MÜSLÜMAN TÜRKLER HİÇBİR KAVME ZULMETMEMİŞLERDİR
Prof. Dr. Süleyman ATEŞ
Çok önceki yıllarda ilahiyat Fakültesi Dergisinde çıkan bir makalemde
“Toprak ve İslâm”, konusunu işlerken, yüzyıllar boyu Türk topraklarında ve Türk
Devletinin himayesi altında mes’ut ve müreffeh yaşamış, Müslüman Türkün
sınırsız müsamahasından yararlanmış olan Ermeni kavminin, yaşadıkları müddet
içinde bazı mülk edinme durumlarına değinmiş ve “İslâm Hukuku”nun ırk ve dil
ayırımı gözetmeden bütün tebaası hakkında uyguladığı eşitliğe işaret etmiştim.
Bu ifadelerimin, sonradan, Ermenilerin masumiyetlerini ileri sürdüğüm şeklinde,
tamamen yanlış bir anlama çekildiğini müşahede ettim.
Hâlbuki amacım, İslâm Hukukunda,
fethedilen toprakların, esas itibariyle devlete ait olduğunu, Devletin onu
şahıslara ikta edeceğini, iyi işletmeyenlerden veya herhangi sebeple olursa
olsun toprağı terk edenlerden toprağın alınıp iyi işletecek kimselere
verileceğini, kapanların eline bırakılmayacağını, devletin bu topraklara sahip
çıkacağını; bazı köylerde Ermenilerden kalan metruke arazinin de onları
kapıvermiş olan zengin toprak sahiplerinden alınıp topraksız köylülere
dağıtılması gerektiğini anlatmak idi.
İslamiyet’i kabulden itibaren İslâm hukukunun eşitlik prensibini bütün
tebaasına titizlikle uygulamış olan Türk Milleti ile asırlarca iç içe yaşamış
ve bu hukukun nimetlerinden yararlanmış bulunan Ermenilerin, bugün çeşitli
ülkelerde yaşamakta olan fanatik gruplan, tarihî gerçekleri saptırarak, güya
Türklerden zulüm gördükleri yaygarasıyle dünya kamuoyunu aldatmaya
çalıştıkları, teröre başvurdukları, hariçteki masum Türk diplomatlarının
hunharca kanma girmekten çekinmedikleri görülmektedir.
Çeşitli komşu ülkelerde ve Avrupa devletlerinde örgütlenmiş olan Ermeni
çetelerinin, son yıllardaki tutumları, konuyu tekrar güncel hale getirdiğinden,
Türklerin hiçbir devirde masum insanlara zulmetmediklerini, tersine
Ermenilerin, birlikte yaşadıkları bu âlicenap milletin bütün iyiliklerini bir
anda unutarak nasıl gaddarca bir ihanet içine girdiklerini ve bundan dolayı
tehcir kanununun çıkarılmasını zorunlu hale getirdiklerini şerh etmek
ihtiyacını duydum.
Ermenilerin bugünkü iddiâlarına göre kendileri, Osmanlı Devletinin son
yıllarında göçe zorlanmışlardır. Ama bu, öyle durup dururken yapılmış bir şey
değildir. O tarihlerde Türk orduları çeşitli cephelerde savaş verirlerken
içeride de Ermeni çetelerinin, baskın, toplu öldürme, terör gibi çeşitli
ihanetleriyle karşı karşıya kalmışlardı. Türk Devleti, asırlarca ırk ayırımı
yapmadan himaye ettiği bir kavmin ihanetiyle karşı karşıya kalınca asayiş ve
düzenin sağlanması, Devletin ve Milletin güvenlik ve huzur için tehlikeli
bölgelerdeki Ermenilerin yerlerini değiştirmek, onları cephe dışına sevk etmek
zaruretini duymuştur.
Arkadan vuran, namusa tecavüz eden,
insanları kazıklara oturtmak, kuyulara atmak, benzin döküp yakmak gibi çeşitli
işkencelerle öldüren hainlere mazlumların tepki göstermesinden tabii bir şey
olamaz. Ama bu, halkın gösterdiği, bazı ferdî olaylardan ibaret olmuştur
Kesinlikle Türk Devleti, Ermenileri kasden katlettirmemiş ve böyle bir kanun
veya emir çıkarmamıştır.
Ondokuzuncu yüzyıl başlarına kadar devletin sadık tebeası olarak kalan ve
millet—i sâdıka adıyla adlandırılan Ermeniler; Osmanlı Devletini parçalayıp
kendi aralarında bölüştürmek isteyen Avrupa Devletlerinin kışkırtmalarıyla
ayaklanmaya, uzun zamandan beri birlikte ve barış içinde yaşadıkları Türklere
karşı gizli ve açık cinayetler işlemeğe, kuvvetli ve çoğunlukta oldukları bazı
köylerde feci katliâmlar yapmağa başlamışlardı. Onların bu katliâmlardan
amaçları Türk halkını göçe zorlamak, yahut tamamen imha edip onların
toprakları üzerinde bir Ermeni Devleti kurmak idi.
Topraklarımızda
hak iddiâ eden Ermeniler, Türklerin, kendilerine âit toprakları ellerinden
almış olduklarını ileri sürmektedirler. Bu tamamen hayal ürünüdür. Çünkü Türkler,
Anadolu’yu Ermenilerden değil, Bizanslılardan almışlardır. Türklerin Anadolu’yu
fethetmelerine kadar Ermeniler, ya Bizansın veya İran’ın uyruğu olarak küçük
prenslikler halinde yaşamışlar, hiçbir zaman devlet kuramamışlardır. Bizanslılar
onları mezhep değiştirmeye zorlamışlar ve katliâma, sürgüne tabi tutmuşlardır.
Daha 1064 tarihinde Ermenilerin Kars Bağratlı Prensi Gagik-Abas,
Prensliğini Bizans İmparatoru X. Konsantantin Dukas’a devretmiş ve
karşılığında Kapodakya (Kayseri, Niğde bölgesi) da Zamantı kentini almıştı.
