MUSTAFA KEMAL’E VİZE VEREN İNGİLİZ SUBAYLA RÖPORTAJ YAPAN GAZETECİ NEZİH UZEL
Atatürk’ün İngiliz’den
vize aldığını duyunca resmi tarihe hıncım arttı
Mustafa Kemal ve 36
arkadaşına İngiliz subayın vize verdiğini duyunca resmi tarihe olan
hıncım biraz daha arttı. Ne Atatürk, ne resmi tarih düşmanıyım, ama ben bir
gazeteci olarak karanlıkta bir şey kalsın istemiyorum. Çünkü insanların gerçeği
öğrenmeye hakkı var. Yalan yanlış bilgilerden hayır gelmiyor. Neden
yasaklıyorsun kardeşim, Mustafa Kemal Samsun’a gitmişse neden mistik havaya
sokuyorsun, yalan yanlış bilgiler veriyorsun. Bitti işte.
NEZİH UZEL
Resmi tarihin kulakları
çınlasın!
Özellikle Türkiye’de ve
yine özellikle yakın tarih konusunda her geçen gün ortaya çıkan gerçekler resmi
tarihe meydan okuyor. Çok değil 80 yıl önce yaşanmış olaylardan ya habersiziz
ya da bazıları konusunda yanlış bilgilendirilmişiz. Örneğin Mustafa Kemal ve
arkadaşlarının Samsun’a çıkma meselesi.. Türkiye’de okula giden herkese,
Mustafa Kemal’in tek başına gizliden plan yaparak yıkık dökük bir gemiyle
Samsun’a çıkma efsanesi anlatılmıştır. Ancak gerçekler biraz daha farklıdır.
Mustafa Kemal ve yaklaşık 40 arkadaşı bizzat Padişah Vahdettin’den aldıkları
bütçeyle Anadolu’ya gitmek için görevlendiriliyorlar. Hem de Osmanlının o
dönemdeki en lüks gemilerinden biriyle.. Mustafa Kemal ve arkadaşlarına Vizeyi
ise o dönemde İstanbul’u işgal eden İngilizler veriyor. Mustafa Kemal’e vize
veren İngiliz Yüzbaşı John Godolphin Bennett ise, 1972
yılında Gazeteci Nezih Uzel’e konuşuyor. İngiliz Subay, İstanbul’da
Özbekler Tekkesi’nde verdiği röportajdan 2 yıl sonra da vefat ediyor. Bu
konuşma ise geçtiğimiz günlerde Selis Yayınları tarafından kitaplaştırılıyor.
Kitabı okuduğunuzda bir kez daha görüyoruz ki, tarihi olaylar resmi tarihe
bırakılmayacak kadar önemli. “Tarih Unutmaz Yüzbaşım” alt başlığını
taşıyan "Atatürk'e Nasıl Vize Verdim" isimli kitabın
yazarı Nezih Uzel’le olay röportajın öyküsünü ve yaşadıklarını konuştuk.
*********************************************************************
Nezih bey kısaca sizi
tanıyalım, Kimdir Nezih Uzel?
1938 Mudanya doğumluyum. Çok küçük
yaşlarda Mudanya da Güneş diye gazete çıkarıyorduk. Daha sonra da 1961’de Milliyet’te
foto muhabirliği, 1966’da Hürriyet’te parlamento muhabirliği, 1967’de Dünya
gazetesinde fiili olarak profesyonel gazetecilik yaptım. Daha sonra Ortadoğu’yu
, çıkardık. 1987 -1994 arası Zaman’da yazılar yazdım. 1994’ten sonra
da çevirilerle kitaplara ağırlık verdim.
Yaklaşık 25 kitabımla birlikte albümlerim
var çoğu tasavvuf musıkisi ağırlıklı.
Tasavvuf Musıkisi ve
Mevlevilikle bir uğraşınız var. Biraz anlatır mısınız nasıl başladı
bu?
Galatasaray Lisesi’nde okurken, müziğe,
tasavvufa, tekkelere ve dergaha hevesliydim. Konya’ya giderdim sık sık. O
zamanlar tasavvuf müziği denmezdi “tekke ilahileri” denirdi.
Gençlik yıllarında merakla üzerine
gittiğimiz kültür yok olmak üzere olan doğu kültürüydü. Bu ise eski kültürün
devamıydı. Osmanlı kültürünün son kalıntılarıydı. Zaten O kültürü
bilen insanların hepsi 1970’li yıllarda yok oldular. Bu kültürün temsilcileri
kayboldu.
Mevlevilikle de teşrik-i
mesainiz oluyor. Mevlevi ayinleri nedeniyle uğradığınız bir koğuşturma ya da
sıkıntı yaşadınız mı?
677 Sayılı bir kanun var. Takrir-i Sükun
döneminin inkılap kanunu. Bütün dernekleri ve bütün faaliyetleri yasaklayan
kanun bu. Tedbir mahiyetinde bir kanun. Prof. Sıddık Sami Onar’ın fikrine göre,
zamanla gücünü kaybedecek, inzibati tedbir kanundur bu ama maalesef öyle
olmadı. Tarikat ve tekkeleri kapatan kanun, bunun kültür boyutunu düşünmemiş,
halbuki bir kültür var ortada. Bu kültürün devamını istiyoruz. Geçmişteki dini
ve tasavvufi durumun aynen devam edeceğini zaten düşünmüyoruz. Ama bunun
yaşatılması gerektiğine inanıyoruz.
Nasıl aştınız peki
sıkıntıları?
İkili oyunlarla aştık. Örneğin Konya’ya
gelen yabancılar, 1962’de bunun bir tarikat ayini olduğunu biliyorlardı. Biz
ise biz buna gösteri adını taktık. 1956’dan itibaren Mevlevi ayinleri peyder
pey yapılıyormuş. Ben de ilk o sıralarda başlamıştım. Konferanslar anma günleri
yapılıyordu. 1956’dan itibaren Sultan Veled Devri dediğimiz ritüel de yapılmaya
başlanıyor. Buna göre 12 eleman var, başında bir şeyh bulunuyor selamlaşmalar
oluyor. Dediğimiz bu ritüeli de hayata geçirdik.
Ondan sonra yasaklamalar devam ediyor.
Bugün hala o kanunu uygulamak isteyen bir savcı bizim şu andaki toplantımızı
bile, “ayin yaptınız” diye yasaklayabilir. Bu kadar istismara açık bir madde.
Yürürlükte yani o
kanun?
Tabii.
Kanun suçun kapsamını da tarif etmemiş.
Hakimin kanaatine bağlı, camideki şekilde yan yana oturursanız suç değil,
çember şeklinde oturursanız suç oluyor. Kanunun tatbikatı sırasında bu çeşit
sıkıntılar yaşanmış.
Hiç şahit olduğunuz olay
var mı?
Elbette. İlk yıllarda Konya’da idare bizi
bir tiyatro gösterisi gibi sunma gayretindeydi. Turistler bile bunun bir ayin
olduğunu biliyordu ama onlar bunu gizlemeye çalışıyorlardı. İş çok basite kadar
iniyordu. Mesela Sultan Veled Devri dediğimiz bir bölüm var, orada Derviş’in
zikrullahla meşgul olması, ism-i celal okuması lazım, “Allah” demesi gerekiyor.
O zaman orada olan Konya Valisi şeyhin dudakları kımıldayınca, “bu ne diyor,
Allah mı diyor” diye kızıyor. Oradaki grup şefi, “Efendim malum yaşlıdır, dün
akşam kalp krizi geçirdi nefes alamıyor. dudakları titriyor” diyor. Buna benzer
pek çok örnekleri olan olaylar yaşandı. İdareyle olan bu ikili oyun, 30 yıl
devam etmiştir.
Mesela sıkıyönetimin olduğu bir dönemde,
Kültür Bakanlığı görevlileri, kareye girerek şeyhin portresini çekmek
istediler. Ritüelin içine girerek postnişin posta doğru yürürken, bu yapılmak
istenen ritüelin esaslarına aykırı. Oraya giremezsiniz. Orada şeyhin biri
itiraz etti görevlilere. Sonra olay başka yerlere çekildi. “Yobazlar resim
çekilmesine karşı çıktılar” diye.
Sanıyorum daha fazla
olay yaşanmamasında, sizin alttan alan tavrınız etkiliydi?.
Tabii ki. O muhakkak.
