Print Friendly and PDF

MUSTAFA KEMAL’E VİZE VEREN İNGİLİZ SUBAYLA RÖPORTAJ YAPAN GAZETECİ NEZİH UZEL

Bunlarada Bakarsınız





Atatürk’ün İngiliz’den vize aldığını duyunca resmi tarihe hıncım arttı 
Mustafa Kemal ve 36 arkadaşına İngiliz subayın vize verdiğini duyunca resmi tarihe olan hıncım biraz daha arttı. Ne Atatürk, ne resmi tarih düşmanıyım, ama ben bir gazeteci olarak karanlıkta bir şey kalsın istemiyorum. Çünkü insanların gerçeği öğrenmeye hakkı var. Yalan yanlış bilgilerden hayır gelmiyor. Neden yasaklıyorsun kardeşim, Mustafa Kemal Samsun’a gitmişse neden mistik havaya sokuyorsun, yalan yanlış bilgiler veriyorsun.  Bitti işte. 
NEZİH UZEL
Resmi tarihin kulakları çınlasın!
Özellikle Türkiye’de ve yine özellikle yakın tarih konusunda her geçen gün ortaya çıkan gerçekler resmi tarihe meydan okuyor. Çok değil 80 yıl önce yaşanmış olaylardan ya habersiziz ya da bazıları konusunda yanlış bilgilendirilmişiz. Örneğin Mustafa Kemal ve arkadaşlarının Samsun’a çıkma meselesi.. Türkiye’de okula giden herkese, Mustafa Kemal’in tek başına gizliden plan yaparak yıkık dökük bir gemiyle Samsun’a çıkma efsanesi anlatılmıştır. Ancak gerçekler biraz daha farklıdır. Mustafa Kemal ve yaklaşık 40 arkadaşı bizzat Padişah Vahdettin’den aldıkları bütçeyle Anadolu’ya gitmek için görevlendiriliyorlar. Hem de Osmanlının o dönemdeki en lüks gemilerinden biriyle.. Mustafa Kemal ve arkadaşlarına Vizeyi ise o dönemde İstanbul’u işgal eden İngilizler veriyor. Mustafa Kemal’e vize veren İngiliz Yüzbaşı John Godolphin Bennett ise, 1972 yılında Gazeteci Nezih Uzel’e konuşuyor. İngiliz Subay, İstanbul’da Özbekler Tekkesi’nde verdiği röportajdan 2 yıl sonra da vefat ediyor. Bu konuşma ise geçtiğimiz günlerde Selis Yayınları tarafından kitaplaştırılıyor. Kitabı okuduğunuzda bir kez daha görüyoruz ki, tarihi olaylar resmi tarihe bırakılmayacak kadar önemli. “Tarih Unutmaz Yüzbaşım” alt başlığını taşıyan "Atatürk'e Nasıl Vize Verdim" isimli kitabın yazarı Nezih Uzel’le olay röportajın öyküsünü ve yaşadıklarını konuştuk. 
*********************************************************************
Nezih bey kısaca sizi tanıyalım, Kimdir Nezih Uzel? 
1938 Mudanya doğumluyum. Çok küçük yaşlarda Mudanya da Güneş diye gazete çıkarıyorduk. Daha sonra da 1961’de Milliyet’te foto muhabirliği, 1966’da Hürriyet’te parlamento muhabirliği, 1967’de Dünya gazetesinde fiili olarak profesyonel gazetecilik yaptım. Daha sonra Ortadoğu’yu , çıkardık.  1987 -1994 arası Zaman’da yazılar yazdım. 1994’ten sonra da çevirilerle kitaplara ağırlık verdim.
Yaklaşık 25 kitabımla birlikte albümlerim var çoğu tasavvuf musıkisi ağırlıklı.
Tasavvuf Musıkisi ve Mevlevilikle bir uğraşınız  var. Biraz anlatır mısınız nasıl başladı bu? 
Galatasaray Lisesi’nde okurken, müziğe, tasavvufa, tekkelere ve dergaha hevesliydim. Konya’ya giderdim sık sık. O zamanlar tasavvuf müziği denmezdi “tekke ilahileri” denirdi.
Gençlik yıllarında merakla üzerine gittiğimiz kültür yok olmak üzere olan doğu kültürüydü. Bu ise eski kültürün devamıydı. Osmanlı  kültürünün son kalıntılarıydı. Zaten O kültürü bilen insanların hepsi 1970’li yıllarda yok oldular. Bu kültürün temsilcileri kayboldu.
Mevlevilikle de teşrik-i mesainiz oluyor. Mevlevi ayinleri nedeniyle uğradığınız bir koğuşturma ya da sıkıntı yaşadınız mı?
677 Sayılı bir kanun var. Takrir-i Sükun döneminin inkılap kanunu. Bütün dernekleri ve bütün faaliyetleri yasaklayan kanun bu. Tedbir mahiyetinde bir kanun. Prof. Sıddık Sami Onar’ın fikrine göre, zamanla gücünü kaybedecek, inzibati tedbir kanundur bu ama maalesef öyle olmadı. Tarikat ve tekkeleri kapatan kanun, bunun kültür boyutunu düşünmemiş, halbuki bir kültür var ortada. Bu kültürün devamını istiyoruz. Geçmişteki dini ve tasavvufi durumun aynen devam edeceğini zaten düşünmüyoruz. Ama bunun yaşatılması gerektiğine inanıyoruz.
Nasıl aştınız peki sıkıntıları? 
İkili oyunlarla aştık. Örneğin Konya’ya gelen yabancılar, 1962’de bunun bir tarikat ayini olduğunu biliyorlardı. Biz ise biz buna gösteri adını taktık. 1956’dan itibaren Mevlevi ayinleri peyder pey yapılıyormuş. Ben de ilk o sıralarda başlamıştım. Konferanslar anma günleri yapılıyordu. 1956’dan itibaren Sultan Veled Devri dediğimiz ritüel de yapılmaya başlanıyor. Buna göre 12 eleman var, başında bir şeyh bulunuyor selamlaşmalar oluyor. Dediğimiz bu ritüeli de hayata geçirdik.
Ondan sonra yasaklamalar devam ediyor. Bugün hala o kanunu uygulamak isteyen bir savcı bizim şu andaki toplantımızı bile, “ayin yaptınız” diye yasaklayabilir. Bu kadar istismara açık bir madde.
Yürürlükte yani o kanun? 
Tabii.
Kanun suçun kapsamını da tarif etmemiş. Hakimin kanaatine bağlı, camideki şekilde yan yana oturursanız suç değil, çember şeklinde oturursanız suç oluyor. Kanunun tatbikatı sırasında bu çeşit sıkıntılar yaşanmış.
Hiç şahit olduğunuz olay var mı? 
Elbette. İlk yıllarda Konya’da idare bizi bir tiyatro gösterisi gibi sunma gayretindeydi. Turistler bile bunun bir ayin olduğunu biliyordu ama onlar bunu gizlemeye çalışıyorlardı. İş çok basite kadar iniyordu. Mesela Sultan Veled Devri dediğimiz bir bölüm var, orada Derviş’in zikrullahla meşgul olması, ism-i celal okuması lazım, “Allah” demesi gerekiyor. O zaman orada olan Konya Valisi şeyhin dudakları kımıldayınca, “bu ne diyor, Allah mı diyor” diye kızıyor. Oradaki grup şefi, “Efendim malum yaşlıdır, dün akşam kalp krizi geçirdi nefes alamıyor. dudakları titriyor” diyor. Buna benzer pek çok örnekleri olan olaylar yaşandı. İdareyle olan bu ikili oyun, 30 yıl devam etmiştir.
Mesela sıkıyönetimin olduğu bir dönemde, Kültür Bakanlığı görevlileri, kareye girerek şeyhin portresini çekmek istediler. Ritüelin içine girerek postnişin posta doğru yürürken, bu yapılmak istenen ritüelin esaslarına aykırı. Oraya giremezsiniz. Orada şeyhin biri itiraz etti görevlilere. Sonra olay başka yerlere çekildi. “Yobazlar resim çekilmesine karşı çıktılar” diye.
Sanıyorum daha fazla olay yaşanmamasında, sizin alttan alan tavrınız etkiliydi?. 
Tabii ki. O muhakkak.
Mevlevilik’in önemi nedir sizce? 
Osmanlı’da Mevlevilik kabul edilen 12 resmi tarikattan biriydi. Devlet ortağıydı. Mithat paşa, anayasası ilk olarak Mevlevi tekkesinde konuşulmuştur. Yani devletin anayasasının konuşulduğu bir yer. Buraya kadar yükselmiş bir kuruluş. Cumhuriyet’le birlikte bir anda yapının dışına itilmesi tabii hoş olmamış. Rejim ve sistem değişiyor ama gelenek devam ediyor. Bir anda büyük bir kopukluk olması sıkıntı oluşturuyor. Tekkesi, dergahı yok ama adı var.
Bugün Mevlevilik ne durumdadır, gerçek anlamda hakkı veriliyor mu bu tarikatın? 
Mevlevi ayininin sadece gösterisi, vitrini, şov tarafı kalmıştır. Mevlevilik bu değil. Bizim neslimiz ayinleri çıkardı ortaya ama ruhu yok. Bizden sonraki nesil ne yapar bilmiyorum. Tamamen bir şov. Giderek de şovun da karakteri bozuluyor. 

