MUTASAVVUFLARA GÖRE OLUM
Prof. Dr. Mehmet DEMİRCİ
Tasavvufta ölüm hiçbir zaman,
genellikle bizim ona verdiğimiz olumsuz mânâyı taşımaz. Tasavvufi cehd ve
gayretin büyük bir kısmının, Allah aşkı ile yakından ilgili olan ölüme
hasredildiğini söyleyebiliriz. Gerçekten cehd ve gayretlerini bıkıp
usanmaksızın ölüm arayışı olarak târif eden sûfîlerin sayısı pek çoktur. Ölümün
bu özel anlamı, kendisi tasavvuf ilminin en önemli rüknü hâline geldiği zaman
tam olarak gerçekleşir.
Biz ilk bölümde sûfîlerin ölümden
ne anladıklarını incelemeye çalışacağız. Gazâlî, ölümün ne olduğunu bilmek
hayâtın ne olduğunu bilmeye bağlıdır; ruh bilinmedikçe de hayat bilinmez,
diyor. Biz bu hakikatler bütününü incelemeye çalışacağız ve Gazâlî’den sonra
Berzah kavramının daha iyi anlaşılır hâle geldiğini ilâve edeceğiz. O Berzah
ki, ruhların ölümden sonraki hayatı, yâni dünya ile âhiret arasındaki kalma
yeri demektir.
İkinci bölümde, bu hayat ve ölüm
anlayışının sûfîlere telkin ettiği davranışları, ölümü arzu etme ve ölüme
hazırlama husûsunda merkezileşen zâhidâne davranışları inceleyeceğiz.
Nihâyet netîce olarak, sonunda
mânevî bilginin tamâmını elde eden sûfînin yaşamış olduğu ölüm söz konusu
olacaktır.
Filozofların tesiri ile, tasavvuf
yavaş yavaş iki nevi ruh arasında bir ayırım yapma cihetine gitti: Birincisi
insan ve hayvan arasında müşterek olan ruh, İkincisi tamâmen insana mahsus olan
ruh.
Birincisi, yâni hayvânî ruh kalbden
çıkmakta olup hayâtın, duyumların ve hareketin sebebidir. Dâimâ vücud
sıvılarının(mizacların) dengesine bağlı olduğuna göre, onun kesin olarak bedenî
bir yönü vardır. Bunun içindir ki, dâimâ hastalık ve ızdıraptan müteessir olur;
böylece o tıp sâhasının konusu olabilir. O, ölümün de etki alanına girer, öyle
ki ölümle birlikte tamâmen ortadan kaybolur, tamâmen yok olma ve ortadan kalkma
şeklindeki ölüm sâdece bu türlü ruh için söz konusudur .
Rûhun ikinci nev'i, insana mahsus
olan ruh, menşe’ îtibâriyle İlâhî nefes(nefha)’ten gelir. Daima bir
hasret(hanîn) içinde olup, mânevi âleme kavuşmaya tabiî bir eğilimi vardır.
Hayat kendisi için iğreti olmayıp, onun özünü teşkil ettiği için ebedîdir ve o
asla ölmez. Maddî ölümün ona tesiri, ancak hâlini ve yerini değiştirecek ölçüdedir.
Bunun içindir ki, ölüm ikinci bir doğuş olarak mütâlâa edilir, birinci doğum
ise ruh bedene düşünce vuku bulur. İkincisi tamâmen mânevîdir. Hayat, bedeni
tesâdüfî bir şekilde canlı tuttuğu sürece -çünkü o ölüme açık durumdadır-hayat
rûhun özünü teşkil eder ve ona ölüm ulaşamaz. Gazâlî hakîkat peşindeki avcı
tasvîri ile rûhun ölümsüzlüğünü îzah eder. Gerçekten ruh ilk hissî bilgileri
elde etmek için bedenden faydalanır, ona nazaran beden tam bir âlet, bir binek,
bir ağ rolünü taşımaktadır. Bunların hepsinin tamâmen yok olması, asla avcının
yok olması sonucunu doğurmaz .
Mâhiyeti kavranamaz olan ölümsüz
ruh -farzedelim ki peygamberler, velîler gibi seçkin bir zümre onu
kavrayabilsin-derin "ben”i, "seni sen yapan hakîkati" oluşturur.
Bu ruh “Ben”in ve insanın ölümden sonraki hakikatinin devamlılığını sağlar.
"Seni sen yapan hüviyetin âhirette de senin bu hüviyetin olacaktır’
Fakat bu hakîkat, iktisab ettiği ve
bildiği her şeyle birlikte âhirete gider. Şu halde o açıkça bu dünya hayâtı ile
alâkalıdır. Rûhun hastalık ve sağlığı kavramları bundan ileri gelmektedir». İyi
huylar onu kuvvetlendirir ve onun bedene gâlip gelmesine yardım eder; o derece
ki bu hakîkat daha aktif hâle gelerek rûhun vasıflarını kazanır ’. Buna mukabil
rûhun hastalığı, bedenin rûhu yenmesine ve onu aşağı doğru sürüklemesine yardım
eden çeşitli kötülüklerin etkisiyle ortaya çıkar; o bizzat bedenin vasıflarına
bürünerek hantallaşır ve ağırlaşır.
Bu ruh anlayışı iki taraflı bir
hakîkat ihtivâ ettiğinden iki yönlü bir hayat gerçeğine yol bulur. Bugünkü
hayâtın ötesini göz önünde bulunduran sûfîler, bu dünya için değer ölçüsü kabul
ettikleri kendilerine has bir görüşte karar kılarlar.
Genel Olarak Hayat:
Demek ki bizim iki nevi hayâtımız
var:
- Bedenî
hayâtımız kalbimizden yayılan tabiî bir sıcaklıkla canlıdır. Mizaclar,
arasındaki denge gerçekleştiği müddetçe o hareket ve duyum hâsıl eder, bedenin
çeşitli uzuvlarının dağılmasına mâni olarak onları yerinde tutar. Bu bedenî
hayat güneş ışığının yeryüzüne yayılması gibi, bedene yayılan ruh hayâtının bir
sonucudur. Güneş kaybolunca, bütün ışığını çeker ve o zaman yeryüzü kendi
karanlığı ile başbaşa kalır». O halde bedenin hayâtı tamâmen iğretidir. Zîrâ
ruh çekilince o ölüme mahkûmdur.
- Kendisi
olmaksızın canlı rûhu anlayamadığımız hayat: Esas olan budur ve o yok
olmayacaktır, beden hayâtının menşeidir», üstelik insana bilmek ve güç yetirmek
imkânı verir». Bizzat bu hayat Hayat’ın in’ikâsıdır; hayâtı kendinden olan,
bütün varlıkların ancak kendisi ile var olduğu Allah’ın asıl özel sıfatıdır».
Dünya Hayâtı
Bu, her şeyden önce ölümle insanın
tamâmen terkedeceği bir hayattır. Bunun içindir ki, insanın dünyâda bizzat
gerçekleştirmeğe başladığı ilim, mârifet ve hürriyet onun dünyevî hayâtını
oluşturan unsurlar değildir; çünkü insan bunları âhiret için saklamaktadır ».
Netîce îtibâriyle dünyâ hayâtı
belirli birtakım vasıflar taşımaktadır: O, olumsuz bir vasfa sâhiptir,
geçicidir ve “hazırlanma yeri”dir.
Olumsuz Vasfı:
Âhiretin aksine, dünyâ hayâtı
bedenin ve maddenin hâkimiyeti altındadır. Onda bedenî ve rûhî yön karışmış
durumda' olduğuna göre, âhiretin saflığına sâhip değildir. Orada mutluluk bile
dâima ızdırapla karışıktır' . Sûfîlere mahsus şu dünyâ târifi bu durumdan
kaynaklanır: “O seni Allah’tan uzaklaştıran her şeydir” . Böylece o çok
güzel, fakat aynı zamanda kötü, kendisinin meclûbu olan ve onu seven kimse için
tehlikeli bir görünüm taşır, zîrâ nihâî hükmünü âhirette icrâ eder'. Onun
gerçek yüzü ile görüneceği yer âhirettir: Bu yüz, görmeye tahammül edilemeyecek
cinsten çok çirkin, ihtiyar bir büyücü kadının yüzü gibidir; oysa insanlar,
onun sahte güzelliği için birbirlerini öldürürler'. Anlaşılmaktadır ki, süfî
için dünyâ rûhun hapishânesinden başka bir şey değildir, öyle bir yer ki, ruh
orada ancak bir yabancı olabilir. Buradan hareketle el-Hallac şöyle seslenir:
Dünyânın Geçiciliği:
Bu vasıfta üç görünüm söz
konusudur: Seyâhat, köprü ve rüya.