Vaspurakan Prensi Senekerim 1021 tarihinde ve Ani Prensi II. Gagik-Haçik de
1045 yılında topraklarını imparator Konstantin Monak'a hediye
etmişlerdi. Ermeni tarihçisi Urfalı Mateos (Matthieu d’Edesse), vakayinamesinde
Ermenistan’ın Bizans’a devredilmesinden şöyle yakınır:
“İşte Ermeni kavmi bu suretle esaret altına alındı. Memleket kâmilen kanla
kaplandı. Ermenistan Greklerin elinden (Türkler tarafından) alındıktan sonra
Ermeniler, Rumların bütün fenalıklarından kurtulmuş oldular. Fakat onlar
(Bizanslılar), bundan sonra da Ermeni mezhebinin tetkiki ile uğraştılar ve
Allah’ın kilisesinin içinde kargaşalık çıkarttılar. .. ” (Mateos’un
Vakayinamesi, Türkçeye. çeviren: Hrants D. Andreasyan, Ankara 1962, s. 122;
H,K. Türkgözü, Ermeni Mezalimi, s. 8, Ankara, 1982).
Görüldüğü üzere Ermeniler, Bizanslılar tarafından ezilirken Türkler
sayesinde din ve vicdan özgürlüğüne kavuşmuşlar ve asırlarca mutlu olarak
yaşamışlardır.
İslâmda hiç kimse din değiştirmeğe zorlanamaz. “Dinde zorlama yoktur. Doğruluk, sapıklıktan seçilip belli olmuştur. Kim
Tâğut (şeytan) ı inkar edip Allah'a inanırsa muhakkak ki o, kopmayan
sağlam bir kulpa yapışmıştır. Allah, işitendir, bilendir.'’, (Bakara suresi:
256) âyeti ile insanları din değiştirmeğe zorlamak yasaklanmıştı. İşte bundan
dolayıdır ki Osmanlı Devleti, sınırlarını Viyana’ya ve İtalya’ya kadar
genişlettiği halde o ülkelerin Hristiyan halkını dinlerinde serbest
bırakmıştır. Eğer zorlama olsaydı bugün Balkanlarda tek Hristiyan kalmaz,
İtalya’dan Viyana’ya kadar bütün Orta Avrupa halkı Müslüman olurdu. Ama İslâm,
böyle bir zorlamaya müsaade etmediği için Balkan ülkelerinin halkları,
asırlarca din özgürlüğü içinde yaşamışlardır. Osmanlı Devletinin tanıdığı vicdan hürriyetinden en geniş ölçüde yararlanan
kavimlerden biri de Ermenilerdir.
Fatih Sultan Mehmet, İstanbul’u aldıktan sonra Rumlarla birlikte Ermenilere
de bazı haklar tanıdı. Daha önceki Osmanlı hükümdarları da Ermenilere
imtiyazlar tanımış, Rumlardan ayrı bir cemaat olarak yaşamalarına, müsaade
etmişlerdi. Ermenilerin Batı Anadolu’da ilk ruhanî
merkezi Kütahya idi. Orhan Gazi Devrinde bu merkez, Bursa’ya
nakledildi. İstanbul’un fethinden sonra da önce Ermenilere bir piskopos tayin
edilmiş ve daha sonra da Bursa Piskoposu Ovokim, İstanbul’ daki Ermeni
cemaatine patrik yapılmıştır. Daha sonra Beyazid II de 1485 tarihli bir
fermanla, Sulumanastır Ermeni Kilisesinin bu cemaate ait olduğunu teyidetti.
Ermeniler İstanbul’a gelmeğe başladılar. Anadolu’daki şehirlerden, Ermenilerin
İstanbul’a gelmeleri, XVI. y. yılda da devam etti. 1534 de Kanuni Sultan
Süleyman zamanında Van ve çevresinin fethi sırasında birçok usta ve sanatkâr
Ermeni İstanbul’a getirtildi. 1590 da Gürcistan’ın fethi sırasında da bu türlü
nakil ve iskânlar yapıldı. Çeşitli yerlerden gelip İstanbul’a yerleşen
Ermeniler, cami saray, medrese, kervansaray ve hamam inşaatında işçi, kalfa,
usta ve mimar olarak çalıştılar. Bundan sonra XVII. y. yılda da İstanbul’daki
Ermeniler arasında yerliler ve taşralılar diye ayrılıklar doğdu.
Öte yandan XVIII. yüzyıl başlarında Kafkaslı Ermeniler, İran -Osmanlı
anlaşmazlığından yararlanarak Karabağ’da bir derebeylik kurarak kendilerine
Karabağ melikleri adını verdiler. Bunlar 1722 -1724 yıllarında Osmanlılara
karşı savaştılar. Bu olaylar, Batılı Ermenilerin üzerinde de etki yaptı.
Osmanlı Rus savaşlarında o bölgedeki Ermeniler, Ruslara yardım ettiler. Zaten
XVII. Yüzyıl ortalarından itibaren bir kısım Ermenilerin Ruslara bel bağlaması
yüzünden Çar Deli Petro da dikkatini Kafkaslara dikmiş, oraya sızmaya başlamış,
eski Ermenistan’ın bir kısmını teşkil eden bu bölgeyi İran’dan almayı da
başarmıştı. Ancak Ruslar orada
hiçbir zaman bir Ermeni krallığı kurmadılar. Ve bu yüzden Ermeniler Rus-İngiliz
rekabeti karşısında zaman zaman İngilizlerin yardımıyla bağımsızlığa kavuşmak
ümidine kapıldılar.