Kadın semazen tartışması da yaşanıyor. Sizce kadın semazen olur mu ayinde? 
Kadın olmaz. Bunun bazı sırları var. Kadın erkeklerle futbol da oynamıyor. Bütün tekkelerde kadınlar için arkada bir kafes vardır. Kadınlar oralarda sema ederdi. Erkeklerle asla. Bir tarihte, bir balonun üstünde Hz. Pir’in resmini bağlamışlar. Mimar Hakkı Ayverdi buna itiraz etti. Manevi ağırlığa uygun değildi. 10 dakika sonra o indirildi o resim. Bugün bunu yapacak kimse yok. Şov da bozulmuştur, Mevlevilikten de uzaklaşılmıştır.
Tarikatlar tekkeler hala yasak olmasına rağmen, Mevlevi ayinlerine devlet erkanı katılıyor ve kutlamalar yapılıyor. Devlet Bu gösteriyi kullanıyor mu? 
Muhakkak ki. Bunu bir turistik gösteri haline getirdiler. Bugün Konya’da yapılan töreni Diyanet İşleri’ne sorasınız dine uygun mu diye “değildir” der.
TEK PARTİ DÖNEMİ İSTENİYOR Biraz da gündeme gelelim. Bir gazetecisiniz. Türkiye’nin yakın tarihini biliyorsunuz. Yargıtay Başsavcısı AKP hakkında kapatma iddianamesi hazırladı. İddianamede dini söylem ve niyetler suç olarak gösterilmiş. Nasıl yorumlamak lazım? 
Türkiye bir reaksiyon devleti, cumhuriyetin kendisi askeri darbe zaten. Askeri darbeler daha sonra da devam etti.. O dönem belki zecri tedbir gerekiyor olabilir ama, bugün artık onlar geride kaldı. O dönemler bitti. Bugün bir savcı hala o kanunları kullanıyorsa, o günün özlemini çekiyorsa o savcı en büyük gericidir. Çünkü o dönemlere bir özenti var. Ama yapı itibariyle bir savcı o hukukun dışına çıkamıyorsa bu ayrı. Bir reaksiyon devleti olduğumuz için savcının o kanunları uygulaması da zorunlu. Ben 60 yıldır “irtica” lafı duyarım. İrtica olmasa da icad ederler. Çünkü kuruluş sebebi bu. Her devletin çözemediği sorun var. Reaksiyon olarak kurulan devlet için bu daha da zor. 1500 yıl din-ü devlet diye yönetiliyorsun şimdi bir anda bunu söküp atmaya kalkınca sorun çıkıyor.
 Devrimlerin tepeden dayatılmasının ters tepmesi olabilir mi bu? 
Dinin toplum dışına ve devlet kontrolüne alınması hedeflendi. Bunda da yalnız İslam dini hedef alındı.  Zira cumhuriyet döneminde başka dinlere ve dini kurumlara dokunulmamış. Mesela tekke ve zaviyeler kanunu sadece Müslümanlara uygulanmış. Gayr-ı müslimlerin bütün tarikatları ortada. İstanbul’da Kilisesi olan Fransız Cizvit kilisesi devam ediyor ki bu bir tarikattir.
Bugün yaşananlara baktığınızda, darbe bekliyor musunuz? 
Ben bu konuda yazı yazdım. Bu sefer adliye darbe yaptı diye.. Memleketin yarısından oy almış partiye dava açılırsa cumhurbaşkanına yasak istenirse, darbedir bu. ABD’de Cumhuriyetçi partiye kapatma, Bush’a yasak istemek gibi bir şey bu. Meclis’in duvarına “Hakimiyet bil-a kayd’ü şart Milletindir” diye yazacaksın, savcı çıkacak ben de varım diyecek. Hayır efendim. Sen kendini Meclis yerine koyamazsın.
Bunu yapmak zorunda mıydı Cumhuriyet yönetimi? Resmi düşünce bir dönem için belki haklıdır, ama bu tutum sorunları çözmemiştir, geriye itmiştir. Şimdi bu sıkıntıyı yaşıyoruz. Gerçek neyse ortaya çıksın, yara varsa sarılsın.
Kitaba gelelim isterseniz. Mustafa Kemal’e vize veren İngiliz subayla röportajınızı içeriyor. Röportaj ne zaman yapıldı? Biraz anlatır mısınız? 
Röportaj 1972’de yapıldı.
Neden şimdiye kadar beklediniz, bir yerde yayınlanmadı? 
Basın ilgilenmedi, Nezih Demirkent’in önüne koydum, bir hafta sonra iade etti, “bırak bunları resimli roman yaz” dedi. Milliyeti bu hale getiren Rahmetli Turhan Aytul’ün önüne götürdüm ilgilenmedi. Bennett’le matbaaya gittik ama yüzüne bile bakmadı. Röportaj  kapı kapı dolaştı, ama yayınlayan olmadı. Atatürk’ü mezardan çıkarıp getirsem belki onu da tanıyamayacaklardı.
Yüzbaşıyla nasıl tanıştınız ve konuşturdunuz? 
1971’de sağ- sol kavgası vardı, fiili gazeteciliği bırakmaya karar vermiştim. Ama Bennett’in Türkiye’ye geldiğini Konya’ya gittiğini, dolaştığını duyuyordum. Dostları olduğunu falan biliyorduk. Onun üzerine Hasan Şusut diye birini araya koyarak yanına gittik. Uzun zamandır kimseyle konuşmamıştı zaten. İkna ettik konuştuk. Cahit Tütengil vardı, küçük bir makale yazmıştı Bennett’le ilgili o kadar.
Siz Mustafa Kemal’in vize meselesini konuşmaya mı gittiniz? 
Hayır. Vize meselesinin de farkında değildim o zamanlar. Ki biz Mustafa Kemal’i Samsun’a kaçarak, gizliden gitti diye biliyoruz. Yok hava kötüydü, dalgalar battı falan destansı hikayelerle dinliyorduk o zamana kadar.
Peki, Bennett’le konuşunca, Vizeyi bir İngiliz subayın verdiğini duyunca neler hissettiniz? Bunları duyunca resmi tarihe olan hıncım biraz daha arttı. Ne Atatürk ne resmi tarih düşmanıyım, ama ben bir gazeteci olarak karanlıkta bir şey kalsın istemiyorum. Çünkü insanların gerçeği öğrenmeye hakkı var. Yalan yanlış bilgilerden hayır gelmiyor. İçimde bir aşk var, her şeyi öğreneyim diye. Neden yasaklıyorsun kardeşim, Mustafa Kemal Samsun’a gitmişse neden mistik havaya sokuyorsun, yalan yanlış bilgiler veriyorsun.  Bitti işte. Ve o kadar yalan yanlış ki resmi tarihte anlatılanlar, sadece vize meselesi değil. Mustafa Kemal tek başına değil Erkan-ı Harbiye’de tanzim edilmiş 36 kişilik bir heyet var ve çoğu subay. Ve bu heyetin de tamamı gitmiyor. Samsun’a gittikten sonra da, padişaha bağlılıklarını bildirip hizmet ediyor. yani Mustafa Kemal’in Samsun’a gidişindeki olayın, soyut belgesidir bu kitap. 
Gittiği vapurun da eski olduğu falan yazılıyor resmi tarih kitaplarında…? 
(Gülüyor) Denizaltıyla gitti deselerdi bari..
Peki İngilizler Mustafa Kemal ve bu ekibe neden vize veriyor? 
İngiliz Genelkurmayı’yla İngiliz Dışişlerinin arası açık. Hükümet karışık. Zaten M. Kemal’in başarısında bu da etkili. Dengeleri iyi biliyor. Selanik cephesinden beri bu var. Mustafa Kemal’e vizeyi veren subay zaten, bu giden heyetin, elimize verilen listedekilerin “ortalığı yatıştırmaya değil, alevlendirmeye gideceklerini biz anladık, ama dışişleri bakanlığı vizeyi vermemiz için ısrar etti. O zaman da anladık ki bunun sebebi, Rusya’daki Bolşevik isyanı” diyor. O Bolşevik isyanı olmasaydı belki İngiliz dışişleri buna vize vermeyebilirdi.
Röportajınızın gazetelerde yayınlanmamasında, “resmi tarihle ters düşmeyelim” endişesi olabilir mi? 
Bana öyle geliyor.
Muharrem Coşkun'un Röportajı  
Vakit
27 Mart 2008  
http://www.belgehaber.com/haber.php?haber_id=4200


