ilim kaynağı; tarih, tabiat ve bâtıni tecrübedir ki bu sonuncusunun
değerini bilen sadece tasavvuf olmuştur. İslâm düşünürleri, Yunan felsefesinden
etkilenip Kur’an’ın dinamik anlayışından ayrılarak farklı yorumlara
sapmışlardır.[44]
İkbal,
Doğu’nun kadîm inanç sistemlerinin benlik hakkındaki algı ve konumlandırmalarında
pek çok noksanlıklar tespit etmiştir. Budizm, acıyı merkeze alıp insanın
benliğini yok ederek bu acıdan kurtulabileceğini söylerken Hristiyanlık
akîdesi, aslî günahı esas almış ve insanüstü bir inayetin yardımı olmaksızın
kurtuluşu imkansız kılmıştır.[45]
Hinduizm, dünyanın reel gerçekliğini
inkarla dünyanın içinde bir hapishanede sıkışıp kaldığımızı iddia etmiştir.[46]
İnsan,
şuurlu bir ben olarak çeşitli duygulanımları, zihin ve ruh boyutlarında,
değişim ve dönüşüm kanunlarına tabi olarak tecrübe eder.[47]
İkbal’e göre benlik, kendisini olayların birliği (mental states) şeklinde
gerçekleştirir. Birbirinden kopuk zihinsel süreçler şeklinde meydana gelmez ki
benliğin ilk özelliği de bu bütün oluşudur.[48]
Sonlu olmasına rağmen bağımsız bir nokta merkezli oluş, benin bir başka
vasfıdır. Tecrübe açısından her bir ben kendi dünyasına aittir.[49]
Ama benlerin bağımsız ve kendine özgü oluşları onların münasebetlerine 17.
yüzyıl düşünürlerinden Leibniz’in (d.1646-ö.1716) sistemindeki gibi bir
kapalılık getirmez.
İkbal’in
benleri ile Leibniz’in monadları arasında şekilsel bir benzerlik söz konusudur.
İkbal, bütün düşüncelerinde olduğu gibi bu konuda da Batı dünyasından aldığı
bir takım fikirleri kendi anlayışına göre yorumlayabilmiştir.
Leibniz’in
monadları sıkı bir determinizme tâbîdir ve kendi aralarında birbirlerine
kapalıdırlar. İkbal’in benleri ise birbirleriyle ilişki kuran yaratıcı bir
faaliyetin unsurlarıdır. Leibniz’in monadlar hiyerarşisinde en alt basamakta
bulunan, pasif ve karışık tasarımdaki maddedir, en üstte ise Tanrı yer alır.
Onun tasarımında açıklık vardır ki O,
yegane tek olan aktifliğin kendisidir.[50]
Onun aşağısında birbirinden ayrı tasarımları olan sonsuz sayıda monad bulunur.
İnsanın da içerisinde yer aldığı bu düzende tüm evren organik bir birlik
içindedir. İkbal’de de en üstte Mutlak Ego olan Tanrı bulunur. Fakat İkbal’in
Yaratıcı, faal Tanrısı, Leibniz düşüncesindeki belirlenmiş bir planın
uygulayıcısı Tanrı ile asla aynı değildir.[51]
İkbal’in
dinamik hayat anlayışında en küçük atomdan yukarıya doğru tüm bir âlem, içinde
sonsuz potansiyeller barındıran mahiyettedir. Bu çerçevede Gazâlî’nin şârihi
olduğu İslam ilahiyatçılarının düşüncesinde ene ve benlik zamanın geçmesinden
etkilenmeyen, sade, bölünmez ve değişmez rûhani
bir cevherdir. İkbal’e göre ise bu bakış açısı meselenin metafizik yanına vurgu
yapıp psikolojik yanını açıklamakta yetersiz kalmaktadır.[52]
İkbal, Kant’ın (d.1724-ö.1804) “Bir maddenin bölünmezliği onun tahrip
olunmazlığını isbat etmez” görüşünü
zikretmiş ve cevherin aşama aşama yokluğa gidebileceğini söylemiştir.[53]
İkbal,
söz konusu konferansta benin mahiyetini tartışırken modern psikolojinin de
incelenmesi gereğini vurgulamıştır. Tanınmış psikolog William James’in
(d.1842-ö.1910) görüşlerine değinir. James’e göre şuur halimiz bir “Hayal
Irmağı”na (stream of consciousness)
benzemektedir. Zihin hayatımızın sürekliliği birbirine eklemlenen çengeller
gibi bir zincir oluşturur, İkbal’e göre söz konusu açıklama dikkat çekici
olmasına rağmen tam olarak şuur hayatımızı açıklamaya yeterli değildir.[54]
İkbal’e
göre enenin faaliyeti onun iç tecrübesini meydana getirirken biz eneyi idrak,
muhakeme ve irade fiilerinde
anlamlandırırız. Ve şöyle devam etmiştir: “Enenin hayatı, enenin muhiti ve
muhitin eneyi istilasından hâsıl olan bir nevi tevatürdür. Ene, bu mütekabil
istila sahasının dışında kalmaz. Bilakis, sevk ve idare edici kuvvet sıfatıyla
bu sahanın içinde hazırdır ve kendi tecrübesi vasıtasıyla teşekkül edip bir
zapturapt altına girer.”[55]
Ona
göre, enenin bu sevk ve idare vazifesi hususunu Kur’an şöyle beyan etmiştir: “Sana ruh hakkında soru soruyorlar.
De ki: Ruh, Rabbimin bileceği bir şeydir. Size pek az ilim verilmiştir.”[56]
İkbal bu ayeti yorumlarken Kur’an-ı Kerîm’deki “Emr” ve “Halk” kelimelerinin anlamlarına dikkat çekmiştir.
Kur’an’da buyrulduğu gibi “Halk ve “Emr”
ona mahsustur.[57]
İkbal şöyle söylemiştir: “Her ne kadar ilahi emrin, ene vahdetleri halinde ne
şekilde işlediğini bilmez isek de, yukarıda gördüğümüz âyet-i kerimeden, ruhun
hakiki mahiyetinin sevk ve idare edici kudretinden sudûr ettiğini öğreniyoruz”.[58]
İkbal,
İsrâ Suresi 84. ayetiyle devam etmiştir; “De ki: Herkes kendi yapısına uygun
işler görür. Rabbiniz, en doğru yolda olanı daha iyi bilir.” Ayetteki “ya‘melü”
(davranır) kelimesi önemlidir. Şöyle demiştir: “Hakîki şahsiyetimiz bir şey değil,
bir ameldir”[59]
Benin tecrübesiyse birbiriyle bağlantılı bir vahdeti olan ameller silsilesidir.
Özellikle
Esrar-ı Hodi isimli eserinde
İkbal, benin karakteristiği ve âlemdeki yansımalarını kapsamlı olarak ortaya
koymuş, diğer pek çok eserinde de değişik boyutlarıyla bu konuya değinmiştir.
İkbal’in benliğe dair bu tanımlamaları aşağıda açıklanacaktır.
Benliğin
niteliklerini tanımak insan için önemlidir. Benliğin özellikleri ve
yansımalarını İkbal’den şu şekilde takip mümkündür: Tüm âlemin sırrı olan
benlik ezelîdir:
“Benlik, ne zaman başlamıştır, kimse bilmez. Benlik akşam
sabah halkası içinde değildir. Hızır’dan şu emsalsiz nükteyi işittim: Deniz,
kendi dalgasından daha eski değildir.”[60]
Kendinin
farkında olan insan, benini diri ve canlı tutabilen insan, âlemdeki en ulu
makama erer. Ona göre gerçek zillet, bundan yoksun oluştur:
“Eğer insanın vücudunda “benlik”
dipdiri yaşıyorsa, o fakir değil padişahlar padişahıdır. Fakirin azamet ve
saltanatı, Sultan Sencer ve Sultan Tuğrul’dan aşağı değildir.
Eğer benliğimiz diri ise sonsuz
deniz, topuğunuza kadar çıkmaz, size yol verir. Yüksek dağlar, ayaklarınızın
altında ipekli kumaş haline gelir.
Diri timsah kendi muhitinde hürdür,
istediği gibi haraket eder. Ölü
timsahı, bir serap dalgası zincire bağlayıp sürükler.”[61]
İkbal’in
burada ifade ettiği gibi benliğin canlı tutulması bir gereklilik iken onun için
benliğin yokluğu ise ölüme eşdeğerdir. İkbal, bu hakikatin dünyadaki millet ve
medeniyetlerde zahir olduğunu düşünmüştür:
“Garbın ruhu benlikten mahrum olduğu
için kapkaranlıktır. Şark da aynı sebepten cüzama tutulmuştur.
Arap ruhu, benliği öldüğü için
buhranlar içindedir. Irak’ın ve Acem’in bedeninde damar ve kemik kalmamıştır.
Benliği öldüğü için Hind’in kolu
kanadı kırılmıştır. Ona kafes helâl, yuva ise haram olmuştur.