Mevlevilik’in önemi
nedir sizce?
Osmanlı’da Mevlevilik kabul edilen 12
resmi tarikattan biriydi. Devlet ortağıydı. Mithat paşa, anayasası ilk olarak
Mevlevi tekkesinde konuşulmuştur. Yani devletin anayasasının konuşulduğu bir
yer. Buraya kadar yükselmiş bir kuruluş. Cumhuriyet’le birlikte bir anda yapının
dışına itilmesi tabii hoş olmamış. Rejim ve sistem değişiyor ama gelenek devam
ediyor. Bir anda büyük bir kopukluk olması sıkıntı oluşturuyor. Tekkesi,
dergahı yok ama adı var.
Bugün Mevlevilik ne
durumdadır, gerçek anlamda hakkı veriliyor mu bu tarikatın?
Mevlevi ayininin sadece gösterisi,
vitrini, şov tarafı kalmıştır. Mevlevilik bu değil. Bizim neslimiz ayinleri
çıkardı ortaya ama ruhu yok. Bizden sonraki nesil ne yapar bilmiyorum. Tamamen
bir şov. Giderek de şovun da karakteri bozuluyor.
Kadın semazen tartışması
da yaşanıyor. Sizce kadın semazen olur mu ayinde?
Kadın olmaz. Bunun bazı sırları var. Kadın
erkeklerle futbol da oynamıyor. Bütün tekkelerde kadınlar için arkada bir kafes
vardır. Kadınlar oralarda sema ederdi. Erkeklerle asla. Bir tarihte, bir
balonun üstünde Hz. Pir’in resmini bağlamışlar. Mimar Hakkı Ayverdi buna itiraz
etti. Manevi ağırlığa uygun değildi. 10 dakika sonra o indirildi o resim. Bugün
bunu yapacak kimse yok. Şov da bozulmuştur, Mevlevilikten de uzaklaşılmıştır.
Tarikatlar tekkeler hala
yasak olmasına rağmen, Mevlevi ayinlerine devlet erkanı katılıyor ve kutlamalar
yapılıyor. Devlet Bu gösteriyi kullanıyor mu?
Muhakkak ki. Bunu bir turistik gösteri
haline getirdiler. Bugün Konya’da yapılan töreni Diyanet İşleri’ne sorasınız dine
uygun mu diye “değildir” der.
TEK PARTİ DÖNEMİ
İSTENİYOR Biraz da gündeme gelelim. Bir gazetecisiniz. Türkiye’nin yakın
tarihini biliyorsunuz. Yargıtay Başsavcısı AKP hakkında kapatma iddianamesi
hazırladı. İddianamede dini söylem ve niyetler suç olarak gösterilmiş. Nasıl
yorumlamak lazım?
Türkiye bir reaksiyon devleti,
cumhuriyetin kendisi askeri darbe zaten. Askeri darbeler daha sonra da devam
etti.. O dönem belki zecri tedbir gerekiyor olabilir ama, bugün artık onlar
geride kaldı. O dönemler bitti. Bugün bir savcı hala o kanunları kullanıyorsa,
o günün özlemini çekiyorsa o savcı en büyük gericidir. Çünkü o dönemlere bir
özenti var. Ama yapı itibariyle bir savcı o hukukun dışına çıkamıyorsa bu ayrı.
Bir reaksiyon devleti olduğumuz için savcının o kanunları uygulaması da
zorunlu. Ben 60 yıldır “irtica” lafı duyarım. İrtica olmasa da icad ederler.
Çünkü kuruluş sebebi bu. Her devletin çözemediği sorun var. Reaksiyon olarak
kurulan devlet için bu daha da zor. 1500 yıl din-ü devlet diye yönetiliyorsun
şimdi bir anda bunu söküp atmaya kalkınca sorun çıkıyor.
Devrimlerin tepeden
dayatılmasının ters tepmesi olabilir mi bu?
Dinin toplum dışına ve devlet kontrolüne
alınması hedeflendi. Bunda da yalnız İslam dini hedef alındı. Zira
cumhuriyet döneminde başka dinlere ve dini kurumlara dokunulmamış. Mesela tekke
ve zaviyeler kanunu sadece Müslümanlara uygulanmış. Gayr-ı müslimlerin bütün
tarikatları ortada. İstanbul’da Kilisesi olan Fransız Cizvit kilisesi devam
ediyor ki bu bir tarikattir.
Bugün yaşananlara baktığınızda,
darbe bekliyor musunuz?
Ben bu konuda yazı yazdım. Bu sefer adliye
darbe yaptı diye.. Memleketin yarısından oy almış partiye dava açılırsa
cumhurbaşkanına yasak istenirse, darbedir bu. ABD’de Cumhuriyetçi partiye
kapatma, Bush’a yasak istemek gibi bir şey bu. Meclis’in duvarına “Hakimiyet
bil-a kayd’ü şart Milletindir” diye yazacaksın, savcı çıkacak ben de varım
diyecek. Hayır efendim. Sen kendini Meclis yerine koyamazsın.
Bunu yapmak zorunda
mıydı Cumhuriyet yönetimi? Resmi düşünce bir dönem için belki haklıdır, ama bu tutum sorunları
çözmemiştir, geriye itmiştir. Şimdi bu sıkıntıyı yaşıyoruz. Gerçek neyse ortaya
çıksın, yara varsa sarılsın.
Kitaba gelelim
isterseniz. Mustafa Kemal’e vize veren İngiliz subayla röportajınızı içeriyor.
Röportaj ne zaman yapıldı? Biraz anlatır mısınız?
Röportaj 1972’de yapıldı.
Neden şimdiye kadar
beklediniz, bir yerde yayınlanmadı?
Basın ilgilenmedi, Nezih Demirkent’in
önüne koydum, bir hafta sonra iade etti, “bırak bunları resimli roman yaz”
dedi. Milliyeti bu hale getiren Rahmetli Turhan Aytul’ün önüne götürdüm
ilgilenmedi. Bennett’le matbaaya gittik ama yüzüne bile bakmadı.
Röportaj kapı kapı dolaştı, ama yayınlayan olmadı. Atatürk’ü
mezardan çıkarıp getirsem belki onu da tanıyamayacaklardı.
Yüzbaşıyla nasıl
tanıştınız ve konuşturdunuz?
1971’de sağ- sol kavgası vardı, fiili
gazeteciliği bırakmaya karar vermiştim. Ama Bennett’in Türkiye’ye geldiğini
Konya’ya gittiğini, dolaştığını duyuyordum. Dostları olduğunu falan biliyorduk.
Onun üzerine Hasan Şusut diye birini araya koyarak yanına gittik. Uzun zamandır
kimseyle konuşmamıştı zaten. İkna ettik konuştuk. Cahit Tütengil vardı, küçük
bir makale yazmıştı Bennett’le ilgili o kadar.
Siz Mustafa Kemal’in
vize meselesini konuşmaya mı gittiniz?
Hayır. Vize meselesinin de farkında
değildim o zamanlar. Ki biz Mustafa Kemal’i Samsun’a kaçarak, gizliden gitti
diye biliyoruz. Yok hava kötüydü, dalgalar battı falan destansı hikayelerle
dinliyorduk o zamana kadar.
Peki, Bennett’le
konuşunca, Vizeyi bir İngiliz subayın verdiğini duyunca neler
hissettiniz? Bunları duyunca resmi tarihe olan hıncım biraz daha arttı. Ne Atatürk ne
resmi tarih düşmanıyım, ama ben bir gazeteci olarak karanlıkta bir şey kalsın
istemiyorum. Çünkü insanların gerçeği öğrenmeye hakkı var. Yalan yanlış
bilgilerden hayır gelmiyor. İçimde bir aşk var, her şeyi öğreneyim diye. Neden
yasaklıyorsun kardeşim, Mustafa Kemal Samsun’a gitmişse neden mistik havaya
sokuyorsun, yalan yanlış bilgiler veriyorsun. Bitti işte. Ve o kadar
yalan yanlış ki resmi tarihte anlatılanlar, sadece vize meselesi değil. Mustafa
Kemal tek başına değil Erkan-ı Harbiye’de tanzim edilmiş 36 kişilik bir heyet
var ve çoğu subay. Ve bu heyetin de tamamı gitmiyor. Samsun’a gittikten sonra
da, padişaha bağlılıklarını bildirip hizmet ediyor. yani Mustafa Kemal’in
Samsun’a gidişindeki olayın, soyut belgesidir bu kitap.