İstanbul’da ve bütün Osmanlı ülkelerinde ise Ermeniler sakin, kendi hal ve
işleriyle meşgul olarak yaşadılar. Her çeşit sanayi ve ticaret işlerinde iyi
bir vatandaş gibi çalışarak özellikle kuyumculuk, yazmacılık, çuhacılık gibi
el sanatlarını İstanbul, Sivas, Kayseri gibi büyük merkezlerde geliştirdiler. 1839 yılında ilan
edilen Tanzimat fermanıyla diğer bütün gayri müslimlere olduğu gibi Ermenilere
de daha geniş haklar tanındı. Askere de alınmayan Ermeniler, ülkede İktisadî
durumlarını güçlendirdiler ve büyük ölçüde ülke iktisadını ellerinde bulundurdular.
Kendilerine bu imkânları bahşeden
devlete teşekkür etmeleri gerekirken, yabancı güçlerin tahrikleriyle devlete
başkaldırma nankörlüğünü gösterdiler.
Çarlık Rusya’sında
Ermeniler esir gibi yaşarken Osmanlı ülkesindeki Ermeniler özgürlük ve
Türklerle barış içinde yaşıyorlardı. Fakat bu karşılıklı güven durumu,
1877-1878 Osmanlı—Rus savaşlarına kadar sürebildi. Bundan sonra devletin
siyasi ve asken zayıflığından faydalanmak isteyen devletlerin tahrikleriyle
Ermeni komitacıları, bağımsızlık ülküsüne kapıldılar. Bu sırada Van’da bir din
adamı, bir matbaa kurarak Ermeni bağımsızlığı amacını güden Van-Karteli adlı
gazeteyi yayınladı. Diğer vilâyetlerde de bağımsız Ermenistan için çalışmalar
başladı. Bu hareketin başında bulunan Mıgırdiç Harimyan, 1869 da Ermeni
patrikliğine seçilerek İstanbul’a gelince Ermeni millî meclisinde çalışmalara
başladı. Ermeni çetelerinin baskılarıyla vilâyetlerde Ermenilere haksızlık ve
zulüm yapıldığına dair raporlar yayınladı.
Kurulan çeşitli Ermeni komitaları, Avrupa devletlerine Osmanlının
Ermenilere zulüm yaptığını anlatan şikâyetnameler gönderip Türkler aleyhine
kamu oyu oluşturmaya çalıştılar. Doğu vilâyetlerinin Ermenistan olarak
bağımsızlık kazanması, olmazsa buraların Rus Kontrolü altına alınması istendi.
Kanuni Esâsînin ilânında da bir kısım
Ermenilerin taşkın hareketleri görüldü. Okullarda ihtilâl, isyan ve istiklal
manzumeleri okutuldu. Ararat, Kilikya gibi cemiyetler de ülkenin her tarafında
fesat tohumları ekti. Sonuçta her yanda Ermeni isyanları başladı. 1862 de
Maraş’ın Zeytun nahiyesinde görülen Ermeni ayaklanması, daha sonra birkaç kez
tekrarlandı. Bundan sonra asıl ihtilal komitaları teşekkül etti. İstanbul’da,
Muşta, Eleştkirt’te ayaklanmalar baş gösterdi. 1886 da İsviçre’de kurulan
Hınçak cemiyeti, daha sonra çeşitli yerlerde şubeler açarak Ermeni bağımsızlığının
silahlı yolla kazanılacağını yaymaya çalıştı. 1890 da Ermeni İhtilâlciler
birliği demek olan Taşnak Komitesi kuruldu. Derhal çalışmaya geçen bu
komitalar, Erzurum ve İstanbul’da gösteriler, Kayseri, Merzifon, Yozgat ve
Sasonda ayaklanmalar düzenledi. Bu kuruluşlara bağlı tethişçi silâhlı
komitacılar, 1896 da Galata’daki Osmanlı Bankasını basarak Batı Devletlerinin
müdahelesini sağlamak istediler. Sasondaki yeni bir ayaklanma ile Abdulhamid II
ye karşı yapılan Yıldız Suikastı, yine onların eseri oldu. II. Meşrutiyetin
ilânından sonra da fesat hareketlerine devam ettiler ve Adana’da ayaklandılar.
Bu olay, 31 Mart olayından faydalanarak çıkarılmıştı. Çünkü komitacılar, her
ne pahasına olursa olsun Adana Maraş bölgesinin istiklâlini sağlamayı kararlaştırmışlardı.
Olay, Müslüman halkın dinî ve millî duygularına saldırma, Türk Evlerine haç
işaretleri çizme, sokaklara tehdit yaftaları yapıştırma, yollarda erkek ve
kadınlara fiilî hücum, jandarmanın ve halkın öldürülmesi şeklinde başladı.
Birinci Dünya Savaşından önce bir ihtilâl için geniş çapta hazırlık yapmış
olan Ermeni Komitaları, kasaba ve köylerde teşkilat kurmuş ve silah yığınağı
yapmışlardı. Osmanlı Devletinin savaşa girmesini fırsat bilen Ermeniler,
kurdukları intikam taburlarıyla Ruslarla birlik olup Türklere karşı savaşmaya
başladılar. Anadolu’daki Komitacılar da bölge Ermenilerini silahlandırarak
Osmanlı ordusunu iki düşman arasında bırakmışlardı. Bu sırada Kemah civarında
bir manastırda toplanan komitacılar, genel saldın ve kütle halinde öldürme
planı hazırladılar. Planları gerçekleşmediği için tevkif olunan Erzincanlı bir
ermeni, üç beş gün daha geçmiş olsaydı komitaların aldıkları tertibat ile
Erzincan’ı tamamen ateşe vereceklerini, yakıp yıkacaklarını, genel bir katliam
yapacaklarını itiraf etmiştir.
Buna benzer olaylar yüzünden hükümet 14 Mayıs 1915 tarihinde Tehcir
Kanununu çıkardı. Bundan böyle tehlikeli bölgelerdeki Ermenilerin bir kısmının
daha az tehlikeli olabilecekleri bölgelere göç ettirilmesi idi.