Yine benlikten mahrum kaldığı için, “Pir-i
Harem” Müslümanın ihramını satıp
kendine ekmek parası yapmıştır.”[62]
İkbal’in burada yaptığı tesbitlerden milletlerin de aynı fertler gibi bir
şahsiyetlerinin olduğu ve kendi benliklerine sahip çıkmaları gerektiğini
söyleyebiliriz. İkbal’e göre âlemdeki nizamın aslı benliktir:
“Varlığın şekli, benliğin
eserlerindendir. Her gördüğün şey, benliğin sırlarındandır.
Benlik, kendi kendini uyandırınca bu
vehim ve zan âlemini zuhura getirdi. Onun zatında yüzlerce cihan gizlidir.
Ondan gayrısı, onun ispatından meydana gelmiştir.”[63]
İkbal’e
göre yaratıcı olan Mutlak Ben’in takdiriyle bütün bir âlem vücuda gelmiştir.
Varlığın zahir ve bâtınında onun iradesi, benliğinin içinde âlemler içinde
âlemler yaratan sayısız potansiyeller vardır:
“Cihana o, düşmanlık tohumu saçmış,
kendisini kendinden başkası (gayr) zannetmiştir.”[64]
“Mücadelenin lezzetini tatsın diye
kendi kendinden bir gayr vücuda getiriyor.
Onu kendi bazusunun kuvveti ile
öldürüyor; kolunun kuvvetini denemek, anlamak istiyor.
Onun kendini aldatmaları, hayatın ta
kendisidir. Gül gibi kandan abdest almak hayatın ta kendisidir.
Bir gül için yüz gülistanın kanını
döker. Bir nağme uğruna yüzlerce feryad eder.
Bir felek için yüz hilal, bir söz
elde etmek için yüzlerce lâf yaratmıştır.
Bu israf ve bu taş yürekliliğin
mazereti, manevi güzelliği yaratmak ve tamamlamaktır.”[65]
Ona
göre âlemdeki tüm zıtlık gibi gözüken çokluğun ardında varoluşun kendi kendini
arayan, tamamlayan, yeniden şekillendiren, kendisiyle tekrar tekrar yüzleşen
cilveleri vardır:
“Kendini göstermek benliğin huyudur.
Her zerrede uyuyan, gizlenen benlik kudretidir.”[66]
“Mademki âlemin hayatı, benlik
kudretindedir; o halde o, ne kadar metin ve muhkem olursa hayat da o derece
metin olur.
Katre, benlik sözünü ezber ederse
değersiz varlığını inci haline getirir.
Benlik, hayat kudretini bir araya
topladı mı hayat ırmağından muazzam bir deniz vücuda getirir.”[67]
Kendini
her şeyde izhâr eden benlik, yaratıcı gücüyle âlemi şekillendiren esastır. Onun
sağlamlığı ölçüsünde varlıkların hayatı olması gerektiği gibi ideal bir hayat
olabilir. Şahsiyetinin farkına varabilen basit bir damla en değerli bir ziynet
olur. Dağlar, denizler, nur, çemen, mum, Arz, Ay, Güneş, çınar[68]
gibi âlemin sayısız unsuru benliklerinin farkındalığı nisbetinde kemâl bulur ya
da değer kaybeder yahut birbirlerine nisbetle fark yaratırlar. Benliğin canlı
kudreti, yaşamı şekillendiren, asıl olandır.
İkbal
düşüncesinde hayatı bir birlik haline getiren, yaşamı değerli kılan, hayatın
motivasyon gücü arzudur. Bilal Sambur, “Iqbal’s Theology Of Life”
isimli makalesinde şöyle söylemiştir:
“Arzu,
İkbal düşüncesinde anahtar özellikte olan sosyal bir dinamiktir. Marx için arzu, mal ve zenginliktir. Freud için
arzu sekstir. Russel için arzu güçtür. Bu düşünürlerin aksine İkbal, arzuyu
parçalara bölmez. Fakat bu, hayatın tüm dinamiğidir.”[69]
İkbal
düşüncesinde yaşam dediğimiz şey ancak bir hedefi olursa değer kazanır.
Hedefsiz hayat boş bir koşuşturmadan ibarettir. Fiziki âlemin manası olan
arzunun kalpte yaşatılması diri olmayı sağlar:
“Hayatın bekası,
bir maksat
ve dâvanın varlığına bağlıdır. Onun kervanının çanı, maksat
ve dâvadır. “[70]
“Hayat,
arayıp
tarama içinde gizlenmiştir; onun aslı arzu
içine gizlenmiştir.
Kalbinde
arzuyu yaşat. Ta ki, bir avuç toprak olan bu varlığın bir mezar haline
gelmesin.
Arzu, renk ve koku cihanın canıdır,
her şeyin yaradılışında arzu mevcuttur.”[71]
İkbal,
arzunun benliği var ettiğine inanmıştır. Buna karşılık arzunun olmayışı ise
benlik için ölüme eşdeğerdir:
“Arzunun yokluğu, diriyi öldürür.
Yanışın eksilmesi alevi söndürür.
Hayatın sermayesi arzudur. Akıl ise
ondan doğmuştur.”[72]
Hayatın
sermayesi, âleme can veren o arzu, kalpte yaşatılabilirse ondan çıkan
aydınlıkla hayat ilahi bir faaliyete sahne olur. Metafiziksel bir rehberlikle
arzu, hayatı varması gereken yere ulaştırır:
“Ey hayatın sırrın yabancı olan
insan, kalk, bir maksat şarabından
sarhoş olarak kalk.
Seherler gibi parlayan bir maksat ve
arzu ile yerinden sıçra; o maksat masivayı yakan bir ateş olsun.
Göklerden daha yüksek, gönül alan,
insanı teshir eden, güzel olan bir maksat olsun.
Eski bâtılı söküp atan, içinde
fitneler, şûrişler gizlenen, baştan aşağı kıyamet olan bir maksat olsun.
Biz, maksatlar yarattığımız için
yaşıyoruz. Biz, arzunun ışığı ile aydınlanıyoruz, parlıyoruz.”[73]
İkbal’e
göre, yaşamı aydınlatacak, insanı neftsen, dünyadan geçirecek, varoluşuna layık
gayeler yaratmak, kâinatı yeniden nizama koyacak, ideal olmaya layık
maksatlarla yeni şeyler söylemek, yaşamımızın gayesine uygun arzularla faaliyet
ateşimizi yakmak gerekmektedir. Ona göre, benliğe güç veren aşk ve muhabbettir:
“Adı benlik olan bir nur noktası,
bizim bir avuç topraktan başka bir şey olmayan varlığımızın altında hayat
kıvılcımıdır.
Onu daha bâki, daha diri, daha
yakıcı ve daha parlak hale getiren muhabbettir.
Onun cevheri muhabbetle alev alır.
Kalbinde gizli olan imkânlar, alev alev yükselir.
Onun yaradılışı, ateşini aşktan
alır. Dünyayı aydınlatmayı aşktan öğrenir.”[74]
Bu
bağlamda aşk ve muhabbet, benliği harekete geçiren kaynaklardır. İkbal için
aşk, fizikî dünyanın ötesinden gelen bir ruh-i cevherdir ki bu âlemin kuralları
onu bağlamaz:
“Aşk, kılıç ve hançerden korkmaz.
Zira aşkın aslı (bu âlemi meydana getiren anâsırdan) sudan, rüzgârdan ve
topraktan değildir.
Cihanda aşkın hem barışı, hem savaşı
vardır. Aşkın cevherli kılıcı âb-ı hayattır.
Aşk bir baktı mı kayalar parçalanır.
Hak aşkı sonunda baştan aşağı Hak olur.
Sevmeyi, âşık olmayı öğren. Bir
sevgili ara. Nuh gözü, (daima ağlayan, inleyen) Eyüp sabrı iste. “[75]
Yüce
Yaratıcının aşkı, insanı mana âlemine yükselten, Hakla beraber kılandır.
Tevhidin kahramanları Peygamberler gibi, insanı aşık olmaya davet etmiştir.
Tasavvufi
bir üslupla, muhataplarının ruhunu diriltecek, kişiye kendi sırlarından haber
verecek bir mürşide tabi olmayı öğütler, eğer insan içindeki aşk mumunu
tutuşturabilirse nice diyarlar onun coşkun alevleriyle yanacaktır:
“Bir avuç topraktan kimya vücuda
getir. Bir kâmil mürşidin eşiğini öp!
Mevlana gibi mumunu uyandır; Tebriz
ateşi içinde Rum’u yak.”[76]
İkbal,
Hz.Muhammed’e olan bağlılığını değişik yerlerde çokça ifade etmiştir. Ona göre
aşkın Peygamberi Hz. Muhammed gibi olmak, Onun yolundan gitmek gerekmektedir.
Şairane üslupla ifadelendirdiği üzere İslâm Peygamberi’nin devrimler yaratan,
intizam veren, ruhlar dirilten, hakka erdiren, sonsuzluk kadar ulaşılmaz, aynı
zamanda toprak gibi mütevazi olan izinden gitmek lazımdır:
“Müslümanın kalbinde Mustafa’nın
makamı vardır. Siz, onun adı ile şeref kazanırsınız.
Tur (Hazreti Musa’nın Allah ile
kelimeleştiği dağ) onun evinin tozundan bir dalgadır. Kâbe’deki Beytülharem
onun kâşanesidir.