Gittiği vapurun da eski
olduğu falan yazılıyor resmi tarih kitaplarında…?
(Gülüyor) Denizaltıyla gitti deselerdi
bari..
Peki İngilizler Mustafa
Kemal ve bu ekibe neden vize veriyor?
İngiliz Genelkurmayı’yla İngiliz
Dışişlerinin arası açık. Hükümet karışık. Zaten M. Kemal’in başarısında bu da
etkili. Dengeleri iyi biliyor. Selanik cephesinden beri bu var. Mustafa Kemal’e
vizeyi veren subay zaten, bu giden heyetin, elimize verilen listedekilerin
“ortalığı yatıştırmaya değil, alevlendirmeye gideceklerini biz anladık, ama
dışişleri bakanlığı vizeyi vermemiz için ısrar etti. O zaman da anladık ki
bunun sebebi, Rusya’daki Bolşevik isyanı” diyor. O Bolşevik isyanı olmasaydı
belki İngiliz dışişleri buna vize vermeyebilirdi.
Röportajınızın
gazetelerde yayınlanmamasında, “resmi tarihle ters düşmeyelim” endişesi
olabilir mi?
Bana öyle geliyor.
Muharrem Coşkun'un
Röportajı
Vakit
27 Mart 2008
http://www.belgehaber.com/haber.php?haber_id=4200
http://www.belgehaber.com/haber.php?haber_id=4200
John Godolphin Bennett
İngiliz bilim adamı, matematikçi ve düşünür. 8 Haziran 1897'de Londra'da
doğdu. Asya dilleri ve dinleri üzerine incelemelerle bilimsel araştırmaları
bütünleştiren çalışmalarıyla tanındı.
1919 yılında
İstanbul'da İngiliz işgal kuvvetlerinde istihbarat subayı olarak çalıştığı
sırada, 16 Mayıs 1919 günü Mustafa Kemal'e Samsun yolculuğu için vize
vermesiyle birlikte Türkiye, Türkler ve tasavvufa ilgisi başladı. Ömrü boyunca
Orta Asya'dan Güney Afrika'ya kadar pek çok bölge ve ülkede gezen Bennett, bu
yolculuklarında, içlerinde Türk mutasavvıfların da yer aldığı, az tanınan ama
önemli manevi önderlerle tanıştı. 1920'lerde tanıştığı Gürciyev ve Uspenski,
Hasan Lutfi Şuşut Bennett'in ruhsal arayışında yol gösterici kişiler oldular.
Büyük ölçüde Gürciyev'in etkisiyle Dördüncü Yol adını verdiği bir manevi gelişme
öğretisi geliştiren Bennett, 13 Aralık 1974'te öldü.
Bennett'in Büyük Bir Gizem, Ne için Yaşıyoruz? Yeni Çağ
Toplumunun ihtiyaçları ve Kutsal
Tesirler gibi birkaç kitabı Türkçeye çevrilmiştir.
------------------------------------
Türkçe, tüm Avrupa
dillerinden farklı sözdizimiyle beni heyecanlandırdı ve daha önce hiçbir işe
olmadığı kadar büyük bir coşkuyla sarıldım. Ali Rıza Bey'den her gece özel ders
alıyor, gündüzleriyse düzenli derslere devam ederken aralarda Türkçe şiirler
ezberliyordum. Orta seviyede, gündelik Türkçe ile başlayan ama dilin
incelikleriyle ilgilenmeyen tüm öteki öğrencileri geçip birinci olmam çok da
şaşırtıcı değil.
O derslerde, tüm
düşünce yapımızın dilsel formlarla nasıl belirlendiğini anlamaya başladım. Avrupalılar
ile Türklerin aynı şekilde düşünmeleri mümkün değildi. Dilimizin
özne-yüklem formu, özne-yüklem tipi bir mantığı kaçınılmaz kılıyor. Türkçenin
gelmiş olduğu Turan kök dilinde ise bu yüklem formu yok. Bizim anladığımız
anlamda cümleler bile yok; onun yerine konuşanın bir duruma karşı tavrım ya da
duygularını ifade ettiği tek bir kelime kompleksi var.
Türkçede, olgu belirten
cümleler ile görüş belirten ya da duyguları ifade edenler arasında doğal ve
kolayca ayırt edilebilen bir ayrım var. Bizse İngilizcede bu ayrımları yapay
yollarla yapmak durumundayız; çoğu zaman da bunu yapmayı ihmal ederiz.
Avrupalılar ile Türkler arasında tercümanlık yaparken, Türkçede açıkça ifade
edilen bir belirsizliğin bir olgu cümlesi olarak söylenmemiş olduğundan emin
olmak gerekir. Türklere ve diğer Asyalılara yöneltilen kötü niyet
suçlamaları, genelde bu tür yanlış tercümelerden kaynaklanıyor. Bir Türk bir
Avrupa dili konuşsa bile, düşünme biçimi Türk kalır. (s.37-38)
------------------------------------
(1919) Burada
belirtmeliyim ki, İngilizlerin Pera, Galata ve Boğaziçi'nin kuzey kıyıları,
Fransızların İstanbul ve Marmara kıyıları ve İtalyanların Asya yakasından
sorumlu olduğu düzenlemeye bakılırsa bizim, operasyonun tüm yükünü üstlenmemiz
gerekiyordu; zira mebusların çoğu bizim bölgede oturuyordu.
Uyarılarım üzerine
gelen tek cevap, evleri Ordu'nun yanı sıra sivil ajanlar tarafından da izleme
talimatıydı. En fazla on adet güvenilir ajanım vardı ve yüz yirmi mebus
bulunuyordu. Çözümü olanaksız görünen bilmece, en güvendiğim ajanım olan çok
cesur ve sadık bir Ermeni beyefendisinin önerisi sayesinde çözüldü. Kendisine
Bay P. diyeceğim adamım, emrime bir Ermeni gizli cemiyeti olan korkunç
Daşnak Zutyun'un [Taşnaktzutyun] kaynaklarını vereceğini söyledi. 20
Mart sabahından itibaren, tüm Türk mebusları gözetleniyordu; herhalde en az üç
yüz Daşnak üyesi harekete geçirilmişti.
Bütün gece, ofisimde
ayaktaydım. Saat dörtten itibaren ajanlarımdan operasyonun tam bir fiyasko
olduğuna dair raporlar almaya başladım. Kendisi gönüllü olarak teslim olan sekiz
mebus tutulanmış, geri kalanlar kaçmış, saklanmışlardı. Hiçbir şey yapmadım.
Sabah sekizde
karargâha acil bir çağrı geldi. Tutuklananları teslim alabilir miyim diye
soruyorlardı; zira ne yazık ki pek çok kişi kaçmıştı. Tam olarak kaç kişinin
tutuklandığını sordum. "Yaklaşık bir düzine," cevabını aldım.
Müttefik Emniyetinden resmi tutuklamaları yapmak için yardım istedim. Dostum
Bernard Rickatson-Hatt'ın iyi tercümanlar da barındıran, küçük ama son derece
disiplinli bir birlik eğittiğini çok iyi biliyordum.
Sonuç olarak, akşam
çökerken seksen beş mebus hapsedildi ve şanımız kurtulmuş oldu. Karargâha
çağırıldım ve tebrik edildim. Belki de bir nişan alabileceğim söylendi ama
herkesin olayı en kısa sürede unutmak istediğine inanıyordum. Tüm bunlardan ben
de hoşnut değildim. Tüm harekât trajik bir hataydı. Yakalanamayan
kırktan fazla mebus dosdoğru Ankara'ya gitmiş, geçici bir Türk Meclisi kurmuş,
Sultan ile hükümetini kabul etmediğini ilan etmiş ve Müttefiklerin başına
ileride onları çok küçük düşürecek bir bela açmıştı.
Olaydaki rolümden
dolayı tüm Türk dostlarımın bana sırt çevirmelerini bekliyordum. Ancak gerçek
hikâye galiba her yerde biliniyordu, hatta benim tüm olan bitene karşı hararetli
ama boşuna protestolarım çarşıda pazarda konuşuluyordu. Dahası, birkaç mebusun
iyi koşullarla salıverilmelerini, Malta'ya gönderilmemelerini sağlamıştım. Sonuç,
bana durumumun gerektirdiğinden fazla bir otorite vermiş gibi oldu galiba;
ofisim sabahtan akşama siyasi tutukluların akrabalarının kuşatması altına
girdi. Bana her tür rüşvet teklif edildi. Ofisimde masama bağlanmış bir
keçiyle ya da yerlerde vaklayan bir çift kazla karşılaşmak gayet olağan bir şey
olmuştu.