John Godolphin Bennett İngiliz bilim adamı, matematikçi ve düşü­nür. 8 Haziran 1897'de Londra'da doğdu. Asya dilleri ve dinleri üzerine incelemelerle bilimsel araştırmaları bütünleştiren çalışma­larıyla tanındı.
1919 yılında İstanbul'da İngiliz işgal kuvvetlerinde istihbarat suba­yı olarak çalıştığı sırada, 16 Mayıs 1919 günü Mustafa Kemal'e Samsun yolculuğu için vize vermesiyle birlikte Türkiye, Türkler ve tasavvufa ilgisi başladı. Ömrü boyunca Orta Asya'dan Güney Afri­ka'ya kadar pek çok bölge ve ülkede gezen Bennett, bu yolculukla­rında, içlerinde Türk mutasavvıfların da yer aldığı, az tanınan ama önemli manevi önderlerle tanıştı. 1920'lerde tanıştığı Gürciyev ve Uspenski, Hasan Lutfi Şuşut Bennett'in ruhsal arayışında yol gösterici kişiler oldular. Büyük ölçüde Gürciyev'in etkisiyle Dördüncü Yol adını verdiği bir manevi gelişme öğretisi geliştiren Bennett, 13 Aralık 1974'te öldü.
Bennett'in Büyük Bir Gizem, Ne için Yaşıyoruz? Yeni Çağ Toplumunun ihtiyaçları ve Kutsal Tesirler gibi birkaç kitabı Türkçeye çevrilmiştir.
------------------------------------
Türkçe, tüm Avrupa dillerin­den farklı sözdizimiyle beni heyecanlandırdı ve daha önce hiç­bir işe olmadığı kadar büyük bir coşkuyla sarıldım. Ali Rıza Bey'den her gece özel ders alıyor, gündüzleriyse düzenli ders­lere devam ederken aralarda Türkçe şiirler ezberliyordum. Orta seviyede, gündelik Türkçe ile başlayan ama dilin incelikleriyle ilgilenmeyen tüm öteki öğrencileri geçip birinci olmam çok da şaşırtıcı değil.
O derslerde, tüm düşünce yapımızın dilsel formlarla nasıl belirlendiğini anlamaya başladım. Avrupalılar ile Türklerin ay­nı şekilde düşünmeleri mümkün değildi. Dilimizin özne-yüklem formu, özne-yüklem tipi bir mantığı kaçınılmaz kılıyor. Türkçenin gelmiş olduğu Turan kök dilinde ise bu yüklem for­mu yok. Bizim anladığımız anlamda cümleler bile yok; onun yerine konuşanın bir duruma karşı tavrım ya da duygularını ifade ettiği tek bir kelime kompleksi var.
Türkçede, olgu belir­ten cümleler ile görüş belirten ya da duyguları ifade edenler arasında doğal ve kolayca ayırt edilebilen bir ayrım var. Bizse İngilizcede bu ayrımları yapay yollarla yapmak durumunda­yız; çoğu zaman da bunu yapmayı ihmal ederiz. Avrupalılar ile Türkler arasında tercümanlık yaparken, Türkçede açıkça ifade edilen bir belirsizliğin bir olgu cümlesi olarak söylenmemiş ol­duğundan emin olmak gerekir. Türklere ve diğer Asyalılara yö­neltilen kötü niyet suçlamaları, genelde bu tür yanlış tercüme­lerden kaynaklanıyor. Bir Türk bir Avrupa dili konuşsa bile, düşünme biçimi Türk kalır. (s.37-38)
------------------------------------
(1919) Burada belirtmeliyim ki, İngilizlerin Pera, Galata ve Boğaziçi'nin kuzey kıyıları, Fransızların İstanbul ve Marmara kıyıları ve İtalyanların Asya yakasından sorumlu olduğu düzenlemeye bakılırsa bizim, operasyonun tüm yükünü üstlenmemiz gerekiyordu; zira mebusların çoğu bizim bölgede oturuyordu.
Uyarılarım üzerine gelen tek cevap, evleri Ordu'nun yanı sıra sivil ajanlar tarafından da izleme talimatıydı. En fazla on adet güvenilir ajanım vardı ve yüz yirmi mebus bulunuyordu. Çözümü olanaksız görünen bilmece, en güvendiğim ajanım olan çok cesur ve sadık bir Ermeni beyefendisinin önerisi saye­sinde çözüldü. Kendisine Bay P. diyeceğim adamım, emrime bir Ermeni gizli cemiyeti olan korkunç Daşnak Zutyun'un [Taşnaktzutyun] kaynaklarını vereceğini söyledi. 20 Mart sabahın­dan itibaren, tüm Türk mebusları gözetleniyordu; herhalde en az üç yüz Daşnak üyesi harekete geçirilmişti.
Bütün gece, ofisimde ayaktaydım. Saat dörtten itibaren ajanlarımdan operasyonun tam bir fiyasko olduğuna dair ra­porlar almaya başladım. Kendisi gönüllü olarak teslim olan se­kiz mebus tutulanmış, geri kalanlar kaçmış, saklanmışlardı. Hiçbir şey yapmadım.
Sabah sekizde karargâha acil bir çağrı geldi. Tutuklananları teslim alabilir miyim diye soruyorlardı; zira ne yazık ki pek çok kişi kaçmıştı. Tam olarak kaç kişinin tutuklandığını sordum. "Yaklaşık bir düzine," cevabını aldım. Müttefik Em­niyetinden resmi tutuklamaları yapmak için yardım istedim. Dostum Bernard Rickatson-Hatt'ın iyi tercümanlar da barın­dıran, küçük ama son derece disiplinli bir birlik eğittiğini çok iyi biliyordum.
Sonuç olarak, akşam çökerken seksen beş mebus hapsedil­di ve şanımız kurtulmuş oldu. Karargâha çağırıldım ve tebrik edildim. Belki de bir nişan alabileceğim söylendi ama herkesin olayı en kısa sürede unutmak istediğine inanıyordum. Tüm bunlardan ben de hoşnut değildim. Tüm harekât trajik bir ha­taydı. Yakalanamayan kırktan fazla mebus dosdoğru Anka­ra'ya gitmiş, geçici bir Türk Meclisi kurmuş, Sultan ile hükü­metini kabul etmediğini ilan etmiş ve Müttefiklerin başına ileri­de onları çok küçük düşürecek bir bela açmıştı.
Olaydaki rolümden dolayı tüm Türk dostlarımın bana sırt çevirmelerini bekliyordum. Ancak gerçek hikâye galiba her yerde biliniyordu, hatta benim tüm olan bitene karşı ha­raretli ama boşuna protestolarım çarşıda pazarda konuşulu­yordu. Dahası, birkaç mebusun iyi koşullarla salıverilmeleri­ni, Malta'ya gönderilmemelerini sağlamıştım. Sonuç, bana durumumun gerektirdiğinden fazla bir otorite vermiş gibi ol­du galiba; ofisim sabahtan akşama siyasi tutukluların akraba­larının kuşatması altına girdi. Bana her tür rüşvet teklif edil­di. Ofisimde masama bağlanmış bir keçiyle ya da yerlerde vaklayan bir çift kazla karşılaşmak gayet olağan bir şey ol­muştu.
Fakat beni bir sürpriz bekliyordu. 20 Mart başarımı mümkün kılan Daşnak Zutyun üyelerine bir borcum vardı. Hakkında neredeyse hiçbir şey bilmediğim Daşnak, Ermenis­tan'ın Çarlık Rusyası'ndan bağımsızlığını kazanması için Rusya'da kurulmuş gizli bir cemiyetti. Savaş sırasında Türkler karşısında Müttefiklere çok yardımları dokunmuştu. Şim­di, Ermenilerin tehciri ve ölümlerinde rol almış herkese karşı intikamın aracı olmuşlardı. Berlin'deki Talat Paşa, Milano'da­ki Mahmut Paşa ve hatta belki de ta Türkmenistan'daki En­ver Paşa suikastlarından [(Bennett'in "Milano'daki Mahmut Paşa suikastı" ile Enver Paşa ise bilindiği gibi suikasta kurban gitmemiş, çarpışmada ölmüştür (Ed.N.)]  Daşnak'ın sorumlu olduğuna ina­nılıyordu. Daşnakçılar şimdi de Jön Türk hükümeti ile işbirli­ği yapan Türkiye'deki önde gelen Ermenileri öldürmeye baş­lamışlardı.
Cinayetler son derece dikkatli planlanıyor ve gerçekleştiri­liyordu. Gündüz vakti, kalabalık sokaklarda işleniyordu. Bir si­lah sesi duyuluyordu. Bir adam yere yığılıyordu. Suikastçı o sı­rada kalabalıkta bulunan onlarca belki yüzlerce Ermeni'nin arasında ortadan kayboluyordu. Polis, ancak iş işten geçtikten sonra, sözünü dinletmek için bağırıp, el kol hareketleriyle ka­barmış insan kalabalığının içine nüfuz edebiliyordu. Düzineler­ce insan tutuklanıp sorgulansa bile, bir sonuç çıkmıyordu. Pek çoğu gerçekten de hiçbir şey bilmiyordu; olaya karışanlar bile, büyük ihtimalle sadece belirli bir saatte belirli bir yerde olmala­rı gerektiği dışında bir şey bilmiyordu. Her durumda da, başını zalim Daşnak ile belaya sokabilecek tek kelime bile telaffuz et­meye cesaret edebilecek bir kimse bulunamıyordu.
Türk ve Müttefik polislerini tamamen çaresizlik içinde bı­rakan üçüncü ya da dördüncü suikasttan sonra, sorgulama yapmak üzere talimat aldım. Bu işin arkasında Daşnak'ın ol­duğunu tahmin ediyordum; Bay P.'ye doğrudan örgütlü bir plan olup olmadığını sordum. İnkâr etmedi; ama kendimi on­ların yerine koymamı istedi. Sonra, kendi ırkından, dininden yüzlerce kişinin ölümüne neden olan Ermenilerin hıyanetiyle ilgili bir sürü hikâye anlattı. Suçlular olağan yasal yollarla adalete teslim edilemediklerine göre, işi gizli Ermeni cemiyet­leri üstleniyordu - Daşnak'ın tek başına hareket ettiğini kabul etmiyordu. Hepimizin Daşnak'a borçlu olduğunu söyledim. General Townsend Kutü'l-Amare'de kuşatma altındayken, arada mesaj taşıdıklarını, Ingiliz tutukluların Türkiye'den kaç­malarına yardım ettiklerini biliyordum. 21 Mart olaylarından sonra onlara bir borcum vardı. Ancak siyasi suikastlara da göz yumamazdım.
Asıl sorun, önderlerin kim olduğu ve Daşnak Komitesi hakkında kimsenin en ufak bir fikrinin olmamasıydı. Bay P.'nin kendisi güvenilir bir İngiliz ajanıydı ve onun kişisel olarak işe karıştığına dair en ufak bir kanıt yoktu. Karargâha bir rapor ya­zıp tavsiye istemeye karar verdim. Tabii kimse harekete geç­mek istemedi. Bunun emniyetin işi olduğu, elimi bu işten çek­mem ve duyduklarımı da unutmam söylendi.
Bir sonraki suikast sansasyon yarattı, çünkü bu sefer kur­ban çok zengin bir Ermeniydi; Şark Ekspresi'nde öldürüldü­ğünde büyük bir ihtimalle ülkeden kaçıyordu. Cenazesi Türki­ye'ye getirildi ve korkunç bir durum ortaya çıktı. Görünüşe gö­re bu adam Ermeni fonlarına büyük bir meblağ yardım yapmaya söz verip sözünde durmamıştı. Cenaze Sirkeci İstasyonu'nda zaptedildi ve ailesinden fidye istendi. Ailesi haftalarca pazarlık yaptı, ama en sonunda ödemek zorunda kaldı. Ermeni Kated­ralinde müthiş bir cenaze töreni yapıldı.
Konuyla ilgili olarak, Bay P.'nin başını iyi ağrıttım. Daşnak'ın kesinlikle suikastın içinde olmadığını söylüyordu, ancak başkalarının olayda parmağı olduğunu kabul ediyordu. O sıra, Cemiyet'in kimi aktif üyeleri hakkında ipuçları edinmiş du­rumdaydım; ona harekete geçeceğimi söyleyerek gözdağı ver­dim. Benden süre istedi ve ertesi gün şaşırtıcı bir öneriyle geldi. Daşnak Komitesi, gelecekteki eylemlerinde benim yargıç ol­mam konusunda hemfikir olmuştu; önerilerine göre Bay P. önüme tüm olguları -isim vermeden- serecek ve beni adamın ölmeyi hak ettiğine ikna edemezlerse onu bağışlayacaklardı. Buna karşılık olan bitenle ilgili olarak kimseyle, İngiliz Merkez Karargâhı ile bile, konuşmayacaktım. En iyi anlaşmanın bu ola­cağını düşündüm; dışarıdan yapılacak hiçbir müdahalenin işe yarama imkânının olmadığı açıktı.
Önüme sadece bir dosya geldi. İsimlerin ve yer adlarının verilmediği bir durumda ortaya anlaşılır bir tablonun çıkama­yacağı belli oldu, ben de bir hüküm vermeyi reddettim. Netice­de, başka bir Ermeni suikastı daha olmadı. Bugün bile, müda­halemin duruma etkisi olup olmadığını bilmiyorum. Ancak ba­na hayat ve ölüm üzerinde karar verme yetkisi verilmiş olması benim için çok tuhaf ve keskin bir tecrübe oldu. Zihnim haya­tın garipliğiyle meşgulken ölümü unutmaktaydım. (s.56-59)