Seyahat' :
Hayat ruh için bir musibettir, fakat hiçbir zaman onun kesin hâlinden ibâret
değildir. O sâdece onun içinden geçip gidecektir: Hayat “bir denizdir, âhiret
karşıdadır, kayık fazilettir, insanlar yolculardır" .
Köprü:
Bu tasvir bir evvelki ile birleşir. Hayat kaynayan bir nehir üzerinde kurulmuş
birköprü olarak tasarlanmıştır. İnsanlar onun üzerinden geçmek ve onu
terketmekten başka bir şey yapacak durumda değillerdir. İbn Arabi tam bu konuda
şöyle sorar: “Herhangi bir
kimsenin tahta köprü üzerine bir ev yaptığını hiç gördünüz mü? Allah için
hayır! Bâhusus ki, o kimse yağmurların yağacağını, nehrin taşacağını...,
köprülerin yıkılacağını bilirse hiç yapmaz. Köprü üzerine ev yapan kimsenin
ölümle burun buruna olmaktan başka çıkar yolu yoktur" .
Uyku ve Rüya:
İbn Arabi ahara (içinden geçmek) ve abbara (yorumlamak) fiilleri arasında bir
yakınlık kurar' . Ve şuna dikkati çeker: Allah bir âyette şöyle buyuruyor: “Gece
ve gündüz uyumanız O’nun âyetlerindendir" . Burada sâdece dünyâ hayâtı
için olan uykudan bahsediyor, o halde uyanma da ancak ölümle olabilir' . Mûtad
olarak halk dilinde uyanıklık diye bilinen şey hakikatte uykudan başka bir şey
değildir. Sırası gelmişken Peygamber’e âit meşhur hadîsi hatırlatalım:
“İnsanlar uykudadırlar, öldükleri zaman uyanacaklardır” . Uyuyup
uyanıldığına göre dâimâ uyku hâli söz konusudur.
Fakat menâm aynı zamanda “rüya”
mânâsına da gelir: Hayat, yorumu gereken bir rüyadır. Nasıl ki rüyada görülen
şey bizatihi rüyanın gayesi değilse ve uyanıklık hâlinde gerçek anlamını
açıklayabilmek için rüyada görülen şeyin çözülmesi gerekiyorsa, aynı şekilde
insanın dünyâ hayâtında yaptığı şeylerin hepsi bizâtihî gaye değildir, âhirete
mâtuftur. “Âhiret insanın dünyâ hayâtında gördüğünü yorumlayarak aydınlatmış
olacak” . Bir rüyanın sonunda uyanılınca, rüya esnâsında görülenlerden
hiçbiri kalmaz. “İyi veya kötü, evler, binâlar, seyahat, kötü veya iyi halde
bulunmak” hepsi dağılıp gider. Ârif bunların hepsini yorumlamalıdır. Bu
davranış dünyâ hayâtına tamâmen uyar: Ölümle insan, dünyâ hayâtı sırasında
sâhip olduğu şeylerin hepsinden soyulmuş olacak . Âhirette hayâtın sembolü
yorumlanacak ve hakikati anlaşılmış olacak.
Hazırlanma Yeri:
Hayâtın mecaz veya hayal ile
alâkalı olması, onurı âhiretle sıkı bir irtibâtı olduğunu hiçbir zaman bertaraf
edemez. Şu halde, olumsuz vasfına rağmen dünyâ ekim yeridir, o zaman âhiret de
biçme yeri olacaktır. Dünyâ hayâtının yegâne gayesi ve tek müsbet yönü âhirete
hazırlanmaya yaramasıdır. Girişilen bir yığın faâliyet ve hayattaki sınırsız
istekler, çok defa insanlara seyahatlerini ve bunun yapılış amacını unutturur:
Onlar hayâtı, düşüncelerinin yegâne merkezi yaparlar.). Gerçekte hayat,
yolculuk için azık tedârik edilecek konaklama yeri (ribat, menzildir '. Zâten
Hz.Peygamber salla’llâhu aleyhi ve sellemşöyle buyurmuyor mu: “Dünyâda bir
garib veya bir yolcu imissın gibi ol” .
Bunun içindir ki sûfî, geçici
ikametgâh ile ebedî ikametgâh arasında seçim yapmakta tereddüt etmez' Uyku
esnâsında bu uyanıklıktır kı ona görünüşlere ve sembollere nüfûz etme imkânı
bahşeder . "Uyanıklar için uyanıklık âhirete güvenmekten ibarettir:
aynı şekilde şuursuzlar için şuursuzluk dünyâyı aramaktan ıbârettır" .
Sûfînin hayâtı, insanlar nazarında ancak bir zahiri ölümde olabilir, bu ise
hakikatte ben (nefs) ın ölümü dernektir' , Avâma göre sûfî ölüme çok yakındır:
o dalgın, kararsız, silik, şaşkın bir görünüm arzeder ;, fakat sûfî kendisini
ölü olarak mutâlaa eder. O Peygamber'in tavsiyesini tatbik halindedir:
"Ölmeden evvel ölünüz'' . O dünyâdan kısmen çıkar. Bu durum serî
es-Sakatî’ye şöyle söyleme imkânı veriyor: "Sûfîler hastalar gibi
yerler, suda boğulanlar gibi uyurlar, akıldan mahrum olanlar gibi konuşurlar"
.
Her sabah iblis sûfîye “Ne ile
besleniyorsun, ne giyiyorsun, nerede oturuyorsun?” diye sorunca şu cevâbı
alır: "Ölümle besleniyorum, kefen giyiyorum, kabirde ikamet ediyorum” .
Bu ölüm hayâtın da tamâmıdır.
Sûfînin gayreti tamâmen kendi içine, bu zengin hayâta, coşup taşan ve sınırsız
olan âleme yönelmiştir. Burada meşhur ayna meselesini unutmayalım. Tasavvufun
bütün çilesi kalb aynasını parlatmanın yorulmak biimez gayretine benzetilebilir.
Gayret ne kadar büyük olursa, mârifet sâhası o kadar genişler. Öteki bütün
“müsbet” bilgilerin aksine, tasavvufî bilginin ne sınırı, hattâ ne de
istikrarlı hâli olabilecektir. Demek ki gerçek hayat kalbin hayâtı olabilir' .
Cüneyd şöyle diyor: “Tasavvuf Hakk ın seni sende öldürmesi. Kendisi ile
diriltmesidir" . O halde sûfînin kalbi Rabb'ine âit olup bedeni
mahlûka aittir ’. Ruh daha şimdiden âhirette olduğu halde, yalnız beden
dünyâdadır'. Böylece sûfî hayâtın, ölümün, hürriyetin ve köleliğin değerlerim
tersine çevirme husûsunda, Eflâtun'un anladığı mânâdaki fılozofia anlaşmış
görünüyor. Bu seviyeye gelince, kendi kendimize şunu sormak hakkımızdır: Gerek
sûfî, gerek avamdan, ölü olan kimdir, diri olan kimdir, hürolan kimdir,
köleolan kimdir? Hakîkî hürriyet, ancak, kalbin Allah hâriç her şeyden
kurtulmasıyle gerçekleşir: Sûfî Hakk’ın kölesidir, fakat halka karşı hürdür' .
O dışından köle fakat içinden hürdür'. Zirâ "Besinle karnı doyan
açlığın üzerinde durur, para ile zengin olan geçim sıkıntısındadır. mahlûka
güvenen mahrum yaşar, başkasına dayanan yüzüstü kalır'’.