Fakat beni bir sürpriz
bekliyordu. 20 Mart başarımı mümkün kılan Daşnak Zutyun üyelerine bir borcum
vardı. Hakkında neredeyse hiçbir şey bilmediğim Daşnak, Ermenistan'ın Çarlık
Rusyası'ndan bağımsızlığını kazanması için Rusya'da kurulmuş gizli bir
cemiyetti. Savaş sırasında Türkler karşısında Müttefiklere çok
yardımları dokunmuştu. Şimdi, Ermenilerin tehciri ve ölümlerinde rol almış
herkese karşı intikamın aracı olmuşlardı. Berlin'deki Talat Paşa,
Milano'daki Mahmut Paşa ve hatta belki de ta Türkmenistan'daki Enver Paşa
suikastlarından [(Bennett'in "Milano'daki Mahmut Paşa suikastı"
ile Enver Paşa ise bilindiği gibi suikasta kurban gitmemiş, çarpışmada ölmüştür
(Ed.N.)] Daşnak'ın sorumlu olduğuna
inanılıyordu. Daşnakçılar şimdi de Jön Türk hükümeti ile işbirliği yapan
Türkiye'deki önde gelen Ermenileri öldürmeye başlamışlardı.
Cinayetler son
derece dikkatli planlanıyor ve gerçekleştiriliyordu. Gündüz vakti, kalabalık
sokaklarda işleniyordu. Bir silah sesi duyuluyordu. Bir adam yere yığılıyordu.
Suikastçı o sırada kalabalıkta bulunan onlarca belki yüzlerce Ermeni'nin
arasında ortadan kayboluyordu. Polis, ancak iş işten geçtikten sonra, sözünü
dinletmek için bağırıp, el kol hareketleriyle kabarmış insan kalabalığının
içine nüfuz edebiliyordu. Düzinelerce insan tutuklanıp sorgulansa bile, bir
sonuç çıkmıyordu. Pek çoğu gerçekten de hiçbir şey bilmiyordu; olaya karışanlar
bile, büyük ihtimalle sadece belirli bir saatte belirli bir yerde olmaları
gerektiği dışında bir şey bilmiyordu. Her durumda da, başını zalim Daşnak ile
belaya sokabilecek tek kelime bile telaffuz etmeye cesaret edebilecek bir
kimse bulunamıyordu.
Türk ve Müttefik
polislerini tamamen çaresizlik içinde bırakan üçüncü ya da dördüncü suikasttan
sonra, sorgulama yapmak üzere talimat aldım. Bu işin arkasında Daşnak'ın olduğunu
tahmin ediyordum; Bay P.'ye doğrudan örgütlü bir plan olup olmadığını sordum.
İnkâr etmedi; ama kendimi onların yerine koymamı istedi. Sonra, kendi
ırkından, dininden yüzlerce kişinin ölümüne neden olan Ermenilerin hıyanetiyle
ilgili bir sürü hikâye anlattı. Suçlular olağan yasal yollarla adalete
teslim edilemediklerine göre, işi gizli Ermeni cemiyetleri üstleniyordu -
Daşnak'ın tek başına hareket ettiğini kabul etmiyordu. Hepimizin Daşnak'a
borçlu olduğunu söyledim. General Townsend Kutü'l-Amare'de kuşatma altındayken,
arada mesaj taşıdıklarını, Ingiliz tutukluların Türkiye'den kaçmalarına yardım
ettiklerini biliyordum. 21 Mart olaylarından sonra onlara bir borcum vardı.
Ancak siyasi suikastlara da göz yumamazdım.
Asıl sorun, önderlerin
kim olduğu ve Daşnak Komitesi hakkında kimsenin en ufak bir fikrinin
olmamasıydı. Bay P.'nin kendisi güvenilir bir İngiliz ajanıydı ve onun kişisel olarak
işe karıştığına dair en ufak bir kanıt yoktu. Karargâha bir rapor yazıp
tavsiye istemeye karar verdim. Tabii kimse harekete geçmek istemedi. Bunun
emniyetin işi olduğu, elimi bu işten çekmem ve duyduklarımı da unutmam
söylendi.
Bir sonraki suikast
sansasyon yarattı, çünkü bu sefer kurban çok zengin bir Ermeniydi; Şark
Ekspresi'nde öldürüldüğünde büyük bir ihtimalle ülkeden kaçıyordu. Cenazesi
Türkiye'ye getirildi ve korkunç bir durum ortaya çıktı. Görünüşe göre bu adam
Ermeni fonlarına büyük bir meblağ yardım yapmaya söz verip sözünde durmamıştı.
Cenaze Sirkeci İstasyonu'nda zaptedildi ve ailesinden fidye istendi. Ailesi
haftalarca pazarlık yaptı, ama en sonunda ödemek zorunda kaldı. Ermeni Katedralinde
müthiş bir cenaze töreni yapıldı.
Konuyla ilgili olarak,
Bay P.'nin başını iyi ağrıttım. Daşnak'ın kesinlikle suikastın içinde
olmadığını söylüyordu, ancak başkalarının olayda parmağı olduğunu kabul
ediyordu. O sıra, Cemiyet'in kimi aktif üyeleri hakkında ipuçları edinmiş durumdaydım;
ona harekete geçeceğimi söyleyerek gözdağı verdim. Benden süre istedi ve
ertesi gün şaşırtıcı bir öneriyle geldi. Daşnak Komitesi, gelecekteki
eylemlerinde benim yargıç olmam konusunda hemfikir olmuştu; önerilerine göre
Bay P. önüme tüm olguları -isim vermeden- serecek ve beni adamın ölmeyi hak
ettiğine ikna edemezlerse onu bağışlayacaklardı. Buna karşılık olan bitenle
ilgili olarak kimseyle, İngiliz Merkez Karargâhı ile bile, konuşmayacaktım. En
iyi anlaşmanın bu olacağını düşündüm; dışarıdan yapılacak hiçbir müdahalenin
işe yarama imkânının olmadığı açıktı.
Önüme sadece bir dosya
geldi. İsimlerin ve yer adlarının verilmediği bir durumda ortaya anlaşılır bir
tablonun çıkamayacağı belli oldu, ben de bir hüküm vermeyi reddettim. Neticede,
başka bir Ermeni suikastı daha olmadı. Bugün bile, müdahalemin duruma etkisi
olup olmadığını bilmiyorum. Ancak bana hayat ve ölüm üzerinde karar verme
yetkisi verilmiş olması benim için çok tuhaf ve keskin bir tecrübe oldu. Zihnim
hayatın garipliğiyle meşgulken ölümü unutmaktaydım. (s.56-59)
----------------------------------------
İslam dini çok ilgimi
çekmeye başlamıştı. Küçükken, Hıristiyan Kiliseleri arasındaki savaşlar bana
ters gelirdi. Okulda iki İlahiyat hocamız vardı; biri Yüksek, diğeri Aşağı
İngiliz Kilisesi'nden. Yüksek Rahip ılımlı ama toy bir din adamıydı; ötekiyse,
tam bir fanatikti. Roma Katolik Kilisesi hakkında, hiçbir okul çocuğunun
duymaması gereken şeyler anlatırdı. Bunların yanı sıra bir dizi misyoner
hocamız vardı. Bunlar, putperestler ve zavallı durumlarıyla ilgili o kadar
kendilerine güvenir bir tonla konuşurlardı ki, ben ve pek çok başka çocuk hemen
oracıkta putperest olmak isterdik. Bunları annemle babama anlattığımda, ikiyüzlülükten
nefret eden annem, "İngilizlerin çoğu ikiyüzlüdür, özellikle de İngiliz rahipler," demişti.
Babamsa, "Rahiplerle misyonerler olmasa din hiç de kötü bir şey değil, ama
misyonerler, rahiplerden de beterdir," demişti. Babam Lancing
Koleji'nde okumuş ve orada din değiştirme tecrübesi yaşamış. Sonraları kurumsal
dine tepki duymaya başlamış; biz ise çocukken daha sonra isyan edeceğimiz,
herhangi sabit bir fikir edinmekten korumak için elinden geleni yapmıştır.