Fakat Ermeniler,
Rus işgaline girmiş olan bölgelerde insan vicdanının kabul edemeyeceği
derecede vahşi cinayetler işlediler. Dokuz yıl Doğu Cephesinde askerlik
görevini yapan babam, Ermenilerin yaptığı zulümleri anlatırdı. Aynı olayları,
Erzurum'da akrabamız bulunan merhum Faik Pirimoğlu’ndan da dinlemiş idim.
İkinci baskısı Şubat 1335 (1919) yılında yapılmış olan “İslâm
Ahâlînin dûçar oldukları mezâlim hakkında vesâike müstenid ma’lûmât” adlı eserde resim ve
belgelerle Ermeni mezalimi anlatılmaktadır. Bu eseri sadeleştirerek bugünkü
harflerle neşreden Halil Kemal Türkgözü de Ermeni mezâlimi
hakkında hayli belge vermektedir. Şimdi adı geçen eserin, Ermeni mezâlimini
anlatan bazı parçalarını aşağıya aktarmayı yararlı görüyorum.
Cereyan eden olaylar hakkında bilgi almak üzere sınırın doğusuna gönderilen
tarafsız kişilerden ve özellikle Rumlardan, Giresun’un Çınarlı mahallesinden
Statios oğlu Yako, 26 Şubat 1918 tarihli mektubunda şöyle anlatıyor:
“Daldaban’da bulunduğumuz sırada, düşman askeri Zağra(Zigana)ı muhtarını
altı arkadaşıyla yakalayıp Daldâban’a getirdiler. Yolda bunları fena halde
dövüp kanlar içinde bıraktılar. Muhtar ve arkadaşlarının, düşman ambarından 37
tüfek çaldığını söylüyorlardı. Bundan sonra 15 Rus ve Ermeni askeri muhtarın
evini basarak karısı ile kızını dağa kaldırdılar. Muhtar ve arkadaşlarının ne
olduklarını öğrenemedik. Oradan nereye götürdükleri belli olmadı” (Ermeni
Mezalimi, s. 63).
Daldaban’dan iki saat uzaklıkta bulunan Tekke köyünde Ermeniler iki
Müslüman ile bir Rumu öldürdüler. Trabzon’dan Batum’a hareket eden bir kısım
asker, Sürmene'nin mağazalarını basıp yağma etmek istediler ise; de halk silâha
sarılarak bunlardan bazılarını öldürdüler.
Rusİar daha fazla
ilerlemenin mümkün olmadığını görünce, çekildiler ve Trabzon’a geldiler. Ertesi
gün bu askerlerin bazıları vapurla giderken aynı gün Trabzon’a gelmiş olan beş
Sürmene kayığının iskelede bulunduğunu gördüler. Hemen Sürmene’de Ruslara
kurşun sıkanların bunlar olduğunu ortalığa yayarak bunlardan bazılarını
yakaladılar ve arama ile iki kayıkta üç tüfek buldular. İşittiğime göre bu
tüfekleri, kendileri Sürmenelilere satmışlardı. Bu sırada Sürmeneliler üzerine
ateş açarak bunlardan bazılarını iskele üzerinde, bazılarını da denize atarak
öldürdüklerini gördüm.
Aynı zamanda bu askerlerden bir kısmı, süngülü silahlarıyla Trabzon’daki
Gâvur meydanına geldiler. Hemen orada Rus, Ermeni ve Tatar askerlerini toplayıp
halkı evlerine çekilmeye zorladılar. Bunlardan bir kısmının, çarşıda fesli
görüp Müslüman zannettikleri 600 kişiyi topladıkları söylenir. Bunları öldürmek
için Değirmen Deresine götürdüler. Yolda bunlardan üç kişiyi öldürdüler. Aynı
gün Ermenilerin, Trabzon’un tenha mahallelerinde 38 Müslüman öldürdükleri
söylenmektedir.
Mezalime son vermek için ilerleyip Erzincan—Kelkit—Trabzon hattını işgal
eden Türk birlikleri Ermeni birliklerinin tüyler ürpertici vahşet sahneleriyle
karşılaşmışlardır. Ordu komutanı, Başkomutanlık vekâletine 16 Şubat 1918
tarihinde şunları yazmıştır:
“Çardaklı Boğazından Erzincan’a kadar olan bütün köyleri, hattâ bir kulübe
bile sağlam kalmamak şartıyla tahrip edilmiş gördüm. Bahçelerin ağaçlan
kesilmiş, köylerden bir kişi bile sağ bırakılmamıştır. Ermenilerin Erzincan’da
yaptıkları mezalimi, dünya tarihi bugüne kadar yazmamıştır. Üç günden beri
Ermeniler tarafından öldürülüp ortada bırakılan Müslümanların cesetleri
toplatmaktadır. Şehid edilen bu günahsız insanlar arasında sütten kesilmemiş
çocuklar, doksanını aşmış ihtiyarlar ve parçalanmış kadınlar vardır.”
Ermeni birliklerinin yaptığı vahşetten iğrenerek, bu birliklerdeki subaylık
görevini terk edip Erzincan’da kalan Türkistan XIII. Avcı alayı mensuplarından
yüzbaşı vekili Kazimir, mezalimle ilgili raporunda şöyle diyor:
“Ermeniler,
Müslümanları Sarıkamış’ta çalıştırmak bahanesiyle topladılar ve şehirden iki
km. ayrılınca öldürdüler. Eğer Ermeniler arasında Rus subayları bulunmasa idi
mezalimin daha geniş çapta yapılacağı muhakkak idi. Bir gecede 800 Müslümanın
kesildiğini bizzat Ermenilerden işittim. 15-16 Ocak gecesi Ermeniler,
Erzincan’da Müslüman halka katliâm yaptılar. “(Belgeler Dosyası,
Belge No. 21-22; Ermeni mezalimi, s. 65-r66).