Böylece sûfîlere mahsus bir hayat
târifine ulaşmış oluyoruz: "Hayat rûhun berraklaşması ve İlâhî nurlarla
aydınlanmasıdır". İbrahim'in Allah'a ölülen nasıl dirilttiğine dâir
sorusunun yer aldığı âyette' "ölü” ve “diri" terimlerinin tasavvufa
has yorumları da aynı şekildedir. “Ölüler”, "diriler”in aksine. İlâhî
nurları ve işâretleri kabul etmeyen kararmış kalblerdir. Cüneyd de buâyetı
şöyle tefsir eder: “Diri; hayâtı, Yaratıcısının hayâtıyla varolandır: hayâtı,
bedenin cevheri ile var olan değildir. "Nefs"inin varlığı ile
mevcûdiyetini devam ettiren, hayâtında iyiden iyiye ölüdür. O halde, hayâtı
O’nunla var olanın gerçek hayâtı ölümündedir, zîrâ o böylece ilk hayâtının
seviyesine ulaşır” . Ve Hallac’ın haykırışı bu mânâdadır:
Tahlîli derinleştirerek tasavvufta,
ölümden önceki hal ile onu takip eden hal arasında tam bir denkliğin ortaya
çıktığını görüyoruz. Netîce îtibâriyle sûfî, ölmeden evvel öldüğüne göre, yahut
daha doğrusu ölümle birlikte yok olmayan bir hayâtı seçtiğine göre ölmez, o
ebedîdir'. Ölmüş bir sûfînin, yaşayanlara hitâb etmek için uyandığı bize sık
sık nakledilir. Kuşeyrî, gömülmesi sırasında gözlerini açan bir sûfînin
hikâyesini anlatır. Gömen zat (Ebu Ali Rûzbâri) sordu: “Bu, ölümden sonra
gelen bir hayat mıdır?” Ve gömülenzat cevap verdi: "Ben ölü değil,
diriyim ve her kim ki Allah’ı sever, diridir" .
O halde sûfî ölmüyor, hattâ muayyen
bir velâyet derecesi vardır ki ona tabiî ölümünden sonra dünyâda faâliyetini
devam ettirme gücü verir' . İbn Arabî, bu alışık olmayan hâdiseyi şöyle îzah
eder: “Onun için hayatiyle ölümü arasında fark yoktur. O, dünyâ hayâtında
bir ölüm hâline sâhipti; onun hâli ölüm idi. Allah onu ölümünde yaşamasını
takdîr etti. (Bu) tam bir mükâfattır" . Hayat ve ölüm esnâsında,
hayâtı ve ölümü bir araya getirebilen sâdece tasavvuftur. Dünyâ hayâtı boyunca
ve âhirette o hem ölüdür hem diridir.
“Ölüm” ve “hayat” arasındaki bu
ayniyet, en açık biçimde sûfîlerin aşk konusunu işlemeleri sırasında kendini
gösterir. Şâyet ümit sûfîleri diriltirse, bu onu öldüren hasrettendir. Zâten
hayâtın ve ölümün sonsuzca birbiri arkasına gelip durması söz konusudur' .
Ayrılma ve uzaklaşmada sûfî hakîkaten ölüdür: “Ben ölü iken sen beni diri
sanırsın benim bir kısmım öteki kısmıma ağlar" . Hayat ve ölümün bu
ayniyet ve münâvebesi ancak sûfînin hâlinde gerçekleşebilir. Sûfîyi dirilten
Allah’tır, fakat onun ölümünün sebebi de yine O’dur. Kuşeyrî şöyle diyor: “Hayat
ölümde olsun...bu ne hayret edilecek şeydir!" . Bu, Allah’ta ölüm
(el-fenâ)’dür ki hayâta eşdeğer olan öteki ölümün hâricindedir' .
Şüphesiz alışılmış mânâsıyle ölüm,
hayâtın yok olması, hayâtı devam ettiren “tabiî ateş”in sönmesidir . O soğuk ve
kuru tabiatlı olan sonbahara benzer' . Fakat biz gördük ki fizikî ölüm "insanı
insan yapan hakîkate”e , onun mânevî rûhuna dokunmamaktadır. O halde bu
ölüm sâdece bedenle ilgilidir' . Bunun içindir ki Gazâlî aşağıdaki ifâdeye yer
verir: “Ölülerin dirilmeyeceğini iddia eden müneccim ve tabîbe şöyle dedim:
Eğer sizin söylediğiniz doğru ise, ben bir şey kaybetmem; fakat benim dediğim
doğru ise siz kaybetmiş olacaksınız" .
Gazâlî ölüm hakkındaki yanlış
düşünceler ve onun sırrının çözülemiyeceği üzerinde ısrar eder. Ayrıca, ölüm
konusundaki şu üç tür yanlış anlayış tarzını belirtir: Sapıkların anlayışı ki,
onlar ölümü tamamen yok olma diye kabul ederler; ölümle yok olan insanın
mezarda kaldığı müddetçe ve tekrar dirilinceye kadar herhangi bir azap ve
mükâfat görmeyeceğini ileri sürenler; ölümden sonra rûhun varlığını devam
ettirmesini kabul etmekle beraber, cesetlerin tekrar dirilmeyeceğini ileri
sürenler '. Ölüm hakikatte rûhun bedenden ayrılmasından başka bir şey değildir,
böylece beden de ruhun emrinden sıyrılmış olur. Mevcud rûhun özelliğinden olan
her şey ölümle birlikte, tekrar dirilinceye kadar kaybolur '.
O halde, insanın asıl hakikati
ölümden sonra da devam ettiğine göre, ölüm basit bir değişiklik olarak
görünüyor; bir halden ötekine, bir evden başkasına geçiş demek oluyor '. Bunun
içindir ki, Bedir günü Hz. Peygamber ashâbına şöyle cevap veriyordu: “Nefsim
kudret elinde olan Allah’a yemin ederim ki, benim sözümü siz onlar kadar
işitmiyorsunuz, ne var ki onlar cevap veremiyorlar".
Gerçek şu ki, fizikî ölüm aslında
sâdece görünüşte olan bir şeydir, nitekim Hallac’ın şu haykırışında bunu
görmüyor muyuz:
Aslında fizikî ölüm bir kurtuluş
ise, bizzat ruh bu dünyâda mânevî bir ölüme mâruz kalmış demektir.
Aydınlanmanın ışıkları ile ruh
arasına bir perde geren bu mânevî ölümle söz konusu olan hürriyettir '. Şu
Kur’an âyeti de bu meyandadır: “işte ölü olup da sonra bizim dirilttiğimiz
kimse". Bu âyet tasavvufta şöyle yorumlanır: “Kalbi ölü olanı Allah
nuruyla dirildir". Mânevî ölüm, İbn Arabî’nin ifâdesine göre, dalgınlık ve
gaflettir '. Tasavvufun ölçüsünün, görünüş değil de kalb olduğunu evvelce
belirttik; ölü veya diri olan kalbdir. Orada her şey derûnî hayâta yöneliktir: “Kalb
altı şeye mâliktir: Hayat ve ölüm, sağlık ve hastalık, uyanıklık ve uyku. Onun
hayâtı hidâyet, ölümü dalâlettir; sıhhati temizlik ve berraklık, hastalığı
bulanıklık ve dünyevî alâkalardır; uyanıklığı zikir, uykusu gaflettir".
Demek ki insanlar nazarında tam diri olan hakîkatte ölüdür: O halde diri olan
ölüdür '. Mânevî ölüm cehâletle eşdeğerdir, “diri ise, söylediğini ve kendisine
söyleneni anlayacak güçtedir". Cehâlet ölümü Allah karşısında ölümdür.
Demek ki dünyânın mânevî ölümü
nihâî derecede mahrumiyettir. Fakat tasavvufa göre, aynı şekilde dünyâda son
derece müsbet başka bir ölüm daha vardır: Kâinat karşısında ölüm ', ki bu
yeniden doğuş ve âhiretin ilk menziline giriştir '. Böyle bir ölümün sonu
hayattır, O hayâtın bizzat kendisidir '. Hallac’ın evvelce zikredilen sözü bu
nokta-i nazarı ifâde eder '.
Bu anlamdaki ölüm, kâinâta karşı
ölüm, irâdî olarak yola girmekle birlikte, Hakk’a doğru seyahat edenlerin ilk
merhalesi olmaktadır '. Tasavvuf düşüncesinde bu ölüm dört görünüm ihtivâ eder:
Beyaz ölüm, siyah ölüm, kırmızı ölüm ve yeşil ölüm. Beyaz ölüm, açıktır ki nûru
andırır. Siyah ölüm; sûfî, insanların sebep olduğu kötülüklere ve hattâ mutlak
mânâda her kötülüğe katlanmaya tahammül edip, bunda başarı gösterdiği vakit
gerçekleşir; bu, kararmış nefsi üzen bir şeydir. Kırmızı ölüm nefsi mağlûp
etmekten ibârettir. Nihâyet yeşil ölüm , yamana ya mana ilk bahardaki toprak
gibi alacalı hâle gelmiş elbise giymekten ibârettir(>.