Hıristiyanlık
gerçeğinden bihaber yetiştirilmiş olmam şaşırtıcı değil. Kiliseye kabul
merasimime hazırlanırken, rahibimiz, kiliseler savaşı ve misyonların
gerekçeleriyle ilgili sorularıma cevap vermekte çok zorlanmıştı. Şarap-ekmek
ayininde hiçbir şey hissetmedim ve kiliseye sadece başkalarını memnun etmek
için gittim. O sıralar, inancına gerçekten bağlı, rahip ya da sivil, tek bir
Hıristiyan tanımamıştım.
Tanıştığım Müslümanlar
için durum farklıydı. Herkes gibi onların da karakterlerinde kusurlar vardı, ancak çoğu Tanrı'ya
gerçekten inanıyordu. Bir keresinde, dürüst ve cesur kişiliğiyle itibar sahibi, ancak henüz
tanışmamış olduğum Adalet Bakanı'nı ziyaret etmek için İstanbul'a geçmem
gerekmişti. Büyük salonuna girip, fraklar içinde altı beyefendi tarafından
karşılanıp o sıralar Türkiye'de moda olan tarzda selâmlaştıktan sonra Bakan'a
baktım; onu daha önce görmüş olduğuma emindim, hem de bir değil pek çok kere.
Şaşkınlığımı fark edip güldü: "Geçen perşembe sizi Edirnekapı
Tekkesi'nde gördüm," dedi. O an, bir derviş olduğunu anladım; onu
Mevlevi ayininde dönenler arasında görmüştüm. Dost olduk. Ondan Müslüman
inancı ve Sufi mistisizmiyle ilgili pek çok şey öğrendim.
Osmanlı dönemi
Türkiye'sinde mistisizm ile gündelik hayatın böylesi birlikteliği az rastlanır
bir şey değildi. Sultan Abdülhamit'in eski kâtiplerinden, ihtiyar bir dostumu,
Çamlıca'da ziyaret ederdim. Bana bir keresinde şöyle demişti:
"Asyalılar ile
Avrupalılar arasındaki fark, bizim hiçbir şeyin çabucak değişemeyeceğine,
sizinse kötü bir ağaca iyi bir meyve aşılanabileceğine inanmanız. Bizde bir
deyiş vardır: Def-i mefâsid celb-i menâfiden evlâdır. Yani, 'İyi bir
şey yapmadan önce kötünün kökünü kazımak lazımdır.' Sizse şöyle dersiniz: 'İyi
gelsin ki kötünün kökü kazınsın.' İki görüşte de hakikat payı vardır, ancak
önce ikisinin farklı olduğunu kabul etmeden, karşılıklı birbirimizi
anlayamayız." (s.68-69)
------------------------------------
Türk emir erim Mevlut ile beraber taşındım.
Tek kusuru, ekmeğe aşırı düşkün oluşuydu. Genelkurmay İstihbarat'ta yemekte
bize çok kötü bir ekmek verili yemek işlerine bakan subay da o ekmekleri masaya
çıkarmıyordu. Böylece günde beş altı büyük somun artıyordu; Mevlut da bunların
hepsini yiyordu. Türk askerleri çok ender et yiyordu; ancak öyle
dayanıklıydılar ki, bizim açlıktan ölme sınırımızda onlar neşeyle
dövüşebilirlerdi. Önlerine sınırsız ekmek konsun, onları kimse durduramazdı. (s.85)
------------------------------------
Kemale erme niteliği,
pratik terimlerle ifade edilmesi neredeyse imkânsız bir şey. Bunu Yunan
trajedilerinde ve en büyük şairlerin şiirlerinde bulabiliyoruz. Örneğin
Shakespeare bunu King Lear'da [Kral Lear] Edgar'ın ağzından
söyletmiş:
Men must endure their going hence, even as their coming hither.
Ripeness is ali, come on.
Gloster. And that's true too.
İnsanlar bu dünyadan göçüp gitmeye de katlanmalıdır, tıpkı bu diyara
gelişlerine katlandıkları gibi. Mühim olan, ölüme hazırlıklı bulunmaktır. Gel
hadi!
Gloster. Doğru, hakkın var.
(Çev. Prof, irfan Şahinbaş, MEB Yayınları, Ankara, 1959)
(s.293)
------------------------------------
Bir keresinde
toplantılarında Uspenski'ye neler konuşulduğunu sordum. “İnsanın
Dönüşümü," diye cevap verdi. "Siz, tüm insanların aynı
seviyede olduğunu zannediyorsunuz; aslında bir koyun lahanadan ne kadar
farklıysa, bir insan da diğerinden en az o kadar farklı olabilir. İnsanlar yedi
kategoriye ayrılır," diye ekledi. Küçük bir kâğıt parçasına, aşağıdaki
basit diyagramı çizdi.
Mükemmel
İnsan (İnsan-ı Kâmil)
7
|
|||
Bilinçli
İnsan
6
|
|||
Birleşik
İnsan
5
|
|||
Duygu
İnsanı
1
|
İçgüdü
İnsanı
3
|
Düşünce
insanı
3
|
Geçişteki
insan
4
|
Tanıyabildiğimiz
tüm insanların, alt kısımdaki üç kategoriden birine ait olduğunu anlattı; yani
içgüdülerine, duygularına ya da akıllarına göre yaşayanlar. "Eğer bir
kişi dönüşümü arzu ederse," dedi, "ilk önce içgüdüleri, duyguları ve
düşünceleri arasında bir denge ve ahenk yakalamalıdır. Doğru bir dönüşüm için
ilk şart budur. Dönüşmüş olan insan, sıradan insanların anlayamayacağı güçler
elde eder. Beş Numara'ya ermiş bir insan bile bize göre üstün insandır."
Bu
konuşma aklıma bir fotoğrafın kesinliğiyle kazındı. Bu gün bile, kendimin
pencerenin altındaki kanepede, Uspenski'nin solunda oturmuş görüntüsünü
hatırlayabiliyorum. Açıklamasını nasıl bir anda bitirdiğini, kelebek
gözlüklerinden nasıl miyop miyop beni süzdüğünü hatırlıyorum. Tüm sahne tıpkı o
zamanki gibi şu anda da apaçık gözümün önünde; fakat diğer sahnelerden yalıtılmış
bir şekilde ayrı duruyor. Sorularımı devam ettirmekte aceleci davranmak
istemedim ve "dönüşüm" fikrini o zaman kendimle bağdaştırmadım.
------------------------------------
Gıda İngiltere'de hâlâ
ciddi ölçüde karneye bağlıydı ve bunca erzağın burada bulunması olağandışı bir
görüntü arz ediyordu. Ancak Gürciyev hemen dikkatle baktığımı sezdi ve şöyle
dedi:
"Tanrı'nın insana
ilk Emri nedir, biliyor musun?" Ben cevabını düşünürken kendisi söyledi:
"El eli
yıkasın!" Bu sözü sindirmem için duraksadı ve sonra şöyle dedi:
"Senin yardıma
ihtiyacın var, benim de. Ben sana yardım edersem, senin de bana etmen gerekir." Ne isterse yapmaya
hazır olduğumu söyledim.
Paris'te çektiği
sıkıntılardan söz etti; kendisi için çok önemli olan Cannes
gezisine gitmek için
para bulamadığını anlattı. Oraya zaten elimdeki tüm parayı vermeye hazır olarak
gittiğimden bu isteği beni şaşırtmadı. Sonra şöyle dedi:
"Sen benden ne
istiyorsun?" Şöyle cevap verdim:
"Kendi Varoluşum
üzerinde nasıl çalışmam gerektiğini bana gösterir misin?" Onaylarcasına
konuştu:
"Doğru. Şimdi
fazlasıyla Bilgin var, ama Varoluşa gelince bir sıfırsın. İstersen sana nasıl
çalışman gerektiğini gösteririm, ama bunu sana söylediğim şekilde yapmalısın."
Bu
sohbette korkunç bir şeyler vardı. Bu, Prieuré'de bana söylediklerinin tamı
tamına devamı gibiydi; yirmi yedi yıl önce Prens Sabahattin ile beraber
Kuruçeşme'deki ilk görüşmemizde söylediklerinin de. Ona şöyle dedim:
"Olduğum
gibi devam edersem durumumun umutsuz olduğumu biliyorum. Sana geri gelmemin
nedeni de bu."