Bu katliâm yalnız Erzincan’a münhasır kalmamış, Gümüşhane, Bayburt,
Erzurum, Muş ve Varto gibi çeşitli yerlerde de olmuştur. Bayburt ve
çevresindeki Müslümanların yok edilmesi için görevlendirilen Arşak, katliâmı
aşağıdaki şekilde düzenleyip icra etmiştir:
“Arşak, önce Müslüman halka âdil davranır görünüp onları kendisine
inandırmaya çalıştı. 1 Şubat 1918 tarihinde her sokak ve mahalleye devriye
çıkararak birer bahane ile halkı toplamaya başladı. Mahalleler arasına çıkan
devriyeler: “Sizi Arşak Paşa istiyor, önemli bir mesele görüşülecektir” gibi
aldatmalarla halkı toplayıp Salih Efendi Ticarethanesine hapsettiler. Çarşı ve
pazarda bulunmayanların da evlerine giriliyor, para ve kıymetli eşyaları
alındıktan sonra bir kısmı kapıları önünde öldürülüyor, diğerleri ise çeşitli
zulüm ile hapishaneye gönderiliyordu. Ermeniler 3 Şubat sabahı, Müslüman
kadınları da toplamaya başladılar. Ve 14 kadın, ile 2 kızı Salih Hamdi
Efendi’nin Ticarethanesi karşısındaki Haydar Bey’in ahşap oteline kapattılar.
Katliama önce Salih Hamdi Efendi’nin ticarethanesinde hapsedilenlerden
başlandı. Bu ticarethanede sağdan birinci odaya 23, soldan birinci odaya 4,
ikinci odaya 60, üçüncü odaya 50 ve koridorun solundaki en son odaya 48,
sağdakine 8 olmak üzere toplam 193 Müslüman hapsedilmişti. Bu odalardaki
mazlum insanları, Ermeniler ellerindeki süngü ve baltalarla parçaladıkları gibi
cesetlerin üzerine gazyağı döküp yaktılar.
Sıra koridorun solundaki odada bulunan 48 kişiye geldiği zaman, burada
hapsedildiler, koridorun taşlarını söküp kapının ardına yığmak suretiyle
Ermenilerin içeri girmelerine engel oldular. Ermeniler içeriye giremeyince
bomba ve kurşunlarla bu masumlara saldırdılar. Bu kahraman mahpuslar, atılan
bombaları dışarı atmak suretiyle kendilerini savunurken bir kısmı da odanın
beton duvarını delmeye çalışıyordu.
Bu arada Ermeniler, Haydar Bey’in oteline doldurulan 14 kadını çırılçıplak
soyup bitişikteki Çavuşoğlu oteline götürdüler ve burada birer birer öldürüp
oteli yaktılar.
Bu feci sahneler sırasında mahalleler arasında da öldürmeler, yağmalar ve
yakmalar devam ediyordu. Bununla beraber kasabanın güneybatısında ve caddenin
sol tarafında bulunan cephaneliğin plân dışı ateşlenmesinden meydana gelen
müthiş patlama Ermeni askerlerini şaşırttı. “Kasabayı Türk Birlikleri sardı, toplar patlıyor” sözleriyle
kaçışmaya başladılar.
Salih Hamdi Efendi’nin Ticarethanesinde tutuklu iken kahramanca
savunmaları sayesinde Ermenileri oyalamayı başaran 48 Türk, oradan çıkarak
saklanmış olan halkı haberdar ettiler ve yanmakta olan kasabayı söndürmeye
başladılar.
Erzincan ve Bayburt katliamlarının benzerliği, halkın, muntazam kuvvetlerle
sistemli bir şekilde imhaya başlandığını doğrulamaktadır. Ermeni birliklerinin,
Türk birlikleri karşısında geri çekildikleri yol üzerinde ve yakınında bulunan
bütün Müslüman köylerini tahribettikleri, kadın erkek ve çocukları öldürdükleri
görülmüştür.
Mamahatun (Tercan) istikametinde ilerleyen takip kolu, kasabanın kül haline
geldiğini ve halkının evlere doldurularak yakmak, süngü ve kurşunla öldürülmek
suretiyle imha edilmiş olduğunu görmüştür. Tercan çevresinde şehid edilenlerin
sayısı 300’e ulaşmıştır.
Türk birlikleri, ilerledikçe öldürülen
masum insanların cesetleriyle karşılaşmışlardır. Erzurum hattına kadar yapılan
Ermeni mezalimi şöyle özetlenebilir: '
1-
Tazegül köyünden 30 kadın ve çocuk
öldürülmüş ve 25 erkek de götürülmüştür. Bunların da öldürüldükleri
anlaşılmakladır.
2-
Cinis köyünde bulunan 600 den fazla kız,
kadın ve erkekten 13ü hariç, tamamı yakılmak, süngülenmek ve hamile kadınların
karınları yarılarak çıkarılan çocuklar kucaklarına konulmak suretiyle öldürülmüşlerdir.
3-
Öreni köyü tamamen yakılıp halkı imha
edilmiştir.
4-
Karargâhını Erzurum’un 13 km. güneyindeki
Alaca köyüne nakleden Kafkas I. Kolordu komutanı, adı geçen köyde gördüğü Ermeni
mezalimini şöyle anlatmaktadır:
a)
Odalara doldurularak öldürmeye teşebbüs
ettikleri, Müslümanlardan 278’i ölmüş, 42 sinin çoğu ağır yaralı olarak
bulunmuştur.
b)
278 şehid içinde ırzlarına tecavüzden
sonra öldürülerek ciğerleri duvarlara asılmış genç kızlar, karınları deşilmiş
hamile kadınlar, beyinleri çıkarılmış veya vücutlarına benzin dökülerek
yakılmış çocuk ve erkekler bulunmuştur.
c)
Ilıca da aynı âkibete uğramıştır. Burada
yüzlerce masum öldürülmüştür (Ermeni Mezalimi, s. 69-75, İslâm Ahalinin Duçar
Oldukları Mezalim Hakkında Vesaike Müstenid Ma’lûmat adlı eserde bu konuda
yeterli bilgi ve fotoğraflar verilmektedir).