----------------------------------------
İslam dini çok ilgimi çekmeye başlamıştı. Küçükken, Hıris­tiyan Kiliseleri arasındaki savaşlar bana ters gelirdi. Okulda iki İlahiyat hocamız vardı; biri Yüksek, diğeri Aşağı İngiliz Kilisesi'nden. Yüksek Rahip ılımlı ama toy bir din adamıydı; ötekiyse, tam bir fanatikti. Roma Katolik Kilisesi hakkında, hiçbir okul çocuğunun duymaması gereken şeyler anlatırdı. Bunların yanı sıra bir dizi misyoner hocamız vardı. Bunlar, putperestler ve zavallı durumlarıyla ilgili o kadar kendilerine güvenir bir tonla konuşurlardı ki, ben ve pek çok başka çocuk hemen ora­cıkta putperest olmak isterdik. Bunları annemle babama anlattı­ğımda, ikiyüzlülükten nefret eden annem, "İngilizlerin çoğu ikiyüzlüdür, özellikle de İngiliz rahipler," demişti. Babamsa, "Rahiplerle misyonerler olmasa din hiç de kötü bir şey değil, ama misyonerler, rahiplerden de beterdir," demişti. Babam Lancing Koleji'nde okumuş ve orada din değiştirme tecrübesi yaşamış. Sonraları kurumsal dine tepki duymaya başlamış; biz ise çocukken daha sonra isyan edeceğimiz, herhangi sabit bir fi­kir edinmekten korumak için elinden geleni yapmıştır.
Hıristiyanlık gerçeğinden bihaber yetiştirilmiş olmam şa­şırtıcı değil. Kiliseye kabul merasimime hazırlanırken, rahibi­miz, kiliseler savaşı ve misyonların gerekçeleriyle ilgili sorula­rıma cevap vermekte çok zorlanmıştı. Şarap-ekmek ayininde hiçbir şey hissetmedim ve kiliseye sadece başkalarını memnun etmek için gittim. O sıralar, inancına gerçekten bağlı, rahip ya da sivil, tek bir Hıristiyan tanımamıştım.
Tanıştığım Müslümanlar için durum farklıydı. Herkes gibi onların da karakterlerinde kusurlar vardı, ancak çoğu Tanrı'ya gerçekten inanıyordu. Bir keresinde, dürüst ve cesur kişiliğiyle itibar sahibi, ancak henüz tanışmamış olduğum Adalet Bakanı'nı ziyaret etmek için İstanbul'a geçmem gerekmişti. Büyük salonuna girip, fraklar içinde altı beyefendi tarafından karşıla­nıp o sıralar Türkiye'de moda olan tarzda selâmlaştıktan sonra Bakan'a baktım; onu daha önce görmüş olduğuma emindim, hem de bir değil pek çok kere. Şaşkınlığımı fark edip güldü: "Geçen perşembe sizi Edirnekapı Tekkesi'nde gördüm," dedi. O an, bir derviş olduğunu anladım; onu Mevlevi ayininde dö­nenler arasında görmüştüm. Dost olduk. Ondan Müslüman inancı ve Sufi mistisizmiyle ilgili pek çok şey öğrendim.
Osmanlı dönemi Türkiye'sinde mistisizm ile gündelik ha­yatın böylesi birlikteliği az rastlanır bir şey değildi. Sultan Abdülhamit'in eski kâtiplerinden, ihtiyar bir dostumu, Çamlıca'da ziyaret ederdim. Bana bir keresinde şöyle demişti:
"Asyalılar ile Avrupalılar arasındaki fark, bizim hiçbir şeyin çabucak değişe­meyeceğine, sizinse kötü bir ağaca iyi bir meyve aşılanabileceğine inanmanız. Bizde bir deyiş vardır: Def-i mefâsid celb-i menâ­fiden evlâdır. Yani, 'İyi bir şey yapmadan önce kötünün kökünü kazımak lazımdır.' Sizse şöyle dersiniz: 'İyi gelsin ki kötünün kökü kazınsın.' İki görüşte de hakikat payı vardır, ancak önce ikisinin farklı olduğunu kabul etmeden, karşılıklı birbirimizi anlayamayız." (s.68-69)
------------------------------------
Türk emir erim Mevlut ile beraber taşın­dım. Tek kusuru, ekmeğe aşırı düşkün oluşuydu. Genelkur­may İstihbarat'ta yemekte bize çok kötü bir ekmek verili yemek işlerine bakan subay da o ekmekleri masaya çıkarmıyor­du. Böylece günde beş altı büyük somun artıyordu; Mevlut da bunların hepsini yiyordu. Türk askerleri çok ender et yiyordu; ancak öyle dayanıklıydılar ki, bizim açlıktan ölme sınırımızda onlar neşeyle dövüşebilirlerdi. Önlerine sınırsız ekmek konsun, onları kimse durduramazdı. (s.85)
------------------------------------
Kemale erme niteliği, pratik terimlerle ifade edilmesi nere­deyse imkânsız bir şey. Bunu Yunan trajedilerinde ve en büyük şairlerin şiirlerinde bulabiliyoruz. Örneğin Shakespeare bunu King Lear'da [Kral Lear] Edgar'ın ağzından söyletmiş:

Men must endure their going hence, even as their coming hither.
Ripeness is ali, come on.
Gloster. And that's true too.
İnsanlar bu dünyadan göçüp gitmeye de katlanmalıdır, tıpkı bu diyara gelişlerine katlandıkları gibi. Mühim olan, ölüme hazır­lıklı bulunmaktır. Gel hadi!
Gloster. Doğru, hakkın var.
(Çev. Prof, irfan Şahinbaş, MEB Yayınları, Ankara, 1959)
(s.293)

------------------------------------
Bir keresinde toplantılarında Uspenski'ye neler konuşulduğunu sordum. “İnsanın Dönüşümü," diye cevap verdi. "Siz, tüm insanların aynı seviyede olduğunu zannediyorsunuz; aslında bir koyun lahanadan ne kadar farklıysa, bir insan da diğerinden en az o kadar farklı olabilir. İnsanlar yedi kategoriye ayrılır," diye ekledi. Küçük bir kâğıt parçasına, aşağıdaki basit diyagramı çizdi.

Mükemmel İnsan (İnsan-ı Kâmil)
7
Bilinçli
İnsan
6
Birleşik
İnsan
5
Duygu
İnsanı
1
İçgüdü İnsanı
3
Düşünce insanı
3
Geçişteki
insan
4