Bana şöyle dedi:
"Söylediğim
gibi yaparsan sana nasıl değişeceğini göstereceğim. Tek yapacağın düşünmeyi
bırakmak. Sen fazla düşünüyorsun. Duyularına kulak vermeye başlamalısın.
Duyularınla algılamak ile duyumsamak arasındaki farkı anlıyor musun?" Birinin fiziksel, birinin
duygusal olduğunu söyledim.
"Aşağı
yukarı öyle. Ama bunu aklınla biliyorsun. Tüm varlığınla anlamıyorsun. Öğrenmen
gereken bu. Git ve Bayan Salzmann'dan sana ve Bayan Bennett'e duyularınla
algılama ve duyumsama egzersizini göstermesini iste," dedi. (s.333)
------------------------------------
Gürciyev çocuklara
her zaman en iyi yüzünü gösterir, onların bozulmamış malzeme olduğunu düşünür,
onlara her zaman son derece hassas bir tarzda eğitim verirdi. Birisi
fikirlerinin çocuklara ilk olarak en iyi nasıl anlatılacağını sordu:
"Asla doğrudan
öğretmeye çalışmayın. Çocuklarla çalışmaya her zaman uzaklardan başlayın.
Çocuklar bu fikirleri kendileri bulmalı; öteki türlü köle gibi büyürler."
Çocukların tamamen
başıboş bırakılması gerektiğini kastetmiyordu. Tam tersi çok sıkı disiplinden
yanaydı; çocukların içinde bulundukları toplumla her zaman uyum içinde olmaya
hazır olmaları konusuna dikkat edilmesi gerektiğini söylerdi. Ancak asla yapay
bir şekilde değil. Gürciyev'in, ebeveynlere çocuklarını nasıl eğitecekleri
konusunda söylediği sayısız şeyden çok değerli bir kitap yazılabilirdi.
Karşısına bir çocuk getirildiğinde şöyle söyleme âdeti vardı:
"Anneni babanı
sev, Onlar senin için Tanrı gibi olmalı. Annesini babasını sevmeyen Tanrı'yı da
asla sevemez."
Çocukların partisi
bittiğinde büyüklerin bir kısmı gitti, bir kısmı da akşam yemeğini hazırlama
işini üstlendi. Onunla yalnız kaldım. Uzun oturma odasının sonunda alçak bir
divanda oturuyordu. Yanına diz çöktüm ve ona teşekkür ettim. Bana şöyle dedi:
"Şu âna kadar
senin için yaptıklarım bir hiçti. Yakında Avrupa'ya dönüyorum. Bana gel, sana
nasıl çalışacağını göstereyim. Söylediklerimi yaparsan, sana nasıl ölümsüz olunacağını
göstereceğim. Şu anda hiçbir şeyin yok, ama çalışırsan yakında ruhun
olur."
(s.353)
------------------------------------
Kutsal Mekke’nin Son
Şerifi Ali Haydar ile tanışmıştım. Benim yaşlarımda beş oğlu vardı; bulardan
Prens Abdülmecit adlı oğlu benim yakın dostumdu. Eski bir ırktan gelen bu
insanların hürmeti ve alçakgönüllü iyiliği beni etkilemişti. Tüm desteğini
ailenin genç kanadına veren ve meşru Şerifin Birinci Dünya Savaşı'ndan
sonra dönmesini engelleyen Arabistanlı
Lawrence'ın kötü etkisine -kendimce- esef ediyordum. Arap haklarıyla
ilişkilerimizin tarihi, Vahhabilerle nasıl başa çıkılacağını bilen Şerif Ali
Haydar'ı destekleseydik daha iyi bir yöne doğru gidebilirdi. Ancak şimdi her
şey tarihin tozlu sayfalarında kalmıştı. Ali Haydar ölmüş, oğlu da sadakatini
kuzeni, Ürdün'ün Haşimî kralına vermişti. Kendisi Londra'da Ürdün
temsilcisiydi. 1958 yılında Paris'e geçmişti. (s.396)
------------------------------------
“Sen kendi
kendine göremezsen, sana kimse gösteremez.”
P.D. Uspenski
Yaptığım
hatalardan dolayı ciddi eleştiriler aldıkça, hiçbir seçkinci gizli okulun
öğretemeyeceği dersleri, insanın günlük hayatta nasıl öğrenebileceğini gördüm.
O günlerde şöyle yazmışım:
"Kendini, seni sevmeyenlerin gözüyle gör."
Kendi
gözlerimiz asla kendini-sevme ve kendinden-nefret duyguları arasındaki
çatışmadan bağımsız olamaz ve kendimize sabırla bakmak istiyorsak başkalarının
gözlerini ödünç almalıyız. (s.238)
------------------------------------
Hasan ilk önce Brunswick
Road'da bizle kaldı, ama
sonra huzursuzca oradan oraya dolaştı. Üzerimdeki iş baskısından dolayı onu
görmeyi umut ettiğim kadar görememekten utanç duydum. Yine de niyetini açıkça
belirtti: Alınyazım konusunda beni uyandırmak ve bunu başarabileceğim
konusunda kendime güvenimi yeniden kazandırmak. Benim bir "Usta"
olduğumda ısrar ediyordu; hoca olarak gördüklerimin hepsinin ötesine
geçmiştim ona göre.
Bana ve diğerlerine zikr-i
dâim, yani kalpten sürekli duayı öğretti; bunda kelimeler yoktur ve tüm
dinleri kapsar.
Bunun üzerinden beş yıl geçti ve hâlâ bu egzersizden inanılmaz şeyler
kazanıyorum. Önceden bildiğim her şeyden daha etkin bir nefes kontrolü de var
bu egzersizde. Başta zikri hemen benimsemedim, çünkü Gürciyev'den
öğrendiğim nefes kontrolü tekniklerinden farklı çalışanlara şüpheyle
yaklaşıyordum. Ancak birkaç hafta içinde son derece güvenilir ve yararlı bir
şey olduğunu gördüm. Nefes kontrolü zikr edimini, fiziksel bedenden kescan
yani astral bedene
taşıyordu; bu da fark edilir şekilde güçleniyor ve etkinleşiyordu.
Hasan, bu kitabın 7.
Bölüm'ünde anlattığım görünün -ki bunu okumuş ve kesinlikle çok iyi anlamıştı-
hakiki olduğunu ve şimdi de gerçekleşmekte olduğunu söylüyordu.
"Ümit edebileceğinden", diyordu, "çok daha
ötesine gitmek yazılı alnına". Büyük bir çağ yaşayacaktım ve zikr
sadece hayatımı uzatmayacak, enerjimi de artıracaktı. Bu vaatlerin içimde bir
şeyler gıcıkladığını kabul etmeliyim; zira ben de büyük bir şeye hazırlanmakta
olduğumu hissediyordum. Ölüm ve yeniden diriliş önsezisi olarak yorumlamayı
öğrendiğim bir tür şaşkınlık ve uğursuzluk hissi vardı içimde. Yetmişli
yaşlarda hayat gerçekliğini kaybediyor. Kişi kendine 'yolumu kaybettim mi' diye
soruyor, ya da 'acaba gücüm artık bitiyor mu' diye. Dış dünya artık
fazla bir anlam ifade etmemeye başlıyor. Ama yine de görünüşte her şey yolunda
gibi görünüyor. Bu haller, en azından benim durumumda, bir kavşağın
yaklaştığına işaretti.
Hasan, ne kadar önemli
olduğuma beni ikna etmek için kendini parçaladı. Bana söylediği her şeyi burada
tekrar etmek çok da gerekli değil. Ancak bundan bahsetmem gerekiyor, zira
hayatımda büyük bir etkisi oldu bu sözlerinin. Bu etkilerden biri ufkumu
genişletmek oldu; tüm insanlığın durumunu onyıllar değil yüzyıllar ölçeğinde
ciddi olarak düşünmeye sevk etti beni. İnsan bunu yaptığında, önümüzdeki yirmi
yıl içinde geniş çaplı bir hareketin mümkün olmadığım bariz bir biçimde
görüyor. Dünyadaki toplumsal sistemlerin ataletinin üstesinden, dört başı
mamur bir kopuş olmaksızın, gelinemezdi. Uspenski'nin 1924'te söylediği önemli
bir söz vardır:
"Değişimi
engelleyenler, tehlikeli gerilimleri rahatlatan, supap görevi gören
reformculardır." Dünyayı
değiştirmek için acele edenler, hakiki değişimi, tüm konservatiflerden (muhafazakâr
bir şekilde, ılımlı olarak) daha çok engelliyorlardı.