Halkınkinden farklı mânâdaki uyku
sembolizmi tasavvuf düşüncesinde sûfîlerin ölümün sırrı hakkındaki düşünceleri
bakımından çok önemli bir rol oynar. Sûfîlere göre uyku, hayat ve ölüm olarak
menfî ve müsbet iki mânâ taşımaktadır.
Menfî mânâsında o, cehâlet ve
kalbin ölümü olarak, ölümle birleşiktir. Uyku aynı zamanda ilme zıttır.
Şiblî'nin dediği gibi o gaflet, dalgınlık ve uzaklaşmadır ki, insanla Hakk
arasında bir perde olmaktadır .
“Hayret, âşık nasıl uyuyabilir ki?
Âşık için her uyku haramdır”
Sûfînin Cenâb-ı Hakk’a karşı olan
saygısı ve titiz muâşereti, O’nun huzûrunda böyle bir davranışta bulunmasına
mâni olur.
Fakat uyku müsbet mânâsı ile,
kalbinuyanışının da bir sembolüdür, böylece ölümünmüsbet anlamı ile birleşmiş
olur. Rüya görülen uykuya her yerde ölümün kardeşi denir. Rüya görmek, ne kadar
kısa sürerse sürsün, gayb perdesini delip geçmeyi ve dünyâ hayâtının
uyuşukluğundan paradoksal olarak çıkmayı başarmaktır . Rüya bu güce sâhipse,
perdeyi tamâmen yırtan ölüm acabâ nasıl olacak Kur’an'da şöyle buyrulmuyor mu:
“Andolsun ki sen bundan gafildin, işte senin perdeni kaldırdık, bugün artık
görüşün keskindir" .
Fakat diyor Gazâlî, ölümün kendisi
ogün bugündür ulaşılamaz bir sır olarak duruyor, rüya ise Peygamber için bile
ölüme yaklaşmak içinnâdir ve imtiyazlı yollardan biridir .
Bu kelime Kur’an’da,engel ve ara
mekân mânâsında üç defa yer almasına rağmen , onun ölümden sonra ruhların
yaşayacağı yer olarak kabûlü oldukça gecikmiş görünüyor. Bu şekildeki kabûle,
bâzı Grek unsurlarının İslâm eskatolojisi tarafından özümlenmesinden önce
hiçbir şekilde rastlanamaz . Onu özellikle İbn Arabî’nin kullandığı tesbit
edilebilir. Meselâ: İstılahâtü’s-Sûfiyye’de, Berzah’ı mânâlar âlemi ile
cisimler âlemi arasında bir âlem olarak târif eder . Fütûhat'ta daha
teferruatlı bir tahlil verir. Nasıl ki biz aklen, güneşle gölge arasında
birsınırın, hissen idrâki mümkün olmayan bir sınırın varlığını kabûl edersek,
berzah da saf ruhlarla bedenler arasında aynı şekilde bir âlemdir . Demek ki
berzah'ın ontolojik durumu aklî ve mantıkî bir zaruretten doğmaktadır: O halde
berzah ne saf ruh ne saf bedendir ki, ne tanınır ne tanınmaz, ne yok ne de
vardır. O, bütün bu çelişkili gerçekleri ayırır, fakat bunu onların
çelişkilerini îzah ederek yapar , klâsik akılcılığı da tamâmen aşmış olur.
Demek ki, dünyâ ve âhiret hayâtına
âit herhangi bir istikrârı ve sürekliliği olmayan bir “realite” söz konusudur .
O, aynanın yansıttığı bir görüntü olarak tasavvur edilebilir. Gerçekten bu
görüntü aynanın derinliğinde, yüzeyindekinden daha fazla bir yer işgal etmez).
Rüya görüntülerinin de benzer bir ontolojik durumu vardır: Onlar ne tamâmen
hiçlikten ibârettir, aksi halde hiçbir görme mümkün olmazdı; ne saf varlıktır,
aksi halde rüyada görülen şeye sâhip olarak uyanılırdı. Basit uyku(,) aynı
cinsten bir ara hakikattir: Biz uykuda iken ne tamâmen ölüyüz ne de şuurlu
haldeyiz. Hayal kavramı dâ aynı şekildedir. Alelâde aklîliği aşarak ve bâzı
uygulamalar vâsıtasıyle sûfî âlem-i misal’den hakikatleri alma imkânına ulaşır.
Demek ki berzah ontolojik olarak
mutlak mânâda “ara yer” durumundadır ’ ki orada ruhlar uykuda, keşf hâlinde ve
bilhassa ölümde yer ve durum değiştirirler . Bu değişken ve kararsız
hakikatlerin ortasına sâdece ruh devamlı bir mevcûdiyet içerisinde kendisinin
aynı olarak kalır. Öyle ki, dönüşü mümkün olan uykudan ve bilhassa dönülmeyecek
olan ölümden önce insanın berzahtaki hâli daha çok ruhun hâline ve onun hazırlığına
bağlıdır. Bundan dolayıdır ki berzahta farklı haller söz konusudur: Önceki
gidişata göre orada mutlu veya bedbaht olunabilir. Demek ki, dünyevî hayâtı ve
berzahı kat eden nefsin tekrar dirilinceye kadar bir devamlılığı söz konusudur.
Cîllî’ye göre, rûhun bu kendisi ile
ayniyeti, bütün Varlık'ın bizzat onunla ayniyetine paraleldir: Ahiret, berzah
ve dünyâ hayâtı tek bir varlık teşkil ederler. Bu tek varlık, iki parçaya
bölünmüş bir dâire şeklinde ortaya konabilir: Birinci yarım, dünyâyı, İkincisi
âhireti temsil eder; bu iki yarımı ayıran çizgi berzahı temsil eder ’. Ruh,
devamlılığı ve değişmezliği içinde, bütün bu realiteleri kat eder ’. Berzah’ta
rûhun durumu acabâ hangi uyanıklık derecesindedir? Gördük ki, hayâtında insan
âdetâ uykudaymış gibi bulunur. Berzah’tan geçerken uyanır, fakat bu sadece yarı
yarıya uyanıştır, tam uyanış yeniden dirilişle olacaktır, zirâ artık ondan
sonra hiçbir uyku söz konusu değildir. Berzaha kıyasla dünyevî hayat uykudur,
tekrar dirilişe kıyasla da berzah uykudur ’.
Dünyâ hayâtını incelediğimiz zaman,
onun başlıca üç manzarası olduğunu gördük, şöyle ki: Olumsuz yönü, fâniliği ve
hazırlanma yeri olması... Hayat hakkındaki bu üç telâkki tarzı, sûfînin ölüm
öncesi tutum ve davranışı üzerinde müessir olur. Bu tutum ve davranışa hâkim
olan şey zühd’dür. Şüphesiz zühd hayâta tamâmen ilgisiz kalma, terk etme
anlamına gelir. Fakat bu terk ediş farklı seviyelerde anlaşılabilir: Onu âhiret
mükâfatı için ödenecek bir fiyat olarak anlamak mümkün; bu, bizim alelâde zühd
dediğimiz şeydir. Fakat ârifler’le birlikte biz de onu tam derinliğiyle yâni,
terkin de terki olarak ele alacağız.
Sûfîleri zühde ve terke iten ve
bâzı hadislere dayanarak ona Tarîkatte tercihli bir yer vermeye sevkeden
sebepleri evvelce görmüştük ’. Orucun (terki) dünya, iftarın ölüm olsun ’.
Güzel câriye ve hakîkî büyücünün
aldatıcı tasvirlerini daha önce zikrettik. «Dünya hükümdar nazarında gelin,
zahidler nazarında aynadır» tasvirleri dünyâ hayâtına denk düşmektedir.