Tanıyabildiğimiz tüm insanların, alt kısımdaki üç kategoriden birine ait olduğunu anlattı; yani içgüdülerine, duygularına ya da akıllarına göre yaşayanlar. "Eğer bir kişi dönüşümü arzu ederse," dedi, "ilk önce içgüdüleri, duyguları ve düşünceleri arasında bir denge ve ahenk yakalamalıdır. Doğru bir dönüşüm için ilk şart budur. Dönüşmüş olan insan, sıradan insanların anlayamayacağı güçler elde eder. Beş Numara'ya ermiş bir insan bile bize göre üstün insandır."
Bu konuşma aklıma bir fotoğrafın kesinliğiyle kazındı. Bu gün bile, kendimin pencerenin altındaki kanepede, Uspenski'nin solunda oturmuş görüntüsünü hatırlayabiliyorum. Açıklamasını nasıl bir anda bitirdiğini, kelebek gözlüklerinden nasıl miyop miyop beni süzdüğünü hatırlıyorum. Tüm sahne tıpkı o zamanki gibi şu anda da apaçık gözümün önünde; fakat diğer sahnelerden yalıtılmış bir şekilde ayrı duruyor. Sorularımı devam ettirmekte aceleci davranmak istemedim ve "dönüşüm" fikrini o zaman kendimle bağdaştırmadım.
------------------------------------
Gıda İngiltere'de hâlâ ciddi ölçüde karneye bağlıydı ve bunca erzağın burada bulunması olağandışı bir görüntü arz ediyordu. Ancak Gürciyev hemen dikkatle baktığımı sezdi ve şöyle dedi:
"Tanrı'nın insana ilk Emri nedir, biliyor musun?" Ben cevabını düşünür­ken kendisi söyledi:
"El eli yıkasın!" Bu sözü sindirmem için duraksadı ve sonra şöyle dedi:
"Senin yardıma ihtiyacın var, benim de. Ben sana yardım edersem, senin de bana etmen gere­kir." Ne isterse yapmaya hazır olduğumu söyledim.
Paris'te çektiği sıkıntılardan söz etti; kendisi için çok önem­li olan Cannes gezisine gitmek için para bulamadığını anlattı. Oraya zaten elimdeki tüm parayı vermeye hazır olarak gitti­ğimden bu isteği beni şaşırtmadı. Sonra şöyle dedi:
"Sen ben­den ne istiyorsun?" Şöyle cevap verdim:
"Kendi Varoluşum üzerinde nasıl çalışmam gerektiğini bana gösterir misin?" Onaylarcasına konuştu:
"Doğru. Şimdi fazlasıyla Bilgin var, ama Varoluşa gelince bir sıfırsın. İstersen sana nasıl çalışman gerektiğini gösteririm, ama bunu sana söylediğim şekilde yap­malısın."
Bu sohbette korkunç bir şeyler vardı. Bu, Prieuré'de bana söylediklerinin tamı tamına devamı gibiydi; yirmi yedi yıl önce Prens Sabahattin ile beraber Kuruçeşme'deki ilk görüşmemizde söylediklerinin de. Ona şöyle dedim:
"Olduğum gibi devam edersem durumumun umutsuz olduğumu biliyorum. Sana geri gelmemin nedeni de bu." Bana şöyle dedi:
"Söylediğim gibi ya­parsan sana nasıl değişeceğini göstereceğim. Tek yapacağın dü­şünmeyi bırakmak. Sen fazla düşünüyorsun. Duyularına kulak vermeye başlamalısın. Duyularınla algılamak ile duyumsamak arasındaki farkı anlıyor musun?" Birinin fiziksel, birinin duygu­sal olduğunu söyledim.
"Aşağı yukarı öyle. Ama bunu aklınla biliyorsun. Tüm varlığınla anlamıyorsun. Öğrenmen gereken bu. Git ve Bayan Salzmann'dan sana ve Bayan Bennett'e duyularınla algılama ve duyumsama egzersizini göstermesini iste," dedi. (s.333)
------------------------------------
Gürciyev ço­cuklara her zaman en iyi yüzünü gösterir, onların bozulmamış malzeme olduğunu düşünür, onlara her zaman son derece has­sas bir tarzda eğitim verirdi. Birisi fikirlerinin çocuklara ilk ola­rak en iyi nasıl anlatılacağını sordu:
"Asla doğrudan öğretmeye çalışmayın. Çocuklarla çalışmaya her zaman uzaklardan başla­yın. Çocuklar bu fikirleri kendileri bulmalı; öteki türlü köle gibi büyürler."
Çocukların tamamen başıboş bırakılması gerektiğini kastetmiyordu. Tam tersi çok sıkı disiplinden yanaydı; çocukla­rın içinde bulundukları toplumla her zaman uyum içinde ol­maya hazır olmaları konusuna dikkat edilmesi gerektiğini söy­lerdi. Ancak asla yapay bir şekilde değil. Gürciyev'in, ebeveyn­lere çocuklarını nasıl eğitecekleri konusunda söylediği sayısız şeyden çok değerli bir kitap yazılabilirdi. Karşısına bir çocuk getirildiğinde şöyle söyleme âdeti vardı:
"Anneni babanı sev, Onlar senin için Tanrı gibi olmalı. Annesini babasını sevmeyen Tanrı'yı da asla sevemez."
Çocukların partisi bittiğinde büyüklerin bir kısmı gitti, bir kısmı da akşam yemeğini hazırlama işini üstlendi. Onunla yal­nız kaldım. Uzun oturma odasının sonunda alçak bir divanda oturuyordu. Yanına diz çöktüm ve ona teşekkür ettim. Bana şöyle dedi:
"Şu âna kadar senin için yaptıklarım bir hiçti. Ya­kında Avrupa'ya dönüyorum. Bana gel, sana nasıl çalışacağını göstereyim. Söylediklerimi yaparsan, sana nasıl ölümsüz olu­nacağını göstereceğim. Şu anda hiçbir şeyin yok, ama çalışırsan yakında ruhun olur."
(s.353)
------------------------------------
Kutsal Mekke’nin Son Şerifi Ali Haydar ile tanışmıştım. Benim yaşlarımda beş oğlu vardı; bulardan Prens Abdülmecit adlı oğlu benim yakın dostumdu. Eski bir ırktan gelen bu insanların hürmeti ve alçakgönül­lü iyiliği beni etkilemişti. Tüm desteğini ailenin genç kanadı­na veren ve meşru Şerifin Birinci Dünya Savaşı'ndan sonra dönmesini engelleyen Arabistanlı  Lawrence'ın kötü etkisine -kendimce- esef ediyordum. Arap haklarıyla ilişkilerimizin tarihi, Vahhabilerle nasıl başa çıkılacağını bilen Şerif Ali Hay­dar'ı destekleseydik daha iyi bir yöne doğru gidebilirdi. An­cak şimdi her şey tarihin tozlu sayfalarında kalmıştı. Ali Hay­dar ölmüş, oğlu da sadakatini kuzeni, Ürdün'ün Haşimî kralı­na vermişti. Kendisi Londra'da Ürdün temsilcisiydi. 1958 yı­lında Paris'e geçmişti. (s.396)
------------------------------------
“Sen kendi kendine göremezsen, sana kimse gösteremez.”
                                                                                                      P.D. Uspenski