Ebediyet, onun vakitlerinin bir
ânından daha azdır. Ebediyet, onun zatından imtidat kazanır.
Kisra’nın tacı, bir hasır üzerinde
rahat bir uykuya dalan onun ümmetinin ayağı altındadır.
Hira (dağ) halvetgâhına çekildi.
Orada millet, din ve hükümet yarattı.
Bir millet, Hüsrev’in tahtı üzerine
yükselsin, orada rahat bir uykuya varsın diye gecelerce gözlerine uyku girmedi.
Savaş vaktinde kılıcı, demirleri
eritir; namaza durunca gözlerinden yaşlar dökülürdü.
Onun kılıcı daima muzaffer duası
içinde idi. Onun kılıcı sultanların neslini kesmişti
Cihanda yeni bir usûl, âyin va ’z
etti. Eski kavimler in kanunlarını
ortadan kaldırdı.”[77]
İkbal,
Hz. Muhammed’in mevkisini duygusal bir uslupla ifade ederken tarihi hatıralarla
bir hissiyatı yaşar ve hissettirmeye çalışır. İkbal’e göre insan Peygamber’in
izinden gidebilirse sonunda Yaratıcının rızasına ulaşacaktır:
“Ta ki, Kâbe’nin Hüdası (Allah) seni
taltif etsin. Seni arz üzerinde kendine halifesi yapsın.”[78]
Benlik,
başkasından bir şey istemekle, diğere muhtaç olmakla zayıflar. İkbal, insanın
minnete düşmemesi için uyarır:
“Ey
Arslan’lardan haraç alan, ihtiyaçtan dolayı tilki mizaçlı olmuşsun.
Senin yaraların fakirliktendir.
Derdinin aslı, yalnız bu hastalıktır.
Ömer gibi deveden kendin in. Sakın
başkasına minnettar olma sakın.”[79]
İnsanın
diğer insanlardan menfaat beklemesi onu aciz düşürür. Böyle bir beklenti aynı
zamanda bir yanılsamadır. İkbal bu noktada sormuştur:
“Ne zamana kadar rütbe ve mansıp
dileneceksin; çocuklar gibi sopadan ata bineceksin? “[80]
İkbal,
çokları dervişane bir yaklaşımla dünyayı ve ona ait geçici şeylerin faniliğini
vurgulamış ve insanı nihai olarak mutlu edemeyeceklerini dile getirmiştir. Ona
göre benlik, aşk ve muhabbetle kuvvet bulunca âlem nizamının açık ve gizli tüm
güçlerine etki eder, hakîki mevkisine aşkla kavuşan benlik içinde emanet olarak
taşıdığı potansiyeli zahir etmeye başlar:
“Benlik, muhabbetle kuvvet
kazanınca, onun kudreti âlemi emri altına alır.
Yıldızlardan nakışlar yapan felek
ihtiyarı, goncaları onun dalından kırıp topladı.
Onun pençesi, Hak pençesi olur. Ay,
onun bir parmağının işareti ile ikiye bölünür.
Cihanda düşmanlık hadiselerinde o
hakem olur. Dara ve Cemşid, onun fermanına boyun eğerler. “[81]
İkbal
düşüncesinde benliği kuvvetlendiren şeyler aşk, fakr, yiğitlik, hoşgörü ve
helal kazançtır. İkbal, bu kavramların ayrı ayrı benliği beslediğini düşünürken
bu kavramların birbirlerinden bağımsız olmadıklarına da inanmıştır. İdeal olan
benliği oluşturma noktasında ilahi aşk helal kazançsız olmayacağı gibi fakr ile
terbiye edilmeyen benlik de noksan kalır. Aynı şekilde aşk ve fakr ile beslenen
bir benlikte Yiğitlik ve hoşgörünün olmayışı düşünülemez. Bu kavramlara daha
geniş olarak bakarsak şunları söyleyebiliriz:
Aşk, benliği kuvvetlendiren, onu
geliştiren, onun diğer benlerle irtibat kurmasını sağlayan güçtür.[82]
Fakr, dünyaya kalben bağlanmamak,
dünyayı kendi başına değerli görmemektir. Fakr sıfatına sahip kişi, dünya
malına ehemmiyet vermez. Geçici olan dünyanın rahatlık ve zevklerinden kendini
uzak tutar.[83]
İkbal,
eserlerinde çeşitli yönleriyle fakr kavramına değinir. Ona göre fakr, benliği
aydınlatan bir kuvvettir:
“Kafirin fakr, benliği yok etmedir,
Müminin fakr, benliği parlatmadır”[84]
Fakr,
her daim Hakla beraber kılandır:
“Ölmeyen, elbet diri, Hak, Hayy
olan, Hak’la olmak, mutlak ömründür inan![85]
İkbal
için diri insan, Haktan gayrı olan her şeyden elini eteğini çekendir. Onun
varlığında kendi benliğinden geçebilendir. Fakr, insanı yücelten, olmazları
olduran, Yaratıcıya yaklaştırandır:
“Fakr nedir? Ey killere tapmış olan! Doğru görmek, bir de sağlam kalp inan! Yaptığın iş, ölçülür fakrın ile, durmadan
dön gel ne olur tevhide de. Hayber’i, arpayla almış fakr niye? Tutsak etmiş,
sultân atmış terkiye!”[86]
“Fakr, verir baskın melekler üstüne,
hem cihândan üst olur, kudret yine. İlkbaşından Hak, makam vermiş sana, camdın
elbet sürmüş elmastan yana.”[87]
Fakr,
İkbal’e göre inançlı insanın gayret kaynağıdır:
“Kafirin fakr, tek yaşanmış bir
hayat, Mü’minin fakrdan da titrer
kâinat”[88]
Ona göre
insan, fakr ile benliğini kuvvetlendirir.[89]
Yiğitlik de İkbal’in saydığı, benliği kuvvetlendiren erdemlerdendir.
Yiğitlik, zor anlarda dirayet sahibi
olup cesaret gösterebilmektir. İkbal gibi bir aksiyon adamı için bu çok
önemlidir. Hayatta cesaret sahibi olanlar, Hakka dayanarak güçlü olurlar. O,
benliği kuvvetlendiren bir kuvvet olarak cesareti şöyle anlatmıştır:
“Tek var olan Hakk’a inanıp ona
bağlanan insan, boynunu her mabudun esaretinden kurtarmıştır. “[90]
Mü’min
Allah’a dayanır ve ondan başka hiçbir şeyden korkmaz, cesaretini ve kuvvetini
ondan alır:
“Hürde ezber, ‘Lâ tehaf’tan (Korkma) güç alır, Elde baş
gezmiş: Kaçan güçsüz kalır. “[91]
“İman
kuvveti, senin hayatını artırır. Daima ‘Lâ
havfun aleyhim ’ âyeti kerimesini oku.
Musa, Firavun’un huzuruna çıktığı zaman onun kalbine kuvvet ve cesaret veren ‘Lâ tehaf’
ayeti olmuştu.”[92]
İkbal
düşüncesinde benliği kuvvetlendiren diğer bir erdem de hoşgörü olarak
zikredilmiştir.[93]
Hoşgörü, imanlı insanın vasıflarından birisidir. Kendi benini oldurma
yolunda olan insan başka benlere de saygılı olmalıdır. Toplum hayatı böyle
teşekkül eder. Allah şöyle buyurur: “(Ey Nebi!) Sen af yolunu tut, iyiliği
emret, cahillerden yüz çevir.”[94]
Bir
hadiste şöyle buyrulmuştur: “Kim bu dünyada bir kulun ayıbını örterse Allah da
onun ayıbını kıyamette örter.”[95]
İkbal,
Helal Kazancı da büyük erdemler arasında zikretmiştir. Helal kazanç ile
her türlü faaliyetinde insan, kendi emeğinin karşılığını aramalıdır. Tasavvufta
da çok önemli görülen helal kazanç, İslâm’ın en önemli düsturlarındandır. Kur’an-ı Kerim de; “Ey İman edenler! Eğer siz ancak Allah’a kulluk
ediyorsanız, size verdiğimiz rızıkların iyi ve temizlerinden yiyin ve Allah’a
şükredin.”[96]
ayetinde, helal kazanç ve rızkı veren Allah’a şükür vurgulanırken, “Ey
Peygamberler! Temiz şeylerden yiyiniz ve iyi ameller işleyiniz. Doğrusu ben,
sizin yaptığınız şeyleri tamamen bilirim.”[97]
ayetiyle de helal rızık ve iyi amel ilişkisine vurgu yapılmıştır.
Hadis-i
Şeriflerde de bu hakikat değişik boyutlarıyla ifade edilmiştir: “En faziletli
amel helal kazançtır.”[98]
hadisinde yine yukarıda verdiğimiz ayette olduğu gibi helal kazanç ile iyi amel
ilişkisine değinilirken “En temiz ve üstün kazanç kişinin el emeği ve her türlü
dürüst alış-verişten kazandığıdır.”[99]
hadisiyle de alın teri ve doğruluğa işaret edilmiştir. “Helali aramak cihaddır”[100]
hadisinde helal kazanç, İslâm dininde en büyük ibadetlerden sayılan cihat
olarak vurgulanırken “Helalin ne olduğunu öğrenip onu kazanmaya çalışmak her
Müslümana vaciptir.”[101]
hadisiyle de bütün bu çerçevede her Müslüman için gerekliliği ifade olunmuştur.