Birinciler onunla süslendiler, onu toplayıp yığdılar, İkinciler âfetlerine
bakıp onu terkettiler. O her günahın kaynağıdır ve derin bir zillet ve hakarete
lâyıktır. Bu hakir görme onun güzelliklerini takdir edememekten değil de kesin
kararlı birtercih sebebiyledir. Taşıdığı bütün çirkinliklerle birlikte, şâyet,
hayat, biz onu arzularken bizi bırakırsa “bu fakrdır zühd değildir".
Zühdün gerçek ölçüsü, dünyanın zahidin insiyatifinde olmasıdır, o zâhid ki
hayâtın tadını çıkarma imkânına sâhip olduğu halde, onu terketmeye karar verir.
Serî es-Sakatî’ye göre böyle bir insiyatif Allah vergisidir. Allah seçkin
kullarının kalblerinden dünyâ sevgisini bizzat uzaklaştırır: Dünyâ hayâtından
nefret etmek ve ondan samimiyetle vazgeçmek işte bu evliyânın imtiyâzıdır'.
Bu, dünyâ hayâtının bütün
değerlerinin üstünde olan bir kazancı şuurlu olarak seçmektir. Bu anlayışta her
türlü menfaatin kaybı söz konusu değildir. Zâhid, dünyâ hayâtının gerçek
değertaşımadığına inanır, başka yönden daha kazançlı bir şeye güvenir. Kazanç
sınırsızdır, çünkü Ebû Süleyman Dârânî’nin dediği gibi, dünyâ kalbe yerleşirse
âhiret oradan göç edip gider '.
Bu şekilde anlaşılan zühd dünyâ
hayâtını hakîkî yerine oturtur, kişiyi gerçek hürriyetine kavuşturur ve marifet
kapısını açar.
Gerçekten sâdece sûfî, hayâtı
esnâsında istisnâî bir basîret e ulaşır, bu basîret burada bir kerre daha mûtad
değerlerin değişmesi sonucunu doğurur: Bu, zühdün “pragmatik” yönüdür ki sûfîye
şunu idrak ettirir: Bütün câzip tarafları ve eğlenceleriyle hayat, halka, bir
intikal ve hazırlık yerinden başka bir şey olmadığını unutturmaktadır. Dünyâ
eğelencelerine gömülen kimse şöyle bir hac yolcusuna benzer: Bir konaklama
yerinde, o ânın telâş ve hazırlıklarına öylesine dalar ki, kafilenin geri
kalanı kendisini bırakıp gider ve onu yırtıcı hayvanlara yem olarak bırakır ve
yollarına onsuz devam ederler'.
Dünyânın meşgalelerine karşı
gösterilen bu ihtiyat, peşinden koşulmadığı halde dünyânın bize yaklaşması
nisbetinde haklılık kazanır. "Onun peşinden giderek elde ettiğin, ondan
kaçarak elde ettiğine denktir". İbn Arabî’nin şu benzetmesi meşhurdur:
Güneşe doğru dönmüş insanın arkasında gölgesi vardır, ilerleyince gölgesi onu
tâkip eder. O, ancak ayaklarının altındaki Keyfiyete sahib olabilir. Güneşe
sırtını dönsün ve gölgesini yakalamaya çalışsın, güneşin ışığını kaybeder ve o
ancak, her hâl ü kârda ayaklarının altında bulunan kendi gölgesine sahip
olacaktır'. Zâten Kur’ân’da şöyle buyruluyor: “Ardınıza dönün de ışık
arayın"
Ayrıca zühd’ün amelî değeri âhiret
düşüncesiyle sınırlı değildir; tamâmen rasyonel razda düşünülse bile o şimdiki
hayat için de uygun düşmektedir. Dünyevî şeyler bize sâhip olurken, özlenirken,
biz onları fazlaca sâhiplenirken onlar bizi bir takım sıkıntılara sürükler.
Geçek hikmet hürriyet ve kurtuluştadır '
Zühd hakîkî hürriyeti de
gerçekleştirir'. Burada hürriyete doğru uzanan merhaleleri teşkîl eden klâsik
ahvâl ve makamât sıralamasını hatırlamak îcâb eder'. Allah’tan gayri her şeyden
tedricî arınma, netîce olarak Allah karşısında sürek: artan bir ubudiyet
demektir. Bu. hakîkî hürriyettir. Hürriyeti isteyen kulluğa sarılsın" .
Dünyâ hayâtını terkedişten ilmin
nasıl doğduğunu Hz.Peygamber’in bâzı sözleri gösteriyor. Zühd bâzan bilgi
vâsıtasıyla biraydınlanmanın sebebi olarak görünür '. Bâzan bir önbilginin
meyvesi olarak görünür . O vakit kalb, âhiret için şimdiki hayâtı terk etmeye
inandıran "zorlayıcı” bir nur tarafından istîlâ edilmiş olur.
Burada sebep-sonuç ilişkisi zarurî
olarak tek taraflı değildT ve zühd veya ilimden hangisinin ötekinden önce
çelmesi gerektiğini bilmek fazla önem taşımaz. Bunların hepsi, sûfînin
uygulaması gereken bir bütündür.
Hâsılı, zühd konusunda buraya kadar
söylediklerimiz, sıradan bir mü’minin zâhidliğinin ifâdesidir; daha büyük bir
karşılık elde etmek gayesiyle, bir süre için yatırım yapılan bir nevî alış
veriş muâmelesi sayılır. Böylesi, cehennem korkusu veya cennet ürnîdi ile
hareket edenlerin işidir '. Tasavvufta gerçek zühd daha yüksek bir seviye
taşımaktadır.
Bu zühd, Allah'tan başka bir şeye
yönelmeyi reddetmektedir, zirâ Onun karşısında hiçbir şeyin değeri yoktur. Her
kim ki, kıymetli bir şeyi bırakmış olduğu zannıyla bu dünyâ hayâtını terkederse,
bu tutumuyla hayâtın değerini artırmış olur; oysa bu hayat, sûfînin nazarında
hiçbir şey ifâde etmez . Onun için, ne hayâta bağlanmak ne de ondan nefret
etmek söz konusu değildir. O ister bize yüz versin, ister bizden uzaklaşsın, bu
durum sûfî için tamâmen farksızdır '. Bir şeyden nefret etmek, bu aynı zamanda
kalbini ona bağlamak ve işin esâsından ayrılmak demektir. Râbia el-Adeviyye,
yanında dünyâyı kötüleyenlere şöyle diyordu: "Sizin kalbinizde onun bir değeri
olmasaydı, bu kadar kötülemezdinız".
Böylece bizzat zühd, zühdün konusu hâlini alır (ez-zühd fi’z-zünd). O
artık dünyâ hayâtıyla yetinmeyip, aynı zamanda âhırete de yönelince en yüksek
seviyeye ulaşır (kemâlü’z-zühd)" '. Nasrâbâzî’ye şöyle dedirten durum
budur: "Zâhid bu
dünyâda garibtir, arif öteki dünyâda da garibtir” .
Sûfî ne âhiret korkusu ne de âhiret
ümîdiyle hareket etmez. O tamâmen, saf Allah aşkının ve bir an önce O’nu görmek
duygusunun etkisi altındadır. Bu sabırsızlık, tasavvuf için çok önemli başka
bir hisse bağlıdır: "Ümit kısalığı" (kısarul-emel) söz
konusudur. Süfyân es-Sevrî şöyle der: “Zühd ne kuru ekmek yemekten, ne de
abâ giymekten ibârettir; fakat kısa emeldir". Ölüm bizi her an alıp
götürebilir, o halde dâimâ hazır olmak ve gelecekte asla uzağı düşünmemek söz
konusudur.
İnsanlar, umûmiyetle hemen hemen
ölümü tamâmen unutmuş olarak yaşarlar. Uzun bir hayat yaşama ümîa’ine
kapılarak, vazifelerini daha ileriye tehir ederler. Sûfî ise ölüme yakın
olarakyaşar ve her an. ölmek üzereymişçesine hareket eder. Netîce itıbâriyle
seçtiği yolun kendisine yüklediği hiçbir işi geriye bırakmaz. Bu dâimî “kısa
emel” aslında Sevgili ye kavuşma iştiyâkının tezâhüründen başka bir şey
değildir.