Ermeni katliâmı Erzurum’un içinde de çok masumun canım almıştır. Rus
Generali Odişelidze’nin Erzurumdan ayrılmasından sonra başlayan Erzurum
katliâmı, Atranik ve Dr. Azaryef tarafından düzenlenmiş ve yaptırılmıştır. 10
Şubat 1918 günü başlayan katliâm sırasında bütün mahalleler devriyeler
tarafından sarılmış, çarşı ve pazarda bulunan çocuk, ihtiyar, kadın, erkek yol
yaptırmak bahanesiyle toplanmıştır. Bu masumlar gruplar halinde Kars Kapısı
dışına getirilip üzerleri iyice aranmış, para ve kıymetli eşyaları tamamen
alındıktan sonra hazırlanan çukurlara doldurulmuştur. Sonra Erzurum garnizonlarında
bulunan Ermeni askerleri, evlere saldırmaya başlamışlar ve yağma, öldürme, ırza
tecavüz gibi kötülükleri bütün şiddetiyle yapmışlardır. Bu katliâm, Türk
birliklerinin Erzurum’u kurtarma tarihi olan 24 Şubat 1918 tarihine kadar
sürmüştür. Erzurum’a giren Türk birlikleri şehir içinde 2127 şehit erkek cesedi
defnetmişler, ayrıca Kars kapısı dışında 250 ceset bulmuşlardır. Cesetler
üzerinde balta, süngü ve mermi yarasına, ciğerleri çıkarılmış, gözlerine kazık
çakılmış cesetlere rastlanmıştır. Özet olarak Erzurum’da katliâma uğrayan
ihtiyar, kadın, çocuk ve erkeğin toplamı 8000 (sekizbini) bulmaktadır.
Erzurum’dan geri çekilen Ermeni birlikleri Pasinova köylerinde de katliâma
devam etmişlerdir. Hasankale tamamen yakılmış ve halkı öldürülmüştür. Bu kasabaya
giren Türk birlikleri, sokaklarda acı acı bağıran kedi ve köpeklerden, alevler
içinde yanmakta olan kasabadan, sokaklarda öldürülmüş ihtiyar, çocuk ve kadın
cesetlerinden başka bir şeye rastlamamışlardır. Kasabada öldürülenlerin sayısı
1500’ü bulmuştur.
Hasankale’de yıkıntılar içinde canlı kalmış olan 100, Köprüköy’ de 85,
Badicivan’da 200, toplam 395 ağır yaralı kadın, erkek ve çocuk Türk birlikleri
tarafından toplanarak tedavi için hastanelere yerleştirilmiştir.
Ermeniler, Erzurum’un kuzeyinde bulunan Erginis (Yerlisu) köyünden 50
kadın, çocuk, ihtiyar öldürdükten sonra köy tamamen yakılmıştır. (III.-Ordu
Mezâlim Dosyası). Hoşan ve Kalçık köylerinden 50 erkeğin cesetleri Gümgüm
(Varto) da bulunmuştur Makalisor köyü halkıyla Gümgüm (Varto) daki erkekler,
yol yaptırılmak bahanesiyle götürülmüş ve bunların âkibetleri meçhul kalmıştır.
Ermeni birlikleri Varto da 20 kadın ve çocuğu da öldürmüşlerdir.
Ermenilerin Kars ve ötesinde yaptıkları mezâlim de şöyle özetlenebilir:
29 Nisan 1918 tarihinde Gümrü’den 500 araba ile Ahılkelek’e götürülmekte
olan 3000 kadar kadın, ihtiyar, çocuk ve erkek yolda öldürülmüştür.
Bir Ermeni birliği Kağızman doğusundaki Kulp ve Revan bölgesindeki
Müslüman köylerini yakıp yıkmış, kadın, çocuk ve erkeklerini öldürmüşlerdir.
1 Mayıs 1918 tarihinde 100 kadar Ermeni atlısı, Şiştepe, Dörkene ve
civarında 60 çocuk, kadın ve erkeği öldürmüşlerdir.
25 Nisan 1918 tarihinde Kars’ın
doğusundaki Subatan köyünde büyük-küçük 750 Müslümanı balta ve bıçakla öldürüp
ateşle de yakmışlardır.
Magosto ve Alaca köylerinde 100’den fazla insan öldürüldüğü gibi Tekneli,
Hacıhalil, Kaloköy, Harabe, Vagor, Yılanlı, Kinak köyleri halkı tamamen
öldürülmüşlerdir.
1 Mayıs 1918 tarihinde Ahılkelek çevresindeki Acaraça, Dangal, Mulanıs,
Murcahit, Padıgna, Havur ve Kumrus köyleri yakılmış, halkı da tamamen
öldürülmüştür.
Kars’taki Türk esirlerinden bir kısmı Karsta bir kısmı da Gümrü’ de süngü
ile öldürülmüştür.
Ermeni zulmünün, akim alamayacağı dereceye vardığı görülmektedir.
Ahılkelek bölgesindeki Müslümanlara Ermenilerin yaptıkları mezâlim hakkında Rus
memurlarından I. Aksire Dairesi Müfettişi Haraşenko, kendi el yazısı ile
verdiği raporda olayları şöyle anlatmaktadır:
“1917 Kasımından itibaren 1918 senesi 21 Mayısına kadar Ermenilerin
Ahılkelek Sancağında yerli ve sadık Müslüman halka karşı yaptıkları vahşetleri
açıklayacağım. Gerek yerli Gürcülerin bana anlattıklarına dayanarak ve gerekse
bizzat görmüş olduğum olayları, gözlerim yaşlarla dolu olarak yazmaya
başlıyorum:
Geçen sene Kasım Ayı sonunda Akbabalı sekiz Müslüman, yerlilerden ot satın
almak üzere Bagdanofka köyüne geldiler. Bunu haber alan Hocabey köyü
Ermenileri, hemen sekiz Müslümanın etrafını çevirerek hançerlerle üzerlerine
saldırıp dördünü öldürdükten sonra gözlerini oydular ve dillerini kestiler.