İkbal, İslam’ın bu temel anlayışını şöyle ifade etmiştir:
“Putların süprüntüsünü Kâbe’den
çıkarıp atan (Hz. Muhammed) “Kazanan insan, Allah’ın sevgilisidir dedi.
Dilencilikle deryalar kadar mala
sahip olsan, o mal bir ateş selidir. Eğer kendin kazanırsan bir çiğ danesi,
güzeldir.”[102]
İslam’ın
şartları hakkıyla yerine getirilirse insanın benliği kuvvet kazanır. İmanın ve
İslam’ın şartları insanı kötülüklerden alıkoyar, ibadetlerle insan Yaratıcıyla
buluşur, nefsini terbiye eder. Sosyal adalet sağlanmış olur:
“Lâ ilâhe ... Bir sadeftir ki onun içindeki inci, namazdır. Namaz,
Müslüman kalbine küçük bir hac gibidir.”[103]
İkbal’e
göre benliği zayıflatan şeyler: Korku, kölelik, dilencilik ve soy-sopla övünmektir. Bu zaaflar benliğin olgunlaşmaya
doğru olan yolculuğunda onun ayağını kaydıran ve onu hedefine varmaktan
alıkoyan engellerdir. Benliğin Mutlak Ego’ya doğru olan yolculuğunda bu
engelleri aşması gerekir. Bu zaaflara daha geniş olarak bakarsak şunları
söyleyebiliriz:
Korku, insanın benliğini sarsan,
onun imkanlarını kullanmasına engel olan şeylerdendir. İnsanı her daim cesur
olmaya çağırır.
“Ümitsizlik seni mezar gibi sıkar.
Elvent dağı dahi olsan seni temelinden yıkar.”[104]
“Korku, ölüm memleketinden gelen bir
casustur. Ölümün (merg) başındaki (mim)
harfi gibi içi kapkaranlıktır.”[105]
Yaratıcının
dışındakilerden korkmak batıldır. Korku, insanı düşmanı karşısında rezil eder:
“Haktan gayrı bir şeyden korkmak,
bir düşmandır ki insanda hayat ve faaliyet kudretine saldırır. Hayat kervanının
yolunu kesip onu yağma eden bir eşkiyadır.”[106]
“Düşmanın seni korkak gördü mü, bir
bahçeden gül toplar gibi kolaylıkla seni ele geçirir. Düşman kılıcı başına daha
kuvvetle iner. Onun bir bakışı, sana hançer gibi korkunç görünür.”[107]
Korkunun
tesirinden kurtulan imanlı mümin Hakka dayanır, bu kuvvetle cesaret bulur ve
her mucizeyi gerçekleştirebilir:
“Eğer Hakk’ı tanıyorsan gamdan
kurtul. Şu az, bu çok endişesinden
kurtul.”[108]
“İman
kuvveti, senin hayatını artırır. Daima ‘Lâ
havfun aleyhim ’ âyeti kerimesini oku.
Musa, Firavun’un huzuruna çıktığı zaman, onun kalbine kuvvet ve cesaret veren ‘Lâ tehaf’
âyeti olmuştu.”[109]
İkbal’e
göre korku, kötülüklerin anahtarıdır:
“Eğer dikkat edersen kalbinde
gizlenen her şerrin korkudan doğduğunu görürsün. Rec’a, hilekârlık, yalan,
hepsi korkudan kuvvet alan kötülüklerdir.”[110]
Benliği
zayıflatan diğer bir zaaf olan Kölelik, İslâm dünyasının emperyal güçler
karşısında içine düştüğü mağlubiyet felaketini sonuna kadar yaşamış bir zamanın
insanı olan İkbal için en acı tecrübelerden birisi olmuştur. Bütün gayreti
ümmeti esaret ve benliği zayıflatan kölelikten kurtaracak ateşi
tutuşturabilmektir. Milletlerin kronik hale gelmiş olan zaaflarından
bahsederken şöyle demiştir:
“Milletlerin dertleri ve
hastalıkları vardır. Bunların sebepleri çok ince ve derindir. Eğer izah etmeye
kalkarsak, ne kadar söylesek de yine onu kâfi derecede anlatamayız. Kölelerin
liderleri arslan dininde dahi ancak tilki felsefesi görürler. Ben inanıyorum
ki, gizlice Firavun’un peşinden giden bir Musa dahi olsa, milletinin lânetine
müstahaktır.”16
İkbal
burada Musa Peygamber’in İsrailoğullarını
Firavun’un esaretinden kurtarmasına işaret eder. Musa Peygamber ve kavmi
Mısır’dan çıktıktan sonra çölde kırk yıl dolaşmışlar ancak böyle bir süreden
sonra kölelik zilletine düşmüş olan o kavimden Musa Peygamber’e itaatkar bir nesil yetişebilmiş ve ilahi
irade tecelli etmiştir.
İkbal’e
göre ruhunu kaybetmişlerde hayatın tadı kalmaz:
“Kölelikte ne aşk ne de mezhep
vardır. Hayatın bal gibi lezzeti onlara tatsız gelir.”[111]
“Kölelikte dîdar zevki arama, uyanık
bir can arama. Onun gözü,görmenin mihnetine tahammül edemez. O, dünyada sadece
yemiş, içmiş, uyumuş ve göçmüştür.”™
“Kölenin yüzü gönlü gibi karadır.
Kölenin nağmeleri, tabiatı gibi alçaktır. Onun donmuş gönlünden hararet uçup
gitmiştir. Yarın zevki, bugün lezzeti nedir bilmez. Zaten ney’ini dinlersen
sırrını öğrenirsin. O’nun sazından bir şehrin ölümünü dinlersin.”111
İkbal’e
göre başkalarının esaretine düşende şahsiyet, benlik kalmaz:
“Bir mezar toprağından kulağıma
geldi ki, yerin altında da yaşamak mümkündür. Başkalarının istediği gibi
yaşayan insan, nefes alır, lâkin canı yoktur.
Ne zamana hayat libasını
yırtacaksın? Ne vakte kadar karıncalar gibi toprak içinde yuva yapacaksın?
Kanatlan, şahinlik öğren; ne zamana kadar çör çöp içindeki danepeşinde koşacaksın?”112
İnsanın
şahsiyetini körelten şeylerden kurtulması gereklidir. İkbal felsefesinde
esaret, kendi varlığının değerini bilmeyiştir. Ayrıca inanç ise insanı
esaretten kurtarır:
“Kölelik, bedendeki gönlü öldürür.
Ruh, beden üzerinde bir yük haline gelir.”113,
“Hürde kalp hep, ‘Lâ ilah’tan
parlamış, Beylerin sultânların kul olmamış.”[112]
Allah’a
kul olan diğer bütün her şeyin esaretinden kurtulur düsturunca bu zilletten
kurtuluşun anahtarı “Lâ ilahe İllallah” tır.
İkbal
düşüncesinde benliği zayıflatan diğer bir zaaf olan Dilencilik ise, başkalarına
el açmak, gayret etmeden sefalete razı olmaktır. İnsanın benliğini
başkalarından bir şeyler beklemek de zayıflatır. Bu bir karakter zafiyetine
sebep olur. Peygamber’in huzurunda onu küçük düşürür, İkbal şöyle der:
“Ey arslanlardan haraç alan,
ihtiyaçtan dolayı tilki mizaçlı olmuşsun.
Rızkını başkasının nimetinden arama,
Maşrık çeşmesinden (güneşten) su dalgası arama.
Ta ki, mahşer günü Peygamberin
nazarında mahcup mevkiye düşmeyesin. “[113]
Varlık
sahibi olmak, gayretle olursa bir değer taşır:
“Dilencilikle deryalar kadar mala
sahip olsan, o mal bir ateş selidir. Eğer kendin kazanırsan bir çiğ danesi
güzeldir.
Su üzerindeki hava kabarcıkları gibi
mertliği elden bırakma; o, deniz içinde dahi kadehini baş aşağı tutar.”ll(6
Soy-sopla
övünme,
kuru milliyetçilik davası gütmek vatan ve ümmet sevgisini her zaman teşvik eden
İkbal için benliği zayıflatan şeylerdendir. Irk davası gütmek Müslüman ahlâkı
değildir. Kur’an şöyle buyurmuştur; “Ey insanlar! Şüphe yok ki, biz sizi bir
erkek ve bir dişiden yarattık ve birbirinizi tanımanız için sizi boylara ve
kabilelere ayırdık. Allah katında en değerli olanınız, Ona karşı gelmekten en
çok sakınanızdır. Şüphesiz Allah hakkıyla bilendir, hakkıyla haberdar olandır.”[114]
Konuyla
alakalı pek çok hadislerden birisinde “Asabiyet dâvâsına kalkan, onu yaymaya
çalışan, bu dâvâ yolunda mücâdeleye girişen bizden değildir.”[115]
buyrularak soy-sop ile övünmenin batıl bir iş olduğu vurgulanmıştır. Başka bir
hadiste de, “Bir kimseyi ameli geri bırakmışsa, nesebi, soyu onu kurtaramaz,
yükseltemez, ilerletemez.”[116]
buyrularak Allah katında soy-sopun değil iyi amellerin bir değeri olduğuna
dikkat çekilmektedir.