Nakledildiğine göre Hz.Peygamber
salla’llâhu aleyhi ve sellem bir gün üç tahta parçası alır, birincisini önünde
bir yere saplar, İkincisini birincinin hemen arkasına, üçüncüyü de İkincinin
arkasına uzak bir yere saplar. Birincisi insanı, İkincisi ölümü, üçüncüsü uzun
bir hayat yaşama emelini temsil eder; ölüm insanı bu emelin elinden almaktadır
'.
Gazali şöyle diyor: Ölümü unutmanın
kaynağı olan bu uzun emel, cehaletin zirvesidir'-. Dünyâ sevgisi tarafından.
durmadan mükellefiyetleri ve iyi amelleri geciktirmeye itilen insan nihayet,
ölümün her yaşta gelebileceğini unutacaktır'’. Ümit devresi bir sıralama
yapmaya imkân verir: Az kimse uzun bir hayat ümidinde karar kılar, çoğu ‘kısa
emel" hikmetine yaklaşır'
Burada asıl olan, ölümü dâimâ
zihinde hazır tutmak ve ona göre hareket etmektir'. İnsan hiçbir an ölümden
uzak değildir: öte yandan onun, ölümden evvel ifâ etmesi gereken temel bir
görevi vardır. O halde onun her an ölmeye hazır vaziyette bulunması ve yapması
gereken şeyi hiçbir şekilde asla geciktirmemesi gerekir. Meşhur tasavvuf
vecizesinın akla gelen mânâlarından biri bu değil midir: “Es-Sûfî ıbnu vaktıhî” (sûfi ân içerisinde
"yaşar"). Yapılması gereken bir işi geciktirmek daha büyük bir
kötülüktür ki. vazifesini ifada acele ederek onu bertaraf etmek icabeder. Fakat
clumün hiçbir an unutulmaması için -ki bu yukarıdaki vecîzenin akla gelen
ikinci mânâsı olacaktır- Kalbin, ne kadar yakın olursa olsun. geleceğe âıt bir
hayâle asla bağlanmaması îcab eder".
Ân'ın bu sınırlanışı',
sûfiye sık sık şöyle dedirtir: Ben asla bu zamâna kadar yaşayacağımı ümid
etmedim ". Hz. Peygamber'in sözünün mânâsı da bu değil midir: “Sabahleyin
akşamı düşünme, akşam da sabahı düşünme".
Ölümü dâimâ kalbde hazır tutmak....
dünyâyı terk etme ve ölüme hazırlanma sanatının sırrı işte buğur". Bu
demektir ki. kısa emel dinîhayatta her başarının anahtarıdır".
Oraya çağrılmış oian ve devamlı
olarak Allah’la birlikte olan ârif’tir ki, sâdece onun artık ölümü düşünmeye
ihtiyâcı yoktur. “Kısa emel” hikmetine ulaşmak, süfîyi insan gücünün son
sınırına götüren uzun bir yolculuğu gerektirir' ’.
Ümîdin sınırlandırılması keyfiyeti
süfîyi bu dünyâdan uzaklaştırır ve onu doğrudan âhirete yöneltir, onda
arayışının ve aşkının Gayesine kavuşmak için şiddetli bir arzu uyandırır. Sûfî,
habire bu arzunun sabırsızlığını yaşar. Ona göre ölüm, Sevgili ile
karşılaşma(üka) ve birleşme (vasi) ânı hiç de erken gelmiş sayılmaz' . Aşkı ne
kadar kuvvetli ise karşılaşma arzusu (şevk) o kadar şiddetlidir'’, işte bir
Kur'ân âyeti: “Kim Allah'la karşılaşmayı ümid ediyorsa. bilsin kı Allah
belirttiği vakitte gelecektir"”, kı bu âyet Ebû Osman el-Hîrî
tarafından, kendisini görmek için sabırsızlananlara Allah’ın verdiği bir
tesellî olarak tefsir edilmiştir. Bu sabırsızlık, zâten Allah taratından
paylaşılmaktadır, yalnız O bu karşılaşma için bir ecel (vâde) tesbit etmiştir.
O’ndan yüz çevirenler, O’nun sabırsızlığını bilebilselerdi, O’nunla karşılaşma
hasreti ile ölürlerdi’. Meselâ Serî es-Sakatî'ye göre, “arif için şevk en
yüksek makamdır". Üstelik, sûfîöteki dünyâya âit hakikatleri ancak bir
perdenin arasından, bir nevîkaranlık ışık içinden yakalayabilir, onun arzusu
yakaladığı bu şeyi görerek tamamlamaktır: O halde bu ancak ölümle
gerçekleşebilir’.
Ölüm düşüncesi ile senli benli
olmak sûfîde ikili etkisine bağlı korku duygusunun muhakkak olan gücünü
bertaraf etmez: Bunlardan biri bu karşılaşmanın hâsıl ettiği acılı hâdise,
öteki bunu tâkip eden âkıbet (netîce)dir.
Hz.Peygamberin birçok hadîsi,
ölümün mânevi acısı ve can çekişme sırasındaki ızdıraplar üzerinde ısrarla
durur. Siyer kitaplarına göre, bizzat kendisi bu acıklı tecrübeyi yaşamıştır.
Bir su bardağında elini ıslatıp yüzüne sürerken şöyle demiyor mu idi: “Rabbim ölüm acısını (sekerât-ı mevtimi)
kolaylaştır".
Bu habere istinâden bir çok sûfî.
ahlâkçı bir gaye içinde, ölümün şiddeti ve acılığını çokça düşünmeyi isteyerek ve bunlardan
dindarlık ve zühdle ilgili ibret çıkarmaya dâvet ederek, bu konu üzerinde
ısrarla dururlar. Gazâlî şöyle der: Yaşayanlar ancak tahminî bir üzüntü fikrine
sâhip olabilirler; bunu da kendi şahsî ızdırap tecrübelerinden ve ölenlerin
hallerinden sezdikleri hususlardan çıkarırlar. Ölümün hâsıl ettiği ızdırâbın
derecesini tasavvur edebilmek için şunu düşünmek kâfidir: Bütün vücûda yayılan
her maddî acıda, acı duyan organa can veren ruh, bu defa doğrudan doğruya acıya
mâruz kalmaktadır. Demek ki, bedenin bütün uzuvlarını ilgilendiren can çekişme,
rûhun tamâmını etkisi altına alan bir ızdıraptır. Böylece ölüm kılıç
darbesinden bile ileri ve son derece acı verici olabilir.
Hayat boyunca çok arzu ettiği
Varlık ile karşılaşmanın kapısı olan ölümün âkıbeti karşısında, sûfînin gözünde
maddî ızdırap, her şeye rağmen ikinci plânda kalır. Ebû Bekr ibn Fûrek şöyle
diyor: “Benim ölümden korktuğumu zannetme, fakat beni asıl korkutan ölümden
sonrasıdır’. Kuşeyrî bu sözü yorumlayarak, ölümden sonrasının Allah ile
karşılaşmak olduğunu belirtir. Meselenin ehemmiyetli olan yönü şu ki, bu, daha
hiç görmediğimiz Efendi’nin huzûruna varma korkusudur’. Burada sûfînin gerçek
durumunu anlamak lâzım. Söz konusu olan, mükâfatın neye karşılık elde
edileceğini az çok kesinlikle bilen basit mü’min değildir. Sûfî. hayâtı boyunca
Allah’la tam ve müstesnâ bir münâsebeti devam ettirmeğe gayret eder. O, uhrevî
mükâfat düşüncesini bir tarafa itmek çabasındadır. O, hiçbir hesâbın içinde
olmaksızın, Efendisi'nin sevgi ve yakınlığına güvenmenin sevincine takılıp
kalmaz’. Kifâyetsizlik hâli herzaman derindir. Ölümün âkıbeti karşısındaki kaçınılmaz
korku duygusu işte bu yüzdendir, “sû-i hâtime korkusu âriflerin kalbini
parça parça eder ’. Kendisine ölümü sevip sevmediğini soran Ebû Süleyman
Dârânî’ye Ümm-i Hârun'un beyânı da bu minval üzeredir: “Hayır, çünki, bir
insana itaatsizlik etseydim onunla karşılaşmak istemezdim; Allah'a itaatsizlik
edip durduğum halde, O'nunla karşılaşmayı nasıl arzu edebilirim". O
halde ölümden korkmak, kendisini günahkâr görmek gerektiğine dâir bir ipucu
değil midir? Şu meşhur hadis de bunu kasdetmiyor mu: “Kimki Allah'la
buluşmayı sever, Allah da onunla karşılaşmayı sevecektir; Kim ki Allah’a mülâkî
olmayı istemez, Allah da ona mülâkî olmayı istemeyecektir” . Ölüm
karşısında hissedilen, fakat sonunda ümîdin zaferiyle üstesinden gelinen korku
duygusu , Şiblî’nin çarpıcı tasviriyle ne güzel ifâde buluyor. Hani ona “Güneş
batarken niçin sararır?” diye sorulmuştu da şöyle cevap vermişti: “Çünkü
o kemâle erme durumundan uzaklaşmıştır. O başına gelecek şeyden dolayı sararır.