Hakiki değişimlerin
fikirlerin gücüyle geldiğine inandım her zaman; ancak gerçekten yeni olan
fikirler, son derece ağır hareket eder. Tüm insan hayatlarının eşit olduğu
fikri M.Ö. 6. yüzyıldan önce bilinmiyordu. Bu fikir dünya üzerinde yaşam olan
her yerde Buda ve Konfüçyüs, sürgündeki İbrani peygamberler, Solon ve
Pythagoras ve dünyanın tam merkezindeki Zerdüşt sayesinde yerleşti. Bu
elçiler bu mesajı iletene kadar, insan ırkının küçük bir üstün varlıklar ve
kişisel haklan ya da önemi olmayan karanlık bir proletarya kastına bölünmesi,
evrensel kabul görmüş bir fikirdi. Kahramanlar, ya da The Dramatic
Universe'te [Dramatik Kâinat] söylediğim gibi Hemiteandrik Çağ, şehir
devletlerini yaratmış, ticareti, deniz ve kara ticaret yollarını kurmuş, yazı
sanatını keşfetmiş, büyük teknik ilerlemeler kaydetmiştir. Fakat bu Çağ,
bir fatihin bir emriyle on binlercesi katledilebilen sıradan insan için hiçbir
şey yapmamıştır;
bu katledişlere karşı ahlaki bir öfke yükselmemiştir, hatta rahiplerden,
şairlerden bile. İnsan hayatının kutsallığı ve her insanın kendi kurtuluşunu arama hakkı
şeklindeki yeni fikirler hem güçlü hem umut vaat ediciydi. Eğer insan ırkı
faciadan kurtarılacaksa bu fikirler kaçınılmazdı. Yine de tarihte, bu fikrin
doğurduğu yeni değerlerin kabul görmesi için yüzyıllar geçmesi gerektiğini
görüyoruz.
Şimdi, saf
bireyselciliğin artık yeterli olmadığı bir Yeni Çağ'a giriyoruz. Dünya o kadar
karmaşık bir hale geldi, insan çıkarları birbirine o kadar bağımlı oldu ki
başkasını düşünmek kendini düşünmenin önüne geçmek zorunda artık. Hıristiyan
öğretisinin kalbinde yatan temalardan biri şudur: "Birbirinizin yükünü
taşıyın, böylece Mesih'in Yasası'nı yerine getirirsiniz." (Pavlus'tan
Galatyalılar'a Mektup: 6:2).
İki bin yıllık
Hıristiyan kültürü, bu bariz ve gerekli hakikatin kabul görmesi konusunda
neredeyse tamamen başarısız oldu. Egoizm, başkaları için olduğu kadar bizim
için de korkunç sonuçları olan bir şeydir. Bu güne kadar "başkalarını
sevmeye" yönelten şeyin işe yaramadığını ve yaramayacağını kabul etmeliyiz. Akıldan
önce hayal gücünü yakalayacak yeni bir şeye ihtiyaç var ve bu "yeni
şey" küçük ölçekte, fazla dikkat çekmeden gelip, daha geniş kapsamlı
kabul arayışına girmeden kendini ispatlamak zorunda. Sanayi devrimi,
tarım toplumlarının modasını geçirmişti; onlar da göçebe hayata aynı şeyi
yapmıştı. Komünizm, derin bir dinsel inanç ve disiplin olmaksızın işlemez.
Tarih, sadece Rusya'da değil, pek çok başka örnekte de göstermiştir ki ateist
komünizm, acımasız bir baskı olmaksızın işleyemez.
Peki insan ırkına
hayat konusunda yeni bir bakış getirecek yeni fikir nereden gelecek? The
Dramatic Universe'te [Dramatik Kâinat] Yüksek Güçlerle beraber çalışma
-Sinerjizm- fikri gelecek çağın anahtar fikri olacaktır, demiştim. Bunu
yazarken bile, gücünü tam olarak görememişim. "Yüksek Güçler"i
hâlâ insanlığın dışında bir şey olarak düşünüyordum. Nesnel aklı başarmış,
dolayısıyla Kâinatın Yaratıcı Güçleri ile iletişim kurabilen insanlardan oluşan
bir "gizli liste" hipotezi atmıştım ortaya.
Şimdi Hasan Şuşut ile
yaptığımız konuşmaların akışında, hatta daha da çok zikir yapmamın bir sonucu
olarak, "Yüksek Güçler'in insanın dışında İşleyemeyeceğini görmeye
başladım, insani araçlar olmaksızın bu güçler hiçbir şey yapamaz. Sinerji, Kâinatın
Yaratıcı Özü ile işbirliği değil, kişinin kendisinin kâinat yaratıcı bir zekâya
ermesi demektir. Bunu çok önceden görebilmeliydim, zira daha 1960'ların
başında, The Dramatic Universe'ün [Dramatik Kâinat] ikinci cildinde, Kâinatın
Yaratıcı Özüyle insanın "yüce doğasını" eşleştirmiştim.
Teoride kabul ettiğim şeyi gerçekte yaşamaya başlayana kadar, "iç
çemberin" nasıl işlediğini anlayamamıştım. Bu "işlemenin" içimde
olabileceğine hâlâ inanmıyordum. Hasan, bunun aslında mümkün olduğuna inandırdı
beni, her ne kadar bunu kendi Itlak Sufizmiyle ifade etse de. Her şey bir yana
bu, Gürciyev'in ta en baştan beri öğrettiği şeydi. Bu, kendimle ilgili olduğunu
düşünmeden kabul ettiğim bir dogmaydı, ki dogmalara bağlanma genelde bu şekilde
olur. Ancak şimdi kırk yıl sonra, Uspenski gruplarında girdiğim şekillenmeden
başımı kaldırıyordum; bu gruplarda sürekli telkin edilen şey, varoluşun üst
düzeylerinin çok uzaklarda olduğu ve nesnel bilincin bizim işimiz olmadığıydı.
İç âlemimdeki
değişimleri göz ardı etmem imkânsızdı. On beş yıl önce yazdığımda doğruyu
söylemiş olduğumu şimdi kendim görebiliyordum: "İrade yoktur," ve
"Salt İrade olarak Tanrı yoktur." Bu önermenin doğal sonucu
şudur: Kendi gerçek varlığım söz konusu olduğunda, Ben de yokum. Kişinin var
olmadığını, "varolan" şeyin sadece hakiki bilincin yerini düş
âlemindeki bir bilincin aldığı maddi bir nesne, bir mekanizma olduğunu, oldukça
açık ve nesnel bir biçimde görmesi, kulağa geldiği kadar korkunç bir şey
değildi; tam tersi bu gerçeğin mihenk taşı, tek umut kaynağıydı.
İç âlemim yeni
görünüşlere açıldıkça, yaşama biçimimin bir anlam ifade edip etmediğini sormaya
başladım kendime. Tüm hayatım boyunca, ağır bir yük taşımak zorunda kaldığım
durumlara sokmuştum kendimi. Bunların hepsinde yeterli dış desteğin gelmesini
engelleyen yapay, neredeyse kurgusal bir unsur vardı. Sırf işlerin yürümesi
için aşırı bir çaba sarf etmem gerekti hep. Sanki, sahte bir inançtan gerçek
bir durum yaratmaya çalışıyordum her seferinde. Bir keresinde Yapısal
İletişim'in farklı olacağını düşünmüştüm. Bu oluşumda, modern hayatın gittikçe
artarak bağımlı olduğu öğrenme ve iletişim süreçlerini geliştirecek büyük bir
potansiyel taşıyan gerçekten orijinal ve değerli bir teknik vardı. Zeki ve
kendini adamış insanların desteği vardı, yeterince paramız da vardı.
Planlarımızı inceleyen müşavirlerin verdikleri tavsiyelere uymuştuk. Başarı
garantiymiş gibi görünüyordu. Ve yine de aksilikler birbiri ardı sıra ortaya
çıkmaya başladı. Önceden görülemez, ya da en azından bizim örneğimizde
görülememiş, olan olaylar, sunduğumuz makinelerin üretilmesini geciktirdi.