Daha sonra cesetlere çeşitli hakaretler yaptıktan sonra diğer dördünü de
silahla öldürerek cesetlerini Akbabalılara verdiler. Hançerlerle öldürdükleri
dört cesedi yaktılar. 1918 yılı Ocak ayında Ermeniler, Müslüman köylerine
saldırılara başladılar. Önce “Silâhlarınızı bize teslim ederseniz size hiçbir
şey yapmayız” diyerek söz verdiler. Müslümanlar, Ermenilerin sözlerine inanarak
silâhlarım teslim ettiler. Halbuki Ermeniler yalan söylemişlerdi. Müslümanların
silâhlarını aldıktan sonra Tospiya, Kokiya, Verivan, Tonokam, Kulilis, Pankana,
Sogomakuvaşi Alovuvejva ve Gümris köylerini yakıp yıktılar; köylerin zahire,
hayvan ve bütün eşyalarını alıp götürdüler. Köy halkının bir kısmını hemen
orada öldürerek, geri kalan kadm ve erkekleri esir olarak Ahılkelek kasabasına
götürdüler orada bunlara 24 saatte bir funt (400 gram) ekmek ile sudan başka
hiçbir şey vermediler. Açlık ve pislikten, esirler arasında tifo çıktı.
Doktorlar, esirlerin daha iyi beslenmeleri ve temiz tutulmaları için müracaat
ettilerse de Ermeniler, dikkate almayarak Müslümanların hesapsız kırılmasına
sebep oldular. Kimse yardım edemedi. Çünkü Ermeniler, Müslüman esirlerin
kapattıkları binanın çevresine bile kimseyi bırakmıyorlardı.
İşte 21 Mayıs 1918 tarihinde Türk Ordusu
Kurzah (Karsak) köyünü işgal ettiği
zaman bütün Ermeniler kaçmaya başladılar ve esirlerin bulunduğu binayı
yıktılar. Müslümanlar bu yıkıntılar altında kaldılar. Cesetlerin bir kısmını
da çukurlara atarak üzerlerine kireç döktüler. Daha sonra da neft ile yaktılar.
Görülüyor ki Ermeniler, tarihte eşi görülmemiş, aklın alamayacağı derecede,
zulümler yapmışlardır. Asırlarca eşit vatandaşlık haklarına sahip olarak
birlikte, barış içinde yaşadıkları Türklere, sırf muhteris devletlerin
kışkırtmalarına kapılarak ve bir bağımsızlık hayaliyle bu zulüm ve katliâmları
reva görmüşlerdir. Zulme uğrayan, namusuna tecavüz, malı yağma, canına
kasdedilen Türk halkı da elbette eli kolu bağlı duramazdı. O da kendisini
savunmak zorunda kalmış, bazı köylerde bu yapılanlara mukabele etmek
isteyenler olmuş, fakat yine de devlet kuvvetleri mukabele edenleri şiddetle
cezalandırmıştır.
Adana’daki Ermeni ayaklanması, bunun en bariz örneklerinden biridir. İkiyüz
silâhlı Ermeni Komitecisi, kendi aralarında and içerek bütün Müslümanları
öldürmeyi kararlaştırmış, bunun üzerine Adana ve Mersin’de birtakım Ermeni
gençleri eski Ermeni şarkılarını sokaklarda haykırarak dolaşmaya
başlamışlardır. Ermeniler zayıf
buldukları Türk evlerine dalıyor, ırza, cana ve mala saldırıyorlardı. Saldın 4
gün, 4 gece sürdü. Sonradan isyanın tahrikçisi Muşeg Mısır’a kaçtı, oradan
Amerika’ya gitti ve Amerikan Ermeni kilisesi piskoposu oldu.
İşte memleket bu güç şartlar içinde iken tehcir kanunu çıkartmıştır.
Hükümet bu kanunla savaş bölgesinde halk ve ordu için tehlikeli duruma gelen
Ermenileri, bölge dışına çıkarmak zorunda kalmıştır. Buna sebep, Ermenilerin
kendi tutumları, ihanetleridir. Yoksa Ermeniler, asırlarca Türk halkından, ve
Türk devletinden iyilik ve himaye görmüşlerdir. Müslüman halk, cephelerde
düşmana karşı göğüslerini siper edip can verirken Ermeniler askerlikten de muâf
olarak iktisadi durumlarını güçlendirmişler, özgürlük ve refah içinde
yaşamışlardır. Memleketin duvarcılık, ayakkabıcılık, kuyumculuk gibi çeşitli
mesleklerini de kendi ellerinde bulundurmuşlardır. Böyle adalet, özgürlük ve refahı ancak Türk tebaası olarak görmüşlerdir.
Buna karşı gelmek, nankörlüktür.
İslâmî en güzel şekilde yaşayan Müslüman Türk halkı, sözünde duran ihanet
etmeyen komşusuna, hangi dinden olursa olsun kötülük etmemiştir. Çünkü
Rasûlüllâh sallallâhü aleyhi ve sellem:
“Müslümanın elinden ve dilinden kimsenin
zarar görmeyeceğini’, buyurmuştur. İngiliz Müslümanlarından John Davenport, Hz. Muhammed ve
Kur’ânı Kerîm adlı eserinde Müslümanların meziyetlerini şöyle anlatıyor:
“.. Kitap ehline cizye vermeleri teklif edilirdi. Müslümanlar, müsamaha
sınırını nadir olarak aşmışlar, gayri Müslimlere verdikleri sözü tutmuşlar,
İslâm fatihleri, Roma ve Bizans fatihlerine nispetle gayet mu’tedil ve
müsamahakâr davranmışlardır. Sırf hakikat olarak üzere şunu söyleyebiliriz ki:
şayet Batı prensleri, Araplarla Türklerin yerine, yani Şarkta hakim
bulunsalardı, Müslümanların Hristiyanlığa gösterdikleri müsamahayı Müslümanlara
kesinlikle göstermezlerdi. Çünkü Garp amirleri, kendi dinlerinden oldukları
halde başka mezhebe sülük edenlere en zalimane işkenceleri reva görmüşlerdir.