Mü’minin hayâtı terkederkenki hâli de böyledir. Güneş doğarken, ışığını yeniden
bulur; mü’minin tekrar dirilişi de böyledir: O pırıl pırıl bir yüzle ayağa
kalkar".
Ölümün güç ve korkutucu manzarası,
sûfîye hâkim olan aşk duygusuna mânî olamazdı. Aşk, Allah’ı aramak, ölümün
sağladığı kesin karşılaşmaya sevinebilmekten başka bir şey değildir'. Netice
olarak, sükûnet ve sevinç manzarası buradan ileri gelir. Bu sevinç, bu geçiş
yerini çok arzulanan ve titizlikle hazırlanılan bir yer hâline sokar.
Dünyâ hayâtı, doyumsuz âşık için,
Sevgili’den uzaklaşma ve bir nev’î işkence demektir. Buna göre aşkın şu
sembolizmi ölüm üzerine yüklenir: Şevk (arzu), hanîn (hasret), lika
(karşılaşma) ve visâl (birleşme) vs...
Hayatta olduğu müddetçe sûfi,
yakıcı arzu (şevk) ve hasret (Hanin) hâlini yaşamaya mecburdur. Bu ızdırap,
hekimini bekleyen hasta tesvîrıyle tedâî edilir:
“Gittikçe artan bir arzu ile
yürekten isteyen(mürid)in hasreti.
Doktorun yokluğunda hastanın
inlemesi. Gönülden isteyenlerin hâli de vuslatın yokluğu ve Sevgili den uzak
olmaktan dolayı gittikçe ağırlaşır” .
Sevgili karşısındaki sükûnet
duygusu, diyorlar Ebû Osman el-Hîrî ve Ebû Ali ed-Dekkak, ölmek isteğinin
belirtisidir. Şâyet sûfînin aşkı hakîkî ise, o kendi adına ölümü arzu eder
olacaktır . Aşkla ölüm arasındaki güçlü bağı en iyi ortaya koyan Hallac’tır. Hallaç
Nevruz (yeni gün) gününde iç geçirir ve şöyle der : “Ah! bizim Nevruzumuz ne
zaman gelecek!.. O günde ki, ben daracağında olacağım” . Şu sözler de ona
âittir:
“Beni davet eden ve kendine beni
incitmeyi yakıştıramıyan, bana O’nun içtiği kadehten içirdi, sanki misafirini
tedâvî eden ev sâhibi gibi. Sonra kadeh gidip geldiğinden, O idam ipini ve
kılıcı getirtti. Böylece Arslan’la birlikte Yaz ortasında Şarabı içenden zuhur
etti” .
Eğer gerçek tasavvuf Allah aşkı
ise, ölüm, zarûrî olarak tam visâl’e ulaşmak için yegâne vâsıtadır' .
Sûfînin ölmünü çevreleyen sevinç ve
sükûnet havasından îtibâren bu an anlaşılır. Şüphesiz, can çekişme saatinde
rûhun halleri değişik olabilir. Bunlar o ânın şiddetine münâsip dînî
ameliyelere başvurmayı gerektirebilir: Kur an okumak, Allah'a ibâdet vs. gibi'.
Bu haller kâh heybet (saygıya dayanan korku), kâh recâ (ümit), kâh sükûnet ve
büyük emniyet duygusunun etkisi altına girebilirler' .
Fakat, can çekişme ânına hâkim olan
hava sevinç hâlidir ». Bilâfin ağlayan karısına karşılık olarak söylediği
şudur: “Oh, sevinçliyim, yarın sevdiklerimizi göreceğiz, Muhammed’i ve
sahabesini” ». Hayatları boyunca mahzun olarak bilinen bâzı sûfîler, son
nefeslerini bir sevinç çığlığı ile verirler ». “Güvenmediğim kimseleri
terketmekte ve büyük ümit beslediğim Varlık’a doğru gitmekte olduğum sırada
niçin gülmeyecek mişim?”,,. Bu, Hallac’ın, darağacının önünde iken “âşıkları
kendine bağlayan güzelliğin cilvesini” düşünerek bıraktığı uzun ve belâgatli
gülüştür ».
Ölümün şiddet ve fecâati ve bunu
tâkip eden durum sûfîyi hazırlığa yöneltir: O, ölmeye alışmak durumundadır.
Gerçek sûfîliğin bir ölçüsü olarak mütâlaa edilen» bu temrin uzun bir süre
tatbik edilmek îcap eder.
Geçici vasfına evvelce işâret
ettiğimiz hayat, ancak âhirete hazırlanma yeri ve zamânı olduğu ölçüde değer
taşıyabilir; fakat önce ölüme hazırlanma sözkonusudur. Gazâlî çarpıcı bir
cümlede bu fikri şöyle ifade eder: “Kendisine ölümün pek yakın olduğu
kimseye..., sâdece onu düşünmek, sâdece onu anmak, o maksatla hareket etmek,
onun hesâbıyla meşgul olmak, zihnini ona vermek ve sâdece onu beklemek yaraşır.
Bu kimseye lâyık olan, kendisini ölülerden saymak ve kabir ahâlisinden biri
görmektir. Zirâ gelecek olan her şey yakındır, uzak olan gelici değildir” ».
Hz.Peygamber bu mânâda olmak üzere, akıllı adamı (keyyis), nefsini hesâba çeken
(dâne) ve ölümden sonrası için çalışan kimse olarak târif eder ».
O halde sûfî, hayâtı boyunca
seyahate hazırlanmak zorundadır». Zühd, görüldüğü üzere, bu ha zırlığın esâsını
teşkil eder ki bu hazırlık tasavvufun gerçekliğinin de şartıdır "».
Kur’ân’da şöyle buyurulmuyor mu: “Eğer doğru sözlü iseniz, ölümü temenni
ediniz” ».
Görülüyor ki ölüme hazırlanmak uzun
bir alıştırmayı gerektiriyor » ve müridin Tarîkat'e girişinden îtibâren işe
başlamak îcab ediyor. Bu hazırlık ancak ölüm ânında son bulur, ölüm bunun
hakikî olup olmadığını gördüğümüz sûfî, hiçbir şekilde geri dönmeyi istemez »
ve kendi sırrının açığa çıkmasından hiçbir korku duymaz ». Ölüm hakikat ânıdır.
Artık gezleyecek hiçbir şey yoktur.
Bir çok metinlerden anlaşılan odur
ki, sûfîler ölümde mânevi yolculuklarının sonuna varma şuurunu elde
ettiklerini, şuur hârici şartların kurbanı olmadıklarını ifâde etmektedirler.
Sûfînin ölümü hastalık, kazâ, vs. sebebiyle olmaz. O, olgun bir meyve gibi
düşer ». Ölüm saatini önceden bilmeye âit çok sayıda vak’anın doğru çıkması bu
sebeptendir .
Ölüm ve Mârifet
Bütün bir İslâmî gelenek, ölümle
mârifet arasında kesin bir bağ olduğunu gösterir. Can çekişen kimsede, geçmiş
gidişatının neticesi olan mes'ud veya bedbaht bir sonuç görülür. Ölüm meleğinin
hükmünü kabul etmeksizin ruh ölen kimseyi terketmez'.
Sûfî can çekişme hâlinden önce,
şimdiden daha derin ve daha geniş bir mârifete sahiptir. Zühd ve nefsin ölümü ,
kendisinde basireti geliştiren rûhun bir hazırlanması olarak son bulur, bu
derûnî histir ki, fâni varlıklara gizli olan hakikatleri (gayb)'), hayatın
gerçekdeğerini", ölümün sırrını', ve âhiretin sırrını', Allah’ın marifet
ve müşâhedesini... kısmen görmeyi sağlar.