Tüm
bu İslamî prensiblere bağlı olmaya çalışan İkbal, kendi ruhunu arayan insana seslenmiştir:
“Ey henüz çocukluktan
kurtulmamış insan, sen kendi kendini yetiştir. Müslüman evladı mısın? Nesebini
terk et. Eğer Hazret-i Muhammed’in mensup olduğu Arap kavmi, Peygamberin meb
’us olduğu ırk ise, kan, damar ve deri ile gururlanıyorsa Arab’ı terk et.
Ne Afganlıyız, ne
Türküz, ne de Tatarız. Biz çemen evladıyız; aynı ormanda yetişmişiz. Renk ve
koku ayırmak bize haramdır. Zira bizi aynı ilkbahar yetiştirmiştir.
İkbal’e
göre ırkçılık, soy-sop davası güdenler yaradılışın sırrından gafil olanlardır:
“Kendine Türk, Afgan
adını vermişsin. Yazık sana ki olduğun yerde kalmışsın; bir adım ileri
gidememişsin Müsemmayı isimden kurtar. Kadehlerden geç, küp ile meşgul ol.”[117]
Aynı
zamanda İkbal, benliği terbiye etmekte üç aşamadan bahsetmiştir. Bu aşamalar; itaat,
nefsin zaptı ve Allah’a halife olmaktır. Ona göre benliğin terbiyesi ile insan,
insanlık makamına vasıl olur:
“Bir avuç topraktan
cayır cayır yanan ateş vücuda getirmek, ancak benliğin terbiyesi ile mümkündür.
Musa olmanın sırrı, her
asırda ancak bu olmuştur. Bu Musaları; çöl havası, Şuayb Peygamber ve gece
gündüz çobanlık o hale getirir.”[118]
Esrar-ı
Hodi
adlı eserinde bu üç aşama şöyle anlatılmıştır. Birinci aşama itaattir:
“Hizmet etmek, mihnet
çekmek; devenin şiarıdır. Sabretmek, serâzad olmak devenin işidir.”[119]
İkbal,
burada şikayet etmeksizin vazifesini yapan çilekeş deveyi itaatın sembolü
olarak örnek gösterir ve insana dönerek onu itaate davet eder.
“Sen de Hakk’ın sana
emrettiği farizelerden yüksünme, böyle yaparsan “Hüsn-ül-meab....”[120]
ayetinin nimetlerinden faydalanırsın.[121]
İtaat,
varoluşun ve insani terbiyenin gereğidir.
“Gel, ey eski kanunun
hürriyet verdiği insan, bu gümüş zincirle ayağını süsle. Usûl ve nizamın
sertliğinden şikâyet etme; Mustafa’nın koyduğu şeriat hukukundan dışarı çıkma.”[122]
Nefis terbiyesinde ikinci aşama nefsin zabtıdır.
Benin terbiyesinde nefsin - kötü yönelimlerin bir kaynağı manasında- kontrolü
çok önemlidir:
“Senin nefsin deve
gibidir; benliğini düşünür; benliğine tapar; benliğinin üzerine binmiştir,
başına buyruktur.”[123]
Ve
devamında İkbal uyarmıştır:
“Kendi nefsine hükmünü
geçiremeyen insan, başkalarına kul olur.
Mal sevgisi, devlet
sevgisi, vatan sevgisi, nefsini, akrabayı, kadını
sevmek”[124]
Ona
göre tüm bu geçici heveslerin ilacıysa tevhiddir.
“Lâkin, “Lâ ilâhe
illallah” asası elinde bulundukça, bütün korku tılsımlarını bozar, parçalarsın.
Lâ ikliminde ruhu mamur
olan insan; kadın, evlât kaydından azad olarak yaşar.
Ona
göre İslâm’ın şartları olan tevhid, namaz, oruç, hacc, zekat gibi ibadetler
nefsin terbiyesinde inşâ edici tesirdedir. Şöyle devam etmiştir:
“Bütün bunlar, seni
kuvvetlendirecek sebeplerdir. Eğer Müslümanlığın olgun ve sağlam ise kavi olan
Hakk’a bağlanarak kuvvetli ol ki, toprak devesinin üstüne çıkıp oturasın “[125]
Nefsin
terbiyesinde üçüncü aşama Allah’a halife olmaktır. İnsan, Allah’ın seçilmişidir.[126]
Emaneti yüklenen insanın mevkisi, hakkını verebilirse tüm varlık hiyerarşisinde
en yukarıdadır. İkbal, tüm âlemlerin hasretle beklediği Âdem için şöyle
demiştir:
“Cihan’da Hakk’a naip
olan insan, âlemin canı gibidir. Onun varlığı İsm-i
A’zam’ın gölgesidir.
[127] Ademiyet
sırrı tüm âlemde tecelli edebilir. “Hakk ona ‘Allem’el-esmai
’[128]
bahşettiğini haber vermiştir. O, ‘Subhanellezi esra...’[129]
sırrına mazhâr olmuştur.”[130]
Eğer
insan bu mevkisine layık olursa âleme nizam verecek -kendisinden de beklenilen-
bir irade kuvvetine kavuşabilir. Bunun için İkbal insana şöyle çağrıda
bulunmuştur:
“Şu birbirine düşmüş
milletlerin feryatlarını sustur. Öyle bir nağme vücuda getir ki, o nağme
kulaklara cennet zevkini versin.
Kalk, insanlar arasında
kardeşlik kanununu tanzim et! İnsanlara tekrar sevgi şarabından kadehler sun.
Alem’e tekrar sulh
günlerini getir; çarpışanlara sulh haberini ulaştır.”[131]
İkbal
düşüncesinde merkezde yer alan ego kavramından sonra gelen bölümde onun
düşüncesinde yer alan diğer önemli bir kavram olan aşk kavramı üzerinde
durulacaktır.
Muhammed İkbal, İslâm
düşüncesinin kendisine kadar ulaşan tüm geleneksel birikimini samimiyetle kabul
edip, Batı dünyasından derlediği fikirlerle özgün bir sentezde bulunmuştur.
Bir filozof ve şair
olmakla beraber aynı zamanda kitleler üzerinde etkili olmuş bir liderdir.
Hindistan toprakları üzerinde farklı etnik kökenlerden gelen Müslümanları,
milliyetçilik gibi ayrıştırıcı olduğunu düşündüğü fikirlerden uzak tutmak
istemiş ve onları İslâm milletinin mensubu olmakla övünmeye çağırmıştır.
Müslüman gençliği sürekli bir dinamizm ve cesarete davet etmiştir. İkbal’in en
büyük ideali, “Müslüman İnsan’ın İnşa”sı
projesidir. Müslüman’ın benliğini, onu tarihin bir aktörü kılacak şekilde yeniden
bina ederek, ona şahsiyet kazandırmak gerektiğine inanmıştır.
Bu çalışmada
vurgulandığı gibi, İkbal felsefesinin ego kavramı üzerine bina edildiği
görülmektedir. Âlemdeki en küçük atomlardan Mutlak Ego olan Allah’a kadar her
şey birer benliktir. Bu dinamik âlemde her varlık içerisinde büyük
potansiyeller taşımaktadır. Varlıklar içerisinde Mutlak Ego’ya en yakın olan
ise insandır.
Mevlana’nın izinden
giden İkbal, ondan benlik ve benlikten geçmenin sırlarını, İslâm’ın ve
tasavvufun gizli manalarını öğrenmiştir. İkbal’in düşüncesi, İslam’ı temele
alır. Onun ben kavramı, kendine güvenmeyi, bir şahsiyet sahibi oluşu ve
sorumluluk üstlenmeyi de kapsamaktadır.
İkbal düşüncesinde,
aşkın egoyu kuvvetlendiren en önemli unsur olduğu söylenebilir. Onun için aşk,
ilahi olanadır. Hak aşkı, insanı gerçek makamına yükseltir, benliği fark
ettirir. Hak yoluna insanı götüren en kestirme yol, aşk yoludur. Hayatın kanunu
ve âleme ruh bahşeden, tüm zorlukları aştıran, korkusuzluk veren bir kuvvettir.
İkbal, düşünce tarihi boyunca
görülen epistemolojik bölünmüşlüğe karşıdır. Kalp ve aklın ayrı kulvarlarda
değerlendirilmesi, insanlık âleminin ruhunu körelten bir hata olmuştur. Akıl ve
sezgi, bir kuşun iki kanadı gibidirler. Bir kanadı olmadan kuşun uçamayacağı
gibi bu iki hakikatten birinin noksanlığı ile insan düşüncesi bir yere varamaz.
Kendini Mevlana’nın
manevi müridi sayan İkbal için kalpten uzakta olan akıl, şeytani bir akıldır.