“Araplar, Türkler ve diğer Müslümanlar Hristiyanlara karşı, Batılı
milletlerin Müslümanlara karşı izledikleri hattıhareketin aynını takib etmiş
olsalardı, Şarkta Hristiyanlıktan eser kalmazdı.
“Goryu diyor ki: Müslümanların, Hristiyanlara karşı hattı hareketi ile,
Papalığın, gerçek müminlere reva gördüğü zulümler, hiçbir suretle kıyas
edilemez. Vudvalar aleyhindeki savaşta yahut Saint Bartelmi katliâmlarında o
kadar kan döküldü ki yalnız bu kanlar, Müslümanların döktükleri Hristiyan
kanından pek çok fazladır. Müslümanlığın zalim bir-din olduğu hakkında beslenen
müteassıp fikirlerden Hristiyanları kurtarmak gerekir. Bunların fikrine göre
gûya Müslümanlık, ya ölüm veya Hristiyanlığı terk tehdidiyle yayılmıştır. Bunun
asıl ve esası yoktur. Papalığın yamyamlığa varan zulüm ve işkencesine nazaran
Müslümanların hattı hareketi en halim ve mütevazi hareketti. İslamiyet
insanlara iyilikseverlik ruhunu üflemiş, sosyal faziletleri güçlendirmiş, bu
suretle medeniyet üzerinde mühim bir tesir yaparak bütün Doğu Dünyası için
nimet olmuş, binaenaleyh, Hz. Musa tarafından kâfirleri imha için ihtiyatsızca
kullanılan kanlı silâhlara muhtaç olmamıştır.” (Hz. Muhammed ve Kur’anı Kerîm,
s. 87—88).
Her yazımda ve her vesiyle ile ifade ettiğim gibi İslâmî en güzel yaşayan
Müslüman Türk milleti, her gittiği yerde adaleti ve kahramanlığı ile cihan
milletlerini kendisine hayran bırakmıştır. Rasûlüllâh sallallâhü aleyhi ve
sellemin: “İstanbul elbet Fetholunacaktır, onu
Fetheden asker ne güzel asker, onu fetheden kumandan , ne güzel
kumandandır'" (Musned ibn Hanbel ve Mustedrek)
meâlindeki hadisleri, Müslüman Türk askerinin meziyet ve faziletini her kese
örnek göstermiştir. Eğer bu millet, gittiği yerlere adalet yerine zulüm ile,
zorbalıkla gitmiş olsaydı çıkan bir olayın ancak bir iki ay sonra
duyulabildiği, gönderilen askeri yardımın aylar sonra ulaşabildiği Yugoslavya,
Libya, Cezayir, Mısır, Yemen, gibi uzak ülkelerde asırlarca hâkim olması mümkün
değildi.
Bir konuşmacı olarak katıldığım Cezayir 12 nci İslâm Düşüncesi
Konferansında Tevfîk el-Medenî isimli bir âlim, Osmanlının, bölge halkına
gösterdiği adaleti, Kanuni’nin ve sonraki padişahların, adaletten ayrılmamaları
için yöneticilere gönderdiği fermanları dinleyicilerin dikkatine sundu. Biz de
bir yabancının ağzından duyduğumuz gerçeği yansıtan bu sözlerle inşirah duyduk.
Güneş balçıkla sıvanamaz. Türk halkının iyilikseverlik, fazilet ve adaleti
bütün dünyaca müsellemdir. Ermenilerin, iyilik ve himaye gördükleri Türk
halkına karşı katliâm iftira ve yaygaraları, yabancı ülkelerdeki masum Türk
diplomatlarını kahpece kurşunlamaları, kendilerine bir yarar sağlamaz. Türkler
Anadolu’yu onlardan almadılar ki şimdi Türklerden hak istemeğe kalksınlar. Toprak
Allah’ın yarattığı topraktır. Allah bu toprağı Zaman zaman çeşitli milletlere
armağan etmiştir ve son olarak da ve inşallah bir daha çıkmamak üzere Türk
milletine vermiştir. Rusya dışında Avrupa’nın en büyük ordusuna sahip Türk
milletinin elinden bu toprakları kimse alamaz. Üç beş maceracı Ermeninin hunhar ve caniyane davranışları, hiç şüphesiz
büyük Ermeni çoğunluğunu da üzmektedir. Bu maceracılar, Anadolu’yu parçalayıp
yutarak sıcak denizlere inme emelinde bulunan büyük bir devletin oyuncağı olmaktan
öteye geçemezler. Allah’ın nasib ettiği, bin yıldanberi de şehitlerimizin
kanıyla sulanmış bulunan bu mübarek toprakları hiç kimse Türk milletinin
elinden alamaz. Akif’in dediği gibi:
Kim bu cennet vatanını uğruna olmaz ki fedâ,
Şühedâ fışkıracak toprağı sıksan şühedâ,
Cânı, cânânı, bütün vârımı alsın da Hüdâ,
Etmesin tek vatanımdan beni dünyada cüdâ
Şühedâ fışkıracak toprağı sıksan şühedâ,
Cânı, cânânı, bütün vârımı alsın da Hüdâ,
Etmesin tek vatanımdan beni dünyada cüdâ
Kaynak: Prof. Dr. Süleyman ATEŞ,
“Müslüman Türkler Hiçbir Kavme Zulmetmemişlerdir”, A.Ü.İ.F. Dergisi, 1983, s.
765-778.
Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.
Yorumlar