“Arif dünyâda ve ölümün kendisini
ayıracağı her şeyde, daha sağken ölüdür... Ölümün onda hâsıl ettiği şey, sâdece
daha çok berraklık elde etmek için perdeyi aralamaktan ibarettir, yoksa daha
çok yakîn değildir"
Sûfî bu yakîni, bulanık şekilde
olsun veya şeffaf bir perde arkasından olsun, bu dünyâda elde eder, bu durum
onun şahsî gayretinin sonucudur. Onun için maddî ölüm, dünyâda perdesini tam
olarak açamıyacağı sırra ayan beyan vâkıf olmaktan başka bir şey değildir'.
Tasavvufî yolda eksiksiz tatbîkat ölümü vazgeçilmez hâle getirir'.
İsimle onları
perdeledi, bu yüzden yaşayabiliyorlar, kudretiyle ilgili bilgileri açıklasaydı
sersemleşirlerdi, perdeyi açıp hakikati açığa çıkarsaydı ölürlerdi.
ABDUSSELEM Muhammed: Le theme de la
mort dans la poesie arabe das origines â la fin du lll/IX eme siecle, Tun is 1977.
AL-AYBARİ Abdu’l-Hâdî Necâ:
Bâbüi-Fütûh fî Ma’rifet-i Ahvâli’r-Rûh, Kahire 1304 h.
AL-ANSARİ eş Şafiî Abdullah: Kitâbü
Bedri’l- Münîr, Kahire tsz.
BEDEVİ Abdurrahmân:
Râbiatüi-Adeviyye Şehî- detüi-Işkı’l-İlâhî, Kahire 1952.
BEN AMUR Tevfik: "A propos des
3Etats’ eî des ‘Demeurs’ dans la mystique musulmane”, IBLA içinde, no: 35
(1975), s.33-37.
ALBİKAİ İbrahim b.Omer:
Sirru'r-Ruh. Kahire 1326/1908.
CARRA DE VAUX: “Barzakh” mad. E.l.
2.bs.içinde, 11,1103-4.
CARRA DE VAUX: Fragments
d’eschatologie musulmane, Bruxelles 1895.
CİLİ Abdurrahman: El-İnsânü'l-Kâmil, Kahire 1390/1970.
CORBIN Henry: L îmagination
cretrice dans le sou- fisme d'İbn Arabi, Paris 1975.
CURCANİ Ali b.Muhammed:
Et-Ta’rffat, Tunis 1971.
EKLUND Ragnar: Life between death
and ressu-
rection according to İslam, Uppsala
1941. GARDETLouis: Dieu et la destinee de l’homme, Paris 1967.
GARGAM Georges: L amouretlamort.
Paris 1959. GAZALİ Ebû Hâmid: Ed-Dürretül-Fâhire, Kahire, tsz.
GAZALİ Ebû Hâmid: lyhâu
Ulûmi’d-Dîn. Beyrut tsz. GAZALİ Ebû Hâmid: Kitâbü’l-Erbaİn, Beyrut 1978.
AL-HALLAC Ebû Mansur: Dîvân, Massignon bs.Paris 1931; Şeybî bs. Bağdad-Beyrut
1394/ 1974.
AL-HALLAC Ebû Mansur:
Kitâbü't-Tevâsîn, Paris 1913.
AL-HALLAC Ebû Mansur: “Risale ilâ
Nasri’l- Kaşşûrf’, El-Hayâtü’s-Sakafiyye içinde, Nisan 1976.
HAMİDULLAH Muhammed: Le Coran,
Fransızca tere. Beyrut 1393/1973.
İBN ARABİ Muhyiddin:
Fusûsu’l-Hıkem, Beyrut 1976.
İBN ARABİ Muhyiddin:
El-Fütûhâtü’l-Mekkiyye, Kahire bs. 1392 h.; Osman Yahyâ bs.(neşir hâlinde),
1392/1972, 1397/1977.
İBN ARABİ Muhyiddin: Er-Resâıi,
Hayrabad 1948: "lstılahu’s-Sûfiyye”-“Kitâbü’l-Celâle”-“Kitâbu l-Ku-
tub”-“Kitâbü’ş-Şâhid”-“Kitâbü’t-Terâcim”-“EI-Me-
sâir-“EI-Kasemü'l-İlâhî”-“Risâletü’l-Envar”.
İBN ARABİ Muhyiddin:
Et-TedbîrâtCı’l-İlâhîyye, Leiden 1919.
İBN ARABİ Muhyiddin:
Ukletüi-Müstevfiz, Leiden 1919.
İBN ATAULLAH EL-İSKENDERİ:
Miftâhu'l-Felâh fî Tehzîbi'n-Nüfûs, Kahire 1332 h.
İBN KAYYİM EL-CEVZİYYE: Hâdîi-Ervah
i/â bi lâdi’l-Ferah, Kahire 1357.
İBN KAYYİM EL-CEVZİYYE:
Kitâbü’r-Rûh, Hayda- rabat 1324 h.
İBN SİNA Ebû Ali:
Er-Risâletü'l-Adhaviyye fî Emrii- Meâd, Kahire 1389/1949.
KAŞANİ Abdürrezzak:
Istılahatü’s-Sûfiyye, Kahire 1397/1977.
KELÂBÂZÎ: Et- Taarruf/iMezheb-i
Ehli’t- Tasavvuf, Kahire 1389/1969.
KUŞEYRÎ Abdulkerim: Er Risâ/e,
Kahire 1392/ 1972.
MACDONALD D.B.: “The Development of
the Idea Spirit in İslam” Açta Oriarıtaila içinde,IX (1931), s.307-351.
MASSIGNON et KRAUS:
Ahbâru'l-Hallac, Paris 1936.
EL MEKKİ Ebû Talib: Kutü'l-Kulûb,
Kahire 1351/ 1932.
EL-MUHASİBİ el-Hâris b.Esed:
Er-Riâyetü!iHuku- kıllâh, Kahire tsz.
O’SHAUGHNESSY Thomas: Muhammed's
Tho- ughts on death, Leiden 1969.
PLATON: Phedon, Oeuvres completes
içinde,1,764-856, Paris 1950.
ES-SERRAC ET-TUSİ: El-Lumau
fi’t-Tasavvuf, Kahire 1380/1960.
ES-SİGİLMASI İBNÜ’L-MÜBAREK Ahmed:
El-fb- riz min Kelâmi Seyyid Abdi’t-Aziz, Kahire 1317/ 1899.
SUBHİ ES-SALİH: La vie future se/on
te Coran, Paris 1971.
ES-SUHREVERDİ Abdü’l-Kahir:
Avârifü'f-Maârif, Beyrut 1966.
ES-SÜLEMİ Abdurrahman:
Tabakatü’s-Sûfiyye, Kahire 1372/1953.
ES-SÜYUTİ Abdurrahman: “Ahvâlü’l-Berzah”
El- Hâvî lil Fetâvîiçinde,II, 169, Kahire 1325. ES-SÜYUTİ Abdurrahman:
“Ref’us-Savt bi Dab- hı’l-Mevt”, El-Hâvîlil-Fetavîiçinde,II,95-96, Kahire 1325.
SVVEDENBORG Muhammed: Kitâbü’s-Semâ
ve Cehennem ve’l-Hâ/ü’l-Vustâ evÂlemü‘l-Ervah, Kahire 1325.
EŞ-ŞA’RANİ Abdülvehhâb:
Dürerü’l-Gavvas a/â Fetâvî’l-Havvâs, Es-Sigilmâsî’nin İbrîz’i kenarında, Kahire
1317/1899.
EŞ-ŞA’RANİ Abdülvehhâb: Muhtasaru
Tezkireti’l- Kurtubîbi Ahvâli’l-Mevtâ ve Umûri'l Âhirah, Kahire tsz.
TEHANEVİ: Keşşâfu
Istılahâti’l-Fünûn, Kalküta 1853/1862.
TRITTON A.S.: "Dünya” mad.
E.t. 2. bs.içinde,III,642.
VVENSINCK A.J.: Concordance et
Indaces de ta Tradition Musu/mane, Leiden 1933.
VVOLFF: Muhammedanische Eschatologie, Leipzig 1872.
Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.
Yorumlar