Örneğin, General Electric Şirketi'nin başı Sir Arnold Weinstock'un kararıyla
araştırma, geliştirmeye ayrılan paranın aniden kesilmesi gibi olaylar. Böylece,
ABD Donanması ile yapılacak çok önemli bir mukaveleyi kaçırdık. IBM ile çok iyi
üst düzey temaslarımız vardı; hatta bize, Systemaster'ın bilgisayarlı eğitimde
olası bir araç olarak kullanılmasını deneyecek bir ekip yollamışlardı. Sonra
IBM üst düzey yönetimi birden, eğitim alanındaki bu heyecanlı programı iptal
etmeye karar verdi; bizse bir iki cesaretlendirme ve mali destekle kaldık, öte
yandan da büyük bir hamle umudundan mahrum kalmış olduk. Bay Nixon'un başkan
seçilmesinden sonra, diğer binlercesi gibi, sosyal ödeneklerimiz kesildi. İşi
sürdürebilmek için Birleşik Devletler'e art arda seyahatler yaptım; şirkete her
geçen gün daha çok vakit ayırmaya başlamıştım. Yönetim Kurulu başkanıydım;
aslında şirketi idare etmekle yükümlü olmamam gerekiyordu, fakat kaderimin
izlediği yol kendini tekrar ediyor gibi görünüyordu yine.
Baştaki niyet, şirkete
ayda birkaç gün, vaktimin geri kalanını da yazmaya ayırmak şeklindeydi.
Yayıncılarımla mukaveleler yapmıştım. Sistematik bilimini geliştirmek ve The
Dramatic Universe'ü [Dramatik Kâinat] yazdığım sıralarda yapılan araş-tırmaları
izlemek istiyordum. İç âlemime ayırmak için de daha çok vakte ihtiyacım
olduğunu biliyordum.
Hasan Şuşut, sağlığıma
daha çok dikkat etmemi rica ederek Türkiye'ye geri döndü. Tavsiyesini göz ardı
ettim. Aralık geldiğinde sadece aşırı yorgun değil, ciddi biçimde hastaydım. Ne
büyük talihtir, o sıralar Ratnasuriya'nın 1948 yılında tanıştırdığı, kesintili
bir ilişki sürdürdüğüm Doktor Chandra Shar- ma ile yeniden temasa geçtim.
Sharma, tanıştığım en olağanüstü insanlardan biriydi. Gözlerini hayata Güney
Hindistan'da bir köyde açmıştı, sonra bir tapınağa girip Sri Ramana Maharşi'ye
hizmet etmişti. Maharşi onu Bombay'a "doktor olmaya" yollamıştı. Daha
sonra İngiltere'de geçerli bir doktor, homeopati ve diğer doğal tıp
yöntemlerinin önde gelenlerinden biri oldu. Hastalarının durumunu esrarengiz,
neredeyse mucizevi şekilde teşhis etme yeteneğine sahipti. Ortodoks tıbbın
yardım edemediği durumda olan yüzden fazla öğrencimi, dostumu ona
yollamışımdır. Şaşırtıcı tedavileri ona, özellikle İngiltere, Kuzey Avrupa ve
ABD'de o kadar büyük bir ün sağlamıştır ki şu anda ülkede en aranan
doktorlardan biridir.
Konudan, Ocak 1969'da
başıma gelen şeyi anlatmak için saptım. S.C.S. Ltd. daha yeni kurulmuştu ve tüm
dikkatimi talep ediyordu, ancak kendimi zorla ofise sürükleyebiliyordum. Doktor
Sharma, bir prostat ameliyatı olmam gerektiğini söylemişti; fakat önce gücümü artırmak
istiyordu.
Sonra 28 Ocak'ta bir
anda çöktüm. Eşim Sharma'yı arayıp hezeyan içine girdiğimi, büyük tehlike
altında olduğumu söyledi. Derhal geldi ve ben tehlikeyi atlatana kadar on altı
saat benimle kaldı. Ne onunla ne başkasıyla iletişim kurabiliyordum, zira
bedenimden ayrılmıştım. Söylediğim, yaptığım hiçbir şeyin bilincimle bağlantısı
yoktu. Elizabeth'in mevcudiyetinin farkındaydım ama bunu ona iletmek için
hiçbir şey yapamıyordum.
Sonra hayatımın en
önemli ve aydınlatıcı tecrübesini yaşadım. Kanımın tamamen zehirle dolu
olduğunun bilincindeydim; eğer belli bir yoğunluğa erişirse beynimin zarar
görebileceğini, bir daha asla bir iletişim kuramayacağımı biliyordum. Hemen
ölmeyeceğimi, tam bir aptallık hali içinde kalacağımı da biliyordum, ta ki dış dünya
ve oradaki insanlar anlayana kadar. Yine de tamamen ve doğrudan "Kendimin"
tüm o dünyanın dışında olduğumun ve hep öyle olacağının bilincindeydim. "Ben
kendim" özgür kalabilirdim ve hatta iletişimin de mümkün olacağı anlar
olabilirdi. Sonra eşime bunları anlatmak, onu rahatlatacak bir şeyler söylemek
istedim. Ama tamamen umutsuz bir durumdaydım. Konuşuyordum; ama konuşan "Ben"
değildim. Doktor Sharma'nın bana bir şeyler yaptığının bilincindeydim, ama
ağzımı aç dediğinde açamıyordum bile. (s.496-501)
------------------------------------
Gürciyev,
tecrübe düzeyleri ile hipnotizma arasındaki ilişkiden söz etti. İşe çeşitli
madde ya da enerjileri tanımlamakla başladı. Ona göre bunların varlığı, her ne
kadar doğal bilimler henüz keşfetmemiş olsa da, gösterilebilirdi. Herhangi bir
fiziksel yolla belirlenemeyecek kadar ince maddeler de vardı. Mümkün olan tüm
hareketler bu maddelere bağlıydı. Örneğin düşüneceksek, düşünce maddesini
kullanmamız gerekirdi. Herhangi bir normalüstü tecrübemiz olacaksa, bu ancak
uygun madde varsa mümkün olabilirdi.
Bu
ince maddeleri ayırmanın ve kontrol etmenin yolları vardı. Bu yollardan biri,
bizim hipnotizma dediğimiz şeydi. Harekete geçirilen madde türüne göre çeşit
çeşit hipnotizmalar vardı. Gürciyev hafızanın geri çekilmesini, tüm canlılarda
var olan ve "fiziksel beden içinde bir tür ince beden olarak
kristalleşme" yeteneğine sahip belirli bir maddenin bir özelliği
olarak açıkladı. Prens bu ince bedenin, dünya üzerinde başka insan ya da hayvan
biçimlerinde yeniden hayata gelip gelemeyeceğini sordu. Gürciyev buna itiraz
etti, ancak Prens'in reenkarnasyonun gösterilebileceği iddiasını ne kabul ne de
reddetti. Sadece şunu söyledi:
"Reenkarnasyon Batı'da o kadar yanlış anlaşıldı, o kadar
yanlış yorumlandı ki, ondan bahsetmenin bir anlamı yok."
Hassasiyetin
açığa çıkarılması ve hipnotize edilen deneklerin farklı metallere verdiği
farklı tepkiler üzerine yaptığım deneyler hakkında yorumlar yaptı. Her metale
karşılık gelen özel bir madde vardı. Bu maddeler, gerçek insan maddesine oranla
düşük miktarlarda olmak üzere, insanın içinde de mevcuttu. Her maddenin belirli
bir psişik özelliği vardı. Bir denek derin bir hipnoza girdiğinde, farklı
maddeler, tıpkı bir mıknatısın etkisi altındaki demir ve pirinç tozları gibi
ayrışmaya başlardı. Bu koşulda denek, normalde duyarlı olmadığı maddelere tepki
verebilirdi. Dolayısıyla, bir kimse, farklı metaller kullanarak, öfke, korku,
aşk, kibarlık, vs gibi farklı psişik tepkiler yaratabilirdi. (s.98-99)
Kaynak:
John
Godolphin Bennett, TANIK- Bir Arayışın Hikâyesi, trc: Çiçek Öztek, YKY,
Eylül-2006, İstanbul
Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.
Yorumlar