Aşk ve muhabbetle, akıl ile gönül vahdetini sağlamak gereklidir. İkbal, akla ve
sezgiye kendi hakiki değerlerini, epistemolojik bir dengede vererek Doğu ve
Batı âlemini böyle bir senteze davet etmiştir
Ona göre aşk gücünün
pratik hayata geçişi Kelime-i Tevhid ile mümkün olur. Peygamber aşkı da Allah’a
ulaştırır. Peygamber’e olan muhabbet, dünyevi aşkı ilahi aşka dönüştürür.
İkbal için Allah, dinin
temeli olan Mutlak Hakikattir. Onun varlığını ispatta, kurgulanışlarında
pek çok problemler olan klasik akli deliller değil, sezgisel olarak tecrübe
edebildiğimiz inkar edilemez olan dini tecrübe delili bize yol gösterebilir.
İkbal, süreç
felsefesinin de etkisiyle sürekli büyüyen, değişmekte ve oluşmakta olan bir
âlem anlayışını kabul etmiştir. Âlemde olup biten hadiseler durağan değil,
birbirini takip eden bir süreçte tecelli eder.
Allah ve insan beraberce
âlemi şekillendirirler. İnsan ile yaratıcı arasındaki bağ çok güçlü ve dinamik
bir mahiyettedir. Benlik şuurunun en yüksek seviyede gerçekleştiği varlık olan
insan, bütün yaratılmış varlıklar içinde ona halife olarak seçilmiştir. Âdem’in
doğuşuyla tüm bir âlem, içindeki sırlara vakıf olacak bir özneye kavuşmuştur.
İkbal’in felsefesi
hayata dönüştür. Hayatın içinde ne varsa onun düşünce âleminde de bunlar
görülebilir. Bu, aşkla insana, âleme ve Allah’a bakıştır. Onun dinamik
felsefesi, hayata dönüş ekseninde insana, gelişmeye ve yenilenmeye çağrıda
bulunurken yaşadığı topraklardan başlayarak tüm İslâm milletlerini uyandırmaya
çalışır ve onların bir birlik kurmalarını hayal eder.
Kitaplar:
AFİFİ, EBU’L ÂLA,
Muhyiddin İbnü’l-Arabî’de Tasavvuf Felsefesi, Kırkambar Yay., İstanbul, 1999.
AYDIN, MEHMET S., Âlemden Allah’a, Ufuk Kitapları, İstanbul,
2000.
---- , Din Felsefesi, İzmir İlahiyat Fak. Vakfı Yay., İzmir, 1999.
BAYRAKDAR, MEHMET, İslam Felsefesine Giriş, T.D.V.
Yay., Ankara, 2001.
BOZKURT, NEJAT, 20.Yüzyıl Düşünce Akımları Yorumlar ve Eleştiriler,
Sarmal Yay., İstanbul 1998.
CEVİZCİ, AHMET, Felsefe
Sözlüğü, Paradigma yay., İstanbul,
2002.
CÜCELOĞLU, DOĞAN, İnsan
ve Davranışı Psikolojinin Temel Kavramları,
Remzi Kitabevi,
İstanbul, 2000.
ÇELİK, İSA, Muhammed İkbal’in Tasavvufi Düşüncesi, Kaknüs Yay., İstanbul, 2004.
ELİAÇIK, R.İHSAN, Çağa
İz Bırakan Müslüman Önderler, İlke Yay.,
İstanbul, 2008.
GOETHE, J.W., Faust, Çev. Ali Çankırılı, Lacivert Yay., İstanbul, 2009.
---- , Doğu-Batı Divanı, Çev. Senail Özkan, Ötüken Yay., İstanbul, 2009.
GÖKBERK, MACİT, Felsefe
Tarihi, Remzi Kitabevi, İstanbul, 1996.
GÖLPINARLI, ABDÜLBÂKİ,
Mevlana Celaleddin Hayatı, Eserleri, Felsefesi,
İnkılap Yay., İstanbul, 1999.
HACINEBİOĞLU, İSMAİL
LATİF, Does God Exist: The Logical Foundation the
Cosmological Argument,
Insan Publication, İstanbul 2008.
İKBAL, MUHAMMED, Ey Şark
Kavimleri Bundan Sonra Ne Yapmalı, (Ey Şark
Kavimleri-Misafir-Kölelik) Çev. Ahmet Metin
Şahin, Irmak Yay., İstanbul, 2007.
----- , Şarktan Haber (Zebur-i
Acem-Peyam-i Maşrık), Haz:Ali Nihat Tarlan,
Sufi Kitap, İstanbul,
2006.
----- , Kulluk Kitabı (Hicaz
Armağanı, Yeni Gülşen-i Râz, Kulluk
Kitabı, Musa
Vuruşu), Haz. Ali Nihat
Tarlan, Sufi Kitap, İstanbul, 2006.
----- , Esrar ve Rumuz, (Esrar-ı Hodi, Rumuz-ı bîhodi), Çev. Ali Nihat Tarlan,
Sufi Kitap, İstanbul, 2005.
----- , Mektuplar, Çev. Halil
Toker, Kaknüs Yay., İstanbul, 2002
----- , Yansımalar, Çev. Halil
Toker, Kaknüs Yay., İstanbul, 2001.
----- , Cavidname, Çev.
Annemarie Schimmel, Kırkambar Yay.,
İstanbul, 1999.
----- , İslam’da Dini Tefekkürün
Yeniden Teşekkülü, Çev. Sofi Huri, Kırkambar
Yay., İstanbul, 1999.
----- , Şu Masmavi Gökyüzünü Kendi Yurdum Sanmıştım Ben (Seçme
Şiirler),
Çev. Halil Toker, Şûle Yay.,
İstanbul, 1999.
----- , Esrar-ı Hodi, Çev.
Ahmet Metin Şahin, Irmak Yay., Bursa,
1998.
KILIÇ, CEVDET, Muhammed İkbal Hayatı, Şahsiyeti ve Fikirleri,
Elazığ, 2007.
MEVLANA, Mesnevi, Çev.
Şefik Can, Ötüken Yay., İstanbul, 1999.
----- , Rubailer, Çev. M. Nuri
Gençosman, M.E.B. Yay. İstanbul, 1997.
NİETZSCHE, FRIEDRICH, Ve
Böyle Buyurdu Zerdüşt, Gün Yay., İstanbul,
2001.
PEARSON, KEITH ANSELL,
Kusursuz Nihilist-Politik Bir Düşünür
Olarak Nietzsche’ye Giriş, Ayrıntı Yay., İstanbul, 1998.
SCHIMMEL, ANNEMARIE,
Peygamberâne Bir Şâir ve Filozof Muhammed İkbal, Çev. Senail Özkan, Ötüken Yay., İstanbul, 2007.
SCHIMMEL, ANNEMARIE,
Gabriel’s Wing, Iqbal Academy, Pakistan, Lahore 2003.
T.D.V. (HEYET), İslam
İlmihali, T.D.V.Yay., Ankara, 2006.
ULUDAĞ, SÜLEYMAN,
Tasavvuf Terimleri Sözlüğü, Kabalcı Yay.,
İstanbul, 2002.
Makaleler:
AYDIN, MEHMET S., “Süreç
(Proses) Felsefesi Işığında Tanrı-Âlem İlişkisi”,
A.Ü.İ.F.D., c.XXVII, Ankara, 1989, s.s.31-87.
----- , “İkbal’in Felsefesinde İnsan”,
A.Ü.İ.F.D., c.XXIX, Ankara, 1987, s.s.83-95.
BADAIYUNI, ZAMIR
ALI, “Nietzsche, Iqbal And Post-Modernism”, Iqbal Review, Journal of The Iqbal
Academy, Volume:44, Number:2, April
2003, Iqbal Academy Pakistan, Lahore.
BAWHAB, A. B. A., “Henri
Bergson And Muhammad Iqbal”, Iqbal Review, Journal of The Iqbal Academy,
Volume:29, Number:3, Special Issue on
Iqbal And Mysticism, October- December 1988, Iqbal Academy Pakistan, Lahore,
s.s.103-114.
DURRANI, SAEED A., “Sir Thomas Arnold And Iqbal”, Iqbal
Review, Journal of The Iqbal Academy, Special Issue on Sir Thomas W. Arnold,
Summer 1991, Iqbal Academy Pakistan, Lahore, s.s.13-29.
HOBOHM, M. A. H., “Muhammad Iqbal And Germany”, Iqbal Review, Journal of The Iqbal
Academy, Volume:41, Number:4, October 2000, Iqbal Academy Pakistan, Lahore,
s.s.131-137.
KAZMI, LATIF HUSEYIN, “İkbal’de İnsan Varlığı Kavramı”, Çev.
Hasan Ayık, İkbal’in Düşünce Dünyası, Der.:
Ahmet Albayrak, İnsan Yay., İstanbul
2006, s.s.165-181.
----- , “Iqbal and Sartre on Human Freedom and Creativity”, Iqbal
Review,
Journal of The Iqbal
Academy, Volume:41, Number:2, April 2000, Iqbal Academy Pakistan, Lahore,
s.s.59-69.