Yaptığım hatalardan dolayı ciddi eleştiriler aldıkça, hiçbir seçkinci gizli okulun öğretemeyeceği dersleri, insanın günlük hayatta nasıl öğrenebileceğini gördüm. O günlerde şöyle yazmışım:
"Kendini, seni sevmeyenlerin gözüyle gör."
Kendi gözlerimiz asla kendini-sevme ve kendinden-nefret duyguları arasındaki çatışmadan bağımsız olamaz ve kendimize sabırla bakmak istiyorsak başkalarının gözlerini ödünç almalıyız.  (s.238)
------------------------------------
Hasan ilk önce Brunswick Road'da bizle kaldı, ama sonra huzursuzca oradan oraya dolaştı. Üzerimdeki iş baskısından dolayı onu görmeyi umut ettiğim kadar görememekten utanç duydum. Yine de niyetini açıkça belirtti: Alınyazım konusunda beni uyandırmak ve bunu başarabileceğim konusunda kendi­me güvenimi yeniden kazandırmak. Benim bir "Usta" oldu­ğumda ısrar ediyordu; hoca olarak gördüklerimin hepsinin öte­sine geçmiştim ona göre.
Bana ve diğerlerine zikr-i dâim, yani kalpten sürekli duayı öğretti; bunda kelimeler yoktur ve tüm dinleri kapsar. Bunun üzerinden beş yıl geçti ve hâlâ bu egzer­sizden inanılmaz şeyler kazanıyorum. Önceden bildiğim her şeyden daha etkin bir nefes kontrolü de var bu egzersizde. Baş­ta zikri hemen benimsemedim, çünkü Gürciyev'den öğrendi­ğim nefes kontrolü tekniklerinden farklı çalışanlara şüpheyle yaklaşıyordum. Ancak birkaç hafta içinde son derece güvenilir ve yararlı bir şey olduğunu gördüm. Nefes kontrolü zikr edimi­ni, fiziksel bedenden kescan yani astral bedene taşıyordu; bu da fark edilir şekilde güçleniyor ve etkinleşiyordu.
Hasan, bu kitabın 7. Bölüm'ünde anlattığım görünün -ki bunu okumuş ve kesinlikle çok iyi anlamıştı- hakiki olduğunu ve şimdi de gerçekleşmekte olduğunu söylüyordu.
"Ümit ede­bileceğinden", diyordu, "çok daha ötesine gitmek yazılı alnı­na". Büyük bir çağ yaşayacaktım ve zikr sadece hayatımı uzat­mayacak, enerjimi de artıracaktı. Bu vaatlerin içimde bir şeyler gıcıkladığını kabul etmeliyim; zira ben de büyük bir şeye hazırlanmakta olduğumu hissediyordum. Ölüm ve yeniden diriliş önsezisi olarak yorumlamayı öğrendiğim bir tür şaşkınlık ve uğursuzluk hissi vardı içimde. Yetmişli yaşlarda hayat gerçekli­ğini kaybediyor. Kişi kendine 'yolumu kaybettim mi' diye soru­yor, ya da 'acaba gücüm artık bitiyor mu' diye. Dış dünya artık fazla bir anlam ifade etmemeye başlıyor. Ama yine de görünüş­te her şey yolunda gibi görünüyor. Bu haller, en azından benim durumumda, bir kavşağın yaklaştığına işaretti.
Hasan, ne kadar önemli olduğuma beni ikna etmek için kendini parçaladı. Bana söylediği her şeyi burada tekrar et­mek çok da gerekli değil. Ancak bundan bahsetmem gereki­yor, zira hayatımda büyük bir etkisi oldu bu sözlerinin. Bu et­kilerden biri ufkumu genişletmek oldu; tüm insanlığın duru­munu onyıllar değil yüzyıllar ölçeğinde ciddi olarak düşün­meye sevk etti beni. İnsan bunu yaptığında, önümüzdeki yir­mi yıl içinde geniş çaplı bir hareketin mümkün olmadığım ba­riz bir biçimde görüyor. Dünyadaki toplumsal sistemlerin ata­letinin üstesinden, dört başı mamur bir kopuş olmaksızın, ge­linemezdi. Uspenski'nin 1924'te söylediği önemli bir söz var­dır:
"Değişimi engelleyenler, tehlikeli gerilimleri rahatlatan, supap görevi gören reformculardır." Dünyayı değiştirmek için acele edenler, hakiki değişimi, tüm konservatiflerden (muhafazakâr bir şekilde, ılımlı olarak) daha çok engelliyorlardı.
Hakiki değişimlerin fikirlerin gücüyle geldiğine inandım her zaman; ancak gerçekten yeni olan fikirler, son derece ağır hareket eder. Tüm insan hayatlarının eşit olduğu fikri M.Ö. 6. yüzyıldan önce bilinmiyordu. Bu fikir dünya üzerinde yaşam olan her yerde Buda ve Konfüçyüs, sürgündeki İbrani peygam­berler, Solon ve Pythagoras ve dünyanın tam merkezindeki Zerdüşt sayesinde yerleşti. Bu elçiler bu mesajı iletene kadar, insan ırkının küçük bir üstün varlıklar ve kişisel haklan ya da önemi olmayan karanlık bir proletarya kastına bölünmesi, ev­rensel kabul görmüş bir fikirdi. Kahramanlar, ya da The Drama­tic Universe'te [Dramatik Kâinat] söylediğim gibi Hemiteandrik Çağ, şehir devletlerini yaratmış, ticareti, deniz ve kara ticaret yollarını kurmuş, yazı sanatını keşfetmiş, büyük teknik ilerle­meler kaydetmiştir. Fakat bu Çağ, bir fatihin bir emriyle on binlercesi katledilebilen sıradan insan için hiçbir şey yapmamıştır; bu katledişlere karşı ahlaki bir öfke yükselmemiştir, hatta rahiplerden, şairlerden bile. İnsan hayatının kutsallığı ve her insanın kendi kurtuluşunu arama hakkı şeklindeki yeni fikirler hem güçlü hem umut vaat ediciydi. Eğer insan ırkı faciadan kurtarılacaksa bu fikirler kaçınılmazdı. Yine de tarihte, bu fikrin doğurduğu yeni değerlerin kabul görmesi için yüzyıllar geçmesi gerektiğini görüyoruz.
Şimdi, saf bireyselciliğin artık yeterli olmadığı bir Yeni Çağ'a giriyoruz. Dünya o kadar karmaşık bir hale geldi, insan çıkarları birbirine o kadar bağımlı oldu ki başkasını düşünmek kendini düşünmenin önüne geçmek zorunda artık. Hıristiyan öğretisinin kalbinde yatan temalardan biri şudur: "Birbirinizin yükünü taşıyın, böylece Mesih'in Yasası'nı yerine getirirsiniz." (Pavlus'tan Galatyalılar'a Mektup: 6:2).
İki bin yıllık Hıristiyan kültürü, bu bariz ve gerekli hakikatin kabul görmesi konusunda neredeyse tamamen başarısız oldu. Egoizm, başkaları için olduğu kadar bizim için de korkunç sonuçları olan bir şeydir. Bu güne kadar "başkalarını sevmeye" yönelten şeyin işe yaramadığını ve yaramayacağını kabul etmeliyiz. Akıldan önce hayal gücünü yakalayacak yeni bir şeye ihtiyaç var ve bu "yeni şey" küçük ölçekte, fazla dikkat çekmeden gelip, daha geniş kapsamlı kabul arayışına girmeden kendini ispatlamak zorunda. Sanayi devrimi, tarım toplumlarının modasını geçirmişti; onlar da göçebe hayata aynı şeyi yapmıştı. Komünizm, derin bir dinsel inanç ve disiplin olmaksızın işlemez. Tarih, sadece Rusya'da değil, pek çok başka örnekte de göstermiştir ki ateist komünizm, acımasız bir baskı olmaksızın işleyemez.
Peki insan ırkına hayat konusunda yeni bir bakış getirecek yeni fikir nereden gelecek? The Dramatic Universe'te [Dramatik Kâinat] Yüksek Güçlerle beraber çalışma -Sinerjizm- fikri gelecek çağın anahtar fikri olacaktır, demiştim. Bunu yazarken bile, gücünü tam olarak görememişim. "Yüksek Güçler"i hâlâ insanlığın dışında bir şey olarak düşünüyordum. Nesnel aklı başarmış, dolayısıyla Kâinatın Yaratıcı Güçleri ile iletişim kurabilen insanlardan oluşan bir "gizli liste" hipotezi atmıştım ortaya.
Şimdi Hasan Şuşut ile yaptığımız konuşmaların akışında, hatta daha da çok zikir yapmamın bir sonucu olarak, "Yüksek Güçler'in insanın dışında İşleyemeyeceğini görmeye başladım, insani araçlar olmaksızın bu güçler hiçbir şey yapamaz. Sinerji, Kâinatın Yaratıcı Özü ile işbirliği değil, kişinin kendisinin kâinat yaratıcı bir zekâya ermesi demektir. Bunu çok önceden görebilmeliydim, zira daha 1960'ların başında, The Dramatic Universe'ün [Dramatik Kâinat] ikinci cildinde, Kâinatın Yaratıcı Özüyle insanın "yüce doğasını" eşleştirmiştim. Teoride kabul ettiğim şeyi gerçekte yaşamaya başlayana kadar, "iç çemberin" nasıl işlediğini anlayamamıştım. Bu "işlemenin" içimde olabileceğine hâlâ inanmıyordum. Hasan, bunun aslında mümkün olduğuna inandırdı beni, her ne kadar bunu kendi Itlak Sufizmiyle ifade etse de. Her şey bir yana bu, Gürciyev'in ta en baştan beri öğrettiği şeydi. Bu, kendimle ilgili olduğunu düşünmeden kabul ettiğim bir dogmaydı, ki dogmalara bağlanma genelde bu şekilde olur. Ancak şimdi kırk yıl sonra, Uspenski gruplarında girdiğim şekillenmeden başımı kaldırıyordum; bu gruplarda sürekli telkin edilen şey, varoluşun üst düzeylerinin çok uzaklarda olduğu ve nesnel bilincin bizim işimiz olmadığıydı.
İç âlemimdeki değişimleri göz ardı etmem imkânsızdı. On beş yıl önce yazdığımda doğruyu söylemiş olduğumu şimdi kendim görebiliyordum: "İrade yoktur," ve "Salt İrade olarak Tanrı yoktur." Bu önermenin doğal sonucu şudur: Kendi gerçek varlığım söz konusu olduğunda, Ben de yokum. Kişinin var olmadığını, "varolan" şeyin sadece hakiki bilincin yerini düş âlemindeki bir bilincin aldığı maddi bir nesne, bir mekanizma olduğunu, oldukça açık ve nesnel bir biçimde görmesi, kulağa geldiği kadar korkunç bir şey değildi; tam tersi bu gerçeğin mihenk taşı, tek umut kaynağıydı.
İç âlemim yeni görünüşlere açıldıkça, yaşama biçimimin bir anlam ifade edip etmediğini sormaya başladım kendime. Tüm hayatım boyunca, ağır bir yük taşımak zorunda kaldığım durumlara sokmuştum kendimi. Bunların hepsinde yeterli dış desteğin gelmesini engelleyen yapay, neredeyse kurgusal bir unsur vardı. Sırf işlerin yürümesi için aşırı bir çaba sarf etmem gerekti hep. Sanki, sahte bir inançtan gerçek bir durum yaratmaya çalışıyordum her seferinde. Bir keresinde Yapısal İletişim'in farklı olacağını düşünmüştüm. Bu oluşumda, modern hayatın gittikçe artarak bağımlı olduğu öğrenme ve iletişim süreçlerini geliştirecek büyük bir potansiyel taşıyan gerçekten orijinal ve değerli bir teknik vardı. Zeki ve kendini adamış insanların desteği vardı, yeterince paramız da vardı. Planlarımızı inceleyen müşavirlerin verdikleri tavsiyelere uymuştuk. Başarı garantiymiş gibi görünüyordu. Ve yine de aksilikler birbiri ardı sıra ortaya çıkmaya başladı. Önceden görülemez, ya da en azından bizim örneğimizde görülememiş, olan olaylar, sunduğumuz makinelerin üretilmesini geciktirdi. Örneğin, General Electric Şirketi'nin başı Sir Arnold Weinstock'un kararıyla araştırma, geliştirmeye ayrılan paranın aniden kesilmesi gibi olaylar. Böylece, ABD Donanması ile yapılacak çok önemli bir mukaveleyi kaçırdık. IBM ile çok iyi üst düzey temaslarımız vardı; hatta bize, Systemaster'ın bilgisayarlı eğitimde olası bir araç olarak kullanılmasını deneyecek bir ekip yollamışlardı. Sonra IBM üst düzey yönetimi birden, eğitim alanındaki bu heyecanlı programı iptal etmeye karar verdi; bizse bir iki cesaretlendirme ve mali destekle kaldık, öte yandan da büyük bir hamle umudundan mahrum kalmış olduk. Bay Nixon'un başkan seçilmesinden sonra, diğer binlercesi gibi, sosyal ödeneklerimiz kesildi. İşi sürdürebilmek için Birleşik Devletler'e art arda seyahatler yaptım; şirkete her geçen gün daha çok vakit ayırmaya başlamıştım. Yönetim Kurulu başkanıydım; aslında şirketi idare etmekle yükümlü olmamam gerekiyordu, fakat kaderimin izlediği yol kendini tekrar ediyor gibi görünüyordu yine.
Baştaki niyet, şirkete ayda birkaç gün, vaktimin geri kalanını da yazmaya ayırmak şeklindeydi. Yayıncılarımla mukaveleler yapmıştım. Sistematik bilimini geliştirmek ve The Dramatic Universe'ü [Dramatik Kâinat] yazdığım sıralarda yapılan araş-tırmaları izlemek istiyordum. İç âlemime ayırmak için de daha çok vakte ihtiyacım olduğunu biliyordum.
Hasan Şuşut, sağlığıma daha çok dikkat etmemi rica ederek Türkiye'ye geri döndü. Tavsiyesini göz ardı ettim. Aralık geldiğinde sadece aşırı yorgun değil, ciddi biçimde hastaydım. Ne büyük talihtir, o sıralar Ratnasuriya'nın 1948 yılında tanıştırdığı, kesintili bir ilişki sürdürdüğüm Doktor Chandra Shar- ma ile yeniden temasa geçtim. Sharma, tanıştığım en olağanüstü insanlardan biriydi. Gözlerini hayata Güney Hindistan'da bir köyde açmıştı, sonra bir tapınağa girip Sri Ramana Maharşi'ye hizmet etmişti. Maharşi onu Bombay'a "doktor olmaya" yollamıştı. Daha sonra İngiltere'de geçerli bir doktor, homeopati ve diğer doğal tıp yöntemlerinin önde gelenlerinden biri oldu. Hastalarının durumunu esrarengiz, neredeyse mucizevi şekilde teşhis etme yeteneğine sahipti. Ortodoks tıbbın yardım edemediği durumda olan yüzden fazla öğrencimi, dostumu ona yollamışımdır. Şaşırtıcı tedavileri ona, özellikle İngiltere, Kuzey Avrupa ve ABD'de o kadar büyük bir ün sağlamıştır ki şu anda ülkede en aranan doktorlardan biridir.
Konudan, Ocak 1969'da başıma gelen şeyi anlatmak için saptım. S.C.S. Ltd. daha yeni kurulmuştu ve tüm dikkatimi talep ediyordu, ancak kendimi zorla ofise sürükleyebiliyordum. Doktor Sharma, bir prostat ameliyatı olmam gerektiğini söylemişti; fakat önce gücümü artırmak istiyordu.
Sonra 28 Ocak'ta bir anda çöktüm. Eşim Sharma'yı arayıp hezeyan içine girdiğimi, büyük tehlike altında olduğumu söyledi. Derhal geldi ve ben tehlikeyi atlatana kadar on altı saat benimle kaldı. Ne onunla ne başkasıyla iletişim kurabiliyordum, zira bedenimden ayrılmıştım. Söylediğim, yaptığım hiçbir şeyin bilincimle bağlantısı yoktu. Elizabeth'in mevcudiyetinin farkındaydım ama bunu ona iletmek için hiçbir şey yapamıyordum.
Sonra hayatımın en önemli ve aydınlatıcı tecrübesini yaşadım. Kanımın tamamen zehirle dolu olduğunun bilincindeydim; eğer belli bir yoğunluğa erişirse beynimin zarar görebileceğini, bir daha asla bir iletişim kuramayacağımı biliyordum. Hemen ölmeyeceğimi, tam bir aptallık hali içinde kalacağımı da biliyordum, ta ki dış dünya ve oradaki insanlar anlayana kadar. Yine de tamamen ve doğrudan "Kendimin" tüm o dünyanın dışında olduğumun ve hep öyle olacağının bilincindeydim. "Ben kendim" özgür kalabilirdim ve hatta iletişimin de mümkün olacağı anlar olabilirdi. Sonra eşime bunları anlatmak, onu rahatlatacak bir şeyler söylemek istedim. Ama tamamen umutsuz bir durumdaydım. Konuşuyordum; ama konuşan "Ben" değildim. Doktor Sharma'nın bana bir şeyler yaptığının bilincindeydim, ama ağzımı aç dediğinde açamıyordum bile. (s.496-501)