KHALIQ, ABDUL, “Iqbal’s
Doctrine of Egos And The Leibnizian
Monads”, Iqbal Review, Journal of The Iqbal Academy, Volume:36, Number:1, April
1995, Iqbal Academy Pakistan, Lahore, s.s.1-19.
KILIÇ, CEVDET, “Muhammed
İkbal’in Düşüncesinde Benlik Felsefesi”, Tasavvuf Dergisi, c.I, sy.2, s.s.49-60.
MARUF, MOHAMMED, “Kant
And Iqbal; Epistemic View”, Iqbal Review, Journal of The Iqbal Academy,
Volume:40, Number:3-4, October 1999, Iqbal Academy Pakistan, Lahore, s.s.11-21.
RAHIM, S.ATAUR, “The Self’,
Iqbal Review, Journal of The Iqbal Academy,
Volume:28, Number:1, April-June 1987, Iqbal Academy Pakistan,
Lahore, s.s.55-76.
SABIR, GHULAM, “Kierkegaard And Iqbal Startling Resemblances in Life And Thought”,
Iqbal Review, Journal of The Iqbal Academy, Volume:40, Number:3-4, October
1999, Iqbal Academy Pakistan, Lahore, s.s.23-48.
SAMBUR, BİLAL, “Iqbal’s Theology of Life”, Iqbal
Review, Journal of The Iqbal Academy, Volume:43, Number:2, April 2002, Iqbal
Academy Pakistan, Lahore, s.s.25-34.
SIRMA, İHSAN SÜREYYA, “İkbal’in Düşüncesinde “Lâ ve İllâ”nın
Analizi”, Muhammed İkbal Kitabı, Uluslararası Muhammed İkbal Sempozyumu Bildirileri, 1-2 Aralık
1995, İ.B.B.K.İ.D.B.Yay. İstanbul,
1997, s.s.99-103.
Kaynak:
Sinan
DEDELER, Muhammed İkbal Düşüncesinde Merkezi Temaların Analizi
(Ego-Aşk-Tanrı),Süleyman Demirel Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Felsefe
Ve Din Bilimleri Anabilim Dalı-263731 Yüksek Lisans Tezi, 2010
“KUL” MU ARIYOR ?
“Allah bizi kaybetmiş; O bizi aramakta
O; bizim gibi muhtaç, bizim gibi arzuya öyle
yakalanmış ki...
Lale yaprağına bazen bir yazıp öylece bize haberler
yollar.
Kuşların sinesinde bazen çığlık koparır.
Nergis göz önünden bazen cemalimizi bizim, hayran
hayran seyreder.
Öyle işlevlidir ki, gözleriyle konuşur.
Bizim firakımızla seher vakti ettiği o ah;
Dışta ve içte, altta ve üstte her yerde, dört
köşemizde çağlar.
Topraktan yaratılan fani’yi görmek için neler neler
yarattı;
Renkleri, kokuları temaşa için güya bunlar
yaratılmıştır.
Asıl maksat, bizleri temaşa eylemektir; bunlar birer
bahanedir.
Her zerrede gizlidir; hala bilinemiyor.
Mehtap bir meydanda, her yerde parıldıyor.
Bizim toprağımızda hayat cevheri gaip
Kaynak:
Muhammed İkbal, Şarktan Haber
(Zebur-i Acem-Peyam-i Maşrık),
Haz:Ali Nihat Tarlan, Sufi Kitap, İstanbul, 2006. , s.213
Muhammed İkbal, Şarktan Haber
(Zebur-i Acem-Peyam-i Maşrık),
Haz:Ali Nihat Tarlan, Sufi Kitap, İstanbul, 2006. , s.213
[1] Ahmet
Cevizci, Felsefe Sözlüğü, Paradigma Yay.,
İstanbul 2002, s.142-143
[2] Doğan
Cüceloğlu, İnsan ve Davranışı Psikolojinin Temel Kavramları,
Remzi Kitabevi, İstanbul 2000, s.22
[3] Cüceloğlu,
a.g.e,
s.403-432
[4] Cüceloğlu,
a.g.e, s.427-432
[5]S.Ataur Rahim, “The Self’, Iqbal Review,
Journal of The Iqbal Academy, Volume:28 Number:1,
April-June 1987, Iqbal Academy
Pakistan, Lahore, s.57
[6] Mehmet
S. Aydın, İkbal ’in Felsefesinde İnsan, A.Ü.İ.F.D., c.XXIX, Ankara 1987, s.83
[7] Cevizci,
a.g.e, s.894
[8] 1.
Zâtullah; Taha, 20/41, Al-i İmran, 3/28, En’am, 6/12-54
2. İnsan Ruhu; Fecr, 89/27, En’am, 6/93, Zümer,
39/142
3. Kalp,
Sadr vb. Manalar; Al-i İmran, 3/154, Araf, 7/205, Yusuf, 12/77
4. İnsan Bedeni; Al-i İmran, 3/146, Enbiya,
21/35, Ankebut, 29/57
5. Bedenle Beraber Ruh; Bakara, 2/286, En’am,
6/152, Yunus, 10/23
6. İnsana kötülüğü emreden Kuvvet; Yusuf,
12/18-53, Taha, 20/96, Maide, 5/30
7. Zât manasında; Bakara, 2/48, Lokman, 31/28,
Müddessir, 74/38
8. Cins Manasında; Tevbe, 9/128, Rum, 30/28,
Araf, 7/188 (Cevdet Kılıç, Muhammed İkbal’in Düşüncesinde Benlik Felsefesi,
Tasavvuf Dergisi, c. I, sy.2, s. 50)
[9] Süleyman
Uludağ, Tasavvuf Terimleri Sözlüğü,
Kabalcı Yay., İstanbul 2002, s. 271
[10] Cevizci,
a.g.e., s.337
[11] Aydın, a.g.m., s.83
[12] İkbal, Şu Masmavi Gökyüzünü ...,
s.28
[13] Schimmel,
a.g.e,
s.33; Aynca Nietzsche’nin temel
görüşleri için bkz. Friedrich Nietzsche, Ve Böyle Buyurdu Zerdüşt,
Gün Yay., İstanbul 2001; İkbal’in etkilendiği iddia edilen Zerdüşt’ün
İnsan Öğretisi için bkz., Keith Ansell
Pearson, Kusursuz Nihilist-Politik Bir Düşünür
Olarak Nietzsche ’ye Giriş, Ayrıntı
Yay., İstanbul 1998, s.133-149; Nietzsche-İkbal ve postmodernizm için bkz.
Zamir Ali Badaiyuni, “Nietzsche, Iqbal And
Post-Modernism”,
Iqbal Review, Journal of The Iqbal Academy, Volume:44 Number:2, April 2003, Iqbal Academy Pakistan, Lahore
[14] Aydın, a.g.m.,
s.83
[15] Aydın, a.g.m, s.86
[16] Sofistler, M.Ö. V-IV. yy’da, siyasi ve toplumsal koşulların
değişmesinin ve doğa felsefesinin ardından insan üzerine felsefenin başlatıcısı
olarak ortaya çıkan gezgin felsefe öğretmenleri grubudur. Geniş bilgi için bkz.
Cevizci, a.g.e,
s. 947
[17] Geniş bilgi için bkz. Cevizci, a.g.e.
s. 891
[18] Geniş bilgi için bkz. Cevizci, a.g.e.
s. 1078; Ayrıca bkz. Nejat Bozkurt, 20.Yüzyıl Düşünce Akımları
Yorumlar ve Eleştiriler, Sarmal Yay., İstanbul 1998, s.97-142
[19] İkbal ve Kierkegaard düşüncesindeki
benzerlikler için bkz. Ghulam Sabir, “Kierkegaard And Iqbal Startling Resemblances
in Life And Thought”, Iqbal Review, Journal of The Iqbal
Academy, Volume:40 Number:3-4, October 1999, Iqbal Academy Pakistan, Lahore,
s.23-48
[20] İkbal’in İnsan Kavramı ve Varoluşçu
filozoflarla benzerlikleri için bkz. Latif Hüseyin Kazmi, İkbal’de İnsan Varlığı
Kavramı (makale), Çev. Hasan Ayık, İkbal’in düşünce dünyası,
Der. Ahmet Albayrak, İnsan Yay.,
İstanbul 2006, s.165-181;
Ayrıca bkz: Latif Hussain Kazmi, Iqbal and Sartre on Human Freedom
and Creativity, Iqbal Review,
Journal of The Iqbal Academy, Volume:41 Number:2, April 2000, Iqbal Academy Pakistan, Lahore, s.59-69
[21] İkbal, Şu Masmavi Gökyüzünü ..., s.27
[22] Muhammed İkbal, Cavidname,
Çev. Annemarie Schimmel, Kırkambar
Yay., İstanbul 1999, s.31
[23] Aydın, a.g.m.,
s.83
[24] Kılıç, a.g.m, s.49
[25] Uludağ, a.g.e,
s.186
[26] Muhammed
İkbal, Şu Masmavi Gökyüzünü . , s.27;
İkbal’in Tasavvuf anlayışı ve İnsan-ı Kamil görüşü için bkz. İsa Çelik, Muhammedİkbal’in Tasavvufî Düşüncesi, Kaknüs Yay.,
İstanbul 2004
[27] İsa
Çelik, a.g.e., s.134
[28] Tann Kavramı hakkında geniş bilgi için bu
çalışmada bkz. s.62, Ayrıca İslâm’ın esasları ışığında İkbal üzerinde yapılmış
kapsamlı bir çalışma için bkz: Annemarie Schimmel,
Gabriel’s Wing, Iqbal Academy,
Pakistan, Lahore 2003.
[29] İkbal, Cavidname, s.33
[30] Muhammed
İkbal, Kulluk Kitabı (Hicaz Armağanı, Yeni Gülşen-i Râz, Kulluk Kitabı, Musa vuruşu), Haz. Ali Nihat Tarlan, Sufi Kitap, İstanbul 2006, (HicazArmağanı), s.70
[31] İkbal, Cavidname, s.33
[32] Schimmel,
a.g.e, s.75
[33] Schimmel,
a.g.e, s.227
[34] İkbal, a.g.e, s.32
[35] İkbal, a.g.e, s.31
[36] Nietzsche’nin “Güç istenci” kavramı ve genel olarak
felsefesi için bkz. Cevizci, a.g.e, s.750-753
[37] Muhammed
İkbal, Şarktan Haber (Zebur-i Acem-Peyam-ı Maşrık), Haz. Ali Nihat
Tarlan, Sufi Kitap, İstanbul 2006, Peyam-ı
Maşrık, s.122
[38] Schimmel,
a.g.e, s.67
[39] Çelik, a.g.e, s.127
[40] Schimmel,
a.g.e, s.227
[41] Tahâ,
20/122
[42] Bakara,
2/30
[43] Ahzab, 33/72
[44] Muhammed
İkbal, İslâm ’da Dini Tefekkürün ..., s.113
[45] Aydın,
a.g.m., s.88
[46] Eliaçık,
a.g.e, s.54
[47] Aydın,
a.g.m., s.84
[48] Aydın,
a.g.m., s.84
[49] İkbal,
a.g.e., s.117
[50] Macit
Gökberk, Felsefe Tarihi, Remzi
Kitabevi, İstanbul 1996, s.315; Ayrıca
bkz. Abdul Khaliq, Iqbal ’s
Doctrine of Egos And The Leibnizian Monads, Iqbal Review, Journal of The Iqbal Academy,
Volume:36 Number:1, April 1995, Iqbal
Academy Pakistan, Lahore, s.1-19
[51] İkbal,
a.g.e., s.26
[52] İkbal, İslâm
’da Dini Tefekkürün ., s.118
[53] İkbal,
a.g.e., s.118
[54] İkbal,
a.g.e., s.119
[55] İkbal,
a.g.e., s.120
[56] İsra,
17/85
[57] “... Bilmiş olun ki halk da emr de ancak
Allah’a aittir. Âlemlerin Rabbi olan Allah ne yücedir.” (Araf, 7/54)
[58] İkbal, İslâm
’da Dini Tefekkürün ..., s.120
[59] İkbal, a.g.e.,
s.120
[60] İkbal,
Şarktan Haber, (Peyam-ı Maşrık), s.54
[61] İkbal,
Kulluk Kitabı, (Musa vuruşu), s.151
[62] İkbal,
a.g.e., s.153
[63] İkbal, Esrar
ve Rumuz, (Esrar-ı Hodî), s.32
[64] İkbal,
a.g.e., s.32
[65] İkbal,
a.g.e., s.33
[66] İkbal, a.g.e., s.33
[67] İkbal,
a.g.e., s.34
[68] Sayılan
bu isimler Esrar-ı Hodi’de zikredilir. İkbal, a.g.e., s.34
[69] Bilal
Sambur, “Iqbal’s Theology of Life”, Iqbal Review, Journal of The Iqbal Academy,
Volume:43 Number:2, April 2002, Iqbal
Academy Pakistan, Lahore, s.28
[70] İkbal,
a.g.e., s.35
[71] İkbal,
a.g.e., s.35
[72] İkbal,
a.g.e., s.35
[73] İkbal, a.g.e., s.36
[74] İkbal, a.g.e., s.36
[75] İkbal,
a.g.e, s.36
[76] İkbal,
a.g.e, s.37
[77] İkbal,
a.g.e, s.37
[78] İkbal,
a.g.e, s.37
[79] Hz. Ömer bir gün devesiyle giderken kamçısı
yere düşer, devesinden iner ve kamçıyı kendisi alır, hiç kimseye de minneti
olmamış olur. (İkbal, a.g.e, s.40)
[80] İkbal, a.g.e,
s.40
[81] İkbal, a.g.e,
s.41
[82] İkbal düşüncesindeki önemli bir kavram
olarak çalışmamızda ayrı bir bölümde detaylı olarak işlenmiştir. bkz. Aşk
Kavramı, s.47
[83] İsa Çelik, a.g.m.,
s.91
[84] İkbal, Ey
Şark Kavimleri Bundan Sonra Ne Yapmalı, (Ey Şark Kavimleri, Misafir, Kölelik), Çev. Ahmet Metin Şahin, Irmak Yay., İstanbul
2007, s.58
[85] İkbal, a.g.e., s.149
[86] İkbal, a.g.e,
s.55
[87] İkbal, a.g.e., s.55
[88] İkbal, Ey
Şark Kavimleri ..., (Ey Şark
Kavimleri), s.58
[89] İkbal’in
fakr görüşü için bkz. İsa Çelik, Muhammedİkbal ’in Tasavvufi Düşüncesi, s.246-251
[90] İkbal, Esrar
ve Rumuz, (Rumuz-ı Bîhodî), s. 106
[91] İkbal,
a.g.e., s.63
[92] İkbal, Esrar
ve Rumuz, (Rumuz-ı Bîhodî), s.96
[93] Aydın,
a.g.m., s.96
[94] A’râf,
7/199
[95] Müslim,
Birr, 12
[96] Bakara,
2/172
[97] Mü’minûn, 23/51
[98] Milnavi,
Feyzul-Kadir, 2/26
[99] Ahmed b. Hanbel, Müsned, 2/334,357
[100] Milnavi,
Feyzul-Kadir, 4-270
[101] Heysemi, Mecmauz-Zevaid, 10/291
[102] İkbal, Esrar
ve Rumuz, (Esrar-ı Hodi), s.41
[103] İkbal, a.g.e., s.53
[104] İkbal, a.g.e., (Rumuz-ı Bîhodî), s.95
[105] İkbal, a.g.e., s.97
[106] İkbal, a.g.e., s.96
[107] İkbal, a.g.e., s.97
[108] İkbal, a.g.e., s.96
[109] İkbal, a.g.e., s.96
[110] İkbal, a.g.e., s.97
[111] İkbal, Kulluk
Kitabı, (Kulluk Kitabı), s.110
[112] İkbal, a.g.e., s.68
[113] İkbal, Esrar
ve Rumuz, (Esrar-ı Hodî), s.40
[114] Hucurât,
49/13
[115] Ebu
Dâvud, Edeb 112
[116] İbn Mâce, Mukaddime
17
[117] İkbal,
Esrar ve Rumuz, (Rumuz-ı Bîhodî), s.140
[118] İkbal,
Kulluk Kitabı, (Musa Vuruşu),
s.150
[119] İkbal, Esrar ve Rumuz, (Esrar-ı Hodî), s.51
[120] “Kadınlar, oğullar, yük yük altın ve
gümüş, salma atlar, davarlar ve ekinler gibi nefsin şiddetle arzuladığı şeyler
insana süslü gösterildi. Bunlar dünya hayatının geçimliğidir. Oysa asıl
varılacak güzel yer ancak Allah’ın katındadır.” (Âl-i
İmran,
3/14)
[121] İkbal, Esrar ve Rumuz, (Esrar-ı
Hodî), s.51
[122] İkbal, Esrar ve Rumuz, (Esrar-ı Hodî), s.51
[123] İkbal, a.g.e,
s.52
[124] İkbal, a.g.e,
s.52
[125] İkbal, a.g.e,
s.53
[126] “Şüphesiz biz emaneti göklere, yere ve dağlara
teklif ettik de onlar onu yüklenmek istemediler, ondan çekindiler. Onu insan
yüklendi. Çünkü o çok zalimdir, çok cahildir.” (Ahzab, 33/72)
[127] İkbal, Esrar ve Rumuz, (Esrar-ı Hodî), s.53
[128] “Allah, Adem’e bütün varlıkların isimlerini
öğretti. Sonra onları meleklere göstererek, ‘Eğer
doğru söyleyenler iseniz, haydi bana bunların isimlerini bildirin’ dedi.” (Bakara, 2/31)
[129] “Kendisine ayetlerimizden bir kısmını
gösterelim diye kulunu (Muhammed’i) bir gece Mescid-i Haram’dan çevresini
bereketlendirdiğimiz Mescid-i Aksa’ya götüren Allah’ın şanı yücedir. Hiç
şüphesiz O, Hakkıyla işitendir, hakkıyla görendir.” (İsra, 17/1)
[130] İkbal, a.g.e., s.54
[131] İkbal, a.g.e,
s.55
Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.
Yorumlar