------------------------------------
Gürciyev, tecrübe düzeyleri ile hipnotizma arasındaki ilişkiden söz etti. İşe çeşitli madde ya da enerjileri tanımlamakla başladı. Ona göre bunların varlığı, her ne kadar doğal bilimler henüz keşfetmemiş olsa da, gösterilebilirdi. Herhangi bir fiziksel yolla belirlenemeyecek kadar ince maddeler de vardı. Mümkün olan tüm hareketler bu maddelere bağlıydı. Örneğin düşüneceksek, düşünce maddesini kullanmamız gerekirdi. Herhangi bir normalüstü tecrübemiz olacaksa, bu ancak uygun madde varsa mümkün olabilirdi.
Bu ince maddeleri ayırmanın ve kontrol etmenin yolları vardı. Bu yollardan biri, bizim hipnotizma dediğimiz şeydi. Harekete geçirilen madde türüne göre çeşit çeşit hipnotizmalar vardı. Gürciyev hafızanın geri çekilmesini, tüm canlılarda var olan ve "fiziksel beden içinde bir tür ince beden olarak kristalleşme" yeteneğine sahip belirli bir maddenin bir özelliği olarak açıkladı. Prens bu ince bedenin, dünya üzerinde başka insan ya da hayvan biçimlerinde yeniden hayata gelip gelemeyeceğini sordu. Gürciyev buna itiraz etti, ancak Prens'in reenkarnasyonun gösterilebileceği iddiasını ne kabul ne de reddetti. Sadece şunu söyledi:
"Reenkarnasyon Batı'da o kadar yanlış anlaşıldı, o kadar yanlış yorumlandı ki, ondan bahsetmenin bir anlamı yok."
Hassasiyetin açığa çıkarılması ve hipnotize edilen deneklerin farklı metallere verdiği farklı tepkiler üzerine yaptığım deneyler hakkında yorumlar yaptı. Her metale karşılık gelen özel bir madde vardı. Bu maddeler, gerçek insan maddesine oranla düşük miktarlarda olmak üzere, insanın içinde de mevcuttu. Her maddenin belirli bir psişik özelliği vardı. Bir denek derin bir hipnoza girdiğinde, farklı maddeler, tıpkı bir mıknatısın etkisi altındaki demir ve pirinç tozları gibi ayrışmaya başlardı. Bu koşulda denek, normalde duyarlı olmadığı maddelere tepki verebilirdi. Dolayısıyla, bir kimse, farklı metaller kullanarak, öfke, korku, aşk, kibarlık, vs gibi farklı psişik tepkiler yaratabilirdi. (s.98-99)


Kaynak:
John Godolphin Bennett, TANIK- Bir Arayışın Hikâyesi, trc: Çiçek Öztek, YKY, Eylül-2006, İstanbul

Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.

Benzer Yazılar

Yorumlar